Gencay Dergisi - Sayı 49 - Şubat 2016

Page 1


www.millidusunce.org Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı Kızılay/ANKARA Telefon: 0 (312) 231 31 94 Belgeç: 0 (312) 231 31 22


GENCAY

GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi Yıl 4 Sayı 49 - Şubat 2016 Ücretsiz e-dergi www.gencaydergisi.com bilgi@gencaydergisi.com

MİLLET VE MİLLİYETÇİLİKTE KOMŞU KIZININ ROLÜ / Burçin ÖNER EĞİTİM SİSTEMİMİZ CEHALETİ TETİKLİYOR / Mahmut Esat KIRAÇ KOCA ADAMIN YEKPÂRE GENİŞ BİR AN ÇABASI/ Yunus Emre UYAR İNTİHAL İLLETİ / Çağhan SARI BEYRUT YANIYOR / Mehmet Batuhan KAYNAKÇI HAÇLILARIN KUYRUK ACISI / Hasan Hüseyin KORKMAZ OTORİTER REJİMLER / Osman BAŞALAN KİTAP TANITIMI: İKBAL VURUCU - TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ: YENİ YAKLAŞIMLAR, YENİ TARTIŞMALAR / Milli Kitap


GENCAY

MİLLET VE MİLLİYETÇİLİKTE KOMŞU KIZININ ROLÜ Burçin ÖNER Günümüzde pek çok zihinde canlanan şudur: “Kitap, eğer edebî nitelik taşıyorsa mutlaka Edebiyat ilmini tahsil etmiş olan kişilerce yazılmıştır. Diğerleri, ders anlatmak için öğretmenlerin, eğitmenlerin ve akademisyenlerin bilimsel manada başvuracakları birer akıl defteri olmanın ötesine geçemez.” Ancak geçtiğimiz ay basımı gerçekleşen “Millet ve Milliyetçilik” isimli bir kitap var ki onun yazarı doktorasını Amerika Birleşik Devletleri’nde, Yale Üniversitesi’nde tamamlamış hem de “Türk Einstein”ı olarak bilinen rahmetli Prof. Dr. Oktay SİNANOĞLU’nun da öğrencisi olmuş bir kimyager… Cemiyetimizin gülen yüzü, akıl hocası, gençlerimizin sevgilisi Prof. Dr. İskender ÖKSÜZ…

dille açıklamaktır.” Diyerek bunu kendisi de tekrarlıyor. Bu yazı, bir kitap tanıtımı yazısı değildir, her ne kadar hocam benden bir tenkit yazısı istemiş olsa da naçizane birkaç yazım hatası dışında olumsuz manada tenkit edeceğim bir şey de bulamadım; zira biz öğrendiklerimizi bu hocalarımızdan öğrendik ve tabir-i caizse “boynuzun kulağı geçmesi gerektiğini” biliyor olsak da henüz kulağı geçecek yaşa ulaşamadık. O nedenle biz en iyi haddimizi biliriz demekten öteye geçememekteyiz. Demek ki yapabileceğimiz şey, olumsuz bir eleştiri yapmak değil; olumlu eleştirileri de pek çok isim yaptı; bizimkisi benzeri tekrardan öteye geçmeyecek. Öyleyse en iyi bildiğimiz şeyi yapalım: bir şiir sizi etkilese de bir ya da birkaç dizesi ayrıca dokunur gönül telinize yahut bir şarkı veya bir filmdeki küçük bir replik… Aynı şey bir kitap için de geçerlidir. Dolayısıyla ben de bu kitapta en çok etkilendiğim kısmı ele alacağım; “ŞAMANDRA”…

İskender ÖKSÜZ Hoca’mızın kaleme almış olduğu bu kitap, sadece bir fikrî ya da sosyolojik tahliller yapmıyor; aynı zamanda kullanmış olduğu nükteli dili ve edebî içeriği de göz önüne alındığında yazımızın başında ifade ettiğimiz düşünceleri tepetaklak ediyor. Bir hedef kitle belirleyerek yazılan tüm kitapların üzerinde bu eser, lise çağından başlayarak yukarıya doğru bütün nesillerin hem rahatlıkla anlayacağı hem de sıkılmadan okuyacağı bir nitelik taşıyor. Zaten “Bu kitabın amacı; bilimin, millet ve milliyetçilik hakkında söylediklerini uzman olmayanların da anlayacağı bir

Biliyorum ki büyük şehirler haricinde bu kitaba ulaşmak o kadar da kolay değil. Kitapevlerinin çeşitli hassasiyetlerle (!) burada isim vererek hiçbir yazarı töhmet altında bırakmak istemiyorum- kaleme alınmış olan kitapları entelektüel(!) bir hava katarak söylemek gerekirse “best seller” raflarında yer verirken bu kitaba birçok ilde ancak özel talep üzerine 1


GENCAY getirtilerek ulaşılabiliyor. Şükür ki yazarıyla aramız iyi de önden “pdf” hali elimizdeydi. Bizimki, kitabın kokusuna duyduğumuz hasretti.

İşte Siyasî Ümmetçilik bölümünden bir örnek; "Ashabdan Vasile b. Ül-Aska' anlatıyor: Peygamber Efendimiz'e sordum: - <Ya Resulallah! Bir kimsenin kavmini sevmesi asabiyetten sayılır mı?> Zat-ı Risaletleri buyurdular ki: - <Hayır!.. Ancak kişinin zulüm ve haksızlık halinde olan kavmine yardım etmesi asabiyyettir.>" (...) Yazdıklarımı araştırırken internetteki hadis sitelerinde "asabiyyet"i "party spirit" yani, "parti ruhu / partizanlık" olarak İngilizce'ye çevirdiklerini fark ettim. "Partizanlık" "fanatizm"den çok da uzak değil... Seçim öncesi hutbelerine bakarsak belki bunların arkasındaki asıl sebep de budur: partizanlık, parti asabiyyeti... Kusura bakmayın, galiba siz bizim ümmetimizden değilsiniz. Hadisler öyle diyor da...”

Bu vesileyle kitaba hâlâ ulaşamayan kişi sayısı pek de azımsanacak boyutta değildir diye düşünerek kısaca içerinden de haberdar etmek istiyorum. Kitap, on-on beş yıl önce aralarında rahmetli Nevzat KÖSOĞLU’nun da konuk olarak bulunduğu bir televizyon programı hatırası ile başlıyor. Programdaki o bilindik “antimilletperver” bakış açısına karşılık şöyle diyor: “Bilimler çok şey söylemekte, çok farklı şeyler söylemektedir ama bunları bir senteze götürmek, her bir teori içindeki kısmî doğruları alıp gerçeğe teker teker her birinin yaklaştığından daha çok yaklaşmak, böylece onların her birinin ayrı ayrı gördüğünden daha berrak bir manzara görmek mümkündür.” Bilim ve İnsan Bilimleri, Irkçılık, Marksistler ve Millet, Post Komünizm ve Postmodern Emperyalizm, Siyasî Ümmetçilik, Sosyolojide Millet Teorileri, Modernizm, Etnosembolizm, Biyolojiden Destek, Türk Milleti Ne Zaman?, MilletDevlet ve Dil alt bölüm başlıklarını içeren 376 sayfalık kitap, aslında ne bir poh pohlama güdüsü ne de fikri temellerimizi karşı cenahlara ispat çabası içinde… Onun tek derdi, dünyadaki önemli bilim adamlarının konu ile alakalı bulgularını, düşüncelerini kendi görüşleri ile sentezleyerek gerçekleri dünyanın gözleri önüne sermek. Yaptığı alıntıları eleştirirken ya da desteklerken kullandığı dil bir taraftan sizi güldürürken diğer taraftan da düşündürüyor.

Ve elbette Şamandra… Şamandra isimli ek bölümün 13 sayfa olduğu göz önüne alınırsa burada tamamını iktibas edemeyeceğimi takdir edersiniz. Bu sebeple, kısa bir bölümünü alıntılayacağım. “Belki hâlâ o besteler çalınır, Gemiler geçmeyen bir ummanda. Yahya KEMAL BİRİNCİ SORU «Kültürümüz büyüktü. Kültürümüz derindi. Avrupa, Rönesans’ın ışığıyla eski Yunan'ı görmeğe çalışırken bizim kültürümüzün güneşi yanında eski Yunan gölgede kalmıştı. Kültürümüz şaheserdi. Şahaneydi. Şaşaalıydı... Sonra onu bize unutturdular. Öğretmediler. Tahrip ettiler. Sonunda, her 2


GENCAY sahadaki gibi kültürde de Avrupa'nın ağzına bakar, Batı'ya el açar olduk. Mevlâna'nın, 'tozlu, örümcek kafalı tekkecilik' ithamlarından kurtarılabilmesi — doğrusu, onu bulanık gösteren tozların kafamızın hiç olmazsa bir penceresinden silinebilmesi — için Avrupa'nın, «Mevlâna büyüktür!» hükmü gerekti. Yunus sırada bekliyor. Batılı vakit bulursa Itri'yi, Sinan'ı, Bâkî'yi, Şeyh Gâlib'i de göreceğiz; tabi yine Batı'nın gösterdiği kadar, yine Avrupa'nın gözüyle.» Bunlar, kültürümüzü müdafaa için söylenenlerin mealen özetidir. Müdafiler herhâlde haklıdır. Dedikleri herhâlde doğrudur.

aynı sonla bitiyor: Yazan, konuşan, anlatan, adetâ bir takdimcidir. Sahneye çıkar, kapalı perdenin önünde durur ve der ki «İşte şimdi göreceksiniz. Biraz sonra başlıyor. Eski kültürümüzü bütün debdebesiyle bu perdenin arkasına topladık. İşte şimdi...». Sonra haşmet vaat eden bir bestenin ilk notaları duyulur, atlas perde kıpırdanır... Elektrikler söner. Elektrikler daima söner. Ve fıkrayı, kitabı bitirdiğimizde; sohbeti, konferansı dinlediğimizde, içimizde sâdece tatmin edilmemiş bir ihtiras kalır, o da az sonra bir burukluğa, sıkıcı bir tortuya dönüşür. Niçin o harika bize illâ bir şahit aracılığıyla aktarılmalıdır? Kendi gözlerimiz, kendi kulaklarımız, kendi gönlümüzle onu niçin hissedemeyiz? Neden elektrikleri her seferinde söndürürler? Yoksa aldatılıyor muyuz? Yoksa o büyüklük bir yalan mı? Sakın, «Sizin klâsikleriniz nelerdir?» sorusuna, «Bizim klâsiklerimiz yoktur!» cevabını veren adam haklı olmasın...”

Fakat... Fakat: Bu derece güçlü, bu derece kuvvetli bir kültürü neden biz göremiyoruz? O kendi gücü ve kendi derinliğiyle kendini ispata muktedir değil midir? Unutturdularsa neden hemen hatırlayamıyoruz? Tahrip ettilerse kitaplar yakılmadı ya. Yazı değiştiyse yeni harfle tekrar basılanları yok mu? Sinan hâlâ İstanbul'da, Edirne'de yaşamıyor mu? Yunus, Bakî, Itrî: sayfada, plâkta durmuyor mu? Eksik de olsa elimizde değil mi? Okuyoruz: Lügatle de anlasak güzel olduğunu hissediyoruz. Dinliyoruz: Kulağımıza hoş geliyor. Fakat niçin o bahsedilen derinliği bulamıyoruz? Neden bizi gönlümüzden, ruhumuzdan tutup sarsamıyorlar Onlar ki derindi, şaheserdi, şahaneydi, şaşaalıydı... Hem, tahribattan sonra sanat diye, eser diye piyasaya sürülenleri o büyük güç neden bir çırpıda siliverip meydana kendisi hâkim olmuyor? Eski kültürümüzün yüceliğini bize anlatan bazen bir fıkra, bazen bir kitap, bazen saatler süren bir konferanstır. Fakat hepsi

Bu, yazarın sorduğu ilk soru… Bunun gibi bir soru daha soruyor ve biliyor ki onca yozlaşmanın, onca yoğunluğun(!) içinde kimse bu sorulara cevap veremez. Oturup, kendi cevaplıyor ve en sonunda da diyor ki: “ŞAMANDIRA Kaybettiğimiz üst sembol kademelerini kazanmağa, «Yağmur yağıyor, seller akıyor»dan başlamak lâzım.. Arkasından adım, adım, atalarımızın yüce mirasına tırmanacağız. Tırmanış, o yücelikçe sarp ve zahmetli olacaktır. Sonra o sembollere hâkim, o ışıkları gören yüzbinlerce öğretmen yetiştirmeliyiz. İlk pırıltılar ancak 3


GENCAY ondan sonra belirecektir. Ve muhakkak ki her şeyden önce o sembolleri hâlâ bilen, yani gözleri hâlâ gören birkaç «ilk ateşçi »ye ihtiyacımız var. Bir paragrafta özetlediğimiz bu program birkaç nesil geçmeden gerçekleşemez. Amnezi hafızayı bir dakikada yok eder ama sildiği hâtıralar, bir ömürden evvel kazanılamaz.

Sorusu sorunun, cevap da cevabın hakkını vermişken ben ne diyebilirim ki? Genel itibariyle büyüklerimizin bize elle tutulur bir şey bırakmadığından, onlar sebebiyle hep yerimizde saydığımızdan, bayrağa bir adım öteye götüremeyişimizden dem vurup duruyoruz. Bunların hepsi doğrudur. Pek çok şeyin müsebbibi yine bizden önceki nesillerdir. Lâkin, durum işte tam da Şamandra’nın ilk sorusunda değişiyor. Onların hatalarını devam ettiren bizler… Öz-Türkçe zırvasının arkasına takılıp giden bizler… Sanatı-edebiyatı anlık hazlardan ve konjonktürel saplantılardan ibaret sayan bizler… Hadi, oturup hep beraber düşünelim: UNESCO bir “Mevlana Yılı” çıkartmasaydı bizler bugün sosyal medya hesaplarımızdan “trip” attığımız sevgililerimize onun sözleriyle göndermeler yapabilecek miydik acaba? Bu karakteristik olmayan ama içten geldiği gibi yazılan konuşma havasındaki yazı bize hiçbir şeyi öğretmese de “Yağmur yağıyor, seller akıyor” dendikten sonra camdan bakanın “Arap kızı” değil de “komşu kızı” olduğunu hatırlatır ve bir daha unutturmaz, umarım.

Fakat elimizi çabuk tutmazsak bizi dönüşü olmayan bir uçurum bekliyor: İlk ateşçileri ebediyyen kaybedebiliriz. Bir Yahya Kemal, bir Arif Nihat göçünce bir devir kapanıyorsa, bir Tarlan kaybedildiğinde divan edebiyatının ışıklarını bize göstersin diye bütün gözler bir Ali Haydar Diriöz'e çevriliyorsa tehlike adımını kapımızdan içeri atmış demektir. Kültürümüz batmış bir gemiyse bizim neslimiz onu yüzdürecek güce sahip değildir. Gencimiz, genç orta yaşlımız, o sembollerin en çok varlığını bilmektedir. Derinliğini veya kendilerini değil. Bu satırların yazarı Bâkî'ye pamuk ipliğiyle tutunurken Şeyh Galib'e erişememekte ve aşağıda, çocuklarını yutmak için ağzını açmış bekleyen mağaraya dehşetle bakmaktadır. Biz bu gemiyi çıkaramayız. Ancak, «Burada battı» diye bir şamandıra dikebiliriz ki gelecek nesiller onu —hiç olmazsa— yanlış yerlerde aramasınlar. Yoksa âlemi deryalar etsek bir daha o şah inci vücuda gelmez. Yoksa yalnız Itrî'nîn kayıp besteleri değil, bütün bir kültür âlemi gemiler geçmeyen bir ummanda gömülü kalır.”

Son olarak; İskender Hoca'nın Millet ve Milliyetçilik kitabına ulaşan fakat kitabı hala okuma fırsatı bulamayanlar, okuma fırsatı bulsalar bile okumayanlar bir de "imzalatıp fotoğraf da çektirdik işte" iç huzurunu yaşayanlar için söylüyorum: kitabı değilse bile kitabın 227. Sayfasında yer alan "Şamandra" başlıklı ek bölümü lütfen okuyunuz. Bence bir şaheser niteliği taşıyan bu kitaptaki zirve satırlar burada yer alıyor.

4


GENCAY

EĞİTİM SİSTEMİMİZ CEHALETİ TETİKLİYOR Mahmut Esat KIRAÇ Tuzsuz Deli Bekir Karagöz’ün kafasını kesmek ister. -

Bu kelleye ne vereyim? Diye sorar

-

Beş kuruş.

kendi üzerlerindeki yükleri hafifletmeye çalışıyor. Durum böyle iken öğrenciler de kendilerinde suç aramaktan vazgeçerek mükemmel insanların bozuk ürünü olan eğitim sistemimiz meydana geliyor. Bu sistemle evvela çocukluktan hevesi ve cesareti kırılan bir nesil yetişiyor.

Tuzsuz Deli Bekir, kamasının kabzasıyla Karagöz’ün kafasına hafifçe bir iki dokunur: -

Bu kafa beş kuruş etmez.

-

Neden?

-

Bu kafa eski, bu kafa çatlak.

Karagöz kızar: - Çatlak matlak ama ben onu altmış senedir kullanıyorum. İşte günümüz eğitim sistemi de tam böyledir. Çatlak matlaktır eksik ve noksandır ama biz onu yıllardır kullanıyoruz. ‘’Ümitsizlerin çoğu ümitlerini değil cesaretlerini kaybetmişlerdir.’’ Gençliğimizdeki bu cesaret kaybının sebebi ise eğitim sistemimizin pek de ümit verici olmamasından kaynaklanmaktadır.

Bakınız Peyami Safa bu konuda neler söylemiş: “Yaşı otuzunu geçmiş bir adamdan rica ederim: Bir an tasavvur etsin ki, her gün sabahları kalabalık bir odaya giriyor; akşama kadar, birer çeyrek fasıla ile az kımıldayarak, dört beş konferans dinliyor. Bu konferansların her biri başka bir mevzudadır ve çoğu, dinleyen adamın ne mizacıyla, ne hususi hayatıyla, ne mesleğiyle, ne de istikbaliyle alakalıdır. Mesela bir kuyumcu, gününün birkaç saatini şu bilgileri dinlemek ve bellemekle geçiriyor: Amerika kıt’asındaki Amazon nehri hangi mevsimlerde alçalıp yükselir? Bundan iki bin iki yüz yirmi sene evvel

Sistemimiz malumunuz olmak üzere beyin doyurmuyor aksine beyni yoruyor ve şişiriyor. Öğrencilerimiz ilkokul, ortaokul, lise ve üniversite serüvenleri sırasında yoğun bir ezber sistemi ile boğulurken öğretmenlerimiz ise ''Suç atmaca'' oyunu oynuyor. Üniversite öğretmenleri lisedekilere, lise öğretmenleri de ortaokul ve ilkokuldaki öğretmenlere suç atarak 5


GENCAY Şihvangti hangi ayda Çin imparatoru olmuştur? Firdevsi’nin Şehnamesinde kaç mısra vardır? Sicilya’da kükürt nasıl istihsal edilir?

Vücut için iştah ne ise zekâ için de merak odur. Şu farkla: Vücudun iştah saatlerini tanzim etmek mümkündür, muayyen zamanlarda yemek yeriz; fakat zekânın tecessüs anlarını ne tayin, ne de tanzim etmek kabildir. Yarın saat kaçta canımızın ekmek isteyeceğini bugün aşağı yukarı biliriz; fakat yarın saat kaçta ve neyi merak edeceğimizi ve öğrenmek isteyeceğimizi bugünden değil, yarım saat evvel bile tayin etmekten aciz kaldığımız çoktur. Bu merak doğmadan her gün beş saat ders okumak, susamadan her gün beş bardak su içmekten daha zararlı ve ıstıraplı olmaz mı?’’

Yaşı otuzu geçkin bir adam, günde beş saat, bu konferansları bir ay dinlese, hiç şüphe yok serseme döner; hâlbuki biz çocuklarımıza on altı sene bunları dinletiyoruz. Yalnız dinletmekle kalmıyor, öğretmeye kalkıyoruz; yalnız öğretmeye kalkmakla da kalmıyor, vazife halinde yazdırıyoruz; yazdırmakla da kalmıyor, sık sık imtihana çekiyoruz; imtihana çekmekle de kalmıyor, öğrendiğini hatırlayamazsa döndürüyoruz; yalnız döndürmekle de kalmıyor, iki sene sınıfı geçemezse okuldan kovuyoruz; yalnız kovmakla da kalmıyor, onu başka mektebe de almıyoruz, ilk önce haysiyetini, sonra cesaretini kırıyor ve nihayet istikbalini mahvediyoruz.” Öğretim programlarımızın kötülüğü açıkça ortada ve mide bulandırıcı şekilde devam etmekte, her gün öğrencilerimiz bu konferansları almaktadır. Üstelik yorum yaptırmadan direkt ezber olarak dayatılan çoktan seçmeli sınavlarla da öğrencinin düşünme ve yorumlama kabiliyeti ölçülmeden not verilmektedir. Bu konu ile ilgili yine Peyami Safa şunları ifade etmiştir:

Şu anda ne yazık ki eğitim sistemimiz öğrencilere her gün susamadan su içirtiyor. Bu daha acıdır ki sınavlarda o suyun aynısını tekrar kusmaları da isteniyor. Ne içtiysen onu kusacaksın ya da ne öğrendiysen onu yazacaksın diyerek yorumlamanın önü kapanıyor. Yorumlamadan ezber yapıp sınav kâğıdı teslim edenler yüksek notlarla geçip çalışkan diye nitelendirilirken yorum yapan kendi düşüncesini katanlar ise hocanın belirttiklerinden farklı kâğıt verdiği için düşük not alıp tembel oluveriyorlar. Çalışkan olmak için tembelleşmeliyiz çünkü sadece tembeller yazılanı aynen geçirir ve sadece tembeller kopya çeker. Fakat unutmayalım ki

‘’Öğretim programlarının kötülüğü yalnız vermeye çalıştığı bilgilerin çokluğunda, çeşitliliğinde ve lüzumsuzluğunda değildir. Daha beteri var: Bunlar çocuğa her gün tıka basa, üst üste, merakının ve tecessüsünün ne istediği hiç hesaba katılmadan, zorla öğretilmektedir.

6


GENCAY öğretmenin anlattıklarını aynen sınav kâğıdına geçirmek de kopya!

kabile olur.” dedi. Elbette biz vahşi bir kabile değiliz fakat diplomalı cahillerimiz de yok değil. Rekabet yapamıyoruz maalesef. Batıda yorumlamayan öğrencinin üstünü çiziyorlar. Bizde her yoruma bir ideoloji dayatılıyor ne öğrenci yorum yapabiliyor ne de öğretmen yorum yaptırıyor. Hazırlopçuluğa alıştık hem biz alıştık hem de bu sistem alıştırdı.

Ülkeyi kalkındırmak adına her yere üniversiteler açıldı yetmezmiş gibi açıköğretim fakültelerinden de üniversiteler okunmaya başlandı. Herkes diploma sahibi oldu herkes ezberledi herkes sınıf geçti. Aslında mesele diploma dağıtmak değil bu gençliğe iş istihdam olanakları olmadığı için üniversitelerle oyalamak.

Dünyada yedi milyar insan yaşıyor herkes yorum yapar ve kendinden bir şeyler katmaya kalkarsa yedi milyar farklı yorum doğar bu durumda zaten karışık olan dünya karmakarışık bir hal alır. Bundan dolayı birilerinin bu farklı yorumların önüne geçmesi ve insanları daha kolay yönetebilmesi için gerek medya gerekse eğitim kollarını ele geçirmesi gerekiyor. Sokaklara çıkıp klişe birkaç soru sorduğunuzda klişe cevaplar alırsınız. Televizyonlarda herkes aynı anda aynı kanalı izler yönlendirilirler. Öğretmenlere sınavlarda hep aynı cevapların bulunduğu yorumsuz cevap kâğıtları verilir ve bu böyle devam eder. Birileri robotlaştırır, kendisini ve iktidarını hâkim kılmak, başkalarının uyanmasını önlemek için bir karnaval kültürü ile insanları yönlendirir.

Durum böyle olunca da aklıma rahmetli Mümtaz Turhan Hoca’nın sözü geldi: “Türkiye kaynakları kıt olan bir ülke. Kalkınmakta olan bütün ülkelerin temel meselesi kaynak yok. Gelişmiş ülkelerle arasında ki mesafe giderek açılıyor. Buraya yetişmesi lazım bunun için kaynak lazım. Kaynağı nereden temin edersin dışarıdan borç alırsın. Çok üretim yapar rekabet yapar ihracat yoluyla para kazanırsın ki bu ülkeler kaynağı olmadığı için ARGE’ye, teknolojiye yatırım yapamıyor. Rekabet yapacak kalitede teknolojiye sahip değiller zaten sıkıntı bu. Millî eğitimden başlamak lazım bunun için. Kıt kaynağı biz milli eğitimde nasıl harcayalım? Cumhuriyetin projesine karşı çıkıyor. Nedir cumhuriyetin projesi?

Kısaca eğitim bir sınavlar bütünü asla değildir. Başarı ise devletin düzenlediği sınavlarda yeterli puanı almak hiç değildir. Ne zaman mevcut fikirleri aşar daha çok düşünmeye ve yorumlamaya başlarsak işte o zaman gerçek eğitim serüvenimiz başlamış olur. Aksi takdirde böyle devam edersek diyecek tek şey ‘’OKULLAR EĞİTİMİ ENGELLİYOR’’ olur. İlerlediğinizi düşünürsünüz oysaki yürüyen merdivene tersten binmişsinizdir.

Herkesi okuma yazma öğretirsek ülke kalkınır, herkesi ilkokul mezunu yaparsak, mecburi eğitimden geçirirsek ülke kalkınır gibi kıt kaynağı bütün alana ve herkese yayıyorlar” dedi hoca. Hâlbuki bundan bir ülke kalkınmaz dedi. ”Mesela Afrikalı vahşi bir kabileye okuma yazma öğretirseniz ne olur dedi okuma yazma bilen vahşi bir

7


GENCAY

KOCA ADAMIN YEKPÂRE GENİŞ BİR AN ÇABASI Yunus Emre UYAR değerlendirme. Lise yıllarını, çocukluğunu, gençliğini, çocukluk arkadaşlarını, ilk aşkını, ailesiyle olan ilişkilerini… Kudret avucunu açıp yaşantısını doldurmakla kalmaz, odaklanıp izler onu. Ancak tüm bu meşgale sırasında bugünden kopmaz, kopamaz. Dünü ve bugünü kucaklamak gayreti göstermesiyle Kudret, romanın ana gövdesini ve kurgunun özgünlüğünü ortaya koyar.

“Ne içindeyim zamanın Ne de büsbütün dışında, Yekpâre geniş bir ânın Parçalanmaz akışında.”

Tanpınar’daki zamansal bütünlük meselesini bir romanın ana kahramanının bünyesinde görmek ayrı bir tat verir. İnsan bilinci kendini belli bir bütünlük içinde bulur. Varoluş kaygısını güderken takvimin tek parça kalabilmesi, hiç değilse bilişi besleyecek bir bütünlük göstermesi oldukça istendik bir hâldir. Koca Adam Kudret’e bu bağlamda bakmak mümkün. Çünkü onun roman boyunca sırtlandığı davanın özünü oluşturan dağılmaya yüz tutmuş zamanını derlemek hedefi. Yazar bunu vermek için kendi yaşanmışlıklarından hareketle bir yol tutmuş. İnsan bilişinden öteyi de beriyi de alıp götüren, zihnin öncesine kasteden bir hastalık ve onla uğraşmak etrafında güdülen bir yaşantı toparlama mücadelesi kurgusu oldukça özgün ve çarpıcı görünüyor. Kudret, geçmişini kendisine unutturacak bir hastalığa maruz kalır. Buna verdiği tepki geçmişini yazmaktır. Oturup geçmişini düşünür. Bu ona roman boyunca eşlik edebileceği bir iç muhasebe fırsatı verir. Bugün eğitim programlarının yeni kuşaklarda oluşturmak için epey gayret sarf ettiği, yöntem-teknik geliştirdiği bir özelliktir öz değerlendirme. Kudret’inki de aslında bu. Özünü

Zaman boş geçmediğinden zamanı toparlamak için o zamanın tüm bileşenlerine de el atmak gerekir. Kudret’in mücadelesini renklendiren de budur aslında. Zamanın ona verdiği –ya da aldığı- ailesi, eşi, çocuğu, sevdası, dostu hep bir zaman içinde akıp giderken dondurulmaya çalışılır Kudretçe. Tabii bu süreci okuyanlar keşke zaman gibi olsa her bir bileşen, diyebilir ama durum ne yazık ki pek de öyle değildir. Her birinin kendi zamanı vardır Kudret’in belli bir zaman içinde toplamak istediklerinin. Eşinin 8


GENCAY mesela, ya da kızının. Kudretsiz geçen yıllarında yapılandırdıkları başkalaşmaları tahmin edilebilir. Sevdiği kızın, Emine’nin de öyle. İşte Kudret’in asıl meselesi bunlarla mücadele etmektir. Kendi zamanlarında savrulup gidenlere bir şeyler söyleyebilmek…

bütünleştirilme çabası belirgindir. Olaylar iki farklı zamandan başlayıp nöbetleşe devam ederken giderek birbirine yaklaşsa da nihayetinde kesişmez. Olay örgüsünün takvimi bir bütüne ulaşmadan roman biter. Zaten Koca Adam da amacına ulaşamamış, zamanını toparlayamamıştır. Buradan bakıldığında kurgunun içerikle olan bu uyumu oldukça beğenilesidir.

Tabii bunlarla uğraşırken Kudret’in bir de bugünü var yanı başında. Geçmişinden uzanan bir elin çekiştirdiği ve işlerini epey zora sokan bir bugün, roman kurgusunun gerilim olgusunu büyütmeye yarar. Bunun en somut örneğini Kudret’in eski eşi ve çocuğuna dönmeye çabaladığı, bunun için istenç gösterdiği bir dönemde Cüneyt Numar’ın çıkıp geçmişini şimdisine sokuşturmasından görebiliriz. Numar’ın zor kullanarak Kudret’i yıllar önce vazgeçtiği yasadışı dövüşlere döndürmesinin eşi ve çocuğu tarafından yüzeyselce fark edilmesi Kudret’in yeni bir hayat çabasını epey zedeler. Eşinin inancını bir kez daha yitirmesine sebep olur.

Metnin küçük yapısına inince okuru yer yer çarpıcı deyişler karşılar. Gözlerinin altındaki çizgilerin kadehe dökülmesi gibi birtakım ifadeler yazarın bulduğu birkaç fırsatta güç gösterisi gibi okunabilir. Okurda ileriki sayfalara ilişkin beklentiyi arttırır. Bu türden küçük çıkışların devamını beklemek okurun hakkıdır. “Koca Adam” romanının ayrıntılı bir tahliline girmeksizin onun ana gövdesini oluşturan meselesine değinmekle sınırlanan bu yazıyı bitirirken genç denebilecek yazardan beklentilerin hatrı sayılır derecede yüksek olduğunu kestirmek gerek. Umulan o ki yazarın yüksek çıtada başlattığı roman tekniği farklı sürümleriyle Türk edebiyatındaki yerini alır.

Zamanın tek parçalığı kaygısı hangi kurgu ile verilebilir diye düşünürken özgünlük arayanlar için bu roman epey işlevseldir çünkü olay örgüsünde de ayrılmışlığın

9


GENCAY

İNTİHAL İLLETİ Çağhan SARI Hırs, istikbal duygusu ve kademeleri süratle aşma arzusu. Ele alacağımız hadise için elbette genel geçer sebeplerin sıralanmasını istesek ilk önce bunlar yazılır. Fakat yıllar boyu çalışmalar üreten, önünde aşılacak kademeler ve erişilecek bir istikbal kalmayanların hangi gerekçe ile buna meylettiklerini bilemiyoruz. Evet, akademinin kendi bünyesinde barındırdığı bir illeti, intihali ele alacağız.

üzerine bakanlıktan istifa etmiştir. Ülkemizde de rektörlerin dahi intihal yaptıklarının anlaşıldığı ve bu nedenle rektörlükten alındıklarını söyleyelim. İntihal yaptığı tespit edilen bir profesör tenzili rütbe diyebileceğimiz bir kıdem gerilemesiyle cezalandırılmaktadır. Örneğin bir intihal yaptığı belirlenirse doktora sonrası çalışmaları yok sayılarak öğretim üyesi doktor unvanına düşürülmektedir. İntihal eğer doktora tezinde ise doktorluğu, dolayısıyla bütün akademik kariyeri silinebilmektedir. Ancak bu cezaların tatbik edilmesinde zaman zaman soru işaretleri belirmektedir.

İntihal, Türk Dil Kurumu sözlüğünde aşırma olarak açıklanıyor. Bir kişinin eserinde, başka birine ait ifadenin, buluşun veya tespitin kendine aitmiş gibi kullanılması olan intihal, akademik hırsızlıktır. Yaygın bilinen bilgilerin özellikle literatür izahı noktasında kullanılması sırasında kaynak gösterilmeden yazılması intihal olarak kabul edilmemektedir. Ancak alıntı yapılan cümle, veri, fotoğraf, belge vs.nin kaynağı gösterilmeden kullanılması, özellikle ikincil kaynakların bu şekilde kullanılması intihaldir. Eser sahibi, alıntı yaptıktan sonra dipnot türlerine göre atıfta bulunmadığı takdirde doğrudan intihal yapmış sayılmaktadır.

Bir yüksek lisans ödevi için yaptığımız araştırma sırasında, daha önce kabul edilmiş ve devletin konuyla ilgili kurumunun resmi sitesinden temin edebileceğiniz bir yüksek lisans tezinde dikkatli bir tarama ile bir kaynaktan, sadece cümle de değil, tamamen bir paragrafın baştan sonra kopyalanıp yerleştiğini belirleyebilirsiniz. Ancak burada yapılacak şey, hırsızlığa maruz kalan şahsı haberdar etmenizdir. İntihalle

Peki, intihale yönelime bakacağımız zaman durum araştırmacılarının dikkatini çekecek bir noktadadır. İsim vererek bir yola girmeyeceğiz. Ancak, yurtdışında da intihal sorunuyla karşılaşıldığı ve bunun beynelmilel bir mesele olduğunu vurgulamak için Almanya eski Savunma Bakanı Karl Theodor zu Guttenberg'i örnek gösterebiliriz. Guttenberg, doktora tezinde intihal yaptığının ortaya çıkması 10


GENCAY emeği çalınan bilim insanının şikâyetçi olması durumunda açılan tahkikatın müspet sonuçlanması konusunda ise endişeyi muhafaza etmenizde fayda var. Çünkü çoğu zaman konunun sadece kınama ile geçiştirildiğini görmeniz muhtemeldir.

geçilemeyişi bu sorunun ilk nüvesinin nerede başladığını bize göstermektedir. Kalabalık sınıflarda eğitim yapılırken, ortalama on sayfadan mürekkep ödevleri elbette öğretim üyelerinin ince bir tetkikle okuması mümkün değildir. Üniversitelerin birçoğunda yeni başlanan intihal tarama programlarında ise ödevlerin tek tek kontrol edilmesi uzun zaman alan zahmetli bir hadisedir. Bunu fırsat bilen öğrenci, ödevini kendi cümleleriyle meydana getirmektense derhal sanal ortamda edineceği kaynaklardan parçalar alarak ödevini oluşturmaktadır. Bu hal tarzını yüksek lisansa da sürüklemeleri ile hırsızlığı yaşamlarının bir sonraki aşamasına taşımaları talihsizliktir.

Türkiye'de özellikle sosyal bilimlerde, tarih ve edebiyatta intihal üzerine kıymetli araştırmalar yapan Prof. Dr. Ali Birinci, Tarihçiliğin Kara Kitabı isimli eserinde tespit ettiği yirmiye yakın intihal hadisesini ele almaktadır. Kitabının ek bölümünde fotokopilerle intihalleri karşılaştırmalı olarak sunan Birinci'nin kitabını bütün tarihçi ve tarihçi adaylarının edinerek istifade etmesinde fayda var. Tabi yine kitapta yer alan, intihalleri tespit edilen vakalarla ilgili yüksek idarenin kayıtsız kaldığı durumlarla karşılaşacağınızı da belirterek hazırlıklı olunmasını ifade edelim.

Yazımızda şuna da değinmemiz gerekir ki Chigago tipi atıf ya da APA tip atıf diye bilinen metot da intihalleri hızlandıran bir başka öğedir. Yazımı kolaylaştıran ve ortak bir üslup oluşturmak için faydalı olan bu metot, hayal ürünü kitaplar ya da hayal ürünü sayfalar olarak karşımıza çıkmaktadır. Araştırmacı, kaynağa erişmek istediği anda söz konusu notun sahihliğini de incelemek zorunda kalmaktadır. Doktora öncesinde öğrencilerin kaleme aldıkları lisans hatta yüksek lisans tezlerinin, çeşitli gerekçelerle tez danışmanları tarafından dahi okunamaması, dipnot ve yazı kaidelerinin incelenmesi ile danışmanların sınırlı kalması, intihali akademiye taşımaktadır. Lisans tezlerinde hassasiyetin fazla tebarüz edemeyeceğini de kabul etsek bile yüksek lisans tezlerinde kişiler sessizliğine bürünmemelidir.

İntihal temelden başlayan bir hastalıktır. Lisans öğrencilerinin aldıkları bilimsel hazırlık mahiyetli ödevlerinde sıkça başvurdukları kopyala yapıştır hal tarzının öğretim üyeleri tarafından önüne

Öğrencilerin bir an önce hazırlamakla yükümlü oldukları çalışmaları 11


GENCAY tamamlamak adına bu yola başvurmalarının yanı sıra bugün akademik unvanları olan isimlerin, makalelerinde belge ve veri hırsızlığına lütfetmeleri karşısında yukarıda değindiğimiz gibi çoğu zaman ciddi bir kovuşturma yapılmıyor olsa da isimlerinin bu şekilde anılıyor olmasıyla saygınlıklarını ve güvenilirliklerini zedelediklerinin umarız farkında olurlar. Nitekim bu satırları yazan kişi de bir hocasının intihal soruşturmasına tabi tutulduğunu, bir hocasının da intihal söylentilerinin ayyuka çıktığını öğrendiğinde, bu isimlerin çalışmalarına karşı kırılamaz ve nahoş

şeklinde tanımlanabilecek bir önyargıya sahip olmuştur. İntihali engellemek, her şeyden önce çalışma ahlakının tepeden tırnağa tesis edilmesiyle mümkündür. Kontrol mekanizmalarının işleyişini kat be kat arttırmak intihale son verdirmekten ziyade yapılan intihallerin tespitinde yarar sağlayacaktır. Tabi caydırıcı cezaların ve ciddi soruşturmaların intihali en aza indirgeyeceğinden şüphe yoktur. Ama felsefe olarak çalışma ahlakının tepeden tırnağa tesisi, intihali tamamen yok etme noktasında cemiyetin aradığı devadır.

12


GENCAY

BEYRUT YANIYOR Mehmet Batuhan KAYNAKÇI

Senin bıraktığın yerde,

Yaşam sıra tüm noktalamalar...

Siyah ovalara şiir yazmaya,

Akıyor değil de

Devam ettim ben.

Muz kabuğuna basmış gibi

Beyrut yanıyor gibiydi

Evren yalpalıyordu.

Sen gidiyordun.

Sonra yakalanıyorduk

O zaman anladım ki:

Vereme yakalanır gibi

Çekicin örsü dövmesi gibi

Kendimiz zabıtalarına

Değiyordu kalemim kâğıda.

Beyrut yanıyordu,

Ve mürekkep de yüksek basınçtan

Hissetmiyordum.

Alçak basınca esiyor gibiydi.

Ruhumda canlı bombalar...

Bulutlar dağılıyordu.

Hissetmiyordum

Kıvılcımlar yüreğimde...

Ben ve şiir... İki yabancı...

Gün akşamı vuruyor,

Hiç görüşmemiş gibiydik

Saman kâğıdı kızıllaşıyordu.

Yahut tanışmıyorduk

Kandan katı bir şey var;

Yaşamak;

Virgüller ünlemler

Hiç şiirle tanışık olmamış gibi,

Yani

Elem vericiydi.

13


GENCAY

HAÇLILARIN KUYRUK ACISI Hasan Hüseyin KORKMAZ Haçlı seferleri hiç tartışmasız dünyanın en büyük tarihi olgularından birisidir. Dünyayı resmen titreten, silkip bırakan bazı kitlesel hareketlerin şüphesiz en önemlilerinden birisi ki bunların başlıcaları; İskender’in seferleri, Kavimler Göçü, İslam akınları ve Moğol akınlarıdır. Askeri anlamda özellikle İslam Moğol ve Haçlı akınlarının dünya denilen devranda ölümsüz ve çok büyük etkiler bıraktığı tartışmasız bir gerçektir. Gelgelelim bu kadar önemli ve güncel kalmayı sürdürebilen yaygınlıkta bir konunun hakkında çok fazla şey bilinmemesi ilginçtir. Özellikle Moğol akınları ve Haçlı seferlerine ilk perdeden ve en çok göğüs geren bu toprakların evlatlarının bu konuda neredeyse hiçbir şey bilmemesi tarihe olan duyarsızlığımızın bir göstergesi olduğu gibi, aynı zamanda hissizleştirilmeye çalışılan iç dünyamızın tam istenildiği kıvama geldiğinin de bir ispatıdır.

Bizim sessizliğimizi fırsat bilen batılı güçler de hangi konuda sessiz kalıp hangi konuda üste çıkmaları gerektiği konusunda ustalaşmış ve yüzsüzleşmişlerdir. O kadar ki Haçlı seferlerinin en büyükleri olan (minimum 600 bin kişinin katıldığı) ilk ikisiyle DÜNYADAKİ HİÇBİR “MİLLİYETİN” YAPAMAYACAĞI şekilde başa çıkabilmiş olmamıza rağmen, bu seferler hakkında milletimizi aptal yerine koyarcasına verilen bilgiler karşısında da sanıyorum ki hiçbir BATI MEDENİYYETİ (ve evet biz bir batı medeniyetiyiz) bu kadar SESSİZ kalamazdı. Minimum 600 bin kişi dedik; çünkü bu sadece ilk sefere katılanların sayısının bir kısmı. Kudüs’ün fethedilmesinden sonra doğan Kudüslü aydın William of Tyre’a göre 600 bin kişilik bir ordu sadece ilk seferde toplananları kapsıyor. 1. Haçlı seferine katılan Fulcher of Chartres’a göre ise bu 600.000 kişinin içinde kadınlar keşişler ve çocuklar sayılmamış. Üstelik batılı kaynaklar people’scrusade diyerek birinci haçlı seferinden ayrı bir de keşiş Peter theHermit’in başını çektiği eğitimsiz ve zırhsız kalabalık bir insan güruhundan bahsederler. Türk ordusuna çerez gibi gelen bu eğitimsiz birliklerin bir çırpıda yok edilmesi Haçlıların Türk tarafında önemsiz gözükmesini sağladı. Zaten bu savaşı Kılıçaslan’ın kardeşi Davud kazanmıştır. Fakat İstanbul’da toplanması bile bir yıl süren muazzam büyüklükteki ordu (ki bazı kaynaklarda sadece zırhlı süvarilerinin sayısını 100.000 olarak 14


GENCAY gösterirler) İznik’e girdiğinde Kılıçaslan hala bir sene önceki basit zaferden ötürü gevşek davranıyordu. Yine de Malatya kuşatmasını kaldırmayı uygun görüp hızla ailesini de barındıran İznik’e doğru yola çıktı. Karşılaştığı muazzam kalabalığa ani şekilde saldırdı. Uzun süren bir savaştan sonra geri çekilmek mecburiyetinde kaldı. Ne yapacağını bilemez bir hüzün ve karamsarlık içindeyken birden aklına Bizans’la anlaşmak fikri geldi. Bu fikir işe yaradı ve Bizans kuşatmanın olmadığı İznik gölü tarafından 2000 kişilik bir birliği İznik’e sokarak İznik’i fethetmiş gibi gösterdi. Daha önce Bizans imparatorunun Anadolu’da alınan kalelerin kendisine ait olduğu şartı henüz taze olduğu için kimse buna ses çıkarmadı. Dolayısıyla Kılıçaslan’ın ailesi YAMYAM HAÇLI ordusundan korunmuş oldu. (Haçlıların yaptıkları iğrençlikler için bknz: Haçlı ordusundaki tarihçiler Raimondd'Aguilers ve Foucher de Chartres, Dönemin Bizans Prensesi Annakomnena ve ünlü Fransız tarihçi Funckbrentano)

vakti gafil durumda yakaladı ve her yönden hızlı süvarileriyle atağa geçti. İkindi vaktine kadar süren savaşı kazandıklarını zannediyorlardı. Ama bilmedikleri şey şuydu ki Haçlı ordusu ikiye bölünmüştü ve Kılıçaslan bu muazzam kalabalıktan bir tane daha olduğunu düşünememişti. (Bu da aynı zamanda 600 bin kişilik ordunun lojistiğinin sağlanamayacağı düşüncesini savunanlara bir açıklamadır. Bu ordunun lojistiğinin sağlanamayacağı düşüncesi Avrupa’dayken Haçlıların gündeminde bile değildi. Bu konuda bilgilendirme için sonraki sayılarımız takip edin lütfen.)

Bu muharebeden sonra Kılıçaslan dünyanın en büyük gerilla savaşını Anadolu’da vermeyi planlamış ve büyük bir başarıyla bu planını uygulamıştır. Düşmanın geçeceği her köy ve kasabayı boşalttırıp yol üstündeki tüm tarlaları yakıp tüm kuyuları yıkmış veya zehirletmiştir. Dolayısıyla iaşe temini zaten zor olan ve zevke düşkünlüklerinden ötürü çoktan erzaklarını tüketmiş olan haçlı ordusu iki yeni düşman kazanmış oluyordu: Açlık ve susuzluk.

Dolayısıyla Kılıçaslan ve Ordusu geri çekilmek zorunda kaldı. Burada her ne kadar düşmana ağır kayıplar verdirilse de düşmanın ilerlemesi durdurulamadı. Kılıçaslan ise gerilla savaşına devam etti. Haçlılar daha sonra Urfa ve Antakya Kalelerini aldılar ve buralarda da kayıplar

Bunun akabinde Kılıçaslan sürekli takip ettiği haçlı ordusunu Eskişehir yakınlarındaki Dorylaeum’da bir seher 15


GENCAY verdiler. Gelgelelim Haçlılar bu savaşlarını resmederlerken her zaman yerleri gökleri dolduracak kadar kalabalık ve baştan aşağı pusatlı olarak kendilerini resmetmişlerdir. Hatta o kadar ki Kudüs önüne Anadolu’da yaklaşık YARIM MİLYON LEŞ bırakarak giden Haçlıların bütün bunlara rağmen sayılamayacak kadar çok olması ilgi çekicidir. Zaten batılı kaynakların birbirleriyle çelişmelerindeki en büyük nedenlerden birisi de haçlıların kalabalıklığıdır. Dolayısıyla ne içeriden ne de dışarıdan gözlemlemekle doğru sonuca ulaşılamayacak sayıda bir kalabalık vardı.

da ilk seferdeki kayıplarından gözleri çok korktuğu için Ege ve Akdeniz Bölgesi’nden aşağıya inerek Selçuk kuvvetleriyle hiç karşılaşmamayı düşünmüş olsalar da. Kılıçaslan ikiye ayrılan kuvvetlerin birisini ustaca taktikleriyle iç Anadolu’ya çekebilmiştir. Geriye kalan 200 binden fazla sayıdaki kuvvet de iki kumandan yönetiminde iki farklı yol izlemişse de Kılıçaslan sırayla ikisini de imha etmiştir. Hatta bu savaşlardan kurtulabilen bir miktar haçlı sonradan kendilerini kabul etmeyen Antakya Kontluğu’nun merhametsizliği ve Türkmen insanının merhameti ve şecaati karşısında çaresiz bir isteklilikle topyekûn Müslüman olmuşlardır. Ve bu sefer neredeyse hiçbir batılı kaynakta anılmaz. Onlar ne kadar unutsa da biz unutmayız. 300 Spartalı’dan daha efsanevi olan ordularımız yaklaşık 1 milyon haçlıya karşı muhteşem bir eritme savaşı uygulayarak İslâm’ı ve Türklüğü Anadolu’dan atılmaktan, dolayısıyla belki tarihin sayfalarında kaybolup gitmekten korumuştur. Yine o eşsiz ve yüce ruhlu kahraman ordu sayesinde Haçlılar Suriye’de tutunacak kuvveti asla bulamamışlar ve dirençleri muazzam derecede kırılmıştır.

Kudüs’ün alınmasından sonra elde tutulması için insan gücü gerekiyordu. Ve bunu sağlamak için yeni akınlar düzenlenmeliydi. Gelgelelim bizim tarihlerimizde 1101 Haçlı seferleri olarak geçen yüzbinlerce kişilik ordulardan Avrupalı tarihçiler neredeyse hiç bahsetmez! Çünkü Anadolu’ya iki koldan giren bu yaklaşık 300 bin kişilik ordunun neredeyse hiçbiri Kudüs’e ulaşamamıştır. Kudüs’te yaptıkları insanüstü vahşetler tüm İslam dünyasında üzücü tesirler yaptığı için Anadolu’da geçici süreliğine birlik sağlanmış ve Kılıçaslan yönetiminde iyi hazırlanılmış bir orduyla muazzam imha savaşları yapılmıştır. Üstelik Haçlılar

İşte bu yazı; uzun zamandır içimde beslediğim bu gamlı ve derin sessizliğin arasında, İslâm’ın ve Türklüğün büyük savunucusu ve SARSILMAZ DİREĞİ olan Sultan Kılıçaslan HAZRETLERİ için bir teşekkür niteliğindedir. Bugün; Tarihe adını kılıçtan pençeleriyle kazıyan o eşsiz İslam kahramanını ve Türklüğün Nuh’unu, batmak üzere su alan KÜLTÜR GEMİMİZin gacırdayarak çıkardığı çığlıkları dinlerken 16


GENCAY ve karınca misali boşaltmaya çalıştığım suyu çaresiz gözyaşlarımla arttırırken ÇOK İYİ ANLAYABİLİYORUM.

-http://legacy.fordham.edu/halsall/source/gestacde.asp https://tr.wikipedia.org/wiki/1101_Ha%C3%A7l%C 4%B1_Seferi -http://www.medieval-life-andtimes.info/crusades/first-crusade.htm -http://www.historynet.com/first-crusade-battle-ofdorylaeum.htm -World History of WarfarePaperbackbyChriston I. Archer -http://historyworld.org/French%20Nation,%20Part%20Five.htm http://www.academia.edu/7151816/Ha%C3%A7l% C4%B1_Seferleri_nelerdir -Uluslararası Suçlar ve Tarih sayı 5-6 2008 -Türk İslam Ansiklopedisi HAÇLILAR yıl: 1996, cilt: 14, sayfa: 525-546

KAYNAKÇA: -Alexiad (AnnaKomnenos) -EssentialHistories_ Byzantium at war (John HALDON) -Birinci Haçlı Seferi’nin bir Görgü Tanığı: RaimundusAguilers (Birsel KÜÇÜKSİPAHİOĞLU) -Türklere Karşı Haçlı Seferleri (Raşid ERER) -http://everyhistory.org/1000first_crusade1.html - EKEV AKADEMİ DERGİSİ Yıl: 13 Sayı: 39 (Bahar 2009)HAÇLILARIN ANADOLU’DAKİ İLK FAALİYETLERİ VEKIRKGEÇİT (DRAKON) SAVAŞI (1096) Erkan GÖKSU

17


GENCAY

OTORİTER REJİMLER Osman BAŞALAN “Yoğun ve kanlı sınıf savaşımları sonucu siyasal bir uzlaşı ile kurulan devlet, yöneticilerin zor kullanma gücünün yanı sıra yönetilenlerin onayına muhtaç olan bir yapı olarak karşımıza çıkmaktadır.”* Bu yazıda, yönetilenlerin onayını yine yönetilenler üzerinde siyasi ve iktisadi tahakküm kurarak sağlayan otoriter veya otoriterleşmekte olan rejimlerin “istikrar sağlama” araçlarından ve bu otoriterleşmenin gelişiminden bahsedilmeye çalışılacaktır.

Otoriter rejimler, toplumu, geniş çaplı şiddet olaylarını sıcak tutarak, bir önceki benzer olayın acısı, yarattığı infial taze iken bir başka şiddet eylemini doğrudan destekleyerek veya göz yumarak politizasyonu sağlayabilmektedir. Bu yöntem bir yandan siyasal iktidara karşı duyulan korkuyu arttırırken bir yandan da yönetilenler arasındaki kopukluğu ve ötekileştirmeciliği arttırıcı bir işlev görmektedir. Konjonktürel olarak yaratılan düşman algısı değiştirilmekte, rejim sözcüsü olarak kullanılan ait basınyayın organları ve rejimin asalak özel müteahhitlerinin sahibi olduğu iletişim kanallarıyla, çıkar ilişkilerini zedeleyen kurumlar kolaylıkla terör örgütü, bir tür ihanet lobisi olarak lanse edilebilmektedir. Sonuç olarak, otoriter veya otoriterleşmekte olan rejimler, demokratik rejimlerin hukuk kurallarına uyum, çoğulculuk bağlamında değil, yukarıda bahsedildiği üzere türlü zihinsel aygıtları kullanarak iktidara sınırsız itaat bağlamında yönetilenlerin rızasıyla sağlanmaktadır.

Modern devletin oluşum aşaması, alt sınıfların taleplerinin soğurulmasında, üst sınıfların aşkın hukuk kurallarına vurgu yaparak mülkiyet ilişkilerini yine kendi çıkarları doğrultusunda fakat buna yeni biçim verilmesiyle kurgulanmıştır.** Marx’ın deyimiyle iktisadi ilişkilerin sessiz baskısı sayesinde meşru şiddet tekelini elinde bulunduran devlet, uzlaşı ve hoşgörü yolunu unutan otoriter ve totaliter rejimlerin var olmasına olanak sağlamıştır. Yirminci yüzyıl başlarından itibaren gelişen bu rejimlerin tipik özelliği, yönetilenleri manipüle ve mobilize edebilme kabiliyetleridir*** Demokratik kurumların vazgeçilmez unsurlarından olan siyasal baskı kümeleri, otoriterleşen rejimlerde, toplumsal düzeni bozduğu iddia edilen bir düşman veya öteki yaratımında ve yarattığı ötekiyi ifşa edip karalama amacıyla kullanılmaya başlanmıştır.

KAYNAKÇA *Cem EROĞUL, Anatüzeye Giriş, İmaj, 2013 **Berke ÖZENÇ, Hukuk Devleti Kökenleri ve Küreselleşme Çağındaki İşlev, İletişim, 2014 ***Juan J. Linz, Totaliter ve Otoriter Rejimler, Liberte, 2012

18


GENCAY

İKBAL VURUCU - TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ: YENİ YAKLAŞIMLAR, YENİ TARTIŞMALAR Milli Kitap “Aydın her dönemde, her zaman diliminde farklı işlevler yerine getirir. Ama bunların en belirgin özelliği bilgi üzerinedir, bilgiyi üreten işleyen insanlar olmalarıdır. Aydın’ın en önemli özelliği özgürlüğüdür, özgür düşünmesidir. Sorunlara çözüm bulurken, fikir üretirken, bilgi üretirken tamamen hiçbir otoritenin etkisinde kalmamasıdır. Aydın kendi iradesi ile düşünen toplumun sorunlarına kafa yoran ve ben kimim diyen, buna ciddi cevaplar arayan, toplumun sorununu kendi sorunu bilip böyle kaygılar taşıyan insandır.” İkbal Vurucu

Dural, Durmuş Hocaoğlu, Hüseyin Tuncer, Yaşar Semiz, Mehmet Kaan Çelen, Ali Asker, İdris Demirel, İkbâl Vurucu, Erkan Göksu, Çağrı Kürşat Yüce, Mustafa Aksoy gibi Türk’ün ocağını tüttüren aydınlarımızın yazıları bulunmaktadır. Türk Milletinin birer mensubu olarak değerlerimizin yozlaştırılmasından, kavramların içlerinin boşaltılmasından, binlerce yıllık Türk tarihinin bir hiç yerine konularak milli kimliğimizin yok sayılmasından ve Türk milletinin kendi öz yurdumuzda azınlık durumuna düşürülmesinden rahatsızlık duyanların okuması gereken bir kitap. Osmanlı'dan gelen Batılılaşma ve bugünkü Avrupa Birliği sevdasının yarattığı içinde bulunduğumuz kimlik krizi ve devlet ve toplum tartışmaları gündemi sürekli meşgul etmektedir. İçinde bulunduğumuz bu politik ve kültürel kriz milli bir devlet olmaktan ziyade milli devlet olamamanın bir sonucudur. Kitabın son sayfalarında “Milli Kimliğin Belgesi Olarak Damgalar” isimli resimler de yer almaktadır. Türk Ocakları 100. yıl armağanı olarak basılan kitabın tanıtımının tam yapılmamış olması değerli okuyucularımızın bu önemli kaynaktan mahrum kalmasına sebep olmuştur. Bu değerli kitabı temin etmek için Denizli Türk Ocakları ile iletişime geçmeniz yeterlidir.

Kitap, Türk Ocakları Denizli Şubesi tarafından 2014 yılında yayımlanmıştır. Editöryal bir çalışma olan eser ilk ikisi birinci ciltte, diğer ikisi ikinci ciltte olmak üzere dört bölümden oluşmaktadır. İki ciltlik bu dev eserin içeriğinde Mehmet Şükrü Güzel, Sergen Çirkin, Orhan Kavuncu, Yıldız Akpolat, Altan Çetin, Süleyman Eryiğit, Hilmi Demir, Şenol Durgun, Fırat Kargıoğlu, Yılmaz Özakpınar, Abdülkadir Çevik-Rıfat S. İlhan, Baran

İyi okumalar dileriz. 19


GENCAY

millikanal.com

20


GENCAY

Milli Düşünce Merkezi’nin kitaplarını millikitap.com’dan ücretsiz indirebilirsiniz.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.