Gencay Dergisi - Sayı 53 - Haziran 2016

Page 1


www.millidusunce.org Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı Kızılay/ANKARA Telefon: 0 (312) 231 31 94 Belgeç: 0 (312) 231 31 22


GENCAY

GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi Yıl 5 Sayı 53 – Haziran 2016 Ücretsiz e-dergi www.gencaydergisi.com bilgi@gencaydergisi.com

EĞİTİMDE GERÇEK ÖZGÜRLÜK / Yunus Emre UYAR SUÇLULARIN TELAŞI İÇİNDESİNİZ / Çağhan SARI ÇEVRESEL KİRLİLİKTE MİKROBİYAL BİOSENSÖRLER / Fatma Özge ÖZDEMİR SOYKIRIM SUÇLAMASININ HUKUKİ BOYUTU ÜZERİNE / Nami Cem İYİGÜN AYLAK ATMACA’NIN DÜŞÜ / Veysel Gökberk MANGA ATATÜRK’ÜN 23 NİSAN’INI ANLAMAK / Açelya OĞUZ BİZ BİRKAÇ YÜZYILLIK GENÇLERİZ/ Mehmet Batuhan KAYNAKÇI H. NİHAL ATSIZ'IN "BOZKURLARIN ÖLÜMÜ" ROMANININ TANITIMI / Serdar NASİP KURGU METİNLERDE GERÇEKÜSTÜLÜK VE KÜLTÜR TAŞIYICILIĞI/ Aslıhan KAYA BENCİL/ Zehra Aybüke KARAUZ


GENCAY

GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi Yıl 5 Sayı 53 – Haziran 2016 Ücretsiz e-dergi www.gencaydergisi.com bilgi@gencaydergisi.com

BAŞLANGIÇ; FEMİNİZM/ Dilek AKILLIOĞLU VARSA GÖĞÜN KALBİ/ Onur ÇELİK KİTAP TANITIMI: İBRAHİM KAFESOĞLU – TÜRK İSLAM SENTEZİ/ Milli Kitap TÜRK MİLLİYETÇİLERİ’NİN MESELESİ – MODERN BOYCULUK/ Nizameddin TOPCU AYARSIZ DERGİSİ İLE SÖYLEŞİ/ Gencay Dergisi Editör Ekibi EDEBİCE DERGİSİ İLE SÖYLEŞİ/ Gencay Dergisi Editör Ekibi İHTİMAL DERGİSİ İLE SÖYLEŞİ/ Gencay Dergisi Editör Ekibi DERGİCİLİK ÜZERİNE BİR İNCELEME/ Burçin ÖNER


GENCAY

EĞİTİMDE GERÇEK ÖZGÜRLÜK Yunus Emre UYAR “Gerçek özgürlük” en özlü ifadesiyle “kültür robotu” olmaktan kurtulmakla mümkün. Kültür robotu, Cüceloğlu’nun bu kitapta ortaya koyduğu en önemli kavram. Birey olabilmenin önündeki engellerin büyük bir bölümünü barındırır. İnsan, toplumsal bir varlık olarak toplumun hayat algısını oluşturan kültürün de doğal bir parçası ancak bu parça-bütün ilişkisi bizim gibi toplumlarda çoğu kez bütünün parçayı yutması şeklinde ortaya çıkıyor. Bu koşullar altında kültürün çevreleyerek öznel, özerk kişisellik alanı bırakmadığı kişilikler ortaya çıkmış durumda. Bu da aslında insanların yaşam mutluluğunu derinden etkileyenlerin başında gelir. Öyleyse özgürmüş gibi hissetmek ya da davranmak yerine esaslı bir özgürlük, kitabın adı gibi gerçek özgürlük isteyen kimselerin kültür robotu olmaktan kurtulup kültür yapılandıran bireyler hâline gelmesi gerekir.

formatında ele alır. Kitapta değinilen, kültürün bize hazır lokma halinde verdiği ilk kalıp şu: “büyüklere saygı, küçüklere sevgi” Koca psikoloji profesörü Yakup Bey, genç bir üniversite öğrencisi olan Timur’a hitabının bile eşitlikçi olmasından yanadır. Hoca, gence şöyle der: “Size ‘Timur Bey’ demek istiyorum çünkü ‘bey’ sözcüğü ilişkimizdeki ‘eşit saygınlığı’ ifade ediyor.” “Timur hayretler içindeydi. Böyle bir şey ilk defa başına geliyordu. ‘Eşit saygınlık’ ne demekti? Timur büyüklerle birlikteyken hep saygı duymuş ama kendisini ‘saygı duyulacak’ biri olarak görmemiş, düşünmemişti.” Aslında Yakup Bey henüz konuşmanın başında sağlıklı bireyin kendi toplumsal rollerinin ötesinde bir benliğe sahip olduğundan karşısındakiyle ilişkilerinde eşitlikçi bir tavrı yeğlediğini belirtir. Bizim toplumumuzda küçüğe saygının yeterince yer etmeyişini yerer. Bu da içinde bulunduğumuz kültürün bize ustalıkla aktardığı bir durum. Ancak Yakup Bey, bunu aşmaya niyetli görünür. Böyle bir tavır genç öğrenciye fark edilen, önemsenen birisi olmanın coşkusunu verir. Karşısında mürit-mürşit ilişkisi istemeyen bir bilim adamı vardır. Aslında bu değinti çağdaş sınıf yönetimi ülkü ve ilkeleri için de önemlidir. Yeni öğretim programlarında benimsenen Yapılandırmacı felsefe gereği artık öğretmenin bilginin, sınıfın, sürecin merkezi konumundaki salt bir otorite olmaktan çıkıp öğrenenin de birey olarak öğrenme ortamında daha fazla değer görmeye, katılımcı kılmaya önem

Cüceloğlu, kitabında meselesini bir psikoloji profesörü ile üniversite öğrencisinin karşılıklı konuşmaları 1


GENCAY verilmeye başlandı. Yani tam olarak Yakup Bey’in sözünü ettiği ilişki biçimi öğrenme ortamlarında istendik hâle geldi. Buna ilişkin kuramsal materyaller elde mevcut. MEB, öğrencilerin henüz çocuk yaşta birey olma yolunu tutmaları, öğrenme ortamlarında birer özne olarak yer almak suretiyle hem öğrenme hem de kişilik gelişiminde yepyeni bir anlayışın yoluna girmiş durumda. Ancak hâlâ önceki asırlardan kalma insan telakkisiyle hareket eden, etkisi çok su götüren hizmet içi eğitimlerin kendi zihnindeki insan anlayışını biçimlendirmesine karşı direnen koca bir öğretmen kitlesiyle bu anlayışın yerleştirilmesi çok güç. Kendisi ile öğrencisinin ilişkisini âdeta mürid-mürşid ilişkisi gibi gören, kendisini merkezdeki tek kaynak, otorite vb. gibi gören; öğrencisini edilgen, verdiklerini alan ve ancak onun tasarısıyla varlığını belirtebilen silik nesneler gibi gören anlayış öğretmen kadromuzda oldukça yaygın. Böyle bir kadrodan da aynı anlayışla yetişip aynı bakış açısını taşıyan kişiler yetişecek, onlar da benzerini yetiştirecek. Aslında bu örnek bile kültür robotu olmanın topluma etkisi için verilebilir. Böyle olunca Doğan Cüceloğlu’nun Yakup Bey karakterine söylettiği çok önemli bir gerçeğin toplumsal kabulü epey güçleşecek gibi görünüyor.

ve değerler yüklenecek nesne olarak görmek yerine onun da tıpkı kendisi gibi bir özne olduğunu kabul edip buna göre eşitlikçi davranmak, Doğan Hoca’nın deyişiyle insan insana bir ilişki biçimi kurmak çocuktaki öğrenme yollarını epey açar. Bu yüzden öğrencilerine birtakım sınav sorusu çözme taktikleri dışında değer, tavır, tutum katabilen öğretmenlerin öğrencileriyle kurdukları ilişki alt-üst ilişkisinden çok farklıdır. Öte türlü tavır ve tutumlar ancak birtakım alışkanlıkların ürünü olur. Ancak belli uyaranların etkisi altında ortaya çıkarılabilen davranışlar uzun ömürlü olmadığı gibi ortam dışında pek kendini göstermez. Sözü edilen ilişki biçimi insanın en insanca gereksinimlerinden olan tanıklık edilmeyi de beraberinde getirebilir. “Tanık olunmak” Doğan Cüceloğlu’nun “Başarıya Götüren Aile” kitabında da değindiği önemli bir kavram. O, insanlarımızda yaygın olarak bulunan birtakım komplekslerin temelinde daha çocuk yaştan beri kendisine yeterince tanıklık edilmemiş olma durumunun yattığını savlar. Hem ebeveynlerin hem öğretmenlerin çocuklara olabildiğince tanık olmasını önerir. Heveslerinin, arzularının, varlığının değer verdiği kişilerce fark edildiğini yeterince duyumsamak sağlıklı bir benlik gelişiminde oldukça önemli olmakla birlikte tarihte çoğu kez büyük atılımların da kaynaklarından olmuştur.

Söz konusu ilişki biçiminin eğitimciler için en önemli cephesini Doğan Hoca yine karşılıklı konuşma içinde verir. Böyle olunca ne olur, sorusunu şöyle yanıtlar: “İnsan insana sohbet olur. Böyle bir sohbet içinde öğrenme kendiliğinden olur.” Aslında bu söz öğretmenliğin büyüsünü içerir. Öğrencisini kendisine birtakım bilgi

Böyle felsefi dokuntuları yüklü bir yapıtta tahmin edilebileceği üzere hayatın anlamı bahsine de değinilir. Cüceloğlu, bu noktada toplum Mermi Uygur’la aynı çizgide 2


GENCAY seyreder. Uygur, Batı’yı anlamaya çalışırken Batılı bireyselliğin bencilliğe savrulmaksızın toplumla birlikte olduğu sürece anlam kazandığını söyler. Aslında Cüceloğlu da kitabında “Bir insanın yaşamının anlamı, o insanın ‘ben’ini aştığı yerde oluşur.” diyerek birey-toplum ilişkisi bahsinde önemli bir yeri işaretler. Doğuluların bireyselliği epey öteleyen hatta yer yer yok etmeye dönük anlayışından uzaklaştıkça soluğu sığ bencillikte alanların öyküsü bu topraklarda bol bulunur. Ancak psikolojinin verileri bize kitapta da sözü edilen birey-toplum dengesinin gerekliliğini gösterir. Öncelikle bu iki kavramın binişmesini önlemek için Rus psikolog Vygotsky’nin kolektif “benlikbireysel benlik” ayrımına dayanmak mümkün. Buna göre insan nesneler evrenine iki ayrı pencereden bakabilir. Bir siyasi grubu kendi grubu için tehdit olarak görürken o grubun bir üyesiyle yakın ve sıcak ilişkiler kurabilir. Yine psikolojide çok bilindik “İhtiyaçlar Hiyerarşisi”ne bakıldığında temel basamakların bile tek

başına giderilemeyecek ihtiyaçlardan oluştuğu görülür. Bu da her ne kadar bireyselliği vurgulayan bir hümanist psikolog olsa da Maslow’dan hareketle de güçlü bir bireyselliğin sağlıklı toplumsal ilişkilerden geçtiğini söylememize yarar. Görülen o ki “insan insana sohbet” deyişiyle özetlenen ilişki biçimi ve onun getirdikleri, gerek eğitim ortamında gerekse ondan bağımsız görülmemesi gereken gündelik yaşamda sağlıklı ilişkiler kurmak ve anlamlı öğrenmelere kavuşmak için oldukça önemli. Ancak bunu kabul etmek bir sorunu da beraberinde getiriyor. O da söz konusu ilişki biçiminin ve bunu üreten zihin dünyasının Ortadoğu halklarında nasıl karşılanacağı. Büyüğe saygının küçüğe sevginin epey vurgulanıp küçüğe saygının adının bile alınmadığı toplumlarda “insan insana” sohbet etmek belli ki birtakım olumsuzlukları da beraberinde getirir. Bunlar da başka bir yazının bahsidir.

3


GENCAY

SUÇLULARIN TELAŞI İÇİNDESİNİZ Çağhan SARI İsmet İnönü'ye ait olan bu söz, son iki yüzyılda Türk devletinin dış politikada en fazla teşrik-i mesai yaptığı devlet olan Almanya'nın 1915 Ermeni Tehciri hakkında soykırım kararı alması üzerine yine akıllara gelecektir. Malum olunduğu üzere Haziran ayı içerisinde Gencay Dergisi yayına hazırlanırken, Alman meclisi Bundestag, bir milletvekilinin hayır oyuyla, oybirliği ile değil oy çokluğu ile Ermeni Tehcirini soykırım olarak tanıdı. Birçok kesim, yazılı ve görsel basından hadiseyi yorumladı. Almanya'yı kınama gerekliliği üzerinde devlet aygıtının en tepesinden sokaktaki sade vatandaşa kadar herkes hemfikir iken bu noktada zikrettiğimiz herkes kelimesine parlamentoda vekil sayısı olarak üçüncü olan güdümlü parti ve onun seçmenleri dâhil değildir. Zira milli hassasiyet iktiza ettiği sırada o partinin olması da hayatın matematiğine aykırı. Anlam bütünlüğünü daha fazla zedelememek için Almanya'ya dönelim ve bir kaç soru üzerinden yaşanan bu gelişme hakkında sürç-i lisan edersek hoşgörünüze sığınarak fikirlerimizi ve bildiklerimizi nakşedelim.

güdenlerden ibaret değildir. Gregoryan Ermenileri de Protestan -bazı derneklerde Katolik- yapmayı programına alan Alman misyoner dernekleri mevcuttur. Bu derneklerden bir tanesinin kurucusu olan papaz Johannes Lepsius, daha 1900'lerin başında Ermeniler lehine faaliyetlerde bulunmuş, Alman çıkarlarını Türk müttefikliğinde değil, Doğu Anadolu'da kurulacak bir Ermenistan'da olduğunu savunmuştur. Daha savaş bitmeden kaleme aldığı iki kitapta Ermenilerin katliama uğradığını yazmış, Bahs isimli başka bir Alman gazeteci tarafından kitabın uydurma olduğu ortaya çıkmıştır. Lepsius, savaş bittikten sonra da 1919'da tehcirdeki Alman sorumluluğu örtbas etmek için Dış İşleri Bakanlığı'ndan aldığı arşiv belgelerini tahrif ederek yayınlamıştır. Enteresan olan bu belgelerin tahrif edildiği tehciri soykırım olarak niteleyen çevrelerce de kabul edilmesidir. Görüldüğü üzere daha hadiseler sırasında dahi Almanya'da bir ''Ermenici'' muhit söz konusudur. Alman parlamentosunun da 2005'te çıkardığı bir yasa zaten mevcuttur. Ancak bu yasayı yetersiz bulan ve genel bir kabul için mesai veren aşağıda değineceğimiz olan Hofmann ve ekibidir. Geçen yıl 1915'in 100 yıl sonrasında Almanya Cumhurbaşkanı soykırım kelimesini telaffuz etmediği için Ermeni çevreler tatmin olmamıştır.

İlk yanıtlayacağımız soru, Almanya'nın, tehciri soykırım olarak görme eğiliminin ne zaman başladığıdır. Sorunun cevabı, konuya ilgisi olanlar için basit ama sosyal medyadaki tepkilerden ölçüldüğü üzere üzerinde durmakta fayda var. Birinci Dünya Savaşı'ndan önce, Almanya'da kurulan ve Türkiye'de faaliyette bulunan misyoner dernekleri sadece Müslüman Türkleri Hıristiyan yapma maksadı

Peki, Almanya tehcirin neresindedir? Bu soruyla ilgili birçok akademik makale ve kitap mevcut olmaktadır. Prof. Dr. Selami 4


GENCAY Kılıç, Prof. Dr. Mustafa Çolak, Taner Balcıoğlu, Burhan Oğuz ve Kerem Çalışkan çalışmalarının okunmasında fayda olan isimler arasında hemen ilk başta zikredilenlerdir. Birinci Dünya Savaşı sırasında neredeyse bütün Osmanlı ordusuna hâkim olan, genelkurmay başkanlığından alt birimlere kadar birçok mevkide görev yapan Alman subaylar arasında Goltz Paşa'nın tehciri bizzat askeri gerekçelerle önerdiği iddiası önemlidir. Bir belge bulunmamakla beraber, tehciri soykırım göstermek isteyen maksatlı çevreler arasından Dadrian'ın da kabul ettiği bu iddiaya göre Goltz Paşa, Doğu Anadolu'da, Ruslarla mücadelenin sağlıklı sürmesi için bir tehcir istemiş, hatta tehcir edilecek Ermenilerin Berlin-Bağdat demiryolu güzergâhı üzerinde iskân edilerek, tehcirde dahi Almanya'nın ekonomik kazancını tasarlamıştır.

Bu soruya verilebilecek tek cevap bulunurken tek cevabın altında birleşen iki kesim bulunuyor. Yanıt elbette Almanya'nın dünya tarihinde kendisinden başka bir soykırım daha yapıldığı tezini işleyerek soykırım suçunu basite indirgemek ve kendi sabit suçuna ortak başka milletler olduğuna dair kamuoyu oluşturmak çabasıdır. Ermeni dostu, kurduğu enstitü ile Taner Akçam gibi ''Soykırımcı'' kitapların yayınlanmasını sağlayan Hofmann ve onun başını çektiği grup işi daha da ileriye taşıyarak; Almanya'nın soykırım yapmayı da Türklerden öğrendiği, Atatürk'ün beş milyon Rum, Ermeni ve Kürt'ü katlettiği, ilk gaz odalarının Anadolu'da, Trabzon'da kurulduğu yalanlarını yazarak, Almanya'nın suçunu paylaşmanın da ötesinde Holokost'u da Türklere mal etmeye çalışmaktadır. Öteki kesim ise Neonazi çevreler olup soykırımı basite indirgeme dışında ikinci bir amacı olmayan gruptur. Almanya'daki on bir Türk milletvekilinin kabul oyu vermesi üzerine ise değerlendirme yapmaya lüzum yoktur. Maalesef, göçmen travması, kültür kopukluğu gibi nedenlere ihtiras, yükselme arzusu ve ''anadan'' öç alma eksenindeki üvey evlat sendromu dışında söylenecek fazla bir şeyin olmadığı kanısındayız.

Osmanlı Genelkurmay Başkanlığı yapmış Bronzart Paşa da tehcirin gerekliliğini yıllar sonra kaleme aldığı bir gazete köşesinde savunmuştur. Daha çok detaylandıramıyoruz nitekim bu yazının hududunu aşmamak ve diğer soruları yanıtlamak için Alman sorumluluğunu tek bir cümle ile özetleyebiliriz. 1914-1918 yılları arası (hatta 1913-1918) Alman Islahat Heyeti olarak göreve başlayan, kısa süre sonra da Alman askeri misyonu olan, nihayetinde de Osmanlı ordusunun yüksek komuta kademesini oluşturan Alman subaylara ve bağlı oldukları Berlin'in bilgisi dahi olmadan bir tümenin yerinden oynatılması dahi gerçekçi değildir.

Almanya'ya gösterilecek tepkiler neler olmalı hususunu yanıtlarken daha ziyade ne olmamalı noktasından hareket edeceğiz. Türk parlamentosunun da Yahudi Soykırımı'nı tanıması şu aşamada bir tepki olmayacaktır. Çünkü Türkiye, Birleşmiş Milletler üzerinden bu soykırımı tanımıştır. Dahası Almanya, İsrail'e tazminat ödemesi yapmıştır. Esas

Almanya'nın tehciri soykırım olarak tanımasının altındaki sebepler nedir?

5


GENCAY itibariyle Almanya için Holokost konusu kapanmıştır. Ancak Almanya'nın ilk soykırımı Holokost değildir. 20. Yüzyılın başında Afrika'da binlerce Namibyalıyı doğrudan katleden Almanya, alınan mahkeme kararlarına rağmen soykırım suçunu kabul etmemektedir. Tıpkı Fransa'nın Cezayir’deki ikircikli tutumunu örnek gösterebiliriz. Tanınması için çalışma gösterilmesi gereken soykırım Namibya'daki Alman katliamıdır. Fransa ve Amerika gibi ciddi bir Ermeni lobisinin olmadığı, üç buçuk milyonu aşkın Türk'ün

yaşadığı Almanya'da Türkiye'nin lobi gücünün olmaması, tepkilerden önce kişinin kendisine yönelteceği tenkit oklarıdır. Sonuç olarak, sorumluluğundan sıyrılmak isteyen, insanlığa önceki yüzyılda yaşattığı acılara ortak arayan Almanya’nın bu kararı, tarih yazımını etkilemek şöyle dursun, hakikat arayışındaki tarih yazımı için kara mizah olarak kaydedilecektir.

6


GENCAY

ÇEVRESEL KİRLİLİK TAKİBİNDE MİKROBİYAL BİOSENSÖRLER Fatma Özge ÖZDEMİR Mikrobiyal biosensörler; kompakt, taşınabilir, ucuz, etkileyici, kullanımları ve yapımları nedeniyle fazlasıyla basit özelliktedir ve kirliliğin yerinde izlenmesi için uygun özelliklere sahiptirler. Hücreler, mikrobiyal biosensörler için çevresel izlemede kullanılan yeni moleküler araçlardan birisidir (Shin, 2011).

olası uçuculuğunu engelleyip, daha kesin veriler elde etmek adına oldukça uygundur. Çevre odaklı biyoanalizler canlı sistemlerin kullanımına dayanmaktadır. Bu sistemin amacı; canlı organizma deneyleri ile değişen alt hücre bileşenlerine dayalı başka hücrelerde toksisite ve enzim testleri yapmaktır (Belkin, 2003).

Biosensör uygulamalarındaki birçok raporda, kirletici, toksisite ve biyolojik tahlil özellikleri kullanılmaktadır. Bu konuda genetiğe bağlı bakterilerde işlenmiş organizma sayısı hızlı bir gelişme göstermiştir. Son zamanlarda çevresel kirlilik takibinde biosensör kullanımları hızla gelişmektedir. Bu yüzden mikrobiyal biosensörler, çevresel kirlilik takibinde önemli bir yer almıştır. Mikrobiyal biosensörlerin çeşitli alanlardaki tespiti için fiziksel ve kimyasal sinyal hedefleri çok kullanışlıdır (Shin, 2011).

Bakterilerin popülasyon büyüklüğü, hızlı büyüme oranı, düşük maliyeti ve kolay üretilebilir olması özellikleri kirliliğin izlenmesi için bakterileri kazançlı bir seçenek yapmaktadır. Bakterilerin sahip oldukları bu karakteristik özellikler ‘’özel’’ çevre koşullarında bir sinyal ile yanıt vermek için önceden belirlenmiş değişiklikleri de tespit edebilme özelliğine sahiptir. Ayrıca bakteriler genetik manipülasyona daha kolay adapte olduklarından giderek daha cazip hale gelmektedirler (Belkin, 2003).

Çevre sorunları gün geçtikçe artmaktadır. Bu artışın başında da tarım ve endüstri sektörü gelmektedir. Kirliliğin nedenini anlamak için düzenleyici elemanlar ve potansiyel iyileştirme araçları gereklidir. Fakat bu sistemler oldukça pahalıdır ve karmaşıktır. Bu kapsamlı analizlerin yapılıp, analitik işlemlerin kesin verilere dayanması için özel laboratuvarlara ihtiyaç vardır. Yerinde izleme (in situ) adı verilen sistem pahalı fakat kesin verilere dayanan bir sistemdir. Bu sistem bazı toksik kirleticilerin taşıma sırasındaki

Rekombinant DNA teknolojisi; reporter gen ile doğal düzenleyici genleri füzyonlayıp, başka bir sistemde bulunan mikroorganizmaya uyarlamak için kullanılmıştır. En sık kullanılan reporter genler; yeşil florasan proteinini kodlayan lux/luc, gfp ve β-galaktosidaz kodlayan lacZ genleridir (Shin, 2011). Mikrobiyal biosensörlerin yerinde izlenmesi için kimyasal analizler etkili bir araç olarak görülmüştür. Fakat çevresel izlemede Rekombinant DNA teknolojisinin kimyasal 7


GENCAY analizleri daha düşük tekrarlanabilirlik ve hassasiyet sağlamaktadır. Son zamanlarda mikrobiyal biosensör etkinliğini iyileştirmek amacıyla bazı konularda ilerlemeler olmuştur. Mesela hassasiyetler mikrobiyal seçicilikler kullanılarak geliştirilmiştir. Bu konuya ilişkin önemli ilerlemeler olmasına rağmen kullanımı henüz yaygın değildir. Mikrobiyal biosensörlerin optimum koşullarda düzgün çalışıp, daha sert ortamlarda farklı sonuçlar doğurması mikrobiyal pazar uygulaması için dezavantajdır. Fakat buna dezavantajlara rağmen, mikrobiyal biosensörler başarıyla uygulanmaktadır. Çevre kirliliğinin yerinde izlenmesi (in situ) için ticari amaçlı olarak üretilmektedir. Bu yüzden biosensörler laboratuvar koşullarında optimum çevre izleme potansiyel ağı oluşturmaktadırlar.

Son yıllardaki mikroelektrik alanındaki gelişmeler ve biyolojik moleküllerin mükemmel duyarlılıktaki yanıt verme kapasitesinin keşfedilmesi, biyosensör teknolojilerinin hızla gelişmesini teşvik etmiştir. Biyosensörler genel olarak, analizlenecek madde ile seçimli bir şekilde etkileşime giren biyoaktif bir bileşenin, bu etkileşim sonucu ortaya çıkan sinyalini ileten bir iletici sistemle birleştirilip, bunlarla birlikte bir ölçüm sistemi kombinasyonu oluştururlar. Biyosensörler, biyolojik sistemler ve bu sistemlerden gelen bilgiyi analitik olarak kullanışlı bir sinyale dönüştüren iletici sistemlerden meydana gelir. Spesifik bir analit ya da analitler grubunun konsantrasyonuna bağlı olarak sinyal oluştururlar. Biyosensörlerin biyolojik bileşeni; katalitik özellik taşıyan ve katalitik özellik taşımayan biyomateryaller olarak iki önemli gruba ayrılır. Katalitik özellikteki grup enzim, mikroorganizma ve dokuları içerirken, katalitik özellik göstermeyen grup ise antikorlar, reseptörler ve nükleik asitlerden oluşur. Bir biyosensörün fonksiyonu biyolojik aktif materyalin biyokimyasal spesifikliğine bağlıdır. Biyolojik materyalin seçimi spesifiklik, depolama, operasyonel stabilite gibi birçok faktöre bağlıdır. Bu kimyasal bileşenler; nükleik asitler, antijenler, mikroplar ve hormonlar gibi parametreleri de engeller. Biyolojik

Biyosensörler Canlıların çevrelerindeki değişimi algılama ve yanıt verme mekanizmaları biyosensörlerin geliştirilmesi için baz alınarak, temel oluşturmuştur. Biyosensörler, sıklıkla biyolojik analizler için kullanılan bir çeşit özel sensördür ve ‘’International Union of Pure and Appşied Chemistry’’ (IUPAC) tarafından, ‘’kimyasal bir bileşiğe karşı verilen biyolojik yanıtı optik, termal ya da elektriksel sinyallere dönüştüren cihazlar’’ olarak tanımlanmaktadır (Rasooly, 2005).

8


GENCAY sistemlerde immobilizasyon tekniğinin kullanılması da biyosensörün hızlanmasında önemli bir etkendir.

• Klinik diyagnostik, biyomedikal sektör uygulamaları • Proses kontrolü uygulamaları

Bir elektronik sinyale dönüşen sistem, bileşiğin derişimine bağlı olarak değişik sinyaller analizleyebilir. Elektrokimyasal ölçüm prensibini temel alan mikrobiyal biyosensörleri metabolik aktiviteyi ve mikroorganizmalar tarafından üretilen aktif metabolitlerin ölçümünü temel alan sistemler olarak iki grupta toplamak mümkündür. Metabolik aktivitenin ölçümü; hücrelerin asilimilasyonu sonucu metabolik aktivelerindeki değişimi temel alır ve genel olarak substratın ortama eklenmesiyle artar. Bu değişim substrat derişimi ile ilişkilendirilir ve ortamdaki oksijen değişimine bağlı olarak izlenir. Bu yüzden bu sensörlerde aerobik mikroorganizmalar kullanılır. Diğer sınıf mikrobiyal biyosensörlerde ise; mikroorganizmalar tarafından ortama salınan H2, CO2, NH3 ve organik asitler gibi elektrokimyasal aktif metabolitlerin ölçümü esas alınır. Bu tip sensörlerde aerobik mikroorganizma kullanma zorunluluğu yoktur.

• Tarla tarımı, bağ-bahçe tarımı ve veterinerlik uygulamaları • Bakteriyal ve uygulamaları

viral

diyagnostik

• İlaç analizi uygulamaları • Endüstriyel uygulamaları

atık

su

kontrolü

• Çevre koruma ve kirlilik kontrolü uygulamaları • Maden işletmelerinde analizleri uygulamaları

toksik

gen

• Askeri uygulamalar. Biyoreseptör moleküller; biyosensör teknolojisinin gelişmesinde anahtar rol oynamışlardır. Analiz edilecek madde ile seçici olarak etkileşime giren oldukça duyarlı biyolojik moleküllerdir. Biyoreseptör moleküller, enzim, antikor, protein, nükleik asit gibi biyolojik molekülleri ve hücre, doku, mikroorganizmalar gibi de biyolojik sistemleri içermektedir. Biyoreseptör olarak kullanılan moleküllerin en önemli özelliği tespit edilmesi istenen hedef moleküle karşı yüksek afinite ve özgüllük göstermeleridir. (Rasooly, 2005) Biyoreseptör olarak kullanılan birçok biyolojik molekülün orijini mikroorganizmalardır.

Biyosensörlerin, yüksek spesifikliğinin yanında; renkli ve bulanık çözeltilerde geniş bir konsantrasyon aralığında doğrudan ölçüme olanak sağlamak gibi üstünlükleri vardır. Fakat reseptör olarak adlandırılan biyokompenentler ph, sıcaklık, iyon şiddeti gibi ortam koşullarından etkilenirler. Bu olay, biyosensörün kullanım ömrünü kısalttığı için bir dezavantaj konumundadır.

Mikroorganizmaların kendileri de biyoreseptör olarak kullanılabilirler. Çoğunlukla inorganik veya organik toksik kimyasal maddelerin tespitinde

Biyosensörler için mümkün uygulama alanları;

9


GENCAY kullanılırlar ve diğer biyoreseptör moleküllerine göre daha fazla çeşitlilikte kimyasal yapı saptayabilirler. Genetik modifikasyonlara uyumlu olmaları, farklı pH ve sıcaklıklarda işlev görebilmeleri mikroorganizmaları ideal biyosensörler yapmaktadır.

1- Ürün ya da substratın hücre membranından difüzyonu zordur. 2- Kullanıldıktan sonra rejenerasyon için daha fazla zamana ihtiyaç duyarlar. 3- Hücreleri birden fazla enzim içerdiği için seçicilik oranı düşüktür. Mikrobiyal biyosensörlerin, yapılacak uygulamalarda avantajları ve dezavantajları dengelenmelidir. Böylece daha verimli değerlere ulaşılacaktır. Sistemin dengede olması matematiksel verilerin takibi açısından yararlı olacaktır. Bir biyosensörün en basit ihtiyacı, biyolojik materyali fizikokimyasal değişimleri ölçmeye yarayan sistem ile başarılı bir şekilde kombine olmasıdır. Mikrobiyal biyosensörlerin ölçümünde, mikrobiyal biyosensörler ilgili türün spesifik olarak tanınmasında mikroorganizma bileşeni olarak kullanılır.

Mikrobiyal Biosensörler Mikrobiyal biyosensörler yararlı birçok bileşikle birlikte endüstriyel ve bilimsel çalışmalarda kullanılmaktadır. Özellikle son dönemler de oldukça fazla uygulamaları mevcuttur. Çevresel sistem tayinlerinde mikrobiyal biyosensörler için yapılan uygulamalar karşımıza çıkmaktadır. Bunların büyük bir kısmı enzim katalizli ya da mikrobiyal katalizli reaksiyonları temel almaktadır. Enzim sensörleri ilgili substratlarına karşı yüksek spesifiklik gösterir, ancak enzimler genelde pahalıdır ve stabil değildir. Mikrobiyal biyosensörler biyokimyasal süreçlerin on-line kontrolü için uygundur. Bu yüzden birçok araştırmacı için çalışma konusu olmuştur. Mikrobiyal biyosensörler avantajlara sahip oldukları gibi dezavantajlara da sahiptirler. Mikrobiyal biyosensörlerin belli başlı avantajları;

Mikrobiyal prensipleri

1- Geniş bir alanda bulunarak, kimyasal analizleri kontrol ederler. 2- Farklı koşullara adapte olabilirler. 3- Farklı koşullara karşı tolerans gösterirler ve çözgen inhibisyonundan kolay etkilenmezler. 4- Aktif enzim izolasyonuna ihtiyaç duymadıkları için ucuzdurlar.

biyosensörde

ölçüm

Yapılan çalışmalara bakıldığında geliştirilen mikrobiyal biyosensörlerin çoğunun metabolik aktiviteyi temel aldığı görülmektedir. Optik esaslı mikrobiyal biyosensörler ise, lüminesans temelli fiziksel iletim elemanlarını kullanmaktadır. Burada, fotobakterilerin yüksek duyarlılıkları temel alınmıştır. Biyolüminesans hücre biyosensörleri

Dezavantajlarından bazıları ise aşağıdaki gibidir. 10


GENCAY genetik olarak modifiye edilmiş mikroorganizmalar (GEM) kullanılarak da geliştirilebilir. Bunlar organik, pestisit ve ağır metal kontaminasyonlarının görüntülenmesinde kullanılabilirler. Örneğin, ilgili analiti tanıyan promotorun kontrolü altında lüsiferazı kodlayan genler plazmide yerleştirilerek modifiye organizmalar hazırlanabilir. Bu şekilde hazırlanan mikroorganizmalar organik kirleticileri metabolize ettiğinde genetik kontrol mekanizması lüsiferazın sentezi için devreye girer ve üretilen ışık lüminometre ile belirlenebilir. (D'Souza, 2001)

Teknolojik yenilikler açısından başka gelişmeler ile kıyaslandıklarında çağımız aynı anda birden fazla çevre parametrelerini izleme yeteneğine sahip mikrobiyal biyosensör nesli olacaktır. Gelecekte daha ekonomik, daha kullanıcı dostu bir ekipman tercih edilmesiyle bu dizilerin daha ileri versiyonları piyasaya çıkacaktır. Genel toksisite ve bir numune içinde bulunan ayrı ayrı bileşenlerin hepsinin in-situ izlemeyi kolaylaştırması sağlanacaktır. Tek hücreliler için biyosensörlerde görüntüleme fiber demetler sayesinde olmaktadır. Gelecekte daha etkin biyosensör kullanımı, tamamen yerinde izleme sistemlerinin otomatik gelişimini sağlayacaktır. Bu sistem gerekli atık üreten numunelerin hacmini azaltarak çevreye ve ekonomiye yarar sağlanmasına da yardımcı olacaktır.

Sonuç Biyosensörler, örnek alımı ve sonuç verme arasındaki süreyi oldukça kısaltmaktadırlar. Nanolitre veya daha az miktarlarda örnek gerektirmeleri ve aynı zamanda yüksek düzeyde duyarlılık ve özgüllüğe sahip olmaları en önemli avantajlarıdır. Ölçüm sistemlerinin otomasyona uygun ve taşınabilir olması değişik alanlarda kullanımlarına imkân vermektedir. Buna karşın biyosensörlerin geleceğini maliyeti ve örnekler üzerindeki etkinlikleri belirleyecektir. Çevre sorunlarındaki artış taleple eş değerdir. Talebin artmasıyla tarımsal ve endüstriyel kirlilik de artmaktadır. Mikrobiyal biosensörlerin çeşitli alanlardaki tespiti için fiziksel ve kimyasal sinyal hedefleri çok kullanışlıdır. Çevre odaklı biyoanalizler canlı sistemlerin kullanımına dayanmaktadır. Bu sistemin amacı; canlı organizma deneyleri ile değişen alt hücre bileşenlerine dayalı başka hücrelerde toksisite ve enzim testleri yapmaktır.

Mikrobiyal biyosensörlerin hızla yerinde ve çevresel değişkenlerin daha kompakt, mobil, otomatik ve kablosuz cihazlara dönüşmesi gerekir. O yüzden mikrobiyal biyosensörler yakın gelecekte daha geniş uygulamalarda yer alacağı ve daha büyük umutlar vadedeceği açıkça görülmektedir. Kaynaklar Belkin, S. (2003). Microbialwhole-cellsensing System of Environmental Pollutants. Currentopinion in Microbiology. D'Souza, S. (2001). Microbial Biosensors. Biosens Bioelectron. Rasooly, A. Methods.

(2005).

Biosensor

Technologies.

Shin, H. J. (2011). Genetically Engineered Microbial Biosensor For In Situ Monitoring Of Environmental Pollution. Applmicrobial Biotechnol.

11


GENCAY

SOYKIRIM SUÇLAMASININ HUKUKİ BOYUTU ÜZERİNE Nami Cem İYİGÜN Geçen yıl sözde Ermeni soykırımının 100. yılı dolayısıyla Vatikan’da düzenlenen ayinde Katolik dünyasının dini lideri Papa “20. Yüzyılın ilk soykırımı” ifadesini kullandı. Ardından Avrupa Parlamentosu’nun aldığı kararda 1915 olaylarına “soykırım” nitelemesi getirilip Türkiye’ye geçmişle yüzleşme çağrısı yapıldı. Hemen peşine Avusturya Parlamentosu 24 Nisan 1915’te Ermenilerin tutuklaması ile başlayan olayların tehcir ile devam ettiğini ve soykırım ile son bulduğunu öne süren bir bildiri yayınladı. Avusturya Parlamentosu’nun bildirisini Rusya Devlet Başkanı Putin’in “soykırım” mesajı takip etti. Geçtiğimiz 24 Nisan’da ilk defa “soykırım” sözcüğünü sarf edebileceği düşünülen ABD Başkanı’nın “katliam” demekle yetinmesi Türkiye’ye geçici bir rahatlama sağladıysa da, önümüzdeki birkaç yıl içerisinde başımıza geleceklerin sinyali gibiydi.

toplumunda güncelliğini yitirmeyen utanç duygusuna ve derin psikolojik etkilere yol açtı. İşte o sebeple Avrupa bütünleşme sürecinde tarihi bir rol oynamak ve dünya politikasında ekonomik gücüyle orantılı bir güç merkezine dönüşmek isteyen Almanya, suçunu paylaşacak tarihi ortaklar aramakta ve vicdanını temizlemek için Türk milletini hiçbir hukuki geçerliliği olmayan Ermeni soykırımıyla suçlamaya yeltenmektedir. Ermeni İddialarının Hukuki Değeri Türkiye, Ermeni Diasporası’nın iddialarını tarihi ve siyasi boyutlarıyla ele almak üzere istikrarlı bir devlet stratejisi oluşturmakta epey geç kaldığından dünya kamuoyu nezdinde diasporadan kat be kat avantajsız konumda bulunmaktadır. Soykırımı tanıyan ülkelerin sayısı yıldan yıla artmakta ve bazı ülkelerde “1915 olayları soykırım değildir” diyenleri cezalandıran yasalar çıkartılmaktadır. 1915’te yaşananları tarihi alanda tartışmaktan kaçan Ermeni Diasporası, propaganda faaliyetlerini siyasi alanda sürdürmekte ve “3T” kısaltmasıyla adlandırılan “Tanıma-Tazminat-Toprak” idealleri doğrultusunda sözde soykırımı olabildiğince fazla ülkeye tanıtmaya çabalamaktadır.

Bu yıl ise Almanya’nın hamlesi geldi ve sözde Ermeni soykırımının tanınmasına ilişkin önergenin 2 Haziran 2016 günü Alman parlamentosunda oylanacağı duyuruldu. II. Dünya Savaşı ertesinde Alman siyasetçiler usta bir manevrayla Yahudi soykırımının sorumluğunu Nazilere yıkarak Alman milletini sorumluluktan uzak tutmaya çalıştıkları halde, işlenen insanlık suçunun ağır yükünü Alman kolektif hafızasından silemediler. Suçluluk algısı, Alman

Artık tartışmanın tarihçilere bırakılması önerisinin geçerliliğini kaybettiği ve meselenin tamamen siyasileştiği bir aşamaya varılmıştır. Türkiye’nin Ermeni 12


GENCAY iddialarıyla mücadelede şimdiden itibaren yapması gereken, soykırım kavramının hukuki boyutundan azami ölçüde yararlanmak ve yargısız infaza geçit vermemektir. Rastgele kullanılabilecek bir sözcük olmayan “soykırım”, uluslararası bir suçtur ve bir uluslararası hukuk enstrümanıyla kodifiye edilmiştir. Bu enstrüman, 9 Aralık 1948 tarihinde Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda oybirliğiyle kabul edilen ve 12 Ocak 1951 tarihinde yürürlüğe giren “Birleşmiş Milletler Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi”dir.

iddialarını kapsayan davalara bakmakla yetkili mahkemeleri olayın vuku bulduğu ülke mahkemesi ve tarafların üzerinde anlaşacakları uluslararası ceza mahkemesi olarak belirlemiştir. Gelin görün ki günümüze değin ne bir Türk mahkemesinde, ne de bir uluslararası mahkemede herhangi biri Ermenileri soykırıma tabi tutmaktan ceza yemiştir. Sözleşmeyle devletlerin soykırım hususunda aralarında çıkabilecek ihtilafları Uluslararası Adalet Divanı’na götürebilecekleri de öngörülmüş, fakat Ermeni tarafı iddialarında son derece kendine güvenli görünmesine rağmen Uluslararası Adalet Divanı’na gitmeyi aklından geçirmemiştir. Zira Uluslararası Adalet Divanı’nın ortaya koyduğu içtihatların hepsini terk etmedikçe Türkiye aleyhine bir hüküm kuramayacağı anlaşılmış ve gelecekte meselenin oralara kadar uzanması ihtimali Türkiye’den ziyade Ermeni tarafını endişelendirmeye başlamıştır.

Anılan sözleşmenin 2. Maddesi “Bu Sözleşme bakımından, ulusal, etnik, ırksal veya dinsel bir grubu veya o gruba mensup olanların tümünü veya bir kısmını yok etmek kastıyla öldürmek (…) gibi fiillerden her hangi biri, soykırım suçunu oluşturur” demiş ve grupları sayarken “politik grup”tan söz etmemiştir. Politik grup, özerklik veya bağımsızlık kabilinden politik amaçlarla mücadele eden grup anlamı taşır ve 1. Dünya Savaşı sırasında Osmanlı topraklarında bağımsız devlet kurmak amacıyla isyan çıkaran Ermeniler bir politik gruptur. Keza Osmanlı Devleti’nin 24 Nisan 1915’te ülke güvenliğini korumak adına çıkarttığı kararla tutuklanan Ermenilerin tamamı da örgüt mensubu olmaktan tutuklanmışlardır.

Sözleşmede vurgu yapılan özel kasıt, soykırım suçunun ancak belli bir grubu veya o grubun mensuplarını sırf grup mensubiyetlerinden ötürü katletme kastıyla hareket edilmiş olması halinde gündeme geleceği anlamındadır. 1915’teki tehcir, Ermeni nüfusunu yok etme kastıyla değil, askeri mecburiyetlerle kararlaştırılmış ve talimatnameler çerçevesinde gerçekleştirilmiştir. Yüzbinlerce insanın hayatını yitirmesi zorlu savaş koşullarının sonucudur ve ölenler sadece Ermeniler olmamıştır.

Yine aynı sözleşmeye göre “Bir zanlının ve/veya devletin soykırım suçu ile suçlanabilmesi için, yetkili mahkeme tarafından suçun objektif ve sübjektif unsurlarının kanıtlanması ve bilhassa suçun özel kasıtla işlendiğinin hiçbir kuşkuya mahal vermeyecek şekilde saptanması şarttır“. Sözleşme, soykırım

Öte yandan evrensel hukukun en temel ilkesi olan kanunilik ilkesi uyarınca kanunsuz suç ve ceza olmaz, ceza 13


GENCAY kanunları makable şamil uygulanamaz. Başka deyişle işlendiğinde suç kapsamına girmeyen bir fiil daha sonra suç kapsamına sokuldu diye zanlının aleyhine olacak şekilde geriye yürütülemez. Bu bağlamda bir anlığına 1915’deki tehcir olayının tüm diğer unsurları yönünden soykırımın tarifine uyduğunu varsaysak bile Türkiye’yi soykırımla suçlama imkânı oluşmaz. Soykırım ilk defa 1951 yılında yürürlüğe giren BM sözleşmesiyle tanımlanmış bir suç tipidir ve 1915’te meydana geldiği iddia edilen olaylardan kaynaklı sorumluluk yaratmaz.

itiraz başvurusunu 7’ye karşı 10 oyla reddetmiş ve Perinçek’i haklı bulan karara uymuştur. Yani 1915 hadiselerinin soykırım olmadığını söylemenin suç sayılamayacağı ve soykırımı inkârı cezalandırmanın ifade özgürlüğünü ihlal anlamına geleceği, AİHM önünde tescillenmiştir. Avrupa Konseyi üyesi kırk iki ülkeye doğrudan bağlayıcılığı olan bu içtihat, evrensel hukukun en önemli mabedi sayılan AİHM’in nihai kararı olması hasebiyle diğer dünya ülkelerini de ister istemez bağlayacaktır. Perinçek, 2005 yılında İsviçre’de verdiği konferanslarda “Ermeni soykırımı emperyalist bir yalandır” demesi üzerine İsviçre mahkemesinde “ırkçı ayrımcılık” suçlamasıyla yargılanmış ve cezaya çarptırılmıştı. 2008’de konuyu AİHM’e götürünce AİHM 2. Dairesi 17 Aralık 2013 tarihinde Perinçek’in sözlerinin ifade özgürlüğüne girdiğine karar vermiş ve İsviçre’yi haksız bulmuştu. İsviçre’nin karara itiraz etmesiyle dava AİHM’in temyiz organı Büyük Daire’ye taşınmış ve Büyük Daire 28 Ocak 2015’teki ilk oturumda tarafların savunmasını dinlemişti. O sırada Perinçek’in Ergenekon davası kapsamında yurt dışına çıkış yasağı bulunması dolayısıyla Büyük Daire oturumuna katılabilmek için yurt dışı yasağına itiraz yapması gerekmiş ve itirazı değerlendiren İstanbul 4. Ağır Ceza Mahkemesi Perinçek’in yasağını kaldırmıştı.

Neticede bir zanlıya yöneltilen soykırım suçunun objektif ve sübjektif unsurlarının mevcudiyeti ile özel kasıtla işlendiği yetkili mahkemece kesin hükme bağlanmadığı sürece soykırım iddialarının hiçbir hukuki değeri yoktur. Batılı tarihçilerin yanı sıra pek çok ülke parlamentosu ifrat derecesinde bir önyargıyla Türkiye’yi suçlamaya devam ededursun, Türkiye’nin uluslararası hukuk açısından eli güçlüdür ve yukarıda bahsedilen temel hukuk prensipleri ışığında soykırımla suçlanması mümkün değildir. Perinçek-İsviçre Davası ve AİHM Kararının Anlamı Kaldı ki Türkiye’nin hukuken elini güçlendiren yeni bir gelişme olarak uluslararası hukuk nezdinde kazanılmış somut bir başarı da mevcuttur. Geçtiğimiz yıl Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM)’nin Büyük Dairesi, Doğu Perinçek’in İsviçre’de “Ermeni soykırımı emperyalist bir yalandır” dediği gerekçesiyle ceza alması hakkında 2. Daire tarafından Aralık 2013’te verilen ihlal kararıyla ilgili İsviçre devletinin yaptığı

Yurt dışı yasağının kaldırılmasını takiben Strasbourg’daki oturuma katılan Perinçek, savunmasında “Osmanlı devletinin Ermenileri topyekûn yok etmek kastıyla hareket etmediğini, Birinci Dünya Savaşı’nda karşılıklı ölümler ve zorunlu 14


GENCAY göçün söz konusu olduğunu, Ermeni probleminde dönemin büyük devletlerini sorumlu gördüğünü” ifade etmiş; Perinçek adına söz alan Avukat Mehmet Cengiz ise “davanın özünün ırkçı söylem ve nefret suçuna değil, düşünce ve ifade özgürlüğüne dayandığını, müvekkili Perinçek’in 1915’teki trajediyi reddetmediğini, ancak yaşananların hukuki bakımdan soykırım kavramıyla nitelendirilemeyeceğini savunduğunu ve kaynağının tamamen hukuki olduğunu” belirtmişti. Davaya Perinçek tarafının yanında müdahil olan Türkiye ve İsviçre tarafının yanında müdahil olan Ermenistan’ın heyetleri de oturumda hazır bulunmuşlardı. Nihayet 15 Ekim 2015 Perşembe günü AİHM’in Büyük Dairesi nihai kararını verdi ve tarafların savunmalarını dinlediği ilk oturumdan yaklaşık dokuz ay sonra vardığı kararında Perinçek’in haklılığına hükmetti.

“Zanlıya yöneltilen soykırım suçunun objektif ve sübjektif unsurlarının mevcudiyeti ile özel kasıtla işlendiği yetkili mahkemece kesin hükme bağlanmadığı sürece soykırım iddialarının hiçbir hukuki değer taşımayacağı” gerçeği ilk defa bir uluslararası hukuk metninde yer almıştır. Sonuç Arşivlerini açma, çeşitli dillerde yayın yapma ve tarih tezlerini dünyaya kabul ettirme trenini kaçıran Türkiye’nin en azından bundan sonrasında uluslararası hukuk bakımından sahip olduğu avantajları etkili biçimde kullanması ve haykırması elzemdir. Savaş sırasındaki bir tür nefis müdafaası olan tehcire soykırım demenin hukuken mümkün olamayacağını ve hiçbir siyasi organın mahkeme rolüne soyunamayacağını dünyaya anlatmak konusunda her bir Türk vatandaşına büyük görevler düşmektedir. Hamasi nutuklarla Türk’ün Türk’e propagandasını yapmak yerine haklılığımızı dünyanın gözünün içine sokma yollarını aradığımız takdirde ise önümüze set çekebilecek kimse bulunmamaktadır.

Doğu Perinçek’in AİHM’de kazandığı dava, yüz yıllık Ermeni soykırımı iftiralarına karşı uluslararası hukuk düzleminde elde ettiğimiz tek ve en büyük başarıdır. Perinçek’in başarısıyla birlikte Türk milletinin eli güçlenmiş, morali düzelmiş ve korkusuzca “Ermeni soykırımı emperyalist bir yalandır” diye haykırabileceği geniş bir mevziiye kavuşmuştur. Ayrıca Perinçek’in AİHM’de kazandığı davanın gerekçeli kararı, sadece soykırımın inkârını suç saymanın fikir hürriyetini ihlal anlamına geleceğini tespit etmekle kalmamış, aynı zamanda soykırımın var olup olmadığına karar vermek noktasındaki yetkinin siyasi parlamentolarda değil, uluslararası mahkemelerde olduğunu da vurgulamıştır. Böylece bizim de yukarıda açıkladığımız

Kaynakça: “No:275, 15 Ekim 2015, AİHM’in Perinçek/İsviçre Davasına İlişkin Büyük Daire Kararı Hk.”, http://www.mfa.gov.tr “Alman Parlamentosu Taassubun Esiri”, Milliyet Gazetesi (Düşünenlerin Düşüncesi), 23.05.2016 Çakır (K.O.), “Uluslararası Hukuk Bakımından Ermenilerin Soykırım İddialarının İncelenmesi”, 2012 Elekdağ (Ş.M.), “Ermeni Savları ve Soykırım Suçunun Hukuksal Niteliği – Ermeni Soykırımı İddiasının Uluslararası Hukuk Açısından Değerlendirilmesi”, 2006 Elekdağ (Ş.M.), “Tarihsel Gerçekler ve Uluslararası Hukuk Işığında Ermeni Soykırımı İddiası”, 2010

15


GENCAY

AYLAK ATMACA’NIN DÜŞÜ Veysel Gökberk MANGA Nihâyet insanız. Sayısız hissin, râbıtanın, sezginin ve tefekkürün telkîni altında yaşıyoruz. Dünyâda ve evrende, duyup anlayamayacaklarımızın sayısı, geri kalanlarla gâlibâ kıyas götürmeyecek kadar fazla. Büyük ve toplu varlığın içinde belki teker teker hiçbir şey ifâde etmiyor olabiliriz; fakat yine de, kendi varlığımız içinde hepimiz muayyen ağırlık ve kıymetlere sâhibiz. Bunun için, uçup giden ve ancak üzerine yazıldığı kâğıt kadar bir ağırlığa mâlik olabilen yazının yanında, her biri en az “üç değirmen taşı” çekebilecek sözler vardır; her söz bunun için kıymetlidir ve bizim tarihimizin en esaslı yanlışlarından birini tevil mecbûriyeti, böylece doğar; doğrusu şudur: yazı-rüzgâra tutulmuş bir kâğıt gibi-uçar, söz kalır!

Çöküp oturduğu yeri kanatır durur. Kurtulmanın, iyileşmenin tek yolu, bince yıldır bu hayâtı yaşayan adamların yaptığını yapmaktan ibârettir yalnızca: aytmak, yâni söylemek. “İnsan düşündükçe yaşar.” derler de “İnsan konuştukça yaşar.” demeyi nedense unutuverirler. Hâlbuki onlar, düşündüklerini söylemeden duramayanlardır; fakat bunun böyle olduğunun da maalesef farkına varmayı “unutmuşlardır.” Ben, damarlarımızda, kanla berâber “söz”ün de taşındığını bilenlerdenim. Kalp çarpıntısı denen şey, kadim ve kebir sözün, rûhun odalarında yankılanmasından ibârettir. Sâdece bu sebeple dahi olsa söyleyen ve sırf söylediği için yaşayabilen binlerce adam vardır; bunlara şâir denir ki ölmemek için konuşmak zorundadırlar. Ancak konuştuğu, söylediği hâlde ölenler de vardır ve işte bunlar bütün insanlık tarihinde bambaşka bir yer işgâl ederler.

Yûnus-hattâ bakın, o kadar Yûnus’tur ki o, Hazret-i Yûnus-bir şiirini, Türkçenin en veciz ifâdelerinden biriyle bitirir. Gerçi bu lâf daha önce hiç söylenmemiş değildir ve bütün kültürlere mensûp kulakların duvarlarında ondan önce bunu çınlatanlar olmuştur ve ondan sonra da olmuştur ve olacaktır ama gelmiş geçmiş ünleyişlerden hiçbiri, girdiği yeri böyle dolduracak kadar kaabiliyetli olamamış olsalar gerektir. En büyük şâir aydır:

Yetik Ozan, Türk edebiyât tarihinin-birkaç bakımdan-görmediği, tanımadığı bir şâir tipidir. Yapılması gerekeni yapmış, şiirini gelenekle beslemiş, eski ve yeni usûlde birçok şiir yazmıştır. Onu diğerlerinden ayıran ise, şiirinin ses tonu, vurgularının kendine özgülüğü, başka kimsede bulunmayan ve bulunamayacak gibi duran hasretli üslûbu ve nihâyet ölüm şeklidir. Bu özellikler Yetik Ozan’ı, ölmemek için söyleyenlerin dünyâsında söylediği için ölen adam olmak ayrıcalığına eriştirir ve hayât ağacının şanlı tepesinde, muhayyel

“Be hey Yûnus, sana söyleme derler; Ya ben öleyim mi söylemeyince!” Bâzı şey vardır ki, ham maddesi dikendir, içi dışı dikendir, gülü çiçeği dikendir.

16


GENCAY Türk tanrısının yanına, onun için bir taht daha konmasına neden olur. Şamanlar ve bozkurtlar Tanrı’dan kut ve ondan şiir almak için ulukayına tırmanırlar.

… Bozkırın sırrını açık denize En sabırlı ırmak sustu götürdü.”

Yarın yapacaklarını kendi ses tonuyla anlatır:

Ve nihâyet, kendince ölür: “Var, gökçe gülleri al eyleyip git!

“Eğer vurup borana dağlardan akacağım;

Bakır bulutları şal eyleyip git!

Hışmımdan boz başaklar dalgalanacak gene,

Kısır ahlatları dal eyleyip git!

Çelikten kanatlarla göklere çıkacağım;

Göğe adam asılır mı?

Başımda dolunaylar tolgalanacak gene.”

Kırık divitlerde özüm bu sıra.” Yetik Ozan, yâni Turgut GÜNAY, o gün hiç kimseye bir şey demeden, yalnızca bir ölüm muştucusu sayılabilecek olan 37. Damla’yı bırakarak Ulus’ta bir otel odasında kendini asar. Fakat onun intihârını diğer intihârlar gibi görmemek lâzımdır. O, bizim aramızda, bizim gibi yaşamayan, yere başka basan, gülü farklı duyan, yemeği ayrı tadan adam, bizim bir duvar olarak gördüğümüz otel odasının tavanında göğü görmüş, kendini “göğe asmış,” kendi divitini, anlayacağınız gibi, kendisi kırmıştır.

Kendine özgü vurguları davullarını çalar:

“Salınıp geçerken sen gökçe belden Düşer devşirdiğim çiçekler elden, İncesin lâleden, sümbülden, gülden; Hangisini taksam yük başına yar.”

Hasretli üslûbu eski günlerin bohçalarından çıkarak yürekler dağlar:

Yazımı, onun 37. Damla'sına nazîre olarak yazdığım bir şiirle bitirmek istiyorum. Buyurun:

“…

Bardaktan Taşan Damla

En ulu yangından sağ çıkan sazı Son sofu omzuna astı götürdü.

-kendi divitini kıran, kendi bardağını taşıran Yetik Ozan’ın 37. Damla’sına naziredir-

“Değme geç, değme geç bana tan yeli!”

Bir ümmi çobanın yazdığı cöngü

Bırak bahçelerim küleksiz kalsın,

Bilginler bağrına bastı götürdü.

Yârin saçlarını elbet tararsın,

17


GENCAY Bir lâhza ara ver, dindir şu seli.

İntikâm burcunda doğsun bebekler,

İpekten elleri yâdlarım sarsın,

Zehrimi diline bal eyleyip git;

Vuslattan, hatrını, hasretler sorsun,

Dökük yaprakları sal eyleyip git.

Âteşîn şûleler uzakta dursun, “Tünle kırbaçlanmış yüzüm bu sıra.”

Ardım “Kansu,” önüm Balkan’dı benim, Elim, savaşlarla yıkandı benim,

Fikrimi astılar, darlarda kaldım,

Dilim denizlerde çalkandı benim,

Kışın karlar, yazın hârlarda kaldım,

Sus deme; sus deme! Alçaklar sussun!

Aşılmaz geçilmez yarlarda kaldım

Gölgesinden kaçan korkaklar sussun!

“Gerçi, gönlüm yedi kuşak Egeli.”

Hiddetim göklere dayandı benim, “Üç değirmen taşı sözüm bu sıra.”

Bıçağım gök kinlerde bilenmiştir, Merhamet, nefretten hak dilenmiştir,

*****

Yolum yok, ayağım çivilenmiştir, “Ağrı doruğunda gözüm bu sıra.”

Ki benim ellerimden baharlar dökülürdü, Rûhumda sırtlanların dişleri sökülürdü

*****

Ve kötü adamların düşleri yıkılırdı; “Kırık divitlerde özüm bu sıra.”

Değ de geç, değ de geç bana tan yeli, “Var, gökçe gülleri al eyleyip git.”

“Yaraya tuz basılır,” basılır buralarda;

Kanımı kinine çal eyleyip git,

“Başak boşa kasılır,” kasılır buralarda;

Bir hey çekişinde kızarsın gökler,

“Göğe adam asılır!” Asılır buralarda!

“Bakır bulutları şal eyleyip git.”

18


GENCAY

ATATÜRK’ÜN 23 NİSAN’INI ANLAMAK Açelya OĞUZ Afet, Rukiye, Nebile, Ülkü ve Sığırtmaç Mustafa'yı Cumhuriyet sonrasında manevi evlatları olarak kabul etmiştir. Bu çocukların ortak özellikleri ebeveynlerini savaşta kaybeden kimsesiz çocuklar olmalarıdır. Bu çocuklar Atatürk’ün gözetiminde iyi bir eğitim alıp çeşitli kademelerde görev yapmışlardır. Atatürk bu çocuklarla zaman geçirmiş, onların yaşantısındaki savaşın acılarını silmeye çalışmıştır. Atatürk evlat edinemediği savaş sırasında öksüz ve yetim kalan daha yüzlerce yoksul çocukları bir bahar şenliği ortamında sevindirmeyi amaçlamaktadır. 23 Nisan’ın çocuklara adanmasının milli sebebi budur.

“Küçük hanımlar, küçük beyler; sizin hepiniz, geleceğin bir gülü, yıldızı ve ikbal ışığısınız. Memleketi asıl ışığa boğacak olan sizsiniz. Kendinizin ne kadar önemli, değerli olduğunuzu düşünerek ona göre çalışınız. Sizlerden çok şey bekliyoruz.” M. Kemal ATATÜRK

Ülkemizde her yıl “Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı” olarak kutlanan, çocuklarımızın etkinlikleriyle renklenen bu bayram ne zaman kutlanmaya başlandı, amacı nedir? Bu sorunsal metnin ana eksenini şekillendirecektir. Kelime etimolojisi yaptığımızda “Ulusal Egemenlik” kavramını irdelememiz gerekmektedir. Ulus, aynı topraklar üzerinde yaşayan, aralarında dil, tarih, ülkü, duygu, gelenek ve görenek birliği olan insanların oluşturduğu topluluk olarak tanımlanmaktadır. Egemenlik ise “Milletin ve onun tüzel kişiliği olan devletin yetkilerinin hepsi, hükümranlık, hâkimiyet”(www.tdk.gov.tr) olarak tanımlanmaktadır. O halde Ulusal Egemenlik; bir milletin hiçbir diktaya, baskıya boyun eğmeden ortak kurallar oluşturarak kendini yönetmesi, hürriyetini korumasıdır. Bayramın adında geçen “çocuk” kelimesi ise Atatürk’ün dünya görüşü ve milli algısıyla birlikte yorumlanmalıdır. Mustafa Kemal Atatürk, biyolojik olarak evlat sahibi olmamakla birlikte on bir çocuğu evlat edinmiştir. İhsan, Ömer, Afife, Abdurrahim, Zehra'yı (Zühre) Cumhuriyet öncesinde; Sabiha,

(Atatürk ve oğlu Abdurrahim Tuncak)

Atatürk’ün düşünce dünyasındaki “çocuk” algısı ise bağımsızlığın bayrağını taşıyacak olan neferleri ifade etmektedir. Bu bayram ülkemizin ilk Cumhurbaşkanı olarak Atatürk tarafından dünya çocuklarına 19


GENCAY armağan edilmiştir. Sevmeyi, hoşgörüyü, kardeşçe yaşamayı bilen bir toplumu ancak dünya çocuklarının oluşturabileceğini bilen Atatürk aslında bu bayramı barışa adamıştır. Bu iki kavramın birlikte addedilmesinin sebebi budur. Atatürk’ün 23 Nisan’ı yorumlamasında etki eden dünya görüşü ve milli algısı bu bayramı çıkış noktasıyla ulusal, uygulanış noktasıyla evrensel bir hüviyete büründürmüştür.

TBMM’nin açılışının birinci yılında kutlanmaya başlanan bu bayram saltanatın kaldırılmasıyla “23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı” olarak adlandırıldı. Türk’ün dünya milletleri karşısında ölüm kalım mücadelesini sembolize eden milli bayramlarımız topraklarımızı kanlarıyla besleyen şehitlerimizin, öksüz ve yetim çocuklarımızın anısına, onlara duyduğumuz şükran borcuyla en iyi şekilde yad edilmelidir. Bu şekilde hem bağımsızlığımız kutlanmalı hem de atalarımızın ruhları onurlandırılmalıdır. Kaynakça: Yrd. Doç. Dr. Ali Güler, Sarı Mustafam, Truva Yayınları, İstanbul, Kasım 2010, S. 119-124. www.tdk.gov.tr

(Atatürk ve kızı Ülkü)

20


GENCAY

BİZ BİRKAÇ YÜZYILLIK GENÇLERİZ Mehmet Batuhan KAYNAKÇI Biz birkaç yüzyıllık gençleriz; Bu iftar sofrasında… Ruhumuzdan aşağı; Cennet şarapları, kımızlar… Soframıza konuktur; Soğuk kış gününde, Bozkırda yahut Orhun kıyısında, Kışlamışlar… Biz birkaç yüzyıllık gençleriz. Bizde saklıdır mukaddes Fecri istikbalin… Muhteşem atinin Işığında saklı abide yazmışlar. Bizde saklıdır ulular, Ulu uluyuşları… Ergenekon renkli tomurcukların Ve tomurcuklardan, ordular kurmuşlar. Biz birkaç yüzyıllık gençleriz, Bu iftar sofrasında… Ruhumuzdan aşağı; Cennet şarapları, kımızlar…

21


GENCAY

HÜSEYİN NİHAL ATSIZ'IN "BOZKURLARIN ÖLÜMÜ" ADLI ROMANININ TANITIMI Serdar NASİP Hüseyin Nihal Atsız’ın Hayatı ve Yazın Yaşamı

süre sonra mahkeme kararları ile kapatılmıştır. Atsız, bir dönem Milli Eğitim Bakanlığı da yapan Reşit Galib’in Prof. Dr. Zeki Velidi Togan’ı ağır bir dille eleştirmesi üzerine, aralarında Pertev Naili Boratav’ın da bulunduğu sekiz arkadaşıyla birlikte “Zeki Velidi’nin öğrencisi olmakta iftihar ederiz.” diyen bir protesto telgrafı çekmiştir.

Hayatı: 12 Ocak 1905’te İstanbul Kadıköy’de doğan Atsız, baba tarafından Gümüşhane’ye bağlı Torul kazasının Midi köyündeki Çiftçioğluları ailesine, anne tarafından ise Trabzon’un Kadıoğluları ailesine mensuptur. Hüseyin Nihal Atsız, Deniz Kuvvetleri’nde Deniz Güverte Binbaşılığından emekli olan Mehmet Nail Bey’in, bir Deniz Yarbay’ının kızı olan Fatma Zehra Hanım ile evliliğinden olan üç çocuklarından biridir. Atsız’ın bir kardeşi yine bir eğitimci ve yazar olan Ahmet Necdet Sançar, diğer kardeşi ise Fatma Nezihe Çiftçioğlu’dur.

Bu telgraftan sonra Reşit Galib, Atsız’ı mimlemiş ve onu üniversiteden uzaklaştırmak için fırsat gözetmiştir. Nihayet Atsız’ın bir makalesi ile bu fırsatı yakalamış ve 13 Mart 1933 tarihinde onu görevden uzaklaştırmıştır. Üniversite görevinden uzaklaştırıldıktan sonra, üç ay Malatya Ortaokulu’nda Türkçe öğretmeni olarak; dört ay Edirne Lisesi’nde edebiyat öğretmeni olarak çalışmıştır.

Atsız, ilk ve orta öğrenimini Kadıköy’deki Fransız ve Alman Mektebi’nde, Kadıköy ve İstanbul Sultanisinde yapmıştır. Lisenin onuncu sınıfındayken sınavı kazanarak Askeri Tıbbiye ’ye girmiştir. (1922) Buradan çıkarılınca Kabataş Lisesi’nde üç ay yardımcı öğretmenlik, sonrasında ise Deniz Yolları’na bağlı bir Vapur’da kâtip yardımcısı olarak çalışmıştır. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nin “Yüksek Muallim Mektebi”ne girdikten bir hafta sonra askere alınmıştır. İstanbul’da askerliğini yaptıktan sonra yeniden okuluna dönmüş ve mezun olup aynı bölümde asistan olarak kalmıştır.

“Atsız Mecmua”nın devamı niteliğinde olan “Orhun” dergisini çıkarmaya başlamıştır. Bu dergide, o dönemde liselerde ders kitabı olarak okutulan tarih kitaplarındaki yanlışlıkları dile getirmesi üzerine 1933’te bakanlık emrine alınmış, Orhun dergisi de kapatılmıştır. Dokuz ay bakanlık emrinde kalan Atsız, 1934 tarihinde Kasımpaşa’daki Deniz Gedikli Hazırlama Okulu’na Türkçe öğretmeni olarak atanmıştır.

Yazın Yaşamı:

1931 yılında felsefe bölümünde okuyan Mehpare Hanım ile evlenmiş; fakat 1935’te ayrılmıştır. Bu dönemden sonra aylık yayımlanan “Atsız Mecmua”yı çıkarmaya başlamıştır. Çıkardığı dergilerin çoğu, bir

Usta kalem Atsız’ın, okuyanı kendi dünyasına çeken büyük bir yazarlığı ve şairliği, ne yazık ki birçok çevre tarafından görmezden gelinmiş ve o yalnızca bir “siyaset adamı” olarak gösterilmeye 22


GENCAY çalışılmıştır. Oysa Atsız, hiçbir zaman siyasete girmemiş, yalnızca ömrünü adadığı Türkçülük sevdasını kalemiyle yüceltmeye çalışmıştır.

Bu romanda genel olarak Göktürkler dönemindeki Türk yaşantısı ve töresi, tarihi olaylarla canlandırılmıştır. Çin’e yapılan seferler ve çerilik romanın temelini oluşturmaktadır.

Atsız, henüz 25 yaşındayken “Türklere Ait Yer İsimleri” adlı bir makale hazırlamış ve hem yazarlığındaki güç hem de çalışkanlığı ile hocası Fuat Köprülü’nün dikkatini çekmiştir. Çok genç yaşta yazmaya başlayan ve Mahmut Kemal İnal’ın “atlıyı atından indirecek kişi” olarak tanımladığı Atsız, geçirdiği zorlu günlerde bugün milyonlarca kişinin tekrar tekrar okuduğu büyük eserler yazmıştır.

Kitapta Geçen Başlıca Kişiler Yüzbaşı İşbara Alp: Romanın birçok yerinde karşımıza çıkmaktadır. Göktürk askeridir. Çalık: Yüzbaşı İşbara Alp’ın at uşağıdır. Onbaşı Yamtar: Göktürk askeridir. Onbaşı Pars: Göktürk askeridir. İşbara Alp’ın kızı Almıla’yı sevmektedir. Romanın ilerleyen bölümlerinde Almıla ile kaçarlar.

Roman ve şiiri herkes yazabilir; fakat yazdıklarıyla milyonlarca genci harekete geçirip, bir düşünce akımı yaratarak yaşadığı döneme damgasını vurmak güç iştir. İşte Atsız, bunu başarabilmiş bir şahsiyettir. Şiirlerinin çok azında aruz veznini kullanmış, geri kalanında hep milli ölçümüz olan hece ölçüsünü kullanmıştır. Ayrıca şiirleri yalnızca Türkçülüğü konu almamıştır. Sevgi ve ayrılık konulu şiirleri de vardır.

Çuluk Kağan: Göktürk hakanıdır. Kürşad’ın babasıdır. Çinli karısı İçing Katun tarafından kitaptaki deyimle ağulanarak, günümüzdeki kullanımıyla zehirlenerek öldürülmüştür. İçing Katun: Göktürk hakanı Çuluk Kağan’ın kitaptaki deyimle evdeşidir. Kitabın 17.sayfasında verilen bilgiye göre Çin’de eskiden kağanlık yapan Sui Kağan ailesindendir. Daha sonra tahta Tang Kağan ailesi sahip olmuştur. İçing Katun da yeniden kendi ailesinin tahta çıkması için Çuluk Kağan’ı kışkırtmaktadır.

Bazı romanları, bölümler halinde gazetelerde yayımlanmıştır. Tarihi romanlarıyla, tarihi yaşatmıştır. Ölmeden önce “Yalnız Adam”ı ve Bozkurtlar’ın üçüncü cildini yazacağını söylemiş; fakat buna ömrü yetmemiştir.

Kara Ozan: İslamiyet öncesi Türk edebiyatında “ozan, kam, baksı, şaman” diye tabir ettiğimiz kişilerin bir yansıması benzemektedir. Çuluk Kağan’ın ölümü üzerine yaktığı ağıt yürekleri dağlamıştır.

“Bozkurtların Ölümü” Adlı Romanın Tanıtımı

Kara Kağan: Çuluk Kağan’ın kardeşidir. Çuluk Kağan’ın ölümünden sonra tahta geçmiştir. Çuluk Kağanı zehirleyen İçing Katun’la evlenmesi Türk töresine uygun olmadığı için hoş karşılanmamıştır. Kağan olmadan önceki adı Bağatur Şad’dır.

Hüseyin Nihal Atsız “Bozkurtların Ölümü” nü 1946 yılında yargılandıktan sonraki üç yıllık işsizlik döneminde yazmıştır. Kitap, yazarın ilk romanıdır.

23


GENCAY Tulu Han: Çuluk Kağan’ın büyük oğlu, Kürşad’ın da abisidir. Tulu Han adını Kara Kağan’dan almıştır. Daha önceki adı Yaşar Şad’dır. Eserin başından sonuna kadar Çin karşıtı bir politika izlemiş, Kara Kağan’ı izlediği politika nedeniyle eleştirmiştir.

Korkak Çinli güldü mü? Parçalanır yürekler Görüldüğü gibi bu şiir ünlü Alper Tunga sagusunu andırmaktadır. Göktürk ordusu “parçalanır yürekler” diye hep bir ağızdan ağlayarak bağırdığında binlerce bozkurt uluyormuş gibi bozkır inlemekte ve karşıki ormandan bozkurtlar bu sese kendi sesleriyle cevap vermektedir.

Kürşad: Çuluk Kağan’ın küçük oğlu, Tulu Han’ın kardeşidir. Kürşad ismi Kara Kağan tarafından verilmiştir. Daha önceki ismi Şu Tegin’dir. Kitabın başından sonuna kadar devletine bağlı bir politika izlemiştir. Yukarıda adı geçen diğer kahramanlar da dâhil bağımsızlık vazgeçilmezdir. Bu nedenle Kürşad öncülüğünde kırk yiğit Türk, öleceklerini bildikleri halde Çin sarayını basmış ve kahramanca can vermişlerdir.

Çuluk Kağan’ın ölümünden on gün sonra kardeşi Bağatur Şad Göktürk kağanı seçilmiş ve Çuluk Kağan’ın oğulları Yaşar Şad’la Şu Tegin’e Tulu Han ve Kürşad adı verilmiştir. Kara Kağan’ın İçing Katun’la evlenmesi pek hoş karşılanmasa da otağı önünde kağan olması şerefine şenlikler düzenlenmiş, kımızlar içilmiştir. Ertesi gün sabah güreşler, öğleden sonra da ok atıcılığı yapılmıştır. Bunlar o dönemin kutlamalarında kullanılan eğlence unsurlarıdır.

Roman genel anlamda üç bölümden oluşmaktadır. Her bölümün kendi altında da konu başlıkları vardır. Kitap ilk olarak “621 Yılında Bir Yaz Gecesi” bölümüyle başlamaktadır. Bu bölümde Atlıların geniş çayırlara yayıldıklarını İşbara Alp’in kılıç yarışında Tunga Tegin’e yenildiği için dalgın olarak atlılar arasında dolaşması, kımız içmesi anlatılmaktadır. Göktür ordusu Çin’e sefere gitmektedir. Daha sonra şiddetli bir fırtına çıkar ve yağmur başlar, şimşekler çakar. Burada dikkatimi çeken nokta ise günümüzde de çok fazla şimşek çaktığında yağmurun altına demir atılmasıdır ki burada da askerler kılıçlarını atmışlardır.

Kara Kağan tahta geçtikten sonra seferler durmuştur. Göktürk Devleti git gide gerilemektedir. Eski gücünü kaybetmektedir. Fakat kağan bunun farkına varamamaktadır. Çünkü inli evdeşi İçing Katun kağanı gözünü boyamaktadır. İçing Katun’un Çin’den gelen kardeşi Şen-King’in askeri rütbe alması, yönetim meclisine katılması diğer askerleri rahatsız etmektedir. Aradan geçen süre içerisinde çok büyük kıtlık olmuş ve ağustos ayında kuşbaşı kar yağmıştır. Aynı yıl doğanın dengesi bozulunca kıtlık da artmış ve çok sayıda Göktürk halkı bu yüzden hayatını kaybetmiştir. Göktürk halkı ise bunun nedenini Kara Kağan’ın devleti yönetememesine, İçing Katun’un etkisinde kaldığı için Tanrı’nın ona ve bu duruma engel olmadığı için de Göktürk halkına

Daha sonra Çuluk Kağan’ın ölüm haberi gelmiştir. Çuluk Kağan’ı evdeşi İçing Katun zehirlemiştir. İşbara alp orduya geri dönülmesini söyler ve ordu atlarını dörtnala sürerek geri döner. Kara Ozan gece ordunun konakladığı yerde Çuluk Kağan için ağıt yakmaktaydı. Çuluk Kağan öldü mü? Türkler başsız kaldı mı? 24


GENCAY kızdığını düşünmektedir. Bu nokta Göktürklerin inanç biçimleriyle ilgilidir.

yönetimde bulunan tecrübesiz kağanlar gösterilmektedir.

Kitapta değinilen bir diğer nokta ise, Türk kızlarının Çin kızlarından daha becerikli v daha güzel olduklarıdır. Yazar bu konuyu işlemek için İşbara Alp’ın kızı Almıla’yı örnek göstermiştir. Almıla, zeki, çalışkan azimli, at binmesini bilen, güzel bir kızdır. Bu kıza Onbaşı Pars ve İçing Katun’un kardeşi Şen-king âşık olurlar. Türk töresine göre erkek sevdiği kızın çadırına üç gece üst üste gidip kızdan yüz bulamazsa müsabaka düzenlenir. Neticede Şen-king üç gece üst üste Almıla’nın çadırına gider ve Almıla ona yüz vermez. Bunun sonucunda da, Almıla evlenmek istediğini duyurur. Almıla2yla evlenmek isteyenler bir meydanda toplanır ve müsabaka düzenlenir. Müsabaka şu şekilde yapılacaktır: Boru öttüğünde erkekler Almıla’ya yetişmeye çalışıp elindeki oğlağı kapacaklardır. Bunu yapan Almıla’yla evlenme hakkına sahip olacaktır. İçing Katun bir hile yapar ve Almıla Şen-king’in yakınındayken boru öttürülür. Almıla atını sürer ve bütün erkekler peşinden gider. Şenking tam yetişmişken Almıla kırbaçla Şenking’in eline vurur ve onu attan düşürür. Daha sonra Onbaşı Pars gelir ve Almıla oğlağı kendi eliyle teslim eder.

Bu gelişmeler arasında Kürşad'ı arka planda görmekteyiz. Daima devletine bağlı biridir. Abisi Tulu Han Kara Kağan'a karşı bir ittifak yapmak istemişse de Kürşad kabul etmemiştir. Çıkılan her seferde umudunu kaybetmeyerek son ana kadar savaşmaktadır

Burada da Göktürklerin evlenme kültürüyle alakalı ögelerle karşılaşıyoruz.

Kırk yiğit Türk sarayı basarlar ve öleceklerine bile bile kanlarının son damlasına kadar savaşırlar. Bu kırk yiğit

Kitapta Göktürk Devleti’nin yıkılış nedeni olarak Çinli prenseslerle evlenme ve Türk'ün başında Kürşad gelmektedir. Hepsi ölürler ve kitabın sonundaki şu cümleler her şeyi anlatmaktadır:

Kürşad ölmüş fakat attan düşmemişti.

Seferlerde Göktürk ordusu başarılı olamamaktadır. Bunun sonucunda Çinlilerle yapılan bir savaş sonucu bütün Göktürkler Çin esiri olur. Kara Kağan dayanamayarak kahrından ölür. Bütün Göktürk komutanları durumdan rahatsızdır. Hepsinin tek bir amacı vardır: Göktürk Devleti'ni tekrar kurmak. Bunun sonucunda Çin Kağanını gezinti sırasında yakalayıp esir ederek istediklerini yaptırmaktır. Baskının yapılacağı gece aşırı bir yağmur yağmaktadır ve Çin Kağanı bu nedenle akşam gezintisine çıkmamıştır. Artık yapacakları tek bir şey vardır: Saraya saldırmak! Kırk yiğit Türk arkalarına bile bakmadan yürümektedirler. Amaçları bellidir. Çin Kağanını tutsak edip Tulu Han'ın oğlu Urku'yu kurtarıp Ötüken'e götürmek ve Göktürk Kağanı yapmak.

Ölmüş, fakat yenilmemişti!

25


GENCAY

KURGU METİNLERDE GERÇEKÜSTÜLÜK VE KÜLTÜR TAŞIYICILIĞI Aslıhan KAYA Gerçek dünyayı gerçek zaman, mekân, kişi ve olay örgüsü ile yansıtan bugünkü romanın ortaya çıkışı Orta Çağ sonlarına denk gelir. Lakin roman türünün geçmişi çok eskiye gider. Roman türünden önce dünyada anlatı ihtiyacını karşılamak amacıyla gerçek özellikler taşımayan masal, destan, halk hikâyesi gibi türler vardı. Yani roman birden bire ortaya çıkmış bir tür değildir. Özellikle destanlar, hacim bakımından uzun ve geniş, kişi ve olayları fazla, tasvirli olmaları sebebiyle roman türünün atası kabul edilir.

değişerek kendisini geliştirir.” (Ayyıldız, 2011: 63). Daha sonraları Batıdaki gelişmeler, 1. ve 2. Dünya savaşları, kurulmak istenen yenidünya düzenleri, özellikle işçi sınıfının ezilmesinin karşısında konuların edebiyata dökülmesi, arzu edilen lakin anlatılamayan durumlar, yazarların dışa vuramadıkları iç sıkıntıları ve bir şeyleri anlatma isteği roman türünün varyantlaşmasını sağladı. Zamanla ortaya tarihi, suç, macera, belgesel, korku, fantastik, bilim kurgu roman türleri çıktı.

Destanlardan yararlanarak ortaya çıkan roman türünün doğuşunda destan döneminin çok tanrılı inançlarının terk edilip tek tanrı inancının başlaması büyük bir etkendir. Bağımsız bir tür olarak 14.yüzyılda ortaya çıkan roman 16. Yüzyılda Cervantes ve matbaanın icadı ile saygınlık kazanmaya başlar. 17. Yüzyılda ise roman iyiden iyiye hissedilmeye ve kendi içinde türlere ayrılmaya yani bugünkü kullandığımız roman olmaya çok yakınlaşmıştır.

Hüseyin Nihal Atsız tarihi ve fantastik roman türlerini bir arada kullanarak farklı tarzlara sahip romanlar yazmıştır. Bu türün ortaya çıkmasının nedeni yine masal ve destanlardır. Özellikle fantastik romanlarda karşılaşılan gerçeküstülük durumu destan ve masalların hemen hepsinde görülür. “Destanlar kültür ve medeniyetlerin ifade alanlarından biridir.” (Çetin, 2013:13) bir toplumun tarih sahnesine çıkmasını, o milletin tarihi süreç içerisinde başına gelen durumları, milletleşme sürecini üstün nitelikli kahraman ve abartılı heyecanlı bir dille anlatan destan türünün en önemli işlevlerinden biri aktarıcı olmasıdır. Çünkü amacı gerçeği yansıtmak değil; kahramanlar ve olaylar karşısında oluşan duygusal tepkileri ve vicdani izleri aktararak milli ruhun canlı tutulmasıdır.

18 ve 19. Yüzyıllarda ise sosyal, bilimsel ve kültürel şartlarına bağlı olarak şekillenip gelişir. Bu dönemde yeni düşünce sistemlerinin ortaya çıkması ile roman tür ve içerik olarak zenginleşmiştir. “16. yy. Rönesans, 17. yy. Akıl Çağı, 18. yy. Aydınlanma Çağı ve 19. yy. egzistansiyalizm akımı ile roman 26


GENCAY Menkıbevi destanlar gerçek olay ve kişilere dayanıyorsa da zaman içerisinde gerçekliğini kaybetmiş veya zaten en baştan olan değil aslında olması gereken durumlar olduklarından onları da gerçeklik olarak algılamak yanlış olacaktır. Mitolojik destanlarda böyle bir durum yoktur. Bu tür tamamen inanılması mümkün olmayan tamamen hayali durumlar üzerine kurulmuştur. Lakin her iki durumda da gerçeküstülük ağır bastığından fantastik romanın temelinin destan türü olduğu su götürmez bir gerçekliktir.

öncesinde Türk geleneği kulaktan kulağa aktarılarak taze tutuldu. İslamiyet etkisinde gelişen Türk edebiyatında ise kültür aktarıcılığı görevini gazavatnameler ve halk hikâyeleri aldı. Bu türlerde de görülen gerçek üstü unsurlar destanlardaki unsurlarla aynı amacı taşısa da değişen inanç sistemi nedeniyle yöntem farklılaşmıştır. İslamiyet öncesinde tabiatın sunduğu hayat suyunu İslamiyet’ten sonra Hızır sunmaya başlamıştır. İslamiyet öncesinde görülen kahramanların gerçeküstü özellikleri burada da görülür. Saltuk name de Saltuk Buğra Han’ın doğumunda görülen mucizevi olaylar, yerin yarılması, suların kuruması kişinin ileride özel ve farklı biri olacağına işarettir.

Türkler kültürlerini ve geleneklerini yaşatmak için gerçeküstü durumlara edebiyatları içinde çok sık yer vermişlerdir. Abartılan ve heyecan uyandıran anlatı her zaman daha taze kalacaktır. İslamiyet öncesi Türk geleneğinde destanlarda kullanılan şiirsellik ve mitolojik unsurlar kültürün daha uzun yaşamasında ve kulaktan kulağa aktarımın kolaylaşmasında, duyulan heyecanın çoğaltılmasında etkili olmuştur. Gerçeküstülük her zaman önde olmuştur. Bunun nedenlerinden biri kuşkusuz yapılan bir kahramanlık, yaşanılan bir olay karşısında duyguların ifade edilmesinde sorun yaşanılmasıdır. Bir kahramanı, yaptığı kahramanlığın mertebesine yükseltmek çabası çok sık kullanılan yöntemdir. Öyle ki Oğuz Kağan Destanında Oğuz Kağan’ın daha bebekken göstermeye başladığı insanüstü nitelikler onun ileride yapacağı kahramanlıklara zemin hazırlamak için kurgulanmıştır. O ki ilerde ne iller fethedecek ne kralları titretecekti, sıradan biri olması doğru olmazdı. Bu gibi durumlarla İslamiyet

Bir diğer örnek ise Halk hikâyesi olan Kirman Şah Hikâyesinde de Kirman Şah’ın normal olmayan yetenekleri göze çarpar. 7 yaşında okula başlar ve 14 olduğunda artık hocalarından öğrenecek bir şeyi kalmamıştır. Koca Arap’la buluşmaya giderken yolda karşılaştığı ejderhayı, aslanı, kaplanı pirin verdiği badenin gücüyle öldürmeyi başarır. Ahmet Yesevi’nin, Yunus Emre’nin gösterdiği kerametler de kısmen aynı nitelikleri taşır. Bu gibi durumlar İslamiyet sonrası Türk Edebiyatında kültürün aktarılmasında kullanılan gerçeküstü unsurların en önemli örneklerindendir. Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatına bakıldığı zaman roman türünde Türk geleneklerini, Türk mitolojik unsurlarını, Türk kahramanlarını yaşatmak ve bir 27


GENCAY sonraki nesle aktarmak adına yazılmış yeterli roman yoksa da bu konuda ortaya konmuş sayılı örnekler tarihi roman sınıfına girmektedir.

Atsız’ın kullandığı gerçeküstü unsurların hemen hemen hepsi Türk tarihi ve mitolojisi içinde yer etmiş, Türk geleneğini devam ettirerek ve kalıcılığı etkileyicilik ile bir araya getirerek sabitlemiştir. Romanların içeriği düşünülünce kullanılmış olan gerçeküstü unsurların azımsanmayacak kadar çok olduğu görülür. Bu unsurlardan bazıları fantastik roman türüne tamamen uygunluk gösterir, bazıları ise Atsız romanlarındaki en belirgin fantastik unsur olan gerçeküstü mekânların ve birçok fantastik durumun hazırlayıcısı olarak görülen küçük gerçeküstü unsurlardır.

Hüseyin Nihal Atsız her ne kadar sayıca az roman örnekleri ortaya koymuşsa da Türk edebiyatı içinde önemli bir yeri vardır. Romanlarında milli ve fantastik unsurları bir arada kullanarak tarihi-fantastik romanlar yazan Atsız, daha sonra bu tarzda yazılacak romanlara bir kaynak ve rol-model olarak tarihi-fantastik romanın Türk edebiyatı içerisinde yerinin sağlamlaşması ve özgünleşmesi adına önemli bir isimdir. Atsız romanlarında hem tarihi hem milli hem de gerçeküstü unsurları bir arada kullanarak romana yeni bir hava vermekle beraber fantastik roman türünün kapsama alanını geliştirmiştir. Yazdığı “Bozkurtların Ölümü”, “Bozkurtlar Diriliyor”, “Ruh Adam”,“ Deli Kurt”, “Dalkavuklar Gecesi ve Z vitamini” romanları ile yeni yazarlara ufuklar açmıştır.

Eğer ki kültür aktarıcılığı kalıcı bir şekilde yapılmak isteniliyorsa ortaya çıkarılacak eserlerde gerçeküstü unsurlara yer vermek çok da yanlış bir durum değildir. Lakin gerçeküstü unsurlar kullanırken gerçek olayların arasına gerçeküstülük eklemek toplumun zihnine yerleşmesi gereken asıl tarihi gerçekleri baltalayacak bazen ise öğrenime mani olacaktır. Bu nedenle gerçeküstü unsurlar kullanılacağında metnin tarihi gerçeklikten uzak bir kurgu metin olması elzemdir.

Atsız Türk geleneklerini devam ettirmek, kültür aktarıcılığını sağlamak adına yazdığı romanlarda gerçeküstü unsurlara çok sık yer vermiştir. Kuşkusuz bu unsurlar rastgele seçilmiş, bir anlam barındırmayan, sadece dikkat çekmek amaçlı oluşturulup kullanılmış değildir.

28


GENCAY

BENCİL Zehra Aybüke KARAUZ Bencil, bencil dünyaya gözlerini açtığında, yalnızlık ruhuyla can bulmuş, varoluşunun arkasındaki acı duyguyu, belli belirsiz hissederek, hiç yabancılamadan, tek başına yaşamaya başlamıştı. Kendisini, ancak böyle büyütebildiğini sanıyor, etrafına sözlerden kalın duvarlar örüyordu. “İşgal edemezsiniz Albayım, burası benim muhitim!” sloganı yazılıydı duvarlarda. Bir amazon savaşçısı kadınının, siyah saçlarıyla kazıdığı sözler. Sabahları, yatağında gözlerini açtığında, geceleri gözlerini uykuya kapadığında, sofrada kaşığı ağzına götürdüğünde, okuldayken kitapların, defterlerin, bilgilerin karşısında, caddede yürürken, trafiğe takılıp kırmızı ışıkta beklerken... Her yerde ama her yerde yalnızlığın pençesinde yaşanıyor, sloganlar zihinlerde uçuşuyordu. Bir gün durduğu durakta, korkunç bir sahneye şahit olmuş, kaskatı kesilmişti. Dünyada işler böyle yürümezdi, nasıl olur? Bir serap mı gördüm ben, ellerim ve ayaklarım titriyor, kalbim bedenimden çıkacak gibi diye sayıklıyordu, bencil. Kendisini sakinleştiremiyordu, nasıl olur nasıl, bir kadın bir erkeğe nasıl böyle bakar? Gözlerinde ışıltıyla, sensin benim yaratılışımdaki mükemmellik, sensin benim yaratılışımdaki eksiklik der gibi. Dahası, bir erkek bir kadına nasıl böyle bakabilir? İçinde kor alevlerin, haset ateşinin, yanmasına sebep olan bu olay, onu, duraktan yolculuğa sürüklüyordu. Saçlarından sürükleyerek, gözlerine aşk boyasını çalarak, çıkmaz sokaklara, sokup sokup çıkartıyordu. Bir varlık, başka bir

varlığa, ezelden beri tanıyormuşçasına bakabiliyorsa böyle, beni, bencillerin kralı yapan bu bencil dünyada, ezelden tanıştığım varlığı bulmak, boynumun borcu olsun dedi. Kendisini arayışa iten bu olaydan kırk gün sonra, "sevgi" ile tanıştı. Ama bu kırk gün, onun ömrü hayatında görmediği ızdıraplara, zevklere kavuştuğu, kırk koca yıl gibi gelmişti. Kâh geceleri uykularda sayıkladı, kâh tan vakti kuşlarla beraber şakıdı. Tüm bu duygular, onun bu vakte kadar hayalini dahi kuramadığı, ama artık kimde ondan bir emare görse, imrendiği, mertebesine erişmek istediği, bir hâl halini almıştı.

Vaktiyle içinde barındırdığı, kibir duvarları yavaş yavaş yıkılıyor, benlik şehri tarumar oluyordu. Öyle ya sevginin aşamayacağı ne olabilirdi ki? Ve öyle de oldu. Sevgi, o karanlık şehri, sarıp sarmaladı, şefkat duygusuyla aydınlatmaya, ısıtmaya çalıştı. Ara ara karşısına bazı yanılsamalar çıkıyor fakat yaşanılan en ufak anlaşmazlıkta, sinir küpüne dönüşüp, eski karanlık şehrine çekiliyordu. Bu durumlarda, tabiatında olan ve boğmaya çalıştığı kibir 29


GENCAY duygusundan kurtulamadığını fark etti. Ta ki; “Aşk gelesiye kadar”… İşte o anda sevgi, bencilin elinden sonsuz bir sabırla tuttu ve onu yerden yerlere, duvarlardan duvarlara çarpmaya başladı. Kâh susuz, kâh yemeksiz bıraktı. Bazen hor gördü, bazen güzel sözlerle davet edip, ardından kapısından kovdu. Aşk onun sabrını ve gayretini gördükçe şiddetini artırıyor, bir uyuşturucu gibi beyninin tüm kıvrımlarında onu hapsediyordu. Bir kere, içine sevgi tohumu yerleşmişti ve parçalayabileceği büyük benlik duvarını hedef olarak gösteriyordu. Bencil, bu sevginin onu büyüttüğünü ve hayata karşı bakışını nasıl değiştirdiğini, varlığı ve yokluğu ayırt etmeyi nasıl öğrettiğini gördü. Sevginin arkasındaki sırrın sonsuzluğuna, onun aklı ermiyordu belki ama asla şüphe duymuyordu. Nasıl? Nasıl olabilir de benim gibi şımarık, kaprisli, kibirli, asi bir bencili, böyle yollardan yollara atıp, kendine bağlayabilir diye sormak aklına bile gelmiyordu. Sevginin sonsuzluğuyla dönüşürken, artık kendisini yalnız hissetmiyor ve "yalnızlık" duygusu onu terk ettiğinde, birliğe varıyordu.

Bencil, bir gün dayanamayıp, sevgiye, bunu nasıl başarabildiğini, bencilliği sevgi gibi bir duyguyla nasıl yok ettiğini sordu. Sevgi de ona: “Keramet bende değil, bencil diye hor gördüğün sendedir.” dedi. Başından beri kendini "yalnız" zannediyorsun ama öyle değil. Kibrin de bu zanlarından öte geliyor. O zanlar gidip de Tevhid’i görünce, kibir de usulca senin yanından uzaklaştı. Ben bir şey yapmadım sadece biri gösterdim. Bencil, uzaklara bakarken, derin derin düşünüyor, geçmişinin muhasebesini yapıyordu. Kimilerine göre faydasız bir iş, ama hayatı tümden değişenler için tam tersi. Sevginin dediklerinden sonra, aslında kibirle büyüdüğünü düşündüğü anlarda, yok olduğunu anlamıştı. Ne garip, şimdi de, sevgiyle yok olmanın hazzına erişmek için nice eziyetlere katlanıyordu. Hem de, bunu katlanma olarak görmeyip, binbir şükür ve sözle ahdini yineliyordu: “Bu eşsiz duyguyu, hiçbir zaman bırakamam, bu duyguyu bir kere yüreğinde hisseden, bırakmaz.”

30


GENCAY

BAŞLANGIÇ; FEMİNİZM Dilek AKILLIOĞLU Geçmişten yakın tarihe doğru Feminizm kavramı üzerinde duracağımız bu yazıda Feminizm kelimesinin içeriğinden ziyade tarihçesine değineceğiz. Zira Feminizmin nasıl bir savla ilerlemesi gerektiği hakkında birçok koldan açıklamalar, yol göstermeler asırlar boyu yapılmıştır. Bizler ise onun bu yolculukta nelerden, nerelerden geldiğine bakacağız. Feminizmin oluşum tarihçesine girmeden kadın hareketinin ne denli sıfırdan, yoktan başladığını bir cümle belirtmek isterim. “Kadın ruhu var mıdır yok mudur?” Diye tartışan kilise kurullarının, din adamlarının, toplum üyelerinin ve filozofların karşısına “kadın insandır” sloganıyla çıkmıştır. Böyle işe başlamıştır.

sürerken, bazıları da feminizmi sadece diğer 19. yüzyıl ideolojik “izm”leri gibi değerlendirmektedir. Ama şu bir gerçektir ki bu kavram kesinlikle tamamıyla kadınca kabul edilimiştir. Genel bir tasnifle söyleyecek olursak o kesinlikle kadın hakları hareketidir. Fakat tüm kadınların özellikleri, nitelikleri aynı olmadığı içinde birbirinden farklı feminizm söylemleri olduğu doğrudur. Yakın zamanda bile radikal feminizm, liberal feminizm, eko feminizm, siyah feminizm, sol feminizm, post feminizm, yeni feminizm gibi bir dolu akım görülebilmektedir. Feminizm için birçok tarihe dikkat çekilirken bu hareketin başlangıcı büyük ihtimal ile Fransız Devrimi dönemidir. Bu devrim yenilik hareketlerinin birçoğunu kapsadığı ve insan hakları arayışının en yüksek potansiyelini taşıdığı için kadınlarda bu arayıştan etkilenmiş ve farkındalık sağlamışlardır. Fransız Devrimi’nin temeline karşı yazılmış olan Mary Wollstonecraft’ın Kadın hakları savunması ilk modern feminizm metnidir. Mary’a göre var olan toplumda kadınların duygusallıkları ve zayıflıkları körüklenip kadınlığın narinlik, edilgenlik ve bağımlılık ile özdeşleştirilmesi onları aşağı konumda tutmaya ve ev içine hapsetmeye sebebiyet vermiştir. Hazırladığı metinde eşitlik fikri ön planda tutulmuştur. Kadının erkek ile konumunun hemen hemen aynı olabileceği, nasıl bir vatandaş olarak erkek toplumdaki haklarından yararlanabiliyorsa kadının da bunlardan yararlanabilmesi gerektiği vurgulanmıştır.

Feminizm durumsal olarak birçok kavramı içinde barındıran bir olgudur. Tarihsel ve güncel olarak sorgulayan, kadın-erkek arasındaki güç ilişkisini dengelemeye sağlayan, amaçlayan bir harekettir. Bilindik Britinannica ansiklopedisine göre feminizm, cinsiyetler arasındaki sosyal, ekonomik ve politik eşitliğe inanmak anlamına gelmektedir. Bu tanıma göre her insan feminist olabilmektedir. Fakat çoğunlukla yapılan tasvirlere bakılırsak feministlik kadınlara özgü bir hak arayışı kabul edilmiştir. Feminizm kelimesinin ortaya çıkışına dair çeşitli anlatımlar olması sebebiyle feminizm için tek bir çıkış noktası türetmek mümkün olmaz. Kimileri bu kelimenin, Latince “Femina” yani dişi, kadın kelimesinden türediğini ileri 31


GENCAY Aslında bu dönemlerde göreceksiniz ki kadın normalde insan olarak elinde bulunması gereken temel haklar için savaşmıştır. Bunlar erkeğin doğal hakları iken kadına neden lütuf edilmediği sorgulanmıştır. Fransız devriminin niteliklerden olan devlet, siyasal, sosyal alanda kadına yer vermemiştir. Sanayi toplumu yükselirken kadın sadece ailenin içinde kalabilmiştir. 18. ve 19. yüzyıllarda kadın hareketinin alanı biraz daha genişlemiş, kadın kamusal alandaki yerini daha fazla sorgulamaya, peşinde koşmaya başlamıştır. 18. yüzyılda Mary Stanecaft kadın olmanın öğrenilen, yapan bir durum olmasına rağmen doğal sayılan bir olgu olduğunu, 19 yüzyılda Sarah Girimke görevlerin erkeklerin görevleri, kadınların görevleri olarak ayrılmasının keyfi fikirler olduğunu söylemiştir. Toplumsal cinsiyet ilişkilerine, tüm alanların bu ilişkiler çevresinde yapıldığına dikkat çekmiştir. Cinsiyet ilişkilerine toplumun sosyal olarak verdiği roller üzerinden gidildiğini belirtmiştir. Kadını erkekten ayıranın yaradılışından ziyade yaşadığı kitlenin verdiği rol olduğunu söylemiştir. Bu noktada kadının izleyeceği, kendi haklarını savunacağı kadın hareketinin de içeriğinin ayrımcı olmaması gerektiği vurgulanmıştır. Zira Feminizm hareketinin temelinde kadın-erkek eşitliği varken ya da yatarken insan haklarına beyannamesine karşılık bir kadın hakları beyannamesi kadın-erkek olarak bir ayrılığa, ayrı yasa, tedbir, özgürlükler oluşturma niyetine dayanmış olur. Oysaki asıl hedef kadın-erkek ayrımı olmadan ‘insan’ ‘vatandaş’ kavramında buluşmaktır. Örneğin aziz Simoncuların o dönem talep ettiği kadınsal kuralların hâkimiyeti ve bunun yol açacağı toplum biçimi de

ayrımcı bir politikadır. Feminizm kadını erkekten ayırıp toplumu sadece kadınsal veya erkeksel yöntemlerle yönetmek değildir, olmamalıdır. Feminizm için en büyük yarar olan kadınlar arası dayanışma 19. yüzyılda kuvvet kazanmıştır. Bununda nedeni yukarıda dediğimiz gibi sanayi devrimi ile gelen iş gücü, istihdam imkânıdır. 17. yüzyılda kadın hakları ile alakalı olarak daha çok eğitim üzerinde durulmuş kadının çocuğunu iyi eğitmesi için kendin eğitmesi gerektiği söylenmiştir. 19. yüzyılda bu eğitim hakkı talebi sanayi ve iş imkânları ile gelişmiştir. Tarihi açıdan gelişime bakmaya devam edersek Fransız devrimden sonra ortaya çıkan sınıflar kadınların kendini savunma biçimlerini de sınıflara ayrılmaya başlamıştır. Burjuva kadın hareketiyle birlikte 21 Nisan 1849’da bugün ilk feminist dergi olarak adlandırılan “kadın gazetesi” kurulmuştur. Kadınlar devrimci kamusal alanlara katılım gösterme bakımından eylemlere girişmişlerdir. 1973 anayasası kabul edilirken Paris’ten taşradaki kadınlara mektuplar yazılmış, anayasanın yasa kabul edilirken onları oy vermeden mahrum bıraktıklarına dikkat çekmişlerdir. Bu dönemde yine kadınlar 1792’nin bahar ve yaz silahlı geçit törenine katılmışlar, yine 1793’de Cumhuriyetçi Kadınlar Birliği Örgütü başkaldırısını gerçekleştirmişlerdir. Liberal Feministler ise hukuksal alanda mücadele konusunda etkin olmuşlardır. İleride verilecek velayet hakkı, genel oy hakkı için yol açmışlardır. Birinci Dünya Savaşı zamanına gelindiğinde ise Alman Kadın hareketinde 32


GENCAY olumlu gelişmeler olmuştur. 1904’de Dünya Kadın Konferansı toplanılmış, sosyalist kadınlar 17 Ağustos 1907’de ilk uluslararası konferansı düzenlemiştir. Fakat siyasi yaşamdaki en sesli, kalıcı hareketi Clara Zetkin yapmıştır. Clara Zetkin başkanlığında Avrupa ve denizaşırı 15 ülkede 58 kadın delege, sosyalist kadın enternasyonalini kurmuşlardır. Seçmeseçilme hakkı, hastalanma riskini artıran çalışma koşulları, sosyal-cinsiyetçi eşitsizleri çözmeyi hedeflemişlerdir. Birinci Dünya savaşının başladığı sıralarda gerçekleşen radikal kadın hareketinin birçok temsilcisi etkinlikler düzenlemiş ve bu etkinliklere kadın kollarının hepsi katılım göstermiştir. Bu şekilde o dönem kollara ayrılan kadın hareketleri bir nevi tek çatı altında toplanmış, bu sosyalist ve burjuva kadınların kamu önünde nadiren gösterdikleri mutabakatlarına bir örnek olmuştur. Ayrıca Birinci Dünya savaşı sonunda kadınlar gösterdikleri fedakârlıklar sebebi ile seçme seçilme haklarını aramaya hak kazandılar. Bu kapsamda Almanya’da kadın günü düzenlenmiştir. Almanya dışında ise kadın günü Amerika, İsviçre, Danimarka ve Avusturya’da da düzenlemiştir. Birinci Dünya Savaşı süresince geçen sürede buna Fransa, Hollanda, İsveç, Rusya ve Böhmen de katılmıştır. Bunun yanı sıra yüzlerce kadın toplantısında devlet seçimlerine ilgi kendini belli etmiştir.

başlamışlardır. Dünyadaki tüm kadınları, kadınların ortak çıkarlarına sahip çıkmaya davet etmişlerdir. Erkek egemen toplumda yaşadıkları sıkıntıları, deneyimleri paylaşarak bu durumun üstesinden gelmeyi hedeflemişlerdir. Dönemin sloganı kişisel olan siyasaldır cümlesidir. Bu cümle ile kadınlar özel alanda ezilmişliklerini, yaşadıkları zayıf tecrübeleri paylaşarak bunu toplumsal hale dönüştürebilecekler, bu şekilde özel olan aslında ortak yaşanmışlıklar olduğu için politik olarak değerlendirilecektir. 1970 yılların sonun gelindiğinde feminist hareketinde sosyalizm ve feminizm arasındaki ilişkilerde tartışmalar ortaya çıkmıştır. Sosyalistler feminizm olmadan sosyalizmin olamayacağını vurgulamış, Marksçılar feminizm kavramına şüpheli yaklaşmıştır. Diğerlerinin işin içine dahil olmasıyla daha sonra çoğu kez atıfta bulunulan 'biz’ duygusu bulanık ve dağınık hedefler, belirsiz planlar yeni kadın hareketinin birlik ve beraberlik anlayışı için ortak programların geliştirilmesini zora sokmuştur. Hatta kadın hareketiyle feminizm ayrılmaya başlamış, karşı karşıya gelmiştir. Bazı feminist düşünürler tarafından feminizm sert biçimde eleştirilmiş, feminizmin kadınların ortak hareketlerini kendilerini aşağılayan ve köleleştiren erkeklere karşı kışkırttığı öne sürülmüştür. Bu harekette oldukça etkin olan Frigga Haug’a göre “Halk tabakalarının özgürleşmesi bulunmuyordu, bilakis tüm insanlığın özgürleşmesini savunulması gerekiyordu. Düşünürün savunması değişik grupların var olmasına rağmen bir fikir birliği oluşturmuştu; kadın hareketinin ne sol politikaların kadın köşesinde, ne de sağ

1960’lı yıllarda oy haklarının elde edilmesiyle yeni bir Feminizm anlayışı ortaya çıkmaya başlamıştır. İkinci dalga Feminizm olarak isimlendirilen bu dönemde, dünyanın çoğu yerinde kadınlar taleplerini yaygınlaştırma yoluna gitmiştir. İş bölümünde de eşitlikler istemeye 33


GENCAY hareketin alt almamalıdır.

başlığı

altında

yer

Fransız Devrimi ve Birinci Dünya Savaşı süresinde gerçekleşen kadın hareketlenmeleri yukarıdaki gibi inişli çıkışlı bir seyir izlemiştir. Bu tarihlerden sonraki gelişmelere diğer yazıda değinmek istediğimden kadın hareketiyle ilgili başlangıcı sonlandırıyoruz. Kaynaklar 

NOTZ, Gisela, Çeviri: Sinem Derya Çetinkaya “Feminizm,” Phonex Yayınevi, Ankara, Ocak 2012

34

AKTAŞ, Gül, “Feminist söylemler Bağlamında Kadın Kimliği, Erkek Egemen Bir Toplumda Kadın Olmak”, Hacettepe Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Dergisi, 2011

DURAKBAŞA, Ayşe, “Toplumsal Cinsiyet Sosyolojisi” Anadolu Üniversitesi, Açık öğretim Fakültesi Yayını, Nu:1304, Eskişehir, Ağustos, 2011

SANCAR, Serpil, “Feminizmin Siyasal Bilimlere Etkisi” İstanbul Üniversitesi, Siyasal Bilimler Fakültesi Dergisi, Mart 2009


GENCAY

VARSA GÖĞÜN KALBİ Onur ÇELİK Bir mana isterim göğün kalbinden; Sevdalar, yangınlar görsün. Bir mana isterim göğün kalbinden; Küçücük gönül evime, bütün efsunuyla dolsun.

Bir mana isterim göğün kalbinden; Ruhuma estetik katsın, Çocukluk uzatsın bana. Bir mana isterim göğün kalbinden; Yorgunum... Kelimelerin öldüğü günden bu yana.

Bir mana isterim göğün kalbinden Beni kollarında sarsın, Beni her dem kucaklasın. Bir mana isterim göğün kalbinden;

Hüzün dolu yüreğimi sonsuza kadar saklasın. Bir mana isterim göğün kalbinden; Umut kapısı göstersin, Elleriyle Aşk'ı sunsun

Bir mana isterim göğün kalbinden; Kalbime dokunduğumda dünya dursun, zaman donsun...

35


GENCAY

KİTAP TANITIMI: İBRAHİM KAFESOĞLU – TÜRK İSLAM SENTEZİ Milli Kitap Bir toplumda yalnızca bir tane egemen ideoloji bulunmaz. İdeoloji, kelime anlamı olarak sadece düşüncelerde yer almaz. İnsanların hayat tarzlarına kadar nüfuz eder. 12 Eylül sonrası etkinliklerin temel aracı ve sembolü olan Türk İslam sentezi ideolojisinin taşıyıcılığını ve savunuculuğunu yapan Aydınlar Ocağı (Kurt, 2009)’nın İstanbul’da tertiplemiş olduğu “Milli Kültürümüzün Temel Meseleleri” isimli seminerde İbrahim Kafesoğlu’nun “Milli Kültürümüz” adı altında yaptığı konuşmanın meyvesi olarak “Türk İslam Sentezi” isimli eser ortaya çıkmıştır. Bu konuşmada yazar, Türk Milletinin, ne parlayıp sönen göçebe bir kavim, ne de Anadolu’daki ırk kalıntılarının bir uzantısı ve karmaşası olmadığını, yabancı ilim adamlarının referanslarıyla ortaya koyarken, onun beşer tarihi, kültür ve medeniyetleri içindeki müstesna ve parlak yerini de göstermektedir (Yalçın, 1999). Türk İslam Sentezi süreci, Türk milletinin Orta Asya steplerinde başlayan kültürel sürecinin İslamlaşmayla birlikte yeni bir kimliğe bürünmesinden bahsetmektedir.

Devlet kurmak medeniliğin ve devletmerkezli bir tarih toplumu olmanın göstergesidir. Devletçiliğin Türklerin varoluş biçimi olduğunu Ziya Gökalp “Türk, devlet teşkilatından mahrum kalınca, yalnız aile teşkilatıyla yaşayamaz, mahvolur. Türkler, en eski zamanlardan beri, devlet teşkilatını, aile teşkilatının fevkine çıkarmışlardır” sözleriyle anlatmıştır (Gökalp, 1981). Türk İslam Sentezi öğretisinin isim babası bu tarih tezinin sahibi İbrahim Kafesoğlu’dur (Kurt, 2009). Bu tezini de 1989 yılında kitap 36


GENCAY halinde yayımlamıştır. 3. Basımı 1999 yılında Ötüken Neşriyat tarafından yayımlanan kitapta Türklerin tek tanrıcılığının, Gök-Tanrı inancı ile yakınlığından bahsedilmektedir. Bu önermeden yola çıkılarak Türklerin bütün varlıkların yaratıcısı olarak gördükleri ebedi, uçsuz bucaksız, soyut bir varlık olan göğün, bu önermeye benzer soyut bir Tanrı algısının doğuşuyla benzerlik göstermektedir. Bu yüzden yazar, İslam'da Türklerin tek tanrılı dinine geçişle, GökTanrı inancının İslamiyet ile uyumunu kendi kadim inançlarının daha sağlam ve inandırıcı bir sisteme kavuşması olarak ifade etmektedir. Türklerin kitleler halinde İslamiyet’i kabul etmesiyle birlikte Türkİslam sentezi gerçekleşme yoluna girmiştir. Yazar kitapta, Türklerin İslamiyet'i yalnızca siyasal olarak kurtarmakla kalmayıp, onu gerçekçilik,

akılcılık ve geliştiricilik çerçevesinde geliştirdiklerinden de bahsetmektedir. Türk’ün isim anlamı, Türk Soyu’nun ne demek olduğu, anayurt ve göçler hakkında detaylı bilgilerin verildiği kitapta, tarihe Asya Hunları’ndan anlatılmaya başlanıp eski Türk devletleri hakkında da önemli bilgiler verilmiştir. İlginizi çekecek, sıkılmadan okuyacağınız bir eser. İyi okumalar. Kaynaklar Gökalp, Z. (1981). Türk Devletinin Tekâmülü. Kurt, Ü. (2009). 12 Eylül Rejimi’nin Resmi İdeolojisi Olarak “Türk-İslam Sentezi Doktrini”: Devlet’in İdeolojik Aygıtı Olarak “Aydınlar Ocağı”. Civilacademy, 7. Yalçın, S. (1999). Takdim. İ. Kafesoğlu içinde, Türk İslam Sentezi (s. 7). Ötüken Yayınevi.

37


GENCAY

TÜRK MİLLİYETÇİLERİ’NİN MESELESİ – MODERN BOYCULUK Nizameddin TOPCU “Tanrı yeri ve göğü yarattıktan sonra ikisi arasına kişioğlunu yarattı. Kişioğlunun üstüne de Türkleri oturttu.”

mücadelelerini devam ettirmişler ve kurtulma fikrinde birleşseler de birbirlerinden çok farklı mücadele yöntemleri izlemişlerdi. Sovyet baskısının olduğu zorlu günlerde dâhi birleşmeyi başaramadılar. Enver Paşa bile bu boy taassubuna dayalı yapıyı kıramamıştı. İktidar hırslarını her şeye tercih edenler tarafından etrafı boşaltıldı ve ardından satılmış karargâhında şehit edildi.

Ancak kişioğlunun üzerine bir idareci olarak oturtulmuş olan Türk’ün kim olduğu konusu geçmişteki Türk kavimleri arasında ayrı bir mücadele sahası doğurduğu gibi günümüzde de farklı alanlarda aynı sahayı oluşturmuştu. Geçmişten bir misal olarak; Çarlık Rusyası hâkimiyetinin Türk İlleri’nde yayılmaya başladığı yıllarda Türkistan Hanlıkları ve Kazaklar birbirlerinden bağımsız olarak Rus yayılmasına karşı durdular ancak birbirleriyle olan mücadeleleri devam ettiğinden dolayı Rus yardımını almaktan da geri durmadılar. Zamanla, bu Rus gücünün esiri olarak, aldıkları yardımın bedelini ödediler. Akabinde, birinin yıkılışı diğerinin yıkılışına zemin hazırladı. Domino taşları gibi Rus tehdidiyle birlikte, birbirlerine çarparak kendilerinin ve bir diğerinin sonunu hazırladılar.

Günümüzde ise dilde ve hâkimiyet ülküsü gibi temel meselelerde birlik arz eden Türk Milliyetçileri etkili hizmet edebilmek için çeşitli cemiyet ve teşkilatlarda bulunarak ülkülerini eylem birliğinden yoksun olarak gerçekleştirme çabalarına girişmişlerdir. Türk Milliyetçileri’nin büyük bir kısmı, girmiş oldukları cemiyetlerde “Ben yokum, cemiyet var.” ve “Fenâ fi’l-Cemiyet” düşünceleri ile önce benliklerini yitirdiler. Kutsal addettikleri bu cemiyetler, kendi yanlışlarını ve doğrularını doğurarak bireylerin kendine uymayan dişlilerini kırarak onları kendilerine uydurdular. Ardından kendisini cemiyet ilan etmeyi başaran bir kişi, yanlışların ve doğruların yargıcı vazifesini üstlendi. Cemiyete uymayanlar ya tavırsız ve hareketsiz kaldılar ya da içerisinde yok olabilecekleri daha uygun bir cemiyet buldular.

Farklı hanlıkların çekim alanlarında birleşen bu Türk boyları ortak düşmana karşı eylem birliği gösteremediler. “Cihan” olarak gördükleri hanlıklarının egemenliğini tesis etmek için kendilerini bu hapishane içinde mahkûm etmişlerdir. Daha sonraki dönemlerde Çarlık Rusyası’nın yıkılmasıyla birlikte ayaklanan Doğu Türkleri, birbirleriyle üstünlük

38


GENCAY Millî ülküler için araç olan bu cemiyetlerin kutsallaştırılmasıyla, cemiyetin kendisi bir ülkü halini almıştır. Artık cemiyete hizmet eden her Türk Milliyetçisi; Oğuz Kağan unvanına layıktır(!), Türk Cihan Hâkimiyeti’ni gerçekleştirmiş ve zamanı tan atımından bir dakika öncesine getirmeyi başarmıştır.

Cemiyet bireylerini, o anki menfaatleri doğrultusunda kendi doğrularına boyun eğdirdi. İtaat kültürü altında bulunan Türk Milliyetçileri, cemiyetin geleneklerini devam ettirmekten ileri gidemez, duruma göre vaziyet almaz ve kendi tekniklerini yenileyemez bir durumda kaldılar. Bu kültür çerçevesinde Türk millî düşüncesine hizmet eden aydınlar yetişemedi. Ancak cemiyet, kendisine hizmet eden neferleri yetiştirerek devamlılığını sağladı.

Cemiyette yok olanlar açısından bu kutsal ülküye(!) zarar verebilecek rakip başka bir cemiyet ile mücadele etmek millî bir vazife halini arz eder. Kişioğlunun üzerine oturtulmuş Türk olabilmek için cemiyetlerin mücadeleleri kısır bir döngü içinde birbirleri üzerinde sürekli olmayan hâkimiyetler kurmalarına yol açar. Cemiyet, Türk Milliyetçiliği’ni en iyi kendisinin temsil ettiğine inanarak diğerlerini tekfir etme lüksünü de kendi kudretinde bulmakta gecikmemiştir.

Türk Milliyetçileri geçmişte daha güçlü olan boy taassuplarına benzer bir yapıyı arz eden Cemiyetler/Teşkilatlar/Kurumlar içerisinde kendilerini kaybetmeden Türk Ülküsü için gerekli olan atılım gücünü kuvvetlendirerek, doğrular lehine tavır alarak, Tanrı’nın vermiş olduğu ışığı O’nun adına berraklaştırmalıdırlar. Bu sayede cemiyet, şekillendiren değil şekillenen; hizmet edilen değil hizmet eden olur. Türk Milliyetçileri belli bir bilince sahip olduktan sonra da eylem birliğine doğru büyük bir adım atacaklardır.

Sonuç olarak; cemiyetlerin kendilerini “Millî Ülkü” olarak görmeleri ve değişmeyen katı kanunlar niteliğini taşıyan hukukları, itaat kültürünü doğurdu. Bu şekliyle cemiyet, önce, kendi modeline göre insanları biçimlendirerek bireylerin “yanlışa yanlış, doğruya doğru deme tavırları”nı ortadan kaldırdı.

“Birlikten yoksun bir hürriyet, esarete mahkûmdur.”

39


GENCAY

AYARSIZ DERGİSİ İLE SÖYLEŞİ Gencay Dergisi Editör Ekibi Sevgili Ayarsız ailesi; Türk Milliyetçiliği fikrine sunduğunuz katkıların daha geniş kitlelere duyurulması konusunda biz de destek vermek amacıyla sizinle bir söyleşi yapmak istedik. Bu anlamda söyleşi teklifimizi kabul ettiğiniz için Millî Düşünce Merkezi Gencay Grubu ve Gencay Dergisi adına teşekkür ederiz.

“ ‘İçimizden konuşmaktan kendi sesimizi unuttuk. İçimizi konuşmaktan kendi sözlerimizi tükettik. Ve sıkıldık, yorulduk… Hangi konuda ne söyleyeceği üç aşağı beş yukarı belli insanlar olarak bir araya geliyor, bir vazife gibi söylenmesi gerekenleri söylüyoruz. Sonra mutlu-mesut dağılıyoruz. Ama yeni bir şey söylememiz ve kendi etrafımıza ördüğümüz bu duvarların ötesinde bakmamız lâzım.’

SORU 1Derginizin içeriği nedir?

Oysa biliyorum ki hepimiz farklı farklı pencerelerden görüyoruz şu koca dünyayı. Ama birçoğumuz gördüklerini anlatmayı çoktan bıraktı ya da buna hiç teşebbüs etmedi; yıldığından, anlaşılamama endişesinden ya da zahmete gerek olmadığını düşündüğünden. Bir araya gelince, herkesin üstünde hemen hemen ortaklaştığı konularla sınırlı bir muhabbet yapmanın, biraz geçmişi yâd etmenin, “hayırlısı” kelimesini nokta yerine kullanarak dağılmanın riski azdı üstelik ve her şeyden önemlisi bir yere ait hissetmemizi en kestirme yoldan temin ettiğinden hayli konforluydu.

M. Ragıp Vural- Ayarsız’ı fikir, kültür, sanat ve edebiyat dergisi olarak tarif etmek mümkün. Bu tanımın içine giren alanlarda yazılar yayımlamaya gayret gösteriyoruz. Bunun dışında mizah ve karikatüre de yer vermeye çalışıyoruz. SORU 2Neden böyle bir dergi çıkartma ihtiyacı duydunuz? Ayarsız çıkmadan önce yaptığımız toplantıda neden böyle bir dergi çıkartma ihtiyacı içinde olduğumuzu açıklamaya gayret etmiş, bunu da derginin ilk sayısında özetleyerek şu şekilde ifade etmiştim:

Yeni tanıştığım, eskiden beri tanış olduğum ve tekrar tekrar tanıştığım insanlar vardı masanın etrafında. Orada söyledim mi hatırlamıyorum fakat o toplantının ardından içimden şu cümlelerin geçtiğini çok iyi hatırlıyorum; yeniden tanışacağız arkadaşlar, bıkmadan, usanmadan yeniden tanışacağız, ta ki birbirimizi anlayana kadar, tahammül etmeyi öğrenene kadar yeniden tanışacağız. Çünkü birbirimizden öğreneceğimiz çok şey olduğunu bir kez 40


GENCAY daha görmüştüm toplantısında.

Ayarsız’ın

ilk

siyasî analizler içeren gündelik konuşmaların bizi sıkıntılarımızdan kurtarmaya yetmediğini gördük, farklı sesleri ve sözleri işitmek için de Ayarsız’ı çıkartmaya karar verdik. 4. sayıya ulaştı ve şu ana kadar bu maksadın hâsıl olduğunu söyleyebilirim.

Derdimizi iyi anlattığımızı sanmıyorum, doğrusu ya aklımızın da net olduğunu söyleyemem, sâdece korunaklı alanlarımızın dışına çıkmanın, ezber cümlelerimizi tekrar etmekten vazgeçmenin zamanı geldiğini düşünüyorduk. Bunları aktardık katılan arkadaşlara, onlar da kendi çevrelerine anlattılar, bir anda muhtelif ağlardan yazılar, şiirler akmaya başladı. Herkes bir tarafından tutarak bu mütevazı gayreti bir coşkuya çevirdi. Kısa sürede 48 sayfa olarak tasarladığımız Ayarsız’ın planlanan hacminin epey üstünde yazı ulaştı elimize, mümkün olduğunca çok yazıya yer açmak için bu sayılık 56 sayfaya çıktık, hâlen de yayınlayamadıklarımız var. Daha ne olsun! Çaresiz insanlardan daha muhtaç kim olabilir ki? Biliyorum insanoğlu muhtaçtır ama çaresiz bir adam, neye muhtaç olduğunu bile bilemeyen adamdır. Bir heykel gibi dikilir hayatın kıyısında, başka türlüsü de elinden gelmez. Giderek çaresiz adamlar hâline dönüştüğümüzü söylesem çok mu ileri gitmiş olurum bilmiyorum ama en azından zaman zaman eline tutsak düştüğüm bu histen kurtulmanın reçetesi olarak Ayarsız’ın ruhuma şimdiden iyi geldiğini söyleyebilirim. Dilerim sizlere de iyi gelir.

SORU 3Aynı cemiyet içinde bir anda bu kadar çok dergi çıkartma ihtiyacı sizce nereden doğdu? Aşağı yukarı bir önceki soruya verdiğim cevapta yer alan endişelerden ve ihtiyaçtan kaynaklandığını düşünüyorum. Türk milliyetçileri, söyleyecek sözlerimiz var diyerek egemen dilin kuşatmasını çıkarttıkları dergiler vasıtasıyla aşmaya çalışıyorlar. Bir meydan okuma bana göre. Genç arkadaşlar çıkarttıkları dergilerde “Daha anlatacak çok hikâyemiz, dile gelecek çok isyanımız, şiire dökecek çok umudumuz var” diyorlar ve bunu da güzel yapıyorlar. Bir kuşatmayı kırmanın bundan daha güzel bir yolunu da düşünemiyorum. Nihayetinde bu gayretlerinin toplamı büyük yarını inşa edecek, herkes gücü nispetinde bir tuğla koyuyor ve her çaba takdir edilmeyi hak ediyor.

Gelmezse de henüz yolun başındayız, ruhumuza iyi geleceğini düşündüğünüz reçeteleriniz varsa bekliyoruz. Koca karı ilacı ya da modern tıp fark etmez, yeter ki derd-i derûnumuz şifa bulsun.” Velhasıl-ı kelâm Türkiye’nin içinde bulunduğu durumdan sıkıldık, yüksek 41


GENCAY SORU 4Camiamızın okuma durumu ortada. Bu konuda çok da parlak bir seviyede olduğumuz söylenemez, ne yazık ki… Eğer derginizin tirajı düşerse benzer dergilerle güç birliği yapmayı düşünür müsünüz?

ulaşmasını hedefliyoruz. Şimdilik bu hedefe epey yaklaştığımızı söyleyebiliriz. Ayarsız’ı geniş kitlelere ulaştırmak için ciddî rakamlar ödeyerek Yay-sat vasıtasıyla dağıtıyoruz. Türkiye’nin hemen hemen bütün illerinde Ayarsız’ı okuyucusuyla buluşturmaya çalışıyoruz. Eğer bir sene sonucunda istediğimiz hedefe ulaşamazsak, oturup ne yapacağımızı değerlendiririz. Diğer yayınlara destek olmak ya da güç birliği yapmak elbette dikkate alacağımız bir seçenektir. Bizimle aynı derdi paylaşan herkese kapımız ve sayfalarımız açık ve onların da bize kapılarını açacağını düşünüyoruz.

Evet, camiamızda pek çok sorun var, bunlardan birisi de okuma alışkanlığının yeterince yaygın olmaması. Fakat çıkan dergilerin hepsi bir alışkanlık kazandıracak ve bir sinerji oluşturacak kanâatimdeyim. Şikâyet etmeyi seviyoruz, yapılan iyi işleri takdir etmeyi pek sevmiyoruz, ama yavaş yavaş bunun da değiştiğini görüyorum. Ayarsız macerasında bunu memnuniyetle müşâhede ettik. Tanımadığımız insanlar sahip çıktı, kitlelere ulaştırmak için âdeta bir seferberlik başlattılar ve büyük bir dayanışma içine girdiler. Aynı gayreti diğer dergiler için de gösterdiklerini görüyoruz. Biz de elimizden geldiğince çıkan bütün yayınlara destek olmaya çalışıyoruz.

SORU 5Genellikle sayılarınızda bir konu üzerine yoğunlaşmak yerine dağınık konular işlemeyi tercih ediyorsunuz. Sizce bu okunurluğu arttırıyor mu yoksa azaltıyor mu? Ayarsız’ı rahat okunan bir dergi yapmak istedik. Bu rahatlığı da sayfa tasarımından içeriğe kadar her konuda hissettirmeye çalıştık. Aynı konu etrafında farklı isimlerin yazdığı dergilerde ister istemez bir tekrar sorunu ortaya çıkıyor. Ayrıca ciddiyetin anlamın önüne geçmesi gibi bir sorun var. Biz biraz daha sıcak, samimî bir dergi tasarladık, okuyucuyu ilk başta ciddiyete davet ederek gözünü korkutan bir yayın olmak istemedik. Bunu kısmen başardığımızı sanıyorum. Ama daha alacağımız epey yol var. Bu anlamda piyasada bulunan muadili dergilerin benimsediği yolu kendi anlayışımız çerçevesinde hayata geçirmeye çalışıyoruz. Okuyucunun da farklı konuları okumaktan memnun olduğunu gördük.

Ayarsız çıkmadan önce önümüze bir senelik bir hedef koyduk. Bu bir sene zarfında derginin yayınını sürdürmesine imkân tanıyacak bir satış rakamına 42


GENCAY Her ay 30-40 yazar arkadaşımızın yazılarını yayımlıyoruz. Herkes her yazarı ve düşüncelerini beğenmek zorunda değil, kendi anlam dünyasına göre beğendiği yazarları okuma imkânına sahip oluyorlar böylelikle. Bu tarz bir yayın tercihinin ana sebebi de başından beri çok önemsediğimiz çeşitliliğe imkân tanıması.

tebessüm ettiren yazılara ihtiyacımız olduğunu düşünüyoruz. Şu ana kadar bu hususta isteğimiz seviyede değiliz, ama ileriki sayılarımızda bunu da yakalayacağımıza inanıyoruz. SORU 8Derginizdeki akademik yazıların bilimsellik seviyesini hangi düzeyde buluyorsunuz? Bu seviyeyi daha (da) yükseltmek için neler yapmayı düşünüyorsunuz?

SORU 6Derginizde bayan yazar arkadaşlara çok fazla rastlamıyoruz. Bu camiamızın eksikliği mi yoksa sizin seçiciliğiniz mi?

Hiçbir akademik derdimiz yok, bilimsellik diye bir iddiamız da yok. Mümkün olduğu kadar da buradan uzak durmak istiyoruz. Akademik yazıların seviyesinin yüksek olduğuna dair bir kanâate de sahip değiliz. Seviyeyi belirleyen de bize göre yazarların düşüncelerini hangi cümlelerle, nasıl ifâde ettiğidir. Akademik dergiler çıkıyor, hatta 15 senedir 2023 isimli akademik bir dergi çıkartıyorum, ama bu alanda bir ihtiyaç olduğunu düşünmüyorum. Üniversite bünyelerinde çıkan dergiler var.

Biz mümkün olduğu kadar kadın yazarlara yer veriyoruz, hatta bunun için özel bir gayret sarf ediyoruz. Fakat camiamızda bu noktada büyük bir eksiklik olduğunu söyleyebiliriz, bu durum tabiî olarak Ayarsız’a da yansıyor. Kadınlara buradan çağrı yapayım o hâlde: Lütfen bize eserlerinizi gönderin ve dergiyi ele geçirin efendim. Bu bizi ziyadesiyle memnun edecektir. SORU 7Yazar kadronuzu neye göre belirliyorsunuz? Yani, alanında uzman yazarların olmasına önem veriyor musunuz?

Roman, hikâye, şiir okumak en az akademik yazılar kadar insanların ufkunu açar. “Efendim, ben daha ziyade bilimsel yayınları okuyorum” diyen bir insanın tercihine saygı duyarım, lâkin hayatı anlamak ve ona katkı sunmak adına edebî eserlerin de çok mühim bir yere sahip olduğunu düşünüyorum. Mümkün olduğu kadar günümüzdeki okuma alışkanlığını belirleyen şartların içinde kendimize ayrı bir yer açma gayretindeyiz. İnsanların fazla vakitleri yok, uzun makaleler okumaktan hoşlanmıyorlar. Öyleyse biz de düşüncelerimizi, fikirlerimizi onların ihtiyaçlarını ve taleplerini göz önünde bulundurarak ifâde etmenin yollarını

Alanında uzman yazarlar aramıyoruz, derdini doğru cümlelerle aktaran yazarlar arıyoruz. Mümkün olduğu kadar genç arkadaşların yazmasını istiyoruz. Biraz önce de söylediğim gibi kasvetli bir dergi çıkartmak istemiyoruz. Bizim için önemli olan yazıların, şiirlerin, hikâyelerin mesajı. O mesaj doğru cümlelerle aktarılmış mı, insanları düşünmeye sevk ediyor ya da tebessüm ettiriyor mu? Bizim yazılara bakışımız budur. Tebessümü önemsiyoruz, 43


GENCAY bulmalıyız. Bir hikâye, bir şiir vasıtasıyla insanların anlam dünyalarına temas edebileceğimize ve o temas üstünden onlarda bir iz bırakacağımıza inanıyoruz.

SORU 10Dergilerin içeriğine ek olarak dizgisi ve tasarımları okunurluğu etkiler mi? Derginizi hazırlarken tasarım açısından nelere dikkat ediyorsunuz?

Hatta günümüzün mekanik dünyasında hepimizin şiire, edebiyata, hikâyeye, gülmeye ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Hayata ruh katan da bütün bu gayretlerdir. Çok iyi bir inşaat mühendisi olabilirsiniz, insanların ihtiyaçlarını giderecek projelere imza atabilirsiniz, ama ona bir de ruh katmanız gerekir. Bu ruhu da edebiyat ve sanat eserleri vasıtasıyla edindiğiniz estetik anlayış çerçevesinde projelerinize yansıtırsınız. Yoksa kaba bir modernizme kurban edersiniz bütün güzellikleri. TOKİ’nin bu ülkeye kattığı bir şey olması için hayatı estetik açıdan da görmesi gerekir. İnsanlar barınma ihtiyacını gidermek için yapılan binaların birer Panoptikon hâline dönüşmesi işte bu bakışın ürünüdür. Estetik kaygumuz var dolayısıyla, güzele hasret duyuyoruz, güzele yer vermek istiyoruz. Ezberlerin tekrarlanmasına izin vermeden, farklı bakışı açılarına sahip yazarların fikirlerine dergimizde yer vermek en büyük idealimiz.

Tasarım bana göre derginin içeriği kadar önemlidir. Her şeyin çok renkli ve hızlı olduğu, görsel algının geliştiği bir çağda tasarımı ihmal eden bir yayının ayakta kalamayacağını düşünüyorum. Tasarımın da içerikle bütünleşik olması gerektiğine inanıyorum. Bazen bir görsel bütün hikâyeyi özetleyebilir. Mümkün olduğu kadar yazının ruhuna uygun görseller kullanmaya çalışıyoruz. Ayrıca kullandığımız kâğıdı ve baskıyı dikkate alarak tasarımlar yapıyoruz. Her yazıyı biraz da, nasıl bir giriş ya da görsel kullanılır burada diyerek okuyorum. Sonra yıllardır birlikte çalıştığımız tecrübeli bir grafiker arkadaşımız var, onun da desteği ile sayfaları hazırlıyoruz. Bazı yazıları ressam arkadaşlara gönderiyoruz, onlar yazının ruhuna uygun resimler çiziyorlar. Bu da Ayarsız’ın görselliğini zenginleştiriyor.

SORU 9Yazar kadronuz sâbit mi yoksa yeni yazarları da değerlendiriyor musunuz? Sâbit yazarlarımız var ama yeni yazılara da yer açıyoruz. Her yazarımız bize, “daha güzel bir yazı gelirse lütfen ona yer verin, ben alınmam” diyor. Çok güzel bir şey bu… Müthiş ve epeydir hasret kaldığımız bir diğerkâmlık. İyi olduğunu düşündüğümüz hikâyeler, yazılar, şiirler geliyor ve onları sırayla yayınlamaya gayret ediyoruz. 44


GENCAY SORU 11Basılı dergilerin geleceği hakkında neler düşünüyorsunuz?

göre bitmeyecek. Zamanla evrilecek, belki dijital platforma uygun içerik üretmeye çabalayarak ikisinin karması bir anlayış dergicilikte egemen olacak, ama bana göre bunun için daha zaman var.

Şu anda pek çok edebiyat dergisi çıkıyor, Ayarsız’ın formatında da birçok dergi var. Dolayısıyla henüz dergiciliğin ölmediğini düşünüyorum. Dijital ortamda yayın yapan dergilerde bir ciddiyet eksikliği var, daha ziyade amatör uğraşlar olarak kalıyor. Profesyonel olarak dijital bir yayını yürütmek ise şu anda pek mümkün değil. Çünkü reklam geliri böylesine bir profesyonel uğraşıyı finanse etmeye yetmiyor. Ayrıca aylık periyotta bir dijital dergi de, dijital ortamın ruhuna aykırı olması sebebiyle anlamsız geliyor bana. Dijital bir dergi olacaksa en azından günlük güncellemenin olması gerekiyor. Çünkü insanlar dijital ortamda anlık ve kısa süreli olarak tüketmeye alışmış durumdalar. Anlık iletişim imkânı sunan bir platformda aylık yayın yapmak okuyucunun ilgisini diri tutmak pek mümkün değil gibi. Dijital ortamdaki tüketim alışkanlığına uygun bir dergicilik anlayışı geliştirmek gerekiyor dolayısıyla. Gün içinde birkaç kez güncellenen, dikkat çekici başlıkların ve görsellerin kullanıldığı bir yayıncılık anlayışı… Bunu başaranlar ancak o platformda başarılı olacaktır.

SORU 12Son olarak, bir e-dergi olarak 52 sayıyı geride bırakmış olan Gencay Dergisi hakkındaki düşünceleriniz nelerdir? Geleceği hakkındaki olumlu ve/veya olumsuz düşünceleriniz nelerdir? Bugün fikir üretmek ve onu okuyucuyla buluşturmak için gösterilen her çaba takdiri hak ediyordur. 52 sayı, büyük bir başarı. Lâkin yukarıda bahsettiğim hususlar Gencay dergisi için de geçerli. Bilgisayar başında uzun okumalar yapmak hayli zor. Çünkü her an başka uyarıcılar tarafından okuyucunun ilgisinin bölünmesi hayli yüksek bir ihtimal. Ayrıca insanlar nasılsa duruyor orada diyerek, okumayı erteliyorlar. Dolayısıyla interaktif bir hâle getirmek ve dinamik bir içerik kazandırmak Gencay’ın okuyucu kitlesini genişletmesine imkân tanıyabilir. Ayrıca 52 sayılık bir tecrübe var önünüzde, sizler daha iyi bir noktaya gelmek için neler yapmak icap ettiğini benden daha iyi biliyorsunuzdur. Benim bu husustaki tecrübem size göre hayli sınırlı. Büyük özveri isteyen dergiciliği 52 sayıdır devam ettirdiğiniz için sizleri tebrik ediyorum. Allah yolunuzu açık etsin.

Basılı dergiler hâlen dokunulabilir olmaklığından kaynaklı bir gerçeklik algısı ve hissi verme avantajına sahipler. Dolayısıyla kısa vadede dergicilik bana

45


GENCAY

EDEBİCE DERGİSİ İLE SÖYLEŞİ Gencay Dergisi Editör Ekibi Sevgili Edebice ailesi; Türk Milliyetçiliği fikrine sunduğunuz katkıların daha geniş kitlelere duyurulması konusunda biz de katkı sunmak amacıyla sizinle bir söyleşi yapmak istedik. Bu anlamda söyleşi teklifimizi kabul ettiğiniz için Milli Düşünce Merkezi Gencay Grubu ve Gencay Dergisi adına teşekkür ederiz.

SORU 2Neden böyle bir dergi çıkartma ihtiyacı duydunuz? Cevaplaması zor sorulardan biri de bu şüphesiz. Çünkü bir edebiyat dergisinin cevaplaması gereken en önemli sorulardan birisi de bu “niçin?” sorusudur. Biz de bu soruya ilk sayımızda yer alan ve bir bildiri mahiyetindeki “Neden Edebice?” başlıklı yazımızda cevap verdik. Edebice, yüz yıllardır hazırdan tüketmeye karşı bir tavrın ürünüdür. “Artık yeni şeyler söylemek lazım! Hayatın yeni dokunuşlara, edebiyatın yeni heyecanlara, yeni söyleyişlere ihtiyacı var.” çıkışıyla bir nevi bu dergiyi çıkarmaktaki amacımızı ortaya koyduk. Dahası “yinelemeden” bir “yeni”nin peşindeyiz. “Güneş altında söylenmemiş söz yoktur.” inancına karşı “Güneş altında söylenmemiş söz var.” dedik. Biz o sözün peşindeyiz. Bir sürü lakırdının laf kalabalığının arasında “edebice bir söz” söyleyebilmenin çabasındayız. Edebiyat ve sanat dünyamız bir bayağılık ve basitlik çukuruna gömülmüş durumda. Bu bayağılık ve basitlikten mümkün olduğunca uzak durarak, hem edepli hem edebi bir yol tutmanın hesabındayız. Sorunuzda belirttiğiniz gibi aslında bir “ihtiyaç”tan doğdu Edebice…

SORU 1Derginizin içeriği nedir? Merhaba. Öncelikle kardeş bir derginin sayfalarında kendimizi anlatmak ve duygularımızı paylaşmak imkânını bize verdiğiniz için teşekkür ederim. Dergimiz, adından da anlaşılacağı üzere bir edebiyat dergisi. Fikrî yönümüzü ihmâl etmeyen, kültür ve sanat dergisi. Edebi verimlerini yayımlama ihtiyacı hisseden herkesin yazı ve şiirlerini yayımlayabileceği bir ortam Edebice.

SORU 3Aynı cemiyet içinde bir anda bu kadar çok dergi çıkartma ihtiyacı sizce nereden doğdu?

46


GENCAY Fikir, düşünce ve verimlerimizi aynı cephe ve cemiyetin içine hapsetmeyi düşünmek hatadır bizce. Beslendiğimiz kaynaklar ortak olabilir ama bazen hedefler farklı olabilir. Bizimle aynı duygu ikliminde olan ve gayet başarılı bulduğumuz dergilerimiz var. Bunların varlığı bizim gücümüze güç katar ve ayrıca bizim varlığımız da onlara güç verecektir. Sonra fikirlerimizin zirvelerde temsili için birçok koldan ilerlemek gerekmez mi? Bizim bu dergi fikrimiz çok önceden beridir var aslında. Kısmet bu zamanaymış. Edebice yayın hayatına başladığında hakikaten hem kardeş hem de tabir yerindeyse rakip denebilecek birçok dergimiz vardı. Ama biz bu durumdan çok memnunuz. Olması gereken tam da budur aslında. Edebi bir canlılık, çoğalma ve üretmedir bu bolluk…

dergimizi kaliteli çıkaralım yeter. İyi bir ekibimiz var. Her şey, tiraj ve para değil inanın. Derginin basım maliyetini karşıladıktan sonra gerisi çok da önemli değil. Benzer dergilerle tirajımızın düşmesi durumunda değil, her zaman işbirliği yaparız. Mesela dergimizin bazı yazarları bize yazı verdiği gibi size ve diğer dergilerimize de yazı gönderiyor. Bu bir işbirliği değil midir? SORU 5Genellikle sayılarınızda bir konu üzerine yoğunlaşmak yerine dağınık konular işlemeyi tercih ediyorsunuz. Sizce bu okunurluğu arttırıyor mu yoksa azaltıyor mu? İlk sayımızda böyle bir yol izledik, bu yolu birkaç sayı daha takip edeceğiz. Zira dergicilik de “dosya” hazırlamak büyük bir emek, çaba, birikim ve kadronun ürünüdür. İlk sayıdan bir dosya ile okuyucunun karşısına çıkmak çok da anlamlı olmazdı bence. Zaten şuan yayın hayatını sürdüren köklü dergilerimiz de her sayılarında dosya yapmıyorlar. Dosya ihtiyacı döneme ve zamana göre şekillenir, yazı kurulunun kararıyla ortaya çıkar. Bir dosya ile okuyucu karşısına çıkmanın okunurluğu doğrudan etkileyeceğini düşünmüyorum. Derginin yazar kadrosu, yazı kalitesi ve tanıtımıyla okunurluğu arasında doğrudan bir ilişki vardır. Dosya hazırlamak dergicilikte elbette önemlidir. Ancak olmazsa olmaz değildir.

SORU 4Camiamızın okuma durumu ortada. Bu konuda çok da parlak bir seviye olduğumuz söylenemez, ne yazık ki… Eğer derginizin tirajı düşerse benzer dergilerle güç birliği yapmayı düşünür müsünüz? Camiamızın okuma durumundan ziyade ülkemizin okuma durumu ortada. Okuma oranları ile hareket edersek hiçbir kesimi harekete geçiremeyiz. Parlak bir seviye yakalamak için insanları okuma ve yazmaya yönlendirmek gerekiyor. Çevremizde okuma yazma ile meşgul olmayanlarda, bizlerin bu meşguliyetini gördükçe, üretme isteğimizi gördükçe, bu ihtiyaç hâsıl olacaktır. Bunun yani insanları okumaya sevk etmenin başka yolu var mı? Bizim tiraj endişemiz yok. Çünkü çok büyük beklentilerle başlamadık Edebice’ye. Biz işimizi iyi yapalım,

SORU 6Derginizde bayan yazar arkadaşlara çok fazla rastlamıyoruz. Bu camiamızın eksikliği mi yoksa sizin seçiciliğiniz mi?

47


GENCAY Siz bu soruyu soruncaya kadar daha önce dergilerin yazar kadrosunda kaç bayan, kaç erkek var diye bakmamıştım. Biz dergimize gelen yazıların yazarlarının bayan ya da erkek oluşuna değil, yazının ağırlığına, edebi ve sanatsal boyutuna bakıyoruz. Biz ilk sayımızda bir ressam arkadaşımızla birlikte 7 bayan yazar ve şairimize yer vermişiz. Bu vesileyle köklü diyebileceğimiz Türk Dili ve Türk Edebiyatı dergilerinin yazar kadrolarına baktım. Mesela Türk Dili dergisinin Ocak 2016 sayısında 6 bayana, Türk Edebiyatı dergisinin son sayısında (Mayıs 2016) 7 bayana yer verilmiş. Yani bayan yazar, şair veya çizer sayıları genelde dergilerimizde düşük. Bunu camiamızın bir eksikliği olarak kabul etmek mümkündür ama bayanlarımızın edebi alanda daha az görünmesinin başkaca sebeplerinin olduğunu hatırdan çıkarmamak gerekir. Mesela bizim bayanlarımız edebiyata karşı biraz daha ilgisiz. Genelleme doğru değilse de rakamlar ortada. Gelen yazılar arasında biz özellikle erkekleri seçmiş değiliz. Hem böyle bir “seçicilik” nasıl olabilir?

yönü olan yazıları değerlendirmeye çalışıyoruz. Kendini ispat etmiş, uzman yazarlarımızın dergimizde yazıyor oluşu da bizim için oldukça önemlidir. Ama dediğim gibi dergimizde sadece tanınmış, usta isimler olsun istemiyoruz. Bunların yanında duygu ve düşüncelerini ifade için zemin arayan genç kardeşlerimize de dergimizde yer veriyoruz. SORU 8Derginizdeki akademik yazıların bilimsellik seviyesini hangi düzede buluyorsunuz? Bu seviyeyi daha (da) yükseltmek için neler yapmayı düşünüyorsunuz? Biz dergimizin hazırlık aşamasında arkadaşlarımızla şu sorunun cevabını aradık: Edebice, akademik bir dergi mi olmalı yoksa edebiyat ve sanatla uğraşan az çok okuyup yazanların da ilgi gösterebileceği bir dergi hüviyetinde mi çıkmalı? Dergimizin şekillenmesinde de bu soru belirleyici oldu. Edebice, bir akademik dergi olmayacaktır, ancak akdemi çevrelerinin de takip edebileceği bir dergi olmalıdır. Yani Edebice’de, yazacak bir şeyi olan herkes, edebi ölçülerde, estetik yanı olan her yazı kendine yer bulabilir. Bu yazıyı bir liseli genç de yazmış olsa biz onun yazısını yayımlarız. İnsanlar dergiyi okudukça ve dergiye yazdıkça akademik düzeyleri artacaktır inanın. Dolayısıyla dergimiz sadece akademik çevrelere hitap eden bir dergi olmadığı için derginin akademik boyutuyla ilgili de herhangi bir tasarrufta bulunmaya gerek yoktur. Akademik düzeyde bir makale de dergimiz sayfalarında kendine yer bulacaktır. Bu yazıların bilimsellik boyutunu da

SORU 7Yazar kadronuzu neye göre belirliyorsunuz? Yani, alanında uzman yazarların olmasına önem veriyor musunuz? Yayın kurulumuz gönüllülük esası çerçevesinde bir araya gelmiş birbirinden değerli arkadaşlarım ve hocalarımdan oluşuyor. İlk sayımızda birçok yazara biz teklif götürdük. Bu yazarlar, daha önce yazı deneyimi olan usta isimler genelde. Bunun yanında e-posta hesabımıza gelen yazıları da değerlendirip uygun olanları dergimizde yayımladık. Edebi ve sanatsal 48


GENCAY dergimizin akademisyen tartacaklardır.

yayın kurulundaki yazarları ölçüp

başlaması basılı yayınların, gazetelerin satış oranlarını düşürüyor elbette. Fakat ben, kağıda basılmış bir kitabın, bir derginin ve bir gazetenin hükmünü yakın zamanda kaybedeceğini düşünmüyorum. Bu konuda dergimizin ilk sayısında yayımladığımız “Neden Edebice?” adlı bildirimizde şöyle demiştik: “Sanal dünya birçok kıymeti yok ediyor, birçok geleneği öldürüp, bazı edebî türleri de mazide tatlı bir anı olarak bırakıyor. Özelde edebiyat dergiciliği genelde bütün basılı yayımlar yavaş yavaş bu kaçınılmaz sona doğru gidiyor. Bunun farkındayız. Ama usta bir şairin kaleminden çıkmış bir şiiri bir dergi ya da kitap sayfalarına dokunarak, kitabın veya derginin kendine has kokusunu içine çekerek okumanın keyfini, hangi internet sitesi, hangi sanal sayfa verebilir? Bazı alışkanlıklar başımıza sıkıntı getirebilir ama güzel alışkanlıklarımızın değişmesine gönlümüz razı olmuyor ve edebî ürünlerimizin dergi ve kitaplardan basılması alışkanlığımızı değiştirmeyecek ve “edebîce” olarak bu değişime sonuna kadar direneceğiz.” Dediğimiz gibi biz bu değişime sonuna kadar direneceğiz.

SORU 9Yazar kadronuz sabit mi yoksa yeni yazarları da değerlendiriyor musunuz? Yazar kadromuzda kemikleşmiş bazı isimler elbette olacaktır. Ancak her sayıda aramıza yeni isimler katılacak. Mesela yeni sayımızda birçok yeni isim aramızda olacak. Dolayısıyla sabit bir yazar kadromuz var diyemeyiz. SORU 10Dergilerin içeriğine ek olarak dizgisi ve tasarımları okunurluğu etkiler mi? Derginizi hazırlarken tasarım açısından nelere dikkat ediyorsunuz? Derginin gerek kapağı gerekse iç tasarımı çok önemli. Kapağın ilgi çekici, alışılmışın dışında olması okuyucunun dikkatini çekecektir. Mesela, bir kitapçıda hakkında hiçbir fikrimizin bulunmadığı kitaplara bakarken en çok dikkatimizi ne çeker? Kitap kapağı satış ve okunurluğu etkileyen en önemli faktörlerden biridir. O yüzden profesyonellik başarının ilk anahtarıdır. Profesyonel tasarım da derginin albenisini arttırır.

SORU 12Son olarak, bir e-dergi olarak 52 sayıyı geride bırakmış olan Gencay Dergisi hakkındaki düşünceleriniz nelerdir? Geleceği hakkındaki olumlu ve/veya olumsuz düşünceleriniz nelerdir?

SORU 11Basılı dergilerin geleceği hakkında neler düşünüyorsunuz?

Gencay’ı en başından beri takip eden biri olarak ben, bu derginin konumunu Türk toplumunun süreli yayınlarla ilişkisi bağlamında düşündüğümde umut verici olarak görüyorum. Bu umudumun en büyük kaynaklarından biri de dergide rol alanların bir kısmını tanımam, onların

Birçok alanda olduğu gibi basılı yayınlarımız da dijital ortama ve sanal âleme yenik düşüyor. Her türlü bilgiye internet ortamında ulaşılıyor ve e-dergi, ekitap ortamlarının yaygınlaşmaya 49


GENCAY hevesini ve içtenliğini biliyor olmam. Dergi yayıncılığı bir arz-talep meselesinden çok öte görünüyor bana. Daha çok, dergiyi sırtlayanların hevesi onu ticari yayıncılıklardan apayrı bir yerde düşünmeyi gerektirir. Gencay ekibindeki

duyarlılık ve kararlılık “Toplumsal ya da ekonomik koşullar ne olursa olsun…”larla başlayan cümleler kurabilme fırsatı veriyor. Bu da en başında söylediğim gibi umut veriyor.

50


GENCAY

İHTİMAL DERGİSİ İLE SÖYLEŞİ Gencay Dergisi Editör Ekibi Sevgili İhtimal ailesi; Türk Milliyetçiliği fikrine sunduğunuz katkıların daha geniş kitlelere duyurulması konusunda biz de katkı sunmak amacıyla sizinle bir söyleşi yapmak istedik. Bu anlamda söyleşi teklifimizi kabul ettiğiniz için Milli Düşünce Merkezi Gencay Grubu ve Gencay Dergisi adına teşekkür ederiz.

ilişkileri içerisinde çerçevelendirilmekte / sınırlandırılmakta. Biz böyle bir ifade kullanmadık; iki aylık süreli yayın olarak tanıttık kendimizi. Dikkat ederseniz derginin içeriğini de kapağa taşımadığımızı görürsünüz. Bu anlamda biraz farklılık kattığımız açık ve elbette merak uyandırdığımız da… Ancak neden bunu yapıyoruz sorusuna vereceğimiz cevap, dergiyi okuyucusuna saklamak olacaktır.

SORU 1Derginizin içeriği nedir? (İhtimal Dergisi Adına Genel Yönetmeni Haydar Barış Aybakır)

Yayın

SORU 2Neden böyle bir dergi çıkartma ihtiyacı duydunuz? Bizim İhtimal Dergisi’ni çıkarmaktaki amacımız, alınması gereken bir tavrın gerçekleşebileceği koşulların oluşturulmasına yardımcı olmak. Bir duruş sergilemeye çalışıyoruz ve bu tutumun şaşırtıcı olduğunun gayet bilincindeyiz. Lakin bizim manifestosuz, büyük laflar etmeden, büyük anlatılara yaslanmadan yola çıkışımızdaki gaye de bu. İlk önce ben İhtimal Dergisi adına, bize sunduğunuz bu imkân ve temennileriniz için sizlere teşekkür etmek istiyorum.

Şu an içinde bulunduğumuz camia kendini arıyor desek, çok da yanlış bir söz söylemiş olmayız. Bu bizim kanaatimiz değil, tespitimiz. Bir paradigma değişimi söz konusu ve belki de bunu en sancılı yaşayan bizleriz. Muazzam bir saldırı altındayız ve savunmaya geçmenin yenilgi olduğunun da gayet bilincindeyiz. Karşımızda iki yol vardı, ya sırtımızı

Dergimizin içeriğine gelince, bu konuda uzaktan bakıldığında çok ketum durduğumuz söylenebilir. Genel olarak bizimle benzerlik arz eden dergiler, kültür & sanat, fikir & kültür, fikir & edebiyat ve benzeri kavram bütünlükleri ya da 51


GENCAY dönüp gidecektik, bütün bu yaşananlara kayıtsız kalacaktık ya da biz de saldıracaktık ki bizden de istenen buydu. Hayır, bunlar bize dayatılan, daha biz yola çıkmadan yürümemiz için önümüze konan yollardı. Kabul etmedik; kendi yolumuzu açalım istedik. İhtimal Dergisi, bu yolun açılma mücadelesidir bir bakıma.

artık neredeyse her alanda dergilerimiz var. Artık kimsenin mazereti olmayacak, çok yoğun olmanın dışında (gülüyor).

Ayağımızı bastığımız toprağın yabancısı olmuşuz. Zemin her geçen gün ayaklarımız altından biraz daha çekiliyor ve bizler adeta boşlukta savruluyoruz. Aksini iddia edebilecek var mı? Hangi görüş olursa olsun bu böyle. Biz böyle bir ortamda birincisi yolunu kaybettiğimiz “Ev”imizi arıyoruz, daha da önemlisi kendimizi arıyoruz. En nihayetinde bir “yer” tutuyoruz ya da tutmaya çalışıyoruz. Şimdilik İhtimal Dergisi ile çıktığımız yolun yolcusuyuz.

Burada şunu da ifade etmek istiyorum. Malum “çözüm süreci” rafa kaldırıldıktan sonra ya da “boz dolabına” ya da her nereye ne yapıldıysa; bu süreçten sonra yaşananlar karşısında, milliyetçi bir tepkinin ortaya çıkması, milliyetçiliğin yükselmesi çok doğal. Bunu sürekli pompalayan bir irade de söz konusu. Daha dün milliyetçilikleri ayaklarının altına almaya çalışanlar bugün neredeyse bizden daha milliyetçi olacaklar. “İnsan hayret ediyor doğrusu”. Ancak ben dergiler konusunda böyle düşünmüyorum, bir tek neden olarak bunu görmüyorum ya da buna indirgemek istemiyorum. Biz istenildiğinde ortaya çıkan, istenildiğinde kabuğuna çekilen bir kesim falan değiliz. Biz Türkiye’nin ta kendisiyiz. Bizi bugüne kadar başka başka şeylerle meşgul ediyorlardı, halen de ediyorlar. En basitinden arkadaşlarımızın rızık endişesi var. Böyle bir şey olabilir mi ya Hû?! Ben biraz da bu çıkışmayı, açıkçası bir rest

SORU 3Aynı cemiyet içinde bir anda bu kadar çok dergi çıkartma ihtiyacı sizce nereden doğdu? Bir kere bu muazzam bir şey, bunu itiraf etmeliyim. Çok değil, bundan bir yıl önce herhangi bir kitabevine girip dergi raflarına göz gezdirdiğimizde bizden çok bir şey bulamıyorduk ama artık öyle değil. Kendimizi ifade etmede yetersiz kalıyorduk. Burada iki durumdan bahsedilebilir. Birincisi, Allah’tan böyle bir şey yaşanmadı ama kendini ifade edemeyen tepkiler, ancak şiddet yoluyla açığa çıkar ki bu da kimsenin istemediği bir şeydir. Hiç olmazsa biz istemiyoruz veyahut farklı kesimlerle dirsek temasına geçilir. Bizde daha çok farklı kesimlerle dirsek teması söz konusuydu. Çok şükür 52


GENCAY çekme olarak görüyorum. Bu, sadece bir dergicilik faaliyeti değildir. Bu, dünyada yaşanabilecek en iyi yerin Türkiye olması duasıyla yola çıkanların türküsüdür. Bize de bu türküyü hep beraber çığırmak kalıyor. Çığırmak dedim, bizim köyde öyle derler. Kimseye boyun bükmeden, ağız eğmeden, ona buna kavuk sallamadan birbirimize ait insanlar olarak şerefimizi koruyarak ve yükselterek yaşamak istiyoruz.

pazar payını arttırmanın, kârını azamileştirmenin derdine düşer. Nitelik yerini niceliğe bırakır ve tek bir amaç ortaya çıkar “tekel”. Bu kesimde bir tek biz olalım, herkes bizi bilsin, bizi görsün... Evet, piyasa şartları altında hareket edilirse diğer kesimlerden de bildiğimiz üzere böyle içler acısı bir hale düşülür. O yüzden biz İhtimal Dergisi olarak, evet bu piyasa içerisindeyiz ama bu piyasanın bizi belirlemesine, konumlandırmasına karşı da mücadele ediyoruz. Bu yüzden kimseyi rakibimiz olarak görmediğimizi, aksine bu çeşitliliğin bizim gücümüze güç kattığına inandığımızı belirtmek isterim. Tabi bu çeşitlilik, sevgili okuyucularımızı biraz yoracak, lütfen kusurumuza bakmasınlar. Bu noktada, sizin de ifade ettiğiniz gibi ülkemizde okuma durumu da ortada. Bunu yıkacak olan da yine bizleriz. Çeşitli projeler geliştirilebilir, farklı şeyler denenebilir. Zaten biz de bunun için varız, öyle değil mi? Şöyle düşünmeliyiz; daha fazla okuyucu ile buluşmak için ortak neler yapılabilir? Evet, her dergi gibi bizim de illa ki bir tiraj kaygımız var, bunu kimse inkâr edemez. Ancak biraz önce de söylediğim gibi bunu salt bir maddi getiri olarak görmüyoruz. Biz, insanlara ulaşmayı hedefliyoruz. SORU 7Yazar kadronuzu neye göre belirliyorsunuz? Yani, alanında uzman yazarların olmasına önem veriyor musunuz?

SORU 4Camiamızın okuma durumu ortada. Bu konuda çok da parlak bir seviye olduğumuz söylenemez, ne yazık ki… Eğer derginizin tirajı düşerse benzer dergilerle güç birliği yapmayı düşünür müsünüz? Bir önceki sorunuzla birlikte şunu da söylemek istiyorum. Malum siz de belirttiniz, bir anda cemiyet içerisinde birçok dergi çıkmaya başladı. Bir kere bu piyasa şartları bizleri rakip olarak kodluyor, burası kesin. Yine bu piyasaya göre hareket edildiğinde herkes kendi

SORU 9Yazar kadronuz sabit mi yoksa yeni yazarları da değerlendiriyor musunuz? 7. VE 9. SORULARIN CEVABI

53


GENCAY İhtimal Dergisi olarak bizimle ortak paydada yer alabilecek herkese açık olduğumuzu belirtmek isteriz. Kendi içine kapalı bir cemaat değiliz. En nihayetinde memleket hassasiyeti taşıyan insanlarız ve bu hassasiyetimizi farklı bir şekilde dile getirmeye çalışıyoruz. Buradaki farklılık lütfen yanlış anlaşılmasın, kendimizi beğenmek, kendi kafamıza göre iş çıkarmak değil; çünkü böyle de anlaşılabiliyor ve biz buna gerçekten çok üzülüyoruz. Belki denilebilir ki bu konuda kendimizi ifade edemedik. Olabilir ama bir yıla yaklaştık, artık bizim yaptığımız işe de önyargıyla bakılmasın lütfen. En başından itibaren bu camia içerisinde çeşitliliğin olmasını bir zenginlik olarak görüyoruz. Yazar kadromuzu da belirleyen bu çeşitliliktir. Takdir edersiniz ki milliyetçi düşünce bir kesimin ya da bir kişinin tekelinde değil.

ziyade sürekli değişebilen bir kadromuz mevcut. Bu bizim en büyük avantajımız. Her sayıda yeni yüzleri aramıza katmaya ve onlarla bu birlikteliği sürdürmeye çalışıyoruz. Yeni arkadaşlarımızla tanışıyoruz, bu çok heyecan verici bir duygu. Birçok yeni ismi dergimiz vasıtasıyla yayın hayatına katma telaşemiz var. SORU 6Derginizde bayan yazar arkadaşlara çok fazla rastlamıyoruz. Bu camiamızın eksikliği mi yoksa sizin seçiciliğiniz mi? İşte bu çok güzel bir soru. Her dergi çıkmadan ve çıktıktan sonra aksatmadan bir değerlendirme toplantısı yaparız. Bu toplantılarda hep dile getirdiğimiz en önemli konu da bu olmakta. Dergide kadın yazarların yer almasını istiyoruz ama bu da kendi iradeleri ile olacak bir şey. Biz, bu konuda uygun ortam ve şartları sağlamakla mükellefiz, bunun dışında yapacaklarımız etik olmaz. Bu konuda çok hassasız. Eğer onların iradesi olduğunu kabul ediyorsak, onları yönlendiremeyiz. Bu saygısızlık olur. Türkiye’de kadına bakış ana kimliğini bir türlü aşamıyor yani, bunu aşağılamak için falan söylemiyorum ama erkek tarafından bir konumlandırma söz konusu. Erkeğinin arkasında yürüyecek, doğuracak, çocuklarına analık yapacak, evde duracak… Hayatımıza nereden sirayet ettiği malum fakat bunun din ile falan da alakası yok. Her kesim için bu aynı. Biz bunu aşma gayretindeyiz ve gösteriş olsun diye de yapmıyoruz. Bizim dünya telakkimizde kadının yeri bellidir ve bunu belirleyen de yine kendisidir. Şimdiye kadar bir arkadaşımız yazıyordu, bundan sonra iki arkadaşımız daha

Bu minvalde tek bir görüş doğrultusunda değil de bu çeşitliliği belirli hassasiyetleri ve aralarındaki dengeyi de gözeterek ortak bir potada buluşturuyoruz. Bu alandaki birikimi ve tecrübeyi de hesaba katarak, kılavuz edinerek herkesin kendi alanında konularını gündeme taşımasını ve bu gündemlerini okuyucu ile buluşturmasına yardımcı olmaya çalışıyoruz. Konuları akademik alandan daha popüler bir alana yeni nesil bir dergi ile taşıma gayreti içerisindeyiz. Böylece hem daha geniş bir kesime hitap etmek hem de yeni nesil ile dergimizi buluşturmak istiyoruz. Genelde yazar kadromuz akademide yer alan, az önce de ifade ettiğim gibi kendi konularında uzmanlıkları olan, çalışmalarını büyük bir titizlikle sürdüren insanlardan oluşmakta. Sabit bir kadrodan 54


GENCAY aramıza katılacak. İhtimal Dergisi olarak bu sayının artmasını çok olumlu bulduğumuzu belirtmek isterim.

okuyucu ile buluşturmak, böylece tekrar okunmasını sağlamak. Dergimizde sabit olan röportaj ve kürsü bölümümüz aslında yazıları da konularına göre bölmekte. Biz bu sayfaları isimlendirmedik. Dediğim gibi okuyucu rahat bırakmak istiyoruz, aslında okuyucu da bizden bunu talep ediyor. Bu dağınık olmaktan ziyade bir bütünlüğün olduğunu gösterir. Yenilikten kastettiğimiz de biraz da böylesi uygulamalar aslında.

SORU 5Genellikle sayılarınızda bir konu üzerine yoğunlaşmak yerine dağınık konular işlemeyi tercih ediyorsunuz. Sizce bu okunurluğu arttırıyor mu yoksa azaltıyor mu? SORU 8Derginizdeki akademik yazıların bilimsellik seviyesini hangi düzede buluyorsunuz? Bu seviyeyi daha (da) yükseltmek için neler yapmayı düşünüyorsunuz?

Akademik makalelere ya da sempozyum bildirilerine sadece Kürsü Bölümü’nde yer veriyor görünüyor olabiliriz ama aslında dergide yer alan bütün yazılar akademik bir ciddiyet ve entelektüel titizlikle işlenen yazılardır. Lakin akademinin dili toplumla buluşamadığı da bir gerçek, akademinin dili toplumla buluşma noktasında çok yetersiz. Bunda toplumun suçu yok, bu toplumu oluşturan herkes biriciktir. Akademidekilerin kendilerine çeki düzen vermesi gerekiyor. Şu anda akademi denilen camia, içinden çıktığı toplumun çok uzağında ve kültürüne çok yabancı, soğuk duvarlarının ardında ruhsuz ve cansız bir yapı arz etmekte. İşte biz, bunu kendimize sorun ediyoruz ve bu uzaklığı yakın etme gayretindeyiz. Bunda ne kadar başarılı olabiliyoruz göreceğiz. Bu da bizim sınavımız.

5. VE 8. SORULARIN CEVABI Dergimizde dosya konusu hazırlamayı gündemimize almadık. İleride ne olur bilemem; çünkü kararları ortak alıyoruz ama şu an için böyle bir şey düşünmedik. Bir konu üzerine yoğunlaşarak okuyucuyu da o konu üzerine sabitlemeyi açık konuşmak gerekirse sıkıcı buluyoruz. Biz, biraz daha rahat okunabilen, herkesin kendisinden bir şeyler bulabileceği bir dergi ortaya koymaya çalışıyoruz. Bu dağınıklık olarak anlaşılabilir. Aslında öyle değil. Her sayıda en az iki röportaja yer veriyoruz ve bir de “Kürsü” adı altında bir bölümümüz var. Kürsü bölümünde bir akademik makale veya daha çok bir sempozyum bildirisi oluyor. Genelde sempozyumlarda sunulan çok değerli metinler maalesef o sempozyum kitapçıklarında kalıyor ve unutuluyor. Sadece konunun ilgilisi ulaşırsa, kaldı ki bu da yine akademik bir alan için geçerli bir durum, okunuyor. Biz Kürsü Bölümüyle şöyle bir şey amaçladık: bu metinleri genel

SORU 10Dergilerin içeriğine ek olarak dizgisi ve tasarımları okunurluğu etkiler mi? Derginizi hazırlarken tasarım açısından nelere dikkat ediyorsunuz? Dergi tasarımında biraz daha yeni nesil dergi tasarımlarından yana tercihimizi 55


GENCAY kullandık. Bizim tarzımızda çıkan dergiler, daha çok klasik tarz diyebileceğimiz bir dergi tasarımını tercih ediyor. Türkiye’de örneği de çok yok. Okuyucu alıştığı bir tarzdan yeni nesil diyebileceğimiz bir dergi tasarımı ile buluşturmak ve bu konuları işlemek, açıkçası biraz riskliydi de. Nasıl bir şey ile karşılaşacağımızı biz de bilmiyorduk ama durum olumsuz da olmadı. Benimsendi ve karşılık buldu. Bu çok güzel bir şey yani, muhatabımız yeniliğe açık. Bunu tecrübe ettik. Dergide yer alan yazıların daha anlaşılır kılınması ya da çekiciliğini arttırmak amacıyla konuyu anlatan görsellerden faydalanıyoruz. Bunu ne kadar iyi yapabiliyoruz, bu tamamen okuyucunun takdiri ama şimdiye kadar bu konuda olumsuz bir geri dönüş almadık. Aksine olumlu karşılandı diyebiliriz.

dergilerin geleceği çok aydınlık görünmüyor, hafif teknolojiler ve buna bağlı gelişen yayın hayatı yeni dönem dergiciliğini de etkiliyor. Muhakkak bu gelişmelerin getirileri de var, götürüleri de. Maliyet açısından, okuyucu ile buluşma açısından, belirli sınırlandırmalardan kurtulmak anlamında olumlu gelişmeler olduğu gibi dergiye yönelik ilginin sabitlenememesi, katı olanın buharlaşması gibi konuların havada kalması da olumsuzlukları. Biz, dediğim gibi bu konuda muhafazakâr bir tutum sergiliyoruz; geriye bir şeyler bırakmak istiyoruz. O yüzden basılı dergi konusunda ısrarcıyız İhtimal Dergisi olarak.

SORU 12Son olarak, bir e-dergi olarak 52 sayıyı geride bırakmış olan Gencay Dergisi hakkındaki düşünceleriniz nelerdir? Geleceği hakkındaki olumlu ve/veya olumsuz düşünceleriniz nelerdir? Gencay Dergisini ilk günden beri takip etme şansımız oldu. Tek cümleyle "bir başarı öyküsüdür". İnancın, idealizmin, “paramız olmadığı için dergi çıkaramıyoruz” bahanesine en büyük darbesi olmuştur Gencay Dergisi. "Yeter ki sen samimi ol kardeşim!" demiştir genç nesle. Ne de güzel etmiştir. Mesela, şimdilerde ismini çokça duyduğumuz eli kalem tutan arkadaşlarımızın pek çoğunun buradan yetiştiğini söylemek abartı olmayacaktır. Hatta derginin gördüğü işlevi en iyi şekilde somutlaştırmış olacaktır. Gencay adına pek çok şey daha söylenebilir. Ancak son olarak şunu söyleyebiliriz ki bir gün üzerine akademik çalışmalar yapılacak bir dergidir.

SORU 11Basılı dergilerin geleceği hakkında neler düşünüyorsunuz? Ben bu konuda açık konuşmak gerekirse biraz muhafazakârım (gülümsüyor). Basılı 56


GENCAY

DERGİCİLİK ÜZERİNE BİR İNCELEME Burçin ÖNER Geçmişten günümüze kullanılan ve kullanılmasına devam edilecek olan ikna kavramına ilişkin yapılmış birçok tanım bulunmakla beraber Brembeck ve Howell’e (1952) göre ikna “önceden belirlenmiş sonuçlara ulaşmak amacıyla, bilinçli olarak, insan güdülerinin manipülasyonu yoluyla düşünce ve eylemlerin değiştirilmesi girişimi”dir (Yüksel, 2001). Burada biz, değiştirilmesi ifadesinin yanına geliştirilmesi ifadesini de eklemekte fayda görmekteyiz.

“Okuyabiliyor musun? Öyleyse anlamalısın. Yazabiliyor musun? Öyleyse bir şeyler bilmelisin. İnanabiliyor musun? Öyleyse kavramalısın. İstiyorsan zorunda olacaksın; bekliyorsan ulaşacaksın ve tecrübeliysen yararlanmalısın.” Wolfgang Van Goethe

GİRİŞ: İnsan, doğası gereği düşünür. Zaten onu diğer canlılardan ayıran en büyük özellik de budur. Zaman içinde ilkelden moderne doğru olan bir evrilme ile toplumlaşma bilincine ulaşan insan, düşüncelerinin birinden diğerine farklılık gösterdiğinin ve bu farklılığın da istemli yahut istemsiz bir biçimde rekabete ve de üstünlük kurma psikolojisine yol açtığının farkına varmıştır. Bu farkındalık, kendisinde bir takım “silah”lar edinmek zorunluluğu doğurmuştur. Bu silahlanma şekillerinden biri de “ikna ve metotları” olarak karşımıza çıkmaktadır.

İkna hedef kitlede yeni bir tutum geliştirmek, hedef kitlenin var olan tutumunun şiddetini arttırmak ya da azaltmak, hedef kitlenin var olan tutumunu değiştirmek amacı ile yapılmaktadır (Şahin, 2010). İkna kelimesi Arapçadan Türkçeye kandırma şeklinde geçmiş olsa da yapıcı olarak ve tüm gücüyle kullanıldığında, “satış” (Burada fikir satma anlamında kullanılmıştır.) ve aldatmanın da tam tersidir. Günümüzde iknanın bir baskı ve zorlama tekniği olmadığı vurgulanmakla birlikte bir bilim dalı olarak da ilgilenilmektedir.

İkna ve ikna teknikleri insanlık tarihi boyunca çeşitli amaçlar için çeşitli biçimlerde kullanılmıştır. Liderlerin güçlerini anlatmak ve kabul ettirmeleri için, din adamları dinlerini başka insanlara yaymak için, politikacılar toplum üstünde baskı yaratmak ve toplumu istenilen davranışa yönlendirmek için ikna ve ikna tekniklerini her zaman kullanmışlardır (Şahin, 2010).

Biz bu makalede ikna yöntemlerinin kullanılma sahalarından biri olan “dergicilik” üzerinde duracağız ve özelde Cumhuriyet tarihinden bu yana dergicilikte milliyetçilik anlayışına farklı bir pencereden bakmayı deneyeceğiz.

57


GENCAY GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE TÜRKİYE’DE DERGİCİLİK VE MİLLİYETÇİLİK ALGISI

Bu coşku, Dergâh dergisinden başlayarak Anayurt gibi dergilerde de sürmüştür. Bu dergilerdeki millet sevgisi Atsız Mecmua’da ve Orhon dergilerinde de devam eder.

Osmanlı Devleti’nin son döneminde yaşanan ve dergiciliğe de yansıyan kimlik arayışı Cumhuriyet’in ilânı ile birlikte ulusdevlet algısının benimsendiği bir dönem ortaya çıkmış ve bu kimlik tanımlamasıyla birlikte dergicilikte, daha ayakları yere basan bir tavır benimsenmiştir.

1940’lı yılların Türkiye’sinde, fikir ve edebiyat hayatı, ikinci dünya savaşının sosyal ve siyasal hareketliliğinden nasibini almıştır. Özellikle 1960’lı yıllarda entelektüel aydınlar arasında gittikçe belirginleşecek olan kutuplaşmanın ilk belirtilerini bu dönemde görüyoruz. Bu ayrışmalar, farklı dünya görüşlerinin savunulduğu fikrî ve edebî muhitlerin ortaya çıkmasına zemin hazırlamış, sağ ve sol eğilimli bazı yeni yayın organları boy göstermiştir. Fakat dergi ve gazetelerde görülen bu çeşitlilik, düşünce yelpazesindeki genişlemeye denk düşen çoğulcu bir basın ortamı ile alakalı değildir. Tek Parti yönetimi, savaş sırasında bir denge politikası izlemiş ve bunun bir gereği olarak da bu yayınların çıkartılmasına göz yummuştur (Gürkan, 1998).

Cemal Süreya, Cumhuriyet sonrası dergicilik anlayışını şu şekilde değerlendirmektedir: “Son elli yılın dergilerine çok tepeden bakıldığında edebiyat sorunlarının altında bir Türk düşüncesinin ne olması gerektiğinin yoklandığı, uygarlık sorununun ele alınmak istendiği görülür. Edebiyat kavramlarının yanı sıra 1930'lara kadar tarih terimleriyle, 1940'lara kadar felsefe terimleriyle konuşulmaktadır; 1950'lerden sonra toplumbilim terimleri, 1960'tan sonra da ekonomi terimleri öne gelecektir” (Süreya, 1976). Cumhuriyet sonrası dönemin ilk on yılında dergicilik faaliyetlerinin arttığı görülmektedir. Osmanlı Türkçesinden ulusal dile geçişte TDK, kelimeler için yapacağı değişim için dergilere ilan vermiş, okuyuculardan öneri almış ve birçok kelime de bu okuyucu tavsiyesi ile dilimize girmiştir. Bu ve bunun gibi faaliyetler, 1923’lü yıllarda dergiciliği önemli kılmıştır (Bahadıroğlu, 2015). Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümüne kadar Türkiye’de bir milliyetçilik ideolojisi hâkimdi. Türkiye, daha yeni olan Türk inkılaplarına alışmaya çalışıyordu ve bu durum büyük bir coşku ile karşılanıyordu. 58


GENCAY Sovyetler Birliği’nde yaşayan Türklerin yaşadığı zorluklar, “İslamiyet öncesi dönemde Türkler” gibi konular da son derece dikkatli bir üslupla kaleme alınıyordu. Örneğin Türkçülüğün en önemli isimlerinden olan Nihal Atsız’ın kendi adını taşıyan Atsız Mecmua’sı, keza bu derginin kapatılışından sonra yine Atsız tarafından çıkartılan Orhun adlı dergi, 1938 yılında Reha Oğuz Türkkan tarafından hazırlanan Ergenekon adlı dergi, Ağustos 1940’ta Celalettin Ezine öncülüğünde yayına başlayan aylık Hamle dergisi, Ağustos 1941 tarihinde haftalık olarak yayınlanmaya başlayan Çınaraltı dergisi, 1931 yılında yayını durdurulan Türk Yurdu dergisinin 1942’de Zeki V. Togan, Ferit Cansever, F. Tevetoğlu gibi isimlerce yeniden canlandırılması, yazar kadrosunu M. Feyzi Togay, Kadircan Kaflı, Ahmet Caferoğlu, A. Zihni Soysal, Saadettin Buluç, Fahrettin Çelik ve Ali Genceli’nin oluşturduğu ve 1942 Temmuzunda çıkan Türk Amacı dergisi bunlara örnektir (Develi, 2009).

şudur: bütün bu dergiler dış politikada her ne kadar “Dış Türkler”i ele alsalar ve savundukları fikir göz önünde bulundurulduğunda bu durum normal görünse de her derginin farklı bir bölgeyi ele alması ilgi çekicidir. “Örneğin; Toprak dergisi Batı Trakya ve Türkistan Türklüğü’nü; Bozkurt dergisi Kerkük, Musul, Batı Trakya Türklüğü’nü; Devlet dergisi Kıbrıs, Kafkas ve Balkan Türklüğü’nün meselelerini Türk kamuoyuna taşımışlar, dış Türkler konusu Türk devletinin meselesi haline getirilmeye çalışmışlardır (Öztürk, 2008)”. 1970-1990 yılları arasında yayınlanmış; "milli düşünce tarzına sahip" dergiler arasında Türk Yurdu, Töre, Milli Eğitim, Milli Eğitim Kültür Dergisi, Milli Hareket, Devlet, Milli Işık gibi dergiler yer almaktadır. Aynı fikri temellere dayanan bu dergiler milli ve manevi meseleleri hem akademik hem sanatsal ve kültürel hem siyasi hem de edebi açıdan ele almışlardır. Belli noktalarda (milli eğitim gibi) akademik çalışmalara da konu olan dergiler milliyetçi fikriyatın hareketli yıllarında mevcut nesle büyük katkılar sunmuşlardır. Bununla da kalmayıp milliyetçi camianın bugünkü yeni nesli de düşünce dünyalarının pınarları olarak bu dergileri görmekte ve faydalanmaktadırlar.

1960-1980 yılları arası, ideolojik çeşitliliğin eylemsel bir boyut kazandığı dönemler olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu eylemselliğin fikri temellerinin boyutlandırıldığı yerlerin başında yine dergi faaliyetleri gelmektedir. Belirtilen tarihler arasında Milliyetçi ideolojiyi savunan dergilerin başında Toprak, Bozkurt ve Devlet dergilerinin geldiğini görmekteyiz. Bu dergilerin ortak özellikleri arasında sahip oldukları ideolojik görüş doğrultusunda “milli devlet, güçlü iktidar” ilkesini esas almaları, dış ve iç politika ile ilgili çalışmalar yayınlamaları yer almaktadır. Yalnız burada dikkat edilmesi gereken bir nokta

Bu dergiler arasında Töre dergisi 2012 yılında yeniden canlandırılmaya çalışılmıştır ancak çok da başarılı olamayarak birkaç sayı sonunda yayın hayatını sonlandırmıştır. Türk Yurdu dergisi ise Türk Ocakları bünyesinde hâlâ canlılığını korumaktadır.

59


GENCAY Günümüzde ise milliyetçi cemiyet içinde dergicilik faaliyetleri belli başlı noktalarda varlıklarını sürdüyor olsalar da can çekişir bir hâl almıştır. Toplumun en azından önemli bir kesimine hitap edip etkinlik kurmaları gerekirken hem bu konuda kısır kalmaları hem de sayılarının az olması düşündürücü bir boyut almaktadır. Bunun bir sebebi camianın bir bölümünün gündelik yaşamın hengâmesi içinde boğuşuyor olmaları bir bölümünün de akademik çalışmalara ağırlık verip o yönde ürün ortaya çıkartma çabaları olabilir. Dolayısıyla etki sahaları da kısıtlanmaktadır. Ancak çok yakın bir geçmiş incelendiğinde özellikle milliyetçi camianın 18 - 35 yaş grubunu içine alan genç kesim tarafından dergicilik faaliyetleri yeniden filizlenmeye başlamıştır. Yazımızın ana temasını da içeren bu konu pek çok açıdan değerlendirilmelidir.

jenerasyonlarından önceki nesilleri ayrışmaları sebebi ile eleştirip birlik mesajları vermeye çalışırken bu çoğalma kendilerinde de bir ayrışmaya sebep olabilir mi?” şeklindedir. SONUÇ Yukarıda belirtilen sorulara, yaşımızla orantılı olarak uzun sayılabilecek bir zamandır yazma eylemi ile iç içe olan, çeşitli site ve dergilerde yazan ve yaklaşık olarak iki buçuk yıldır editörlüğünü yaptığımız Milli Düşünce Merkezi Gencay Grubu tarafından çıkarılan Gencay Dergisi’nin de yazarlığını yapan biri olarak kendi düşüncelerimiz çerçevesinde cevap vermeye çalışacağız. Öncelikle söylenmesi gerekir ki yazımızın giriş bölümünde Cumhuriyet’in başlangıcından günümüze gelene kadar yapılan milliyetçi dergicilik faaliyetlerine değindik. Gördük ki aynı dönemler içinde birden fazla dergi hem de birbiri ile etkileşimi kuvvetli olan kişiler tarafından çıkarılmıştır. Dolayısıyla bu açıdan bir değerlendirme yapılırsa birden fazla dergi çıkartmak bir sorun teşkil etmemektedir. Diğer yandan geçmişteki tecrübeler dikkate alındığında bunun herhangi bir ayrışmaya sebep olduğu da görülmemiştir. Var olan ayrışmalar dergicilik konusunu değil farklı temalı konuları kapsamaktadır. Dolayısıyla yukarıda bahsi geçen sorular, aslında kanaatimize göre geçmişte siyasi ve konjonktürel açıdan ayrışma psikolojisine giren grupların ortamlara yaydıkları bir algı yönetiminin tezahürüdür. Zira günümüz milliyetçi gençliğinin en büyük özelliği, belki biraz Y Kuşağı olmanın verdiği genetik kodlarla da

Bu çoğalma, bir takım soruları da özellikle bu çoğalmaya sebep olan gençlerin akıllarına getiriyor. Bunlar; “Aynı fikri yapıya sahip çok sayıda dergi iyi midir kötü müdür?”, “Gençler kendi 60


GENCAY ilintili olarak “sorgulayıcı, eleştirel bir bakış açısına sahip olmalarıdır.” Hepsinin kendine ait düşünceleri, eylemleri ve tavırları mevcuttur. Bu noktada yöntem farklılıklarını benimsemelerine rağmen aynı makro çatıda buluşabilme yetisine sahiptirler. Ancak bu durumu içselleştirememiş X ve öncesi kuşakların kendi psikolojik ön yargı tohumlarını bu yeni kuşağın üretken ekipleri arasına serpme çabası ne yazık ki genç dimağlar arasında bocalamalara sebebiyet vermektedir. Bunu yaparken bilinçli ya da bilinçsiz olarak başka bir psikolojik yöntemi kullanmaktadırlar. Bunu bir alıntı ile açıklamakta fayda var.

beynindeki "ilkel içgüdüleri aktive ederek, mantıklı düşünmeyi baskılamak" demektir. Peki, bu tip liderlerin metodu neydi? Sosyal psikoloji araştırmalarına göre, bir insanın beyinin R-kompleks seviyesine indirgemenin en iyi yollarından biri onu bir gruba dahil etmekti. İnsanları "biz ve onlar" diye ayırmaktı. İç bağları sıkı bir grup içindeki kişi "akıl ihalesi" yoluyla mantığını kullanmaktan vazgeçebiliyordu. Bu amaçla kullanılan ikinci yol, kitleleri "korku kültüründe" yaşatmaktı. Aynı şekilde "dış düşmanlar" göstererek korkuya dayalı politik propaganda yapılarak da kitleler R-kompleks seviyesine indirilebiliyor. Bu siyasi stratejide 3-D çok önemlidir: Düşman göster, Dayanışma duygusunu kışkırt, Düşündürme! Sürekli çatışma çıkar ki taraftarların düşünemesinler! İnsanların mantığına değil içgüdülerine hitap et!

"İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünyadaki birçok sosyal bilimcinin beynini bir soru kemiriyordu: Kant, Hegel gibi büyük filozofları, Einstein gibi bilimcileri, Goethe gibi büyük yazarları, Wagner gibi büyük bestecileri çıkarmış bir Alman toplumu, nasıl olur da Hitler gibi bir delinin peşinden gitmişti? Üstelik 20 milyondan fazla insanın ölmesine neden olduğu halde… Hitler "mühendis kafalı" olmalarıyla ünlü Almanlara ne yapmıştı? Onların mantıklarını nasıl "servis dışı" hale getirmişti? Sorunun özü şuydu: Mantıklı insanların/toplumların mantıksız davranmaya başlamasına sebep olan neydi? Uzun süren araştırmalarla cevabın bazı parçaları keşfedildi. En önemli kavram "R-kompleks" denilen olguydu. Almanların beyninde "R-Kompleks" denilen beyin bölgesi, baskın hale getirilmişti. R-kompleks, "sürüngen beyin bölgesi" demektir. Her beyinde bulunur. R kompleksle yönetmek, kitlelerin 61


GENCAY Peki, kitleler bu tip "R kompleksli" liderlerde ne buluyorlar? En önemli açıklamalardan biri özdeşlik kurma psikolojisiydi. Kendi hayatında yenik, ezik, kompleksli kişiler, bu tür gücü ve otoriteyi temsil eden liderler üzerinden, kendilerini ezen kocalarından, patronlarından, üst sınıftan kendilerince intikam alıyorlardı. R-komplekse hitap eden liderlerin en büyük sırrı, kendisini bir "intikam aracı" olarak sunmalarıydı. Onlar hep; kaybedenlere oynayarak kazanıyorlardı! Kimliklerini bir düşmana göre konumlandırıyorlardı. Mesajları şöyleydi: "Ben de senin gibiyim ama senin olmadığın bir yerdeyim, oyunla bana güç ver, nefret ettiğin herkesin canını okuyayım!" Bu tip liderler kolaylıkla iktidara gelebilirken, gidişlerinde büyük bedel öder ve ödetirler. Bu tip liderler, toplumlar için bir zekâ testidir” (Sekman, 2006).

yazarlık basamaklarını tırmanmaları için onlara yol gösterici olmuş olmasıdır. Bugün diğer tüm dergilerde yazan arkadaşlarımızın hatırı sayılır bir bölümü Gencay Dergisi ile bu yolculuğa başlamışlardır. Sevindiricidir ki cemiyetin ahd-e vefası darbe alsa da hâlâ dimdik ayaktadır. Ez-cümle; birlik, beraberlik ve kardeşlik içinde nice sayılara hep beraber ulaşmak temennisi ile… Kaynakça • Şahin, B., 2010, “Dergi Reklâmları ve İkna Bilgisi Modeli”, Yüksek Lisans Tezi, Akdeniz Üniversitesi, Antalya. • Yüksel, A. H., “İkna Edici İletişim”, Anadolu Üniversitesi Yayınları, Eskişehir, 1994. • Süreya, C., “Politika”, Adam Yayınları, İstanbul, 1976. • Bahadıroğlu, D., 2015, “Cumhuriyet Dönemi ve Sonrasında Dergicilik” (http://www.makaleler.com/cumhuriyetd%C3%B6nemi-ve-sonras%C4%B1nda-dergicilik)

İşte topluma yayılan bu algı yönetiminin özelde bilerek ya da bilmeden yapılmaya çalışılan tezahürü budur. Ekipçilik, bu camianın en büyük yarasıdır. Başına ne gelmişse bu hâlden gelmiştir. Toplum nezdinde de kendi içinde de kapıların kilitlenmesinin sebebi de budur. O sebeple dikkatli olunmalıdır. Dahası bu kilidin bir tek anahtarı vardır. O da “sevmek”… Birbirimizi sevmek…

• Gürkan, N., “Türkiye’de Demokrasiye Geçişte Basın 1945-1950”, İstanbul: İletişim Yay. 1998. • Öztürk, A., 2008, “1960-1980 Döneminde Milliyetçi İdeolojiyi Savunan Dergi Muhtevalarının Tahlili (Toprak, Bozkurt, Devlet)”, Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi, İstanbul.  Develi, TO., 2009, “Türkçülüğü Anlamak: Tanrıdağ Dergisi ve 1940’larda Türk Milliyetçiliği”, Yüksek Lisans Tezi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Hacettepe Üniversitesi, Ankara.

Gencay Dergisi, 53. Sayısını çıkarttığı bu ayda “sevmek” eyleminden yola çıkmıştır. Son dönemde artan (basılı) dergi sayımız bize umut vermektedir. Cemiyetin gelişmişlik seviyesini göstermektedir. Gencay için bir diğer iftihar konusu, çıkan bu (yeni) dergilerde yazan arkadaşların

• Sekman, M., 2006, “Her Şey Beyinde Başlar”, Alfa Yayıncılık, İstanbul.

62


GENCAY

millikanal.com

63


GENCAY

MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ’nin kitaplarını millikitap.com adresinden temin edebilirsiniz.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.