www.millidusunce.org Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı Kızılay/ANKARA Telefon: 0 (312) 231 31 94 Belgeç: 0 (312) 231 31 22
GENCAY
GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi Yıl 5 Sayı 50 – Mart 2016 Ücretsiz e-dergi www.gencaydergisi.com bilgi@gencaydergisi.com
MASALCI KIZ BERFİN SILA KEPEZ İLE SÖYLEŞİ / Aslıhan KAYA - Emre SEVİNÇ SİYASET YARIŞMASI: CİNSİYET / Burçin ÖNER TÜRKİYE’DE FEMİNİZM MÜMKÜN (mü?) / Veysel Gökberk MANGA OSMANLI’DA İLK KADIN ÜNİVERSİTESİ: İNAS DARÜLFÜNUNU/ Evren KAMALI TİMSAL KARABEKİR İLE SÖYLEŞİ / Emre SEVİNÇ - Hanife YAŞAR KADIN NEDİR?/ Dilek AKILLIOĞLU MEDYADA KADINA YÖNELİK ŞİDDET / Canan CAVŞAK TÜRK KADINININ GÖNLÜNDE AÇAN ÇİÇEK: “ÂLEM-İ NİSVAN”/ Hanife YAŞAR FEMİNİZMİN İDEOLOJİK ÇIKMAZI/ Sertaç EKEMEN DEDE KORKUT HİKÂYELERİNDE KADIN TİPİ VE ÖZELLİKLERİ/ Ömer ÜNAL YAŞAMA HAKKI!/ Çağhan SARI
GENCAY
GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi Yıl 5 Sayı 50 – Mart 2016 Ücretsiz e-dergi www.gencaydergisi.com bilgi@gencaydergisi.com
BİR KADIN... BİR KADIN.../ Onur ÇELİK KADININ ADI HALA MI YOK?/ Alperen KIZIKLI TÜRK KADINI İLE GELENEKLER ARASINDA/ İlker GEZER KADIN’A MEKTUP/ Vural Egemen SARIGÖZ TÜRKİYE’DE KADININ İŞGÜCÜ PİYASASINA KATILIMI/ Mehmet UÇAK KİTAP TANITIMI: TÜRK KÜLTÜRÜNDE KADIN ŞAMAN - FUZULİ BAYAT / Eray AMASYA KADINA KARŞI ŞİDDETİN ÖNLENMESİNE DAİR KANUN HAKKINDA BİR BİLGİLENDİRME / Ömer Erol YILMAZ ERİL EGEMENLİĞİN BASKI ARAÇLARINDAN BİRİ OLARAK EVLİLİK KURUMU VE SİYASAL YÖNDEN ETKİLERİNE YÖNELİK BİR DENEME / Mert GÜVEN
GENCAY
MASALCI KIZ BERFİN SILA KEPEZ İLE SÖYLEŞİ Aslıhan KAYA - Emre SEVİNÇ Berfin Hanım Türk masallarını dinleyicilere aktarma konusunda önemli çalışmaları olan arkadaşlarımızdansınız. Kadın teması ile çıkaracağımız bu ayki sayımızda özelikle sizinle bir söyleşi yapmak istedik.
Gazi Üniversitesi 3. sınıf Türk Halk Bilimi lisans öğrencisiyim. Okuduğum dönem boyunca Ankara Somut Olmayan Kültürel Miras Müzesi'nde çalıştım. Masal Odası ile çocuklarla ve yetişkinlerle birlikte bir masal denizinin içinde yüzüyor gibiydim. Bana yol gösteren bu müze ve öğretmenlerim sayesinde birçok kitap fuarında, kreşlerde, liselerde, televizyon programında ve radyolarda masallarımı paylaştım. Masaldaki bir hayatı kucaklayıp, dinleyicilerle ona nefes vermeyi çok seviyorum. Üniversiteye başladığım dönemde Yrd. Doç. Dr. Evrim Ölçer Özünel ile tanıştım. Onun sayesinde ise kendimi bir masal kursunun içinde buldum. Kursa başladığım ilk günü unutmam mümkün değil. Çünkü masalların içinden gelen bir kadın karşımda oturuyor ve bizi o güzel ses tonu ile bilgilendiriyordu. Judith Malika Liberman!
Öncelikle söyleşi teklifimizi kırmadığınız için Gencay Dergisi adına teşekkür ederiz. Size ‘Masalcı kız’ diyebilir miyiz? Evet. Hatta bu beni çok mutlu eder.
8 ay boyunca masal anlatıcılığı üzerine değerli hocamdan eğitim aldım. Yunus Emre Enstitüsü'nün etkinliklerinde de bulunma imkânım oldu. Şu anda Macaristan/Budapeşte'de yaşıyorum. Masallar adeta bir mıknatıs gibi... Burada da Yunus Emre Enstitüsü ile iletişim halinde olup bazı günler masallarımı paylaşıyorum. Bunun dışında ise bez bebek yapım kurslarına, kukla yapım kurslarına, drama kurslarına ve çeşitli atölyelere katıldım.
Bize kendinizden bahseder misiniz? Geçmişiniz, eğitiminiz, gelecek planlarınız…
1
GENCAY Yakın planlarım arasında ise öncelikli olarak yüksek lisans yapmak geliyor. İleriki planlarım da şimdilik gizli bir kutunun içinde açılma zamanını bekliyor.
bazense bazı şeyleri doğanın dilinden bakmaya çalışarak kendimi geliştirmeye çalışıyorum. Peki, sizin gibi masalcı olmuş çok fazla insan var mı?
UNESCO Türkiye Milli Komisyonu Başkanı Prof. Dr. M. Öcal Oğuz'un öğrencisi olarak okuduğum bölümü de en iyi şekilde temsil etme gayesi içinde yararlı adımlar atmaya çalışıyorum.
Eğer masallara ilginiz var ise, size açılan bu sihirli kapılarda dünyanın her yerinden sizi adım başı karşılayacak masalcılara rastlamanız mümkün diyebilirim. Dediğim gibi, masallar mıknatıs gibidir. Masalcı, destancı deyince benim aklıma hemen Dede Korkut geliyor. Sizin favori masalcınız var mı? Kopuz ve dombıranın mucidi eşsiz bir halk şairi olarak bizlere tarih kokusunu tattıran, şamanlık yapmak için kendisinin Ata ruhlar tarafından görevlendirildiğine inanılan ve bizimde keramet sahibi olduğuna inandığımız, aynı zamanda ozan ve kam olarak bildiğimiz destanların ilk anlatıcısı Dede Korkut'un ilk olarak aklımıza gelmesi çok normal. Benim favori masalcım ise günümüz çağından bakarsak tabiki de beni masal dünyasından içeri alan Judith Malika Liberman. Onun dışında da birçok masalcı ile tanıştım ve hayran kaldım. (Agnieszka Aysen Kaim, Çiğdem Şimşek...)
Masal anlatmaya nasıl başladınız? Kendinizi nasıl geliştirdiniz? Kendimi bildim bileli masalların içinde yaşıyorum. Okul öncesi dönemimde yakın bulduğum arkadaşlarımı toplayıp onlara o anda hayal ettiğim hikâyeler anlatırdım. Bir parkın içindeki kumlara ince bir sopa ile çizdiğim masal karakterlerini, şimdi masalları anlatırken anımsayıp gülümsemeye başlıyorum. Başlangıç noktamı, toprağa çizmeye başladığım o küçük noktayla tanımlıyorum. Masal anlatımım, küçük bir nokta ve güzel bir toprak kokusuyla başlıyor.
Dinleyicilerden nasıl yorumlar alıyorsunuz? Eminiz ki çocuklar çok mutlu oluyorlardır, bıraktığınız etki de sizi mutlu ediyordur.
Türkiye'de masal anlatıcılığı eğitimiyle de üniversitede tanışarak başladım. Kendimi gittiğim huzurevlerinde, hastanelerde, kütüphanelerde (...) masalları her hissederek anlattığımda geliştirdiğimi düşünüyorum. Bunun yanı sıra da gördüğüm derslerle, okuduğum kitaplarla,
Yetişkinler ile yaptığım masal günlerinde yorumlar genel olarak , ''anı yaşamak' ile ilgili oluyor. Nefes aldıklarını, bir dakika mutlu iken diğer dakikalarda karakterimiz 2
GENCAY adına üzüldüklerini veya daha sonra da heyecanlandıklarını, gerçek hayattan tamamen koptuklarını, bu nedenle ruhlarını biraz olsun dinlendirdiklerini söylüyorlar. Eğer çocuklar ile bir masal günü yaptıysam, sonrasında kocaman sarılmalar bizi bekliyor demektir. İşte o an, belki de nefes aldığımı hissettiğim en hakiki anlardan biri oluyor benim için. Bazen çocukları ile birlikte gelen nadiren karşılaştığım şu yetişkinler, bazı sahnelerde gözüme korku ile bakıyorlar. Masal karakterinin kötü bir olay ile karşılaştığı zaman çocuklarının etkilenebileceği korkusuyla iç dünyalarında kendileri ile savaşıyorlar. Bu nedenle öncelikli olarak anne babaları bilgilendirmek, çocuklarını televizyonlarda korkmaları gereken çizgi filmlerden soyutlamak, müsaade ettikleri şiddet içerikli bilgisayar oyunlarından uzaklaştırmada farkındalık sağlamak gerektiğini düşünüyorum. Küçük bir örnek ile birini kaybettiğimiz zaman bunu çocuklara açıklayamamak ne ile açıklanır diye sormak isterim. Masallardan gerçek hayatı öğrenmenin mümkün olduğunu, korkulacak asıl şeyin, bakmamız gereken geniş pencerelere perde çekildiğinde başladığını da belirtmek isterim. Çocuk dünyayı ve kendini masallar ile kavrar.
Kaynaklarınız nelerdir? Masalları nerelerden nasıl topluyorsunuz? Pertev Naili Boratav'ın değerli eserleri, Hasan Latif Sarıyüce'nin, Tahsin Yücel’in, Tahir Alangu’nun, Eflatun Cem Güney'in (...) eserleri ve derleme yapmaya gittiğim köylerdeki ninelerimizin anlattığı hikâyeler benim için büyük kaynaklardır. Ben şuanda bir masal araştırmacısı değilim fakat gelecek planlarım doğrultusunda gittiğim her yerden (çocuklar ve yetişkinlerin ağzından) en az iki masal paylaşılmasını istiyorum ve not ediyorum. Bunun dışında da gezdiğim ve keşif yapmak istediğim farklı yerlerden muhakkak masallar bulmaya, yöredeki insanların hangi masallarla büyütüldüğünü öğrenmeyi seviyorum.
Masallar; Bazen kederimize bir kaçış, Bazen hayallerimize bir bakış, Bazen de kendimize bir alkış oluyor.
Hiç kendi masalınızı oluşturduğunuz oldu mu? (Nasıl bir duyguydu?) Hikâye yazmaya 10-11 yaşlarımdayken başlamıştım. Her zaman bir hikâye oluşturmaya çalışmak ilgimi çekmişti. Hikâyelerim bu zamana kadar yaptığım masal anlatımlarımdan daha çoktur. 3
GENCAY Bunun duygusunu anlatmaya kelimelerin gücü maalesef yetmiyor. Herkesin yazmaya, anlatmaya ve paylaşmaya ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. İnsanın kendisiyle, hayalleriyle ve sessizliği ile baş başa kaldığı en özel anlardan biri. Dışarıdan sessiz görünen, içerisinin bir karnavala dönüştüğü çok özel bir eylem.
Masallarla kişilerinin ruhu arasında sağlam köprüler vardır. Türk masalları insanın hayatına dokunabilen masallardır diyebilir miyiz? Kesinlikle evet. Bence hayatımıza dokunma kısmını bütün masallar için söyleyebiliriz. Bir toplum nerede doğdu ise masallar da orada var oldu. Daha sonra da dünyanın her yerine uçuştu. Bu da masallarla ve kişilerin ruhu arasında köprü nitelikli bağlar oluşturdu.
Peki, sizi en çok etkileyen masal hangisi oldu? Neden? Beni en çok etkileyen masal (Nardaniye Hanım dışında) Burkina Faso'lu bir arkadaşımın anlattığı ''Ağaç'' masalı oldu. Çünkü bu masalı önce bir toprağın üzerinden almanız ve anlattıktan sonra yerine koymanız gerekiyor. Öğlenleri anlatılması yasak olan, sadece yıldızların altında anlatılması gereken bu masal onlar için çok kutsal. İçeriğini derin düşündüğünüzde de sizi Afrika'ya götürebilecek güce sahip bir masal.
Türk masallarının yarattığı tipler, bu tipler sayesinde sergilenen duygular, değer yargıları, hayata bakış açıları bize göredir. Bizi yansıtan unsurlardır. Bir masalda kendimizi bulabilir, gelenek ve göreneklerimizi, yaşayış şekillerimizi, inançlarımızı bulmamız demek hayatımıza dokunması demektir. Mevlana'nın şu sözünü de ayrıca katmak istiyorum : '' Hani çocuklar masal söylerler, görünüşte saçma şeyler söylerler ya, fakat masallarında nice sırlar, nice öğütler gizlidir...'' Peki ya Türk masalları ve Yabancı menşeili masallar arasında nasıl farklar var desek? Dinleyiciye Türk masallar ve yabancı masalları ayrı ayrı anlatıp tepkileri ölçtüğünüz hiç oldu mu? Yoksa masalların verdiği duygu hep aynı mı? Masallar toplumun doğuşuyla oluşmuş, yaşayış şekilleri ile şekillenmiş kültürel, önemli ve özel hazinelerdir. Kültürel kodların farklılıkları ile de Türk masalları ve yabancı masallarda bu konu karşımıza çıkıyor. Bu soruyu tüm dünyaya anlatmak ve duyurmak istediğim Nardaniye Hanım ile açıklamak ve Pamuk Prenses Yedi 4
GENCAY Cüceler masalı ile de karşılaştırmak isterim. Nardaniye Hanım' da üvey anne ayna ile değil, ay ile konuşuyor. Yedi cüceler yerine Kırk Haramiler karşımıza çıkıyor. Elma ile zehirlenmiyor da bir sakız ile zehirleniyor. Türk masallarında bize özgü tiplemeleri Keloğlanlar, İbişler, Köseler, Safoğlanlar, elinden hem iyilik hem de kötülük gelen bacılar bize kendimizi bulmamızda yardımcı olup, yabancı masallardan ayırıyor. Türk masallarındaki dili, masal analarının ve babalarının anlattığı sayısız deyimlerle ve söz kalıplarıyla ve söz oyunlarıyla süslemesi de büyük farklılıklar oluşturuyor. Ben bu konuda genelde herkesçe bilinen ünlü yabancı bir masala çok benzettiğimiz Türk masalını anlattıktan sonra düşüncelerini öğrenmek istiyorum. Bendeki tepki ölçmek değil, kendi geçmişimizden gelen bu önemli hazineyi aktarabilir miyiz, yaşatabilir miyiz bunun merakı oluyor. Çok benzeyen ama kültürel kodlarda farklılıklar olan masallarda duyguların aynı yaşandığını sanmıyorum. Mesela beni, Pamuk Prenses'ten çok Nardaniye Hanım daha ayrı etkiliyor.
karşımıza çıkan kadınların bunun gibi güçlü birçok yanlarının çıktığını belirtmek isterim. Ayrıca unutmayalım ki, kadınlar oldukça özel ve nadir bulabileceğiniz büyülü güller gibidir. Annelerimizi anımsayarak, dünyadaki bütün kadınlara içi masal kokulu sevgileri, saygı ile birlikte bütün erkeklerin ellerinden gökyüzüne gönderiyorum... Masal anlatımı boyunca dinleyicilerle alakalı aklınızda kalan güzel bir anınız var mı? Benim için biraz özel bir soru oldu. Sadece şunu belirtmek istiyorum. Küçük bir kız çocuğunun yaşadığı zorluklar nedeni ile masalına şu cümle ile başlaması: ''Burası hastalıkların olmadığı bir ülke imiş...'' beni çok etkilemişti. En özel ve güzel masal günümdü diyebilirim. Masalların gücü, umudu ve masumluğu adına gururlandığımız alkışlar, bizim hayata tutunma gücümüze gelmişti. Dinleyiciler sizi öncellikle Ankara Somut olmayan kültürel miras müzesinde dinlediler. Bu müzemizdeki diğer faaliyetlerden de bahsedebilir misiniz?
Dergimizin bu sayısını ‘Kadın Özel Sayısı’ olarak çıkaracağız Nasıldır Türk masal kadını?
Müze gezisine dilerseniz bir bilmece sepetinden soru çekerek başlayabilirsiniz. Gezi sonunda müze içinde bulduğunuz cevaplarınızı güler yüzlü ekibimiz bekliyor olacak...
Balık Kız Masalı ile de bu soruyu kısa bir örnekle açıklamak istiyorum. Kadına göz koymuş olan bir padişahı, ailesine ve kendisine tehdit oluşturmaması için, yani ''ailenin güvenliğini koruyan bu kadın'' , balıkçı olan kocasına akıl vererek padişah karşısında onu korur. Bu noktada aile bütünlüğünü koruyan bir kadın tabi ki de takdire şayandır. Nice Türk masalında da 5
GENCAY ardından muhabbet odası, gelin adası, masal odası ve oyun odası karşılayacak. Gizemli tutmak adına sizleri müzemize bekliyoruz. Masal Analarımızdan sihirli masallar, meddahlarımızdan hikâyeler, etkinliklerimizi takip ederseniz gelen Âşıklarımızdan atışmalar, oyuncak yapım atölyesi ve daha sayamayacağım bunun gibi nice sürprizlerimizle sizleri geçmişi yaşamaya ve yaşatmaya gelecek için davet ediyoruz. Benden tavsiye, gelene kadar topaç çevirmeyi öğrenmeyi de ihmal etmeyin...
İlk olarak Atölye Odası'na giriyorsunuz. Bu oda, kuklalarımızın sizi heyecanla karşıladığı, hayal oyununun sizlere alkış tutturduğu, deyimlerin kendini göstermeye can attığı, gizemli odaların başlangıcı. Daha sonra ebru sanatı ile yakından tanışacak, dilerseniz deneyerek kendinize de bir hatıra bırakacaksınız. Üst kata çıktığınızda ise sizi ilk olarak mutfak,
Son olarak neler söylemek istersiniz? Herkesin bir masalı olduğuna inanıyorum. Belki başlamış, keşfedilmeyi bekliyor. Belki de daha hiç başlamamış...
6
GENCAY
SİYASET YARIŞMASI: CİNSİYET Burçin ÖNER tartışmalar kadın erkek arasındaki ilişkinin kökenlerini aydınlatmak konusunda faydalı olmakla birlikte, kadın erkek eşitsizliği ve kadın ezilmişliği, zamana ve mekâna göre değişiklik göstererek varlığını sürdürmüştür.”2
GİRİŞ: Modernitenin ve çağdaşlaşmanın bir tezahürü olarak kadın ve erkek eşitliği hem demokratik kurallar hem de insan hakları çerçevesinde biricik kural olarak göze çarpmaktadır. “Ancak görünen o ki yalnızca ülkemiz açısından yapılan bir değerlendirmede değil sosyal eşitlik, demokrasi ve insan hakları temelinde gelişmişliğin zirve hâlini gözlemleyebildiğimiz ülkelerde dahi kadının belli mekanizmalarda erkek ile eşit olarak temsil edilmediğini gözlemlemekteyiz.”1 Bunun bir sonucu olarak söylenebilir ki bu temsil edilememenin sebebi, toplumların kadın ve erkeğe yükledikleri cinsiyet kalıplarının yanında toplumda kadının erkekten daha düşük bir statüye sahip olması ile erkek lehine siyasal iktidar ilişkilerinin benimsenmiş olmasıdır.
Kadın veya erkek olmanın biyolojik özellikler dışında toplumsal özellikleri de bulunmaktadır. Her toplum, kadına ve erkeğe belli toplumsal cinsiyet rolleri yüklemiş ve onlardan bu rollere uygun davranışlarda bulunmalarını beklemiştir. Bu noktada çoğu kez kadın, özel/mahrem alana ait bir varlık olarak nitelendirilirken erkeğe bağımsız, yöneten bir nitelik yüklenmiştir. Bu da kadının kamu alanlarında erkekten daha geride olmalarına sebep olmuştur. Erkek egemenliğin en yoğun olduğu alan ise siyaset sahnesidir. Çünkü siyaset, iktidarın, gücün en yoğun olarak temsil edildiği alandır ve erkek de kendini bu alanda ispatlamak ihtiyacı içindedir.
“Kadın erkek arasındaki eşitsiz ilişki, ilkel toplumlardan günümüze dek toplumsal olaylar içerisinde farklı formlar alarak bugüne kadar ulaşmıştır. Kadın erkek ilişkisinin kökenleri ile ilgili düşüncelerden birincisi, özel mülkiyet, tarım, hayvanlarının evcilleştirilmesi ve yerleşik hayata geçmeden önceki ilkel toplumlarda anasoylu bir toplum yapısı olduğu ve bu gelişmelerin ardından kadınların toplumsal statülerinin gerileyip anasoylu yapının ataerkilliğe doğru evrildiği şeklindedir. İkinci görüş ise, anasoylu toplum yapısının bile ataerkil olduğu ve kadın hâkimiyetinin hiçbir zaman var olmadığı yönündedir. Bu
Bu yazıda, genel manada siyasetteki varlığına değinilecekse de özelde Türk tarihi boyunca kadının siyasetteki yeri ve günümüz Türkiye’sinde kadın ve siyaset algısı incelenecektir. KADININ SİYASİ YAŞAMDAKİ YERİ: "Dünyayı kadınlar yönetiyor olsaydı hiç savaş yaşanmazdı ancak 28 günde bir derin müzakereler yaşanırdı." Robin Williams
7
GENCAY Çağlar ötesinden itibaren kadın, uygarlıktan uygarlığa farklı konumlarda değerlendirilmiştir. Bu konumlama gerek inanç, gerek kültür ve gerekse yaşam tarzı gibi konuların etrafında şekillenerek değişkenlik göstermiştir. Bu da kadının aile ve kamusal alandaki sınırlarında belirleyici olmuştur.
sebeplerle ve ekseriyetle de Türk Devletleri’nde kadına verilen değerin varlığından ve öneminden bahsedilebilir. (Türk Devleti’nde kadının siyasi alandaki rolü ayrıca ele alınacaktır.) Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ve Fransız İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nde geçen “aydınlanma felsefesi”nin tezahürü olan “insan ve insan aklı her şeyin üzerindedir.” Görüşü, her ne kadar insan ifadesini kullanmış olsa da temelinde insanı erkek ve erkek aklı ile eşdeğer tutmaktadır. Çünkü kadın ancak aile içinde kendisine bir yer bulabiliyorken; erkek kamusal alanda varlığını ispatlamıştır. Bu sebeplerden dolayı kadınlar, siyasal hayatta söz sahibi olma ile ilgili hak arayışları içine girmişlerdir. Bu konuda belli zaman noktalarında çeşitli mücadeleler vermişlerdir. Özellikle Fransız İhtilali’nin bir sonucu olarak kadınlar bu sahada büyük mücadeleler vermiştir. “18, 19 ve 20. Yüzyıllarda bu mücadeleler oy hakkı mücadelesi boyutuna kadar taşınmıştır. Hatta bu arayışlar çerçevesinde çeşitli sebeplerle Olympe de Gouges, Susan Anthony ve Mary Wollstonecraft gibi kadın hareketi temsilcileri suçlamalara, tutuklamalara hatta idamlara maruz kalmıştırlar.”5
Bütün bunlarla birlikte temelde genel manada aynı olan bir şey var ki o da kadının hemen hemen tüm toplumlarda geçmişten günümüze hep ikinci planda olması ve daha da kötüsü ona bir meta olarak bakılıp herhangi bir değer verilmemesi olmuştur. Örneğin; tarihi kökleri çok çok eskilere dayanan ve Türkler’in de en eski komşularından biri olan Çin, önceleri ana egemen bir toplum olsa da bu algı sonraları ataerkilleşmiştir. Bu da kadını ötelemiş hatta ve hatta paspasın altına sürüklenen toz parçası haline getirmiştir. “Öyle ki kız çocuklarına isim verilmez; “bir, iki, üç…” gibi lakaplar takılır olmuştur. Kadın kocasının kölesi haline getirilmiş, çocuklarının ve kocasının hizmetçisi konumundan yukarı bir statüye kavuşamamıştır.”3 Aynı şekilde İran medeniyeti incelenecek olursa benzer durumları orada da görmek mümkündür. “Med ve Persler döneminde bu aşağılama psikolojisi ensest ilişkilere kadar varabilmektedir.”4 Yine Hint kültüründe, Yunan uygarlığında, İslam öncesi Arap toplumunda ve Roma Devleti’nde de aynı sıkıntılar gözlemlenebilmektedir. Kadının bırakın politik hayatta söz sahibi olmasını mahremiyet çerçevesinde bile ona değer verilmemiştir. Nispeten Moğol Devleti’nde anne merkezli bir karaktere sahip olması, siyasi işlerde kadınların öğüt vermesi gibi
Fransız Devrimi ile başlayan kadın mücadelesi bir başlangıç olmuş ve zamanla bütün bir Avrupa’ya yayılmıştır. Örneğin; İngiltere’de Mary Wollstonecraft, Harriet Taylor, John Stuart Mill, Emmeline Pankhurst ve kızları, Amerika’da Elizabeth Cady Stanton, Frederick Douglass, Susan Anthony, Sarah Grimke kadın hakları savunucularının önde gelenlerindedir. “Vindication of the Rights of Women”, “The Enfranchisement of Women” ve “The 8
GENCAY Subjection of Women” gibi belgeler, Toplumsal ve Siyasal Kadınlar Birliği’nin kurulması, düzenlenen mitingler gibi girişimler verilen “feminist” mücadelenin belli başlı örneklerindendir.
kadının ruhanî bir varlık olarak tasvir edilmesi gibi örnekler yukarıdaki tezi destekler niteliktedir. “Benzer şekilde kadının İslam öncesi Türk tarihi için önemi Dede Korkut hikâyelerinde de görülmektedir.”7 Aileye önem atfeden Türkler’in kadını konumlandırması da Dede Korkut hikâyelerinde gördüğümüz gibi evin direği, eş, anne, kahraman savaşçı gibi şekillenmektedir. Çok sağlam bir durumda bulunan ailede, “Ana hakkı Tanrı Hakkıdır”. Bunu, “Bamsı Beyrek” hikâyesindeki “Banı Çiçek”8, Manas Destanı’ndaki “Kanıkey”9 ile ispatlayabilmekteyiz. Dolayısıyla ataerkil bir yapıya sahip olunmasına rağmen Türkler’de kadına, her zaman erkeğin yanında olması hatta erkeğin ilham kaynağı olarak görülmesi nedeniyle ayrıca önem verilmiştir.
Toparlayacak olursak; tarihi süreç açısından bakıldığında kadın hareketlerini “birinci dalga kadın hareketleri” ve “ikinci dalga kadın hareketleri” olarak ayırabiliriz. 19.ve 20. Yüzyılı kapsayan birinci dalga feminist akımda daha ziyade kadının sosyal ve siyasal hak arayışlarına yönelik mücadelelerde bulunduğunu görürüz. İkinci dalga feminist akımı temel alan 1960’lardan sonrası dönemde artık kadın kendini özel ve genel tüm alanlarda ispatlama çabasına girmiştir ve ekseriyetle ataerkillik ve özel (çalışma) alanlar(ın)da bir mücadele içine girmiştir. TÜRK TARİHİNDE YAŞAMDAKİ YERİ:
KADININ
SİYASİ
Türk toplumunda hukuki ve ailevi açıdan kadının bulunduğu konumun göz ardı edilemez bir statüde olması, onu siyaset sahnesinde de erkek ile hemen hemen eşdeğer pozisyona getirmiştir. Hükümdarlık vekâletine sahip olmaları, yönetici olmaları, buyruk verme hakkına sahip olmaları, devlet meclisine katılabilme yetkisine sahip olmaları, diplomatik görevler üstlenmeleri, emirnamelerde hakanla beraber “hatun” sıfatının da kullanılma mecburiyetinin oluşu, elçileri kabul yetkisi olması, savaş meclislerine dâhil olma yetkisi bu savı destekleyen örneklerdir.
1.İslam Öncesi Dönemde Kadın: “Türk kadınlarının en büyük süsü, Türk olmalarıdır.” Lady Mary Wortley Montagu Tarih boyunca devlet kurma noktasında ilahi bir yeteneği olan Türkler’de kadına verilen değer çağdaşları ile birlikte değerlendirildiğinde karşılaştırılamayacak kadar farklıdır. Türk kadının siyasi, hukuki ve ailevi açıdan sahip olduğu haklara diğer toplumlarda neredeyse hiç rastlanılmamaktadır. Bunun sebeplerinden biri olarak Türk mitolojisinde ve tarihinde kadına ilahi bir konum verilmesi gösterilebilir. Yaradılış Destanı’nda6 kadının kâinatın varlık sebebi olarak gösterilmesi, erkeğin insanî;
Türk Milleti, geniş coğrafyalara yayılmasının bir sonucu olarak farklı kültürel ve dini inançlara sahip olan toplumlarla kaynaşması sayesinde belli etkileşimler yaşamış ve geleneksel kadın tavrında bazı değişmeler olması da 9
GENCAY kaçınılmaz hâle gelmiştir. Ancak, eski Türk devletlerinde gördüğümüz “hatun” sıfatı ve siyasi hakları büyük oranda korunmuştur.
gösteren seviyelerde kendilerine aktif olarak yer bulmuşlardır. Kadının sarayda ve devlet işlerinde önemli rollerde olduğu Nizamülmülk’ün Siyasetname’sinde de açıkça görülmektedir. Örneğin; Selçuklu Hâtunları’nın emirlerinde bir dîvan bulunmaktadır.”15 Sadece İslam öncesi Türk devletlerinden farklı olarak hatunların kendi idarelerine verilen ikta bölgelerine sahip olmalarına rağmen devlet toplantılarına katılmadığı görülmektedir. Bu anlayış Türk devletlerinde kadının siyasal haklarının çeşitli sebeplerle gerileme gösterdiğine kanıt olarak sunulabilmektedir.
2.İslam Sonrası Dönemde Kadın: "Kadın; bilmeyene 'nefs', bilene 'nefes'tir." Şems-i Tebrizi Yukarıda da belirttiğimiz gibi Türkler’in çeşitli toplumlarla etkileşimi olmuş olmasına rağmen Türk kadınına verdiği değer ve haklar büyük oranda korunmuştur. “Yine İslamiyet’in kabulü ile birlikte kadınların haklarında bir takım değişiklikler olmakla beraber bazı Türkİslam devletlerinde kadınların en yüksek mevki olan hükümdarlık makamına kadar yükselebildiklerini de görmekteyiz.”10
Bunun haricinde hatunların siyasi ve yönetim alanındaki rollerini şöyle bölüştürebiliriz: A.DEVLETİN İÇ İŞLERİNE ETKİLERİ
Harzemşâh Muhammed’in annesi Türkân (Terken)11 Hatun’u Divân-ı Mezâlim12 Başkanlığında, Hindistan’da Ekber Şah’ın sütninesi Mahım Enege’yi başvezir’in yerine yönetimde görmekteyiz.13 Ayrıca Delhi Müslüman Türk Devleti’nde Sultan Râziyye, Mısır’da Sultan Şecerüddür, Kirman Kutluk Devleti’nde Türkân Hâtun’u ve daha başka örnekleri hükümdarlık makamında görebiliyoruz.14 a.Büyük Selçuklu Devletinde Kadınların Siyasî Alanındaki Rolleri:
I. Selçuklu Veliaht Seçiminde II. Vezir Tayininde ve Sultan-Vezir İlişkilerinde III. Emirnâme ve Fermân Çıkartma Yetkilerinde IV. İdarî Tasarruflarda V. İç İsyanlarda B.DEVLETİN ETKİLERİ I. II.
DIŞ
İLİŞKİLERİNE
Halife Seçiminde Diğer Hanedanlarla Siyasî Evliliklerde a) Halifelerle Evliliklerinde veya Halifelerin Kızlarıyla Sultanların Evliliğinde b) Diğer Komşu Hanedanlarla Evliliklerde c) Hanedan Dışı Evliliklerde Kendi Soyları ile İlişkilerde III. Vassal Devletlerle İlişkilerde IV. Elçilik Konumunda
“Bir uygarlığın seviyesini ölçmek isterseniz, derhal kadının hayat şartlarına bakın.” Stuart Mill “Büyük Selçuklu Devleti’nde de kadın; siyasi, idari ve askeri yaşamda karakteristik özelliklerindeki baskınlığın var olup olmamasına göre değişkenlik 10
GENCAY Sonuç itibariyle Büyük Selçuklu Devleti’nde devletin belli noktalarında kültürün ve devlet yapısının kendilerine sunmuş olduğu yetki ve imkânlardan güç alarak Türk kadınının siyaset sahnesinde varlık göstermiş olduğunu görülmektedir.
kendini hissettirmeye başlamıştır. Böyle olduğu halde Tanzimat Fermanı’nın metni incelenirse “kadınlar” için özel bir kayıt yoktur. Fakat Tanzimat’ın ülkede yaşanlara getirdiği yenilik ve ‘batılılaşma’ anlayışından dolayı kadınların yaşayış statüsüne etki yaptığı görülmektedir.”16 Devamında kurulan cemiyetler, milli mücadele döneminde üstlendiği roller de göz önüne alınırsa kadının kaybettiği haklar yavaş yavaş geri kazanılmaya başlanmıştır.
b.Osmanlı Devleti’nde Kadınların Siyasî Alandaki Rolleri: "Kadınların siyasal güçleri yoktur sözde; oysa akıllı kadınlar, aptal kocalarını hiç güçlük çekmeden parlamentoya sokar, hatta bakan koltuklarına oturturlar."
Bütün bunlara rağmen Osmanlı Devleti’nde Hürrem Sultan, Kösem Valide Sultan ve Turhan Valide Sultan gibi yetkin ve güçlü kadınlar siyaset sahnesinde ön plana çıkmıştır. Özellikle bunlar içinde Osmanlı’nın zirve yıllarını yaşadığı Kanunî Sultan Süleyman devrine tesir eden Hürrem Sultan’ın sadece kendisi değil, bu hâtunun vefatından sonra Kanunî’nin, Hürrem’den olan kızı Mihrimah Sultan’a yaptığı birçok işte fikir danıştığı bilinmektedir. Osmanlı tarih araştırmacılarının birçoğu kadınların devlet işlerine karıştığı ve “Kadınlar Saltanatı” olarak değerlendirilen bu dönemleri, devletin duraklama ve gerileme nedenlerinden biri olarak göstermiş ve kabul etmişlerdir.
Bernard Shaw Yukarıda bahsi geçen geleneğin Anadolu Selçuklu Devleti ve Osmanlı İmparatorluğu’nda da devam ettiğini yer yer görmekteyiz. Osmanlı Devleti’nin kuruluş aşamasında tıpkı geleneğinde olduğu gibi kadını her alanda görmek mümkündür. Ancak şu bir gerçektir ki devlet, imparatorluk seviyesine çıkarken; kadın da haklar bakımından gerileme göstermiştir. Bunu üç kıta ve yedi denize hâkim olan bir imparatorluğun farklı kültürlerle etkileşiminin bir sonucu olarak betimleyebiliriz. Giderek zayıflayan kadınerkek eşitliği, önceleri kadının toplum içinde üstlendiği sosyal rollerin elinden alınmasına, sonraları da kadının iyice ayrı bir grup haline gelmesine kadar varmıştır. Arap ve Bizans kültürünün etkisi ile “harem” algısı saraya dâhil olmuştur. Bunun yanında “haremlik”-“selamlık” ikiliği baş göstermiştir.
Osmanlı Dönemi, Türk tarihinde 6 asırdan fazla yer tutan ve sayısız olumlu/olumsuz gelişmeye sahip bir dönem olması hasebiyle kadının siyasetteki rolünü de derinlemesine incelemek gerekir. Kaldı ki böyle bir incelemede her ne kadar kadının özellikle de eğitim ve sosyal hayat bakımından değer kaybına şahit olunsa da esasen örnek örnek incelemeye başlandığında siyaset sahnesinde hatırı sayılır rol üstlendiğini gözlemek mümkün
“Avrupa’da Fransız Devrimi ile ortaya çıkan “kadın” mücadelesinin etkileri Osmanlı’da Tanzimat Dönemi’ne doğru 11
GENCAY olacaktır kanaatini taşımaktayız. Lakin satırlarımızın sınırlı olması nedeniyle bunu başka bir mütalaanın konusu olarak görmekte ve konuyu uzmanlarına bırakmak haddindeyiz.
Fırkası’nın kuruluşuna izin verilmemiştir. Bunun üzerine fırkanın mensubu bayanlar, Türk Kadınlar Birliği çatısı altında toplanmayı kabul etmişlerdir. 1927 yılına kadar kadın hak arayışındaki çeşitli faaliyetlerini bazı iç çatışmalarına rağmen sürdüren birlik, 1927 ve 1931 seçimlerinde kadınların siyasal hakları ile ilgili çalışmalarda, girişimlerde bulunsa da tam anlamıyla başarı elde edememiştir. Bu konuda Atatürk’ün tek parti diktatörlüğü suçlamasının önüne geçip demokratik tavır sergileme isteği olması ve gelecekte de benzer bir anlayışa ihtiyaç duyulması durumları göz önüne alınması gibi çeşitli spekülatif yorumlamalar olmakla birlikte nihayet, Türk kadını 1930’da yerel, 1934’te ise genel seçimlerde seçme ve seçilme hakkını elde ederek 1935 seçimlerinde meclise %4,5’lik kadın oranıyla on sekiz kadın milletvekilinin girmesiyle siyasal haklarına yasal anlamda kavuşmuş oldu. Bunlara rağmen gerek siyasi partilerin içindeki kadın varlığının, erkek varlığının olma prosedürüne göre farklılık göstermesinden gerekse kadın vekil sayısına kısıtlama getirilmesinden dolayı esasen kazanılan hakkın tam bir entegrasyon içinde olmadığı da anlaşılmaktadır.
c.Cumhuriyet Döneminde Kadınların Siyasi Alandaki Rolleri: “Kadınlar bütün dünyada ikinci sınıf yaratık olarak görülürler ama dünyayı bir arada tutanlar da onlardır.” PAM BROWN Türk kadınının sosyal ve siyasi manada kendisine yer bulma ve eşitlik mücadelesi Mustafa Kemal Atatürk’ün bu konuya verdiği önemle eş değer olarak Türkiye Cumhuriyeti’nde de devam etmiştir. “Özellikle Milli Mücadele Dönemi’ndeki işgal kuvvetlerine karşı düzenledikleri protestolar, mitingler vs. ile kadınlar politik anlamda da kendilerine kitlesel bir varlık sahası bulabilmişlerdir.” 17 Bu tür tavır hareketleri ve batı merkezli kadın hak arayışları, Türk kadınında da politik bilincin gelişmesine yol açarak yeni kurulan Cumhuriyet’te de benzer arayışlara sebep olmuştur. Kadın haklarına yönelik ilk önemli gelişmenin 1926 yılında medeni kanunun kabul edilmesiyle birlikte toplumsal hayatta kadının önünü açmaya yönelik büyük bir adım atılmış olsa da kadınlar siyasal haklardan yoksun konumda olmaya devam etmişlerdir. Bununla birlikte Cumhuriyet Dönemi’nde, Kadınlar Halk Fırkası ve Türk Kadınlar Birliği, Türkiye’de kadınların siyasal hak mücadelesinde önemli rollere sahip kuruluşlar olmuştur. Ancak çeşitli sebepler öne sürülerek Kadınlar Halk
Burada tek eleştirinin mevcut erkek egemen siyasal düzene yapılması da yeterli görülmemektedir. Çünkü birinci dalga feminist hareketi denilen sosyal hak arayışından elde edilen başarılardan sonra batılı devletlerde de Türk kadınlarında da bir rahatlama evresine geçildiği, siyasal hak arayışlarının uzun zaman sonra gündeme getirildiği görüşleri mevcuttur.
12
GENCAY “1960-1980 yılları arasında kadın hareketlerinin yönlendiricisinin sol mekanizmalar olduğunu gözlemekteyiz. Kadınların, yasalarda var olduğu iddia edilen eşitliğe karşın eşitsiz bir cins olduğu bilinci ilk olarak bu dönemde, “gelir ve fırsat eşitsizliği”, “sömürü” kavramları üzerinden dile getirilmeye başlanmıştır. Kadınlar bu dönemde Marksist feminist bir yaklaşımla sol, sosyalist yayın ve derneklerde faaliyet göstermeye başlamış, toplumsal adaletsizliğe karşı sesini duyurmaya çalışmıştır.”18
kazanmıştır. Üniversitelerde kadın kürsülerinin kurulması, devlet kurumlarında kadın komisyonlarının, danışma kurullarının oluşturulması, Medeni Kanun’daki iyileştirmeler, dernek/vakıf/siyasi partilerde kadın duyarlılığının nispeten arttırılması bu teşkilatlanmaların çalışmalarının sonuçlarından birkaçı olarak ele alınabilir. “Temsil sorunu ve kadın-siyaset ilişkisi düşünüldüğünde Ka-Der (Kadın Adayları Destekleme ve Eğitme Derneği), bu konuya dikkati çeken en önemli sivil toplum kuruluşlarından birisi olmuştur. Ka-Der’e göre (http://www.ka-der.org.tr Erişim: Haziran 2010) toplumun yarısı karar alma organlarından dışlanıyorsa, o ülkedeki demokrasi erkek ve eksik bir demokrasidir. Erkekler siyasi karar organlarında kadınları temsil edemez, çünkü sorunları, çıkarları ve öncelikleri farklıdır. Kadınların eşit temsili, kadın sorunlarına karşı kadın bakış açısını da beraberinde getirmektedir. Bu durum hem kadın sorunlarının çözümü için gereklidir hem de doğru ve sağlıklı politikalar üretebilmeyi sağlamaktadır. Bu sebeple Ka-Der, misyonunu, kadınların seçimle ve atamayla gelinen tüm karar verme mekanizmalarında eşit temsilini sağlamak olarak belirlemiştir. Bu misyon doğrultusunda kadınların politikaya katılımını engelleyen ekonomik, sosyal, kültürel ve yasal engellerin ortadan kaldırılması için lobi, savunu, kampanya, örgütlenme, eğitim çalışmaları yapmaktadır. Faaliyetler, politik yaşamda yer alan tüm partili ve partisiz kadınları kapsamakta, onların adaylığı teşvik edilmektedir. Ayrıca, siyasi partilerde yer alan kadınlarla kadın sorunları ve
“Dünyada 1960’lardan sonra ortaya çıkan ikinci dalga feminist hareket, Türkiye’de ancak 1980’lerden sonra görülmeye başlanmıştır. İlk defa bu dönemde kadının, kadın olmaktan kaynaklanan sorunları olduğu, bunları aşabilmek için var olan siyasi ideolojilerden ayrı, bağımsız bir kadın hareketinin gerekliliği, toplumsal cinsiyete ilişkin varoluş problemleri, farklılıkların ve feminizmin toplumsal bir proje olarak tartışılmaya başlandığı görülmektedir. Özetle, “kişisel olan politiktir” sloganıyla kadınlar yeni bir hareketin başlangıcını oluşturmaya başlamışlardır.”19 Bu noktada Arat’ın 1980 sonrası kadın hareketi ve Kemalizm’in feminist eleştirisi önemli bir örnek niteliği taşımaktadır. 90’lı yıllarda siyasetin kutuplaşmış uçlarının tartışmalı olması durumu saklı kalmak koşuluyla törpülenmiş(!) olması, kadın hareketlerinde de kendini gösterdi. 80 döneminin militarist duruşundan sıyrılan kadın hareketleri daha aktivist bir duruşa doğru evrildiler. Ayrıca kadın hareketleri üç büyük şehir sınırından taşıp tüm Türkiye’de farkındalık kazanarak örgütlenmiş ve kurumsal kimlikler 13
GENCAY politikaları konusunda iş ve güç birliğinin geliştirilmeye çalışılıp onlarında kadın hareketine eklemlenmeleri amaçlanmaktadır.”20
de önemli başka bir gündem olarak ele alınması gerektiği görülmektedir. Türkiye’de ister sağ cenahtan ister sol cenahtan olsun siyasi partiler için kadınlar, ya hak arayışlarını teorik olarak desteklediklerini belirten soyut ifadelerin yer aldığı propaganda aracı olarak görülmekte ya da partinin üst kademelerine alınan yönetici kadınlar ile “ağızlara birer parmak bal çalma” metodu uygulanmıştır. Kadın kolları denilen olgu ise seçim zamanlarında broşür dağıtmanın, kermes düzenlemenin ve mitinglerde ön saflarda yer tutmanın ötesine geçememiştir ne yazık ki…
SONUÇ: "Yeryüzünde gördüğümüz her şey, kadının eseridir." Mustafa Kemal Atatürk İnsan hakları ve demokrasi açısından düşünüldüğünde kadın ve erkek arasındaki biyolojik fark tarihten bu yana hayatın her alanına yansıtılmış bu da erkeğin doğasından kaynaklanan “güçlü” oluşu, onun kendisini sosyal, hukuki ve siyasal değerler bakımından kadından üstün görmesine sebep olmuştur. Bu eşitsizliğin en net görüldüğü alanlardan birisi de siyaset sahnesi olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bu anlamda siyasal katılımı sağlamak için tabir-i caizse gaz alıcı teorik yaklaşımlarla bu konuya sahte bir eğilim göstermektense somut çözüm önerileri sunmakta fayda vardır. Bunlar;
Günümüzde bu tür konularda yapılan araştırmalar göstermektedir ki kadının temsil edilememe ve siyasal haklarını yeterince elde edememe sorunun temelinde; toplumun ataerkil yapısındaki kırılamayan tabular, siyasetin ‘erkek işi/alanı’ olduğu algısı olduğu kadar; kadının bu konudaki ilgisizlikleri ve (kişisel) yetersizlikleri de etkenler arasında yerini almaktadır.
i. Kadını mecliste ve siyasi partilerde temsil etme konusunun kadının günlük yaşamından ayrı düşünmemek gerektiği gerçeğidir. Bu anlamda en büyük görev yine kadınlara düşmektedir. Kadının haklarının en canlı savunucusu yine kadınlar olmalıdır. Bu arayış tam bir eşitlik sağlanana ve bu eşitlik tarihin ilerleyişiyle birlikte doğal bir eş-evrimleşme oluşana, tabii ki yetiler ve yetkinlikler göz ardı edilmeden, kadar devam etmelidir.
Bir ülkenin siyasal sistemi, siyasi partileri ve partilerin içyapıları demokratik ve çağdaş toplumlarda çoğunluğu temsil ediyor olmaları ve bir anlamda toplumun elit yansıması olmaları hasebiyle büyük önem taşımaktadır. Dolayısıyla kadının toplumun yarısını teşkil ettiği varsayımı üzerinden bakıldığında siyasi partilerin kadın temsilcilerinin nitelik ve nicelikleri
ii. Kadınların haklarını söz yerindeyse “göze sokar gibi” değil yaşamın doğal dengesine uygun hale getirerek yapmaları gerekmektedir. Örneğin kadın milletvekilleri mecliste sadece kadınların hak arayışları, ezilmişlikleri vs. konularda değil; kendi uzmanlıklarında (ekonomi, 14
GENCAY uluslararası ilişkiler, sosyoloji, bilim, kültür, sanat vb.) da çalışmalar yürütmelidirler.
genetiğine de hakaret etmek demektir ve hiçbir kadın tarafından kabul edilmemelidir.
iii. Anayasa, siyasi partiler ve yerel yönetimler yasalarında kadının siyasetteki yerini arttırmak için ciddi çalışmalar yapılmalıdır.
KAYNAKÇA 1.Koray, M. (1998). Türkiye’nin siyasetinde ve geleceğinde “kadın damgası” olabilir mi?. Der: Z. Göğüş. Kadınlar Olmadan Asla. (s.209-221). İstanbul: Sabah Kitapçılık.
iv. Kadın dayanışması siyaset için de önemli olduğu gerçeği göz ardı edilmemekle birlikte eski-yeni sentezlemesi yapılarak tecrübeler, arkadan gelen yeni nesle bahsi geçen konu üzerinden aktarılmalıdır. Bu noktada Cumhuriyet’in temellerini sarsmamak kaydıyla parti ayrımı yapmadan bir dayanışma felsefesi oluşturulmalıdır.
2.Türk, P. (2010). Kadın ve Siyaset İlişkisi Üzerine Sosyolojik Bir Araştırma: Bursa’da AKP ve CHP Kadın Kolları, Yüksek Lisans Tezi, Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Eskişehir. 3.SOYKAN, T. Tankut. (1999). Osmanlı İmparatorluğu’nda Gayrimüslimler, Ütopya Kitabevi, İstanbul. 4.Konya Şer’iye Sicilleri Muharrem 1089)
Şeklinde bir özet sıralama yapılabilir.
24
/
43-2
(Gurre-i
5.Tekeli, Ş. (1982). Kadınlar ve siyasal toplumsal hayat. İstanbul: Birikim Yayınları.
Bütün bunlarla birlikte bazı kadın derneklerinin bu konu üzerindeki çalışmalarından elde ettikleri sonuçlara göre yaptıkları yorumlar arasında, YSK’nın kadınların seçilebilecekleri yerden aday gösterilmelerini sağlayacak yasal düzenlemeler yapması ve “kadına yönelik pozitif ayrımcılık” mantığı ile cinsiyet kotası getirilmesi gibi yaklaşımlar, kadınların hak arayışlarını bizce sekteye uğratacak türdendir. Kadının yetenekleri, eğitim düzeyi, siyasal tecrübeleri göz önüne alınmadan tepeden inme olarak yapılacak bir düzenleme zaten sorunlu olan parlemento düzenini olumsuz manada bir kat daha etkileyebilir. Ayrıca “kadına pozitif ayrıcalık” istemek, aslında kadının erkek egemenliğini kabul etmesi bakımından manidardır. Eşitlikçi değerler üzerinden savunu yaparken fiili boyutla eşitlik içermeyen bir yöntem önerisinde bulunmak asırlardır verilen mücadelenin
6.Yaradılış destanları Altay Türkleri’ne ait efsanelerdir. Bu destanlar Maniheizm, Budizm, Lamaizm hatta Hristiyanlık gibi dinlerin tesirleri altında kalmışlardır. Dünyanın ve insanın yaratılışına dair efsaneleri içermektelerdir. (Daha geniş bilgi için bkz. Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi I, TTK, Ankara 1993, s. 419-493.) 7.ÇANDARLIOĞLU, G. (1966). “Türk Toplumunda Kadın”, Hayat Tarih Mecmuası, sa. IV, Mayıs, s.21-28. 8.GÜNDÜZ, A. (2012).“Tarihî Süreç İçerisinde Türk Toplumunda ve Devletlerinde Kadının Yeri ve Önemi”, The Journal of Academic Social Science Studies International Journal of Social Science,Volume 5 Issue 5, s. 129-148. 9.SEVİNÇ, N. (1980). “Eski Türklerde Kadın ve Aile Hukuku”, Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi, sa. 8, s. 17-74. 10.ÇANDARLIOĞLU, G. s.27. 11.Terken ünvanı kelimenin arap harfleriyle Türk adının çoğul hali olan Türkân’a benzemesi dolayısı ile İran kaynaklarında Türkân şeklini almıştır. Eski Türkçe bir unvan olarak Türk kelimesine Farsça
15
GENCAY çoğul eki (-ân) getirilerek “Türkler” anlamında bir kelimenin türetilmesi mümkün görülmemektedir. (Daha fazla bilgi için bkz. Osman Turan “Terken Ünvanı”, Türk Hukuk Tarihi Dergisi, I, 1944; Gülay Öğün Bezer, “Terken”, DİA, XL, s. 509.
16.Kurnaz, Ş. (1996). II. Meşrutiyet Döneminde Türk Kadını, M.E.B. Yayınları, İstanbul. 17.Tekeli, s. 203. 18.Çakır, S. (1995). Türkiye’de feminizmin dünü ve bugünü. Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, cilt: 13. (s.750-756). İstanbul: İletişim Yayınları.
12.Dîvân-ı Mezâlim: Ağır siyasî suçlara bakan mahkemedir. (Bkz: İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli, s. 354).
19.Timisi N. ve Gevrek, M. A. (2009). 1980’ler Türkiyesi’nde feminist hareket: Ankara Çevresi, Der: A. Bora ve A. Günal, 90’larda Türkiye’de feminizm, (3. baskı). (s.13-39). İstanbul: İletişim Yayınları
13.ÜÇOK, B. (2011). İslam Devletlerinde Türk Naibeler ve Kadın Hükümdarlar, Bilge Kültür Sanat. 14.Üçok, s. 53, 77, 113; Çandarlıoğlu, s. 27.
20.Türk, s.47-48.
15.SEVİM, A., MERÇİL, E. (1995). Selçuklu Devletleri Tarihi Siyaset, Teşkilat ve Kültür, TTK.
16
GENCAY
TÜRKİYE’DE FEMİNİZM MÜMKÜN (mü?) Veysel Gökberk MANGA Batılılaşmanın değil, yanlış, kayıtsız şartsız, ne olursa olsun Batılılaşmanın Türkiye’ye yaptığı en ciddi kötülük, verdiği en büyük zarar, insanımızı, kendisiyle ilgili meseleleri düşünürken başka, yabancı bir gözlük takmaya mecbur bırakmasıdır. Her mesele ancak kökleriyle birlikte var olabilir ve insan, kendi köklerini en iyi kendisi bilir. Basit bir ifadeyle kendilik bilinci demek olan tarih, normal şartlarda her milletin öz usûllerini yaratmalı ve insan toplulukları, varlıklarını mânâlandırmak için yalnızca kendilerine âit gözlerle atalarına, dedelerine bakmalıdırlar. Türkçenin en büyük şâiri Yunus, bu durumu daha çok önceden, asırlar evvel, herhâlde hepinizin aklına gelmiş olacağı gibi, veciz bir şekilde anlatmış ve meseleyi kapatmış görünmektedir:
veyâ bâzı ideolojik kaygılarla anlamak istemeyen hoyrat kafalar, milletin maddî ve mânevî değerlerini yeni fethettikleri ülkeleri keşfe çıkan misyonerler misâli, yabancı bir halkın folklor malzemesiymiş gibi incelerler. Bunun için, mezkûr değerlere uygun, Türklerin vücûduna tam oturacak gömlekler biçmek yerine, daha önceden hazırlanarak ellerine tutuşturulmuş kılıfa sığdırmak için minâreyi orasından burasından parçalarlar. Bu arada, “fıtratları” îtibâriyle cumhuriyete ve ideolojisine düşman bâzı gruplar, bu hoyrat kalabalığın yaptıklarını fırsat bilerek dinin, milletin ve vatanın elden gittiği sanrılarıyla ortalığa doluşurlar ve Doğu’nun paslanmış gökleriyle Batı’nın kirlenmiş kulaklarını dolduran rahatsız edici curcuna, böylece başlamış olur. Koskoca Türk Cumhuriyeti, müdâvimler ve muârızların etek çekiştirmeleriyle, bir oraya bir buraya salınarak çalkanır durur.
“İlim ilim bilmektir, İlim kendin bilmektir,
Son iki asırda Türk Entelijansiyası’nın merâk hudutları dâhiline girmiş hiçbir mevzu, bu keyfiyetten hâlî tutulamaz. Deprem, bütün bir fikir hayatını, bir uçtan bir uca sarsar. Bugün bizleri işimizden gücümüzden ederek burada toplayan kadın mevzuı da bahsedilen depremden nasîbini alır.
Sen kendini bilmezsen, Ya nice okumaktır?” Gerçi Yunus’umuz, büyük şâirimiz meseleyi kapatmasına kapatmıştır ama, bu konar-göçer atanın yerleşik torunları, yerleştikleri her devirde olduğu gibi, evvelâ “kendilerine yabancılaşırlar” ve içinden çıktıkları kalabalığa “diğerleri”nin değer hükümleriyle nakışlanmış kıyâfetleri giydirmekte tereddüt göstermezler. Türk İnkılâbı, aslında “kendi içine bakmak” gâyesini güderken, Mustafa Kemal’in yapmak istediğini anlayamayan
Ta en başından, feminist hareketlerin Türkiye’de zuhûr ettiği ilk ândan îtibâren bütün bir Osmanlı ülkesinde bir kadın sorununun olduğu, gökten inme bir hakîkatmişçesine kabûl edilegelir. Meselâ, Kadınlar Dünyâsı Dergisi’nde 30 Mart 17
GENCAY 1918 tarihinde çıkan bir yazıda şöyle denir:
***** Eski çağlara, yâni yazısız zamanlara dâir bilgimizi destanlardan alırız. Destanlar atalarımızın yaşayışını, insanın tabiatın bir parçası olduğu yılları aksettirerek verir. Bulgularımıza göre, tarihin en eski toplumları ataerkil toplumlardır. Destan çağlarının yazıya geçirilişi, anaerkil zamanlarımızın çok sonralarına tesâdüf etse de, onlarda yine de kadının egemen olduğu devirlerin yankılarını bulmak mümkündür. Meselâ, Oğuz Kağan, destana göre yüzü gök, ağzı ateş, gözleri elâ, saçları ve kaşları kara, perilerden güzel bir bebektir. Ayakları öküz ayağı, beli kurt beli, omuzları samur omzu, göğsü ayı göğsüdür. Bugünkü tasavvurumuzla bu ilk atamız, insandan çok, insanın doğada karşılaşıp korktuğu, çekindiği ve gücüne hayran olduğu bâzı hayvanların hâlitası bir canavardır. Fakat bütün hayvanî korkunçluğuna ve perileri kıskandıran güzelliğine rağmen, annesinden süt emmekten kendini alamaz. İnsan, bir milletin atası, bir soyun ilk kaynağı dahi olsa, anne sütüne muhtaçtır demek ki. Fakat Oğuz Kağan, bu tırnak içindeki âcizliğini, doğar doğmaz dillenerek ve ilk sütten sonra çiğ et, çorba ve şarap isteyerek örtmeye çalışır. Kim bilir, belki de ilk atamız, daha anne sütü ağzına değdiği vakit yüzünü ekşitmişti bile. Onun bu hareketini, kendi kendini yapmaya başlayan ataerkil toplumun, eski düzene karşı çıkışı olarak görmek, bilmem doğru olur mu?
“Son zamanlarda Osmanlı kadınlığı can sâhibi olduğunu, var olduğunu gösterdi. Onun her ân iniltiler içinde kopup gelen sadâsını işitiyoruz. ‘Biz varız, uyanıyoruz, kalkacağız, kalkınız, yol gösteriniz’ diyor. Bu hareketi kadınlığın bütün tabakalarında müşâhede ediyoruz. Düşünenler eski hayattan bıktı, düşünemeyenler de bıktı. Artık başka bir hayata girmek ihtiyâcı, hemen kadınlığın her tarafında hissolundu. … Artık iman ettik ki hayatımız iyi bir hayat değildir. Artık kadınlık böyle yaşamayacaktır ve yaşayamaz. Buna katiyen emin olunuz.” Yukarıdaki satırların her zerresinde “Avrupalı” bir “muharrire”nin hezeyânları toplanmış gibidir. Meselâ, daha ilk olarak, ayrıntılı bir düşünmeye ihtiyâç bırakmadan zihnin ufuklarını dolduran şu soru, bir Türk kadınının eline daktilo tutuşturduktan sonra gizlenerek kıs kıs gülen bir oryantalistin önündeki perdeyi düşürecek ve onu, yakalanma korkusuyla tedbirsizlik etmenin şaşkınlığı arasında bocalatacak, boş boş bakmasına neden olacaktır. Sâdece bir soru, “Kadınlığın hangi tabakaları?” sorusu, yukarıdaki yazının maskesini düşürmeye yeter. Ne diyordu muharriremiz: “Bu hareketi kadınlığın bütün tabakalarında müşâhede ediyoruz.” Acabâ Türk toplumunda, biz tarihçilerin bilmediğimiz farklı farklı, tabaka tabaka kadın grupları mı vardır? Kont eşleri, dük eşleri ve işçi eşleri, tarihin bir yerlerinde birbirlerine düşman kesilmişlerken, bu yazının yazıldığı zamanlarda bir aydınlanma devresine mi girmişlerdir; vs… Soruların cevâbı bizce malumdur.
Dede Korkut Kitabı’nda da buna benzer, aynı mücâdeleyi çağrıştırabilecek bir bölüm vardır. On ikinci boyda, yâni Dış Oğuz’un İç Oğuz’a âsî olup Beyrek’in öldüğü hikâyede, Oğuzların başındaki 18
GENCAY hükümdâr olan Salur Kazan’ın dayısı At Ağızlı Aruz, bu isyânı hazırlayan kişidir. Çünkü geleneğin hilâfına olarak, Salur Kazan her zaman yaptığını yapmamış, evini yağmalatmaya Dış Oğuz’u çağırmamıştır. Aruz, Salur Kazan’a baş kaldırır ve durumu beylerine bildirir. Beylerin Aruz’un fikrini makul bulurlar. Bir İç Oğuz Beyi’nin oğlu olan Beyrek, Dış Oğuz’dan Bay Biçen Bey’in kızını almıştır. “Bizden kız almıştır” diye Beyrek’i yanlarına çağırırlar. “Yeme içme arasında Mushaf getirip” onun da Kazan’a âsî olmasını isterler. Ancak Beyrek, “Ben Kazan’dan dönmezem,” der, ayak diretir. Bunun üzerine Aruz, Beyrek’i kılıçlayarak öldürür. Beyrek’in öldüğü haberi Salur Kazan’a varınca, Kazan ordularını toplar, Dış Oğuz’un üzerine varır. Savaşılır. Han, kendi dayısını, Beyrek’in intikâmını almak için, elleriyle öldürmese de kardeşine öldürtür. Böylece hikâyede bir “dayı kaatili” motifi teşekkül eder. Bunu da ataerkilliğin anaerkillikten intikâmı olarak görmek mümkündür.
çıkarmadan, bir çekişme yaşandığını tahmîn edebiliriz.
düzeyinde
Türkçenin en eski iyi inşâ edilmiş metnine, Orhun Âbideleri’ne bakarak Türk toplumunda kadının yerine dâir bir fikir sâhibi olabiliriz. Her ne kadar burada, yapılan savaşlarda, açılan seferlerde kadınların olup olmadığına dâir bir ibâreye rastlamak mümkün değilse de, metindeki bir cümle bize kadının rolü hakkında fikir verebilmektedir: Tanrı, Türk Milleti yitip gitmesin, dünyâyı kendi nizâmına soksun ve kendi istediği gibi yönetsin diye, Türklerin içinden bir kağan ve katunu yükselterek başa koymuş, lider yapmıştır. Burada, yalnız kağandan değil, katundan da bahsediliyor olması, eski toplumlardaki en büyük hak olan yönetim hakkının sâdece erkeklere münhasır olmadığını gösterir. Dede Korkut’ta kadın, toplum hayatının ayrılmaz bir parçası olarak karşımıza çıkar. Zaman bakımından daha yeni olmasına, büyük ihtimâlle Osmanlı zamanında metnin başına bir hitam çizgisi olarak eklenmesine rağmen, daha Mukaddime’de, kadınlarla ilgili bereketli ve aydınlatıcı ayrıntı vardır. “Kız anadan görmeyince öğüt almaz.” yâhut “Oğul kimden olduğunu ana bilir.” gibi kadını yalnızca zikreden birkaç cümleden ziyâde, daha büyük bir öneme sâhip olan yer, Mukaddime’nin son, kadınların nasıl olması ve olmaması gerektiğini anlatan bölümüdür. Önemine binâen, o kısımdan birkaç alıntı yapmak mecburiyeti doğar:
Fakat bütün bunlara bakılarak, genelde Türk, özelde Oğuz toplumunun kafa yapısının ve hayat tarzının anaerkillik karşıtlığı üzerinde yükseldiğini düşünmek yanlış olur. Bu, dünyânın bütün toplumlarının ortak özelliğidir. Yapı evvelâ anaerkil kurulur, sonra bir karşı hareket başlar ve nihâyet eşitlik fikrine ulaşılır. Türklerin bu fikre ulaşmaları başkalarınınki kadar zor ve uzun olmamıştır. Hattâ toplumun sınıf sınıf ayrılması da Türk toplumunda vuku bulmadığından, anaerkillik-ataerkillik ayrımının ancak ikinci plânda, unsurlarını ve silâhlarını o kadar da su üstüne
“Dede Korkut dilinden ozan Aydur: Karılar dört dürlüdür. Birisi solduran sopdur. Birisi tolduran topdur. Birisi ivün
19
GENCAY tayağıdur. bayağıdır.”
Birisi
niçe
söyler
isen
devâm eden yaşayış, İbn Fazlan’ı herhâlde hayret denizlerine gark etmiş olmalıdır.
Dede, bundan sonra, bahsettiği dört tür kadını açıklamaya başlar: “Ozan ivün tayağı oldur ki yazıdan yabandan ive bir konuk gelse, er adam ivde olmasa, ol anı yidürür içürür ağırlar azizler gönderür. Ol Ayişe Fatıma soyudur hanım. Anun bebekleri yetsün. Ocağına bunçılayun avrat gelsün.” Bu kadın, Dede Korkut’a göre makbul olan kadındır. Diğer üç kadın da açıklanır ve Mukaddime böylece sonlanır.
Bugün Dede Korkut’a Mukaddime’yi ekleyen, aslında onu, tam da kendisine lâyık bir takrîzle süsleyen yazarın adını bilmiyoruz. Bildiğimiz şudur ki, bu yazar, bir Osmanlı’ydı. Kendisini, “âhir zamanda hanlık girü Kayı’ya değe, kimesne ellerinden almaya, âhir zaman olup kıyamet kopanaca. Bu didügi Osman neslidür, işde sürülüp gideyorır.” diyerek ele verir. Şöyle bir akıl yürütme yapmak mümkün görünüyor: Alışkanlık üzere, Osmanlı’nın, gücünün doruğunda olduğu söylendiği 16. asırda, yazarımız Dede Korkut’u ele geçirdikten ve okuduktan sonra, belki onlarca, yüzlerce kez annesinden, ninesinden nüvesini, ana sütü emer gibi emerek dinlediği bu hikâyeleri en güzel şekilde metbuına sunmak için sabırsızlanmış, çoğu kez uykusuz kalmış olmalıdır. Daha da sonra, Mukaddime’yi yazarken, hikâyelerdeki kadın motiflerine dokunmadan, onları tahrîp etmeden nakletmesi, Osmanlı yaşayışının hâlâ destan çağlarındaki gibi olduğunu bize, ta o zamanlardan anlatır. Eğer Osmanlı, Batılıların veyâ bugün Osmanlı’yı katıksız bir şeriat devleti sananların kafasındaki Osmanlı olsaydı, yazarımızın hiç olmazsa Beyrek-Banı Çiçek münâsebetinde bâzı kısımlara sansür koyması beklenirdi. Ama o, her şeyi böyle aksettirmeyi tercîh ettiğine göre, en azından klasik Osmanlı’da kadın-erkek ayrımının zayıflık-güçlülük ve sınıf bağlamında teşekkül etmediğini ve kimsenin kafasını kurcalamadığını varsayabiliriz.
Görüldüğü gibi, Türk kadınının çarşafa bürünüp misâfirden köşe bucak kaçanı değil, onu kocası yokken dahi en iyi şekilde ağırlayanı, hayatı en iyi devâm ettireni, yâni kısaca, halk arasına en çok karışanı, hayır, böyle söylemek Dede Korkut’u yaratan topluma hakâret etmek olur, halkın mayasına en çok ve en faydalı karışanı makbuldür. Yine destana göre, Salur Kazan kırk yiğidiyle meydana çıkarken, karısı Boyu Uzun Burla Hatun, kırk ince belli kızına çadırlar diktirmekten de geri kalmaz. Kara Donlu Selcen Hatun, Kanturalı ile berâber düşmanlara ok çeker, kılıç salar. Salur Kazan, evi yağmalanıp anası ve karısı esir düştüğünde, Karaca Çoban’a “anamı kâfirden dileyeyim, at ayağı altında kalmasın” diyerek, kadına saygısını da göstermiş olur. Türk sosyal hayatında, kadınla erkek arasında yaşayış îtibâriyle bir fark olmadığı böylece anlaşılır. Arap toplumunun ve böylece taassubunun da temsîlcisi sayabileceğimiz İbn Fazlan, Türk kadınlarının yabancıların yanında peçe kullanmamasına şaşırır, onların erkeklerden avret yerlerini dahi saklamadıklarını söyler. Bu, şimdilerde de Anadolu’nun köylerinde aynı şekilde
Bu hâlin en büyük delîli, Osmanlı’da kadınların yalnız ev kadını, âile hayatını düzenleyen unsur olarak değil, tekke 20
GENCAY şeyhi, vakıf bânisi ve yöneticisi vs. olarak da görünmeleridir. Gerçekten de yapılan araştırmalar, kadınların önemli görevler alabildiklerini ve sanıldığı gibi evlerine hapsolmadıklarını gösterir.
hatânın çamurlu bahçelerine süslü püslü kıyâfetlerle dalmaktır; bu, saraylarda mahpus halayık hastalığıdır. Entelektüel çevrelerde kadının durumu da, Osmanlı’nın son devirlerinde, sanıldığı kadar kötü değildir. İlk basın faaliyetleri başladıktan biraz sonra, bâzı gazeteler kadın sayfaları ve ekleri yapmış ve nihâyet yalnızca kadınların yazdığı gazetelerin çıkması da çok vakit almamıştır. Aynı zamanda Avrupa’da kadının yazmasına ise kötü gözle bakılmaktadır. Bunlarla ilgili misâller vardır; fakat bu yazının hudutları dışında kalırlar.
Bütün bunlara rağmen, bâzı ideolojilere sırtını dayayan maksatlı yazarların ve saflık ve safdillikle Avrupalıların söylediklerine inananların nerede yanıldıkları da açıktır. Osmanlı’da Eşârîliğin hâkim hâle gelişine kadar, yâni Yavuz Sultan Selim’in Mısır Memlûk Türk Sultanlığı’nı yıkarak bölgeyi fethetmesinden önce, kırda veyâ şehirdeki kadın tasavvurunun bugünkü vaziyete geldiğini düşünmek için hiçbir sebep yoktur. Eşârî imamlarının ve dünyâ görüşünün evvelâ başkentte, daha sonra ise bâzı büyük şehirlerde hâkim olması, belki yönetici çevrelerde kadına bakışı değiştirmiş olabilir. Ancak kırdaki, köydeki kadının, aynı destandaki gibi, toplum hayatını yapan iki eşit unsurdan biri olduğu gerçeğini değiştiremez. Paşa saraylarında halayık, câriye, hizmetçi olanların yakın akrabâlarının Türkmen çadırlarında paşalık sürdüğünü tahayyül etmek hakkımız vardır. Bu şartlar altında Türk kadınlarının evde, uyandırılmayı bekleyen köleler olarak yaşadığını sanmak, en basit ifâdeyle onulmaz bir
Feminist çevrelerin erkek düşmanlığı, aklı başında her erkek tiksinti yaratıyor ve bâzılarımızı, kadın düşmanı hâline getiriyor. Ancak bir akıl hastalığının, fakat fazlaca ilerlemiş bir akıl hastalığının belirtisi olabilecek feminizmin, kadınların Avrupa’da olduğu gibi Türk toplumunda ikinci bir sınıftan ibâret olmadıkları artık anlaşıldığına göre, Türkiye’de kaçacak bir sıçan deliği olmasa gerektir. Bu hastalığa düşen bâzı akl-ı evvellerin en yakın hastanenin en sıradan deli doktoruna görünmelerini salık veririz; zîrâ bu kadar basit bir hastalığı tıp mekteplerinin birinci sınıf talebeleri bile kolayca tedâvi edebilirler.
21
GENCAY
OSMANLI’DA İLK KADIN ÜNİVERSİTESİ: İNAS DARÜLFÜNUNU Evren KAMALI Cambridge üniversiteleri de bünyesinde bayan öğrenciler kabul etmeye başlasalar da diploma hakları 1.Dünya savaşının sonunda verilmiştir. Rusya’da kadınlar 1876 yılında üniversitelere alınmaya başlansa ’da bu durum 1885’de durdurulmuş ve 1905 yılına kadar devam etmiştir. Ancak 1905 Rus-Japon savaşı sonrasında ülkedeki kadınlar erkeklerin yerlerini almaya başlamışlardır. Belirli bir süre sonrasında Rusya’da eğitim çalışanlarının %71’i, sağlık çalışanlarının %81’i, mühendislerin %33’ünü kadınlar oluşturmuştur. (1) Bu durum her yerde hoşgörüyle karşılanmamış birçok yerden tepki görmüş ve kadınların yüksek eğitim görmeleri engellenmek istenmiştir. Örnek olarak Edinburg üniversitesinde 1869 yılında ilk kadın öğrenciler protesto edilmiştir. Fransa’da baroya ilk müracaat eden kadının portresi yakılmış ve İspanya’da ilk kadın öğrenciler taşlanmıştır. (2) Osmanlı Devletinde ise Darülfünun adıyla anılan bir yükseköğretim kurumu mevcut olsa da burada kızlar eğitim görememişlerdir. Osmanlı Devletinde kızlar için Tanzimat sonrasında modern anlamda temel düzeyde eğitim kurumları açılmıştır. Ayrıca bu eğitim kurumlarına öğretmen yetiştirme amacıyla 1870 yılında Darülmuallimat açılmıştır. Ancak bu okul yüksekokul statüsünde bulunmaktadır. Kızların ilk olarak üniversiteye girişi 1914 yılında İnas Darülfünununun kurulması ile mümkün olacaktır.
ÖZET Bu çalışmada Osmanlı Devletinin modernite ve çağdaşlaşma kademelerini geçişi sırasında kadının sosyal hayattaki önemini ve kadının eğitim seviyesindeki yükselişinde yeni bir seviye getiren İnas Darülfünununun kuruluş serüveni, işleyişi, akademik ve idari anlamda yönetimi anlatılmıştır. Ayrıca günümüzde de hala etkin olan karma eğitime giden serüvenin yükseköğretim kademesinde nasıl gerçekleştiği hakkında bilgilendirme yapılmıştır. ANAHTAR KELİME Kadın, Eğitim, Darülfünun, Karma eğitim *Atatürk Üniversitesi, Kazımkarabekir Eğitim Fakültesi, Tarih Öğretmenliği Bölümü öğrencisi GİRİŞ Dünyada üniversite eğitimi M.S 10. Yüzyıla kadar uzatılabilecek mazisi olmasına karşın 19. Yüzyıla kadar bu yükseköğretim kurumlarında yalnızca erkekler eğitim görebilmekteydi. Kadınlar bu döneme kadar temel eğitim alma şansları bulsalar bile bu durum daha ileriye geçememiştir. 19. Yüzyılda kadınlar ilk olarak üniversitelere alınmaya başlanmıştır. A.B.D ‘de 1847 yılında Elizabeth Blacwell tıp fakültesinden mezun olmuştur. 1861 yılında da ilk olarak Fransız bir kadına üniversite diploması verilmiştir. Bu dönemlerde İngiltere’de Londra, Oxford, 22
GENCAY İNAS DARULFÜNUNUNUN KURULUŞUNA DOĞRU İttihat ve Terakki kuruluşundan itibaren eğitimin önemine dikkat çekmiştir. İlk nizamnamesinde de genel eğitimin ilerlemesinin amaçları olarak göstermişlerdir. İttihat ve Terakki cemiyeti 1911’de yaptığı 4.Kongresinde kabul edilen programın 19. Maddesinde ise kızların eğitiminin desteklenmesi gerektiği belirtilmiştir. (3) İlk ve orta seviye eğitimi bitiren kızların daha üst bir eğitim kurumuna kabul edileme isteklerinde bulunmaları. İttihat ve Terakki Cemiyetinin ortaya koymuş olduğu amaçlar üzerinde hareket etmeleri ve dönemin maarif nazırı Şükrü Bey’in çabaları sonucunda 25 Kanun-i Sani 1329 (7 Şubat 1914) Cumartesi günü Serbest Konferanslar yapılmaya başlanmıştır. Bu konferanslar Darülfünun konferans salonunda yapılmaya başlanmıştır. Serbest konferanslar haftada 4 gün olarak yapılmıştır. Bu günler pazartesi, çarşamba, perşembe, cumartesi günlerinde öğleden sonra saat ikide başlayarak dördü çeyrek geçeye kadar sürmektedir. Günde iki ders olarak planlanan konferanslar planlı ve programlı bir biçimde yapılmaktaydı. Serbest Konferanslarda; Tarih, El İşleri, Kadın Sağlığı ve İlk Yardım ( Hfzıssıhha-i Umumiye ve Niyasiye ve İlk Tababet), İktisat ve Ev İdaresi ( İdare-i Beytiye ve İktisad) , Astronomi ( İlm-i Heyet) , Malumat-ı Fenniye, Kadın Hukuku( Hukuk-ı Nisvan) , Pedagoji( Fenn-i Terbiye) konularında konferanslar verilmektedir. Haftalık ders programı ise :
Konferans verecek kişiler seçilirken alanının uzmanı olmasına dikkat edilmiştir. Konferans veren kişilerinde büyük çoğunluğu Darülfünunda ya da Darülmuallimatta öğretmenlerdir. Bir yıla yakın süren bu konferanslarda devamlılık zorunlu tutulmamıştır. Ancak buna rağmen katılım oranı hep üst seviyede olmuştur. Bu konferanslar sonunda katılımcılara konferans verilen konularla ilgili değerlendirme sınavları yapılmıştır. Konferanslara katılım gösteren bayanlar bu sınavları başarılı bir şekilde geçmişlerdir. Bu konferanslar ilk olarak kamuoyunda kızların Darülfünuna alımları için bir hazırlık süreci olarak anlam kazansa da aslında bu konferanslar bir kurs niteliği taşımaktadır. Maarif Nazırı Şükrü Bey bu konferanslar sonunda kızlarında yükseköğretim görmelerinin gerekliliğini kavrayacaktır. 1330( 1914) yılında Maarif nezareti Bütçe görüşmeleri sırasında Maarif Nazırı Şükrü Bey söz alarak yaptığı konuşmada; “ İnasın tahsil ve terbiyesine ehemmiyet veriyoruz. Şimdi Darulmuallimat, yalnız Mekatib-i İptidaiye değil, Mekatib-i İdadiye ve Sultaniye de muallime yetiştirecektir. Hatta İnas kısmında da bir Darülfünun açmak niyetindeyiz. Binaenaleyh bunların icap ettirdiği masrafın altı aylığı 120 bin kuruşa baliğ oluyor. İnasın tahsili için bu para istiksar olunmaz, kabul edilmesini talep ederim. Memleketin maarifine bu suretle de hizmet edilmiş olunacaktır.”
(4)
23
GENCAY Diyerek bizzat Maarif nazırı İnas Darülfünununun kurulacağını belirtmiştir.
Maaşatı tahsisatı 464.300 kuruştur. Bu tahsisatın 120.000 kuruşunun 1330 yılının son altı ayı için İnas Darülfünunu Maaşatı olarak ayrılmıştır. Böylece genel Darulmuallimat Maaşatı ödeneğinin %41’i İnas Darülfünununa ayrılmıştır. (5) İnas Darülfünuna ayrılan bu oran daha sonraki senelerde daha da artış gösterecektir.
İNAS DARULFÜNUNUNUN KURULMASI İnas Darülfünunu resmi olarak 12 eylül 1914 tarihinde bu günkü İstanbul Üniversitesinin Fen-Edebiyat Fakültesinin bulunmuş olduğu Zeynep Hanım Konağında açılmıştır. İnas Darülfünunu Riyaziyat, Tabiiyat ve Edebiyat şubeleri oluşturulmuştur. İnas Darülfünununda alınacak eğitim süresi 3 sene olarak belirtilmiştir. İnas darülfünununa alınacak öğrenciler sınavlardan geçirilerek ve bazı şartlara göre alınmıştır. Maarif-i Umumiye Nezaretinin Tasvir-i Efkâr gazetesinde yayınlamış olduğu ilanda şartlar belirtilmektedir. İlana göre başvuracak öğrencilerin 16-25 yaşları arasında olmaları; Darulmuallimat, İnas İdadisi veya Sultanisi mezunlarının giriş sınavlarına girmeden şahadetnamelerini getirdikleri takdirde okula kabul edilecekleri belirtilir. Ancak bu okullara gitmeyenler ise bazı derslerden sınavlara tabi tutularak alınacakları açıklanmıştır. Sonuç olarak ilk İnas Darülfünun öğrencileri 11 Teşrin-i Evvel (24 Ekim 1914) günü ders başı yapmışlardır. İnas Darülfünuna 22 öğrenci girmeye hak kazanmıştır. Bu öğrencilerden 8’i Edebiyat şubesine, 4’ü Riyaziyat şubesine girerken geriye kalan 10 öğrenci ise Tabiiyyat şubesine girmiştir. İnas Darülfünunu hakkında maarif nazırlığı yapmış olduğu yazışmalarda muhatap olarak Darülfünun Müdüriyetiyle yapmaktadır. Ancak İnas Darülfünunu mali açıdan Darülmuallimat bağlanmıştır. 1330 senesi Muvazene-i Umumiye kanununun 6. Cüzü Maarif-i Umumiye Nezaretinin 11 faslının 2. Maddesinde yer alan Leyli Darulmuallimat
İNAS DARÜLFÜNUNUNUN İDARİ VE AKADEMİK YAPILANMASI İnas Darülfünunu kuruluşundan itibaren 1917 yılına kadar çeşitli görevlendirmelerle yönetimi sağlansa da bu görevlendirmeler sağlıklı bir durum ortaya çıkartamamıştır. İnas Darülfünunu Cağaloğlu’ndaki binasına taşındıktan sonra Maarif Nazırlığı tarafından Ali Nazimi Bey İnas Darülfünununa müdür olarak atanmıştır. Ali Nazima Bey 1 Nisan 1919 tarihine kadar görevini devam ettirmiştir. Ancak 1 Nisan 1919 günü çıkan kararname ile birlikte İnas Darülfünunu ile Darülfünunun birleştirilmesi kararı alınarak Ali Nazima Bey ve İnas Darülfünunundaki muallimlerin görevlerine son verilmiştir. İnas Darülfünununun idari kadrosu birer adet müdür, müdür muavinesi, dâhiliye memuresi, kâtibe kadroları bulunuyordu. Akademik olarak ise ilk dönemlerde Darülfünun hocalarından bazıları tarafından dersler verilmekteydi. Ücretleri ise mevcut maaşları üzerine ek olarak Darulmuallimat’ tan almaktaydılar. Ancak her iki tarafa da ders vermek hocalar tarafından tenkit edilmekteydi. Her sene İnas Darülfünununda akademik kadrolarda değişiklikler meydana gelmekteydi. Ancak bir hususa açıklık getirmek gerekirse İnas Darülfünununda 24
GENCAY ders veren öğretim üyelerinin döneminin etkili isimleri olmaları verilen eğitim kalitesinin üstünlüğünü göstermektedir. 1914 yılında eğitim vermeye başlayan İnas darülfünunu ilk mezunlarını 1917 yılında verdiği dikkate alınırsa aynı yılda vermiş oldukları mezunlar arasından İnas Darülfünununa öğretim üyesi almış oldukları da görülmektedir. 1 Nisan 1919 yılında çıkan nizamname ile kapatılan İnas Darülfünununda görev alan öğretim üyeleri:
hakkında açıklamalarda bulunulmaktadır. İkinci Bölüm: 3. ve 9. maddeler arasından oluşmaktadır. İdare hayatinin ve öğretim görevlilerinin görevleri belirtilmekte ve bu konuda açıklamalar getirilmektedir. Üçüncü Bölüm: 10. ve 11. maddeleri kapsamaktadır. Bu bölümde öğrencilerin görevleri anlatılmaktadır. Dördüncü Bölüm: 12. ile 19. maddeler arasını kapsamaktadır. Bu bölüm inzibah başlığı altında alınmıştır. Bu bölümde okulun disiplin kuralları ve bunlara ilişkin cezalar belirtilmiştir. Talimatnamenin önemli bir kısmını oluşturmaktadır. Bu bölüme göre İnas Darülfünununun beş çeşit disiplin suçu bulunmaktadır. (7) 1) Tembih: Bu ceza derse devamsızlık yapma ya da ders başarısının düşmesi durumunda müdür yada müdür yardımcıları tarafından sözlü uyarı şeklinde verilmektedir.
1 Nisan 1919 tarihinde kapatılan İnas Darülfünunu öğrencilerine Darülfünun Fen Edebiyat Fakülteleri müderrisleri tarafından dersler verilmiştir. Böylece öğretim üyeleri maaşlarından Darülmualimattan aldıkları ekler kesilerek Darülfünundan maaşlarını almaya devam etmişlerdir. (6)
2)Tescil: Tembih cezalarının tekrarlanması durumunda öğrencinin künyesine kabahati işlenmektedir. 3)Tekdir: Okuldan kaçma, okul çalışanlarına kötü davranma gibi nedenlerden verilen cezadır. Bu ceza ise öğrencinin yaptığı suçun siciline işlenmesiyle yapılmaktadır.
İNAS DARÜLFÜNUN TALİMATNAMESİ
4) Muvakkaten İhraç: Öğrencinin tekdir aldığı cezanın tekrarı, okul personeline kötü davranış, sürekli okuldan kaçma, darülfünun yönetmeliklerine karşı gelme gibi durumlarda verilen cezadır. Bu ce öğrencinin bir haftayı geçmeyecek şekilde okulda uzaklaştırılması şeklinde gerçekleşir.
Bu talimatname İnas Darülfünunundaki idare ve disiplin hakkında düzenlemeler ve sınırlamaları belirlemek amacıyla ortaya çıkarılmıştır. Bu talimatname 33 madde 6 bölümden meydana gelmektedir. Birinci Bölüm: 1. ve 2. maddelerden oluşmaktadır. İlk bölümde muallim meclisleri ve bu meclislerin görevleri 25
GENCAY 5)Kat’iyyen İhraç: İki sene artarda sınıfta kalma, Muvakkaten ihraç cezasını yineleme, ahlaka aykırı davranışlarda bulunma gibi nedenlerden dolayı verilmektedir. Bu cezada öğrenci işlemiş olduğu suçun ve cezasının yazılı olduğu bir belge verilerek okulda atılmaktadır.
2.SINIF: Tarih-i edebiyat, Tarih-i sanayi, İlm-i ictimaiye(sosyoloji), İlm-i iktisat 3.SINIF: Kavanin-i cariye, Tarih-i edebiyat, Tarih-i sanayi, İlm-i iktisat 2) Riyaziyat Şubesi: 1.SINIF: Felsefe, İlm-i terbiye, Müsellesat (Trigonometri), Müsellesat-ı müsteviye (düzlem trigonometrisi), Hesab-ı ali, Cebir, Fizik, Hendese-i aliye
Beşinci Bölüm: 19. ve 20. maddeleri kapsamaktadır. Bu bölümde İnas Darülfünununa kayıt ve kabul şartları belirtilmektedir.
2.SINIF: Felsefe, İlm-i terbiye, Müsellesat, Müsellesat-ı müsteviye, Fizik, Cebr-i ali, Heyet-i riyaziye, Hendese-i tahliliye (geometri)
Altıncı Bölüm: 21. ve 33. maddeler dâhilindeki bölümdür. İnas Darülfünunundaki sınav yönetmeliği, not sistemi ve mezuniyet şartları açıklanmaktadır. Derslerin sınavları sene sonunda yapılmaktadır. Dersten başarılı olamayanlar sonraki dönemin başında kurtarma sınavlarına girme hakları bulunmaktadır. Sınavlar sözlü olarak yapılmaktadır. Sınavlarda o dersin öğretmeni hazır olmak zorundadır. Notlar ise 1 ile 10 arasında verilmektedir. 10 ve 9 (Aliyy-ül a’la), 8 (a’la), 7(karib-i a’la), 6 ve 5( vasat), 4-3-2-1 (zayıf) olarak nitelendirilir. Sınavlardan 5’in aşağısında alan kurtarma sınavlarına girmek zorundadır. Kurtarma sınavlarından da 5’in altında not alırsa öğrenci bu sefer sınıfta kalmaktadır. Diploma ortalaması 6’nın aşağısında olanlara diploma verilmemektedir.
3.SINIF: Hesab-ı ali, Cebir, Hendese-i tahliliye, Felsefe, Heyet-i riyaziye, Fizik, Kavanin-i cariye 3) Tabiiyat Şubesi: 1.SINIF: Tatbikat-ı kimya, İlm-i nebatit(botanik), Kimya, Fizik, Hıfzıssıhha(sağlık koruma), İlm-i terbiye, Müsellesat, Kimya-ı tahlili 2.SINIF: Fizik, İlm-i nebatit, İlm-i teşrih(anatomi), Tabakatülarz(yeryüzü), Felsefe, Hıfzıssıhha, Kimya-ı tahlili, Müsellesat, İlm-i hayvanat, İlm-i terbiye, Tatbikat-ı kimya 3.SINIF: Kimya, İlm-i Teşrih, Kimya-ı sınai, Tatbikat-ı kimya, Felsefe, Hıfzıssıhha, Tabakatülarz, İlm-i hayvanat, İlm-i nebatat, Kavanin-i cariye (8)
İNAS DARÜLFÜNUNUNUNU MÜFREDATI 1) Edebiyat Şubesi:
Bu müfredatın haricinde her bölümde yabancı dil dersleri verilmesi gerektiği düşünülmüştür. Ancak bu düşünce müfredatta uygulamaya geçememiştir. Ayrıca Maarif nazırlığı ’da İnas darülfünununda ticarete atılmak isteyen
1.SINIF: Edebiyat-ı Türkiye, Kitabet-i resmiye ve hususiye, Tarih-i Osmani, Tarih-i Umumi, Coğrafya ve etnografya, Felsefe, İlm-i terbiye
26
GENCAY hanımlar için dersler açmıştır. Kurs niteliği taşıyan bu dersler bir sene eğitim sonunda bitmektedir. Bu kurslarda ticaret dışında Daktilografi, Usul-ı Defter, Hesap, Türkçe ve Fransızca dersleri almışlardır.
Sabiha Hanım Bursa Darülmuallimatı Müdür muavinliğine ve riyaziye öğretmenliğine tayin edilmiştir. Son olarak Tabiyyet şubesini birincilikle bitiren Hamdiye Hanım ise İzmir Darülmuallimatı müdireliğine ve Tabiiyyet öğretmenliğine atanmıştır. Ayrıca 1917 yılında mezun olan İnas Darülfünunu öğrencileri 1918 yılında “İnas Darülfünunu Mezuneleri Cemiyeti” adıyla bir cemiyet kurmak istemişlerse de bu konuda başarı gösterememişlerdir. Bu konu hakkında Türk Kadını dergisinin yazıları haricinde başak bir yerde söz edilmemektedir.
İNAS DARÜLFÜNUNUNDA ÖĞRENCİLER İnas Darülfünunu ilk açıldığı sene 22 öğrenci kayıt yaptırmıştır. Bu öğrencilerden 8’i edebiyat şubesine, 4’ riyaziyat şubesine, 10’u ise tabiiyyat şubesine girmişlerdir. 1915 yılında ise kayıt yaptıran öğrenci sayısı 21 kişidir. Bu öğrencilerin 7’si edebiyat, 4’ü riyaziyat, 10’u ise tabiiyyat şubelerine gitmiştir. 1916 yılında 30 öğrenci alınmıştır. Öğrencilerin 13’edebiyat, 5’i riyaziyat, 12’si tabiiyyat şubelerine gitmiştir. 1917 yılında 47 öğrenci alınmıştır. Öğrencilerin 15’i edebiyat, 10’u riyaziyat, 22’si tabiiyyat şubelerine gitmişlerdir. Son olarak 1919 yılında ise toplam 9 öğrenci alınmıştır. Bu öğrencilerin 3’ü edebiyat, 6’sı ise tabiiyyat şubelerine girmişlerdir. 1914 yılından 1919 yılına kadar artış gösteren öğrenci sayısı 1919 yılında gerek savaş sonrası sosyal hayatta meydana gelen sorunlardan kaynaklı olarak gerekse İnas Darülfünununa sağlanan imkânların kısıtlanmasından ötürü öğrenci sayılarında azalma meydana gelmiştir. İnas Darülfünunu ilk mezunlarını 1917 yılında vermiştir. İnas Darülfünunu ilk olarak 20 öğrenci mezun vermiştir. Mezun olan kişilerin büyük çoğunluğu mezuniyet sonrasında hemen imparatorluğun çeşitli yerlerine öğretmen ya da müdüre olarak atamaları yapılmıştır. Mesela o sene edebiyat şubesini birinci olarak bitiren Lamia Hanım Adana Darülmuallimatı Müdireliğine ve tarih öğretmenliğine tayin edilmiştir. Riyaziyat şubesi birincisi olan
Öğrencilerden yatılı olarak kalan öğrenciler Darulmuallimat öğrenci yatakhanesinde barınmaktaydılar. Bu durum bir ara kısa süreliğine değişikliğe uğrasa da genellikle öğrenciler Darulmuallimat öğrenci yatakhanesinde kalmışlardır. Öğrencilerin okul derecelerinin belirlenmesinde okulda yaptıkları devamsızlık süreleri de hesaplanmaktadır. (9) İnas Darülfünununa kayıtlı olan öğrencilerin yanında birde dinleyici sıfatıyla derslere katılmak isteyen bayanlarda bulunmaktaydı. İnas Darülfünun talimatnamesine göre derslere dinleyici olarak girmek için başvuran bazı bayanlar ancak emellerine 1919 yılında ulaşacaktır İnas Darülfünunu ile Darülfünunun birleşimi sonunda dinleyici olarak bayanlarda derslere girebileceklerdir. 1919 senesinde İnas Darülfünunu ile Darülfünun Fen Edebiyat fakültelerinin birleştirilmesi sonunda İnas Darülfünunu öğrencilerine isterlerse sınavlarından da sorumlu oldukları takdirde bölümlerini değiştirebilecekleri duyurulmuştur. Ancak Şukufe Nihal Hanım ve Fakihe Hanım 27
GENCAY haricinde bu hakkını kullanmak isteyen çıkmamıştır. Şukufe Nihal Hanım ve Fakihe hanımlarda Darülfünun Coğrafya bölümüne geçiş yapmışlardır. Böylece Darülfünun ilk bayan mezunlarını vermiş olacaktır. Darülfünun bünyesinde okumaya başlayan kızlar ve erkekler yarı sistemle okutulmaya başlanmıştır. Sabahtan öğleye kadar kızlar ders yaparken öğleden sonra ise erkekler ders yapmaya başlamaktadırlar. Kızlar ve erkekler birbirlerinin ders zamanında okula girmeleri yasaklanmıştır. Erkek öğretim üyeleri ise kızların derslerine yanlarında bayan görevli refakatiyle giderlerdi.
İNAS DARULFÜNUNUNUN KAPANIŞINA DOĞRU 1. Dünya savaşından sonra yabancı okulların yer sorunu ve hükumetin mali sıkıntılarından dolayı İnas Darülfünunu ile Darülfünun birleştirilmiştir. Ancak burada kızlar ve erkek öğrenciler farklı sınıflarda ve farklı saatlerde okutulması kararlaştırılmıştır. Bu durum Darülfünun muallimlerinin ve İnas darülfünun öğrencilerinin büyük tepkilerine sebep olmuştur. Muallimler aynı dersin iki defa tekrar ederek anlatılmasının kendi çalışmaları için engel yarattığını belirterek karma eğitim talep etmektedirler. İnas Darülfünun öğrencileri ise derslerinin tekrar sebebiyle verimsiz geçtiğini, laboratuvar ve derslik sıkıntısı çektiklerini belirterek tepki göstermişlerdir. İnas Darülfünun öğrencileri Şükufe Nihal başkanlığında bir öğrenci heyetiyle Maarif Nazırı Ali Kemal Bey’i ziyaret ederek karma eğitim isteklerini belirmişlerdir. (10) Maarif Bakanı ise bu isteklerini kabul etmiştir. Karma eğitime geçiş konusunda Darülfünun muallimlerinden ve aydın sınıf’dan destekleyici tepkiler gelirken Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi, Sebilürreşat dergisi ve Darülfünun Genel Müdürü Babanzade Ahmet Naim Beyler ise bu duruma karşı çıkıyorlardı. Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendiye bağlı Darü’l Hikmet’il İslamiye bu konudaki görüşü kısaca karma eğitim meselesi batının dayatması olarak görülmüş ve buna karşılık olarak karma eğitime son verilmesi gerektiği belirtilmiş tekrardan İslami usullere dönülmesini belirmiştir. Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’nin tepkisi çok fazla dikkat çekmiştir. Maarif Nazırı bu tepkinin dinmesi açıklama
İNAS DARULFÜNUNUNUN BULUNDUĞU BİNALAR İnas Darülfünunu ilk olarak Zeynep Hanım Konağında faaliyete başlamıştır. Ancak bu konak belirli bir zaman sonrasında yeterli gelememeye başlamıştır. Bu sebeple 1916 yılında İnas Darülfünunu Cağaloğlu’ndaki Eski Lisan ve Hukuk Mektebine taşınmıştır. Burada bir süre Ticaret mektebi ile birlikte eğitim vermiştir. Savaş zamanında Osmanlı hükumeti itilaf devletlerine ait okulları kapattırmıştı. Ancak savaş sonrasında itilaf devletlerine okullara binaların tekrardan iade edilmesi istenmiştir. Bu sebepten dolayı İnas Darülfünununun bulunduğu Cağaloğlu’ndaki bina Ticaret Mektebine verilmiştir. İnas Darülfünunu da 1919 yılında tekrardan eski binası olan Zeynep Hanım Konağına geri dönmek zorunda kalmıştır.
28
GENCAY yapmak zorunda kalmış ve karma eğitimin yanlış anlaşıldığını kız- erkek sınıflarının ayrı tutulduğunu bunun başka çaresi olmadığını açıklamak zorunluluğu hissetmiştir. Babanzade Ahmet Naim’in tepkisi ise İsmail Hakkı Baltacıoğlu’nun anılarında şu şekilde geçmektedir. “…Yalnız Ahmet Naim Bey hiç susmuyordu. Ben Darülfünun Genel Müdürü bulundukça bu duruma izin vermem, diyordu ve birtakım direnmeler gösteriyordu….” (11)
verirken peçe veya maske takacaklardır.” (12)
Bu durumun meydana gelmesinde Anadolu’da meydana gelen yeni yönetimin ve bu yönetimin lideri Mustafa Kemal Paşanın kadınların sosyal hayata katılması konusundaki düşünceleri ve davranışları da etkili olmuştur. 16 Temmuz 1921 tarihinde meydana gelen Maarif Kongresinde bayan ve erkek öğretmenlerin ayrı oturmalarına karşı çıkarak karışık oturmalarını istemiştir.
Buna karşılık Darülfünun muallimlerinden Coğrafya Şubesi muallimlerinden Faik Sabri Bey, Fen Fakültesinden Refik Bey, İsmail Hakkı Bey, Yusuf Behçet Bey ve Ali Yar Beyler ilk öncüllük yaparak derslerini gizli olarak kız erkek karışık sınıflarda işlemeye başlamışlardır. Önlem olarak da sınıf kapısında gözcü bulundurarak tedbir almaya çalışmışlardır.
Bu durum İstanbul’da büyük bir yankı uyandırmış ve bazı kız öğrencilerine bu durum örnek teşkil etmiştir. (13) Karma eğitime ilk olarak geçiş Darülfünun Fen Fakültesi müderrislerinden Kemal Cenab Bey’in karma eğitime geçiş talebinde bulunduğu dilekçe ile başlamıştır. Bu dilekçenin talebi Fen Fakültesi Müderris Meclisinde yapılan oylama sonucunda kabul edilmiştir. Bu durum Maarif Nezaretine bildirilmiştir. Sonuç olarak ilk karma eğitime Fen Fakültesinde başlamıştır. Böylece Hukuk ve Tıp fakülteleri haricinde karma eğitime geçilmiştir. 1921-1922 öğretim yılında Hukuk Fakültesi ve 1922-1923 öğretim yılında da Tıp Fakültesinin karma eğitime geçmesiyle İnas Darülfünunu doğal olarak tamamen kapanmıştır.
Bu tartışma yazı hayatında da etki yaratmıştır. Büyük Mecmua Dergisi karma eğitime geçiş konusunda anket yapmıştır. Bu anket çalışmasına Halide Edip, Müfide Ferid, Nakiye Hanım, Köprülüzade Fuat, Abdullah Cevdet, Rıza Tevfik, Rauf Ahmet gibi isimler katılmıştır. Bu anket çalışmasında Rauf Ahmet Bey haricinde geri kalan bütün katılımcılar farklı bakış açıları sunarak karma eğitimi desteklerken Rauf Ahmet Bey ayrılmış eğitimi savunmuştur. Dönemin yazı hayatında bu durum gerek mizahi yönden gerekse karikatürize edilerek eleştirilmeye başlanmıştır. Bu duruma örnek olarak Türk Kadını Dergisi çıkarmış olduğu sayıların birinde bu konu hakkında; “Kadın öğretmenler bulununcaya kadar erkek öğretmenlerde hanımlara ders
SONUÇ Osmanlı Devleti 19. yüzyıldan itibaren değişen dünya ile birlikte hareket etmeye çalışmıştır. Bu sebeple modernitenin takibi için kendinin reforme etmiş yeni kurumlar oluşturmuştur. Bu yenileşme süreci içerisinde doğal olarak meydana gelen yeni düşünce akımları içerisinde
29
GENCAY eğitimli insan önemli bir yer teşkil etmektedir. Osmanlı Devleti 19. yüzyılın son çeyreği ve 20. yüzyılın ilk senelerinde kadınlarında eğitimlerinin ilerletilmesi gerektiği düşüncesi öne çıkmış bayanların iyi eş ve iyi anne olmaları için eğitimler yapılaması gerektiği ortaya çıkmış bunula ilgili konferanslar ve seminerler verilmiştir. Ama sonuç olarak kadınlar kendilerine tam anlamıyla okuma hakkı tanınması için isteklerde bulunmuşlardır. Dönemin iktidar hükûmetinin de bu düşünceyi desteklemesi ile Osmanlı tarihinde ilk kadın üniversitesi olan İnas Darülfünunu kurulmuştur. Bu darülfünun hakkında hala bazı konular tam olarak netlik kazanmasa da İnas Darülfünunu Osmanlı tarihinde ilk kadın üniversitesi olma özelliğini taşımaktadır. Ayrıca bir özelliği de yükseköğretim düzeyinde ilk olarak karma eğitime geçiş sürecinin başladığı kurumlardan biri olma özelliğini de bünyesinde taşımaktadır. Bir diğer özelliği ise İnas Darülfünununda ders veren muallimler döneminin önemli fikir adamlarıydılar ve bu muallimlerden ders alan bayanlarda hocalarının fikirlerinden etkilenerek öğretmen olarak gittikleri yerlerde bu düşünceleri yaymışlardır.
4:Yasemin Tümer ERDEM, II. Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e Kızların Eğitimi (Yayınlanmamış Doktora Tezi) Marmara Üniversitesi, Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, Türk Tarihi Anabilim Dalı, Yakınçağ Tarihi Bilim Dalı, 2007, İstanbul , s.362 5:Ali Y. BALTACIOĞLU, “DARÜLMUALLİMAT’TAN İNAS DARÜLFÜNUNU’NA” , Osmanlı Bilimi Araştırmaları Dergisi, C:10, S:1, 2008, İstanbul, s.95 6:Yasemin Tümer ERDEM, II. Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e Kızların Eğitimi, (Yayınlanmamış Doktora Tezi) Marmara Üniversitesi, Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, Türk Tarihi Anabilim Dalı, Yakınçağ Tarihi Bilim Dalı, 2007, İstanbul , s.380381 7:Bahar BASKIN, 2. Meşrutiyet’te Eğitim, Kadın ve İnas Darülfünunu (İlk Kadın Üniversitesi ), (Yayınlanmamış Yüksek Lisan Tezi) İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Kamu Yönetimi Anabilim Dalı, Siyasetve Sosyal Bilimler Bilimdalı, 2007, İstanbul, s.138 8:Ali ASLAN-Özlem AKPINAR, “İNAS DARÜLFÜNUNU (1914-1921)”, Osmanlı Bilimi Araştırmaları Dergisi, C:6, S:2, 2005, İstanbul, s. 229-230 9:Bahar BASKIN, 2. Meşrutiyet’te Eğitim, Kadın ve İnas Darülfünunu (İlk Kadın Üniversitesi ), (Yayınlanmamış Yüksek Lisan Tezi) İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Kamu Yönetimi Anabilim Dalı, Siyasetve Sosyal Bilimler Bilimdalı, 2007, İstanbul, s.156 10:Şefika KURNAZ, “OSMANLI’DAN CUMHURİYETE KADINLARIN EĞİTİMİ” Milli Eğitim Dergisi, S: 143, 1999, Ankara, http://dhgm.meb.gov.tr/yayimlar/dergiler/Milli_Egi tim_Dergisi/143/14.htm
DİPNOT 1:Hasan Ali KOÇER, “ TÜRKİYE’DE KADIN EĞİTİMİ”, Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, C:6, S:1, 1972, Ankara, s.87
11:Ali Y. BALTACIOĞLU, “DARÜLMUALLİMAT’TAN İNAS DARÜLFÜNUNU’NA” , Osmanlı Bilimi Araştırmaları Dergisi, C:10, S:1, 2008, İstanbul, s.97
2:Burçin EROL, “TANZİMAT’TAN CUMHURİYET’E TÜRK VE BATI KADINI” , Kastamonu’da İlk Kadın Mitinginin 75. Yıldönümü Uluslararası Sempozyumu, Atam yay, 1996, Ankara, s.150
12:Yahya AKYÜZ, “OSMANLI SON DÖNEMİNDE KIZLARIN EĞİTİMİ VE ÖĞRETMEN FAİKA ÜNLÜER’İN YETİŞMESİ VE MESLEK HAYATI”, Milli Eğitim Dergisi, S: 143, 1999, Ankara, http://dhgm.meb.gov.tr/yayimlar/dergiler/Milli_Egi tim_Dergisi/143/1.htm
3:Bahar BASKIN, “ II. MEŞRUTİYET’TE KADIN EĞİTİMİNE YÖNELİK BİR GİRİŞİM: İNAS DARÜLFÜNUNU”, İstanbul Üniversitesi Siyasi Bilgiler Fakültesi Dergisi, S:38, 2008, İstanbul , s.90
30
GENCAY 13:Yasemin Tümer ERDEM, II. Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e Kızların Eğitimi, (Yayınlanmamış Doktora Tezi) Marmara Üniversitesi, Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, Türk Tarihi Anabilim Dalı, Yakınçağ Tarihi Bilim Dalı, 2007, İstanbul , s.370
AKYÜZ, Y. (1999). " OSMANLI SON DÖNEMİNDE KIZLARIN EĞİTİMİ VE ÖĞRETMEN FAİKA ÜNLÜER'İN YETİŞMESİ VE MESLEK HAYATI". Milli EğitimDergisi, http://dhgm.meb.gov.tr/yayimlar/dergiler/Milli_Egi tim_Dergisi/143/1.htm .
KAYNAKÇA
ARSLAN, A., & AKPINAR, Ö. (2005). DARÜLFÜNUNU (1912-1921)". Osmanlı Araşırmaları, 225-234.
•KİTAP AKYÜZ, Y. (2013), Türk Eğitim Tarihi M.Ö. 1000 M.S. 2013, Ankara: Pegem Akademi Yayınları.
"İNAS Bilimi
BALTACIOĞLU, A. Y. (2008). " DARÜLMUALLİMAT'TAN İNAS DARÜLFÜNUNU'NA". Osmanlı Bilimi Araşırmaları, 91-102.
ARSLAN, A. (2010), "DARÜLFÜNUN'DAN UNİVERSİTE'YE", Cumhuriyet Dönemi Eğitim Politikaları Sempozyumu 07-09 ARALIK 2005 (s. 201-251), Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları.
BASKIN, B. (2008). " II. MEŞRUTİYET'TE KADIN EĞİTİMİNE YÖNELİK BİR GİRİŞİM: İNAS DARÜLFÜNUNU". İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, 89-122.
BİRBUDAK, T. S. (2012). "MEŞRUTİYET VE MİLLİ MÜCADELE YILLARINDA EĞİTİM (1876-1922)". G. KIRPIK, & U. ÜNAL içinde, Türk Eğitim Tarihi (s. 208-228). Ankara: Otorite Yayınları.
KURNAZ, Ş. (1999). " OSMANLI'DAN CUMHURİYET'E KADINLARIN EĞİTİMİ". Milli Eğitim Dergisi, http://dhgm.meb.gov.tr/yayimlar/dergiler/Milli_Egi tim_Dergisi/143/14.htm .
DİLEK, D., & YAPICI, G. (2008), "II. MEŞRUTİYET'İN ÖZNESİ OLARAK OSMANLI KADINI" H. AKKURT, & A. PAMUK içinde, Yüzüncü Yılında II. Meşrutiyet (s. 175-219). İstanbul: Yeni İnsan Yayınları.
•TEZ BASKIN, B. (2007). 2. Meşrutiyet’te Eğitim, Kadın ve İnas Darülfünunu (İlk Kadın Üniversitesi), İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Kamu Yönetimi Anabilim Dalı, Siyaset ve Sosyal Bilimler Bilim Dalı Yayınlanmamış Yüksek lisans Tezi, İstanbul
EROL, B. (1996), "TANZİMAT'TAN CUMHURİYET'E TÜRK VE BATI KADINI", Kastamonu'da İlk Kadın Mitingi'nin 75. Yıl Dönümü Sempozyumu 10-11 Aralık 1994 (s. 147-154). Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları.
ERDEM, T. Y. (2007), II. Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e Kızların Eğitimi, Marmara Üniversitesi, Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, Türk Tarihi Anabilim Dalı, Yakınçağ Tarihi Bilim Dalı, Yayınlanmamış Doktora Tezi, İstanbul
KODAMAN, B. (1999). Abdülhamit Devri Eğitim Sistemi. Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları . •MAKALE
31
GENCAY
32
GENCAY
TİMSAL KARABEKİR İLE SÖYLEŞİ Emre SEVİNÇ - Hanife YAŞAR Adınızdan başlayabilir miyiz? Neden Timsal?
yararlılıklar göstermişti. Kahraman Türk kadınları cephe gerisinde hastanelerde hemşire ve hastabakıcı, küçük atölyelerde cephane ve mermi üreten ve cepheye bunları sırtında taşıyarak hizmet etmiş, vatanın kurtarılması adına canlarını ortaya koymuşlardı. Cumhuriyet’in kurulmasından sonra ise toplum ve aile hayatında önemli görevler üslenerek ülkenin kalkınması ve çağdaşlaşmasında müstesna yerlerini almışlardır.
- Babam, kendisini temsil etsin, timsalim olsun diyerek bana bu ismi vermiştir. Tabi ki babam bana bu ismi koyarak zor bir görev vermiş. Ben de hayatım boyunca elimden geldiğince onu hakkıyla temsil etmeye çalışıyorum. Babanıza dair hatırlayabildiğiniz güzel anılarınız var mı Timsal Hanım? - Babam her davranışıyla bize örnek olmuştur. Özellikle müzik alanında “çocuklarınıza kaliteli müzik dinletin. El beynin bildiğini alkışlar”. diyerek müziğin ruhu yücelteceğini anlatırdı. Yine babam “temas olmasa muhabbet olmaz” diyerek yakın akrabaların sık sık bir araya gelmesini isterdi. Bahçede akrabalarla birlikte kalabalık sofraları hep hatırlamışımdır. Kazım KARABEKİR'in de önemli aktörlerinden biri olduğu Kurtuluş Savaşı'nda Türk kadınının da payı oldukça yüksek. Bu savaşımız özelinde Türk kadınının ülkemizin düşman işgalinden kurtuluşundaki payını önemli bir Türk kadını olarak nasıl değerlendirirsiniz?
Kazım KARABEKİR paşamızın özellikle cumhuriyetle beraber gelen 'kadın hakları', 'kadınlar ile alakalı yeniliklere' bakışı nasıldı? Milli Mücadele kahramanlarının neredeyse tamamı yetiştikleri ortam ve aldıkları eğitim gereği Batılılaşma ve çağdaşlaşma konusunda birbirlerinden farklı düşünmüyorlardı. Kadın haklarına bakışları da aynıydı. Bunların uygulanma yöntemleri hakkında bazı farklı düşünceleri vardı.
- İstiklal Harbimizde işgale uğrayan Vatanın savunulmasında vefakâr Anadolu Türk Kadını erkeğiyle birlikte çok önemli hizmetler yapmıştı. Milli Mücadelede bizzat gerek cephede çarpışarak ve gerekse cephe gerisinde büyük
33
GENCAY Kazım KARABEKİR'İN bir baba olarak size ve diğer kızlarına yaklaşımı nasıl olmuştu?
yapılan gayrıinsani davranışları nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu sorunları nasıl aşabiliriz?
- Babam çok şefkatli bir insandı. Bırakın bizi binlerce yetim evlada şefkatli bir baba olmuştur. Babamın “hayatta çok başarılarım oldu. Beni en mutlu eden başarım Sarıkamış’ı bir çocuk kasabası haline getirip, binlerce çocuğa gerçek bir şefkatli baba olmamdır.” Sözü çocuklara yaklaşımını sanırım özetlemektedir.
- Batı dünyasındaki gelişmelere paralel olarak 19. yüzyıl ortalarından itibaren gündeme gelen kadın hakları ne yazık ki günümüz Türkiye'sinde kadınların aile içi şiddete, toplumsal ve kültürel baskılara, eğitim-öğretim imkânlarından ve çalışma hakkından yoksun bırakılmalarına, iş yerinde ayrımcılık ve gelir adaletsizliğine maruz kalması gibi ayrımcılık, ihlaller ve gayri insani davranışlar görümektedir. Bunlar tabii ki günümüz Türkiye’sinde olmaması gereken şeyler. Bunlar duyarlılık ve eğitimle aşılabilir diye düşünüyorum. Babam derdi ki “mazlum olmasa zalim olmaz”. Bu sözüyle donanımlı, ekonomik özgürlüğünü kazanmış, bilinçli kadın yetiştirilmesinin önemini anlatmaya çalışmıştır. Başında bulunduğunuz vakıflarda kadınlara yönelik projeleriniz var mı?
Şayan ULUSAN hakkınızda yaptığı çok başarılı bir çalışmada sizi ''Cumhuriyet Kadınlarından Yaşayan Bir Örnek'' olarak tanıtıyor okuyuculara. Sizce cumhuriyet kadını nasıl olur, nasıl olmaz?
- Vakfın kuruluş amacında cinsiyetten çok bakıma ve ihtiyaca muhtaç kız- erkek çocuk ve gençlere yönelik özellikle karşılıksız burs imkânları yaratmaktayız. Onların kendi güçleriyle hayata tutunmalarını sağlayacak projeler üretmekteyiz.
- Cumhuriyet döneminde Türk kadını, Cumhuriyetin ilânından itibaren kadınına verilen haklarla birlikte sosyal, ekonomik ve siyasal konumunda büyük bir gelişim göstermiştir. Bir toplum, erkek ve kadın denilen iki cins insandan meydana gelir. Kadın ailenin temelidir. Bu nedenle kendini iyi yetiştirmeli ve gelecek nesillere örnek olacak davranışlara sahip olmalıdır.
Genç Türk kadınlarına milletimizi daha ileriye taşıyabilmek için neler önerirsiniz? - Kendinin farkına varabilmesi, aile mesuliyetini alabilecek, güçlü bir eş ve anne olarak kendini iyi bir şekilde donatmalarını, sosyal sorumluluk projelerinde aktif görev üslenen bireyler olmalarını öneririm.
Son dönemlerde ülkemizde yaşanan kadın haklarını ihlal hatta kadınlara 34
GENCAY
KADIN NEDİR? Dilek AKILLIOĞLU Yıllardır telakkisi edilen bu soruyu bir kez de ben sorup cevaplamaya karar verdim. Yaratıcı varlığı insan ve diğerleri şeklinde ayırmıştır. Bunun dışındaki tüm tasvirler göre- ye uygun biçimde kalıplara yerleştirilmiştir. Yani aslında herkese göre aynı olan kadın, henüz Allah tarafından yaratılmış değildir. Bu sebepten tasavvuru hep değişmiş farklı farklı yorumlanmıştır. Ortak tanı ise onsuz hayatın olamayacağıdır.
sayılması gerektiğini ispatlayamaz.
ispatlamaz,
Kadın için öncelikle diyebileceğimiz şey onun dişiliğidir. Sonra annedir, eştir, kızdır, gelindir, doktordur. Bu çember onun özelden-genele doğru sıralanması ile devam etmektedir. Kadın dişiliğinden başlayıp genele uzanarak bakıldığında o öğretmen olur, alim olur davetçi olur, yazar olur. Ölüm yaşam olur. Kadın iyilik ve kötülük olur. Kadın kendinin dışında erkek olur, yeri gelir baba, dede olur. Müdür olur. Lider olup, yönetir. Çünkü erkeği de o doğurur; halifenin de halifesidir.
Ufkumu açıp şöyle daha uzaktan kadına baktığımda derim ki: Kadın topraktır; geleceğin tohumları, fidanları onda can bulur. Kadın topraktır çünkü onun toprağı gibi insan yetişir. O ne kadar insansa onun eline verilip, bırakılan tohumdan da o kadar insan yetişir. O kadar dal, budaksalar, meyve verir. Kadının topraklığı ihmal edildikçe insanlığı yokluk tehdit eder. Kuraklığı insanlık var oluşunu kurutur. Kadın işte bu yüzden şiddet, şer olarak görülemez. İnsanlığı doğuran bu varlığın şerrinin riski ancak ona biçilen kıyafet sebebi ile ilgilidir. Kimi zaman
Kadın, kadın olarak bulunduğu halin ona getirdiği gerekliliklere sahiptir. Verilen yaşam hakkı veya temel hukuklar, gerekler, kurallar kadın için de elbet geçerli kılınmıştır. Sosyal hayattaki görevler onunda omuzlarına verilmiştir. Görevlerin farklılığı söz konusu olsa bile kadın da insanlıkla aynı hedefe koşmaktadır. Üstelik doğuran emzirip besleyen, yuva inşa eden kadınken onu hiçbir alanda yok saymak mümkün değildir. Bu görevlerin geçeceği meydanın başka bir köşesinde yer alması yok 35
GENCAY onun varlığının günah kaynağı olduğunu söylemek bu yüzden haksızlıktır. Değerinden ötürü şerrinin riski hep yüksektir. Yani açık ifade ile temel insan haklarına dahi sahip olma yolunda zorlanmışsa, ancak günümüzde önemli kazanımlar elde edebilmişse, önünde engeller mevcut ise şerrinin riski de toplumda yüksek olur. Yüksek olması da doğaldır. Aslında kadın olmak cümlesinin içini birçok hatta onlarca değişik ifade ile doldurabiliriz. Kadın olmak güzel olmaktır. Sadece görünürde değil ruhu taşıyabilen güzelliği içine sığdırmak demektir. Kadın olmak başarabilmeyi başarmaktır. Ona verilenin içinden en sınırları zorlayıcı sonuçlara ulaşabilmek demektir. Kadın olmak mücadelenin ta kendisidir. Kadın olmak kimi talihsiz konumlarda onu öldürebilecek bir yol arkadaşı ile mücadele etmektir.
kabul edildiği bir yaşamdır sadece. Kadın olmak fark edilebilir olmaktır. Fakat düşkünlükle değil, ayağa kalkmasıyla fark edilmesidir. Pahalı hediye, kıyafet değil sadeliğin değerlisidir. Duruşu olmak demek kadın olmak demektir. Kadın olmak onu siyasete, ekonomiye, spora ve kültürel olaylara dahil etmek demektir. Cahilliğe, kısıtlığa mahkum etmek yerine kim yönetir, demokrasiyi öğrenmesini ve öğretmesini sağlamak demektir. Kadın esnaftır. Gelen-giden, var olan- olmayan tüm her şeyi bilmektir.
Kadın olmak marifettir. Yalnız bu marifet sadece erkek tavlarken, tavlanırken gösterilen davranışlar değil, yaşam marifetini becerilebilmektir. Kadın demek sorumluluktur. Her insan gibi ve fakat her insandan biraz daha fazla sorumlu hissetmektir. Kadın olmak güvenmek, güvenmeyi istemektir. Yaşadığı toplumdaki insanlara yüreğiyle güvenebilmeyi sağlamaktır. İnançlarıyla kalabalıklarda birey olabilmeyi istemektir. Kadın anlatmak, anlaşılmaktır. Kadın olmak ayrım yapabilmek demektir. Dişi olduğunun yanın sıra iyi bir vatandaş olabileceğinin ayrımı için uğraşmak demektir. Söz geçirmeye çalışmaktır kadın; yöreye, töreye, cehalete, şiddete direnebilmeyi sağlamaktır. Kadın olmak taşıyabilen olmaktır. Gururun timsalini
Kadın olmak ipek saçlar, topuklar, ince bir bel değil de hanımefendi, toplumda birey olmaya çalışmaktır. Kadın olmak güzelliği akla katabilmektir. Zira bütün elinin değdiği yerler bu yüzden estetik taşır. Kadın elinin tersiyle itmek yerine kucaklayıcı olmak demektir. Şefkat kelimesinin onunla birleştirilmesinin nedeni de budur. Kadın olmak emin ellere sahip olmak demektir. Kadın olmak konuşmaktır. Konuşmasıyla istediği şey 36
GENCAY taşımaktır. Ondaki sadece ikinci planda olmadığını anlatan sabırlı, sessiz gururdur. Kadın olmak sadece istemek de değildir. O hamur gibi karmasını bildiği halde o hamura kendisini de katabilmektir.
hale getirmesi, yaşama hiçbir katkısı olmaz durumda bırakılması neslin lekesikuraklığı olur. Kadın elbette ki evinde de kalacaktır. Bu evde vakit geçirme durumu onun hizmette, toplumda bulunamayacağı anlamına gelmez. Alternatifler, ikinci fırsatlar sunulması onu toplumda etkin hale getirebilir. Zaten kadın hep olur ve oldurur. Her iki taraftan da kazancı sağlar. Onun meydanda olarak- oldurarak yer almaması büyük bir zarardır. O bulaşığı yıkıyor diye bulaşıkçı değildir. O sadece çamaşırın yıkanmasında görevli çamaşırcı değildir. Çocuk doğuruyor diye ona sadece dadı yaftası verilemez. Kadın erkek ne ise odur. Kadınların meydanda yer alması, birey düzeyinde kabul edilmeleri her anlamda bir fidanın aşılı olması misali gibidir. Çocuk da büyütür, çamaşır da yıkar, eş de olur, öğretmen de olur. Çünkü erkek de onun elindedir. Hayatta onun elindedir.
Kadın öğretmendir. Onun öğretmesi, eğitmesi hep müessirdir. Davet edenin kadın olması, davet edileni daha çok etkiler. Kadının ömür tüketecek konumda olmalarını sağlamak yerine, kadınları sadece dişilikle ölçmek yerine, mesailerini küçücük yerlere harcamalarına izin vermektense öğretmeye ayırmalarını sağlasaydı insanlık, hayat hayata daha yakın olurdu. Onun anne olması öğretmen olacağı gerçeğini zaten gözler önüne sermektedir. Onun eş oluşu hayatın içinde yer alabildiğini de göstermektedir. Onun çocuk oluşu dahi savaşçı olabileceğini göstermektedir. Böyle iken neslin kadını ihmal edip onu evinden dışarı çıkamaz
37
GENCAY
MEDYADA KADINA YÖNELİK ŞİDDET Canan CAVŞAK GİRİŞ
koca şiddeti, kadınların yaşamlarının “belirleyici bir boyutunu” oluşturmaktadır (Altınay ve Arat, 2007:11-12).
Şiddet her dönemde ve her toplumda varolmuş ve varolacak bir sosyal olgudur (Yetim ve Şahin, 2008:48). Türkiye Cumhuriyeti Anayasası “kişinin dokunulmazlığı, maddi ve manevi varlığı” nın tanımlandığı 17. maddesi ile herkesin yaşam hakkını garanti altına almayı ve kimsenin “insan haysiyetiyle bağdaşmayan bir cezaya veya muameleye tabi tutulamayacağını” taahhüt eder. Toplumsal cinsiyete dayalı şiddet bu anayasal hakkın ihlali anlamını taşır, bu ihlalin önlenmesi için en önemli rol devlete düşmektedir (Altınay ve Arat, 2007:11).
Bu çalışmada kadına yönelik şiddetin, kadın cinayetlerinin medyaya nasıl yansıdığı, kadına yönelik şiddetin ve kadın cinayetlerinin sebeplerinin neler olduğu çalışılmıştır. AMAÇ VE YÖNTEM Çalışmanın amacı kadına yönelik şiddet türlerinin belirlenmesi ve kadın cinayetleri ile kadına yönelik şiddetin sebeplerinin araştırılması ve medyada nasıl yer aldığının incelenmesidir. 2015 yılında Hürriyet, Milliyet, Yeniçağ ve Sabah gazetelerinde yer alan kadına yönelik şiddet haberlerinin incelendiği bu çalışmada içerik analizi yöntemi kullanılmıştır. Kadına yönelik şiddet haberlerinin medyada yansımasını inceleyen araştırma, konuyu gazetelerin internet yayınları üzerinden incelemektedir.
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının var olan potansiyellerini gerçekleştirmelerinin önündeki en önemli engellerden birisi toplumsal cinsiyete dayalı şiddettir. Özellikle kız çocukları ve kadınlar, çekirdek ailede, geniş aile bağlamında, sokakta, okulda ve iş hayatında fiziksel, psikolojik, ekonomik ve cinsel şiddete maruz kalmaktadır. Yaşanan şiddetin ölüme kadar varan çeşitli sonuçları vardır. Örneğin; kız çocuklarının okuyamaması, kadınların toplumsal hayata etkin katılamamaları, istenmeyen evlilikler, sakatlıklar vs. Bu şiddet türünün en ölümcül biçimlerinden biri namus adına işlenen cinayetlerdir. Ancak daha az görünür biçimleriyle de kadına yönelik şiddet, Türkiye'de yaşayan milyonlarca kadının bedensel ve ruhsal bütünlüğünü tehdit etmektedir. Aile içi şiddet, özellikle
İçerik çözümlemesi; psikoloji, sosyoloji, tarih, edebiyat, gazetecilik, siyasal bilimler gibi değişik alanlarda farklı amaçlarla kullanılabilen bir araştırma yöntemidir. Temelde, davranışları doğrudan doğruya gözlemlemek yerine, bireylerin sembolik davranışlarını ya da iletişim materyallerini (bir yazarın kitaplarını ya da makalelerini, TV yayınlarının ya da filmlerin içeriğini, okuyucu ya da izleyicilerin bu iletişim materyallerine karşı tutumları, vb.) 38
GENCAY çözümlemeye 1991:213).
dayanır
(Öğülmüş,
cezalandırma ve kontrol aracı olarak kullanılmasıdır.
EVREN VE ÖRNEKLEM
Ekonomik şiddet, ekonomik kaynakların ve paranın kadın üzerinde bir yaptırım, tehdit ve kontrol aracı olarak düzenli bir şekilde kullanılmasıdır.
Kadın cinayetlerinin nedenlerini ve medyada sunumunu ele alan bu çalışmanın evrenini, kadına yönelik şiddet haberleri oluşturmaktadır. Hürriyet, Milliyet, Yeniçağ ve Sabah gazetelerinde yayınlanan kadına yönelik şiddet konulu haberler ise örneklemi oluşturmaktadır. Şiddet ve Kadına Yönelik Şiddet Tanımları Kadın olmak şiddete maruz kalma açısından başlı başına bir risk faktörüdür. Özellikle ilk 30 yaşta kadınlar şiddete daha sık maruz kalmaktadır. Hamilelik şiddet riskini arttırır; özellikle hamile ergenlerde (yaklaşık %20) yetişkinlerden (yaklaşık %15) daha yüksek oranlarda saptanmıştır. Eşlerinden ayrı yaşayan kadınlar; henüz boşanmış olanlardan 3 kat, hala evli olanlardansa 25 kat daha fazla şiddete maruz kalma riskine sahiptir. Ayrıca düşük gelir düzeyi, yoksulluk, sosyoekonomik durumun kötü oluşu, erkeğin alkol-madde bağımlılığı olması, ruhsal hastalık varlığı ve çocukken şiddete maruz kalmış olmaları da şiddet riskini arttıran durumlardır (Yetim ve Şahin, 2008:49).
Cinsel Şiddet, cinselliğin bir tehdit, sindirme ve kontrol etme aracı olarak kullanılmasıdır. Fiziksel Şiddet, kaba kuvvetin bir korkutma, sindirme ve yaptırım aracı olarak kullanılmasıdır. Aile içinde yetişkinlerin birbirlerine uyguladıkları, en yaygın yaşanan ve tanımlanan şiddet türüdür (Yetim ve Şahin, 2008:49-50). Türkiye’de Kadına Yönelik Şiddet Günümüzde kadına yönelik şiddet pek çok toplumda görülen bir olgudur. Kadınların temel özgürlüklerine yönelik olarak gerçekleştirilen ihlaller fiziksel, ekonomik, cinsel ve psikolojik boyutlarda gerçekleşen bir olgudur. Günümüzde kadına yönelik şiddet eylemlerini önlemek adına yasalar yapılıyor olmasına rağmen bu tür şiddet eylemleri yaygınlığını korumaktadır. Kadınların erkeklere oranla ekonomik ve fiziksel olarak daha savunmasız olması ve bu savunmasızlığın erkekler tarafından kötüye kullanılması kadına yönelik şiddetin bu kadar yaygın bir biçimde görülmesinin nedenlerinden biridir. Ataerkil aile yapısı, cinsiyete dayalı iş bölümü, kız ve erkek çocuklarının bu değerler doğrultusunda yetiştirilmesi gibi etkenler kadına yönelik şiddete neden olan dolaylı faktörler olarak değerlendirilebilir. Türkiye’de kadına
Kadına Yönelik Şiddet Türleri Duygusal (Psikolojik) Şiddet, duyguların ve duygusal gereksinimlerin; zorlamak, aşağılamak, cezalandırmak, öfke, gerginlik boşaltmak amacıyla karşı tarafa baskı uygulayabilmek için tutarlı bir şekilde istismar edilmesi, bir yaptırım ve tehdit aracı olarak kullanılmasıdır. Sözel Şiddet, söz ve hareketlerin düzenli bir şekilde korkutma, sindirme, 39
GENCAY yönelik olarak gerçekleştirilen şiddet eylemlerinin büyük çoğunluğunu aile içi şiddet vakaları oluşturmaktadır. Aile içi şiddet vakalarında kadın, kocasının yanı sıra kocasının akrabaları tarafından da şiddete maruz kalabilmektedir (Gökulu ve Hosta, 2013:1834-1837). Medyaya Yansıyan Şiddet Haberleri
Kadına
Hürriyet, Milliyet, Yeniçağ ve Sabah gazetelerinde yer alan kadına yönelik şiddet haberlerinin değerlendirilmesi: Milliyet gazetesi 08.07.2015 tarihli bir töre cinayeti haberi, haber başlığı şöyle; Öldürmeden önce tecavüz etmiş, haberin alt başlığı ise şöyle; Evlilik dışı ilişkiye girip hamile kaldığı gerekçesiyle 'töre' cinayetine kurban giden Hacire'nin pijamasında tespit edilen spermin dayısının oğluna ait olduğu belirlendi. Genç kızın öldürülüp kuyuya atılmadan önce de tecavüz girişimine maruz kaldığı tahmin ediliyor. Cinayetle ilgili genç kızın 4 kuzeni için ‘töre saikiyle gebe olduğu bilinen kadına karşı kasten öldürme' suçundan ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası isteniyor.
Yönelik
Gökulu ve Hosta’nın (2013:1838) tanımına göre: “Medya, yaşanan toplumsal, siyasal ve ekonomik gelişmeleri takip etmesi açısından günümüz insanının kullandığı son derece önemli bir araç haline gelmiştir. Yakın çevresi dışındaki gelişmeleri medya vasıtasıyla takip eden modern birey kitle iletişimin doğası gereği sürekli olarak tek taraflı bir mesaj bombardımanına tutulmaktadır. Medyanın vermiş olduğu her mesaj elbette bireyler tarafından hiç sorgulamadan kabul edilen bir tüketim malzemesi değildir. Bununla birlikte medya, modern toplumdaki bireylerin fikirlerinin oluşmasında, onların davranış kalıplarının değişmesinde önemli bir rol oynamaktadır. Medya bir anlamda bireyleri çevresinden ve dünyadan soyutlanmış bir şekilde yaşamasının önüne geçen önemli bir kurumsal yapıdır.” Medyada yer alan şiddet haberlerinin, gerçekleşen şiddet suçlarına oranla ne sıklıkla haber yapıldığı, medya ve şiddet arasındaki ilişkinin bir diğer önemli boyutudur. Bu konuda yapılan çalışmalar incelediğinde, medyanın genellikle şiddet suçlarını çok yoğun bir biçimde haber yaptığı görülmektedir (Gökulu ve Hosta, 2013:1838).
Töre cinayetleri ‘namus temizlemek’ adına yapılan, kadına yönelik şiddetin en uç boyutlarından biridir. Yukarıdaki haberde de gördüğümüz üzere cinayetin sebebi evlilik dışı ilişkiye girilmesi ve bu durumun aile tarafından kabul edilmeyişidir. Namus; cinsel davranışa ilişkin gelenek ve göreneklerden kaynaklanır ve kural olarak cinsel sakınmayı gerektirir. Burada kadının evlilikten önce bekâretinin korunması önemlidir. Akdeniz ve Ortadoğu kültürlerinde bekâretin normlara uyulmadan yitirilmesi (evlilik dışı ilişki, tecavüz gibi) cinayetlere yol açabilmektedir. Kadın, başta kocası olmak üzere baba, oğul ve erkek kardeşin namusunu, adını ve onurunu korumak zorunda olan, onlara ait bir nesne konumundadır. Kadının bu gerekleri yerine getirmediği durumlarda ahlaki değerler tarafından namusun kanla
40
GENCAY temizlenmesini öngörülmektedir (Bilgili ve Vural, 2011:66).
bir de ölüm tehtidi altında yaşadığını ifadelerinden anlıyoruz.
Milliyet gazetesi 07.02.2015 tarihli haberin başlığı; Bir kadın cinayeti daha, içeriği; İstanbul Kavacık’ta dün akşam saatlerinde 2 çocuk annesi Öznur Ocaklı (30), sırtından bıçaklanarak öldürüldü. Kadına yönelik şiddet haberlerinin sunumunda ilgi çeken bir diğer unsur ise, basının şiddete maruz kalan kadınları kimi zaman masum ve savunmasız, kimi zaman da şiddete neden olabilecek yapıda göstermesidir. Bu haberlerde kadınlar genellikle meslekleri, evli olup olmadıkları ve yaş durumuna göre tanımlanmaktadırlar. ‚Bir çocuk annesi kadın‛, ‚Liseli genç kız‛, ‚Maddi sıkıntı içerisindeki kadın‛, ‚Ayrılmak isteyen genç kız‛ bütün bu kullanımlara örnek teşkil edecek ifadeleri oluşturmaktadır (Gökulu ve Hosta, 2013:1846). Örnek haberde de öldürülen kadının yaşı ve 2 çocuk sahibi olduğu belirtilmiştir.
Hürriyet gazetesi 11.03.2015 tarihli haberi; Kocası tarafından boğularak öldürüldü, içeriği; Esenler’de 2 aylık evli Zehra A. (35), kocası tarafından boğularak öldürüldü. Polis, cinayeti kıskançlık nedeniyle işlediği öne sürülen ve teslim olacağı notu bırakıp kayıplara karışan koca Sedat A.’yı arıyor. Yukarıdaki haber ise kıskançlık yüzünden cinayetle sonuçlanan olaylardan yalnızca bir tanesi. Her yıl onlarca kadın kıskançlık yüzünden şiddet görmekte veya öldürülmektedir. İhtiras cinayetleri kadın cinayetlerine ilişkin kullanılan kavramlardan birisidir. Özellikle aldatma olayı ve şüphesi gibi nedenlerle ortaya çıkar. Yaşanan şiddetli duygusal bunalım sonucunda kıskançlık, intikam gibi amaçlarla işlenen cinayetler için bu terim kullanılır. Bu tarz cinayetlerde katil cinayeti önceden tasarlamak yerine ani duygularla eş, sevgili veya bunlarla cinsel münasebeti bulunan üçüncü bir şahsı öldürür. İhtiras cinayetleri kıskançlık ve çaresizlik neticesinde işlenen suçların tümünü kapsar (Çetin, 2014:10).
Sabah gazetesi 02.08.2015 tarihli haber başlığı; Beni kurtarın, haberin içeriği; Altı yıl boyunca eşinden dayak yedi, kulağı koparıldı, bacakları kırıldı ve yüzüne kezzap atıldı. 24 yaşındaki Zehra Elber, iki aydır bir hastane odasında yaşıyor. Kapanmayan göz kapakları nedeniyle uyuyamıyordu, bir ameliyat daha oldu. Geleceği ile ilgili umutsuz olan iki çocuklu genç kadın "Beni bu adamdan kurtarın. Hapisten çıktığında beni yine bulur, öldürür" diyor.
Yeniçağ gazetesinin 16 Şubat 2016 tarihinde yayınladığı rapor ise Türkiye’de kadına yönelik şiddetin dehşet verici durumunu gözler önüne sermektedir: “Umut Vakfı’nın istatistiki çalışmalarına göre 2015 yılında Türkiye’de 309’u silahlı, toplam 413 kadın cinayeti vakası basına yansıdı. Bu cinayetlerde anne karnındaki 6 haftalık ceninden 85 yaşındaki kadın dahil
Yukarıdaki örnekte ise kadına yönelik fiziksel şiddetin en kötü örneklerinden birini görüyoruz. Yaşadığı şiddetin üstüne
41
GENCAY olmak üzere 414 kadın ve aile bireyi öldürüldü, kimisi ağır 91 kadın ve aile bireyi de yaralandı. 11 Şubat’ta Mersin’in Tarsus ilçesinde yaşanan ve Türkiye’de büyük etki uyandıran Özgecan Aslan cinayetinden sonra ise yıl sonuna kadar 373 kadın cinayeti yaşandı. Özetle, olaydan sonra yaşanan tepkiler nedeniyle kadın cinayetlerinde bir miat olması beklenirken Özgecan olayı ne Türkiye ne de Mersin için miat olamadı. 2015 yılında basına yansıyan 11 olayla Mersin, kadın cinayetlerinin en çok yaşandığı illerden biri oldu.”
kadından birinin yaşı kaç olursa olsun şiddet gördüğü bilimsel araştırmalarla kanıtlanmışken ve resmi raporlara da yansımışken bu konuda çok ciddi çalışmalar yapılması gerektiği artık ortadadır (Yeniçağ, 2016). KAYNAKÇA Altınay, A., Arat, Y. (2007); “Türkiye’de Kadına Yönelik Şiddet” İstanbul: Punto Bilgili, N., Vural, G. (2010); “Kadına Yönelik Şiddetin En Ağır Biçimi: Namus Cinayetleri” iç. Anadolu Hemşirelik ve Sağlık Bilimleri Dergisi Cilt: 14 Sayı: 1 Çetin, H. (2014); “Gelenek Ve Modernite Arasında Türkiye’de Son Dönem Kadın Cinayetleri” iç. Sosyoloji Dergisi Sayı 30:41-63 Gökulu, G., Hosta, N. (2013); “Basında Kadına Yönelik Şiddet Haberlerinin Analizi: Hürriyet, Sabah ve Posta Gazeteleri Örneği (2005-2008)” iç. International Journal of Social Science Volume 6 Issue 2, p. 1829-1850 Öğülmüş, S. (1991); “İçerik Çözümlemesi” iç. Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi Cilt: 24 Sayı: 1 Yetim, D., Şahin, E. (2008); “Aile Hekimliğinde Kadına Yönelik Şiddete Yaklaşım” iç. Aile Hekimliği Dergisi Cilt: 2 Sayı: 2 2015 yılında Hürriyet, Milliyet, Yeniçağ ve Sabah gazetelerinin internet sitelerinde yer alan kadına yönelik şiddet haberleri: http://www.milliyet.com.tr/oldurmeden-oncetecavuz-etmis-gundem-2084795/ http://www.milliyet.com.tr/bir-kadin-cinayetidaha-gundem-2009999/ http://www.sabah.com.tr/pazar/2015/08/02/benikurtarin http://www.hurriyet.com.tr/kocasi-tarafindanbogularak-olduruldu-28419088 http://www.yenicaggazetesi.com.tr/turkiyededehset-verici-kadin-cinayetleri-tablosu131471h.htm
SONUÇ Türkiye’de kadına yönelik şiddet olaylarına her gün bir yenisinin eklenmesi ve toplu katliamlara dönüşmesi bir an önce çözüm bekleyen en önemli konulardan biridir. İncelenen örneklerde görüldüğü üzere kadına yönelik şiddetin sebeplerinden bazıları; töre, namus, kıskançlık olabilmektedir. Öldürülen kadınların bazıları ise cinsel istismara uğramaktadır. Kadına yönelik şiddetin önüne geçmek amacıyla kadın örgütleri, çeşitli partiler bu konuda çalışmalar yürütmektedir. Başta kadınlar olmak üzere insanlar çeşitli dernekler aracılığıyla bu konuda bilinçlendirilmeye çalışılmaktadır. Kadına yönelik her şiddet veya cinayet olayının ardından gerek sosyal medya üzerinden gerek yürüyüşlerle, protestolarla insanlar tepkilerini ortaya koymaya çalışmaktalar; ancak tüm bunlar kadına yönelik şiddetin, kadın cinayetlerinin önüne ne yazık ki geçememektedir. Türkiye’de her üç
42
GENCAY
TÜRK KADINININ GÖNLÜNDE AÇAN ÇİÇEK: “ÂLEM-İ NİSVAN” Hanife YAŞAR “Eğer kadınların kötü olduklarına hükmedilirse, dünyanın yarısının kötü olduğuna hükmedilmiş olur. Eğer kadınların iyi olduğuna hükmedilirse, dünyanın yarısının iyi olduğuna hükmedilir. Gerçekten de bir şehrin veya bir milletin kadınları cahilse, demek ki o toplumun cahil olması kaçınılmazdır.”(1)
Uzun yıllar süren Rusya’nın asimile politikaları karşısında Türk kadınları erkeklere oranla daha ağır yaşam şartları altında bulunmaktaydı. Cehalete ve toplumun en düşük statüsünde yaşamaya mahkûm bırakılan ve tüm acılara, ölümlere, sürgünlere sadece kendisi için değil, eşi için, çocukları için ve milleti için katlanmak zorunda bırakılan Türk kadınları, en az bunlar kadar acı olan bir gerçekle de karşı karşıyaydı. Bu da toplumsal ve aile içi ilişkileri belirleyen erkeklerin İslamiyet’i işlerine geldiği gibi yorumlamaları sonucunda kadını haksız, hukuksuz, sadece evdeki işlerle meşgul olan, ‘elinin hamuruyla erkek işlerine karışmaması’ gereken, sadece analık ve eşlik görevini yerine getirmekle yükümlü olan kimseler konumuna getirmeleriydi. Açılan okullarda kasıtlı olarak Ruslaştırma ve Hristiyanlaştırma politikası izlendiğinden aileler erkek çocuklarını dahi okula göndermekten çekinirken kız çocuklarının okula gitmesi beklenemezdi. Bu durumda toplumun giderek cahiliyet derecesi arttığından asimile politikası da işe yaramaya başlıyordu.(3)
İsmail GASPIRALI Dünyada siyasal, toplumsal ve ekonomik alandaki gelişmeler neticesinde ortaya çıkan hürriyet, eşitlik gibi kavramlar XIX. yüzyılda Avrupa devletlerinden Müslüman çevreye de yayılmaya başlamıştı. Bu dönemde kadınların da statü olarak erkeklerle eşit konuma gelmesi ve beraberinde belli haklara sahip olması tartışılmaya başlandı. Tarihi perspektiften bakınca Türklerin yaşayışında zaten kadının konumu erkekle hemen hemen aynı olmakla birlikte zaman içinde farklı medeniyetlerle karışma sonucunda bu durum yerine çok farklı boyutlara gelinmişti. Bu yazıda bu konuyu Rusya Türkleri açısından ele almaya çalıştım. 19. yüzyılın sonları, 20. yüzyılın başlarında Çarlık Rusya’sında kadın erkek ayrımcılığı hat safhada olmakla birlikte, Türk kadınlarının Rus kadınlarından farklı olarak ikinci bir statü kaybı daha bulunuyordu. Bu kayıp da Rus ırkından olmamalarından kaynaklanmaktaydı. Rus ırkına ve Ortodoks mezhebine sahip olmak diğerlerine göre ayrıcalık sayılıyordu. (2)
İşte böyle bir dönemde Gaspıralı gibi bir aydının çıkmış olması Rusya Türkleri için hatta dünya Türklüğü için kendini sorgulamaları ve tabiri yerindeyse ‘titreyip kendine dönme’leri için büyük bir fırsattı. “Dilde, Fikirde, İşte Birlik” sloganıyla çağına ve kendinden sonraki çağlara da 43
GENCAY meydan okuyan değerli Türk aydını İsmail Bey Gaspıralı, yaşamını bir milletin aydınlanmasına adayıp yaptıklarıyla sadece Rusya Türklerine değil, dünya Türklerine de ışık tutmayı başarmıştır. Yukarıdaki sözünde bir milletin gelişmesinin ya da cahil kalmasının kadınların eğitilmesiyle doğru orantılı olduğunu ortaya koyup, Türk Milleti’nin de cahillikten kurtulmasının tıpkı tarihin tozlu sayfalarında olduğu gibi kadına verdiği değerle, onun eğitimini sağlamakla mümkün olacağını savunmuştur. İsmail Bey’in bunu sadece savunmakla kalmayıp yaşadığı sürece uygulamaya da geçirmiş olması onu diğer Türk büyüklerinden ayıran yanı olmuştur.
Eğitimsiz, cahil kalan bir toplumun yok olmaya mahkûm olduğunu her cümlesinde bahis konusu eden Gaspıralı kendine en önemli hedef olarak milletini cahillikten, bağnazlıktan, korkaklıktan kurtarıp kadını, erkeği, genci yaşlısıyla birlikte bilinçli bir gelecek oluşturmayı; yani gaflet uykusuna dalmış koca bir milleti uyandırmayı seçmişti. Eline ilim meşalesini alarak Türk Dünyasını ve aynı zamanda İslam âlemini aydınlatmak istiyordu. Dr. Brian G.Williams’ın İsmail Gaspıralı hakkında söylediği sözler de bu manda dikkat çekicidir: “… Müslüman fanatizmine karşı mücadelesinde ve milleti birleştirmek ve dünyevileştirmek yolundaki faaliyetine göre gerçekten ‘Kırımlı bir Atatürk’ adını kazanmıştır. … Gaspıralı’ya ‘Kırım Tatar Milliyetçilerinin Babası’ adı verilebilir. …”(5) Gaspıralı ütopyalar içinde kalan hayalperest bir düşünce adamı değildi. Tam tersine o, söylediğini uygulamaya da koyuyordu. Rusya’da esaret altında yaşayan Türklerin ancak ve ancak dilde, fikirde ve işte birlik yapmak suretiyle benliklerini koruyabileceklerini en başında belirtiyor ve bu sloganı Kırım’ın işgalinin 100. yılında bin bir zorlukla çıkardığı (10 Nisan 1883) Tercüman Gazetesi’nin baş hanesine işliyordu. Bir yazar Tercüman gazetesinin çıkışını şöyle açıklar: “Bahar güneşi ile dünya dirilip çiçeklendiği günlerde, uzun yıllardan beri karlı kefenlerle örtülüp ölü gibi uyuklayan Kuzey Türklerinin de ilk beyaz bahar çiçeği Tercüman açıldı.” (6)
“Bahadırların yerine korkaklar geçerse, insaflıların yerine alçaklar oturursa, cehalet perdesi bilimi örterse, tembellik gayrete, çalışmaya yeğlenirse, bu hale düşen halk ağlasın, gözünden kanlı yaşlar dökülsün. Çünkü bu halin sonu çok acılar doludur, her şey kartopu gibi eriyip mahvolacaktır.”(4)
44
GENCAY nesillerin bilinçli gerekiyordu.
olmasını
sağlamak
İşte Tercüman gazetesi bu fikirleri yaymak için büyük bir fırsattı. Gaspıralı Tercüman gazetesinin büyük kitlelere seslenmeye başladığı zamanlarda hastalıktan kurtaracağı milleti için ilk tedavi yöntemlerine başladı. Burada kadın konusuna temas eden makaleler kaleme aldığı gibi hayalindeki kadın motifini anlatmak için de seriler halinde dikkat uyandıran yazılar yazdı. Bunlara örnek olarak ‘Kadınlar Ülkesi’ ve ‘Arslan Kız’ verilebilir.(9)
Rusların Kırım’ın işgalinin 100. yılında böyle anadilde bir neşriyata müsaade etmiş olması yerli Müslümanların Rusya’ya karşı sempati duymalarını sağlaması ile alakalı olduğunu düşünebiliriz.(7) Tercüman gazetesi ilk yıllarında Türkçe ve Rusça olarak iki kısımdan oluşmaktaydı. 1905 yılındaki I. Rus İhtilali’nden sonra Gaspıralı’nın Tercüman’ın Rusça kısmını neşretmekten vazgeçtiğini görüyoruz.(8)
Kadınlar Ülkesi Tercüman’da 10 Ağustos 1890’da yayınlanmaya başlamış, 2 Temmuz 1891’de tamamı 22 sayı olmak üzere tamamlanmıştır. Bu eser Gaspıralı’nın oluşturduğu ütopik kadın modelini yansıtır. Aslında bu yazı serisinde o günkü şartlar içerisinde Doğu toplumlarında çok rastlanmayan kadın modeli vardır. (10) Diğer kadın temalı yazı da yine Tercüman’da yayınlanan ‘Arslan Kız’ adlı hikâyedir. Hikâye Gülcemal adındaki yiğit bir kızın gayretiyle Üçturfan’ın Çin işgalinden kurtuluşunu anlatmaktadır.(11) Buradaki karaktere yüklediği vasıflar, Gaspıralı’nın Türk kadınlarının da sahip olmasını istediği vasıflardır. (Bu konu Modern
Tercüman Gazetesi Rusya’da başlangıçta küçük bir yankı uyandırsa da zaman geçtikçe Rusya Türklerini dahi aşıp dünya Türklerine hitap etmeyi başarmıştır. İsmail Bey bu gazete ile ve yaptığı diğer hareketlerle (modern usule uygun Usul-i Cedit okullarının açılması) oluşturmak istediği millet bilincini yavaş yavaş hissettiriyordu. Bu millet; ezilmiş, hor görülmüş, ikinci sınıf vatandaş olarak yargılanan değil, aksine ilim ve irfan ışığı ile aydınlanıp kendi kaderi hakkında kendisinin söz sahibi olacağı bir zihniyete sahip olmalıydı. Bunu gerçekleştirmek için de öncelikle kadınların toplum içindeki konumunu yükseltip, onların yetiştirdiği
Türklük Araştırmaları Dergisi’nin belirtilen makale ve sayısında ayrıca incelenmiştir.)
Bu motiflerde oluşmasını istediği Türk kadınını açıkça ortaya koyan İsmail Bey Gaspıralı, insanların zihninde ‘eğitimli modern Müslüman-Türk kadını’ imajını oluşturmuş ve daha sonraki aşamalarda bunu daha değişik yollarla da göstererek
45
GENCAY Rusya’da Türk Kadın Hareketi’nin başlamasına öncülük etmiştir.
Dünyası kadınlarının gönlüne de mis kokulu bir gül bırakmıştı.
Rusya Türklerinin bulunduğu olumsuz koşullarda Tercüman Gazetesi’nde kadınların sahip olduğu düşük statüyü iyileştirmek adına yaptığı çalışmalarla kadının eğitimine ve çalışmasına konulan geleneksel sınırlar bir ölçüde kaldırılmaya çalışılsa da bu konuda yapılanları yeterli bulmamış olacak ki sadece kadınlara özgü bir yayın organının gerekliliğini görüp bir dergi çıkarma kararı almıştır. Başına da en güvendiği (tasarladığı Arslan Kız motifini en iyi yansıtan) kızı Şefika Gaspıralı’yı geçirmiştir.(12)
Gaspıralı’nın inisiyatifinde büyük kızı Şefika Gaspıralı’nın yönetiminde 1906 yılında yayınlanmaya başlayan Âlem-i Nisvan Dergisi, Rusya Türkleri tarafından çıkarılan ilk kadın dergisi olması bakımından da çok önemli bir yere sahiptir. Âlem-i Nisvan Dergisi Bahçesaray’da 1906- 1910 yılları arasında iki haftada bir yayınlanmış olup dergideki konular tamamen aile ve kadın ile ilgili konulardı. .(13) Şekil ve konular bakımından örnek oluşturması için aşağıda derginin bir sayısının içindekiler kısmı verilmiştir. Necip Hablemitoğlu ve Şengül Hablemitoğlu’nun Şefika Gaspıralı’nın hatıralarından ortaya çıkarmış oldukları “Şefika Gaspıralı ve Rusya’da Türk Kadın Hareketi” isimli kitapta Âlem-i Nisvan Dergisi’nin 16.11.1906 tarihinde yayınlanan 36 sayılı nüshasının kapağında “ÂLEM-İ NİSVAN” başlığının altında; “Müslimelere mahsus edebi ve tedrisi haftalık mecmuadır.” yazısını, iç kapakta ise “Âlem-i Nisvan ya ki Hanımlar Dünyası” şeklinde giriş yapıldığından bahsolunmuş ve içindekiler kısmı da şöyle sıralanmıştır: “1.Hanımlara Mahsus Devlet Nizamları ve Şer’i Hukukları Hane İdaresine, Evlad Terbiyesine ve Yurt Tabibliğine Dair Malumat ve Haberler
İsmail Bey, Tercüman gazetesini çıkararak yalnız ‘Kuzey Türklerine ilk beyaz bahar çiçeğini’ hediye etmekle kalmamış, kızı Şefika Gaspıralı’ya teşviklerde bulunup Âlem-i Nisvan (Kadınlar Dünyası) adlı dergiyi çıkarmasını sağlayarak tüm Türk
Hane İşleri, Dikiş- Nakış vesaire Lazım Olan Mevad-ı Resim ve Şekilleri İle
46
GENCAY Bizde vesair Milletlerde Hanımların Hali, Maişeti, İlim ve Edebiyatda, Umur ve Siyasetde Meşhur Olan Hanımların Tercüme-i Hali ve Resimleri
kadınlarla birlikte devam edegelen nesilleri de bilinçlendirmek demekti. Bir kadın dergisinde olması gereken sağlık, temizlik, eğitim, bilim, çağdaş kadın hakları gibi siyasal ve sosyal tüm konulara değinen Âlem-i Nisvan’da eleştirilen bir konu da Türk erkeklerinin giderek artan bir oranla Rus kızlarıyla evlenmeleri sorunuydu. Bu gibi toplumsal sorunlara da Türk’çe yaklaşılıp bir kadın bakışıyla çözüm önerileri sunulmuştur. (16)
Mukaddemat-ı Fünun, Usul-ü Ahlak, Hikâye, Şiir, Tarih ve Seyahat, Lazımgelen Resimler İle” (14) Yukarıdaki alıntıda da görüldüğü gibi Âlem-i Nisvan Dergisi dönemin şartları göz önünde tutulduğunda kadınların sahip oldukları haklarını her şekilde öğrenmesini, sadece kadınlara özgü işleri değil, dünyadaki diğer gelişmelerden de haberdar olmasını sağlaması açısından çok önemli bir özelliğe sahiptir. Mecmualarda çıkan yazı ve haberler rastgele seçilmiş değildi. Her biri milleti çağdaşlaştırma, ilim ve irfana yöneltip ‘dilde ve fikirde’ birlik sağlamak amacıyla özenle seçilen konulardan oluşuyordu. “İşte birlik” kısmı ise ancak bu aşamalarda epey yol katedildikten sonra gerçekleşebilirdi.
Derginin her sayısında gittikçe daha kaliteli makaleler kaleme alınmaya başlanmış ve bu sayede bir aydın kadın çevresi oluşmuştur. Yukarıda bahsedilen eserde, dergide yayınlanan bir yazıyı yine hem dikkat çekici olması babından hem de Türk kadınının geldiği kültürel seviyeyi görmemiz açısından burada aynen vermek istiyorum: ‘… Örneğin Neciye Hanım adında bir okuyucunun, Rus Parlementosu’ndaki (Duma) Türk Milletvekillerine gönderdiği uyarı mektubu önemine binaen aynen yayınlanmış(16 Mart 1907,No.7,s.1-2):
Türk kadınlarının durumunun Çarlık Rusya’sı döneminde Sovyet dönemine göre daha geride olduğu söylense de Rusların Ekim Devrimi ile birlikte kadınerkek eşitliğini sağlama bahanesiyle Türk kadınlarına yönelik uyguladığı programın ve vermiş olduğu hürriyetin Türk aile yapısını bozma ve Sovyet tipi yeni bir aile yapısı ortaya çıkarma temelinde olduğu da unutulmamalıdır.(15)
“HATUNLAR TARAFINDAN MÜSLÜMAN DUMA AZALARINA -Mukaddes şeriatımız biznin hakkımızda fevkalade bir adalet ve hakkaniyet izhar edip bizni tam hukuklu bir insan eylese de irlerimizin (erkeklerimizin)en çok kısmı olan nadan ve zalimleri bizni cem’i hukukumuzdan mahrum ederek tamamilyle cehalet, esaret, hukuksuzluk altına gömüp kırmışlardır… Horlagan tavuk şikilli bizni kıpçaklarga tolup dört duvar açusında aylarca, yıllarca yatırub asramakçı bolalar. Keyifleri kelgen bayın bir hatun alub biznin nazik yüreklerimizden kan akıtalar. Bu son
İşte bu yüzden İsmail Bey Gaspıralı, en başından beri milletinin kadınlarının bilinçlenmelerini, ayaklarını yere sağlam basmalarını sağlayıp böylece yetişecek yeni neslin de eğitimli ve bilinçli bir Türk nesli olarak yetişmesini istiyordu. Türk kadınını bilinçlendirme hareketi, 47
GENCAY zaman yirlerde okub azrak dünyayı görür ki, şeriatını tanurga, özümüznün insan olduğumuzu anlarga başladık. Dumaga baraçak Müslüman azalar, Müslüman hatunların tam hukuklarını alub birsünler, bizni bu zulümlerden, esaretten ve cehaletten kortararak nizam tüzü ve terke taşısınlar. Biz memleketin analarımız. Biz insanların partisimiz. Milletnin terakki ve tedennisi bizge tabidir. Eğer terakki böyle esarette tutacak iseler özleri de bir gün esir, mahv ve münkazir bolacaklarını irler hatırlarında tutsunlar da Duma’ya baracak Müslüman azaları ile Müslüman hatunların hukuklarını almayınca kaytmaska koşsunlar. Biz şunu talep etemiz. Naciye.” ‘
‘eğitim’e önem vermeyen cahil toplumlar, diğer milletlerin onlarla bir ‘yapboz’ gibi oynamalarına seyirci kalmaktadır. Sadece cahil toplumlarda bu gibi olayların yaşanması muhtemeldir. Ve cahil toplumlar bilinçlenmedikçe asla hür olamazlar. Mustafa Kemal Atatürk’ün de hiçbir zaman dilinden düşürmediği ‘eğitim’ konusu, akla, bilime hizmet eden yeni nesillerin oluşması meselesi günümüzde hafife alınmış durumdadır. Biz bugün maalesef yine o çizgimizden kaymış vaziyetteyiz. Türk Milleti yeniden ilimin ışığına yönelmek mecburiyetindedir. Aksi halde tarih bu günleri de bundan sonraki günleri de kötü yazacaktır.
(17)
İşte bunu başarmış olmak dahi, inanıyorum ki Gaspıralı’nın hedefine ulaştığının bariz göstergelerindendir. Bu yayınlar kısa süreli de olsa gerçekten başarının timsali olmuş ve çıkardığı küçük bir kıvılcımla zihinleri harekete geçirmeyi başarmıştır.
DİPNOTLAR: (1)Abid Tahirl, İsmail Gaspıralı Dünyası İsmail Gaspıralı Dehası, Çev: Cumhur Turan,İleri Yayınları, İstanul,UNESCO Gaspıralı Yılı 2014,s:185 (2)Necip Hablemitoğlu-Şengül Hablemitoğlu,Şefika Gaspıralı ve Rusya’da Türk Kadın Hareketi(18931920), Toplumsal Dönüşüm Yayınları,Aralık 2014,İstanbul,s:1
Gaspıralı’nın hareketi bugün dahi bizlere ışık saçar niteliktedir. Kadınların hor görüldüğü ve her fırsatta acımasızca katledildiği bugünün Türkiye’sinde yaşanan korkunç olaylar onun her sözünde altını çizdiği “eğitim” sorunundan kaynaklanmaktadır. Kadına değer verilmeyen toplumlarda gelişmişlik düzeyi aranmaz. Bugünkü İslam dünyası da maalesef hala bu konuda diğer dünya ülkelerine nazaran çok kötü durumdadır. Maalesef ilim ve irfandan uzaklaştıkça da başkaları tarafından kolay yutulan lokmalar haline gelmişlerdir. Orta Doğu’daki bizleri de derinden etkileyen son dönem gelişmeleri de gösteriyor ki bilime, akla, kadın haklarına, ahlaka, yine
(3)NecipHablemitoğlu-Şengül Hablemitoğlu,a.g.e.,s:2-3 (4) Abid Tahirli,a.g.e.,s:172-173 (5)Abid Tahirli,a.g.e.,s:10 (6)Necip Hablemitoğlu,Gaspıralı ve Tercümanı,Dilde, Fikirde İşte Birlik Aylık Dış Politika Dergisi,sayı:3,Nisan1997,Ankara,s:174 (7)Nadir Devlet, İsmail Bey Gaspıralı(18511914),Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları:962,Türk Büyükleri Dizisi:99,Ankara,1988,s:23 (8)Nadir Devlet, a.g.e., s:29
48
GENCAY (9)Cemile Kınacı, Ütopyadan Gerçeğe: Kadınlar Ülkesi ve Arslan Kız’dan Alem-i Nisvan’a Evrilen Türk Kadın Hareketi,Modern Türklük Araştırmaları Dergisi İsmail Bey Gaspıralı Özel Sayısı,cilt: 11,sayı: 4(Aralık 2014),ss:224-247 http://mtad.humanity.ankara.edu.tr/makale.php?id =708
HABLEMİTOĞLU, Necip; “Gaspıralı ve Tercümanı”, Dilde, Fikirde, İşte Birlik Aylık Dış Politika Dergisi,sayı:3,Ankara,1997
(10)Cemile Kınacı,a.g.m.,s:234
KINACI, Cemile; “Ütopyadan Geleceğe: Kadınlar Ülkesi ve Arslan Kız’dan Alem-i Nisvan’a Evrilen Türk Kadın Hareketi”,Modern Türklük Araştırmaları Dergisi İsmail Bey Gaspıralı Özel Sayısı,cilt:11, sayı:4(Aralık 2014)
HABLEMİTOĞLU, Necip-Şengü; Şefika Gaspıralı ve Rusya’da Türk Kadın Hareketi(18931920),Toplumsal Dönüşüm Yayınları,İstanbul,2014
(11)Cemile Kınacı,a.g.m.,s:237 (12)NecipHablemitoğlu-Şengül Hablemitoğlu,a.g.e.,s:36-37
http://mtad.humanity.ankara.edu.tr/makale.php?id =708
(13) Nadir Devlet, a.g.e., s:48 (14)NecipHablemitoğlu-Şengül Hablemitoğlu,a.g.e.,s:37
ŞAHİN, Selcan;”İsmail Gaspıralı, Türk Kadını ve Alem-i Nisvan Dergisi”, Modern Türklük Araştırmaları Dergisi İsmail Bey Gaspıralı Özel Sayısı,cilt: 11,sayı: 4(Aralık 2014)
(15)G. Selcan Sağlık Şahin, İsmail Gaspıralı, Türk Kadını ve Alem-i Nisvan Dergisi, Modern Türklük Araştırmaları Dergisi İsmail Bey Gaspıralı Özel Sayısı,cilt: 11,sayı: 4(Aralık 2014),ss:211 http://mtad.humanity.ankara.edu.tr/makale.php?id =707
http://mtad.humanity.ankara.edu.tr/makale.php?id =707 TAHİRLİ,Abid; İsmail Gaspıralı Dünyası İsmail Gaspıralı Dehası, Çev: Cumhur Turan,İleri Yayınları, İstanul,UNESCO Gaspıralı Yılı 2014
(16)NecipHablemitoğlu-Şengül Hablemitoğlu,a.g.e.,s:40 (17)NecipHablemitoğlu-Şengül Hablemitoğlu,a.g.e.,s:40 KAYNAKÇA: DEVLET, Nadir; İsmail Gaspıralı(1851-1914),Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları: 962,Türk Büyükleri Dizisi:99,Ankara,1988
49
GENCAY
FEMİNİZMİN İDEOLOJİK ÇIKMAZI Sertaç EKEMEN Patriarkal erkek egemen toplumunun ortaya çıkarmış olduğu kadının büyük kapatılma içerisindeki toplumsal statüsü, 1800 yıllardan itibaren felsefenin konusu olmaya başlamış ve ideolojiler çağı olarak adlandırılan 20. yy'da büyük ve geniş tabanlı bir tartışma konusu olmuştur. Feminizm genel manada eşitlik sloganı ile kitlelere hitap etmesi sonucunda Marksist terminoloji içerisinde kendine yer etmiş ve bu yelpazede hareket etmiştir. Bunun yanında Anarko feminizm Radikal Feminizm Liberal Feminizm gibi alt dallara bölünmüş olan bu fikirsel akımın farklı dünya görüşleri içerisinde varlığını devam ettirmek istemiştir. Bu yazıda Feminist bakış açısının diğer ideolojilerin gölgesinde kalmasının ve hayat bulamamasının nedenlerini irdeleyeceğiz.
benimsenerek cinsiyet üstü bir ideoloji haline gelmiştir. Temel sloganları ise reddedilen/ inkar edilen kadın haklarının geri iadesi edilmesidir. Ancak 19. yy'dan 20. yy.la geçilen dönemlerde Liberal ve Sosyalist alt kategorilere ayrılan Feministler, temel insan hakları ve eşit yurttaşlık taleplerini ileriki bir boyuta taşıdılar. Liberallerin eşit oy talepleri karşısında sınıf ve devrim mottosundan hareket eden Sosyalist Feministler, ABD içerisindeki kadın oy hareketinin oldukça gerisinde kaldı. Bu da kadının anayasada oy hakkını elde etmesini 1920’li yıllara kadar uzamasına sebep oldu. İngiltere’de ise kadın hakları hareketi, Siyaset Bilimi yelpazesinde kendine yer etmiştir. Mutlak Hükümranlık teması içerisinde Aile kavramı hiyerarşisini Eleştiren İngiliz Filozof Mary Astell demokrasi ve aile örgütü içerisindeki mikro tahlili ile feminist bir bakış açısı getirmiştir. Bununla birlikte Mary Wollstonecraft kadınının toplumsal bir kurgu olduğunu varsayarak Velayet ve Çalışma Hakkını elde etmek için bir dizi eylem örgütledi. Ancak bazı haklar elde ettilerse ise sadece erkek işçilere oy hakkı tanınması ile hayatın her alanına nüfus etmenin siyasal haklardan olduğunu öngören Wollstonecraft taraftarları oy taleplerini bir dize eyleme döktüler. Burada önemli olan husus Charist hareket içerisindde feminist desteği olmasına karşın, kadın oy hakları mücadelesi içerisinde feministlere Sosyal Demokrat Partinin destek vermemesi olmuştur.
19. yy ikinci yarısı ve 20. yy başına doğru birçok kadın örgütsel bir çatı altında ideolojiler üstü bir kollektif yapı ile biraraya geldiler bu yapı birinci dalga feminizm adı verilen hareketin temel kıvılcımlarını teşkil etti. Amerika Birleşik Devletleri'nde Sarah Grimke ve Anjelina Grimke gibi isimler kölelik ve siyahi haklarının yanında kadın haklarının savunucusu haline geldiler Buradaki ilk başkaldırılar erkek egemen toplumu içerisinde sıkışmış olan kadın figürünün 1776 İnsan Hakları Beyannamesi ve Fransız İhtilalinin getirmiş olduğu özgürlük fikirleri içerisinde kendine pay çıkarması ile şekillenmiştir. Bu talepler eğitim, çalışma ve oy hakkı talepleri ile somutlaşmış ve erkekler tarafından da 50
GENCAY Fransa’da gelişen Feminist hareket meyvelerini 1944 gibi 20.yy ikinci çeyreğine denk gelen bir dönemde vermişti. Fransız Devriminin ardından jakoben yönetim ve zhiniyet var olan kadın kazanımlarını yok etmiştir, Kadınlar için eşit oy ve çalışma hakkı talebinde bulunan aktivist De Gouge, madem kadınlara giyotin hakkı tanınıyor, o zaman siyasal haklarda tanınmalıdır söylemini geliştirmiş ve giyotine yollanmıştı. Fransız Sosyalizmi başlangıçta feminizme karşı bakışını eşitlik temelinde olumlu bulurken, ütopik sosyalist fikir adamı Proudhon bu düşünce yapısını eleştirmiştir. Proudhon kadınlara karşı verilecek olan siyasal hakların, aile yapısına ters olacağını, “ Farz edelim ki kadın bir halk meclisinde kocasınınkine ters bir oy kullandı, bu anlaşmazlıkların boşanmasına yol açar ve toplum nazarında erkeğin onuru inciltir demiştir.” Proudhoncu Sosyalizm kadının siyasal yaşamdaki aktivitesini aileyi feda edeceği düşüncesiyle baltalamıştır. Böylelikle Fransız solunu feminizmden uzaklaştırmakla kalmamış, Fransa'da 1884 ten sonra kadınların sendikacılık hareketine girmelerini zorlaştırmıştır.
sosyalist kadın önderlerden Clara Zetkin, kurtuluşun ancak proleter kadınlar tarafından sağlanacağını söyleyerek feminist düşünceyi hareket içerisinden dışladı. Sovyet Devrimi gerçekleştikten sonra Rusya’da görece somut atılımlar gerçekleşti, Gerek çocuk bakımında kollektif bir yapının benimsenmesi gerek ise ev yaşantısında iş bölümünün yanında Kollontai gibi Rus Devriminin düşünürleri kadının özerk kimliğini sorgulayarak evlilik kurumunun meşruiyetini eleştirmeye varan söylemleri geliştirdi. Ne var ki; Stalin dönemi ile başlayan ağır devletçi politikada, feminist denebilecek yaşam tarzı ve kazanımlar sekteye uğradı. Aile kavramının kutsallığı Stalin döneminde yüceltilirken, bu politika ile boşanma hakkı kısıtlandı ve kürtaj hakkının kaldırılması gibi kimi gerici uygulamalar benimsendi. Sadece siyasal, ekonomik ve eğitim haklarına dokunulmadı. İkinci Dalga Feminizm “ideolojiler çağı” olan 20.yy dan post-modern döneme bir köprü kurması açısından yeni bir fikirsel akım daha doğrusu yeni fikirsel alternatiflerin gün yüzüne çıkışı olarak nitelendirilebilir. Bu dönemde siyasal ideolojilerin bilhassa marksizm’in içerisinde sıkışıp kalmış feminist dünya görüşünün, Liberal Sosyalist akımlar içerisinde hayat bulamayıp kendine yeni kalıplarla özgünlük yaratma peşinde olduğunu göreceğiz. Ancak hali hazırda var olan terminolojilerle kendini açıklamaya çalışması; diğer siyasal akımlarla flört etmeyi hali hazırda devam ettirmesi feminizmin kendini bulamamasına
Almanya’da, özellikle paris komününün başarısızlıkla sonuçlanması ardından, işçi sınıfının asıl mücadele alanı Fransa’dan Almanya’ya kaydı. Alman Sosyalist düşünür August Babel yayımlamış olduğu eserinde, kadınlara eşit hak tanınmasını gerektiğini ve kadın kurtuluşunun ancak sosyalizmle birlikte mümkün olacağını söylemiştir. Buna karşın 2. Enternasyonel’de Kadın hareketi ve işçi hareketi arasında çıkan sürtüşme sonucunda, kadın hareketi bir burjuva hareketi olarak nitelendirilip dışlandı. 51
GENCAY özgünleşememesine sebebiyet verecektir. Her ne kadar kadına şiddet, kürtaj, toplumsal hayattaki kadının rolü, toplumsal cinsiyet gibi somut problemlere karşı tahlilini yapıp reçetesini belirlese de hareket radikalleşerek somut ve konjonktüre uygun uygulanabilir bir teori olmaktan çok uzağa gitti.
özel olan politiktir sloganı kullanması ve bu döngü içerisinde yer alan aile içi şiddete karşı toplumsal duyarlılık oluşturması açısından kendiliğinden bir siyasal örgütlenme doğurması özgünlük açısından önemlidir. Ancak ideolojik temellendirmesini yaparken teknolojik sunni döllenme ve yeniden üretim gibi bu zamana kadar gelmiş erkek ve kadın rollerini radikal bir biçimde değiştirmeyi ve bunu teknoloji ve bilim sayesinde olacağını belirtmesi, Hali hazırda var olan postmodern bir dünya görüşü olarak radikal feminizmi, ütopya paradoksuna hapsetmeye mahkum kılmıştır Sonuç olarak Aydınlanma çağının bir meyvesi olarak; hümanizm, vatandaşlık, insan hakları, demokrasi gibi fikirler ile erkek egemen toplumdan uzaklaşılması açısından anahtar bir rol üstlenip, Kadının eşit ve özgür diğer insan olarak var olması için doğmuş feminizm, İdeolojiler yüzyılında Marksist Terminolojinin tekeli ve inisiyatifine terk edilmiştir. 20.yy Üçüncü çeyreğinden itibaren ise marksizm var olan teorik ve fikirsel önemini yitirirken kendi içerisinde bir çıkış yolu bulmaya çalışan feminizm, önce Liberalizm ile daha sonra ise radikal bakış açısıyla gerçekçi, faydacı ve işlevsel fikirsel akım özelliğini yitirmiştir.
Liberal Feminist olarak kendini tanımlamaya başlayan Feminist grup, başlardaki Feminist düşüncenin benimsediği fikirlerden ”demokratik ve insan haklarından eşit ölçüte yararlanma ve eşit siyasal hak talepleri gibi” uzakta değildi. Ancak Friedan gibi toplumsal alanda eşit bir statü elde etme amacıyla kadın ve erkek rollerinin değişmesi; erkeğin kadınlaşması gibi ütopik kavramlarla feminizmin reel dünya koşullarına uyum sağlaması engellendi. Bu durum da diğer ideolojilerin gölgesinde kalarak yapılacak Feminist kuramın aymazlığını post-modern dönemde de kendini gösterdi. Postmodern dönemde ortaya çıkan feminist kuramlardan birisi de radikal feminizmdi. Her ne kadar marksist tandanslı olup Engels’in kadın manifestosundan yola çıkarak kendini geliştirse de görece kendine özgü daha sistematik ve bağımsız fikirler ortaya çıkarmıştır. Bu dönemde radikal feministlerin postmodernizmin özel alan ve kamusal alan ayrımı gözetmeksizin,
52
GENCAY
DEDE KORKUT HİKÂYELERİNDE KADIN TİPİ VE ÖZELLİKLERİ Ömer ÜNAL Toplu Milletlerin benliklerini oluşturan en önemli unsur dildir. Dilin özünü ise o dilde yazılmış edebi eserler oluşturur. Türk milletinin de kimliğini, özünü, fikir dünyasını teşkil eden birçok önemli eser bulunmaktadır. Edebi eserlerimize örnek verilmesi istendiğinde akla gelen eserler, Orhun Abideleri, Kutadgu Bilig, Divan-ı Lügat’it Türk ve Dede Korkut’ tur. Elbette daha nice değerli eserimizle bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Bu noktada Prof. Dr. M. Fuat KÖPRÜLÜ’ nün Dede Korkut için söylemiş olduğu şu sözlere kulak kesilmeliyiz : “Terazinin bir Kefesine Türk Edebiyatının tümünü, diğer kefesine de Dede Korkut’ u koysanız yine de Dede Korkut ağır basar.” Köprülü’ nün bu sözünde de net bir şekilde ifadesini bulan Dede Korkut anlatıları, Türklüğün, Türk fikri hayatının, olaylara bakış açısının adeta bir özeti niteliğindedir. Fikrin ete kemiğe bürünmüş halidir Dede Korkut Lisan ı taife… Bu edebi eserde Türk aile yapısı, kadına verilen değer, savaş ve barış dönemlerindeki tutum ve davranışlar, millet olma bilinci, inanç dünyası gibi konularda bilgi sahibi olmaktayız. Türk milleti, erkek ile kadın arasında keskin çizgilerle bir ayrım ve ötekileştirme yapmamıştır. Kurultaylarda söz sahibi olan Hatun, devlet yönetiminde etkili bir konumdadır. Bu özellikleri edebi eserlerimizde görebiliriz. Bu yazıda da Dede Korkut Hikâyeleri’ ndeki Türk kadın tipinin nasıl işlendiğine ve anlatılardaki
kadın karakterler temelinde verilen değere bakacağız.
kadına
On iki hikâyeden oluşan Dede Korkut kitabında; güzellik, asalet, zekâ, akıl, iyi yetişmiş ve eğitimli olma, devleti en üst makamlarda temsil edebilme, muktedir olma, iyi ata binme, silah kullanma, savaşabilme gibi özelliklerinin yanı sıra yardımseverlik, cömertlik, sadık ve eşine yardımcı bir hayat arkadaşlığı, Türk kadınının ortak özellikleri olarak görülmektedir. (Duran 2004,32). Bugün de Türk toplumunda anne ve annelik olgusu kutsal bir yerdedir. Dede Korkut boylarında iki kadın tipinin ön planda olduğunu görmekteyiz: Alp Tipi kadın, ideal eş ve anne olan kadın. Bu iki tip ön planda olmasına rağmen, Dede Korkut’ ta bir kadın dört ya da beş farklı tipin özelliklerini de üzerinde taşıyabilmektedir. Örneğin; Dirse Han’ ın karısı hem alp tipi bir kadındır, hem annedir, hem evinin hanımıdır, hem
53
GENCAY bilgedir, hem de sanatçı/ozan tipi bir kadındır. (Yakıcı 2007: 40-47).
sorumluluğunu taşıması, gözü dışarıda olmaması, tembellikten kaçınması, dizini kırıp evinde oturması, çok gezmemesi, dedikodu yapmaması, haksız olduğu halde başkalarını suçlamaya çalışmaması, yapıp yedirmekten hoşlanması, kocasının öğütlerini dinlemesi, sözünü kulağına koyması… erdem sayılmıştır. ”(Binyazar 1996,71).
İdeal eş ve anne tipinde, Dirse Han’ ın Hanımı, Boğaç Han’ ın annesi, Burla Hatun, Deli Dumrul’ un eşi, Bay Böri’ nin eşi, Bamsı Beyrek’ in annesi, Deli Dumrul’ un annesi, Kan Tural’ nın annesi, Tepegöz’ ün annesi olan Peri Kız, Begi’ in eşi, Segrek’ in annesi kadın kahramanlardandır. İdeal sevgili tipinde: Banı Çiçek, Selcen Hatun, Bayburt Tekfuru’ nun kızı, Segre’ in evlendiği kız (Ekici 2000:126,134) örnek olarak verilmiştir.
Çoğunlukla at üzerinde erinin yanında savaşan, otağda dirliği ve düzeni sağlayan, alp kişiliği ile çevresine örnek olan Türk kadınını Dede Korkut’ ta okumak ve onu öğrenmek elbette bizler için önemlidir. Mustafa Kemal ATATÜRK’ ün: “ Kahraman Türk kadını! Sen yerlerde sürünmeye değil, omuzlar üzerinde yükselmeye layıksın.” sözünü iyi idrak etmeli ve Türk kadınına bugün reva görülen yaşam şartlarını da iyi incelemek gerekmektedir.
Bilindiği gibi, Dede Korkut Destanı, hikmet ve irfan dolu bir duâ ile başlar: Allah Allah dimeyinçe işler onmaz; Kadir Tanrı virmeyinçe er bayımaz; Ezelden yazılmasa kul başına kazâ gelmez; Ecel vâde irmeyinçe kimse ölmez; Ölen adam dirilmez; Çıhan can girü gelmez; Bir yiğidin kara tağ yumrusunca malı olsa, yığar direr taleb eyler, nasibinden artuğın yiye bilmez; Urluşuban sular taşsa deniz tolmaz; Tekebbürlük eyleyeni Tanrı sevmez… (Ergin 2009: 73).
Dede Korkut’un oluşturulduğu tarihte özgür olan, rahatça toplum içinde hareket edebilen, kocası olmadığı zamanlarda misafir ağırlayabilen Türk kadınının “İslamiyet devrinde ise Arap tesiri ile hürriyeti sınırlandırılmıştır. Arap erkeği için kadın bir hayat arkadaşı olmaktan çok, bir süs eşyası durumundaydı. Kadın ancak çocuk sahibi olduğu zaman durumu biraz düzeliyor, daha doğrusu evlilik bağı nispeten kuvvetleniyordu. İslamiyet’in zuhuru Arap kadınına, geniş haklar tanınmasına, kadını hiçe sayan örf ve adetlerin kaldırılmasına vesile oldu”; ama yinede Arap toplumunda eski kültürün izlerinin silinmesi mümkün olmadı.( Çandarlıoğlu 67)
Boylarda evlenilecek kız da aranan ilk özellik alpliktir. Kahraman vasıflı kadınlar, dokuz hikâyedeki erkeklerin danıştığı, fikrine önem verdiği, vefalı, namuslu kadınlardır. Göçebe şartlarda yaşayan erkeğin gözünü arkada bırakamayacak tipler evlenilecek kadın olarak seçilmektedir. Kadının: “Dar durumda kalındığında erkeğin yerini tutup onu aratmaması, eşine sevgi duyması, konuk ağırlayabilmesi, eşine ve çevresine saygılı olması, obur olmaması, azı çok eylemesi, kendi olanaklarıyla yetinmesi, evinin
Tüm bu sorunlardan arınabilmek ise yine Türk insanının milli birlik ve beraberlik ile mümkün olacaktır. Köycülük, 54
GENCAY memleketçilik yapan bir topluluğun cinsiyetçilik yapması da oldukça doğal bir sonuçtur. İlçelerin sınırlarını çizen o görünmez sınırları zihinlerden, karşı cinsi ötekileştiren duyguları ise kalplerden söküp atmak zorunlu bir durumdur. Dede Korkut’ tan dinlemezsek sözü çok fazla işitiriz kadını hor gören insanın öyküsünü. Aynaya bakmadan, Dede Korkut’ un bilgisinden, hikâyelerdeki manadan elimize, dilimize ve belimize birer can suyu dökme vaktidir. Bitkin düşmüş, üzerine ölü toprağını sermiş olan bir milleti yeniden yeşertecek can suyu da Dede Korkut’ tan başkası olamazdı zaten…
KAYNAKÇA: Ergin, Muharrem. Dede Korkut Kitabı. İstanbul: Boğaziçi yayınları,2008. Çavdarlıoğlu, Gülçin. Türk Destan Kahramanları. İstanbul: And Yayınları,1977. Ekici, Metin. “Dede Korkut Kitabında Kadın Tipleri”.Uluslar arası Dede Korkut Bilgi Şöleni. Haz. Alev Kâhya Birgül. Aysu Şimşek Canpolat. Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları,19-21 Ekim 1999. Birgül, Alev Kâhya. “Dede Korkut Hikâyeleri’nde Kadının Konumu”. Uluslar arası Dede Korkut Bilgi Şöleni. Haz. Alev Kâhya Birgül. Aysu Şimşek Canpolat. Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları,19-21 Ekim 1999. https://guneyturkistan.wordpress.com/2010.03.08/ dede-korkut%E2%80%99ta-kadin-ve-dunyakadinlar-gunu/.
55
GENCAY
YAŞAMA HAKKI! Çağhan SARI 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü vesilesiyle Gencay Dergisi'nin Mart sayısında, 8 Mart'ın tarihteki yerini ele alan bir yazı kaleme almak niyetimiz vardı. 8 Mart ne idi, nasıl simgeleşti sorularına yanıt arayacak, Avrupa'da kadın haklarını farklı siyasi cenahlardan savunmuş ve kurucu anne vasfını üstlenmiş isimleri elimizden geldiğince tanıtmaya çalışacaktık. Ancak bu niyetimiz hayal kırıklığıyla söndü. Bambaşka bir yazıyla karşınıza çıkmak varken bunun faydasını sorgulatan, yazarın yazmasının ötesinde okuyucunun da okuma hevesini örseleyen gelişmeler insanlığın şeytanı da geride bırakabileceğini gösteren türdendi. Kadın haklarının tarihsel sürecine bakmak şöyle dursun bugün kadının yaşama hakkı var mı sorusunu yöneltti. İnsanın nefret duygularını aştı. Söyleyeceklerimizi unutturdu.
muhtemelen bir kaç vakanın olabilme olasılığını düşünmek istemiyoruz.
daha dahi
Çok değil, bir sene önce Mersin'de detaylarını yazmaya tahammül edemeyeceğimiz kadar caniliğin şerha şerha fışkırdığı bir cinayet sonrası Türkiye, kadınlara yönelen şiddetin giderek artmasına ve cinsel saldırılara karşı refleks göstermiş idi. Refleks tabirini kasti kullanıyoruz. Çünkü hadiseden sonra hemen hemen her hafta bir kadın daha, babası, kocası, kardeşi, sevgilisi yahut hiç tanımadığı bir sokak eşkıyası tarafından öldürülürken yasalar nezdinde neler yapıldığına yanıt arama gücü bulamıyoruz. Sosyal paylaşım sitelerinde bir fotoğraf, bir yazı paylaşmakla vatandaşın üstüne düşen sorumluluğu yerine getirdiği duygusunu hissetmesi nedeniyle refleks diyoruz. Tepki vakaların sonrasındaki seslerden ibaret kalmamalı çağrısını yapan birçok sivil toplum kuruluşu ve sosyal platformun çabasına rağmen gündelik hayatın akışına sürüklenenlerin sahip çıkmayışına refleks diyoruz. Yıllardır kan emen terör sorununda nice genç fidanın şehit düşme haberlerine olduğu gibi yavaş yavaş kadınların öldürülmeleri haberlerine de kayıtsız kalanların sayısı arttığı için refleks diyoruz. Dahası gösterilen tepkilerin dahi, düzenlenen sertifika programlarının dahi -Kayseri'deki caninin kadın hakları ile ilgili bir sertifika programına katıldığı bilgisi üzerinesamimiyetine güvenemeyerek refleks diyoruz.
Bu yazı kaleme alındığı sırada, öğretmenlik mesleğini haysiyetsizliğine bakmadan üstlenme alçaklığını gösteren bir müsveddenin saldırısı sonrası yaşamına son veren bir insanın adı dimağlarda yankılanıyordu. Üzerinden bir ay kadar geçmeyen bir başka olayda İstanbul'un nezih bir semtinde evine geç saatte gittiği gerekçesi (!) ile saldırıya uğrayan insanın adını öğrendik. Bu saldırılara uğrayan cinsiyetinden önce insan, onlara saldıranlar ise insanın bütün vasıflarını yitirmiş ruhsuzlardır. Bu gün (25 Şubat 2016) ise bir başka genç insan evinde öldürülmüş olarak bulundu. Gencay'ın Mart sayısı çıktığı zaman 56
GENCAY Özgecan Aslan, kadının ne siyasi ne de sosyal hakları için değil, en temel hakkı olan yaşama hakkı için simgeleşmiştir. Günümüzde kadın haklarının ve erkekkadın eşitsizliğinin tartışmalarının ekseni doğru ve iyi olanın yönünde seyredeceğine, kadının yaşam hakkının korunması noktasına dönülmesi, toplumun buna yuh çekmemesi tarihe düşülecek bir ayıptır. Kadının çalışma hakkı, siyasi hakkı üzerine mülahazalar yapmak, kadının yeni baştan tanımını yapmak, kadının ekonomideki yerini tartışmak, kadının annelik görevi noktasında yapabileceği veya yapması gerekenleri değerlendirmek artık ne derece sıhhatlidir bilemiyoruz. Nitekim artık kadınların yaşam hakları tehlikededir. Bu tehlike bertaraf edilmeden diğer sorunların çözümü için sarf edilecek gayretlerin yerine ulaşamama ihtimali sizleri rahatsız etmelidir.
akisleriymiş. Yapılması gereken tepeden tabana her yerde ister otorite ürünü ister yetiştiriciliğin titizliği kadına saygının yeniden tesis edilmesidir. Bu çemberin dışında kalanların da insafsızca yok sayılacak hal tarzının geliştirilmesidir. Kadınlara saldırılarda bulunanların mahkemelerde savunma yapmaları sırasında kurdukları bazı cümleler vardır ki insanı hayrete düşürmektedir. ''Şeytana uydum'', ''şeytan yanılttı'', ''kendimi kaybettim''. Şeytanın dahi bu varlıklar nezdinde Tanrı katında nasıl bir yeri aynı mıdır bilmiyorum ama geride bıraktığımız asırda insanın kendisine ve doğaya verdiği zarar ile hainlik herhalde şeytanı bile gölgede bırakacak cinstendir. Şimdi hayata kast etmenin, bir insana yapılabilecek en aşağılık saldırının kılıfını şeytana uymak diye tabir edilenlere şeytani cezalar verilmelidir ki kendi şeytanlıkları ile hesaplaşsınlar. İki buçuk yıldır sizlerle buluştuğumuz bu sayfalardan ilk kez bir rica ile satırlarımıza son veriyoruz. Sizlerin huzuruna bu sayıda kadın haklarının tarihsel süreciyle çıkamadığımız ve bu kadar kısa bir kelamda kaldığımız için bizleri mazur görün... Kadınlar öldürülürken kadın haklarını yazmaktan utandık! Affedin...
Adamsanız gelin bu meseleyi önce çözün diyoruz. Annenin dünyaya getirdiği yavrunun büyüyüp başta kendi annesine duyduğu sevgi ve saygıyı tüm annelere ve anne adaylarına yansıtmasını beklemek meğer dünyada kaleme alınan bütün ütopyaları geride bırakırcasına bir hayalin
57
GENCAY
BİR KADIN... BİR KADIN... Onur ÇELİK Gözleri etrafa saçıyor ışık, Bir kadın... Bir kadın... Bana bakıyor. Elleri ipekten, saçlar dolaşık, Bir kadın... Bir kadın... Bana bakıyor. Anladım... Kadındı en güzel sanat, Güçlüydü; hayatın yüküne inat, Güneş kayıp... Sanki durdu kainat, Bir kadın... Bir kadın... Bana bakıyor.
Eşsiz gülüşüne mevsimler vurgun, Asildi... Vakurdu... Değildi yorgun, Ay kırk parça oldu, yıldızlar durgun, Bir kadın... Bir kadın... Bana bakıyor.
Tuttu ellerimden, çekti kenara, Yüzüne bakarken daldım bir ara, Buydu göreceğim en hoş manzara, Bir kadın... Bir kadın... Bana bakıyor.
Gönlüme bir umut, derdime derman, Kayıt düşülmüştür, yazıldı ferman, Zaman donsun, sakın bitmesin bu an, Bir kadın... Bir kadın... Bana bakıyor... Bir kadın... Bir kadın... Yürek yakıyor... 58
GENCAY
KADININ ADI HALA MI YOK? Alperen KIZIKLI Bu yazıyı okumadan önce, yazının temasına uygun bir müzik dinlemek isterseniz sözleri rahmetli Aysel Gürel’e ait, Sezen Aksu’nun seslendirdiği Ünzile adlı eseri dinleyebilirsiniz. Kendinizi yazıyı okumadan önce bir kadının yaşadıklarına şahit olmaya ruhen hazırlayınız.
kardeşi yaşındaki bir erkekle resmi nikâh olmadan dini nikâhla yaşamaya… Evlendiği erkek, 6 yıldır sevdiği bir insan olmasına rağmen kendi ailesinin “ Artık evlen, bu kız efendi, hanım bir kız, biz bu kızı ailemizde görmek istiyoruz” demesine karşı gelemediği için 9 yaş büyük V.S’yi imam nikâhıyla eşliğe kabul etmiş. Aklı hala 6 yıldır sevdiği kızda…
Bir üniversite hastanesinde ihtisas eğitimimi almaktayım. Hekim olarak her gün onlarca hastayla konuşuyor, onları muayene ediyor, tedavileriyle ilgileniyor, yer yer onların sıkıntılarıyla hemhal oluyorum.
V.S.’nin hastalığı çeşitli tetkikler neticesinde kesinleştirildi. Fakat hastalığı bir ömür sürecek ve gebe kalmasını güçleştirecek bir rahatsızlık. Tedavisi için alması gereken ilaçlar da çocuk sahibi olmasını engelleyebiliyor. Sistemik lupus eritematozus adını verdiğimiz öldürmeyen fakat bir ömür boyu süründüren bu hastalıkla yaşamak zorundaydı artık.
Sizlere hastam olarak şahit olduğum bir kadının hikâyesini, onun yaşadıklarını anlatmak istiyorum. V. S., 30 yaşında böbrek rahatsızlığı sebebiyle, memlekete, hastanemize gönderilmiş. Yüzünde hastalığına bağlı lekeler, böbreklerindeki bozukluk, ayaklarındaki şişlikler ve ciddi nefes darlığı ile servisimizde tedaviye aldık onu.
Evlendiği erkek, ticaretin içinde olduğu için bilgi teknolojilerini kullanabilen bir genç. Hasta dosyasında eşinin hastalığın ismini görmüş ve araştırmış günlerce… Bu hastalığın çocuk sahibi olmayı güçleştirdiğini öğrenmiş ve toplamış memleketinde aile efradını… Eşinin hastalığının bir ömür süreceğini, hasta bir kadınla yaşamak istemediğini, ailenin de onayı olursa resmi nikâhla 6 yıldır sevdiği kadını eş olarak, V.S de eğer isterse, kuması olarak yanında kalabileceğini anlatmış. Eğer eşi onla kalmak istemezse arada resmi bir akdi olmadığı için onu babasının evine yollayabileceğini de söylemiş. Birkaç hafta önce V.S’yi taburcu ettik, tedavisini düzenleyerek on gün
6 ay önce, kendisinden 9 yaş küçük eşi ile dini nikâh ile evlendirilmiş. Arada sevginin olmadığı tamamen iki ailenin dostluk bağlarına istinaden yapmalarını istedikleri bir evlilik akdi oluşturmuşlar. Sormamışlar V.S’ye sen bu çocuğu kocan olarak ister misin, diye. Yaşı otuz olması nedeniyle etrafı onun evde kaldığını düşünmüş. Kapana sıkışmış, eğitim alamadığı için hayatta bir yer edinememiş ve toplumsal statüsünü ancak bir kocayla evlenerek elde edebileceği öngörülmüş. Mecbur kalmış sevmeden evlenmeye, 59
GENCAY sonra kontrole çağırarak memleketine gönderdik.
yapınca bir çeyrek altın takmayı siyaseten uygun görüyor. Kadını valilik önünde sosyal yardım dilendirmeye, seçim zamanları onun eğitimsizliğinden faydalanarak dini hassasiyetlerini sömürmeye çalışıyor.
V.S psikolojisi bozuk bir halde yeniden hastanemize geldi. Yanındaki eşi henüz onu yarı yolda bırakmış değil. V.S yaşadığı toplumda kuluçka makinesi gibi görülmüş, resmi olmadan da dini nikâhla evlendirildiği kardeşi yaşında bir erkekle yaşamaya mecbur bırakılmış. Eşi tarafından terk edilince babası evinde kıymeti olmayacak. Belki bir ömür çile ve cefa çekmeye mecbur kalacak bir hasta olarak görümcesi olan bir kızın refakatinde yatıyor şimdilik…
Kadın sadece bu ülkede bir adet oy olarak görülüyor. Ayrıca sosyal hayatta yeri sadece ev gezmeleri ve dini sohbetlerden başka bir şey değilmiş gibi gösterilen insansı varlıklar olarak değerlendiriliyor. Kız babalarına, kızının da erkek evladı gibi bir birey olması gerektiğini öğretmememizin sonuçlarını yaşıyor V.S. Onun yaşadıkları bu ülkedeki zihniyetin bir tezahürü. Onu birey yapamayan sistem, ondan doğacak çocuklarla kalkınmayı, refah sahibi olmayı planlıyor.
Kendimi V.S.’nin yerine koyuyorum, kapana kısılmış gibi hissediyorum. Ama V.S’yi tedavi etmekten başka elimden bir şey gelmiyor…
Kusura bakmayın efendiler! V.S ve onun gibi nice kadınlar bu toplumda eğitimli ve kimlik sahibi bir birey olmadan bizler, onlardan doğacak çocuklarla ne terörün, ne de geri kalmışlığın önüne geçebilirsiniz.
Evet, kadının hala bu ülkede adı yok. Kadın cinayetleriyle, kadınlar, kızlar canından oluyor bu ülkede. Tecavüze uğruyor ve işyerinde, okulda mobbing uygulanıyor. Taciz mağduru oluyor ve devlet hala kadınlara 3 çocuk yapmayı tavsiye ediyor. İktidar sahipleri kadının kimliğini güçlendirmek yerine, ona çocuk
Neşet Ertaş’ın da dediği gibi.” Kadınlar insandır. Biz ise insanoğlu.”
60
GENCAY
TÜRK KADINI İLE GELENEKLER ARASINDA İlker GEZER Türk toplumunda kadının saygın bir yeri vardır. Orta Asya'da kurulan ilk Türk devletlerinde kadın ve erkek eşit haklara sahipti. Devlet yönetiminde, hakanların yanında hatun adı verilen eşleri de söz sahibiydi. Kadınlar ata binip ok atar, top oynar, güreş gibi ağır sporlar yapar ve savaşlara katılırlardı. Toplumda tek eşlilik prensibine bağlı kalınır, ev eşlerin ortak malı sayılırdı. Namus ve iffete büyük bir önem verilirdi.
zafere götürmekte, Anadolu Kadını kadar gayret gösterdim diyemez". Türk toplumunda ailenin, ailenin içinde de kadının yeri ve önemi büyüktür. Kadın erkek eşitliğinin sağlanması, toplumsal uzlaşmanın en önemli şartlarından birisidir. Toprak kokar Türk kadını, Anadolu kokar, aşk kokar, sevgi kokar…
Osmanlı Devleti Dönemi'nde kadın haklarında gerileme oldu. Kadınlar evlenme, boşanma, miras ve eğitim işlerinde pek çok haklarını kaybettiler. Bununla birlikte köylerde ve kasabalarda yaşayan kadınlar, her alanda eşlerine destek oluyordu. Kurtuluş Savaşı yıllarında, erkeği cepheye giden Türk Kadını, çocuğunu yetiştirmiş ve evinin geçimini sağlamıştır. Hatta silâh ve cephane taşıyarak savaşa katılmıştır. Bu davranışı ile Türk Kadını, Türk toplumundaki önemli yerini bir defa daha ispat etmiştir. Ulu Önder Atatürk, kadınlarımızın medenî, siyasal ve sosyal haklarına kavuşması gerektiğine inanıyordu. Türk kadınının bu durumunu Atatürk şu sözü en güzel şekilde ifade eder: "... Dünyada hiçbir milletin kadını, ben, Anadolu kadınından daha fazla çalıştım, milletimi kurtuluşa ve
Toplumları incelediğimizde, tarih boyunca şiddetle en çok karşılaşan ve maruz kalanların kadınlar olduklarını görmekteyiz. Kadınlar cinsiyetin belirlendiği andan itibaren erkek egemen 61
GENCAY toplum yasaların geçerli olduğu bir dünyada, erkeklerin dayattıkları cinsiyetçi bir düzen içinde özel yaşamlarında ya da kamusal alanda çeşitli şiddet olayları ile karşılaşmaktadır.
sonra okuma hakkının elinden alınması ile kadınlar şiddete açık hale gelir. Çalışma hayatında da kadın çoğu kez kadın işi denilen ve uzmanlık gerektirmeyen maddi gücü az olan işlerde çalıştırılmakta. Işe almada önceliğin erkeğe, işten çıkarılmada önceliğin kadına verilmesi, terfilerdeki eşitsizlikler kadının ekonomik olarak güçlenmesi engellenmeye çalışılarak yapılan şiddet tipleridir. Buda kadını ekonomik ve sosyal olarak erkeğe bağımlı hale gelmesine neden olmuştur.
Erkeğe güçlü ve yönetici imaji çizilirken, kadın baskı altında tutulur ve kadın çevresindeki olumsuz giden her şeyden kendini sorumlu tutmaya başlar. Böylece kendi içinde huzuru ve uyumu yakalayamaz, hedefleri ve kendince önemliler için savaşacak gücü kendinde bulamaz ve her şeye evet der. Kadının çaresiz tavrı erkeğin şiddet uygulamasına katkıda bulunur. Buna tanık olan ailenin diğer küçük üyeleri ilk önce inanmama ve inkar, ardından kayıp ve kaygı yaşayarak ebeveynlerin davranışlarını model olarak alırlar ve bu kuşaklar arasında aktarılır ve ilerde şiddet uygulayan veya uygulanan bireyler olmak için risk oluştururlar.
Her ne şekilde şiddet görürse görsün, kadının yaşadığı bu şiddet onun zihinsel, cinsel, fiziksel ve duygusal sağlık sorunları yaşamasına neden olur. Sağlıklı olmayan kadın sağlıklı nesiller yetiştiremez ve aynı zamanda da çocukluk döneminde şiddete tanık olan ya da yaşayan çocuksa bu şiddeti hayatının her alanında ümitsizlik, depresyon, suçluluk, ambivalan duygularla yaşamaya devam eder.
Tarih boyunca zaman zaman kız çocuklarının istenilmemesi, önemsenmemesi erkek çocuk oluncaya kadar çocuk yapma şeklinde cinsiyet seçimi yapılarak başlatılan kadına yönelik şiddet, kız çocuklarının okul çağında okula gönderilmeyerek eğitim hakkının elinden alınması, ergen yaşta kendi fiziksel gelişimini tamamlamadan evlendirilmesi, evlendikten sonra da eş tarafından fiziksel, psikolojik, cinsel boyutta aile içi şiddet olarak da her yaş ve her dönemde farklı şekilde görülebilmekte.
Diğer taraftan da Türk kadını ne yazık ki hakkını söke söke almayı öğrenememiş, kendi kaderini kendi yazamayan bir kadın haline gelmiştir. Bu ülkede her gün bir kadın ölür, öldürülür, ama susarlar, susmak bu kadınların mirasıdır çünkü. Daha güçlü olmayı değil, daha sabırlı olmayı öğretirler kendi gibi kız çocuklarına... Gelenek, bir topluluğun bir süre sürekli olarak bir davranışı yapması ve bu sosyolojik eylemin toplumun geneline yayılması, uygulanması durumudur…
Daha okul döneminde "Kız kısmı okur mu? Okuyup da ne olacak" gibi ayrımcı anlayışlarla okula gönderilmeyip erkek çocuklarının okutulması ya da en fazla kız çocuklarının ilkokula kadar gönderilip 62
GENCAY Maalesef bu cinsiyetçi şiddetin bazı sebepleri de gelenek, görenek, töre gibi kavramlarımızdan kaynaklanıyor. Türk toplumu olarak coğrafyamızda çok çeşitli ve güzel geleneklere, törelere sahibiz.
uyguluyor farkında olmadan. Örneğin “batı” toplumunda da düğün sırasında çok eleştirilen kuşak törenleri yapılmaktadır. Evlenecek kız çocuğu adeta hediye paketi havasında beline kırmızı kuşak bağlanır ve işin asıl ilginç yanı gelinin erkek kardeşleri arasından en küçüğe bağlattırılır. Erkek çocuk da hiçbir şeyin farkında olmadan gerile gerile gelip bağlar tabii.
Fakat bu bazı geleneklerimizin, törelerimizin yanlış ya da yanlış kullanılmadığı anlamına gelmiyor. Örneğin “Sünnet Töreni” geleneğimiz. Kız çocukları üzerinde maalesef büyük psikolojik travmalara sebep oluyor ama ne kadar farkındayız?
Biliyorsunuz eleştirdiğimiz doğudaki töre cinayetlerini de küçük olan erkek çocuklar işler. Bunun amacı adalet sistemindeki küçük yaşta cezanın az olması…
Bir yandan erkek çocuklarını sultanvari elbiseler giydirerek, asa gibi ekipmanlar kullanarak, arabalarla kentte gezdirerek yere göğe sığdıramıyor, inanılmaz bir ego okşaması yapıyor, özgüvenini abartılı şekilde artırıyoruz. Fakat aynı zamanda orada bulunan kız çocuklarının kendilerini eksik hissetme, aşağılık kompleksine girme, utanç gibi kompleks durumlara girmelerine sebep oluyoruz. Elbette “sünnet” Müslümanlık dini gereği yapılması gereken bir eylem fakat dini açıdan “sünnet töreni” yapılması koşulu bulunmamaktadır. O yüzden aile arasında, hastane ortamında Allah rızası için yapılmalıdır.
Aslında orada kullanılan kırmızı kuşak da bir nevi garanti kapsamıdır… Herkesin, bütün misafirlerin, eş-dostakrabanın önünde kuşağı bağlayan erkek çocuk kız kardeşine namus adı altında kefil olur ve bir sorun çıkması dâhilinde ‘gereğini yapacağına dair!’ söz vermiş olur… Bunun gibi kadın üzerinde baskı ve şiddete sebep olan birçok yanlış ya da yanlış kullanılan gelenek düşünülebilir. Anlamalıyız ki şiddetin, yanlışın, suçun batısı doğusu olmuyor maalesef. Birlikte üstesinden gelmek için birleşip çabalamadıkça kadına şiddetin önüne maalesef geçilememektedir…
Bazı geleneklerimiz ise bölgeselmiş gibi geliyor aslında bizlere… Batıdaki insanımız doğudaki töre cinayetlerini eleştirirken, batıda aynısını
63
GENCAY
KADIN’A MEKTUP Vural Egemen SARIGÖZ Bu bir yakın dönem mektubudur. Bir erkeğin bir kadına yazarken, erkeklerin ve kadınların temsili olarak çoğullar atılmış, dünyanın bir kadın ve bir erkekten ibaret olduğu varsayılmıştır. Belki bire bir insan ilişkisinde kadının ve erkeğin durumu daha iyi anlaşılabilir.
Bunu yapanların Müslüman olması, gayri Müslim olması, genç olması, ihtiyar olması, taksi şoförü, minibüs kaptanı, öğretmen, hâkim, savcı olması da bir şeyi değiştirmiyor. Ben yine bildiğin gibiyim, iyi bir erkeğim. İyi bir insan olmaya çalışıyor, etrafımdakilere nasıl faydalı olabilirim diye kafa patlatıyorum. Yine Atsız ve Atay okuyorum. Keşke bütün kadınlar Atsız ve Atay'ın gözüyle bakabilseydi kadınlara... Keşke bütün erkekler kadınlara Enver Paşa'nın cepheden Naciye Sultan'a yazdığı mektuplar gibi mektuplar yazmasa da onun gibi sevgi dolu sözcükler söyleseydi mesela, ''Naciye’ciğim, Efendim, Cicim, Ruhumun Efendisi, Gönlümün Sultanı'' diyebilseydi. Keşke erkekler Enver Paşa'nın cephede savaşırken bile vakit bulup mektuplar gönderdiği kadar evindeki, hayatındaki kadına işlerinin yoğunluğunu bahane etmeden vakitler ayırabilseydi. Keşke erkekler Enver Paşa'nın cepheden topladığı çiçekleri mektupların arasında sevdiği kadına gönderdiği kadar romantik olabilseydi. Belki o zaman kadınlar bizleri alır Kaf Dağı'nın ardına çıkarırdı ki ben kadınların görünmeyen iki kanadına olduğuna yemin edebilirim.
Merhaba güzel kadın, Belki de senin talihsizliğin Âdem yaratıldıktan sonra, senin yaratılmış olman ile başlamıştır. Tanrı'yı sigaya çekmek elbette ki kuluna düşmez ancak düşünmeden de edemiyor insan, kadın erkeğin bir parçasından değil de bir erkek bir kadının parçasından yaratılmış olsa belki o zaman kadına daha mı fazla değer verirdik diye... Bunu bir kenara bıraksak bile, doğuran olarak değerinin ayrıca bilinmesi gerekmez mi? Çok eskilere gitmeye gerek yok nihayetinde bu bir yakın dönem mektubudur. Türkiye'de kadının adı var kendi yok maalesef, üstelik bunun okumuş olup olmamakla, başörtülü ya da başı açık olmakla, şehirli ya da köylü olmakla da bir ilgisi yok. Her gün haberlerde okuduğumuz şiddet gören, tecavüze uğrayan ve hatta yaşama hakkı elinden alınarak öldürülen kadınlar var.
Türkiye'de eşinden veya eski eşinden şiddete maruz kalan kadınların oranı resmi makamlarca tespit edilmiş olan %49'dur. Bu rakam bir partiyi tek başına iktidar yapar.
64
GENCAY Devletin ve kurumlarının geliştirdiği politikaları, izlediği yolları inceledim. Beğenmedim. Çoğunda erkeğin bu konularda eğitilmesi gerektiği vurgusu yapılmış. Ben hayatımın hiç bir döneminde ''kadına şöyle davranılır, kadına böyle davranılır'' diye bir eğitim aldığımı sanmıyorum. Bu güne kadar hiç bir kadına kötü davranmadım.
çalar, ama lütfen bu defa hayal kırıklığı ile sonuçlanmasın. Konuyu dağıtmayayım güzel kadın, Adalet Bakanlığı'nın resmi internet sitesindeki verilere göre kadın cinayetlerinde 2002 yılından 2009 yılına kadar %1.400 oranın da artış olmuş. Aynı verilere göre 2002 yılında 66, 2003'te 83, 2004'te 164, 2005'te 317, 2006'da 663, 2007'de 1011, 2008'de 806, 2009'un ilk 7 ayında ise 953 kadın yaşamını kaybetmiştir.
Vaktiyle evlendim, büyük bir aşkla evlendim, kabul etmeliyim ki, büyük bir aşkla taçlandırdığım evliliğimin şiddetli geçimsizlik gibi aşağılayıcı bir neden ile mahkemeye taşınması sonsuza dek onurumu kıracaktır. Eşim üniversite mezunu, ben üniversite mezunu, bir oğlumuz oldu, her günümüz ayrı güzelliklerde geçerken fikir ayrılıklarımız başladı ama hakkımızı vermelisin, o kadar fikir ayrılığına rağmen bir kez bile birbirimizin kalbini kırmadık, üzüntümüz sadece aşkımızın hangi ara bu noktaya geldiğiyle alakalıydı. Daha fazla uzatmadık, birbirimizi daha fazla üzmemek adına ayrılık kararı aldık. O vakarlı bir şekilde oğlumuz bile birlikte doğduğu, ailesinin yaşadığı şehre dönerken, ben kendi şehrimde hayat mücadeleme kaldığım yerden devam ettim. Şimdi saygılı bir şekilde oğlumuzun iyi bir insan olması için çaba gösteriyoruz. Birbirimizden yine ricalarımız oluyor. Ayrılırken helallik isteyerek ayrılmış olmak benim için çok önemli ve çok güzeldi. Bundan sonra hayatıma başka bir kadın alır mıyım bilmiyorum ancak 2 yılı geçmiş olmasına rağmen sadece işleriyle uğraşan, başını kaldırıp kadınlarla ilgilenmeyen, bu konuda ısrar eden eş-dost-akrabaları da nezaketle reddediyorum. Kim bilir belki bakarsın bir kadının aşkı yine kapımı
Ülkemde bir kadın tek başına minibüse binemiyorsa, tek başına sokağa çıkamıyorsa, çarşıya-pazara gidemiyorsa, yalnız başına yaşayamıyorsa bunun suçlusu ne kadının kendisi ne de erkeğin aldığı eğitim düzeyidir. Bunun suçlusu iyi insan yetiştirememiş anne ve babalardır. Bir kadın tecavüze uğruyor, öldürülüyor ce cesedi yakılarak yok edilmeye çalışılıyor, sebep-sonuç ilişkisinde profesör düzeyindeki insanlar, ''kadın açık giyinmese bunlar olmaz'' gibi hayret verici açıklamalar yapıyorlar. Eski kocası tarafından sokak ortasında pompalı tüfekle katledilen kadın için köşe yazarları kumdan köşelerinde '' kadın kocasını terk etmese bunlar olmazdı'' diye saçmalayabiliyorlar. Kadının erkeğin savunmasına ihtiyacı yok, erkek saldırmasın yeter. Neyse güzel kadın, İyi insan olmanın kadını-erkeği olmaz, hepimiz iyi insan olmakla mükellefiz, yoksa çocuklarımıza iyi insan olmayı 65
GENCAY öğretemez ve öğütleyemeyiz. Kadının iyi insan olması her şeyi düzeltmeyeceği gibi, erkeğin de tek başına cins olarak iyi olması da bir şeyi değiştirmeyecek. Bizler kadın ve erkek olarak birlikte iyi olacağız. Erkek kadını cinsel gözle görmeyecek, kadın erkeği yatağındaki hükümran olarak görmeyecek.
Bak güzel kadın gel sen benim sözümü dinle, topla hem cinslerini, sizi başka bir gezegene gönderelim. Mesela, Mars'ta su bulundu, sizi oraya gönderelim. Şu dünya denen gezegen biraz kadınsız kalsın da belki kıymetiniz anlaşılır. Zaten sen suyu bulduktan sonra Mars'ı dünyadan daha güzel bir gezegen haline getirirsin. Sonra da himmet eder erkeği oraya alır mısın, almaz mısın senin bileceğin iştir.
Kadına şiddet sadece o kadına karşı işlenmiş bir suç değildir. Kadına şiddet insanlık suçudur. Bir erkek çocuğunun annesine ya da annesi adayına nasıl kıyabilir. Bir başkasının evladına, kardeşine, karısına, kızına nasıl kötü davranabilir anlamak mümkün değil.
Haydi, güzel kadın, kendine çok iyi bak, inşallah seninle daha güzel bir gezegende tekrar karşılaşırız.
66
GENCAY
TÜRKİYE’DE KADININ İŞGÜCÜ PİYASASINA KATILIMI Mehmet UÇAK Toplumsal cinsiyet çalışmalarında kadının rolü ağırlıklı olarak incelenmektedir. Kadın, aile içindeki statüsünden iş yaşamındaki statüsüne kadar birçok alanda dışlanma problemi ile karşı karşıya kalmaktadır. Sosyal dışlanma, toplumda bireyin sosyal bağlantısını sağlayan sosyal, politik, ekonomik ve kültürel bileşimlerin tümünden, kısmen veya tamamen mahrum kalmasını anlamını taşımaktadır (Walker ve Walker 1997: 8). Castillo’nun ifadesiyle, ilk olarak Fransa’ da toplumdaki dezavantajlı kesimleri ifade etmek için kullanılan bu terim 1980’li yıllara gelindiğinde eşitsizlik, adaletsizlik ve işsizlik konuları ile de ilişkilendirilmeye başlanmıştır. Bugün özellikle Ortadoğu coğrafyası ve Türkiye’ de dâhil olmak üzere kadınlar iş hayatında sıklıkla sosyal dışlanma problemi ile karşı karşıya kalmaktadırlar.
kadının sosyal katılımını da artırmaktadır. Bu bağlamda iş yaşamı ile bağı kesilen bir kadının sosyal alanla iletişimi de göreceli olarak kesilmektedir. TÜRKİYE’DE KADININ PİYASASINA KATILIMI
İŞGÜCÜ
Türkiye’ de kadının işgücü piyasası ile tanışması, emek piyasasında yaşanan gelişmelerden ya da ekonomik temelli sebeplerden değil bir zorunluluk olarak ortaya çıkmıştır. Kadınların işgücüne katılım 1915 Balkan Harbi ile başlamıştır. Harbe katılan onlarca erkek sonrası kadınlar işgücüne takviye olarak destek vermişlerdir. Bu durumu I. Dünya Savaşı, İstiklal Harbi ve II. Dünya savaşları sonrası yaşanan gelişmeler de takip etmiştir. Daha sonra savaşların bitmesi ve birçok erkeğin terhis olmasıyla kadınlar tekrar geleneksel ev işlerine çekilmişlerdir (Mardin, 2000: 14).
Son yıllarda kadın hakları hassasiyeti her ne kadar medyatik anlamda ifade edilir hale gelmişse de kadınların sosyal dışlanma durumları istatistikî veriler ile ortaya konmaktadır. Kadınların mecliste temsil oranı, iş hayatındaki katılımı, yönetim birimlerindeki rolleri vb. veriler dikkate alındığı zaman ‘’kadın’’ temalı konuların toplumsal bilinç düzeyine erişemediğini görmekteyiz. İş yaşamının getirdiği statü, sosyal ilişkiler bütünü, ekonomik durum, sendikal faaliyetler, sosyal güvence ve ekonomik etkinliklerin
1950’li yıllarda ise köylerden kentlere büyük göç dalgaları başlamıştır. Meryem Koray’ın da belirttiği gibi kentlere yerleşen bireylerde bir uyum süreci başlamış ve çeşitli zihniyet değişiklikleriyle beraber kadınlar eğitim, kültürel ve iş yaşamı gibi sosyal alanlara katılmaya başlamışlardır. Fakat birçok Doğu kültüründe olduğu gibi Türkiye’de de kadına yüklenen misyon gereği toplumsal yaşamda hüküm süren geleneksel tavır ve düşünceler kadın
67
GENCAY üzerinde baskıcı ve sınırlayıcı nitelikte özellik taşımıştır.
Tüm bunlara rağmen TÜİK’ in tanımlarında işgücü, istihdam edilen nüfus ile birlikte sayımın veya anket çalışmasının yapıldığı dönemde işsiz olan nüfusu da kapsamaktadır. Dolayısıyla, işgücü/ aktif nüfus*100 olarak hesap edilen oranın pay kısmında yer alan işgücü içine işsizler de dâhil edildiği için oranı olumsuz etkilemektedir. Bu olumsuzluk olduğundan düşük gösterme yönündedir. Bu nedenle kadınların işgücüne katılım oranları değerlendirilirken bu durumun göz ardı edilmemesi gerekmektedir (Kılıç, 2000: 2).
Kadın haklarının yasal çerçevesini ilk oluşturan ülkelerden olan Türkiye, ne yazık ki kadınlara yasal zeminde vermiş olduğu haklara, fiili durumda işlerlik kazandırmayı becerememiştir. Bunun temel nedeni de kadının iktisadi ve sosyal yaşama katılmasına yönelik bakış açısının olumsuz izlerinin halen devam etmesidir (Çolak ve Kılıç, 2001: 7). Son yıllarda kadınların işgücüne katılım oranları giderek artsa da Türkiye’nin de içinde bulunduğu birçok ülkede kadınların işgücü piyasasına katılım oranı azalma eğilimi göstermektedir. Bunun birkaç nedeni vardır; birinci neden olarak gençlerin öğrenim hayatlarında geçirdiği sürelerin uzaması gösterilebilir. Zorunlu eğitimin uzaması ve üniversite öğrenimi görme oranının yükselmesi sebepler arasındadır. Öte yandan ikinci neden olarak tarım dışı etkinliklerde meydana gelen artıştır. Kırsal alanda ücretsiz aile işçisi olarak çalışan kadın, kente göç ile birlikte eğitimsiz ve de deneyimsiz olmaları nedeniyle işgücü piyasasına hemen katılamamakta, bu da işgücüne katılım oranlarını olumsuz etkilemektedir (Tansel, 2000: 5).
KADININ İŞGÜCÜNE KATILIMINI ETKİLEYEN BAZI FAKTÖRLER EĞİTİM VE MESLEK EDİNMEDE FIRSAT EŞİTSİZLİĞİ Birey için eğitim hayatı sosyalleşme anlamında hayatî önem arz etmektedir. Bu bağlamda değerlendirildiği zaman eğitim için gerekli sosyal mecralara ulaşabilen bireylerin sosyalleşme süreçleri de artmaktadır. Fakat bugün Türkiye özelinde değerlendirildiği zaman özellikle kız çocuklarının eğitim alma ve meslek seçmede avantajlı olduğu söylenemez. Gerek aile baskısı gerekse de mahalle baskısı kadınların eğitim ve meslek hayatlarındaki seçimlerini olumsuz etkilemektedir.
Kadınların işgücüne katılım oranlarını düşüren diğer bir etmen olarak geleneksel aile yapısının işlerliğini de değerlendirilmektedir. Bugün itibariyle geleneksel aile yapılarının büyük oranda çözüldüğü tespit edilmiş olsa da halen kadına bakış ve kadın görevleri bu oranı düşürmektedir.
TÜİK verilerine göre, 6 yaşından büyük erkeklerin okumaz yazmaz oranı 1.32 iken bu oran kadınlar açısından 6.44 seviyelerine ulaşmaktadır. Bu oranların kadınların eğitim noktasında yaşadığı eşitsizliği göstermektedir.
68
GENCAY Yine TÜİK verilerine dayanarak, lise ve dengi okul mezunu olan 25 ve daha yukarı yaştakilerin toplam nüfus içindeki oranı % 18.2 iken bu oran erkeklerde % 22.2, kadınlarda % 14.4’ tür. Yüksekokul veya fakülte mezunu olan toplam nüfus oranı % 12.9 olup bu oran erkeklerde % 15.1 iken kadınlarda % 110.7’dir.
işgücü piyasasına katılım için yeterli imkanları bulamamaktadırlar. Kadınların yaşadığı yoksulluk tehlikesi birçok sebebe bağlanabilmektedir. Ecevit bu sorunları temelde kaynak kullanımı ve ücret farklılıklarına dayandırarak şöyle sıralamıştır (Ecevit, 2003: 85): • Hane gelirlerinin ve değerlerinin dağılımında ve kontrolünde, • Kredi gibi üretken değerlere erişimde, • Kaynak kullanmada, • Mülkiyet üzerinde söz hakkına sahip olmada zayıflık, • İş gücü piyasasında ayrımcılık, • Ev içinde yeniden üretim ile ilgili sorumlulukları nedeniyle ücretli ekonomik faaliyetlerinin sınırlandırılması, • Ekonomik ve politik kurumlarda yaşadıkları sosyal dışlanma, kadınların kronik yoksulluğa karşı korumasız olmalarının nedenleridir.
Ülkemizde istihdam edilebilirlik fırsatı, eğitim düzeyi yükseldikçe artmaktadır. Bu nedenle işgücüne katılım oranı eğitim düzeyi ile birlikte artış göstermektedir. Yapılan araştırmalar kadınların eğitim düzeyi ile işgücüne katılım arasında çok büyük bir bağlantı olduğunu ortaya çıkarmaktadır. Eğitim düzeyinin yüksekliği kadınların istihdamında daha fazla önem kazanırken erkeklerde daha az önemli olmaktadır (Kaya, 2006: 3). Kadınların eğitim gereksinimleri ile ilgili olarak yapılan bir başka araştırmada, herhangi bir işte çalışmayan yetişkinlerin çalışmama nedenlerine ilişkin görüşleri sorulmuş, 216 kişiden 31’ i(%14.3) herhangi bir becerisinin olmaması nedeniyle iş bulamadığını, 60’ ı(%28.5) iş olanaklarının olmamasını neden göstermiştir, ‘’İş garantisi olan gelir getirici bir kurs açılırsa katılır mısınız?’’ sorusuna katılımcıların % 71.5’ i katılmak istediklerini belirtmişlerdir (DIŞLANASU).
Gelir dağılımındaki adaletsizliğe bağlı yoksulluk tehlikesi ile beraber kadınların işgücü piyasasında yeterli seviyeye ulaşamamaları gerçeği sadece Türkiye için değil Dünya içinde oldukça önemli bir sorundur. Çalışan kadınların ücrette cinsiyet ayrımcılığa dayalı olarak ortaya çıkan adaletsizlikle birlikte yoksulluk ile de karşı karşıya kalmaları şu sebeplere bağlı olarak kadınların sosyal dışlanma ve işgücüne katılım oranını etkilemektedir (Ecevit, 2003: 85):
GELİR DAĞILIMI ADALETSİZLİĞİ Kadınların yaşamış olduğu yoksulluk tehlikesinin temel sebebi gelir dağılımındaki adaletsizlik olarak gösterilmektedir. Bu adaletsizliğe bağlı olarak çoğu imkândan uzak kalan kadınlar,
• Dünyadaki toplam işgücünün 2/ 3’ ü kadınlara aitken; kadınların çalışma süreleri saat olarak erkeklerinkinden % 25 daha uzunken ve bütün dünyada toplam 69
GENCAY gıdanın % 50’ sini kadınlar üretmekteyken, kadınların geliri dünya gelirinin yalnızca % 10’ u kadardır. • Dünyanın tüm varlığının % 1’ i kadınlara aittir. • Dünyadaki tüm yoksulların % 70’ ini kadınlar oluşturmaktadır.
Yine iş kanunları gereği kadınların madenlerde, su altı işlerde ve ağır işlerde yasaklanmış gece postalarında 18 yaşını doldurmamış kadınların çalışamayacağı yönünde hüküm eklenmiştir. Son dönemde torba yasayla beraber kadınların emzirme hakkı genişletilmiş ve yeni haklar tanınmıştır.
YASAL DÜZENLEMELERİN YETERSİZLİĞİ
Tüm bu yasal düzenlemeler incelendiği zaman aile yaşamı odaklı konularda kanunlar tüm yükü kadına yüklemektedir. Erkeğin herhangi bir sorumluluk almadığı kanun düzeninde bu uygulamalar kadın üzerinde psikolojik baskı kurmakta ve sadece kendini sorumlu tutarak aile yaşamı gereği iş piyasasından uzak kalma tehlikesini yaşamaktadır. Kanunlar her ne kadar kadın lehine düzenlemiş gibi gözükse de ona bir acziyet ve mesuliyet yüklemektedir. Tarafımızca bu durum toplumsal cinsiyet bağlamında olumsuzluklara neden olabilmektedir.
Türkiye, kadınların iş hayatına aktif katılımlarını sağlamak amacıyla gerek AB uyum süreci, gerek taraf olduğu uluslararası anlaşmalar gereği kadınlar lehinde birçok yasal düzenleme yapmıştır. Çalışan kadınların emzirme hakkından çalışma saatlerine değin oldukça olumlu sınırlamalar getirmiştir. 2002 yılında yürürlüğe giren Medeni Kanun ile birlikte eşler oturacakları konutu birlikte seçerler ve birliği beraber yönetirler. Aile reisi kavramı kaldırılmış ve eşlere eşit haklar tanınmıştır (Tuksan, 2007: 563). Ayrıca edinilmiş malların güvence altına alınması adına da kadın lehine düzenlemeler yapılmıştır.
MOBBİNG OLGUSU Latince kararsız kalabalık anlamına gelen ‘’mobile vurgus’’ sözcüklerinden türeyen ‘’mob’’ sözcüğü, İngilizce’ de kanun dışı şiddet uygulayan düzensiz kalabalık ve çete anlamına gelmektedir (Tınaz, 2006: a). Çalışma hayatında psikolojik terör ya da mobbing adı verilen kavram, bir yada birkaç kişi tarafından genelde tek bir kişiye sistematik biçimde uygulanan düşmanca ve etik olmayan iletişim şekli ile kişiyi çaresiz ve savunmasız bırakmak, devamlı mobbing hareketleri ile kişiyi iletişmiş olduğu pozisyonda tutmak şeklinde açıklanır (Leymann, 1996: 54).
2004 yılıyla beraber Anayasa değişikliği yapılmış, kadınlar ile erkeklerin eşit haklara sahip olduğunun altı çizilmiştir. 4857 sayılı İş Kanunu gereği eşitsizlik yaratacak şekilde düşük ücretin kararlaştırılamayacağı hususu da güvence altına alınmış ağır yaptırımlar getirilmiştir. Bu bağlamda kanunun 18. Maddesi cinsiyet gereği ayrımcılığa maruz kalan kadına fesih hakkı getirilmiştir.
70
GENCAY Çalışma hayatında psikolojik terör olarak tanımlanan bu kavrama karşı kadın ve erkek bireyler gerek duygusal gerekse de fiziksel açılardan çeşitli şekillerde ortaya çıkmaktadır. Özellikle kadınların çaresiz kaldığı, çoğu kez sindirmek zorunda bırakıldığı bu kavram, işgücü piyasasına kadınların daha aktif katılımlarını olumsuz yönde etkilemektedir.
rolü olumsuz yönde etkilemektedir. Etik ve ahlak dışı uygulamaların her geçen gün artmasına bağlı olarak kadınların işgücü piyasasındaki refahları da ters orantılı bir şekilde azalmaktadır. DEĞERLENDİRME Kadınların işgücü piyasasına katılımını etkileyen onlarca faktöre ulaşılmıştır; eğitim, meslek edinmedeki fırsat eşitsizliği, ücret ve kazançlar, işe alma, işten ayrılma vb. birçok faktör çeşitli başlıklar altında sıralanabilmektedir. Bizim çalışmamız tüm faktörlerin analitik bir tasniften ayırarak birbiriyle göreli ilişkisi olan etmenleri bir araya toplayıp analiz etmeyi amaçlamıştır.
Avrupa’ da geçmiş dönemlerde yapılan araştırmalarda psikolojik şiddetin boyutu gözler önüne serilmiştir. Türkiye genelinde 2006 yılında Bilgen’ in 877 kamu çalışanı üzerinde yaptığı araştırmaya göre kadınların % 16’ sının bir kadın tarafından zorbalığa uğradığı saptanmıştır. Kadın çalışanların erkek çalışanlara göre daha çok zorbalığa maruz kaldığı bilimsel çalışmalarla ortaya koyulmuştur.
Bireyin sosyalleşemeye ilk adımını attığı eğitim hayatında kadının erkeğe göre konumunun daha ilköğretim yıllarından itibaren olumsuzlandığını görmekteyiz. Bu durum, kadının kurumsal sosyal yaşam içerisinde arka plana atıldığını doğrulamakla beraber ileride katılım göstereceği iş gücü piyasasında da önemli bir faktör konumundadır. Bu bağlamda değerlendirildiği zaman bugün dahi devlet destekli kampanyalara rağmen kadınların eğitim hayatıyla ilgili istenilen seviyeye ulaşılamamıştır. Tarafımızca burada yapılması gereken onlarca kampanya sıralanabilmektedir. Fakat nihai olarak bu kampanyaların birleştiği nokta, özü, zihinlerdeki kadın figürüne bakışın ilköğretim çağından itibaren sistematik olarak yerleştirilmesiyle alakalıdır.
Yine Kök’ ün yaptığı bir araştırmaya göre, bankacılık ve finans sektöründe kadına yönelik mobbing araştırmalarında rahatsız edici sonuçlara ulaşılmıştır. Kadına yönelik mobbingin gün geçtikçe artmasında mekanik olarak gelişen işgücü piyasalarının organik olarak gelişmediği yönünde bulgulara saptanmıştır. Kadınların bu durumlardan rahatsız olmalarına karşın çoğu kez gerçeği saklamaları, çekinmeleri vb. sebeplerle gizlemeleri dolayısıyla birçok mobbing davranışı da raporlanamamaktadır. Sonuçlar, gerçeği tam anlamıyla yansıtmamakla beraber şiddetin daha büyük boyutlara ulaştığını göstermektedir.
Öte yandan eğitim hayatıyla başlayan eşitsizlikler, kadının ileride hangi işi yapıp hangilerini yapamayacağı ile ilgili
İş yerinde yaşanan bu durumlar, kadınların çalışma hayatında aldığı aktif 71
GENCAY sınırlamalar ile devam etmektedir. Toplumsal normların oluşturduğu hiyerarşi içerisinde herhangi bir işin bir kadına uygun olup olmadığı ile ilgili nesnel bir ölçüt bulunmamaktadır. Bu da kadınların iş ve meslek seçiminde zor durumda kalmalarına sebep olmaktadır. Yine tarafımızca ulaşılan sonuçlar değerlendirildiği zaman, iş ve meslek seçiminde kadının özgürlüğüne olanak sağlayacak toplumsal normların eğitim ile yeniden göreli düzenlenmesi yönünde hemfikiriz.
Sırasıyla eğitim, meslek edinme, gelir dağılımı problemleri yüzleşen, bunların arasından görece en az hasarla kurtulup işgücü piyasasında kendisine yer edinen bir kadının yaşadığı sıkıntılara psikolojik ve fiziksel taciz de eklenerek mobbing olgusu da eklenmektedir. Kadın, işgücü piyasasına katılım için onca emekten sonra kendisine bir yer edinmiş olsa da henüz refaha kavuşamamıştır. Gerek yöneticilerin, gerek mesai arkadaşlarının gerekse de toplumun kadına yönelik baskıcı ve şiddet içerikli tavırları mesleğini huzurlu bir şekilde yapamamasına sebep olmaktadır.
Eğitim ve meslek seçimindeki problemlerin sonucunda gelir dağılımındaki adaletsizlik ortaya çıkmaktadır. İstediği ve gerekli eğitimi alamayan kadın, bu olumsuzluklar yüzünden iş ve meslek hayatında istediği konuma ulaşamamaktadır. Aynı zamanda toplumsal normlar üzerinden yapılan baskılama ile ekonomik bağımsızlığını kazanamayan kadın gelir dağılımındaki adaletsizlikten en şiddetli etkilenen toplumsal gruplardan biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Ekonomik anlamda özgür olmayan kadın, ekonomik anlamda özgürlüğünü yakalamış kadına göre baskılamaya ve dışlanmaya daha çok maruz kalmaktadır. Bu da kadının psikolojik ve fiziksel olarak yıpranmasına neden olmaktadır. Bu bağlamda kurumsal yapı olarak devletin görece çalışmaları vardır. Yalnız tarafımızca bu yasal çalışmalar da kadının ötekileştirilmesine istemeden de olsa sebep olmaktadır. Bu bağlamda mevcut İş Kanunu, kadına yüklediği misyon gereği çocuk bakıcısı gibi algılanabilmektedir. Aynı zamanda detaylı bir okuma yapılırsa, kanunların kadınlara bir acziyet yüklediği de anlaşılmaktadır.
Kadının işgücü piyasasına katılımını etkileyen birbiriyle bağlantılı faktörlerin meydana getirdiği zararların ne şekilde önlenebileceğine dair yapılması gerekenler: • Kadının çalışıp işgücü piyasasına katılarak gerek ülke ekonomisine gerekse de insanlık adına bir emek faktörü olduğunu ve bu faktörün olumlu getirilerinin toplumsal bilinç düzeyine çıkarılmasın sağlanması • Kadınların işgücüne katılmasının zemini olan eğitim alanındaki fırsat eşitsizliklerinin giderilmesi • Kadının iş ve meslek seçimindeki toplumsal baskılamayı en aza indirecek seminerlerin düzenlenmesi • Kadınların statülerinin toplumsal bilinç düzeyinde yerleştirilebilmesi için önlemlerin alınması • İş gücü piyasasından dışlanan kadınların ülke ekonomisi açısından büyük bir zarar olduğunun siyasal ve kamusal otoriteler tarafından söylemlerde dillendirilmesi 72
GENCAY • Sivil toplum örgütlerinin ve sendikal faaliyetlerin kadına yönelik tek taraflı bakışından arındırılıp objektif bir biçimde yeni akımlara öncülük etmeleri.
Tansel Aysıt (2000).“İktisadi Kalkınma ve Kadınların İşgücüne Katılımı: Türkiye’den Zaman-Serisi Kanıtları ve İllere Göre Yatay Kesit Kestirimleri”. ERC Working Papers in Economics. (http://erc.metu.edu.tr/menu/series01/0105T.pdf).
KAYNAKLAR
KAYA Muammer;(2006),“Türkiye’nin İstihdamİşgücü-İşsizlik Değerlendirmesi”. Üniversite ve Toplum, Eylül,6(3), İnternet Adresi: http://www.üniversite toplum.org/pdf/pdf.php?id=276, Erisim Tarihi: 12.02.2007.
WALKER Alan ve Carol. WALKER; (1997), Britain Divided: The Growth of Social Exclusion in The 1980s and 1990s, Child Poverty Action. Group, London. Mardin Nur Bekata (2000). Sağlık Sektöründe Kadın, T.C. Başbakanlık Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü. Ankara.
ECEVİT, F. Yıldız; (1995). “Kentsel Üretim Sürecinde Kadın Emeğinin Konumu ve Değişen Biçimleri”. iç. Şirin Tekeli (Ed.) 1980’ler Türkiye’sinde Kadın Bakış Açısından Kadınlar. İletişim Yayınları. Toksöz, Gülay (2007). Türkiye’de Kadın İstihdam Durumu Raporu. ILO. Ankara. Çakır, Özlem (2008). Türkiye’ de Kadının Çalışma Yaşamından Dışlanması. Erciyes Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi. Sayı: 31. Kayseri.
Çolak Ö. Faruk, Kılıç Cemal. ,(2001). Yeni Sanayileşen Bölgelerde Kadın İşgücü Arzı: Şanlıurfa Örneği. Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu. Yayın No: 214.
73
GENCAY
KİTAP TANITIMI: TÜRK KÜLTÜRÜNDE KADIN ŞAMAN / FUZULİ BAYAT Eray AMASYA ‘’Kadın, doğası itibarı ile şamandır.’’ (Çukçi atasözü)
başlangıçtan itibaren var olduğunu kanıtlar durumdadır. Sf. 52) denilmesi, ilk kadın şaman hakkındaki söylenceler, erkek ve kadın şamanın eğitimlerinin ve işlevlerinin farklı olmaması, İslamiyet sonrasında şamanlık ve İslam’ın birbirine karışıp tek inanç öbeği oluşturması ve kadın şamanların değerini kaybetme nedenleri gibi konuları açıklamıştır. (Bugün eski kadın şaman figürleri Sibirya’da oymacılıkta, halıcılıkta halen de kullanılır. Sf. 47).
Şamanlık veya Türk şamanlığı üzerine birçok çalışma yapılmış olmasına rağmen kadın şamanlar hele ki Türk kültüründe kadın şamanlar ile ilgili derinlemesine bir çalışma yapılmamıştır. Benim bu eseri tanıtmamın başlıca nedeni eserin bu alandaki boşluğu doldurması ve eserin yazarı Fuzuli Bayat’ın eski Türk inancı ve mitolojisi üzerine birçok eserinin bulunmasıdır. Bu durum eserin akademik değerini arttırmaktadır çünkü son yıllarda Türk tarihini ve kültürünü tam olarak kavrayamadan Türk mitolojisi ve Türk kültürü üzerine yapılan çalışmaların sayısı artmış, buna paralel olarak bu alandaki bilgi kirliliği de artmıştır. Çünkü bu çalışmaların birçoğu ne yazık ki bilimsel bir nitelik taşımamaktadır. Bu eser ise akademik yönüyle diğerlerinden ayrılmaktadır. Yazar eseri beş bölüme ayırmıştır. İlk bölümde kadın şamanlık kurumunun tarihi süreç içerisindeki değişimlerinden bahsetmektedir. Bu bölümde yazar kadın şamanların ilkel toplayıcılık ve avcılığın ilk dönemlerinde daha etkili olduğunu söylemektedir. Bunun yanında kadın şamanlara utkan/ udagan (Uluslar arası bir terim olan şaman kelimesi bugün Türk şamanları için de kullanılmaktadır. Ancak kadın şamanlar için ayrıca Türkçe terimin mevcutluğu bu kurumun Türklerde
İkinci bölümde oldukça ilginç olan cinsiyet değiştirme üzerinde durmuştur. (Şaman, ruhlar âlemine kendi varlığı ile değil de yeni bir varlık şeklinde girmenin daha 74
GENCAY kolay olacağını düşünmektedir. Sf. 89) Türk mitolojisinde erkek olarak tasavvur edilen gök ruhlarının başlangıçta kadın olma ihtimalini, Erkek şamanların kadın giysisi giymelerinin nedenlerini, erkek şamanların doğum yapmasını açıklamıştır.
otacı, ebe gibi farklı kimliklerdeki izlerinden bahsetmiştir. (Kırgızlara göre şaman olarak nitelendirilen emci domçular, hasta çocuğa ‘’Benim elim değil, Umay Ene’ nin eli’’ diyerek em seansını yapmakla iyileştirme girişiminde bulunurlar. Sf. 159)
Üçüncü bölümde kadın şamanların işlevleri ve tedavi yöntemleri, İslamiyet sonrasında bu yöntemlerin sürekliliği, bazı tedavi yöntemlerinin yalnız kadın şamanlara özgü olması gibi konulara değinip Türk şaman metinlerinden örneklerle konulara açıklık getirmiştir. ( Kazak, Kırgız kadın şamanları hastalığı hayvanlara, kuşlara, böceklere geçirmekle insan vücudundan atarlardı. Sf.121)
Genel olarak esere baktığımızda kadın şamanlık kurumunun yer yer farklı kültürlerdeki konumundan söz edilse de ekseriyetle Türk kültürü çevresindeki kadın şamanlardan söz edilmektedir. Bu yönüyle alanındaki tek eser olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bunun yanında yazarın Şamanizm ve özellikle Türk kültürü hakkındaki derin bilgisini kitaba yansıttığı açıkça belli olmaktadır.
Dördüncü bölümde kutsanmış veya tanrılaştırılmış kadın şamanlar hakkında bilgiler vererek umay ana ve kadın şamanlar arasındaki ilişkiyi açıklamıştır. (Kadın şaman kültünün izlerine 20. yy. da rastlamak mümkündür. Nitekim doğumun ve artımın hamisi olan Ayııhıt / Ayıısıt için her yıl yapılan merasimde yalnız kadınların bulunması, erkeklerin bu ritüele bırakılmaması, iştiraklerinin yasaklanması, kadın şamanlığın daha çok artımla, ruhi huzurla alakalı olduğunu kanıtlar. Sf. 134 – 135)
Son yıllarda Türk şamanlığı ve mitolojisi ile ilgili yapılan çalışmalarda genellikle Türk şamanlığındaki unsurlar ona çok uzak ve alakasız olan farklı kültürler ve mitolojiler üzerinden açıklanmaya gidiliyor, buna bağlı olarak da alakasız çıkarımlar yapılabiliyor. Bu eserde ise böyle bir durum söz konusu değil ancak bu eserin daha iyi kavranabilmesi için Şamanizm konusunda aşağıdaki eserlerin okunması faydalı olacaktır. 1. Abdülkadir İnan – Tarihte Ve Bugün Şamanizm 2. Fuzuli Bayat – Ana Hatlarıyla Türk Şamanlığı 3. Saadettin Gömeç – Şamanizm Ve Eski Türk Dini
Son bölümde ise günümüzde kadın şamanların durumuna değinmiştir. Bu bölümde kadın şamanların tedavilerde daha başarılı olduğu, onların basiret gözlerinin açık olduğu bilgisini vermiş ayrıca kadın şamanların tarihi süreç içerisinde Bacıyan-ı Rum, falcı, büyücü,
Keyifli okumalar dilerim.
75
GENCAY
KADINA KARŞI ŞİDDETİN ÖNLENMESİNE DAİR KANUN HAKKINDA BİR BİLGİLENDİRME Ömer Erol YILMAZ 6284 Sayılı Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun, 8 Mart 2012 tarihinde kabul edilmiş ve 20 Mart 2012 Salı günü resmi gazetede yayımlanmıştır. Kanunun ehemmiyeti, ülkemizin kanayan yaralarından birisi olan kadına yönelen her nevi şiddeti engellemek için hükümler getirmesidir. Belirtilmesi gereken önemli bir husus şudur: Söz konusu kanun, ceza hükümleri içermemektedir.
kanunların uygulanması gerektiğini hatırlatmak elzemdir. Kanımızca insanlarımızın özellikle kadınlarımızın bu konuda çağdaş Türk hukukuna olan eleştirilerine hukukçular olarak bu cümleyle müteessir olarak, cevap verebiliriz. Maalesef kanunları yürütmek sadece hukukçularla başarılacak bir iş değildir ve bu amaç, siyasi makamlardan toplumun her kesimindeki fertlere kadar geniş bir yelpazede ifa edilmek mecburiyetindedir. Yazımızın da amacı burada ortaya çıkmaktadır: Kanunların uygulanması için muhataplarımıza gerekli olacak kısa ve öz bilgilendirmeyi yapabilmek. Çünkü kanunun bilinmemesi kanunun normatifliğini ortadan kaldırmamakla beraber çoğu vakit insanların hak kaybına uğramasına zemin hazırlamaktadır.
Bazı terimlerin tanımlarının da olduğu tedbir ve önleme amaçlı hükümleri barındıran bir kanundur. Elbette 6284 sayılı kanunun ceza hükümleri içermemesi, işlenen şiddet suçlarının cezasız olduğu anlamına gelmemektedir. Bu husus 25611 sayılı Türk Ceza Kanunu kapsamındadır. Ülkemizde 1 milyonu aşkın kanun olması ve buna paralel ‘’kadın ve hukuk’’ konusuna ilişkin de binlerce kanuna atıf yapıp makalemizde yer verebileceğimiz gerçeği bizleri bu alana girmekten alıkoymaktadır. Kaldı ki kadına karşı şiddetin önlenmesine dair kanundan da siz değerli okuyucularımıza izah edebileceğimiz takdirde bahsetmeye mecbur kalmış bulunmaktayız.
Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi kanunumuzun çağdaş hukukun icaplarını ifa etme amacı taşıdığını kanunun Bu kanunda ‘’Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ile Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmeler, özellikle Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi ve yürürlükteki diğer kanuni düzenlemeler esas alınır.’’ *1* hükmüyle ispat edebilmekteyiz. Kanunda anayasamıza dikkat çekilmesi incelenmesi gereken bir konudur. Bu yüzden anayasaya atıfta bulunarak 17863 sayılı
Belirtmek gerekir ki, 6284 sayılı kanun Avrupa standartlarında (AB uyum yasaları gereğince ve etkisince), çağdaş hukuka uygun hükümler içeren bir mevzuattır. Hal böyle iken kanunların yeterli olabilmesi için muhtevalarının üstün özelliklerinin yeterli olmadığını, aynı zamanda bu
76
GENCAY T.C. 1982 Anayasası’nın 10. Maddesini hatırlatalım:
Kanunda şiddet olarak tanımlanan her türlü tutum ve davranış’’.(m.2 / ç bendi ) Kanun, şiddeti de tanımlamaktadır:
Madde 10 – Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. (Ek fıkra: 7/5/2004-5170/1 md.) Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür. (Ek cümle: 7/5/20105982/1 md.) Bu maksatla alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz.*2*
‘’Kişinin, fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik açıdan zarar görmesiyle veya acı çekmesiyle sonuçlanan veya sonuçlanması muhtemel hareketleri, buna yönelik tehdit ve baskıyı ya da özgürlüğün keyfî engellenmesini de içeren, toplumsal, kamusal veya özel alanda meydana gelen fiziksel, cinsel, psikolojik, sözlü veya ekonomik her türlü tutum ve davranış.’’ Sırf bu iki tanım için onlarca, yüzlerce sayfa tutacak makale yazılabilir. Burada dar bir daire içinde de olsa kadın haklarının ne kadar geniş bir düzeyde korunmuş olduğunu görebiliriz.
Ek fıkralar ile de çok net bir şekilde kadına karşı olumsuz bir ayrıcalık verilmesinin Türkiye Cumhuriyeti Anayasasına aykırı bir davranış olduğunu, üstelik devletin bu menfi durumla mücadele ettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Ayrıca, ‘’kadını koruyan kanun olduğu halde erkekleri koruyan özel kanun bulunmamaktadır’’ şeklindeki bazı dayanaksız düşüncelere de cevap vermiş oluyor ve bu durumun eşitlik ilkesini bozmayacağını öğreniyoruz. Bu dikkat çekici bilgilerin ardından 6284 sayılı kanunun diğer bazı hükümlerini mercek altına almaya devam edebiliriz.
Kanunun ikinci kısmı, koruyucu ve önleyici tedbirlere ilişkin hükümlerden bahsetmektedir. Bu hükümlerden bahsetmemizin sebebi, tahminimizce az veya hiç bilinmediğini düşündüğümüz hususları aydınlatabilmektir. Kanunun madde 3, 1. fıkrasının sırasıyla a-b-c-ç bentlerindeki hükümleri: MADDE 3 – (1) Bu Kanun kapsamında korunan kişilerle ilgili olarak aşağıdaki tedbirlerden birine, birkaçına veya uygun görülecek benzer tedbirlere mülkî amir tarafından karar verilebilir:
İnsanlarımız, kadına şiddeti, psişik saldırıları bile dahil etmeksizin sadece kaba fiziksel saldırı olarak dar bir çerçevede düşünebiliyorlar. Halbuki durum hiç de öyle değildir. Kanunda ‘’kadına yönelik şiddet’’ terimi tanımlanmıştır: ‘’Kadınlara, yalnızca kadın oldukları için uygulanan veya kadınları etkileyen cinsiyete dayalı bir ayrımcılık ile kadının insan hakları ihlaline yol açan ve bu
a) Kendisine ve gerekiyorsa beraberindeki çocuklara, bulunduğu yerde veya başka bir yerde uygun barınma yeri sağlanması. b) Diğer kanunlar kapsamında yapılacak yardımlar saklı kalmak üzere, geçici maddi yardım yapılması.
77
GENCAY c) Psikolojik, meslekî, hukukî ve sosyal bakımdan rehberlik ve danışmanlık hizmeti verilmesi. d) Hayatî tehlikesinin bulunması hâlinde, ilgilinin talebi üzerine veya resen geçici koruma altına alınması.
edilen bir şahıs, ‘’yeni bir hayat’’ kazanmış demektir. Kanunun 5. Maddesi ise hâkime tanınan önleyici tedbir kararlarını işlemektedir. Koruyucu tedbir kararlarına göre daha kapsamlı olan bu hükümlerden günlük hayatta sık sık karşılaştığımız iki ve bir tane de az bilinen/karşılaşılan bir duruma dair hükmü inceleyeceğiz:
Şeklindedir. Özellikle kadınlarımızda görebileceğimiz ‘’ yargı sürecinin uzun ve sancılı geçeceği veya tedbirlerin sadece mahkemelerce alınabileceği’’ yönündeki galat-ı meşhurlar, kanun tarafından bertaraf edilmektir. buradan istenmeyen bir durum karşısında mağdurun yerleşim bölgesindeki mülki amirlerin(kaymakam, vali vs.), mağdura maddi manevi gerekli desteği sağlayabileceği sonucuna ulaşmaktayız.
Şiddet uygulayanın ‘’Korunan kişilere, bu kişilerin bulundukları konuta, okula ve işyerine yaklaşmaması.’’nı sağlayacak önleyici karar alma yetkisi m.5 - 1. Fıkra - c bendinde hâkimlere verilmiştir. Belirtmeden geçmeyelim: Gecikmesinde sakınca bulunan hallerde bu karar ilgili kolluk amirlerince (polis, jandarma vs.) de verilebilmektedir.
Kanun, mülki amirlere verdiği yetkilerin akıbetinde hakimlere tanıdığı koruyucu tedbir kararlarına yer veriyor. Bu hükümlerden en az bilinenine değineceğiz. Kanımızca bu, 4. Maddenin 1. Fıkrasının ç bendi olan:
Sık sık karşılaşılan, halk arasında ‘’yaklaşma yasağı’’ olarak bilinen meşhur hüküm budur işte. Kolay uygulanabiliyor olması sebebiyle hâkimler tarafından sık sık icra edilen bir kanundur. Elbette uygulamadaki verimi tartışılabilir mahiyettedir.
‘’Korunan kişi bakımından hayatî tehlikenin bulunması ve bu tehlikenin önlenmesi için diğer tedbirlerin yeterli olmayacağının anlaşılması hâlinde ve ilgilinin aydınlatılmış rızasına dayalı olarak 27/12/2007 tarihli ve 5726 sayılı Tanık Koruma Kanunu hükümlerine göre kimlik ve ilgili diğer bilgi ve belgelerinin değiştirilmesi.’’dir.
Sık sık karşılaşılan saplantılı, sorunlu bazı erkek tavırları için de bir hükmü daha okuyucularımıza bildirmeyi vazife kabul ediyoruz. Bu hüküm, 6284 sayılı kadına karşı şiddetin önlenmesine dair kanunun 5. Maddesinin 1. Fıkrasının f bendindeki saldırganın ’’Korunan kişiyi iletişim araçlarıyla veya sair surette rahatsız etmemesi.’’ İçin konulan hükümdür.
Bu hüküm, hakime şiddete uğrayan kadın mağdurlara ciddi vakalarda mağduru ‘’ tanık koruma programları’’ na dahil edebilmek gibi ciddi yetkiler veriyor. Bu yetkiyi ciddi olarak sıfatlandırıyoruz, çünkü tanık koruma programlarına dahil
Bu hüküm açıkçası kadınlara ‘‘sarkıntılık eden’’ şahıslara gözüken mahkeme yolunun tabelasıdır. Bu hükme 78
GENCAY dayanılarak belki de ‘’sizin masum ısrarlarınız’’, aleyhinizdeki davada delil olarak kullanılabilecektir.
‘’karısını döven komşunu, sokakta kadın partnerine şiddet – bu şiddetin ne olduğunu yukarıda belirtmiştik – uygulayanı ihbar edeceksin’’ demektedir. Umarız ki toplumumuzdaki ‘’aile içindedir, boş ver’’ diyerek atılan çığlıklara kulak kapatma hastalığının tedavi edilmesinde bu kanun maddesinin öğrenilmesini sağlayarak bir nebze de olsa faydamız olur.
Son olarak da kadına şiddet uygulayana devletin de güvenmediğini açıkça kanıtlayan aynı sınıflandırmanın (m.5-1. Fıkra) ğ bendini gösterebiliriz: Şiddet uygulayan ‘’Silah taşıması zorunlu olan bir kamu görevi ifa etse bile bu görevi nedeniyle zimmetinde bulunan silahı kurumuna teslim etmesi.’’ mecburiyetindedir.
Kanunun sadece şiddet mağdurlarına değil aynı zamanda şiddet uygulayanlar bakımından da anayasamızın sosyal devlet ilkesi gereğince hükümler getirmiş olduğunu görüyoruz. Aşağıda yazacağımız kanunlar da delil olacaktır ki, yasa koyucu bu kanunu; kadınları haksız, abartılı surette korumak için değil tam aksine kadınlara ekonomik, siyasal, tüzel vb. toplumsal alanlarda erkeklerle eşit haklar sağlamayı amaçlayan bir çalışmanın ürünü olarak ortaya koymuştur.
Ara sıra gazetelerin 3. Sayfalarını işgal eden ‘’polis, eşini vurdu’’ haberlerini aklımıza getirirsek devletin dahi kendi asayişini bu vasıfta birisine emanet etmediğini ve bu kişiye güvenmediğini anlayabiliriz. Kanunun herhangi bir sınırlandırma ve sınıflandırmaya tabi olmadan Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes için geçerli ve herkes tarafından bilinmesi gereken bir maddesi vardır ki bu madde 7. Maddedir:
Kanunda kurulması öngörülen şiddet önleme ve izleme merkezleri tarafından şiddet uygulayana verilecek destek hizmetleri, 15. Maddenin 3. fıkrasında şöyle sıralanmıştır:
MADDE 7 – (1) Şiddet veya şiddet uygulanma tehlikesinin varlığı hâlinde herkes bu durumu resmi makam veya mercilere ihbar edebilir. İhbarı alan kamu görevlileri bu Kanun kapsamındaki görevlerini gecikmeksizin yerine getirmek ve uygulanması gereken diğer tedbirlere ilişkin olarak yetkilileri haberdar etmekle yükümlüdür.
a. Hâkimin isteği üzerine; kişinin geçmişi, ailesi, çevresi, eğitimi, kişisel, sosyal, ekonomik ve psikolojik durumu ile diğer kişiler ve toplum açısından taşıdığı risk hakkında ayrıntılı sosyal araştırma raporu hazırlayıp sunmak. b. İlgili makam veya merci tarafından istenilmesi hâlinde, tedbirlerin uygulanmasının sonuçları ve ilgililer üzerindeki etkilerine dair rapor hazırlamak.
Görüldüğü üzere kanunen bir kadına şiddet vakasında bitaraf olmak dahi mümkün değil. Kanun sarih bir şekilde 79
GENCAY c. Teşvik edici, aydınlatıcı ve yol gösterici mahiyette olmak üzere kişinin;
Görüldüğü üzere, düzenlemenin sadece kadını koruyan bir kanun olmadığı sarihtir. Denilebilir ki kanun koyucu, belli ki kanunu salt kadını korumak için değil, aynı zamanda erkeği, erkeğin sağlığını korumayı ve elbette kamu düzenini tesis etmek için yapmıştır.
i. Öfke kontrolü, stresle başa çıkma, şiddeti önlemeye yönelik farkındalık sağlayarak tutum ve davranış değiştirmeyi hedefleyen eğitim ve rehabilitasyon programlarına katılmasına, ii. Alkol, uyuşturucu, uçucu veya uyarıcı madde bağımlılığının ya da ruhsal bozukluğunun olması hâlinde, bir sağlık kuruluşunda muayene veya tedavi olmasına, iii. Meslek edindirme kurslarına katılmasına, yönelik faaliyetlerde bulunmak.
*1* http://www.mevzuat.gov.tr/MevzuatMetin/1.5.628 4.pdf (m.1 / 2. Fıkra / a bendi ) *2** http://www.mevzuat.gov.tr/MevzuatMetin/1.5.270 9.pdf
80
GENCAY
ERİL EGEMENLİĞİN BASKI ARAÇLARINDAN BİRİ OLARAK EVLİLİK KURUMU VE SİYASAL YÖNDEN ETKİLERİNE YÖNELİK BİR DENEME Mert GÜVEN Sosyal bilimlerin önemli bir dalı olan siyasal antropolojinin esas amacı, ilkel ve çağdaş toplumlarda siyasal sistemlerin dönüşümünü açıklamaya çalışmaktır. Bunu yaparken, mikro düzeyde siyasal bir sistem olan ailenin yapısını ortaya çıkarmak oldukça önemli bir alanı kapsar. İlkel topluluklarda aile, tıpkı çağdaş toplumda olduğu gibi bir araya gelerek toplumu oluşturan ancak farklı olarak; evlilik kurumu gibi yasal bir zorunluluğa tabi olmayan ve mülkiyet ilişkilerinin etkili olmadığı veya sınırlı etkiye sahip olduğu bir birimdi. Bu noktada, ilkel-çağdaş ayrımımızın mülkiyet ilişkilerinin dönüşümü bağlamında ele aldığımızı hatırlatmak gerekir. Mülkiyet ilişkilerinin, eril egemenliğin yararına olan bu dönüşümü, toprağın yanı sıra aile yapısını da onulmaz yaralar açarak değiştirmiştir. Sınırların ve nüfusun büyümesi sonucu akrabalıktan farklı olarak ortaklık ilişkilerinin ve işbölümünün önemi artmış, artı değer yalnızca ekonomik yapıyı değil sosyal yapıyı da etkilemiştir. Toplumdaki eşitsizliklerin temeli, hiç kuşkusuz, yaratılan ekonomik temelli hukuki statü ayrışımından doğmaktadır. Bahsedilen statü ayrışımları ise üretim araçlarını elinde bulunduran ve bizatihi eril tahakkümü yaratan sınıflar tarafından icat edilmiştir. İlkel toplumlardaki ortak faydacı, değerin ailelere, dolayısıyla bütün
topluma, eşit bir şekilde dağıtımı, burada ele alınması mümkün olmayan birçok nedenin sonucu olarak bireysel çıkarcı, kar maksimizasyonuna dayalı çağdaş sisteme dönüştürülmüştür. Bu dönüşümün sonucunda aile, devleti ortaya çıkaran, onu besleyen bir yapı iken, bir anlamda onun kaynağı iken, ek olarak devletin güvencesi veya ideolojik oyun alanı halini almaya başlamıştır. Bu bağlamda, ailenin gözlemlenebilir, kayıt altına alınabilir bir yapıya dönüştürülebilmesi için evlilik kurumu, eril egemen düzenin bir tahakkümü olarak karşımızda belirir. İlkel topluluklarda “evlilik” kendi içinde çeşitli ritüelleri de içinde barındıran henüz kurumsallaşmamış bir halde iken, tarihsel süreçte devletin kontrol mekanizması, yönlendirme aracı olarak belirmeye başlamıştır. Emma Goldman’ın belirttiği üzere evlilik “bir ekonomik düzenleme, (erkek cinsinin) sigorta anlaşmasıdır.” Buradan çıkarılacak bir sonuç; evlilik kurumunun ortaya çıkmasıyla birlikte kadının ikinci plana indirgenmesinin ve erkeğin mülkiyetinde bir hukuksal statüde yer bulmasının yasallaştırılması süreci tamamlanmıştır diyebiliriz. Bir diğer sonuç ise evliliğin yasal olarak tanımlanmasıyla birlikte heteroseksüelliğin tek meşru ilişki olarak sabitlenmesidir.
81
GENCAY Günümüz siyasal toplumunda, evlilik kurumunun kadınlar üzerinde bir baskı aracı olarak kullanılmasının etkileri, feminizm akımının doğuşu gibi olumlu sonuçlar doğurduğu gibi kadına yönelik şiddetin artışı gibi olumsuz sonuçlara da sebebiyet vermiştir. Her şeyden önemlisi, evlilik, kadınların gerek ekonomik gerek sosyal olarak bağımlı birer varlık olmalarını, yasal eşitlik adı altında eril sömürü düzeninin birer parçaları haline gelmelerine neden olmuştur. Kısacası, evlilik insan doğasına bütünüyle olmasa bile büyük oranda aykırı bir kurum olarak gelişmiştir, esas olarak kadınları ve kısmen erkekleri de baskı altında tutmaya yarar. Aşkın meyvesi olmaktan ziyade seks tekeli kurmayı sağlayan yasal bir
bahanedir. Bu durumda yapılması gereken, göstermelik pozitif ayrımcılık yalanlarına başvurmak, kadın bedenini metalaştırıp erkek zihnini sapıklaştıran ve yine kendi yarattığı hukukun arkasına saklanmış korkak egemen sınıfın palavralarına kanmak yerine, haksızlığa maruz bırakılıp eli kolu bağlanan kadınların ve samimi olarak eşit bir düzen talep eden ama yine eli kolu bağlı erkeklerin, mevcut egemen siyasal düzenin hatalarını gözden geçirmeleri ve gerekirse sil baştan, radikalleşmekten çekinmeden yepyeni bir düzeni (belki de düzensizliği) oluşturmaktır. Belki de izlememiz gereken yol “ Dans edemeyeceksem bu benim devrimim değildir! “ diyen Kızıl Emma’nın yoludur!
82
GENCAY
millikanal.com
83
GENCAY
MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ’NİN KİTAPLARINI millikitap.com ADRESİNDEN İNDİREBİLİRSİNİZ.