Gencay Dergisi - Sayı 48 - Ocak 2016

Page 1


www.millidusunce.org Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı Kızılay/ANKARA Telefon: 0 (312) 231 31 94 Belgeç: 0 (312) 231 31 22


GENCAY

GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi Yıl 5 Sayı 48 - Ocak 2016 Ücretsiz e-dergi www.gencaydergisi.com bilgi@gencaydergisi.com

ATOM BOMBASININ YOK EDEMEDİKLERİ/ Fatma Özge ÖZDEMİR FAYDALI OLAMIYORSAN ZARARLI OLMA/ Çağhan SARI SOSYAL MEDYA GÜCÜ / Hakkı Suat YILMAZER HARİTACILIK VE TÜRK HARİTACILIK TARİHİ -1 / Betül LOSTRİS SİNA ÇÖLÜNDE İSKANDİNAV MATİNESİ/ Mehmet Batuhan KAYNAKÇI 2016 HOCA AHMED YESEVİ YILI/ Nami Cem İYİGÜN MİLLİ REFLEKSLERİ FELÇ ETMEK/ Çağrı Aydın AYHAN AİLE KAVRAMI OLMASAYDI/ Dilek AKILLIOĞLU BİLGİ'DEN KUDRET'E, KUDRET'TEN TAHAKKÜM'E / Durmuş HOCAOĞLU A. YAĞMUR TUNALI – BİTTİĞİ YERDE BAŞLAR / MİLLİ KİTAP


GENCAY

ATOM BOMBASININ YOK EDEMEDİKLERİ Fatma Özge ÖZDEMİR İkinci Dünya Savaşı devam ederken Japonya 10 Temmuz 1945'te Almanya'nın Potsdam kentinde müttefiklerin liderleri Truman, Stalin ve Churchill'in de katıldığı toplantıya Sovyetler aracılığı ile bir elçi göndermek istedi, ancak Müttefikler bunu reddetti.

içinde 12 km’lik bir alana yayılmıştır. Bomba atıldığı anda 80 000 kişinin, sonrasında yaralanmalar ve yüksek radyasyona maruz kalma sebebiyle 1950 yılına kadar yaklaşık olarak 60 000 kişi daha hayatını kaybetmiştir. Bırakılan atom bombası toplamda 140 000 kişinin hayatını kaybetmiş olduğu en kanlı savaşma şeklidir.

İki hafta kadar sonra, 26 Temmuz 1945'te bu sefer Müttefiklerden Japonya'ya bir çağrı geldi. '"Potsdam Demeci" olarak bilinen bu savaşı sonlandırma ve Japonya'yı teslim olmaya çağırma hamlesi Japonya tarafından reddedildi. Reddedilmesinin sebebi ise imparatorluk sisteminin korunmasına dair var olan maddenin kaldırılmasıydı. İmparator Suzuki, bu sebepten dolayı bu barış girişimini reddetti ve tüm bu gergin sürecin sonunda 6 Ağustos 1945 Pazartesi günü saat 08:15’te dünya ilk kez ‘’Little Boy’’(Küçük Oğlan) isimli, türünün tek örneği olan bir silahla tanıştı. 63,5 kg. zenginleştirilmiş uranyum içeriğine sahip olan bu silah ABD’nin Enola Gay isimli bombardıman uçağı ile deneysel bir silah olarak tasarlanan atom bombası daha önceden atılması planlanan üç şehirden biri olan Hiroşima’ya bırakıldı. 16 km uzunluk ve 5 m’lik alanı kaplayan ve Hiroşima’nın nefesini kesen bu olay tarihinin akışını da değiştirmiştir. Çapı 230 m’yi bulan, sıcaklığı 4000 oC olan bir alev topu saniyede 440 metre hızla bütün yönlere doğru genişlemiş ve 30 saniye

10 sn’de Hiroşima şehrini mahveden bu küçük çocuk yüzünden şehrin 580 m üzerinde patlayan ve aşırı ısınan hava bir şok dalgası meydana getirmiştir. Bu şok dalgasını yaratmadaki hedef, bombanın atıldığı şehre en büyük zararı vermektir. Şok dalgası ve rüzgâr etkisi yüzünden 20 km. ötede bile şarapnel etkisi yapan parçacıklar oluşmuştur. Meydana çıkan enerjinin ısı ve ışık etkisi yüzünden insanlar yanmış ve bu yanıkların etkisiyle kollarını öne doğru uzatarak yürüyen hayaletlere benzemişlerdir. Bombanın patlaması yüzünden tutuşan hava güneşin yüzeyinden daha sıcak bir beyaz ateş topuna dönüşmüştür. Böylece meydana termal ışık çıkmıştır. Bu termal ışık yüzünden şehirde bir renk değişimi olmuştur. En önemlisi de insanlar oturdukları yerde termal ışığa maruz kalmış ve ısı şiddetinin yüksek olmasından dolayı yanarak ‘’atomik gölgeler’’ adı verilen yanmanın meydana getirdiği renk değişimlerine neden olmuşlardır. ABD’de Japonlar’ın hayat ve hareket tarzlarını 1


GENCAY araştırarak onların en çok dışarıda oldukları, sivil halka en çok zararın verilebileceği saati hesaplamışlar ve hesapları da tutmuştur. Bir şehri yok etmek, hassas ve kişisel bağların da yok olmasına neden olmaktadır. Fakat bir şehri yok etmek kültürleri yok etmediği için, milletlerin tekrar ayaklanması sağlanmaktadır. Elbette ki yitip giden hayatlar önemlidir. Ama geriye kalan bir insan bile kültürü devam ettireceğinden bir millet küllerinden tekrar doğacaktır. Japonya bunun en güzel örneği aslında. Dünyanın en büyük ve en tahripkâr silahına maruz kalmalarına rağmen yeniden ayaklanmış ve böylece dünyanın teknoloji devi ülkeleri arasında yerlerini almışlardır. Önemli olanın kişi ölümü değil, kültür ölümü olduğunu çok net bir şekilde göstermiştir Japonya.

yok edilebilen bu kavram atom bombasından daha tahrip edici bir etkiye sahiptir. İnsan ayrık otu kadar ekolojinin bir parçasıdır. Fakat en güçlüsü konumunda değildir. En güçlü olabilmesi için yapıp ettiklerini ve eksik noktalarını geliştirmeli böylece kültürüne sahip çıkmalıdır. Kültür de ilim yetilerini yıllar içinde düzgün olarak biriktirme sonucu gelişir. Kültür, yıllar içinde geçmişten gelenleri ödünç almadır. Nesilden nesile emanet aktarımı şeklinde ilerlemektedir. Yıllar içinde sahip çıkılmayan dil, tarih, sanat gibi kültürümüzün yapı taşlarının bizlere verdiği kayıplar bilinmektedir. Avrupa dahi kültürü baz alırken bizlerin kültürden uzaklaşması ya da uzaklaştırılması planlanıyor. Restorasyon yapmaya çalışırken, binanın kendi doğal özelliğini yok ediyoruz. Silkinmeli ve kendimize dönmeliyiz. Atom bombasının dahi yok edemediği kültürü zihinlere atılan bir fitnenin yok etmesine göz yummamalıyız.

İkinci Dünya Savaşı yıllarında yaşanan geçtiğimiz yıl gerçek hikâyelerin beyaz perdeye uyarlanması ile ‘’Monuments Men’’ (Hazine Avcıları) filminin bir repliği; “Bir nesli büsbütün yok edebilir, evlerini küle çevirebilirsiniz. Buna rağmen bir şekilde toparlanacaklardır. Fakat onların tarihlerini tahrip eder, eserlerini yok ederseniz sanki hiç var olmamış gibi olacaklardır.”dır. Kültür çok ve çabuk kırılan bir yapıya sahiptir. Bu yüzden toprakları fethetmenin ya da yok etmenin bir anlamı kalmamakla birlikte fetihler dillerde, zihinlerde ve fikirlerde oluşturulmaya çalışılmaktadır. Bir milleti millet yapan, diğer ortamlardan ayıran kültürdür. Zor gelişen fakat bir nesil içinde

Ey Türk, titre ve kendine dön! KAYNAKÇA  http://onedio.com/haber/9-madde-ile-70yildonumunde-hirosima-ve-nagazaki-saldirilari347017  https://tr.wikipedia.org/wiki/Hiro%C5%9Fima %27ya_atom_bombas%C4%B1_sald%C4%B1r%C4 %B1s%C4%B1  http://haber.sol.org.tr/dunya/ikinci-dunyasavasini-hirosima-ve-nagazakiye-yapilan-atombombasi-saldirilari-mi-bitirdi

2


GENCAY

FAYDALI OLAMIYORSAN ZARARLI OLMA Çağhan SARI Yeni yılın ilk Gencay'ında, başlığımızı bir belgeselden kulağımıza çalınan ifade ile atıyoruz. Söz konusu belgeselde hasta üzerinde yanlış tedavinin hasarı tartışılırken vurgulanan bir prensiple, faydalı olamıyorsan zararlı olma yaklaşımıyla yanlış tedavinin kesilmesinin önemi vurgulanmaktaydı. Tıpta teamül olarak hastalığın seyrinin giderek kötüleşmesi üzerine tedavi yönteminin değiştirilmesi yahut uygulanan tedavi yönteminin durdurulması var mıdır bilmiyoruz. Lakin bunun hayatımızın birçok alanında tatbik etmemiz gereken bir yaklaşım olduğuna kahir ekseriyet hemfikiriz. Müspet katkılar sağlamayan, menfilik barındıran her tatbikin karşısında bu iç sesi duyabiliriz. Tabi kasti hareketle tatbik edilen her ne ise bu iç ses duyulmaz. Şimdi metaforik girizgahımızın ardından süratlenelim. Nitekim siz de ele alacağımız meseleyi sezdiyseniz maksat hâsıl olmaya başlamış demektir.

ki gövdenin intihabı hadisesi de davalık olmuş ve mahkeme henüz temyizi açık ve yargı süreci kesin tamamlamamakla beraber davacının talebi ekseninde bir karar vermiş.

Bürokrasinin işlemesi kurumsal yapılarda biliyoruz ki olmazsa olmazdır. Ancak bilemediğimiz husus bir asrı aşan kurumlarda ayrıca gelenekler vardır. İletişim kanallarıyla, diyalogla işletilen gelenekler, ihtilaf çözmek içindir. Gelenekler bir yana elbette tüzük var denilecektir. Tüzüğün -haklı haksız ayrımı yapmaksızın- başlı başına bir takım eleştirileri bünyesinde barındırması, hasar bırakan bürokratik işlerin arkada bıraktıklarını da tadil etmeye muktedirse doğru bilineni, davayı hakikaten davalaştırmayı tensip buyurmaya devam edebilirler.

Düşünün ki bir cemiyet, koruyup yüceltmek için yoluna revan olduğu davasını kelimenin gerçek manasıyla dava haline getiriyor. Cemiyetin kolları ile gövdesi arasında zaman zaman baş gösteren uyumsuzluk, içerisine asla yapıcı kelimelerin serpiştirilemeyeceği kadar kesin ve ılımanlaşmasına engel şekilde mahkeme koridorlarına yansıyor. Bazı kollar budanıyor, bazı kollara karşı az önce dediğimiz gibi kelimenin gerçek manasıyla bir dava yürütülüyor. Sonra bakıyorsunuz

Şunu da vurgulamak gerekiyor; bu yolda vebal kimlerinse üstlenmeleri ve öz eleştiri yapmaları iyileştirmeye götüren tedaviye ilk adım olacaktır. Körü körüne eleştirinin de hakka girebilecek, hakaretamiz ifadelerin hiç bir esprisinin 3


GENCAY olmadığının da farkına vararak bu satırlara hadiseyi getiriyoruz. Hatta farkına vardığımız noktaya bütün cenahlar erişseydi diyerek, bir aralık sövmeden ileri gidemeyen karşılıklı sözlerin getirdiği akıbet karşısında hayıflanıyoruz. Hayıflanıyoruz çünkü bugün gaye, sadece duyulan hicabı paylaşmaktır. Bu uygulananlar yanlış demektir, Faydalı olunamadığı ortada iken daha fazla zararlı olunmaması içindir. Akıntıya karşı kürek çektiğimizi belki göz ardı ediyoruz. O kadarı da olsun. Aklımızdaki hal tarzı da bölen, ayrıştıran değil, birleştiren, seven, noksanları görüp sloganla değil sağduyuyla hareket edebilen, yıllarını vakfeden ve vakfettiği yılların ardından üzüntüye sebebiyet verebilecek hadiselerin yaşanmasına asla gönlü razı olmayan tecrübelerin hiç olmazsa bir süreliğine ikaz makamından ayrılıp icraya geçmeleridir.

bu itham da başlı başına bir ölçerlik ve derin analiz(!) istiyor doğrusu- sizin ana kaideleriyle fikri motifleriniz dikkate alınmadan hemen bir kampa dâhil edileceksiniz. Ne yapalım, bu ölçer doğruysa yine de üzülmeyin, tamamen beyhude değil sizin duruşunuz. Camianızın mazisine zaten bağlı değilsiniz, ondan dinamizm almıyorsunuz, referansınız da batı nasıl olsa - bunu da tespit edebiliyorlar- ama siz camianızın radikal sayfalarını yazıyorsunuz. Lakin onlar doğada varlığını karşısına göre konumlandırarak sürdürebilen yapıdan referans alınmış olmuyor. Emek vermek, fayda sağlamak için karşısına odak koyup zıttı biçimiyle hareket etmenin zararı hiç olmazsa ciddi meselelerde sarf edilmesi lazım olan eforun tükenmesi olacaktır. Zarar burada merkezle sınırlı kalmaz çevreye sirayet eder. Doğrularını sürdürmek, sadece üretmek, polemiğe söz ayırmamak bu zararın önüne geçecektir.

Düşünün ki az önce mevzubahisteki cemiyetin de dâhil olduğu camiada insanlar birbirlerine izan dışı ithamda bulunsunlar. Kullanılan kelimelerin orijinliğinden o camiaya olan bağlılıklarını ölçmeye kalkanlarla başlarsak, işin içinden çıkamayız. Ağdalı dille yazarken bizim de aynı ithama maruz kalabileceğimiz ihtimali aklımıza gelmiyor değil. Kelimelerin kökeni meselesinden inanç ve sadakat ölçmenin yanında bir de maziye bağlılığınız üzerinden sizi batı literatüründen tasnifleyebilirler.

Düşünün ki bir asil duygudan mahrum olmak kişiyi nerelere sürüklüyor. Alkışlamak ve takdir etmek, sadece kanaatin tekelinde olan ya da başka deyişle belirli zümrelerin yapması gereken şeyler değildir. İnsanda vardır. Haslettir. Ancak aynı insan, iltifat marifete tabi iken, hiç bir başarı cezasız kalmaz sözünün de edebiyat olmadığını, onun da yaradılıştan geldiğini unutturmuyor. Bunun adı da hasetliktir. Hasetliğe maruz kaldınız diye siz yürümekten vazgeçmeyeceksiniz. Burada artık söyleyecek bir ihtimal daha kalıyor. O da tüm dostlarınızla beraber yürümektir.

Misal eğer camianızın belli kırılma aşamalarının katmanlarına açılmadıysanız, o katmanlardan dinamizm almıyorsanız, -

4


GENCAY

SOSYAL MEDYA GÜCÜ Hakkı Suat YILMAZER Film seyretmeyi seviyorum. Ama ince eleyip sık dokuduğum filmleri. Bazı kıstaslarım var. Beklentilerimi karşılayıp karşılamayacağını, film hakkında ufak bir araştırma soruşturma yaptıktan sonra karar verebiliyorum. Çoğu zaman verdiğim kararlarımda yanılmadığımı da görüyorum.

herkes onu tanıyor ve aynı şeyler yaşanıyor. Birisine benzetildiğine inanmak istiyor fakat her birinin bizzat ismiyle kendisine hitap etmesi kahramanımızı şaşkınlığa sevk ediyor. Günlerce bu durum devam ederken, insanların ilgisi daha da artıyor. Kazinski artık sokakta yürüyemeyecek hale geliyor. Bir televizyon programına davet ediliyor ve şaşkınlık içerisinde programa çıkıyor. Orada da aynı ilgiyle karşılaşıyor. Kazinski, bu yaşadıklarının nedenini öğrenmek için; “Neden bana böyle davranıyorsunuz?” diye soruyor fakat beklediği cevabı alamıyor. Program sunucusu; “Herkes sizi çok seviyor. Ne hissediyorsunuz?” diye soruyor. Kazinski’nin verdiği cevap hep aynı; “Neden beni çok seviyorlar? Ben sevilecek ne yaptım?”

Geçtiğimiz günlerde “Süper Star” isminde bir film seyrettim. 2013 yapımı olan filmin başkarakteri “Martin Kazinski” isminde bir adam. Kazinski, geri dönüşüm çalışan sıradan bir insan.

fabrikasında

Bir film var; adı Süper Star ve başkarakteri sıradan bir insan, nasıl olur diye soruyorsunuzdur. İşte mühim olan kısım da burası. Alelade, çoğunluk gibi sade bir yaşam süren Martin Kazinskiev ile iş yeri arasında mekik dokuduğu bir gün yine metroya biniyor ve hayatı değişiyor. Metrodaki hiç tanımadığı insanlar, kendisinin fotoğraflarını çekiyor, imza almak için adeta hücum ediyorlar. Kazinski şaşkın şekilde ne olduğunu anlamaya çalışıyor. Fakat insanların kendisine olan alakaları her geçen zaman daha da artıyor. Herkesin dilinden “Kazinski” ismi dökülüyor.

Martin Kazinski’ye televizyonda program yapması teklif ediliyor. “Benim ne özelliğim var ki? Programcılıktan ne anlarım. Geri dönüşüm fabrikasında çalışan sıradan bir insanım ben.” diyor; fakat onun bu tepkisi, zirveye çıkmış şöhretinin de etkisiyle yapımcı tarafından yanlış yorumlanıyor; “İşte aynen böyle oynayacaksın Martin. Sanki bu şöhreti sen istemiyormuşsun gibi, herkesin seni neden sevdiğini anlamıyormuş gibi.” Diyor fakat bilmiyor ki bunlar Kazinski’nin gerçek hisleri ve düşünceleri.

Martin Kazinski şaşkınlığını atıp bu durumun bir televizyon şakası olabileceğini düşünüyor fakat yanılıyor. Herkes gayet ciddi. Kazinski metrodan apar topar iniyor ve uzaklaşmaya çalışıyor. Fakat durum değişmiyor. Nereye gitse

Kazinski hakkında programlar yapılıyor, internette binlerce fotoğrafı ve videosu paylaşılıyor. Kazinski’ye olan bu aşırı ilgiden dolayı işleri aksayan geri dönüşüm 5


GENCAY fabrikasının müdürü onu üzülerek işten uzaklaştırmak durumunda kalıyor.

Kazinski’nin yaşadıkları bu hadiselerin temelinde “sosyal medyanın gücü” yatıyor. Sosyal medyanın köpürttüğü insanlar, çok kısa bir sürede çok da emek harcamayarak tahayyül bile edemeyecekleri noktalara erişebiliyorlar. Çalışarak, emek harcayarak gelmedikleri bu yerlerde de birçoğu tutunmakta zorlanıyor.

Bu sıkıntılı durumu uzun süre yaşıyor Kazinski. Tanınma, şöhret sahibi olma gibi bir hevesi ve gayreti yok iken sahip olduğu bu şöhretin arka planında olan gerçeği öğrenmek istiyor fakat başarılı olamıyor. Kazinski’nin üyesi olduğu bir internet sitesi, kendi reklamlarını yapmak üzere belirli zamanlarda üyeleri arasından birisini sosyal medya vasıtasıyla deyim yerindeyse parlatıyor, köpürtüyor. Martin Kazinski ise bu durumdan habersiz, bir kobay gibi önüne sunulan hayatı yaşıyor.

Tıpkı Kazinski gibi… Filmi seyrettikten sonra, içinde bulunduğum edebiyat dünyasını düşünmeye başladım. Türk Edebiyatı dendiğinde akla gelen Peyami Safa, Ahmet Hamdi Tanpınar, Namık Kemal, Sait Faik Abasıyanık, Halit Ziya Uşaklıgil, Reşat Nuri Güntekin, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Yahya Kemal Beyatlı, Emine Işınsu ve diğer ustaların dönemin kısıtlı imkânlarına rağmen kaleme aldıkları şaheserleri düşündüm. Yazılmalarının üzerinden uzun yıllar geçmiş olmasına rağmen halen büyük bir ilgi ile okunan bu kitapların arkasında sosyal medya gücünün olmadığını gördüm. Okuyanlarca varlığı kıymetlendirilen ve dilden dile tavsiyeler vasıtasıyla günümüze kadar ulaşan bu eserlerin yazarları olan üstatların katlandıkları zorlukları düşündüm.

Bir gün Martin Kazinski, istemeden kavuştuğu ünden bıkmış şekilde markete alışverişe çıkmışken, bir kadın kendisini tanıyıp yaklaşıyor ve ona sert bir tokat atıyor. Herkesin ilgisini gören, bir insanın erişebileceği şöhretin en büyüğünü yaşayan Kazinski’ye bu tokat çok ağır geliyor ve daha önce olduğu gibi tokadın nedenini öğrenmek istiyor. Kadına neden tokat attığını sorarken, insanlar kadına zarar veriyor şeklinde algılayarak onları ayırıyor ve günlerden sonra ilk defa Kazinski’ye kötü tepki veren insanlara şahit oluyoruz. Kazinski, hiç beklemediği bir anda kavuştuğu şöhretinden yine hiç beklemediği bir anda uzaklaşmış oluyor. Artık herkes onu gülümseyen yüzlerle, imzasını alabilmek için, fotoğraf çektirebilmek için değil, öfkeyle karşılıyor.

Sonra aklım yine Kazinski’ye gitti ve düşündüm: Kitabevlerine gittiğimizde veya internetteki kitap satışı yapan sitelere baktığımızda daha evvel varlığından haberdar olmadığımız bazı eserlerin bilmem kaçıncı baskıyı yaptıklarına rastlıyoruz. Ve yine adını daha önce hiç duymadığımız birçok yazarın, ne yazarsa

Kazinski artık hiç kimsenin sevmediği bir adam haline geliyor. Kazinski’nin ruh durumunu izah etmeye bile gerek yok, dağın zirvesindeyken yerin bilmem kaç kat derinliğine aniden indiğinizi hayal ederek onu anlayabilirsiniz. 6


GENCAY yazsın okunur manasına gelen “kemik okuyucusu” olduğunu işitiyoruz.

kendilerini ve eserlerini tanıtma ve daha büyük bir kitleye ulaşma adına sosyal medya gücünü kullanması kadar da doğal bir durum yoktur. Zaten bu yazarlar, dünyada hangi ülkenin vatandaşı olursa olsun, ortaya sağlam eserler çıkardıklarında S.M.G’ nü bir ihtiyaç olarak görmeyip bir aracı olarak kullanmaktadırlar.

Şahit olduğumuz bu hadiselerden sonra kendimizde kusur arar hale geliyoruz. Ülkemizde ve hatta dünyada artık kapış kapış dağıtılan “üstat” unvanını eline geçirmiş bu insanları tanımadığımız için kendimizi eksik görüyor ve edebiyata olan ilgimizi kaybetmiş olarak yorumluyoruz. Lakin bugün üstat(!) olan bazı yazarların, bilmem kaç baskı yapan ve on binlerce okuyucusu olan kitapların arkasında kocaman bir gücün olduğunu görebiliyoruz. Bu güç, yazımıza da başlık olan; Sosyal Medya Gücü…

İşin özü de aslında burada; S.M.G’ nün amaca ulaşmak için bir araç olarak görüldüğü ve bu yönde kullanıldığı takdirde daha faydalı olacağına inanılmalıdır. Yazımıza son verirken şunu da belirtmek gerekir;

Günümüzde de çok başarılı ve dolu dolu eserler veren yazarların olduğunu hepimiz biliyoruz ve takip ediyoruz. Bu yazarların

Sosyal Medyanın Gücüne inanalım ki “gücüne” gitmesin…

7


GENCAY

HARİTACILIK VE TÜRK HARİTACILIK TARİHİ - 1 Betül LOSTRİS Haritanın tanımıyla başlayalım: “Yeryüzünün tamamının veya bir bölümünün belli bir oran dâhilinde küçültülerek bir düzlem üzerine kuşbakışı aktarılmasına harita denir.”

Ptolemaios’tur. Batlamyus denmesinin sebebi Arapça’da ‘’P’’ harfinin bulunmamasıdır. Nasıl ki paşaya ‘’baaşa’’ derler aynı sebepten ötürü Batlamyus’un da adı evrilmiştir.

Coğrafyanın dağılış ilkesiyle bağdaştırırsak haritalar çizilen bölgenin topografyası ya da ilişkili diğer konularda jeolojisi, jeomorfolojisi, iklimi, trafiği, yer altı kaynakları, değişik bakış açısı tarafından ekonomisi vb. hakkında bilgi verir yani, kısaca nerede ne var bunu kâğıt üzerinde görmemizi sağlar.

Bilinen ilk harita Çek Cumhuriyetinde bulunan bir boynuz üzerine dağların, akarsuların ve vadilerin çizildiği Pavlov Haritası’dır.

(Batlamyus)

A Britanika bu kişi hakkında şöyle yazar: ‘’… Batlamyus coğrafyacılığın hemen hemen kurucusudur. ‘Coğrafya’ asında sekiz cilt kitabı vardır. Bu yapıttaki deyimleri, şekil ve krokilerle göstermiştir. Dünya’nın biçimini de anlatmıştır. O zamana ilişkin Dünya kıtalarını, bir harita ile bizlere armağan bırakmıştır. Araz nitelendirmesi ve dağınık ülkelere ilişkin ayrıntılar tam ve eksiksiz olarak bu yapıtta vardır.

BATLAMYUS Haritacılıkta çok önemli bir yeri olan Batlamyus, İskenderiyeli matematikçi, coğrafyacı ve astronomdur. 2. Yüzyılda yaşamıştır. Asıl adı Klaudyos 8


GENCAY Birinci kitap; Coğrafya biliminin matematik bölümlerine ve şaşırtıcı derecede harita projeksiyonlarına dair bilgi ile doludur.

Yaratılış'ın görkemini göstermek üzere kilise duvarlarına asılan birer sanat eseriydi veya elyazmalarındaki, Yaratılış'ın özelliklerini betimleyen birer illüstrasyondu.

İkinciden yedinciye kadar olan ciltler; enlem ve boylam çemberlerinden ve bunlar araılığıyla harita yapımından söz eder.

En eski ortaçağ haritalarından bazıları T-O haritalar olarak adlandırılır. Bunun sebebi bu haritaların "O" içine "T" harfi konulmuşa çok benzemesidir.

… Özetle; bu kişi haritalar yapımında ve coğrafi bilgileri toplamak ve birleştirmek konusunda büyük bir beceri göstererek ünlü bir yer kazanmıştır.’’

T-O haritaların bilinen en eski örneği sekizinci yüzyılda yaşamış bir İspanyol rahip olan Liébanalı Beatur'a aittir. Bu haritalar en azından yedinci yüzyıldan itibaren genel-geçer dünya haritaları olmuşlardır. Bu haritalarda Kudüs genellikle yuvarlağın ortasında yer alır.

Vatikan’da bulunan haritasında Hindistan yarımadasının şeklini değiştirmiştir ve Seylan- Ceylan adasının büyüklüğünde ve güney kıyılarında büyük hatalar yapmıştır. Fazla olarak Hint Denizi’nin okyanusla bağlı bulunmadığını göstermiştir. Coğrafik olarak yanlıştır fakat o zamanki şartlarla bilinen tüm kıtaları gezmenin olanaksızlığını unutmayalım. Kullandığı projeksiyon her türlü övgünün çok üstündedir. Haritacılıkta, onunla ilk kez ‘Projection Conique’ yöntemini uygulanmıştı. Bu projeksiyon ufak tefek değişikliklerle bugün bile yararlıdır.

(7. yüzyıla ait bu T-O harita, dünyayı Sevilla'lı İsidore'nin Etymologiae'sine göre betimliyor.)

Harita doğuya dönüktür. Bu şekilde, diğer iki kıtadan iki kat kadar büyük olan Asya haritanın üst tarafında yer alır. Bu doğu oryantasyonu çoğu ortaçağ atlasının ortak özelliğidir. Göksel Cennetin yerkürenin en doğusunda olduğu düşünülüyordu. Bundandır ki çoğu ortaçağ haritasının tam tepesinde Cennet yer alır.

(Bahsi geçen harita)

Günümüze çok az sayıda ulaşan çoğu ortaçağ haritaları ise insanları bir yerden başka bir yere götürme amacını taşımıyordu. Tersine, çoğu ortaçağ haritası 9


GENCAY açıklamaya göre denizler yeşil, ırmaklar mavi, dağlar kırmızı ve şehirler sarı renkle gösterilmiştir. Batıda gösterilen yerler Kıpçakların ve Frenklerin oturdukları İtil boylarına kadar uzanmaktadır. Güneyde Hint, Sint, Çad, Berber, Habeş, Zenci ülkeleri, doğuda Çin ve Japonya, güneybatıda da Mısır, Mağrip, Endülüs gösterilmiştir. Ne var ki haritada Türklerle herhangi bir ilişkisi olmayan bölgeler ve ülkeler dikkate alınmamıştır.

Her ne kadar bu T-O haritalar düz disk biçimli bir Dünya'yı temsil ediyormuş gibi görünse de gerçekte durum böyle değildir. Ortaçağ haritacıları daireyle yerkürenin üst yarıküresini göstermek istemişlerdir. Alt yarıkürenin genellikle tümüyle suyla kaplı olduğu düşünülüyordu. Ortaçağ’da birçok dünya haritası çizilmesine rağmen teknikler çok yetersiz ve çizimlerin çoğu yanlıştır. Her ülkenin kendi çizim yöntemleri olması da durumu iyice karmaşık hale getirmiştir.

Kaşgarlı Mahmud'un haritasında Japonya'ya yer vermiş olması, haritanın önemini daha da artırmaktadır. Bilindiği kadarıyla bu harita Japonya'nın gösterildiği ilk dünya haritasıdır. Japonya haritanın doğusunda bir ada olarak gösterilmiş ve Cabarka ismiyle anılmıştır.

Mezopotamya’dan her bir tarafa bilim saçan Türklerin torunları Ortaçağ’da da dedelerin utandırmamışlardı. Türklerden birçok coğrafyacı ve astronom yetişmişti. Divanü Lügati't-Türk adlı kitabında yer alan dünya haritası, bilindiği kadarıyla, bir Türk tarafından çizilen ilk dünya haritasıdır. Bu harita dönemin Türk hükümdarlarının oturduğu Balasagun şehri merkez alınarak çizilmiştir. Yönler ise Orhon yazıtlarında görülen eski Türk geleneklerine göre tayin edilmiştir. Kaşgarlı Mahmud on birinci yüzyıl Türk dünyasını resmeden bu haritayı yeryüzünün şekli gibi daire olarak gösterdiğini belirtir. Bu, on-birinci yüzyılda dünyanın yuvarlak olduğunun Türkler tarafından bilindiğini göstermektedir.

Selçuklu döneminden kalma ver elimizde sınırlıdır ve eğer ki veri varsa bu İran kaynaklarındadır.

Divanü Lügati't-Türk'ün yirmi-ikinci ve yirmi-üçüncü sayfalarında yer alan bu renkli dünya haritasının dış kısımlarında yönler belirtilmiş ve kullanılan renklerin neye işaret ettiği açıklanmıştır. Bu

Uluğ Bey’e Türklerin Batlamyus’u gözüyle bakmak çok uygun olur. Yıldız takvimleri 1665 tarihinde Oxford’da basılmış ve sonra bütün Avrupa dillerine çevrilmiştir. Bugün bile bunlardan yararlanılmaktadır.

10


GENCAY Yıldızların parlaklık dereceleri hakkındaki incelemeleri, çok önemlidir. Coğrafya bilgisi de çok kuvvetlidir. Önemsemeye değer geziler yapmıştır.

Gemide yabancı asıllı birkaç kişinin bulunduğu ve bunların yahudi oldukları. Öteki personelce yanlış anlaşılmasından ‘’Guanahani ‘’ sözcüğünün meydana çıkması.

Bizce çok önem taşıyan bir kişilikten de söz etmek isteriz. Bu kişi ‘’Rodrigo’’ dur. Ancak bu ad takma olup kendisi bir Türk denizcisidir.

Biz diyoruz ki Kolomb’un gemisinde Yahudiler bulunamazdı. Çünkü bu milletin doğuştaki yaratılışı, yeni kıtalar keşfi gibi zor, bilinmeyen maceralı ve tehlikeli gezilere atılacak derecede dayanıklı değildir. Bunlar köylerde bile oturamazlar, her zaman kentleri yeğlerler. Şimdiye kadar tek Yahudi gemicilik yapmamıştır, duyulmamıştır. Üstelik bugün bile bir örnek gösterilemez!..

Bilindiği gibi, Kolomb’a ilk deniz yolculuğunda arkadaşlık etmiş olan ‘’Rodrigo’’, Santa Maria gemisinde bulunarak, Amirale basbayağı bir hizmet eri gibi hizmet etmiştir. Amiralden başka hiçbir kimse, Rodrigo’nun değişik bir adla gemiye girmiş olduğunu bilmiyordu. İşte bu kişidir ki, özel izniyle yolculuğun 67. günü ‘’Nina’’ gemisine geçerek, üç gün sonra ilk kez karayı görüp bildirmeyi başarmıştır.

Bundan ötürü; İngiliz Bollette’in doğrulamasına karşın, konuşulan dil İbranice değil öz Türkçe’ydi. Yalnız sözlerin çözümlenmesinde hata edilmiştir. Ankara ve İstanbul hahamlıklarında yaptığımız incelemelere göre ‘’Li- VaannaHeni’’ tümcesinin sözleri ayrı ayrı tam İbranice bile değildir, biraz benzerler. Ancak; anlamları yapılan sava karşın çok aykırıdırlar. Eğer İngiliz Bolleten’in dediği gibi sözcükler İbrani ise; beş aşağı beş yukarı bunların anlamı: (Bana ilişkin, Bendeniz, Ben değilim) gibi tamamen saçma ve anlamsız bir söyleniş biçimi oluşturur.

İspanya hükümdarlarının; karaları ilk görene verilmesi şart koydukları ‘’10.000 Maravèdis’’ lk paranın, bu kişiye verilmesi gerekirken, Kolomb’un adı geçen parayı saklamış bulunmasını tarihçiler; Ödülün durum gereğince verilmediğini, çünkü anavatanlarından çok uzak ve engin denizler üzerinde, kıskançlık yüzünden amiralin bir de ayaklanma fırtınasına uğramak istemediğini ve bundan ötürü idareli davrandığını, yazarlar.

Bizim kanımıza göre; ‘’Govanna-Hani’’ sözcükleri iki deyişten oluşmuş olup birincisi Rodrigo gibi bir Converti olan arkadaşının aldığı Yuvan- Juvan- Govan gibi bir takma addır.

‘’GUANA HANİ’’ Sorunu: Birkaç gemici yahudinin konuşmasının sonunda ilk görünen adaya ‘’Guanahani’’ denileceğini sanılır. Tanrı söyletmesi gibi bu anlatışta iki önemli nokta vardır:

İkincisi de öz Türkçe olan ‘’Nerede?’’ anlamına gelen ‘’Hani’’dir. Doğrusu İspanyol personelince de ‘’Heni’’ değil, ‘’Hani’’ biçiminde duyulduğu ve yine aynı 11


GENCAY biçimde söylendiği de doğrulanmaktadır. Biz; üstelik ‘’Li’’ nin söylendiğine de inanmıyoruz. Çünkü bu sözcük söylenseydi personel bunu da adanın adından sanarak ona göre bir ad verirlerdi. Şu halde; Rodrigo’dan sonra karaları gören ‘’Guanna’’ çekilip de kayıtsız bir biçimde üçüncü bir arkadaşının da gözlemine yardım ederken, bunun başarılı olmaması ve yön göstermek için kendisine rica kılıklı ‘’Guana, Hani’’ demiş olması olağandır. Olağan değil pek kesindir. Bu iki sözcüğün bir arada söylenişi ise, ‘’Guana-Hani’’ tamamı tamamına meydana getirirler. ‘’Hani’’ sözcüğü bugün de kullanıldığından anlıyoruz ki gemide yabancı asıllılar Yahudi değil, öz Türk’türler.

büyümesinden dolayı adalara bu adın verildiği bildirilmiş ise de kaçamaklı biçimde yazılmış olan yazılar bizi inandırmamıştır. Çünkü sorun belki de böyle olmakla beraber dünyada, Cactuslar yalnız bu adalarda yetişmemektedir. Daha başka adalar ve iklimlerde de bunlardan pek çok miktarda ve adeta orman halinde bulunanları vardır!.. Nerede kaldı ki, öyle denildiği gibi Türk kavuğuna da benzemezler. Bundan ötürü sorunu başka türlü incelemek gerekir:

TÜRK ADALARI: Bugünkü atlaslarda bile Haiti Adası’nın kuzeyinde; yukarıdaki adı taşıyan birkaç ada vardır. Adaların böyle ‘’Türk Adıyla anılması, bizleri önemli biçimde düşündürüyor!.. İlk anımsanan; buluşlar sırasında yörelerde büyük fırtınaya tutulan bir kaptan tarafından, Türk’ün yaratıcı gücünden kinaye olarak ‘’Türk Adaları’’ adı verilmiştir.

Bizim araştırmalarımıza göre; ‘’Cactus’’ teorisi, sonradan düşünülmüş bir gerekçe ilacı olsa gerektir. Bir tarihi gerçeği değiştirmek için uydurulmuş bir öyküdür. Bundan başka; Amerika’nın başka adalarında bulunmadığı halde, Antil Adaları’nda ve Meksika Körfezi yakınlarında birçok ‘’kay’’lar vardır. ‘’Kay’’ deyiminin küçük körfez veya liman

Ancak bu konuda yapılan tarih incelemelerinde, böyle bir şeyin meydana gelmediği anlaşıldığından, durumun açıklığa kavuşması isteğiyle bir iki yabancı coğrafya derneğine özellikle başvurulmuştur. Yanıt olarak; anılan adalarda eski Türk kavuklarına benzeyen ‘’Cactus’’ ların pek çok yetişip

12


GENCAY anlamına geldiği bilinmekle beraber bu sözcüğün kesinlikle İspanyolca demekte kararsızız. Gerçekten; Türkçe’de ‘’Koy’’ sözcüğünün küçük liman anlamına geldiği göz önüne alınırsa, bu kararsızlığımıza hak verileceği gibi, daha derin ve ayrıntılı düşünüldüğünde; ‘’Kay’’ların belki de ‘’Kaya’’dan alındığı da düşünülebilir. Çünkü kayalardan oluşan ufak ufak boğazlara , (Onkay), (Yüzkay), (Saltkay) gibi adların verildiği ayrıntılı atlaslarda görülmektedir. Şu halde yine Türk Adaları yakınındaki ‘’Saltkay’’ deyimine, ‘’toz’’ limanından daha çok katıksız ve tümüyle ‘kaya’’ anlamını vermek daha doğru olur.

Özetle; Rodrigo bir Türk’tür ve Amerika’nın keşfinde en büyük rolü oynamıştır. Ne acıdır ki; bu kişinin gerçek adı nedir, nerelidir ve hangi macera ile Kolomb’dan önce buralara düşmüştür, arkadaşları kimlerdir gibi doğal sorulara şimdilik inandırıcı yanıtlar vermekten uzak bulunuyoruz. Umulur ki, yakın bir gelecekte bunlar da öğrenilir ve gelecek kuşaklar daha açık bir alınla, bütün dünyaya karşı çıkar!.. Sabredelim. KAYNAKÇA http://www.solakkedi.com/index.html

Nitekim bu düşüncelerimizi güçlendirmek üzere; Meksika’da birçok Türk sözcüklerinin bulunduğunu ve daha ötekilerinin saptanmasıyla uğraşıldığını ve eskiden kalma bazı yıkık köşk ve benzerlerinin şaşılacak ölçüde Türkçe olarak adlanmış olduğunu burada anımsatmak isteriz.

Abdurrahman Aygün, 1980, Türk Haritacılık Tarihi Cilt 1, Ankara

13


GENCAY

SİNA ÇÖLÜNDE İSKANDİNAV MATİNESİ Mehmet Batuhan KAYNAKÇI

Sina çölünde İskandinav matinesi,

Kuşatılmaz burçlara.

İlerde Selim hanın ayak sesleri.

Sina çölünde İskandinav matinesi

Kahire'de kordon boyunda iki âşık,

İlerde Selim hanın ayak sesleri

Ekseriyetle Nil'in kollarına dolaşık. Ve bir kadın... Resim çizen,

Doğan güneşten önce batan yıldızlara yas

Tuvali gözlerine yansımış,

Ayaklara çarpan dalga batan yıldızlara has

Gözlerinde, Persli bir delikanlı ışımış. Bir kadın... Kıyıda,

Kahire’de kordon boyunda iki âşık,

Oracıkta.

Ekseriyetle Nil'in kollarına dolaşık.

Oturmuş Dilinde, mahalle arası

Ben vardım film bitmişti sinemada

Cihanlar savaş;

Koştum da sanki yetiştim mi kuşlara

Kimyasıyla Mezopotamya ezgileri Tutturmuş

Zihnimden

Koştuk ve yetişemedik,

Geçti

Beynim coğrafyalarına kalkan metrolara.

Zincirlerin

Koştuk koştuk koştuk.

Mahkemesi

Bir türlü yenişemedik,

Sina Çölünde

Ufak kuyularda uçan kuşlarla.

İskandinav

Hendekler de açtık,

Matinesi…

Saklansın diye gökyüzü

14


GENCAY

2016 HOCA AHMED YESEVİ YILI Nami Cem İYİGÜN Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Teşkilatı (UNESCO), 2016 yılını Hoca Ahmed Yesevi yılı ilan etti. Önümüzdeki bir yıl boyunca fikirleri ve ortaya koyduğu felsefe tüm dünyaya aktarılmaya çalışılacak olan Hoca Ahmed Yesevi, Müslüman Türk dünyasının manevi mirası üzerinde oturduğu ve ünlü şair Yahya Kemal Beyatlı’nın işaret ettiği gibi “yaşamını araştırdıkça milliyetimizin esasını bulacağımız” kişidir.

söylediği şiirleri aracılığıyla İslam’ı okuma-yazması olmayan geniş kitlelere götürmeye uğraşmıştır.

Hoca Ahmed Yesevi, on binlerce de öğrenci yetiştirmiş, yetiştirdiği öğrencileri Türk dünyasının her tarafına göndermiş ve artık birer Yesevilik öğretmeni olan o dervişler Ahmed Yesevi’nin hikmetlerini saz, kopuz ve rebap eşliğinde seslendirmişlerdir. İslam dinine girerken sahip oldukları değerlerinden de kopmak istemeyen Türk topluluklarına, şehirli din âlimlerinin sunduğu kuralcı İslamiyet’ten ziyade, Yesevi dervişlerinin sunduğu, eski inançları yadsımayan ve dinin değerlerini Türk kültürünün değerleriyle kaynaştıran İslam anlayışı sıcak gelmiştir. Gittikleri diyarlarda boş arazileri sulu hale sokmak suretiyle çiftçiliğe hazır kılan, esnafa üretimde ufuklar açan, ticareti canlandıran ve ıssız dağ yollarına emniyeti sağlayacak karakollar inşa eden Yesevi dervişleri, Türk boylarına İslam’ın gülen yüzünü göstermiş ve kısa sürede gönülleri fethetmişlerdir.

12. yüzyılda yaşadığını bildiğimiz Hoca Ahmed Yesevi, yaygın kanaate göre 1093’te bugünkü Kazakistan’ın sınırları dâhilindeki Sayram’da doğmuş, tasavvufi marifetleri çağının ilim-irfan merkezi olan Buhara muhitinde edinmiş ve 1166’da 7273 yaşlarında iken yine bugünkü Kazakistan’ın Türkistan şehrinde vefat etmiştir. Bazı araştırmacılara göre ise 13. Yüzyılın ilk çeyreğini de görmüş ve 130 yıla yakın bir ömür sürmüştür. Kaç yıl yaşamışsa yaşamış, yaşadığı yıllara bin yılda yapılamayacak işler sığdırmıştır. Tarihteki ilk büyük Türk mutasavvıfı ve “Hazret-i Türkistan” lakaplı Hoca Ahmed Yesevi’nin başlıca gayesi, henüz Müslümanlığa geçmemiş olan Türk boylarına İslam’ı tanıtmak ve sevdirmek olmuştur. Ahmed Yesevi, binlerce yıllık Türk töresinin verdiği doğru ölçülerle de donanmış biri olarak İslam’ı doğru anlamış ve doğru anlatmıştır. Eserlerini, o dönemde gelenek olduğu şekilde Arapça veya Farsça ile değil, halkın ana dili olan Türkçe ile yazmış ve hece vezniyle

Daha sağlığında, binlerce öğrencisi, Ahmed Yesevî mektebinden aldıkları iman, bilgi ve şuuru Orta Asya’dan Horasan’a, Deşti Kıpçak diye adlandırılan Kuzey Türklük bölgelerine ve Avrupa Türklüğüne 15


GENCAY ulaştırmışlardır. Keza Anadolu ve Rumeli’de Müslüman Türk varlığının kökleşmesinde önemli hisselerden biri de Yesevî takipçilerine aittir. Selçuklu’yu yeryüzünden temizleyen Cengiz orduları, o enkazın altından fışkıran yeni ruha yenilmişler, Ahmed Yesevi’yi takip eden Alperenlerin ruhu Cengizoğullarını da Müslüman ve Türk eylemiştir.

Marksiz’min resmi ideoloji olduğu Sovyet yönetimi zamanında dahi, dine mesafeli görünmek zorunda kalan birçok Türk, Ahmed Yesevi’nin ruhaniyetine olan bağlılıkları sayesinde milli ve dini kimliklerini koruyabilmişlerdir. Sovyet rejimi Ahmed Yesevi’yi karalamak için her yolu denemiş, ama başarılı olamamıştır. Okullarda dinsizlik dersleri okutulduğu sırada Türkistan’da haftada bir gün evlerde toplanılıp Yesevi’nin şiir külliyatı “Divan-ı Hikmet”ten kıtalar okunmuş ve Yesevili dualar edilmiştir. Türkistan Türkleri bağımsızlıklarına kavuşunca da Ahmed Yesevi’nin yolunu bırakmamışlar, onun adını üniversitelerine takmışlar, heybetli heykellerini dikmişler, eserlerini yeniden basmışlar, türbesini ihya etmişlerdir.

Altınordu hanı Berke’yi ve başkumandanı Nogay’ı Müslüman yapan Sarı Saltuk Yesevi mektebinde yetişmiştir. Özbek hanını Müslüman yapan Tüklü baba, Yesevi yolunun mensupları arasındadır. Yunus Emre de, Mevlana Celalettin-i Rumi de, Hacı Bektaş-ı Veli de Yesevi yolunun yolcularıdır. Anadolu Selçuklularından sonra tarih sahnesinde beliren Osmanlı devletinin gerçek kurucu ve taşıyıcıları da Yeseviliğin temsilcileridir. Asırlar geçtikçe Yesevi yolu çeşitli yollara ayrılmış, Türkler dışındaki çevre halkların da Müslümanlık dinine yönelmelerini hızlandırmış, Arnavutlar, Boşnaklar, Torveçler ve niceleri hep aynı yolda Müslümanlığa yönelmişlerdir.

Hoca Ahmed Yesevi ile öğrencileri, dikkat çekici bölümü Müslüman olmamış ve olanları da yeteri kadar dini bilmeyen Türklere İslamiyet’i anlatmak gayesiyle Türkçe yazdılar ve Türkçe söylediler. Böylece bir yandan İslam’ın Türk dünyasında yayılmasına ve diğer yandan da Türkçe’nin gelişimine en ciddi katkıyı verdiler. Türklere ve komşu halklara Allah aşkı, insan sevgisi, samimi dindarlık, farklı inançlara hoşgörü, kadına saygı, emeğe karşılığını eksiksiz ödemek ve bilimi rehber saymak bağlamında dosdoğru Müslümanlığı anlattılar. Bu Kur’an’ın ve Peygamber’in anlattığı Müslümanlıktı ki, şimdi de bize gereken budur.

Ahmed Yesevi ve takipçilerinin Türk dünyasının manevi kültürüne vurdukları damga yüzyıllarca silinmemiş ve yükselttikleri Türk-İslam anlayışı kuşaktan kuşağa yaşamaya devam etmiştir. Türkistan ülkelerinde

KAYNAKÇA: Seyrek (A.), Ahmet Yesevi – Hayatı, Fikirleri ve Eserleri, Kar Yayınları, 2006. Zeybek (N.K.), Aşk Yolu Hoca Ahmet Yesevi ve Hikmetleri, Ötüken Neşriyat, 2014. Zeybek (N.K.), Bilgi Çağında Türkçülüğün Esasları, Doğan Kitap, 2015.

16


GENCAY

17


GENCAY

MİLLİ REFLEKSLERİ FELÇ ETMEK Çağrı Aydın AYHAN Milli kimlikleri dönüştürmek, milli refleksleri felç etmek... Bir ülkenin sömürge haline getirilebilmesinin yolu, o ülkenin halkını baş eğmeye ve teslim olmaya hazır, edilgen, uysal nesneleşmiş ve acınacak kadar yumuşak başlı insanlardan meydana gelmesinden geçer. İşte bu baş eğmeye teslim olmaya karşı durabilmek için bizi biz yapan bayrakmarş-kimlik değerlerine sıkı sıkıya bağlanmalıyız.

çıkmalıyız. Bu gibi insanların faaliyetlerine karşı durabilmek için kendi milli çıkarlarımızı çok iyi tanımak öz değerimiz olan kimliğimize yani, aidiyet duygularımıza sahip çıkmalıyız. Bizler büyük Türk Milletiyiz, bununla övünüyor ve buna güveniyoruz. Bizi biz yapan bizlere hız veren tarihin derinliklerine giden güçlü bir Türk tarihimiz var; sahip çıkmalı ve özgün yanlarımızın farkına varmalıyız. Türk kültürünün sahip olduğu değerlerin tahribiyle nereye gidilmek isteniyor? Bunların içi boşaltılırsa yerlerine ne koyulacak? Türkiye Cumhuriyeti’nde bugün İslami hassasiyeti az olanla çok olan çeşitli ahlakta, erdemde insanlar mevcut. Peki, bayrağını vatanını dilimizin önemini, geçmiş galibiyetlerimizi, bizlere hız veren sembol kişilikleri yıpratarak tahrip edersek yerlerine neyi ikame edeceğiz? Bu çeşitli insan gruplarına hangi değerleri sunacağız? Kökleri on binlerce yıl önceye giden Türk Milleti’nin aklı bu konuda karışık fakat küresel güçlerin yani batılı ülkelerin aklı çok berrak. Onlar bu değerlerin yerini emperyalist değerlerle doldurmak istiyorlar. Nedir bunlar? Çok açık; “anı yaşa” felsefesini yani aşkı, eğlenceyi, küresel markaları, küresel filmleri yanlış ilişkileri. Aslında bunlar vasıtasıyla bizi biz yapan değerleri Türk toplumundan söküp atmak için var güçleriyle savaşıyorlar. Şu anda bir savaştayız. Bu savaş, Türk Milleti’nin yüksek kültürüyle, bu değerleri alt-üst ederek bizi kullanılmaya yatkın

Mistik iradesiz geçmişsiz ve geleceksiz, ölü durgunluğu içerisinde olacak fertlerin yetiştirilmesi Türkiye’nin düşmanları tarafından arzulanan bir gerçektir. Müslüman olduğunu iddia ederek Türkiye’ye gelen Amerikanlar ve İngilizler buralarda kendi ülkelerinin ulusal çıkarları adına çalışıyorlar ve Batılı değerlerin ne kadar yüksek değerler olduğunu savunuyorlar. Bu ülkenin düşmanları Müslümanlık adı altında düşmanca faaliyetler yürütüyorlar. Çok uluslu kuruluşların ajan faaliyetleri bireylerin psikolojisini etkilemekten çocukların yönlendirilmesine, eğitimden sağlığa, aile düzeninden sosyal hayata kadar her sürece müdahale eder güce ulaşmışlardır. Sözü edilen kuruluşlar güdülmeye, nesneleşmeye ve edilgenleşmeye engel olan milli kimlik, milli bilinç ve milli şahsiyet gibi değerlerin küresel amaçları için tehdit oluşturduğunu düşünmektedir. Bu gibi faaliyetlere karşı durabilmek için Türklüğümüze, kültürümüze ve vatanımıza sahip 18


GENCAY kendilerine benzeyen varlıklar haline dönüştürmeye çalışanlar arasındadır ve sömürgeci güçler ülkeleri ellerinin içine alabilmek, ekonomisini, sanatını, kültürünü, televizyonlarını zapt edebilmek için farkındalıkları yıkmak istiyorlar. Çünkü farkındalıkları yıkarsan, aidiyet değerlerini yıkarsan, küresel güçlere meydan okuyabilecek duruşları yıkarsan, ben de Türk milleti olarak burada senin karşındayım inancını yıkarsan İslam’ın son kalesi olan T.C.’yi gelir hiçbir çaba göstermeden her şeyiyle sömürge bir devlet haline getirebilirler. Bunları hesaplıyorlar, hesapları büyük, hesapları milli hassasiyetleri olmayanları başa geçirmek, Türk bayrağıyla, vatanıyla, kültürüyle, tarihiyle, önderleriyle hesapları olanları iktidar yapmaktır. Bu ha AKP olmuş ha CHP onlar için hiç fark etmez.

açığa çıkmış olur. Kurumsallaşan farklı diller kaçınılmaz olarak yabancılaşmayı ötekileştirmeyi beraberinde getirecektir. Bizler Doğu’da Türkçe bilmeyenlere işlerinde yardımcı olmalıyız. Fakat gelecek nesillerimizi Türkçe çerçevesinde eğitmeli ve böyle entegrasyon politikalarını uygulamalıyız. Birliğimizin yolu buradan geçer. Türk Milleti bir ve beraber olmak ortak hedeflere yönelmek yeniden büyüyüp tarih sahnesinde güçlü bir şekilde yer almak istiyorsa duyuş ve düşünüş dünyamızı birbirine benzer hale getirmelidir. Duygu ve düşünüş dünyamızı birbirinden uzaklaştırmak yerine yakınlaştırmalı ve güçlü bir entegrasyonu sağlamalıdır. Bu yönde bir çözüm süreci ancak süregelen problemlerimize bir son verir. Bayrak, vatan ve millet sevgisinin yaygınlaşması çözüm sürecinin esas dayanağı olmalıdır, etnokrasi yerine demokrasi standartlarına ulaşılmalıdır. Devlet bölgelerden askerini çekmeyi değil oralara sevgi gücüyle gitmeyi esas almalıdır. Farklılıkların yüceltilmesi yerine ortaklıklarımızın ön plana çekilmesi, milli kültür ve kimliğimiz üzerindeki şüphe güvensizlik ortamının ortadan kaldırılması yönünde politikalar uygulanmalıdır.

Bundan dolayı bizler bu gibi emperyalist projelere Amerika’dan veya başka bir yerden; kimlikleri değerleri yıkmaya çalışan planlara bugünden sonra Türk Milleti’nin değer vermeyeceğine inanıyorum. Türkiye Cumhuriyeti kuruluş esaslarında sıcak ve etkin bir dayanışmanın sağlanması için Türkçe dilini ortak değer olarak almıştı böylelikle birliğimizin ve bütünlüğümüzün sigortasını tesis etmişti. Emperyalist projenin bir diğer ayağı da anayasamızda belirtilen dil birliğini bölüp yok etmektir. Bilirsiniz ki biz resmi dili Türkçe olmayan devletleri, milletleri, insanları yabancı olarak adlandırırız. Onlara İngiliz, Fransız, Amerikan gibi kimliksel tanımlamalar yaparız. Türkiye’ye gelen bu insanlara da yabancı deriz. Buradan hareketle ülkemizde toplumsal dil birliğinin önemi

Milli bilince sahip olmayan iktidarlar özgülük ve demokrasi adı altında yerelulusal değerleri terk ederek yabancı kavramları edinirler ve toplumsal diriliş ve varoluş bilincini böylelikle yok ederler. Bahsettiğim bu bilinç ancak dünya üzerinde güçlü, bilinçli bir Türkiye Cumhuriyeti, Türk Milleti kurmak istiyorsak geçerlidir. Fakat bir Hindistan, Pakistan olmak isteyen toplumlar için tabii ki geçerli değildir.

19


GENCAY Milletimizin uğradığı kültürel aşınmayı bir ümmetçi anlayışla İslami çizgide aşmak bir yana, emperyalist saldırının gerçekleştirdiği kültürel aşınma, din kisvesi altında iktidara gelerek kitlelere hız veren, onları harekete geçiren, kendilerine bir kimlik şahsiyet bahşeden yabancı devletler karşısında bizlere “yarışta ben de varım” anlayışını sunan değerlerin önemini azaltarak; savunduğu, sevdiği uğrunda gerekirse öldüğü hiçbir milli değeri ortada bırakmayarak milletimizi ne olduğu belli olmayan bir kitle, yığın haline getirmeyi amaçlar. Bu açıklananlar şu andaki iktidar mensupları için değil milli duyarlılığa sahip olmayan tüm gruplar için geçerlidir.

Milleti’nin kendini eşsiz kılan özellikleri vardır. Bu özellikler korunmalı ve geliştirilmelidir. Egemenler mücadelelerini kültürel alana kaydırmışlardır. Böyledir; kültür yenilmeden milletleri sömürgeleştirmek mümkün değildir. Bireyler özgüvenlerini yitirerek kültürel hiçliklerini kabullenerek ve konjonktürel üstünlüğe sahip kötülere hayranlık besleyerek zihinsel bağımlılığa uygun hale gelirler. İnsanlık temelde yaratılış, doğa ve tarih sorunuysa ayaklarımız bir değerler sistemine dayanması gerekmektedir. Bu da Türk varlığı ve Türk Kültürüdür. Şunu bilin ki Türkler İstiklale layık bir millettir. Şunu bilin ki Türkler yüksek bir kültüre sahiptir.

Milli kimlikleri aşmak bizleri dünya vatandaşlığı ütopyasına doğru yönlendirir. Bu ütopyanın en önemli tesiri yerel hakikatlerin konforundan, yurtseverliğin sıcak sarmalayıcı duygusundan kişinin kendisi ve kendisinden olanlar için duyduğu gururun kapsayıcı fikrinden yoksun bırakır. Sosyal bireylerin milletler halinde yaşadığını unutmak bizleri kuru kalabalıktan başka bir şey haline dönüştürmez. Unutmayın ki; dünya vatandaşlığı fikrini; dünyanın bir bütün olarak yönetilmesi gerektiği fikrini bilgeler ve siyasetçilerden sonra en çok savunanlar çok uluslu şirket yöneticileridir. Çok uluslu şirketlerin yenidünya düzeni ile hedefledikleri zenginlerin ulus üstü egemenliğine dayalı dünya hükümetidir. Bu düzen ancak ülkelerdeki milli varlıkları ve özellikle Türk milli kimliğini yıkmakla gerçekleştirilebilir. Ulus/Milli devletler tarihe gömülemez. Aydınlanmanın evrenselci yaklaşımları görüldüğü gibi asimilasyonun ideolojisidir. Türk

Şark meselesinin temeli; Türkleri geldiği yere geri döndürmek bu nedenle de Türkleri Ön Asya’ya geldiğine ve yerleştiğine pişman etmek, onları toptan cezalandırmak Papalığın ve batı siyasetinin yılları aşan temel stratejik emellerinden biri olmuştur. II. Roma’yı 1071’de durduran, Kılıçaslan’la Haçlı seferlerini etkisiz kılan, 1453’te Bizans’ı tarihten silen ve en son Çanakkale ve Kurtuluş Savaşı’nda Rabbinin yardımıyla M. Kemal Atatürk komutasında haçlı güçlerini geldikleri gibi gönderenler Türk askeri yani Türk Milleti’dir. Geçmişten ders almalıyız. “Tanzimat”, devlet Tanzimat ruhuna uygun olarak azınlıkları yüksek hizmetlere getirdi. Onlardan tercümanlar sefirler müşavirler hatta pek çok nazırlar yetiştirdi fakat bu yetkilerin verilişi azınlıkları Osmanlı birliğine bağlamadı tam tersine onların ayrılma fırsatlarını arttırdı. Öte yandan Tanzimat fermanının 20


GENCAY imkânlarından yararlanan azınlıklar ekonomik alanda kuvvetlendiler. Yabancı sermayenin memlekete serbestçe girmesi ve azınlıkları koruması ticaret işlerinin ellerine geçmesine sebep oldu. Bunlardan iyi ders almalıyız. Şu anda ülkemizde Türk milli kimliğinin içinde yer alan, azınlık olmayan aynı dinde, aynı yaşayış tarzı olan kardeşlerimize bu yanlış Tanzimat bakışı uygulanmaktadır. Bu yanlışlardan dönülmelidir. Yine Tanzimatla beraber gelişen konjonktürcülük, endekslilik halinden kendimizi kurtarmalıyız, hür politikalarımızı uygulamalıyız. Özgür ve özgün olarak olayları anlamlandırmalı Avrupa merkezci, etnik ırkçı ya da oryantalist bakışı çöpe atmalıyız. Tanzimat bir anlamda devlette yaşayan bütün unsurları “Osmanlı” kavramı adı altında toplama girişimiydi. Ülkede yaşayan

herkes Osmanlı’ydı. Bu kimlik altında yaşayanlar eşit haklara sahip özgür yurttaşlar olarak kabul ediliyordu, böylece etnik temele dayalı sorunların ortadan kalkacağına inanılıyordu. Beklenen fayda sağlanmadı aksine Osmanlı Devleti içinde yaşayanların toplumsal gelişme süreci giderek keskinleşti. Tanzimat toplumun üzerine Osmanlı adı altında yalancı bir örtü örttü ve bu Tanzimat tuzağına düşenler yalnız Türkler oldu. Şu ana gelecek olursak Osmanlıcılık küreselleşmenin bir yorumudur. Bu tuzağa düşmemeli ve milli kimliklerimizi her ne pahasına olursa olsun korumalıyız. Etnik halklar her toplumda bulunmaktadır. Önemli olan bu toplulukları milletleştirme aşamasına getirilmesine izin verilmemesidir.

21


GENCAY

AİLE KAVRAMI OLMASAYDI Dilek AKILLIOĞLU Biliyorsunuz ki aile kavramı toplumun en temel yapı taşıdır ve toplumu oluşturan en küçük birimdir. Erkek ve kadın cinsinin birlikteliği ile ortaya çıkan müessese resmi olarak da toplumda yerini alan kuruluştur. Türk Dil Kurumu bu birimi evlilik ve kan bağına dayanan karı-koca, çocuklar, kardeşler arasındaki ilişkilerin oluştuğu toplum içindeki en küçük birlik şeklinde adlandırmıştır. Kavram olarak ise geniş bir yelpazeye sahip olan ailenin farklı tanımları yapılmaktadır. Nirun (1994)’e göre aile; üyeleri arasındaki ilişkiler ve etkileşim yönünden sosyal bir grup, sosyal ve ekonomik yönden bir birlik, sosyal yaşamın temel göstergeleri arasında yer alarak bir örgüt, üyelerinin ihtiyaçlarının karşılanması ve yürütülmesinde sistematik kuralları bulunan en küçük sosyal bir yapıdır. Geniş anlamda aile; evlenme, kan ya da evlât edinme bağlarıyla birbirine bağlanmış, aynı evde yaşayan, aynı geliri paylaşan, birbirleri ile devamlı ilişki ve etkileşim altında olan, karı-koca, ana-baba, kız-oğul, kız kardeş-erkek kardeş gibi sosyal ilişkileri olan insanların oluşturduğu bir birliktir. (Ağdemir, 1991).

Aile, bireyin dolayısıyla toplumun gelişiminin ilk çevresidir demektedir. Özgüven (2001)’e göre Türk toplumunda aile; evlilik bağıyla başlayan, akrabalık ve sosyal bağlarla birbirlerine bağlanan, çeşitli rollere sahip, birbirlerini etkileyen, çoğunlukla aynı evde yaşayan fertlerden oluşan, üyelerinin psikolojik, sosyal, kültürel ve ekonomik ihtiyaçlarını karşılayan bir birim olarak tanımlanmaktadır. Bu kavramın tarihi anlamına gelecek olursak, “toplumun sahip olduğu değer yargıları, normatif kurallar ve sosyalleşmenin en ciddi ve yoğun olarak yaşandığı toplumsal yapı ailedir.(1) Aile üzerine yapılan çalışmalar ve tartışmalar, hem ailedeki hem de toplumdaki değişim ve dönüşümleri anlamaya, analiz etmeye ve açıklamaya önemli katkılar sağlayacaktır. Toplumların sahip oldukları farklılıkları aile ekseninde ele aldığımızda; her toplumun kendine özgü bir aile yapısının var olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Süreç içinde, ailenin yapısında, görevlerinde ve üyelerinin sayısında sürekli değişmeler olmuştur. Hatta tek bir ülkenin kırsal ve şehir kesimlerinde bile aile yapıları arasında büyük farklar vardır.(2) Aile yapılarındaki bu farklılığın en önemli nedenlerinden birisi farklı toplumsal değerler ve ilişkilerdir. Toplumun sahip olduğu normatif yapılar, evlilik çeşitleri ile evlilikle kazanılan statüleri belirler. Dini öğretilerde aileye olan güçlü vurgunun

Bagavos ve Martin (2002)’e göre ise aile, doğum, evlilik veya evlat edinme yolu ile birbirine bağlı ve bir arada yaşayan iki veya daha fazla üyeden oluşan gruptur. Pesechkian (1999)’a göre; aile, edebi bir biyolojik ve psikolojik birim gibi görünmesine rağmen, aile formları insanlık tarihi boyunca değişmiştir. Ancak ailenin bir tek bakış açısı aynı kalmıştır: 22


GENCAY sebebinin, onun cinselliği meşru kılan önemli bir kurum olması ve insan türünün devamını sağlaması olduğu ileri sürülmüştür. Aile aynı zamanda kültürün üretilip bir sonraki kuşağa öğrenme yolu ile aktarıldığı ve buna bağlı olarak da bir toplumsal organizasyonun somutlaştığı bir alandır. Bu öneminden dolayı da aile, sosyal bilimlerin üzerinde önemle durduğu bir konu olmaktadır.

tarihteki yeri bizim ona ne kadar ihtiyaç duyacağımızı, gerekli olduğunu gösterecektir. Bu kavram öncelikle sevgi kelimesinin en doğru kullanılabileceği alandır. Çünkü aile kişilere karşılıksız sevginin gerçek niteliğini yansıtmaktadır. Bunun yanı sıra bir araya gelen kişilerin fedakârlık, bağlılık, güven, huzur gibi duygularını da kavramla karşıladığını görürüz. Bir iş ortaklığı dâhilinde de güven, fedakârlık gibi kavramlardan söz etmek mümkündür. Ama toplum dediğimiz o büyük sistemde yukarıdaki duyguların karşılıksız yapıldığı tek kurum ailedir. Kuruma baktığımızda toplum yapısındaki herkesin bu kavram içerisinden geldiğine de şahit olmaktayız. Her birey ailenin eğitiminden geçerek topluma karışmaktadır. Bu kavram hayatımızda yer bulamadığında buradan geçerek eğitime adım atan bireylerde yer bulamayacaktır. Yani bir kadın ve erkeğin dünyaya getirdiği çocuğa aile yerine devlet düzeni el koymak zorunda kalacaktır. Çocuğun zaruri ihtiyaçları belki yine anne ve baba verebilir ve fakat geri kalan tüm bakım hizmetleri devletin ödevine dönüşecektir. Tüm çocukların bakımı devlet düzenine ait olmuş olacaktır. Şimdi ki çocuk esirgeme yurtları ya da sevgi evleri denilen kurumların ülke ve toplum için geçerli hale gelmesidir bu.

Toplumsal değişmeyle birlikte sosyal yapıdaki sosyo-ekonomik farklılıklar aile yapısının zamanla değişmesini de beraberinde getirmiştir. Fakat ailenin toplumsal hayatın devamı için elzem ve evrensel karakteri yanında, aile üyelerinin duygusal bir temelde şekillenen ilişkileri, üyelerine çeşitli sorumlulukları yüklemesi, bireylerini şekillendirici özelliği ve kendine has kurallarla çevirili olması da hemen her aile tipinde görülen ortak özelliklerden bazılarıdır.” (3) En başta vurgulandığı üzere kadın ve erkeğin bir araya gelmesi ile oluşan birim, çocuklar ve o çocuklardan meydana gelen yeni bir aile silsilesi ile sistemini dinamik hale getirmektedir. Bu dinamizm oluşturulurken resmi kurumlardan ayrılan yönü gönül bağının işin içine dâhil olmasıdır. Elbette ki aile kavramı kanunlarla korunur, hakları desteklenir. Fakat bu kavramın ortaya çıkışındaki ana etken gönül isteğidir. Yazıda üzerinde durmaya, yorum yapmaya çalıştığımız nokta kanuni tanımlı aile kavramı olmasaydı bunun sonuçları ne olurdu? Soruyla birlikte aile kavramının geçmişi hakkında az-çok bilgi aşinalığı olan okuyucular bu bilgileri akıllarına getirilirse faydalı olacaktır. Ailenin

Böyle bir düzenin getireceklerine kısaca değinecek olduğumuzda, mevcut hizmet kuruluşları aile bağlarının kopmuş olduğu çocukları barındırmaktadır ve bu çocuklar çok da başarılı sonuçlarla topluma kazandırılmış değildir. Bu biçimdeki kuruluşlardan 18 yaşını bitirdiğinde ayrılan çocuklar sağlam düzen kurmakta zorlanıp, ayrıca işbirliği, yardımseverlik, 23


GENCAY güven, fedakârlık gibi duyguları zor kazanabilmektedirler. Zira esirgeme, yetiştirme kurumunda çocuklar benmerkezci bireyler haline gelmektedirler. Bunun sebebi genelinde durumları, olayları analiz ederken şüphe, güvensizlik duygularını yaşamalarıdır. Aile kavramı olmadan bireyin yetişme sürecini en iyi bu kuruluşlardan gözlemleyebileceğimiz, buralardan örnekler edinebileceğimiz için bu kuruluşlar üzerinden sonuçları belirtmekteyim. Çünkü aile kavramını tamamen kaldırdığımızda bu hizmet sektörleri toplumun genelindeki çocukları barındırmaya başlayacaktır. Şu şekilde yorumlayamaya çalışalım: Bir kadın ve erkek aile kuruluşunu oluşturmadan bir arada yaşamaya başlayacaktır. Buna bağlı olarak ya dünyaya çocuk getirmeme kararı alıp yaşamlarını devam ettirecekler ya da dünyaya bir çocuk getirdiklerinde bireye bir şekilde kendi sorumlulukları dışında yaşam sağlayacaklardır. Devreye de tabi olarak yukarıdaki hizmetler girecektir.

edilmektedir. Diğer aile bireylerine verilmesi yine aile kavramının devamını sağlamaktadır. Fakat bakım kurumları çocuğu aile fikrinden yoksun yetiştirmektedir. Boşanmalar ve aile olmadan doğan çocuklar, anne- baba olgusu görmedikleri için sağlıksız şekilde yetişmektedirler. Çünkü eksik bir ebeveyn kavramı bireyin yetişkinlik rolünü benimseyememesi demektir. Yetenek gelişiminin düzgün olmaması demektir. Çocuğun aile içerisindeki yeri, ileriki yaşantısında toplum içindeki yerini, görevini, yeteneğini belirler (Orçan, 2008). Aile, büyüyen çocuk için çevre ve topluma doğru uzanan bir köprü görevi yapmaktadır. Bu nedenle aile önemli bir sosyal kurumdur (Bulut, 2005). Bireysel yetişmeyle bunu aşabilme imkânı var mı sorusuna ise toplumun sıkı bağlarını mekanik eller veya resmi kuruluşlarla oluşturamayacağımız cevabını alırız. Zira aile denilen şeyin gönül bağı ile oluşması zaten onu diğer kavramlardan ayırmaktadır. Birçok çalışma boşanan ya da ailesiz olan çocuklarda akademik, davranışsal, sosyal problemlerin daha yüksek olduğunu göstermektedir. Sosyoekonomik durum, eğitim ve gelecekteki evlilik kaliteleri açısından da yoruma dayalı değerlendirme yaptığımızda çocukların gelişimsel olarak eksi yönde etkilendikleri gözlenecektir. Bu etkilerde bütün hayatı kapsamakta ve onları; düşük kazanç, düşük eğitim, başarısız evlilik, yüksek boşanma ihtimali gibi bir takım sonuçlar beklemektedir. Bu sonuçlar kimi yönlerden farklı olmasına karşın hepsindeki ortak vurgu görüldüğü gibi ailenin toplumsal hayat için

Kurguyu okuduğumuzda dahi toplum için geçerli olamayacağı fikri oluşabilir. Fakat günümüze göz atacak olursak aile kavramında zaten ola gelen birçok aksaklıklar bulunmaktadır. Evlilik dışı dünyaya gelen çocukların yetişme hizmetleri, kadın ve erkeğin ikinci-üçüncü ilişkisi, bu ilişkilerden meydana gelen çocukları çoğunlukla ailesiz yetişmekte, toplumun birer parçası haline gelmektedir. Araştırmalara bakıldığında da son 30 yılda boşanma ve ailesiz dünyaya gelen çocuk sayısı artış göstermektir. Sonuç olarak bu çocuklar bir esirgeme veya bakım evine verilip ya da diğer aile büyüklerine teslim 24


GENCAY vazgeçilemez bir olgu olduğudur. İşte bu yüzden de “Aile toplumun temelidir.” denilmektedir.

Kaynakça 1.

Hal bu iken çocuğu ebeveyn otorite-sevgi karışımı olmadan sağlıklı, nitelikli olarak topluma kazandırmak güç olacaktır. Topluma karışan ailesiz yaşamış, yetişmiş bireylerde topluluğun ortak amaçlarında başarılı sonuçlar elde edilememesi anlamına gelir.

2.

3.

25

Önal Sayın, Aile Sosyolojisi, Ege Üniversitesi Basımevi, İzmir 1990, s. 2; Aygen Erdentuğ, 'Çeşitli İnsan Topluluklarında Aile Tipleri', Aile Yazıları I, Temel Kavramsal Yapı ve Tarihi Süreç, Bilim Serisi 5/1, Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu Yayınları, Ankara 1991, 321. Kenan Çağan, “Ailenin İşlevleri”, Aile Hakkında Kuramsal Perspektifler, Ed. Kadir Canatan, Aile Sosyolojisi, Açılım Kitap, İstanbul 2011, s. 84. Özer Ozankaya, Toplumbilim, Cem Yayınları, İstanbul 1999, s. 215.


GENCAY

BİLGİ’DEN KUDRET’E, KUDRET’TEN TAHAKKÜM’E Durmuş HOCAOĞLU

"enstrümantal etmektedir.[1]

"De ki: Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" (Qulhelyestewellezîneya'lemûnewe'llezîne lâ ya'lemûn)

bilgi

ve

bilim"

tâbir

Transandantal Bilgi ve Bilim, asıl olarak, hakîkati, sâdece ve yalnız hakîkati araştırmaya yönelmesi, diğer bir ifâdeyle, ne kadar ulvî, ne kadar yüce olursa olsun, kendi dışında başka hiçbir gayeye yönelmeden, kendi gayesini kendi içinde taşıması bakımından, Felsefe'den başkası değildir; bu bakımdan, başka herhangi bir gaye ile değil de sâdece ve yalnız hakîkatevâsıl olmak gayesi ile bilim çalışması yapan bir bilim adamı da, gerçekte – ve çoğunlukla felsefe yaptığını bilmeden - felsefe yapmaktadır ve kendisi de – kezâ, filozof olduğunu bilmeden - bir filozof olmaktadır. Kadîm filozofların hemen ekseriyeti transandantal bilgiyi yüceltmiş ve bilginin bir başka şeyin vâsıtası haline dönüştürülmesini aşağılayıcı bir eylem, bilginin köleleştirilmesi olarak kabûl ve çok kereler de takbîh etmişlerdir. Nitekim, Aristo, bilimleri tasnif ederken, yönetici bilimlerin yönetilen bilimlere göre daha "özgür" olduğunu belirtmektedir.[2] Platon ise, ilk defa para karşılığı felsefe öğreten Sofistleri yerden vurmuş, Whitehead tarafından "bütün felsefe tarihinin kendisine düşülen bir dipnottan ibaret olduğu" ilân edilen bu büyük düşünür, felsefeyi sırf felsefe için yapanları onun öz evlatları ve onu bir geçim aracına

(Kur'ân: Zümer; XXXIX/9) "Dünyaya hâkim olmak ve onu idâre etmek için pek çok fazîlet, akıl ve bilgi lâzımdır” (Yûsuf Has Hâcib., Kutadgu Bilik., Beyit: 28) "Bilgi, Kudret'tir"(Scientia Potestas Est) Francis Bacon

Bilgi ve Kudret; Transandantal Bilim, Enstrümantal Bilim Bilgi'nin ve kısaca, bilginin sistematikleştirilmesi olarak tanımlayabileceğimiz Bilim'in, birbirini tamamlayan iki ayrı veçhesinden birisi saf bilme, "sırf ve yalnız bilgi için bilgi, hakîkati aramak için bilgi" ve diğeri ise "iktidar aracı olarak bilgi"dir. Burada kullanmış olduğumuz "iktidar" terimi siyasî anlamda iktidarı da ihtivâ etmekle beraber, bu, dar kontekstteki anlamı olup, daha şumullü bir felsefî anlam olarak, insanın – canlı ve cansız tabiat da dahil olmak üzere - kendi dışında olan her şeye hükmetmesini işâret etmektedir. Bunlardan birincisine, bu satırların yazarı "transandantal bilgi ve bilim", ikincisine de 26


GENCAY dönüştüren Sofistleri ise, isimlerini açıkça zikretmeden, "felsefenin piçleri" olarak nitelendirmiştir.[3] Gerek Batı'da ve gerekse de Doğu'da dinî ilimlerin, ilimlerin kategorik tasnifinde en başta bulunmasının sebebi de budur; çünkü bunlar en saf hakîkate götüren bilimlerdir.[4]

kendindeki tüm ferdiyet, sâhip olduğu ve olabileceği bütün başka ilgiler ve gayeleri bir kenara bırakarak damarlarındaki bütün istekle kendisini belirli bir konuya adadığı, bu gaye üzerinde bütün ihtiyaç ve güçlerini yoğunlaştırdığı zamanki ilgi" şeklinde tanımlar;[6] bilhassa içtimâî tabakalanmada en üst sıraya yerleştirdiği "kahraman" için, İhtiras'ın benliklerinin enerjisi olduğunu belirtir[7] ve fakat aynı zamanda İhtiras'ı, "insanın değerli bir şey yaratmasının şartıdır, ahlâk dışı değildir[8]diyerek ahlâken de ibrâ eder ve hiçbir yüce şeyin, ihtiras olmadan gerçekleştirilemeyeceğini söyler: Tarih, ilerlemek için ihtirasa muhtaçtır.

Ancak, bütün bunlara karşılık, bilginin insan hayatının pratiğinde çok önemli bir yeri ve değerinin bulunduğu da reddedilmesi mümkün olmayan bir başka gerçekliktir; çünkü insan sâdece ve yalnız bir "bilen özne", bir mücerret sâf ruh, Descartes felsefesinin tâbiriyle bir hâlis "ResCogitans" değildir, O'nun aynı zamanda bir bedeni, maddesi, yâni "ResExtansa" yanı da vardır ki bu ise, dünya ve dünyevî hayat demektir. İşte bilimin ve bilimsel bilginin insan için hayâtî önemi de burada ortaya çıkmaktadır: İnsan yalnız bir bilen özne değil, aynı zamanda bir "eyleyen özne"dir ve ihtiyaçlar ile donatılmıştır. Üexküll'ün terimleriyle söyleyecek olursak insan da hayvan ve hattâ bitki gibi, dışına çıkamadığı ve "beslenme", "korunma" ve "üreme"den mürekkep "Fonksiyon Çemberleri"ne tâbîdir.[5] Fakat insanın hayvandan ayrıldığı nokta, tabiat ile uyum sağlamasının ötesine geçerek O'na hükmetmesi ve onu değiştirebilmesidir. Yâni Scheler'in tabiriyle, hayvanın sâdece bir çevresi olmasına karşılık insanın bir dünyası vardır: O, bir dünya kurar; fakat dünya kurmak ise, O'nu değiştirmek demektir ve bu da ancak bilgi ile olur. Beri yandan, insan muhteristir ve Hegelian bir ifâdeyle, ihtiras tarihin motorudur. Filhakîka, Hegel, İhtiras'ı İnsanlık için bir zarûret olarak görür ve onu "insanın

İmdi: İhtiras sâhip olmak ve hükmetmek motivasyonudur ve sâhip olmak ve hükmetmek de yine ancak bilgi ile olabilir. Şu hâlde insanın dünya kurması, verilen çevreyi değiştirerek, onu, insanın ürünü olan bir varlık alanına, çıplak bir "tabiî (fizikî) alan"dan bir "insânî varlık alanı"na – diğer bir ifâdeyle "kültür alanın"na dönüştürmesi ve hükmetmesi için araç fonksiyonu îfâ edecek olan bir bilginin gerekliliğinin, yâni enstrümantal bilginin meşrûiyeti de kabûl edilmiş olacaktır ki burada birbirini bütünleyen önemli bir problem alanı kümesi olarak "ahlâk" ve "meşrûiyet" ile karşılaşmaktayız. Soruyu, bilgiyi bir enstrüman olarak kullanmak sûretiyle insanın kendi dışına – tabiata ve diğer insanlara – hükmetmesinin ahlâkîliğinin ve meşrûiyetinin kaynağına götürerek ele almak gerekir. Sağlıklı bir ahlâkî duruşun, bu meşrûiyeti, bilginin yöneleği hedef ve bu hedef ile te'sis edeceği münâsebet ile belirlemesi şarttır; yâni, bilginin bir enstrüman olarak kullanımının ahlâkîliği içten değil 27


GENCAY dıştandır; meşrûiyet onun kullanılışıyla ilgilidir ve bilginin hedefi ve te'sis edeceği münâsebetmeşrû ise bir meşrûiyet doğacaktır aksi hâlde ise doğmayacaktır. Bu ise, meşrûiyetin transandantal ve metafizik bir kökende aranması ile kabildir; buna mukabil, meşrûiyetin referansı olarak bizzat İnsan'ın kendisini gösteren Hümanist ve/ya "Güç"ü gösteren Makyavelistparadigmalara yaslanmak, gerçek ahlâkîlik ile uzlaşmaz bir zıtlık içinde olmak demektir – bu noktada Hümanizm'in de bizzat "insan"ı mutlak bir referans alması hasebiyle Makyavelizm'i doğurduğuna dikkat edilmesi gerekir ki, meşrûiyetin aslî kaynağının "insan-üstü" ve "eşya-üstü" olanda, Metafizik'te aranmasının zarûreti de bundan kaynaklanmaktadır.

Modernite'yi, "bilim yoluyla bir dünya inşâ etmek olarak" da tanımlayabilmek mümkündür. Zîra bilim, Modernite'nin gerçek kurucu elemanıdır.[11] Bilgi ve Kudret; Modernite XVII. yüzyılın ik önemli filozofu, Descartes ve Bacon, felsefelerini, bilgiyi enstrümana dönüştürerek bu yolla bir dünya hâkimiyeti kurmaya yönelten en önemli iki filozoftur; öyle ki, felsefelerinin kalkış noktaları – diğer bir ifâdeyle Archimedes noktaları – ve yapıları radikal farklılıklar arzetse de, onlara, "modernitenin kurucu babaları" nazarıyla bakmak hiç de yanlış bir nitelendirme olmayacaktır. Tamâmiyle metafizik bir temelden kalkış yaparak şüpheli bilgiden kesin doğru bilgiye yönelen, dedüktif metodu kullanan ve bütün doğruları saf rasyonalist bir metodla akıldan istihrac etmeyi temel bir felsefî prensip olarak tercîh eden Descartes, asıl amacının, Metod Üzerine Konuşmalar'da açıkça, "bilim yoluyla, ta­biatın hâkim ve sahipleri olunabileceğini" göstermek olduğunu belirttiği gibi, [12] bu fikirlerini La Dioptrique'in 7. ve 8. bölümlerinde de genişçe ele almıştır.[13] Descartes'ın aksine, empirik bir temelden kalkış yapan ve indüktif metodu kullanan Francis Bacon ise, Novum Organum'da, benzer şekilde bir dünya hâkimiyeti kurmayı felsefesinin hedefi olarak seçmiştir. Nitekim, kitabın başlığı dahi filozofun gayesini açıkça ortaya sermeye kâfi olsa gerektir: "Tabiatın Yorumu ve İnsanın Krallığı Üzerine Aforizmalar " (Aphorisms Concerning the Interperation of Nature and the Kingdom of Man).[14] Şu hâlde, aralarındaki bütün felsefî farklılıklara

İmdi; bilginin ve hassaten bilimsel bilginin bu veçhesi en eski zamanlarda da bilinmekte ve uygulanagelmektedir; nitekim, bir siyâset felsefesi eseri olduğu kadar, aynı zamanda bir siyâset ahlâkı eseri de olan Kutadgu Bilig'de Yûsuf Has Hâcib, bilime ve bilgeliğe (sophia; hikmet) büyük bir ehemmiyet atfetmekte, Devlet Başkanı'nda (Beğ'de) mutlaka bulunması gereken meziyetlerin en başında "bilgi"yi saymakta[9] ve hattâ "Beğ" kelimesinin dahi "Bilig"den türediğini belirtmekte ve, "Dünyaya hâkim olmak ve onu idâre etmek için, pek çok fazîlet, akıl ve bilgi lâzımdır[10] demektedir. Bilgi'nin tarihte de sâhip olduğu bu pratik ve pragmatik ehemmiyetine karşılık, bu ehemmiyetin sistematik bir nitelik ve belirleyicilik kazanması Modernite ile gerçekleşmiştir. EsâsenModernite, bilimin enstrümanlaşmasının ve bir enstrüman olarak kullanılmasının bir ürünüdür; yâni 28


GENCAY rağmen, her iki filozofun da sonuç îtibâriyle, bilimi dünya hâkimiyeti için araç olarak kullanmak istediklerini söyleyebiliriz ki bunu da ezcümle şöyle formülleştirmek mümkündür: Bilgi kudrettir![15]

diğer yandan da "hâkimiyet"i "tahakküm"e dönüştürdü. Böylece, bilimin bir iktidar vâsıtası hâline dönüştürülmesiyle başlayan bu süreç, bir yandan birçok sâhada insanlık için reddi imkânsız olan faydalar te'min etmesine mukabil, diğer yandan da, bir tahakküm ideolojisine dönüşerek son derece ağır sonuçlar yaratan birtakım olumsuz gelişmelere yol açmıştır ki bunları ana hatlarıyla üç başlık altında toparlayabiliriz. :

Şu hâlde, artık şu felsefî prensibi vaz' edebiliriz: 1. Bir hâkimiyet nesnesine dönüştürülmek istenen herhangi bir şey, önce bir bilgi nesnesine dönüştürülmelidir; çünkü, ilkin, bilinmeyen meçhûldür ve meçhûl olana da hükmedilemez ve ikincileyin, insanın "bilgi"den maâdâ bir güç kaynağı yoktur. 2. Ancak, hâkimiyet kurmak isteyen özne olarak insanın, hâkimiyet nesnesi üzerindeki hâkimiyetinin bir meşrûiyet senedi olmalıdır. Buna riâyet edilmemesi, "hâkimiyet"i aşan birşey, "tahakküm" olacaktır.

1. Bilim'in iktidar için son derece etkili bir araç olduğunun keşfedilmesi ile, onun fevkalâde müessîr bir silaha dönüştürülmesi, ilkin bizzat bilimin kendisi için ağır bir sonuç hâsıl etti: Modernite sürecinde transandantal niteliği sürekli değer kaybeden ve enstrümantal niteliği sürekli yükselen bilimin, bu hâliyle, saf bir hakîkat araştırması olmak hüviyeti modernite öncesine nisbetle, süreklilik arzeden ciddî bir düşüş göstermiştir. Basit bir örnek olmak üzere, Nobel Fizik mükâfatlarının yirminci yüzyılın başından bu yana geçen süredeki - ilk Nobelli fizikçi Wilhelm Conrad Röntgen (1901)'den sonuncusu olan John C. Mather ve George F. Smoot'a (2006) kadar - dağılımına bir göz atıldığında, saf bilim demek olan teorik fizikten tatbikî bilim ve bir bakıma da hattâ teknoloji demek olduğu dahi söylenebilecek konuların ön plana geçtiğini görmek bir fikir verebilir.[16] Nitekim artık günümüzde, doğrudan maddî bir getirisi olmayan saf bilimlerin "piyasa" kıymeti – bu terimi kullanmanın yanlış olmadığını düşünüyorum – düşüşe geçtiği için araştırmalarda esas payı alanlar, ekonomik hâsılaya katkı sağlayan ve bilhassa silah endüstrisi ile doğrudan ya

Modernite ve Tahakküm I Modernite Tahakküm

ve

Tabiat

Üzerinde

Batı'da XVII. yüzyılda yeşeren bilim yoluyla dünya hâkimiyeti te'sis etme fikri, somutlaşarak hem insan-dışı canlı ve cansız dünyaya, fizikî-biyolojik varlık alanına ve hem de insan dünyasına yöneldi. Ne var ki bu yöneliş, Descartes'ın "meşrûiyet"i esas olan ve onu da "transandantal"a, metafizik bir kökene bağlayan felsefesine değil de Bacon'ın, bu seviyede bir meşrûiyet tasası çekmeyen, bir anlamda, gücünün yettiği yerde hak gördüğünü ve binâenaleyh Güç'ü kutsallaştıran felsefesine dayanmakla bir yandan Bilim'i enstümantalleştirirken 29


GENCAY da dolaylı da olsa irtibatı olabilen enstrümantal bilimler olmuştur. Bu konuda, Alexander King'in şu cümleleri her ne kadar karşılıklı silahlanmanın çılgınlık boyutlarına vardığı Soğuk Savaş döneminde kaleme alınmışsa da günümüzde dahi hâla ehemmiyetini korumaya devam etmekte olduğundan şüphe duyulamaz[17]:

aygıttan yirmi kat daha fazla araştırmayoğun olduğunu tahmin ediyordu. Askeri Ar-Ge'yle uğraşan bilim adamı ve mühendis sayısı kesin olarak bilinmemektedir. SIPRI 1970'li yıllarda bu sayının yaklaşık 400.000 olduğunu tahmin ederken, daha sonraları yapılan tahminler bu sayıyı 500.000'e yükseltti. Bu rakamlar dünyanın araştırmacı bilim adamlarının yüzde 45'inin askeri işlerle uğraştığı ya da yalnızca fizikçiler ve mühendisler düşünüldüğünde araştırmacıların yarıdan fazlasının askeri alanlarda çalıştığı anlamına gelir. Nitekim araştırmacı kadrolar askeriye-endüstri karmasının korkunç bir bileşenini oluşturur ve dünyanın beyin gücünün yapıcı faaliyetlerden ziyade yıkıcı faaliyetlere devasa ölçülerde saptırılmış olduğunu gösterir.

Askeri alanlardaki araştırmalar silahlanma yarışını tahrik eden ve bu yarışın ciddiyetini korumasını sağlayan sayısız silah ve yüksek düzeyde gelişkin sistemler üretti. Bugünün Ar-Ge projeleri, teknolojik gelişkinliğin sırf donanım miktarından daha önemli olduğu silahlanmanın kızıştığı bir ortamda yarının ölümcül silahları haline gelmektedir. Sonsuz bir etki ve tepki zincirlemesi içerisinde süper güçlerden birinin silahlanmasındaki teknolojik ilerlemelere, öbür gücün vurucu kapasitesinde yapılan iyileştirmelerle karşılık verildi. Nitekim, askeri denge noktasının bulunabileceği ya da sağlanabileceği düşüncesinin bir safsatadan ibaret olduğunu kanıtlayan bir teknolojik karmaşıklık ve belirsizlik yarışı içerisinde teknolojik üstünlük iki süper gücün ana uğraşı haline geldi.

2. Bilim yolu ile yeni bir dünya kurmak" olarak tanımlanabilecek olan Modernite, Aydınlanma'nın insanı, sâdece ve yalnız insanı merkeze alan doktrinin te'siri ile bir köle mesâbesinde gördüğü dünyaya karşı saygısızca davranmaya, onu salt bir sömürü ve tüketim emtiası gibi telâkkî ederek "tüketmeye" başladı ve bunun sonucu da günümüzde kapımızın önünde duran ekolojik yıkımlar oldu. Artık, bu yıkımın asıl sorumlusu olan Batı'nın haysiyetli entelektüelleri, tabiat karşısındaki bu gaddar tutumun radikal bir değişikliğe uğramasının şart olduğunu, aksi hâlde, daha fazla istismara tahammülü kalmamaya yüz tutan tabiatın intikamının insan üzerinde ölümcül sınırlara kadar varabilecek, belki kendisinin mâruz kaldığından daha da vahîm ve muhtemelen durdurulamaz da olacak olan büyük tahrîbatlara yol

Hükümetlerin askeri araştırma ve geliştirme projelerine ayırdığı kaynak, bu faaliyetlerin en hızlı döneminde toplam Ar-Ge bütçelerinin büyük bir oranını oluşturuyordu; bu miktar Amerika Birleşik Devletleri ve SSCB örneğinde Ar-Ge bütçelerinin yarısından fazlaydı. Dahası, araştırmaların ürün çıktısı sivil sektörlerde çok daha büyüktür. Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü (SIPRI) 19701i yıllarda, ortalama askeri bir aygıtın sivil piyasalardaki herhangi bir 30


GENCAY açacağını îkaz ve ihtar etmektedirler. Ancak, aynı kültürel geleneğin etkisi altındaki bu zihniyetin sağlıklı bir çözüm yolu bulması zor görünmektedir. "Hâkimiyet ve sahiplenme, işte bilim ve teknik çağının şafağın­da, batılı aklımız evrenin fethine soyunurken, Descartes tarafından ortaya atılmış başat sözcük. Evrene egemen oluyor ve onu kendi­mize malediyoruz: sınai girişimle yansız denilen bilimin, bu ba­kımdan farklılaştırılamayan, gizli ve ortak felsefesi. Kartezyen ha­kimiyet bilimin nesnel şiddetini iyi uyarlanmış bir strateji içinde yükseltiyor. Nesnelerle aramızdaki temel ilişkimiz de savaşta ve mülkiyette özetleniyor" ifâdeleriyle, insanın tabiata savaş açtığını, ama şimdi bu savaşı bitirerek onunla bir mukavele yapılması zamanının geldiğini söyleyen MichelSerres[18], bunun adına "Doğayla Sözleşme" diyor; tıpkı "Le Contrat Social" gibi bir "Le Contrat Naturel". Tabiatın tahrîbine karşı bu duruşun bir "post-modern duyarlılık" olduğunu söyleyen Alain Tourain, bu hassasiyetten yola çıkan Çevrecilik hareketinin de bir başka aşırılığa, ifrattan tefrite yöneldiğini belirtiyor. "...postmodernistler, bizim için tırmanacak yer kalmadığı­nı, başka basamaklar bulunmadığını söylüyor­lar. 'Zirvedeyiz' diyorlar, 'artık dönüp geçmi­şe bakalım'. Post modernizm, insan tarafından gerçekleştirilen bir geleceğe inançsızlığı dışa vuruyor." şeklinde bir tesbitte bulunan Touraine, Çevreci Hareket'in bu tefritinin başarılar dün­yasından akıl dışılığa doğru çekilme olduğunu, tabiatın egemen olunacak bir nesne değil, içinde yerimizi bulmamız gereken bir "çevre sistemi" olduğunu söylerken doğru bir fikre ulaşan bu hareketin bu defa

Hristiyanlık öncesi çoktanrılı doğalcılığa geri dönmeyi teklif ettiğini ve bunun da bir aşırılıktan bir başkasına – yâni ifrattan tefrite - sapma olduğunu belirtiyor ve Aydınlanma'dan gelen insan gururu ve egemenlik – fikrimce bu iki kelime sırasıyla 'kibir' ve 'tahakküm' olmalıydı, D.H. - ruhunu bırakmak gerektiğini; ama öznellik adını verdiği "insanın kendi eylemle­rini tayin etme yeteneği"nin de tabiatın zorbalığına terk edilmemesi gerektiğini söyledikten sonra, ana fikrini şöyle açıklıyor:[19] Doğanın doğal koşullarını konuşacaksak, in­sanın insansı koşullarını da konuşmak zorun­dayız. Modern, daha doğrusu neomodern ol­duğum için, panteistik bir doğalaşma ve kültü­rümüzün saf çevreci yapılandırılması bana çok itici geliyor. Neo-modern doğalcılık, insanın kültürü yaratma gücünü, bilinçli girişimlerle kendini ve doğayı değiştirme gücünü yadsı­maz. Neo-modern doğalcılık, insanın yalnızca kendisine küçük bir pay bulmak zorunda oldu­ğu bir doğal düzeni değil, insanın çevresi ile kendi kültürel girişimi arasında bir denge kur maya çalıştığı bir düzeni hedefler. İlerleme tanrısını yadsıyan neomodernliğin, ulaşmaya çalışması gereken hedef, modern Batı'nın özünü, yani reformlar sürecinde ortaya çıkmış olan akılcılık, bilim ve öznelciliği koru­yabilmektir. Bu neo-modern çağda "akıl", in­san haklarıyla; teknolojik ve bilimsel güç ise çevre haklarıyla dengelenmek zorundadır. Bu satırların müellifinin bu konudaki tezi ezcümle şöyledir:[20]

31


GENCAY 1. İnsan'ın fıtratında ilerleme, terakkî ve tekâmül vardır; bu, durdurulamaz. 2. Modernite, yâni el'an geçerli tek modernite olan Batı Modernitesi de, bütün hatâ ve kusurlarına rağmen, bu fıtratın bir tezâhürüdür, o da durdurulamaz. 3. Ancak, ıslah edilebilir ve aşılabilir; ve her modernite gibi, ancak, daha üst seviyede bir başka modernite ile aşılabilir. 4. İşbu modernite de ıslah edilmeli ve aşılmalıdır; mes'elenin kökten halli buradadır. 5. Bu bir zarûrettir, çünkü Batı Modernitesi bütün imkânlarını sınırlarına kadar zorlamış ve tüketme limitine varmıştır. 6. Bu cümleden olmak üzere, çözümün ilk safhası, insanın, önce, en kapsamlı kontekstte varlık âlemindeki ve bilâhare daha dar kontekstte de Fizikî Dünya'daki, Kozmos'taki yerini, ve, haklarını olduğu kadar vazîfelerini de sağlıklı bir şekilde tesbit ve tâyin etmesi ve bilâhare, bu fizikî âlemin – Res Extensa – kendi eseri değil, kendisine "verilen" bir alan olduğunu idrak ederek, Tabiat ile sâdece bir "sözleşme" aktederek bir "barış" değil, her iki tarafın da tatmîn olacağı ve "tahakküm"ün değil âdil bir hâkimiyet"in esas alındığı bir âdil sözleşme ve bir ebedî barış akdetmesi ve sözüne sadâkat, ahdine vefâ göstermesi kaçınılmaz olmaktadır. 7. Ancak, git-gide kronikleşme eğilimi gösteren bu meselenin sağlıklı hal tarzı bizzat onun yaratıcısı olan Batı Modernitesi'nin kendi paradigmaları çerçevesinde aşılabilecek gibi görünmüyor; modernitenin imkânları bu alanda da tükenmiş bulunmaktadır. Nitekim; tabiat ile bir mukaveleye dayanan bir barış aktedilmesi gerektiğini söyleyen Serres'in bu fikre korkudan mı

yoksa içten gelen ahlâkî bir duruştan mı kaynaklandığı belrisiz olduğu gibi, bahse konu bu barışı bir "ebedî barış"a dönüştürecek temel mantaliteyi de tam sağlıklı addetmek mümkün görünmemektedir; vâkıa O, aynı eserinde, "Yola çıktığın yeri asla unutma, ama onu bırak ve evrenselle buluş"[21] derken karanlıkta bir umut kıvılcımı çakıyor; ancak, hepsi bu kadar: Önünde durduğu kapıyı farkedebilecek bir birbasîret ve açıp da içeri girebilecek bir irâde gösteremiyor: Ne demek ki "yola çıktığımız yer?". 8. İşte müstakbel modernitenin kapısını açacak sualin cevabı da burada: Yola çıktığımız yer, tekrar geri döneceğimiz yerdir; yâni Biz "bu-dünya"ya âit değiliz; ana-vatanımız başka bir yer, oradan geldik, bize verilen bu varlık alanında muayyen bir müddet misâfereten bulunacak, tasarrufta bulunacak ve sonra bütün âmâl ve ef'alimizden hesap vereceğiz. Bu bilinç, tabiata gerçekten, içselleştirilmiş, tabiata tabiata tabiat olduğu için, onu bize 'veren' dolayısıyla duyulan hakikî bir sevgi ve saygıyı ve bu şekilde teessüs edilecek karşılıklı hakkaniyete dayalı ebedî barışı getirecektir. Modernite ve Tahakküm II Modernite Tahakküm

ve

İnsan

Üzerinde

Modernite'nin bilimi "saf bilim" olmaktan çıkararak bir "vâsıta bilim"e ve oradan da bir tahakküm vâsıtasına dönüştürmesin ikinci yıkım getiren netîcesi de insan dünyası üzerinde olmuştur ki bu da

32


GENCAY Küresel Batılılaşma / Batılılaştırılma ve Kolonyalizm olarak tezâhür etmiştir.

tartışmalarla karara bağlanıyordu. İtibara şâyân olan, yalnız "düvel-i muazzama"nın menfaatleri idi. Bir kelime ile, dünyanın mukadderatı - hem topyekûn hem de ufak ayrıntılarıyla – Avrupa’nın savaş meydanlarında çözümleniyordu. "Avrupa Konseri" denilen beş veya altı Avrupa devleti öylesine güçlü idi ki, terazinin bir kefesine onlar konsa, öbür kefeye de dünyanın geri kalan ülkeleri yığıl­sa, ikinci kefe tüy kadar hafif kalırdı.

Küresel Batılılaşma, XIX. Yüzyıl'dan îtibaren, artık iyice belirgin bir tarzda Batı (West) ve Diğerleri (Rest) şeklinde ikiye taksim olmaya başladığı açığa çıkan Arz'da, Batı-dışı dünyanın, Batı tarafından kurulan bu "yeni-dünya"ya alternatif olabilecek bir başka yeni-dünya inşâ edememelerinin bir sonucu olarak, Batı'nın kültür ve medeniyeti karşısında zaafa düşmeleriyle, şu veya bu şekilde, Batı kültür ve medeniyetine adapte olma ve/ya eklemlenme çabalarının tümüne birden verilen ad olarak ve Küresel Batılılaştırılma ise, savunma sistemleri Batı tarafından fizikî olarak çökertilen Batı-dışı dünyanın sert veya yumuşak da olsa özünde baskı bulunan metodlarla kültür ve medeniyetlerinin tahrip edilerek ve hemen ekseriyetle de Batı'nın kötü ve yüzeysel bir taklîdi ve kopyasına dönüştürülmesiyle vuku' bulmuştur. Osmanlı başta olmak üzere o zamandan beri hemen bütün İslâm dünyasının yaşadığı ve yaşamakta olduğu bu kültürel ve medenî değişim ve dönüşüm birinci gruba, Amerika ve Avrupa'nın anakronik topluluklarınınki ise ikinci gruba dâhildir.

".../ Batı olayı, üçyüzyıl kuluç­ka hayatı yaşadıktan sonra, XIX. asırda patlayıverdi. Bu olayın temelinde rasyonalizm ve ilim vardı: XVII. asırda kekeleyen, XVIII'de konuşmaya başlayan, XIX'da haykı­ran ilim. Ama kimseyi şaşırtmadı bu ihtişamlı tulû, bekle­niyordu sanki. Yine de izaha çalışan aydınlar çıktı; kimi ırkların üstünlüğü dedi, kimi Yunan ve Latin medeniyetle­rinin uzantısı, Hristiyanlığın etkisi, diyenler de oldu, ka­vimlerin ilerleme kabiliyeti, diyenler de. Hiçbiri tatminkâr değildi bu izahların. Başkalarına göre, bütün muvazenele­ri altüst eden bu zuhur, Avrupa’nın uyanışı olarak değil, dünyanın diğer kısımlarının - bilhassa Avrupa dışındaki en büyük imparatorlukları kurmuş olan Asyanın inhitatı ola­rak vasıflandırılmalıydı. Fernand Grenard, "Asya'nın Çö­küşü" adlı kitabında, şa'şaaları XVIII. asırda hâlâ de­vam eden büyük Asya İmparatorluklarından söz eder: Mançular Çin'i, Safevîler İran'ı, Büyük Moğolun Hind'i, Osmanlı Türkiyesi... Bir zamanlar dünyaya dehşet saçan ve düne kadar güçlü olan bu ülkeler nasıl oldu da birden­bire siliniverdi diye şaşar. Bu çöküşü iç sebeplerle izaha çalışır. Bizce yanlış. Asya’nın çöküşü diye bir mesele yok.

Batı'nın yükselişinin ve küresel çapta tek yanlı hâkimiyet te'sis etmesinin mâcerâsını bir de, bu yükselişi "Batı Olayı" olarak târif eden Cemil Meriç'ten dinleyelim:[22] "XIX. yüzyılda Avrupa erişilmez bir üstünlük kazandı, hem de birdenbire... Ve dünya üzerinde hemen hemen mutlak hâkimiyet kurdu. Cihan'ın en uzak bölgelerine âid de olsa, her mühim mesele, Avrupa hariciyeleri arasındaki 33


GENCAY Avrupa’nın uyanışı diye bir harika var: Batı olayı, Güneş ufukta belirince yıldızlar söndü, o kadar. Asya imparator­luklarının izmihlali yönetici sınıfların ve hânedantarın yozlaşması gibi sebeplere bağlanamaz. Batı olayı birden­bire ortaya çıkmasa, Asya devletleri daha asırlarca siya­sî hayatlarını sürdürür; Asya, inhitatının farkına bile var­mazdı.

ortaya çıkarmıştır ki bu da, moderniteöncesinin karakteristik niteliği olan "ayrık ve çoğul dünyalar" döneminin kapanması sonucunu doğurmuştur.[23] Böyle bir dünyada, bir öncekinin aksine, hiçbir kültür ve medeniyet, kendi ferdiyetçiliğini ve zâtına mahsusluğunu koruyamazdı ve koruyamadı da nitekim. Bu durumda, batıdışı dünyanın yapması gereken, ya kendi modernitisini / moderniteleriniinşâ etmek veya tek modernite olarak sahnede yerini alan Batı Modernitesi ile kabul edilebilir bir sentez yapmak olduğu hâlde her ikisinin de başarısızlığa uğraması, bütün dünyanın, isteyerek ya da istemeyerek, Batı Modernitesi'ne teslim olması sonucunu hâsıl etmiştir. İşte çok kısaca anlatmaya çalıştığımız ve benim daha önce "Tekelleşme ve Tekilleşme" olarak isimlendirdiğim, şimdi ise literatürde gitgide yaygınlaşarak kabûl gören adıyla "Küreselleşme", yâni Küresel Batılılaşma, özü îtibariyle, bundan ibârettir: Bütün Arz'ın, Batı'nın bilim yoluyla kurmuş olduğu bu Yeni-Dünya'da, Batı'nın kendi tarihî değerlerinin üzerine inşâ ettiği ve tekel kurduğu modern değerleri çerçevesinde tekilleşmesi...

"Filhakika, Avrupa'nın yayılması korkunç oldu: bütün Afrika'yı, Okyanusya'yı, Güney Asya'nın tümünü ele ge­çirdi Avrupa. Haritaya bir göz atın, Fransanın, İngiltere'­nin, Hollanda'nın, Belçika'nın, Almanya'nın sömürgeleş­tirdiği uçsuz bucaksız topraklar görürsünüz." *** Ancak, mutlaka dikkat çekilmesi şart olan önemli bir husus, Küresel Batılılaşma / Batılılaştırma'nın, günümüze gelinceye kadar hiçbir kültür ve medeniyetin elde edemediği en kapsamlı bir başarı olduğudur ki, bunun da en temel sebebinin, batılılaşan / batılılaştırılanların, yukarıda da bahsetmiş olduğumuz gibi, Batı'nın tarihin belirli bir döneminde gerçekleştirdiği ve kendilerinin ıskalamış olduğu, bütün tarihin seyrini tâyineden bu büyük bilim devriminin, bütün dünyayı tekilleştirecek bir nitelik kazanmış olmasıdır. Nitekim yukarıda da kısaca açıklamaya çalıştığımız gibi, Modernite, bilim yoluyla bir yeni-dünya yaratılmasıdır; bu cümleden olmak üzere, bilimin ete kemiğe bürünerek İdealar Âlemi'nden (Âlem-i Emsâl) Nesneler Âlemi'ne (Âlem-i Şuhud), müşahhaslar dünyasına inmesi ve dünyayı ele geçirmesi demek olan teknoloji dünyayı küçültmüş ve bir ve tek bir dünya, bir "tekil dünya"

Bu noktada, yine kendimden bir iktibasta bulunmama müsâmaha gösterilmesini ricâ edeceğim:[24] ....tarihî süreç içinde Garp Düzeninin Dünya düzeni halini alışı şu safahattan geçmiştir: 1. Önce felsefî ve ilmî uyanış: Skolastik düşünce yerine Rasyonel ve Empirik düşüncenin yükselişi, bir yandan eşyanın hakikatını arama gibi soyut bir entellektüel cehdin yanında, bir yandan da gözlerin, içinde yaşanan fizikî gerçekler 34


GENCAY dünyasına çevrilişi ve bu dünyanın değiştirilebilir, hâkim olunabilir bir dünya olduğunun kabulü, 2. İlmin mahz ilim olarak kalmayıp sanayi ve teknoloji kılığında ete-kemiğe bürünüp cisimleşerek yeryüzüne inişi, dünyayı fizikî olarak avuçlarının içine alışı; elde edilen maddî güç ile maddî dünyada karşı konulmaz bir üstünlük elde edilmesi, 3. Böylece, daha önceleri hiç bir yerde bir modeli bulunmayan yeni bir dünya düzeninin kuruluşu; bu düzen çerçevesinde en yüksek potansiyele sahip olunuşu, 4. Çağın tek baskın hâkim gücü olunması dolayısıyla çağın toplumsal yapısının belirlenişi ve üstün potansiyel sahibi olmak hasebiyle kendi düzeninin ayrılmaz parçaları olan kültür değerlerinin de yayılıp yaygınlaştırılması.

En yalın tanımıyla dünyanın bir bölgesinin – yâni Batı'nın - diğer bölgelerindeki – yâni Batı dışındaki - maddî ve mânevî zenginlikleri talanı ve kendi bölgesine transferi; "ötekiler"in hürriyet ve istiklâllerinin ihlâli ve/veya imhâsı, medeniyetlerinin ve kültürlerinin ezilmesi veya tahrip edilmesi; dünyanın bir yanda hep "kazananlar" ve diğer yanda da hep "kaybedenler" olmak üzere iki ana gruba taksîm edilerek kutuplaştırılması olarak özetlenebilecek olan Sömürgecilik bir yandan aynı çağlarda Batı'da iyiden iyiye yükselen bir değere dönüşen ırkçılık ile de süperpoze olurken de aynı metoda dayanmaktaydı: Bilginin bir kudret kaynağı olduğunun bilinciyle, bir hâkimiyet nesnesine dönüştürülmek istenen herhangibir şeyin, önce bir bilgi nesnesine dönüştürülmesi. Naif şekliyle Batı'nın gözündeki – çoğunlukla da kendi gerçekliğnden soyutlanarak muhayyilede yeniden ve egzotik bir tarzda yaratılan Doğu imajı anlamı taşıyan Oryantalizm'in akademik anlamı olan Doğu Araştırmaları'nın (Şarkiyatçılık)[25], sofistikesiyâsî anlamı olan Doğu (Şark) Sömürgeciliği ile sıkı bağı da göstermektedir ki, bir hâkimiyet nesnesine dönüştürülmek istenen herhangi bir şeyin öncelikle ve behemehâl bir bilgi nesnesine dönüştürülmesi gerektiğini öngören felsefî prensip bir kere daha doğruluğunu bu vesîleyle kanıtlamış olmaktadır. Mes'ele gayet basitçe şudur: Batı, nasıl ki dilini ve şifresini çözdüğü tabiata hükmetmeye muvaffak olmuşsa, aynı şekilde Doğu'ya hükmetmek için de onun dilini – burada "dil" kelimesini dar kontekstte "beşerî dil" anlamında değil en geniş anlamında kullandığımı vurgulamak isterim – ve şifresini çözmeye yönelmiştir; işte

Garp daha önce parça parça durumdaki dünyayı kendi düzeni çerçevesinde birleştirmeye başlamıştır ki işte, "Tekilleşme" budur. Ne var ki, bu tekilleşme, ağırlıklı olarak Garp âleminin önderliğinde olması hasebiyle garplı değerlerin de yayılıp yaygınlaşmasını intac ettiğinden bu anlamda bir de Garp Tekeli teessüs etmiştir ki bu da "Tekelleşme"den başka bir şey olmasa gerektir. Kolonyalizm ve Oryantalizm Şimdi de, Batı'nın elde etmiş olduğu bu üstünlüğün devşirdiği sonuçların başka bir veçhesi olan ve Kolonyalizm, ya da Türkçede daha yaygın olarak bilinen ve gerçekliği daha vâzıhan açıklayan adıyla, Sömürgecilik mes'elesine bir nebze temas edelim..

35


GENCAY Oryantalizm budur: Önce Bilgi ve sonra Hükmetme.

Artık gelinen bu durumun çıplak gerçekliğini daha net bir şekilde orta yere serebilmek için, "hâkimiyet" (sovereignity) kavramı yerine, kullanılması daha uygun düşecek olan terim "tahakküm" (hegemony) olacaktır; çünkü Modernite'nin "öteki" üzerine kurmuş olduğu üstünlük, bir tahakküm ideolojisi şeklini almıştır; tahakküm, yâni, "hikmet"ten kopmuş, zorbalığa dayalığa bir hâkimiyet. İşte, bu tahakkümün adı "Kolonyalizm"dir; yâni "Sömürgecilik".

Bu konuda, bütün dünyada paradigma oluşturan kült eseri "Oryantalizm"de Edward Said'in şu tesbitleri çok dikkate şâyandır:[26] Kesin konuşmak gerekirse, Oryantalizm ciddi bir tahsil sahasıdır. Hristiyan Batı'da, Oryantalizm'in (Şar­kiyatçılığın) resmî varlığının, 1312'de, Viyana Kilise Konseyinin "Paris, Oxford, Bolonya, Avinyon ve Salamanka'da, Arapça, Yunanca, İbranice ve Süryanice hakkındaki bir dizi kürsü kurulmasına ilişkin kararı ile ortaya çıkmış olduğu kabul edilir. Oryantalizm, hakkındaki herhangi bir sözün, yalnızca meslekten Oryantalist olan kişiyi ve onun eserlerini değil, ayrıca Doğu adı verilen coğrafî kültürel, linguistik, ve etnik birim üzerine oturmuş bir tetkik sahası nosyonunu da ihata etmesi gerekir. Ve şüphe yoktur ki, tetkik sahası "ihdas olunan" bir şeydir. Zaman için­de bunlar insicam ve bütünlük kazanırlar. Çünkü âlim­ler kendilerini gözlerinin önündeki "mutabakata şa­yan" gibi duran o şeye değişik biçimlerde adarlar. Ama yine de söylemeye gerek yok sanırız: bir bilim saha­sı kendini ona en çok adamış kişi (ki bunlar ekseri­ya bilim adamları, profesörler, uzmanlar, vb.dir.) ta­rafından iddia edildiği kadar basit bir biçimde tanı­ma gelmez. Ayrıca dilbilim, tarih yahut ilahiyat gibi en geleneksel bilgi sahalarında (disiplin) dahi bir bil­gi sahası o denli toplu değişime uğrayabilir ki, konu­nun "her işe yarayan bir tanımı" hemen hemen olanaksızlaşır. Muhakkak bu bazı ilginç nedenlerle Or­yantalizm için de varittir...

Sömürgeciliğin mühim bir kısmı sâdece zenginlik talanı olmaktan da öte, katliamlar ve soykırımlarla gerçekleştirilmiştir; bilhassa Amerika kıt'ası, o toprakların asıl yerli sâhiplerinin kanı ile sulanmıştır diyebiliriz. Bu hususta, tek ama anlamlı bir örnek olarak, 1542 yılında Güney ve Orta Amerika'daki Kızılderili soykırımını yerinde tetkîk ederek bir rapor hazırlayan Bartolomé de LasCassas'ın anlattıklarına atıfta bulunmak dahi yeterli olacaktır: Sâdece elli yıldan daha kısa bir müddet zarfında, akla gelebilecek her türlü katliâm yoluyla ortadan kaldırılan takrîben yirmi milyon Kızılderili![27] Şimdi de, Kolonyalizm'e bizzat kolonyallerin kendilerini hangi gözle baktıklarını anlamaya yardımcı olması maksadıyla, MichelBeaud'yu tanık kürsüsüne çağırabiliriz:[28] ... CecilRhôdes'un1895'te ilginçtir:

söyledikleri

Dün East End'deydim (Londra'nın işçi mahallesi) ve işsizlerin bir toplantısına katıldım. Orada çok hararetli, öfke dolu konuşmalara tanık oldum. "Ekmek; 36


GENCAY Ekmek" diye çığlıklar atılıyordu. Bütün bunları görüp eve döndükten sonra emperyalizmin ne kadar önemli olduğuna inancım bir kat daha arttı... Yüreğimi yaralayan düşünce, sosyal sorunun çözülmesiyle ilgiliydi: Birleşik Krallığın kırk milyon insanını kurtarmak, ülkeyi yıkıcı bir iç savaştan uzak tutmak, fazla nüfusumuza yerleşecek bir yer bulmak, fabrikalarımızın ürünleri ve madenlerimiz için pazarlar bulmak için biz sömürgeciler yeni topraklar fethetmek zorundayız. Her zaman tekrarladığım gibi, imparatorluk bir mide sorunudur. Eger iç savaşı engellemek istiyorsanız, emperyalist olmaktan başka seçeneğiniz yoktur.

II. Dünya Harbi'nin bitiminden sonra Sömürgeclik Çağı'nın kapandığı resmen ilân edildi; ancak gerçek elbette hiç de öyle değildi; Sömürgecilik ortadan kalkmadı, sâdece isim değiştirdi: Colonialism / Colonialization (Sömürgecilik / Sömürgeleştirme) gitti, yerine Globalism / Globalization (Küreselcilik / Küreselleşme-Küreselleştirme) geldi; biraz da slogan değişti: Evvelce "üstün beyaz adamın medeniyetini götürmek" sloganı vardı, şimdi bunun yerini "insan hakları ve demokrasiyi götürmek, özgürleştirmek" geldi. Ondokuzuncu yüzyılın küresel egemenlerinin metodu daha kaba ve daha pervâsız idi kuşkusuz; ama en azından bir yandan da mertçe idi hiç olmazsa; çünkü açıkça söylüyordu ne yapmak istediğini ve bu da teşhisi kolaylaştırıyordu: Batılı'nın omuzlarında, "ötekileri"nin medenîleştirmek gibi metafizik(leştirilmiş) bir görev vardı ve bu görev "üstün ırk" adına yürütülüyordu.[29] Şimdi ise, benzer bir görev var, ama bu defa "barışı terörizme ve terörist saldırılara karşı korumak" adına yapılıyor.[30] Hepsi bu!. ...ve bir de metod bir miktar değişti, biraz daha sofistikeleşti, ama çok da fazla değil. Çünkü îcabında yine kan döküyor – Irak'ta ve Afganistan'da olduğu gibi.

.../Jules Ferry, "Somürge siyaseti sanayi siyasetinin kızıdır" diyordu. Enstitü üyesi ve Collège de France'da öğretim üyesi ve Économiste Français'nin müdürü olan P. Leroy-Beaulieu, 1891'de yayınlanan, Modern Toplumlarda Sömürgeleştirme Üzerine başlığını taşıyan eserinin başlığına John StuartMill'in şu cümlesini koymuştu: "Denilebilir ki, bugün dünya koşullarında somürgeler kurmak, yaşlı ve zengin bir ülkenin sermayesini harekete geçirecek en iyi iştir." Ve şöyle devam ediyordu: Sömürgeleştirme bir halkın büyüyen gücü, kendini yeniden üretebilme kuvveti, bir alanda genişleyip çoğalması ve dünyanın büyük bir kısmında dilini, fikirlerini, yasalarını egemen kılmasıdır. Sömürgeleştiren bir halk, kendi ihtişamının ve üstünlüğünün temellerini geleceğe taşır (...) Uygar devletlerin (sömürgeleştirmeyi) gerekli bir amaç olarak görmemesi mümkün değildir.

*** Küreselleşme'nin efrâdını câmi', ağyârını mâni', definitif bir târifi pek o kadar kolay değil; bir kere, sıkıntı verecek kadar çok ve ekseriyeti de henüz ham, oturmamış terimler var: "Yırtıcı küreselleşme" (predotary globalization) saldırgan küreselleşme" (aggressive globalization), "ekonomik küreselleşme", "kültürel küreselleşme", "siyâsî küreselleşme", "yek

… ve Batı Modernitesi'nin Tahakkümü ve Günümüz 37


GENCAY vücut küreselleşme" (corporate globalism) gibi doğrudan küreselleşmeye ilişkin kavramlar yanında, "exceptionalism", "exemptionalism" (istisnâîcilik) ve ayrıca, bir yan ürün olarak tedâvüle giren global ve local kelimelerinin birleşiminden oluşan "glokalleşme" (glocalization) ve meselâ Jacque Derrida'nın icad ettiği "küresel-latinleşme" (glolatinization) gib kavramlar ve daha başkalarıda göz önüne alınınca henüz bir karmaşa ile karşıkarşıya bulunduğumuzu söyleyebiliriz. İkinci olarak da, olgu oldukça yeni – daha doğrusu bu ad altında yeni; dolayısıyla, her yeni karşılaşılan olguda olduğu gibi, teori, vâkıanın gerisinde kalıyor.

işlemdir ve bu da konunun nötr bir alan olmasını engellemektedir. Nitekim, bu noktai nazardan dikkatleri çeken önemli bir husus, bu târif karmaşıklığına rağmen yine de ortalama bir toparlamanın mümkün olmasının yanında, bu tanımlama teşebbüslerinin, ekseriyetle küreselleşme hakkındaki belirli bir duruşun referans alındığını göstermesidir. Yâni, bu tanımları yapanlar, felsefî, dinî, ideolojik, ahlâkî, siyâsîv.b. bakımlardan nerede ve nasıl durmakta iseler, ona göre bir idrâk ve takdir geliştirerek küreselleşme hakkında, yargı içeren, "iyi-kötü", "doğru-yanlış", "haklı-haksız" gibi düaliletelerden müteşekkil aksiyolojik netîcelere ve hükümlere ulaşmaktadırlar.

Küreselleşme, tedâvülde bulunan bu ismi ve bu şekliyle oldukça yeni: İlk olarak II. Dünya Harbi sonrasında ortalarda görünmeye başlarken sonra hızla yaygınlık kazanmıştır. Meselâ, İngilizce literatürde 1940'da henüz bu konuda bir yayına rastlanmazken sayı 1950'de 82'ye, 1960'da Marshall Mcluhan'ın "Understanding Media: The Extensions of Man" isimli kullanmış olduğu "Global Köy" (Global Village) teriminden sonra daha da popülerleşip artarak 303'e ve bilâhare 1970'de 1766'ya ve 1980'de ise 4496'ya yükselmekte[31] ve fakat bu tarihten sonra ise, gerek kavram ve gerekse de yayınlar sürekli tırmanış göstermektedirler. Bu tanımlama güçlüğünün sebeplerinden birisinin de, Küreselleşme'nin fizikî varlık alanına âit nötr bir konu olmamasına bağlayabiliriz: Küreselleşme, insan dünyasına âittir ve bir kısım insan topluluğunun diğer bir kısım insan topluluğu, diğer bir ifâdeyle, dünyanın bir bölümünün diğer bir bölümü veya bölümleri üzerine uyguladığı bir

Ancak, bütün bu görünür karmaşaya karşılık, kestirmeden gidecek olursak, aslında vâkıanın hiç de bütünüyle yeni ve hiç de benzersiz ve modelsiz olmadığını ve bilinen ve resmen lâğvedildiği îlân edilen Sömürgecilik'in adının artık Küreselleşme olduğunu söyleyebiliriz; fakat sâdece ve basitçe "Küreselleşme" değil, daha fazla olarak, "Saldırgan Küreselleşme". Saldırgan küreselleşmenin sebebiyet verdiği küresel yıkımın ve küresel yağmanın en bâriz göstergelerinden birisi, dünyanın en zengin memleketleri ile en fakirlerinin arasındaki makas açıklığının, sözde demokrasi ve insan hakları ideallerinin riyâkâr bir çığlık gibi göklere yükseldiği bu çağda, ondokuzuncu asrın başına nisbetle azalmayıp daha da artarak bire yüz gibi bir farka ulaşmış olmasıdır. Bu ahlâk dışı soygunun ortada duran eserlerinin en başında geleni de, bir yanını tokluktan çatlayanların ve diğer yanını da açlıktan ölenlerin oluşturduğu, bir yanı cennet ve diğer yanı cehennem olan 38


GENCAY dengesiz bir dünya olmuştur. Bu dünyayı zihnimizde daha iyi canlandırabilmeye katkı maksadıyla arz edeceğim bu sayfadaki meşhur ve mârûf fotoğraf karesini, onu ilk defa neşrettiğim bir yazımdaki[32] cümlelerle takdîm etmek istiyorum:

çatırdamaların akabinde 1991'de suratının üstüne yere çakılıp fevt olması netîcesinde, rakiplerinin baskılarından ve bu baskılar ile oluşan dengelerden âzâde kalan ve tabiatı gereği ancak sömürü ile beslenen Kapitalizimin ve onun kolonyallerinin, Kürre-i Arz üzerinde tâkip etmeye başladıkları yeni küresel yayılma politikalarının adı olarak tanımlanabilir. Bu, apaçık bir kolonyalizmdir ve apaçık bir saldırganlıktır, zîra, kısaca söylendikte, hedef, gerekli hâllerde silahın zoruna da başvurarak yeni ve eskisinden daha derin, daha etkin bir dünya talanıdır.

Çok büyük bir şöhrete sâhip bu fotoğraf 1994'de Sudan'daki kıtlık sırasında Kevin Carter tarafından çekilmiş ve ona Pulitzer Ödülü kazandırmıştır. Fotoğraf, 1 kilometre ötedeki Birleşmiş Milletler yemek kampına sürünerek gitmeye çalışırken adım-adım bir akbaba tarafından izlenen minicik bir siyâhîsabîyi göstermektedir. Hâdiseyi tam bir insanlık trajedisine dönüştüren husus, Carter'ın, fotoğrafı çektikten sonra çocukla hiç ilgilenmeden hâdise mahallini terkederek stüdyosuna koşmuş olmasıdır. Ancak, bu kadarı onun dahi taş kalbini delmiş olacak ki, kısa bir müddet sonra girdiği depresyondan kurtulamayarak intihar etmiştir. Çocuğun âkıbeti mi? Onu hiç kimse bilmiyor; ya da herkes biliyor. İşte Bütün Anlamamak!

Mes'ele:

Anlamak

İşte bu noktada, aynı zamanda bu yayılma dalgasının hedeflerinden birisinin de, uzun asırlar boyunca tâkatten düşe-düşe en sonunda da imparatorluğunun dağılmasına rağmen, "3. Dünyanın Batılılaştırılması"nın müellifinin de belirtmiş olduğu gibi, hiçbir vakit sömürgeleştirilemeyen[34] Türkiye olduğunun bilinciyle, asırlardan beri tam ve tatminkâr bir cevabının verilemediği şu soruyu yeniden ele almanın zamandır: Batı'nın bu meydan okumasına karşı ne yapılabilir ve ne yapmalı?

veya

Bu suale bugüne dek, aslında basit bir cevabı olmasına rağmen, tutarlı ve uygulanabilen bir cevap verilemedi. Verilemedi, çünkü, cevabı arayanlar, gücünün kaynağını ve sınırlarını bilmedikleri bir dünya ile boğuştuklarını anlayamamışlardı ve bugün dahi hâlâ işbu anlayamazlık devam etmektedir.

Saldırgan Küreselleşme, Marx ve Engels'in 1848'deki Manifestolarında "Avrupa'da hüküm süren dehşet" diye târif ettikleri[33] ve fakat bilâhare bütün dünya üzerinde gezinmeye başlayan ve II. Büyük Harbin bitiminden sonraki yaklaşık yarım yüzyıl boyunca ise dünyanın üzerine kâbus gibi çöken Evrensel Komünizm ve onun kâbesi Sovyetler Birliği'nin, bütün görünür gücüne ve ihtişâmına rağmen, 1980'li yıllardan îtibâren durdurulamaz bir şekilde çökme trendine girmesi ve en nihâyetinde 1989'daki alenî

Mükerren: Soru da bellidir, cevap da: Yeni Kolonyalizm, 1989'da kaleme aldığı kışkırtıcı makalesinde Augustinus'tanHegel'e, Marx'a dek diri tutulan "Tarihin Sonu" kavramını 39


GENCAY Kaiptalizm formatında ihyâ eden Fukuyama'nın tehditkâr bir ifadeyle dile getirdiği gibi, "oyun"un kurallarını iyi oynayan milletleri tarihin sonuna kadar ulaştırmak, diğerlerini ise tarihin bataklığına gömmek.[35] Bu noktada işbu "tarihin bataklığına gömme" ameliyesnin nasıl olableceğini ise Huntington göstermektedir: Batı'ya meydan okuyabilme potansiyeline sâhip olan tek Batı-dışı dünya olan İslâm dünyasını, güçsüz zamanında bir erken çatışmaya zorlayarak diz çöktürmek![36]

olduğunu ileri sürdüğü makalesinden beri[39] bu fikri bir kutsal idea, ve, Strobe Talbot'un "Önümüzdeki yüzyılda bilinen şekliyle milletler tedâvülden kalkacak ve bütün devletler bir tek, küresel bir otoriteyi idrâk edeceklerdir. Millî hâkimiyet artık bundan böyle büyük bir fikir olmaktan çıkacaktır" ifâdesiyle[40] formüle edildiğini söyleyebileceğimiz bir "Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi" gibi yücelten Amerika başta olmak üzere, bütün dünyayı iyi okumak, künhüne vâkıf olarak anlamak!

Soru ve "sorun" belli olduğuna göre, şu hâlde cevap da belli olmalı: Bilgi kudrettir ve aksi ise "karanlığı (bilinmeyeni) taşlamak" – yâni "racmenbi'l-ğayb".[37]

Ama hassaten Amerika! Çünkü, her çağın bir oyun kurucu, meydan okuyucu gücü vardır ve bu güç ise günümüzde Amerika Birleşik Devletleri'nden başkası değildir. Amerika da her büyük güç gibi yayılma eğilimindedir; her büyük güç gibi! Çünkü nasıl ki her insanda durmak bilmez bir kudret arzusu var ise[41], Güç'te de durmak bilmez bir yayılma istîdâdı vardır ve bu sebeple, hiçbir güç, kendi kendisine sınır koyamayacağı ve ancak kendi dışından sınırlandırılabileceği için, Güç'ün yayılması tabiatı muktezâsındandır ve yükselen ve yayılan her güç de harita değiştirir. İşte şimdi içinde bulunduğumuz devir, "demokratik ideallerin gerçekleştirilmesi"ni kendisine tevdî edilmiş "metafizik bir görev" gibi algılayan Amerikan gücünün, bütün bütüne rakipsiz kaldığı bir dünyada, yeni bir yayılma ve harita değiştirme stratejisi geliştirmeye başladığı bir devirdir.[42]

Şu hâlde, Yeni Kolonyalizm çağında dünyanın beri tarafında yer alan herkesin ve hassaten Türklerin, bu temel prensibi iyice idrâk ederek, karşılarındaki saldırgan kolonizatör dünyanın gücünün mâhiyetini, kaynaklarını ve sınırlarını noksansız kavraması, doğru çözüme giden yolu keşfetmesi demek olacaktır. Bu, bir anlamda Oryantalizm'in zıddı, bir tür Oksidantalizm olacaktır. Edward Said'in, yukarıdaki sayfalarda alıntıladığımız cümlelerinin hemen akabinde, "Konu Oryantalizm olduğu zaman bilimsel ihtisaslaşmadan coğrafî bir "saha" olarak bahsetmek, hayli şaşırtıcıdır çünkü kimsenin aklına buna simetrik (adı Oksidantalizm, Garbiyat) olan bir tetkik sahası gel­meyeceği bellidir"[38] ifâdesiyle dile getirdiği imkânsızlığı aşmak ve, günümüzün en büyük meydan okuyan kolonizatör gücü, bir bakıma "Birinci. Fukuyama" diyebileceğimiz O'Sullivan'ın, Hegel kopyası bir tavırla, ülkesinin ve milletinin kaderinin dünyaya hükmetmek

*** Şu hâlde bir kere daha: Bilgi kudrettir ve dahi, kişiler gibi toplumlar da bilmedikleri karşısında peşînen mağlûpturlar. Ve dahi

40


GENCAY bilinmelidir ki, tarih yere düşenlerin cesetlerine basarak ilerler.

Médiévale)., Çev.. Betül Çotıksökne., İletişim yayınları., ISBN 975-470-665-4., İstanbul, 1998., s.73]. İmdi bu kavramın tam bir İslâmî karşılığının bulunamayacağını belirtmiştik; çünkü, kısaca söylendikte, Tanrı tanımlanamaz, zîra, tanımlama sınırlandırma demktir; sınırlandırılan şey ise Tanrı olamaz; kezâ, Tanrı "bütün yönleriyle" bilinemez, zîra O'nun bütün yönlerini bilmek için O'nun gibi, yâni Tanrı ile eşdeğer olmaklık îcap eder ki bu da muhâldir ve yine bu, Tanrı'yı "şeyleştirmek" de demektir ki bu da saf bir "Bir Tanrı" îtikadı için bir nâkisedir. Bunlara binâen, İslâm, "çok büyük ve müteâl" (transandantal, aşkın;) olması hasebiyle sâdece kendi zâtınca bilinen ve kendi dışındaki her şeye ve dolasıyla insana da mâhiyeti – "ne idiği", "nasıl bir şey idiği" - kapalı olan Tanrı'nın [Kur'ân.,Ra'd: XIII/9] "nesneleştirme"yi kabûl edemez: Tanrı'nın varlığı ve birliği, isimleri ve sıfatları (kısmen) bilinebilir; ama "ne idiği", "nasıl bir şey idiği" asla. Bu sebeple "Tanrı nedir" sorusu absürddür. Buna mukabil aynı soru Hristianık'ta, Teslis dolayısıyla bir zarûret olmaktadır; çünkü Teslis – her ne kadar Teslis (Trinity) "üç ayrı ilâh" (Tritheism) demek değilse de – bir yandan insanın tanrılaştırılmasını (te'lih, deification) ve diğer yandan da Tanrı'nın insansılaştırılmasını (antropomorfizm) ihtivâ etmektedir ve bu da her iki din arasındaki en temelli farklardan birisi olup, bunun bir uzantısı olarak, meselâ Oğul Tanrı Îsâ'nın beden olarak doğumlu olması sebebiyle "Theogonus" (tanrı-doğum) ve O'nu doğruması ahsebiyle Meryem'e izafe edilen "Theotokos" (Tanrı-doğuran) gibi kavramlar da, Allah'a bunların isnâdını kesin bir dil ile reddeden [Kur'ân., İhlâs: CXII/3] İslâm'da gayri meşrû ve en ağır küfür mâhiyetindedir. Bu noktada, "İlk Felsefe" (Felsefe-i Ûlâ; Prima Philosophia) ve aynı zamanda, sonradan Aristo'ya izâfe edilen ve Descartes'da yeniden dirilen şekliyle Metaphysica'nın karşılığı olan "İlâhiyat"ın "Dinî İlimler" kontekstinde ve Teoloji muâdili kullanılması, teknik bakımdan bir "yanlış kavramlandırma" (misconception) örneğidir. 5. Bkz.: Takiyettin Mengüşoğlu., İnsan Felsefesi., Remzi Kitabevi Yayınları., İstanbul, 1988., s.33 6. Hegel., Tarihte Akıl., Çeviren: Önay Sezer., Kabalcı Yayınları., İstanbul 1995., s.86 7. Hegel., Tarihte Akıl., s.101 8. Hegel., Tarihte Akıl., s.102 9. Yusuf Has Hâcib., Kutadgu Bilig, II (Çeviri)., Çeviren: Reşid Rahmeti Arat., 3.baskı., Türk Tarih

DİPNOTLAR 1. Durmuş Hocaoğlu., "Yirmibirinci Yüzyıl Felsefesi İçin Temel Bir Problem Alanı: İnsan ve Tabiat"., 21. Yüzyılda Türkiye'de Sosyal Bilimler ve Toplum Sorunları Sempozyumu, Bildiriler Kitabı., ISBN 97500-888-0-8., Ankara., Mart 2006., s.94 v.dv.: "Modernite ve Bilim'in Araçsallaştırması" 2. "Nasıl ki bir başkasının amacı için değil kendi amacı için var olan insana özgür insan diyorsak, aynı şekilde bu bilimi biricik özgür bilim olarak aramaktayız. Çünkü yalnızca o, kendi amacı için vardır." [Aristoteles., Metafizik., I. Kitap., 982.b25. (Ahmet Arslan çevirisi., Ege Üniversitesi Yayınları, No: 36., İzmir, 1985, s.88)] 3. Platon., Devlet: 535.c [Bkz.: Eflatun., Devlet., Çevirenler: Sabahattin Eyüboğlu, M. Ali Cimcoz., Remzi Kitabevi Yayınları., Dördüncü Baskı., İstanbul, 1980., s.219] 4. Burada küçük bir dipnotla da olsa, dikkat çekilmesi gerekli olan bir mühim bir husus, "Teoloji" (Theos-Logos: Tanrı Bilimi) kavramının Hristiyânî bir kavram olup İslâmî tam bir karşılığının bulunmadığıdır. Çünkü Teoloji, Teslis dolayısıyla Hristiyanlık için giderilmesi gereken sancılı, 'ambiguous' bir alan olan "Tanrı'nın Mâhiyeti" problemini etüd eder ve Kristoloji (Îsâ İlmi) ile de bağlantılıdır. Her ne kadar geniş kontekstte Tanrı olgusunu bütün yönleriyle ele alan, Tanrı'nın şeyler, varlık, âlem ile olan münâsebetlerini sistematik olarak etüd eden, hâsılı, Tanrı ve Din ile alâkalı doktrin anlamında kullanımakta ise de [Bkz.:msl.: A. Güçlü; E. Uzun; S. Uzun; Ü. H. Yolsal., "Tanrıbilim"., Felsefe Sözlüğü., Bilim ve Sanat Yayınları., İkinci Basım, Ankara, 2003., ISBN 975-7298-45-X., s.1381], esas olarak, Hristiyan dinindeki Teslis'in ve onun rüknü ve şartı olan "Baba Tanrı" ve "beden" (flesh) sâhibi olarak Arz'da görünen "Oğul Tanrı" kavramlarını yerli yerine oturtmaya çalışmanın zorlayıcı bir netîcesi olarak ve ilk defa Athanasius ve Gregory Nazianzen gibi Yunan Babaları ile ortaya çıkmış olup [D. S. Adam., "Theology"., I. Definition., Encyclopaedia of Religionand Ethics., Third Impression, 1953., Vol.12, p.293b.], ancak XIII. yüzyılda ve Petrus Abelardus'un büyük katkılarıyla sistematik bir mâhiyet kazanmıştır [Bkz.: Edouard Jeauneau., Ortaçağ Felsefesi (La Philosophie

41


GENCAY Kurumu Yayınları., Ankara 1985., Beyit: 951, 1953, 1954, 1955, 1956, 1964, 1967, 1968, 1970, 1994, 2168 10. Kutadgu Bilik., Beyit: 281 11. Modernite'nin hâla ve ısrarla Batı'nın üst-yapı kültür kurumlarının ve gardrop ve kuaför gibi gündelik yaşantı tarzlarının taklîdi olarak anlaşılmaya devam edildiği ülkemizde, Modernite'nin – yâni bugünkü bilinen şekliyle Batı Medeniyeti'nin – asıl vasfının bu olduğuna dikkat çeken nâdirisimnlerden birisi, Mümtaz Turhan, başeseri "Kültür Değişmeleri"nde "İlmin garp medeniyeti içinde, onun en esaslı bir unsuru olmak üzere oynadığı rol ve ehemmiyeti, muh­telif vesilelerle birçok ilim tarihçileri, filozoflar ve ilim adamları tarafından tebarüz ettirilmiştir." dedikten sonra Haldane'in "Garp Medeniyetinde İlmin Mevkii" adlı makalesinden şı kısa paragrafı iktibas etmektedir: "...garp medeniyetinin esas itibariyle ilme ve onun tatbikatına dayandığını söylemek doğru olur. Hattâ bu hüküm, 17 nci ve 18 inci asırlara kadar gittiğimiz takdirde bile doğrudur. İlim ve onun tatbikatı, garp medeniyetini, geçmişin ve bugünün diğer bütün medeniyetlerinden ayıran hususiyetlerin başında gelmektedir." [Kültür Değişmeleri; Sosyal Psikoloji Bakımından Bir Tetkik., M.E.B. Yayınları., 1000 Temel Eser Dizisi., Millî Eğitim Basımevi., İstanbul, 1969. Turhan'ın burada referans verdiği Haldene'in makalesinin tam künyesi şöyledir: J. B. S. Haldane., "ThePlace of Science in Western Civilization"., Realist, Vol. 2, No.2, 1929]. Ayrıca, bu konuda, Haldane'den yirmiüç yıl evvel kaleme alınmış ve artık klasikleşmiş olan şu mühim makale de şâyân-ı tavsiyedir: Thorstein Veblen., "The Place of Science in Modern Civilization"., The American Journal of Sociology., Vol. 11, No. 5.,March 1906., pp.585-609. 12. Descartes.,Metod Üzerine Konuşma (Discours de La Méthode)., Çeviren: Mehmet Karasan.,M. E. B. Yay., 3ncü baskı., İstanbul, 1967., Altıncı Bölüm: s.6465 13. Descartes., La Dioptrique (1637)., Un documentproduit en versionnumérique par JeanMarie Tremblay., [http://www.uqac.uquebec.ca/zone30/Classiques_d es_sciences_sociales/ classiques/Descartes/dioptrique/dioptrique.pdf]., 28.09.2005

14. Francis Bacon., Novum Organum., Bacon Selections., Edited by Matthew Thompson Mc Lure., Copyright 1928, by Charles Scribner's Sons 15. Bu konuda dikkat çekici bir makale olması hasebiyle, bkz.: José María Rodrígez García., "Scientia Potestas Est – Knowledge is Power: Francis Bacon to Michel Foucault"., Neohelicon., ISSN 03244652 (Print) 1588-2810 (Online)., Volume 28, Number 1, January, 2001., pp.109-121 16. All Nobel Laureates in Physics., URL: [http://nobelprize.org/nobel_prizes/physics/laureat es/] (15.01.2007). Gerçekten de, 1927 Kongesi'nde çekilen ve sonraları "Archtitects of Modern Physics" adıyla bilim tarihine kaydolan meşhur fotoğrafta bir araya gelen ve aralarında A. Einstein, M. Planck, M. Curie, H.A. Lorentz, A.H. Compton, L.V. de Broglie, N. Bohr, E. Schroedinger ve W. Heisenberg gibi birinci sınıf dâhilerin de bulunduğu isimler âyarında saf bilim insanı artık pek yetişmemektedir. 17. Alexander King., "II. Dünya Savaşı'nın Sonundan Bu Yana Bilim ve Teknoloji"., [Federico Mayor; Augusto Forti (Ed.)., Bilim ve İktidar (Scienceand Power)., Çeviren: Mehmet Küçük, Tübitak Yayınları., ISBN 975-403-076-6., Beşinci Baskı, Haziran 1999., s.94-96] 18. Michel Serres., Doğayla Sözleşme., Çeviren: Turhan Ilgaz., ISBN 975-363-091-3., Yapı Kredi Yayınları., İstanbul, Kasım 1994 (Orijinal Metin: Le Contrat Naturel., Éditions François Bourin., 1990)., s.45-46 19. Alain Touraine., "Biyo-teknolojiden Ekolojiye: Bir Dünya Tablosu"., NPQ Türkiye, ISSN 1300-3909., Cilt: 6, sayı: 4,Yıl: 2004., Dergi dosya başlığı: "Doğayla Barışacak Mıyız, Savaşacak Mıyız?"., s.38 20. Durmuş Hocaoğlu., "Yirmibirinci Yüzyıl Felsefesi İçin Temel Bir Problem Alanı: İnsan ve Tabiat"., 21. Yüzyılda Türkiye'de Sosyal Bilimler ve Toplum Sorunları Sempozyumu, Bildiriler Kitabı., s.115 v.dv.: "Modernite'nin Islahı, Tabiat İle Âdil Sözleşme ve Ebedî Tabiat Barışı" 21. MichelSerres.,a.e., s.64, pr. 1/3 22. Cemil Meriç., Bir Facianın Hikayesi., Umran Yayınları., İstanbul, Haziran 1981, s.71 23. "..../Sanayi İnkılabının bütün dünyayı sarıcı ve sarsıcı, tarihte misli görülmemiş hareketinden önceki dünya tekil değil çoğul bir dünyadır. Bir tek dünya yerine birden ziyade dünyalar vardır. Şark ayrı bir dünyadır, Garp ayrı bir dünya. Ne var ki Şark da homojen olmanın çok ötesinde: Çin, Japon, Hindi Çinî ve Hind Şarkıyla İslâm Şarkı çok farklı

42


GENCAY dünyalardır. O da yetmez: Hind kendi içinde bir bütünsellik arz etmediği gibi Şark-İslâm da parça parçadır. Hatta dahası: Türk dünyası, Arap dünyası ve de topyekûn İslâm dünyası zaman zaman son derecede farklı olabilen dünyalardır. Garp bundan farklı değil, o da kendi içinde bölük bölük. Ya diğerleri? Amerika öylesine ayrı, ap-ayrı bir dünya ki "keşfediliyor"; bir gezegen gibi. Gerçi bundan hareketle, bütün dünyanın birbirinden kelimenin halis anlamıyla tecrid edilmiş olduğunu söylemek istiyor değilim. Filhakika ülkeler, toplumlar, kültürler arasında az veya çok bir takım münasebetler vardı. Kervanlar gidip geliyor, gemiler işliyor, mallar alınıp veriliyor, ordular karşılaşıyor, kitaplar tercüme ediliyordu. Hatta meselâ İslâm dünyasının ilim dilinin Arapça, Hristiyan dünyasınınkinin Latince olması da önemli bir birleştirici rol üstleniyordu. Bunun yanında Roma, İskender, Emevî, Selçuklu, Cengiz, Timurlu, Osmanlı gibi büyük imparatorluklar bir imparatorluk kültürü oluşturmaya çalışıyorlar, tebaalarının ortaklaşa bazı değerlere sahip olmasını sağlıyorlar veya buna gayret ediyorlardı. Ancak bütün bunlar dünyanın plüral yapısını değiştirmiyordu. Hatta insanlar, bizzat insanlar "değişme" karşısında olumlu bir tavır takınmıyorlardı. Bu, hiç bir değişme olmadığı demek değildir-zaten böylesi bir iddia hamakattır. Fakat değişmelerin hem kalitatif şiddeti ve hem kantitatif yaygınlığı o kadar az o kadar yavaş idi ki adeta toplumun mevcut halinin ezelî olduğu sanılabilirdi. Nitekim bir nesil ömründe (ki bu ortalama 35-40 yıldır) önemli ölçekte değişme görmek hemen hemen imkânsızdı. Meselâ Anadolu'nun içinde dahi, asırlar boyunca, ahalinin kılık-kıyafeti, müziği, yemeği, şivesi bilumum ev kültürü, evlenme, düğün, nişan, nikâh, cenaze törenleri vb. bölgeden bölgeye, hatta şehirden şehire, hatta ve hatta köyden köye farklı (az ya da çok farklı) olarak yaşayabilmiştir."

24. Durmuş Hocaoğlu., "Çağdaşlık, Çağdaşlaşmak ve Modernleşmek"., Yeni Toplum., Sayı:1., mayısHaziran 1992., İstanbul., s.78 25. Yücel Bulut., Oryantalizmin Kısa Tarihi., Küre Yayınları., ISBN 975-6614-14-5., İst., Nisan 2004., s.3. v.d.v. 26. Edward Said., Oryantalizm., Türkçesi: Selahaddin Ayaz., Pınar Yay., İkinci Basım, İstanbul, Nisan 1989., s.85-86 27. Bartolomé de LasCassas., Kızılderili Katliamı., Çev.: Ömer Faruk Birpınar., Babıali Kültür Yayıncılığı, İstanbul, Ocak 2005 28. MichelBeaud., Kapitalizmin Tarihi., Çev. Fikret Başkaya., Dost Kitabevi Yay., Mart 2003, Ankara., s.179 29. "Joseph Chamberlain 1895'te "Bu ırka inanıyorum..." diyor­du, İngilizlerin zaferi için emperyalist bir nutuk atıyordu ve Fransız, ispanyol, vb. rakiplerini aşan bir halkı kutluyordu. "Daha alt" halklara İngiliz işbirliğinin ve bilgisinin üstünlüğünü taşıyordu. "Beyaz adamın omuzunda taşıdığı yük" dünyayı uygarlaştırmaktı ve İngilizler bunun yolunu gös­teriyorlardı. Bu inanç ve bu görev diğerlerinin aslında aşağı bir kültürün temsilcileri oldukları anlamına geliyordu. Ve be­yaz ırkın "öncü gücü" olan İngilizlere düşen, mesafeyi ko­ruyarak, diğerlerini eğitmek ve yetiştirmekti. Fransızlar da yerlileri çocuk yerine koyuyorlardı ve onları aşağı görü­yorlardı, ancak cumhuriyetçi inançları en azından kalaba­lıklar önünde, yaptıklarıyla söyledikleri birbirini tutmasa da, farklı bir söylem tutturmalarına yol açıyordu. Fransızları, İngilizleri ve diğer sömürgecileri birbirle­rine yaklaştıran ve onlarda Avrupa'ya aidiyet bilincini ya­ratan şey, kendilerinin bilimin ve tekniğin ete bürünmüş hali olduklarına dair inançlarıydı. Egemenlikleri altına aldıkları toplumlar bu bilgiyle ilerleyeceklerdi.

"Sanayi İnkılabı ile birlikte bu çoğul yapının yavaş yavaş çözülmeye başladığını, sonra da gitgide ivmelenerek bugünlere kadar gelen bir tekilleşmeye dönüştüğünü görmekteyiz. Esasen, ileride de tekrar temas edileceği üzere, tekilleşme sürecinin başlangıcı Garp dünyasıdır."

Uygarlaşacaklardı." [ Marc Ferro., Sömürgecilik Tarihi; Fetihlerden Bağımsızlık Hareketlerine Kadar, 13.-20. Yüzyıl (Histoiredes Colonisatons., Ėditionsdu Seuil, 1994)., Çev.: Muna Cedden., İmge Kitabevi Yay., Ankara, 1992., s.50]

[Durmuş Hocaoğlu., "Çağdaşlık, Çağdaşlaşmak ve Modernleşmek"., Yeni Toplum., Sayı:1., mayısHaziran 1992., İstanbul., s.74

30. Bkz, meselâ: "The National Security Strategy of the United States of America, September 2002.,The White House, Washington., URL:

43


GENCAY [http://www.whitehouse.gov/nsc/nss.pdf]., Date of Retri.: 09.02.2003 31. Marc Humbert., "Globalisation and Glocalisation: Problems for Developing Countriesand Policy (Supranational, Nationaland Subnational) Implications., URL: [http://www.finep. gov.br/c&t_no_brasil/estudos/notas_tecnicas/gobali sation_and_glocalisation_8.pdf]. 22.11.2001 32. Durmuş Hocaoğlu., "Vicdanlardan İnsanlığı Silen Bir Eğitim, İnsan'ı Gerçekten Terbiye Ediyor mu?"., Eğitimbilim., Yıl: 6, Sayı: 63, Aralık 2003., İstanbul., s.26-27 33. Karl Marx, Friedrich Engels., Manifesto., Çeviren: Mümtaz Yavuz., Evren Yayınları., Bilim Dizi: 2., İstanbul, Şubat 1976., s.35 34. Paul Harrison., 3. Dünyanın Batılılaştırılması (Inside The Third World., Penguin Books, 1987, sekizinci baskı)., Türkçesi: Cevdet Cerit., Pınar Yayınları., İstanbul, Kasım 1990., s.43 35. Fukuyama'nın bu makalesinde kullanmış olduğu gaddar terim "tarihî olmak"tır ["TheEnd of History?".,The National Interest, Summer 1989, V, p.18]. Fakat, bir gazete yazımda da dikkat çekmeye çalıştığım gibi, makalenin Türkçe mütercimi, muhtemelen kasten, bu terimi daha da ağırlaştırarak "tarihe gömülmek" şeklinde

çevirmiştir ki bence daha yerinde olsa gerektir [Tarihin Sonu mu?., Türkçesi: Yusuf Kaplan., Rey Yay., "Tarihin Sonu mu?" başlıklı editoryal içinde., Kayseri, tarihsiz (1992?)., s.51]; ancak ben biraz daha ağırlaştırarak "tarihin bataklığına gömülmek" şekline dönüştürmenin daha da münâsip olduğu fikrindeyim. 36. Samuel P. Huntington., "Clash of Civilizations?"., Foreign Affairs., Summer 1993., pp.22-49., Türkçesi: Mustafa Çalık., "Medeniyetler Çatışması mı?"., Türkiye Günlüğü., Sayı: 23., Yaz 1993., s.33-46 37. Kur'ân.,Kehf: XVIII/22 38. Edward Said., Oryantalizm., s.86-87 39. John L. O'Sullivan "The Great Nation of Futurity".,The United States Democratic Review, Volume 6, Issue 23, pp. 426-430. 40. Time, 20 Temmuz 1992 41. Thomas Hobbes., Leviathan veya Bir Din ve Dünya Devletinin İçeriği, Biçimi ve Kudreti., Çev.: Semih Lim., Yapı Kredi Yay., 2nci Baskı, İst., Kasım 1995, Bölüm: 11 (s.76) 42. Bkz., meselâ: Paul Kennedy., "The Pivot of History; The US Needs to Blend Democratic Ideals With Geopolitical Wisdom"., The Guardian., Türkçe Çeviri: Radikal., 25.06.2004, Cuma, s.8 June 19, 2004.,

44


GENCAY

KİTAP TANITIMI: BİTTİĞİ YERDE BAŞLAR / A. YAĞMUR TUNALI MİLLİ KİTAP “1906 yılı, Mustafa Kemal sınıf arkadaşı Ali Fuad (Cebesoy) ile birlikte Manastır’da mektepten çıkarlar, bir yere otururlar. Derken birden bire Mustafa Kemal, Ali Fuad’a ‘’Elinde bir kâğıt var mı?’’ diye sorar. Elini cebine atan Ali Fuad, bir kâğıt bulur ve Mustafa Kemal’e uzatır. Kâğıda bir şeyler çizen Mustafa Kemal, kâğıdı tekrar Ali Fuad’a uzatır ve ‘’Fuad, şunu al, cebinin bir yerinde dursun!’’ der. Ali Fuad Paşa, alır kâğıdı, cebine koyar. Eve gelince ne olduğunu merak eder ve cebinden çıkarıp, kâğıda bakar. Kâğıtta Misak-ı Milli’nin Türk hududlarını gösteren bir haritasını çizmiştir Mustafa Kemal. Yani 1919’da gerçekleşecek olan bir olayın sonucunu 1906 yılından ön görmüştür Ulu Önder.”

içinde ESKADER röportaj ödülüne layık görülmüştür. "Bittiği Yerde Başlar", Osmanlı vatandaşı olarak doğup hayatlarına Cumhuriyet vatandaşı olarak devam eden 16 değerli şahsiyetle yapılan biyografik röportajlardan oluşmaktadır. Yazarın, mesleki birikimini de gözler önüne seren eser, o geçiş döneminin canlı şahitleri tarafından anlatılanların kaleme alınmış hali. Kitapta, Orhan Şâik Gökyay (1902-1994), Zeki Ömer Defne (19031999), Ömer Âsım Aksoy (1898-1993), Nâdir Nâdi (1908-1991), Ord. Prof. Dr. Sâdi Irmak (1908-1990), Râkım Çalapala (1909-1995), Prof. Dr. Tahsin Banguoğlu (1904-1989), Burhan Arpad (1910-1994), Prof. Dr. Halil Vehbi Eralp (1907-1994), Prof. Dr. İbrahim Yasa (1906-1993), Münevver Ayaşlı (1906-1999), İzzeddin Ökte ( 1910-1990), Ord. Prof. Dr. Reşat Kaynar (1910-2006), İsa Yusuf Alptekin (1901-1995), Cevad Memduh Altar (19011995), Prof. Dr. Saadet Çağatay (19071989)’ın eşsiz röportajları yer alıyor.

Devlet mutlaka gidecekse dili, kültürü bir olan insanların aynı sınırlarda kalmasını istemiştir. Kültürün öneminin o gençlik yıllarında farkına varmış yapılması gerekenleri o yıllarda planlamıştır. Böyle anıları okumakla Mustafa Kemal’in ufkunun genişliğini bir kez daha anlamış oluyoruz. Yukarıda bahsedilen anı A. Yağmur Tunalı’nın Bittiği Yerde Başlar (İmparatorlukta Doğan 16 Cumhuriyet Aydını) isimli eserinde yer alıyor. Ali Fuad Paşa’nın kendi hatıratında bile yer almayan bu anıyı Ord. Prof. Dr. Sadi Irmak, Ali Fuad Paşa’dan bizzat dinleyerek röportajında bizlerle paylaşıyor.

Kitabın arka kapağında yazanlar kitabın içeriğinde bizleri nelerin beklediğinin habercisi; Bu isimler, 1900 ile 1911 arasında doğdular. Hepsi de Osmanlı kimliği taşımaktaydı. Yine hepsi, ilk-orta-liseyi eski yazıyla okumuştu. Gençliklerinin ilk yıllarını Cumhuriyet öncesinde yaşamışlardı.

Eser, Bilge Kültür Yayıncılık tarafından 2015 yılında yayımlanmış olup aynı yıl 45


GENCAY Bu özelliklerin onlara neler verdiği üzerinde durmak lazımdır. Öncelikle, ülkeler kaybetmenin ne demek olduğunu derinden duyarak gelmişlerdir. Bugünden bakınca, bu ağır durumun, onlara kaybettirdikleri yanında, kazandırdıkları da çok önemlidir. Acıdan daha öğretici ne vardır?

kölenin vurmasıyla" kendilerini çok Türk hissederek büyüdüler. Memleket topyekün bir kalkınma hamlesine girecekti. Bunun bir yolu da, gelişmiş düşmanın, yani savaşılan Batı'nın bilgi ve görgüsünü memlekete taşımaktı. Savaş biter bitmez, "Onlar nasıl kalkındıysa biz de o usullerle kalkınacağız!" fikri devreye sokulmuştur. Aslında, bu fikir yeni de değildir. En azından 1793'ten beri Osmanlı'da ana fikir buydu. Batı'nın her konudaki bilgi ve görgüsünü memlekete taşıyacak ve kalkınma hamlesine katacak olan, okuma çağındaki gençler olarak görülmüştür. Çünkü yetişmiş insan gücü zaten pek az kalmıştır. Hızla insan yetiştirmek lazımdır. Bu kitapta yer alan isimler, Cumhuriyet'in bu manada içeride dışarıda yetiştirdiği öne çıkmış kimseler arasındadır. Söz konusu isimlerin farklı görüş ve bakışları da eserin bir başka zenginliğidir. Zevkle okuyacağınızı düşündüğümüz bu kitap, Cumhuriyet döneminin önemli kişilerinden oldukça önemli bilgilerin verildiği eşsiz bir eser. Her kütüphanenin sahip olması gerektiğini düşündüğümüz bu kaynağı okumanızı tavsiye ederiz.

Düşmanın hücumu amansızdı. Türklüğü büsbütün yok etmek için saldırıyorlardı. Türk'e nefretlerini vahşetle göstere göstere, bağıra çağıra, hınçla yükleniyorlardı. Bundan dolayı, çocuk yaşlarında milliyetlerine sarılarak, Gökalp'in tabiriyle "eski

İyi okumalar dileriz.

46


GENCAY

millikanal.com

47


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.