www.millidusunce.org Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı Kızılay/ANKARA Telefon: 0 (312) 231 31 94 Belgeç: 0 (312) 231 31 22
GENCAY
GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi Yıl 5 Sayı 54 – Temmuz 2016 Ücretsiz e-dergi www.gencaydergisi.com bilgi@gencaydergisi.com
NAMUS BENİMDİR HÂKİM BEY! / Burçin ÖNER TÜRK TARİHİNDE AY-YILDIZ MOTİFİNİN KÖKENLERİ / Sergen ÇİRKİN NE DEĞİŞTİ? / Hakkı Suat YILMAZER TÜRK MÜSLÜMANLIĞINA SARILMAK / Nami Cem İYİGÜN SREBRENİTSA / Çağhan SARI ÇİN’İN YENİ YÖNETİMİ VE DOĞU TÜRKİSTAN POLİTİKASI / Ali ORHUN HER AKŞAMDAN BİR BEN ÇIKAR MI?/ Mehmet Batuhan KAYNAKÇI PERİLERİME / Açelya OĞUZ TOPRAKLARIN BEKÇİSİ GELİNCİK/ Hanife YAŞAR GÖNÜL ÂLEMİ/ Yağız OZAN TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ GELİŞİMİNDE HALKBİLİM DİSİPLİNİNİN YERİ/ Ömer ÜNAL NEO-OSMANLICILIĞIN SON STRATEJİSİ ÜZERİNE/ Sertaç EKEMEN ER KİŞİ NİYETİNE/ Ertuğrul Kaan ÇAM İSTANBUL BOĞAZI DENİZ TRAFİĞİ VE BATIKLAR / Fatma Özge ÖZDEMİR MDM SEMİNERİ: YAŞAR NURİ ÖZTÜRK - ATATÜRK VE DİN/ İlteriş A. ÖZDEMİR KİTAP TANITIMI: İSTİKLAL MARŞI’MIZI ANLAMAK/ Milli KİTAP
GENCAY
NAMUS BENİMDİR HÂKİM BEY! Burçin ÖNER “Herkesin derdi kendine; dünyanınki hepimize…” Louis Ferdinand Céline
ifadeden yoksun kişilerin başvurduğu bir eylemdir ve ekseriyetle anlık tepkiler olarak ortaya çıkarlar. Ancak sonuçları incelendiğinde hayli ağır bilançolara sebep oldukları da gözlenmektedir.
GİRİŞ: Şiddet, dünyanın var oluşundan itibaren insanlık âleminin bir parçası haline gelen bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu olgu, toplumların kültürel yargılarına, dini algılayış biçimlerine ve sosyal-psikolojik travma etkilerine göre değişkenlik göstermektedir. Ayrıca şiddet, insanın doğasında olan bir durum olarak değil; öğrenilmiş bir tutum olarak nitelendirilmektedir.
Günümüzde dünyamızı ve ülkemizi ilgilendiren sorunların geçmişe nazaran farklılaşması ve hatta gelişen teknolojinin de etkisiyle daha karmaşık bir hâl alması, ilgilenmekte olduğumuz şiddet olgusunun da çeşitlenmesine sebebiyet vermiş ve bu türleri ile toplumsal birer tehdit unsuru haline gelmiştir. Şiddetin tarifine sebep olan davranışların çeşitli türleri vardır ve bu türleri belirleyen faktörler, şiddetin gerekçesidir. Ayrıca yapılan çalışmalar göstermiştir ki şiddet artık bir “ifade biçimi” olarak literatürde yerini almaktadır. Bu ifade şekli, yazımızın en başında belirttiğimiz gibi toplumların değer yargıları, inanışları ve olayları algılayış biçimlerindeki farklılıkların da etkisiyle kişilerin sosyal, psikolojik olarak olumsuz durumlarının dışa vurumudur.
İnsanlığı “kendi hayatlarımızın özgül katmanları, koşulları karşısında tanımlamaktan başlayarak, toplumsal coğrafyanın açıkça politik bir tavır talep eden atmosferindeki karşılığını bulmaya kadar, belki de en meşgul eden konu” [1] şiddettir. Şiddet, tüm dünyanın olduğu gibi Türkiye’nin de başat problemlerinden biridir ve bu yazı şiddet ve Türkiye’de kadına yönelik şiddet konusunu temel almayı hedeflemektedir. ŞİDDETİN FARKLI ALGILANIŞI VE KADIN:
ALANLARDA
Şiddet, sosyo-psikolojik kuramlardan hareketle öğrenilen bir davranıştır denilebilir. Bu öğrenme, özellikle çocukların gelişim sürecinde aile, çevre ya
Davranışlarda dengeli ol(a)mama, aşırıya gitme durumuna şiddet denilmektedir [2]. Şiddet, kendisini kişisel ya da çevresel faktörlere bağlı olarak tam anlamıyla 1
GENCAY da kitle iletişim araçları vasıtasıyla olmaktadır [2]. Yani, aile, siyasetin demokratik eksiklikleri, medyanın algı yönetimi, toplumsal meşrulaştırma tutumu, tepkisizlik, eğitim, ekonomik yetkinlik gibi durumlar, şiddetin seviyesini belirlemede önemli unsurlar olarak göze çarpmaktadır. Şiddetin özellikle ilgilendiğimiz kısmı olan kadına yönelik şiddet konusu ele alınmadan önce kadın, dinlerin kadına bakışı, kadının belli alanlardaki yeri ve algılanış biçimleri hakkında bilgiler vermek yerinde olacaktır.
Semavi dinler dediğimiz İslamiyet’e, Hristiyanlığa ve Museviliğe ait olan üç büyük kitap, Kur’an-ı Kerim, İncil ve Tevrat’ın yaradılışta kadını ulaştırdığı mertebelerdeki benzerlikler ve farklılıklar, temelde bize yol gösterecektir.
İnsan varlığının en somut kanıtı olan beden; canlılar dünyasında yer aldığımızın duyular yoluyla algılanmasında birincil etkendir. Bedene dair din ve bilimin görüşleri farklıdır. Din, bedenin içindeki ruha bakarken, bilim de bedenin dışındaki nesnel dünyaya bakmaktadır [3].
Kur’an-ı Kerim’de yaratılış, Âdem (a.s.) ile eşi Havva olarak tasvir edilmektedir. Öyle ki bu iki eş, tek bir nefisten yaratılmıştır. Bilinenin aksine, kadının erkekten yaratıldığı ve yine erkekten daha aşağı bir statüde olduğuna dair bir bilgi söz konusu değildir. Cennetten kovulma hikâyesindeki yasak meyvenin yenilmesine sebep olan, şeytandır. Ayrıca buradaki günah, kadını temsil eden Havva ile erkeği temsil eden Âdem (a.s.) tarafından ortak işlenmiştir. Dolayısıyla insanın günah işlemesine sebep olan faktör cinsiyeti değil; şeytan ve nefsidir. Burada nefis ise kadın ya da erkek olup olmamasına göre farklılık göstermeksizin tek bir nefsi temsil eder yani, yine cinsiyetin nefsinden değil; insanın nefsinden bahsedilir. Dolayısıyla Müslümanlığın kutsal kitabı olan Kur’an-ı Kerim, yaratılış bakımından oldukça eşitlikçi ve tek bir cinsiyeti yüceltmeyen bir anlatıma sahiptir.
Toplumların cinsiyete bakış açılarının ataerkilliğe evrilmesinden itibaren kadın ve bedeni daima bir sömürü aracı, daha yumuşak bir ifade ile üzerinde otorite kurulabilecek bir varlık olarak görülmüştür. Bunu yapan insan, belli noktalarda sırtını dine dayamaktadır. Dinin, bireylerin inanma ihtiyaçlarını karşılayan en önemli olgu olduğu düşünülürse, bu ihtiyacın karşılanmasında gönderildiğine inanılan kutsal metinler ciddi birer başvuru kaynağı olacaklardır.
İncil’de insanın yaratılışı şöyle açıklanır: “Tanrı, yaratılışın başlangıcından ‘İnsanları erkek ve dişi olarak yarattı.” Ayrıca şöyle bir ayet de bulunmaktadır: “Dünyayı ve içindekilerin tümünü yaratan, yerin ve göğün Rabbi olan Tanrı, elle yapılmış tapınaklarda oturmaz. Herkese yaşam, soluk ve her şeyi veren kendisi olduğuna göre, bir şeye gereksinmesi varmış gibi O’na insan eliyle hizmet edilmez. Tanrı, bütün ulusları tek insandan türetti ve onları yeryüzünün dört bucağına
Bilindiği gibi toplumsal hayatın en önemli şekillendiricilerinden biri din ve dinin yazılı kaynağı olan kutsal kitaplardır. Bu nedenle kadın ve kadın bedeni üzerinde bazı çıkarımlar yapabilmek için öncelikle incelenmesi gerekenler de bunlardır.
2
GENCAY yerleştirdi.”[4] İncil’deki yaratılış hakkındaki ayetlerden bu ikisine baktığımızda erkeğin kadından daha üstün olduğuna vurgu yapan herhangi bir ifadeye rastlanmaz.
yorumlamalar da farklılaşmış hatta kutsal metinler üzerinde çeşitli oynamaların yapılmasına kadar ileri gidilmiştir. Metinlerdeki Havva üzerindeki betimlemelerle başlayan kadına yönelik tutum zamanla kadının sosyal yaşantısını sınırlamış, bu sınırlandırma kültürel değerlerin ve yazılı olmayan toplumsal kuralların da etkisiyle artarak devam ederek günümüze kadar taşınmıştır. Dolayısıyla kadın, üzerinde baskı uygulanması, otorite kurulması ve hatta şiddet ile “terbiye” edilmesi gereken bir varlık belki de bir meta hâline getirilmiştir. Şiddet ya da kadına yönelik şiddet denildiğinde akla ilk gelenin fiziksel şiddet olmasına karşın bu konuya daha genel bir perspektiften bakmak gerekir. Kadınlara ailede söz hakkı verilmemesinden sosyal hayata entegre olma hakkına müdahale etmeye; küfür, hakaret ve aşağılama ifadelerinden fiziksel müdahalelere kadar tüm eylemler birer şiddet unsurudur.
Tevrat, diğer iki kutsal kitaba nazaran daha farklı bir yaratılıştan söz etmektedir. Kadının yaratılışını, Havva’nın yaratılışı olarak anlatan Tevrat’ta Havva Âdem’in kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Kadının, erkeğin kaburga kemiğinden yaratılmasını bazı görüşler kadını aşağılayan, hor gören bir anlatım olarak görse de bu anlatımın kadın ve erkek eşitliğini simgelediğini söyleyen görüşler de mevcuttur. Yasak ağaçtan yedikleri meyve yüzünden cennetten kovulmuşlar ve Havva’ya yani kadına acılar içerisinde doğurma ve erkeğine karşı konulamaz bir istek duyma cezası verilmiştir [3].
Kadına yönelik şiddet, ataerkil kültürde kadının erkeğe olan bağımlılığın somut ve soyut manada arttırılması ile sürekli hâle gelmiştir. Ayrıca karı-koca ilişkisini aşıp çevresel koşulların müdahalesi ile gerçekleşen bir yönü de bulunmaktadır [5]. Bu noktada vurgu yapılması gereken kavram, namustur. Namus, erkek egemen zihniyet yapılarının kadını kısıtlamak için başvurduğu en temel dayanaktır. Erkeğin ve eril zihniyetteki toplumların “namus” tanımlamaları içinde bulunmayan ve kadın tarafından istekli ya da isteksiz bir şekilde yapılan her davranış, şiddeti meşru kılmaktadır.
Ataerkil sistemin, toplumların sosyolojik yapılarına girdiği andan itibaren kadına yönelik tutum ve beraberinde dindeki
Şiddet eylemleri ilk aşamada sözlü ve psikolojik olarak yansıtılmaktadır. Şiddete 3
GENCAY karşı kadının tepkileri şiddetin sürekliliği adına belirleyicidir. Kadınların erkeklere göre duygusal hassasiyetlerinin daha etkin olması veya daha duygusal yetiştirilmesi, sözlü şiddetin erkekleri doyurmamasına sebep olurken kadınları değersiz hissettirmesine yol açmaktadır. Bu durumda erkek şiddet eylemlerinin daha ileri aşamaya götürür. Sözlü şiddet, fiziksel şiddet ile somutlaşır. Aslında sözlü şiddetin sürekli olması her iki taraf için hakaret, küfür ve aşağılayıcı sözleri belli bir zaman sonra sıradanlaşmaktadır. Bu durumda daha görünür, hissedilir ve daha doyurucu bir şekilde fiziksel müdahaleler başlamaktadır. Kadın fiziksel şiddete karşı güç yetersizliğinden dolayı karşılık verememektedir [5].
ve hatta ele-yüze bulaştırılması sonuçlara sebep olmaktadır.
gibi
Cinsel şiddet eylemleri pek çok faktöre bağlı olarak çeşitlilik göstermektedir. Bunlar, gerçekleşme biçimi, kurban ile faili arasındaki ilişki türü vb. şeklinde sıralanabilir. Cinsel şiddet türleri üzerinde farklı toplumlarda farklı görüşler olsa da biz genel bir çerçeve çizmek için Dünya Sağlık Örgütü’nün belirlediği cinsel şiddet türlerini temel alacağız. Dünya Sağlık Örgütü; “Şiddet ve Sağlık Konulu Dünya Raporu”nda cinsel şiddet türlerini on bir başlık altında toplamıştır. Bunlar; • Evlilik ve beraberliklerde gerçekleşen tecavüz, • Yabancılar tarafından gerçekleştirilen tecavüz, • Savaş sırasında gerçekleştirilen sistematik tecavüz, • Cinsel birleşmede bulunmaya yönelik istenmeyen cinsel sataşmalar ve saldırılar, • Zihinsel veya fiziksel olarak engelli bireylerin cinsel istismarı, • Çocukların cinsel istismarı, • Zorla evlendirme (çocukların evlendirilmesini de içermektedir), • Gebelikten korunma ya da cinsel yolla bulaşan hastalıklardan korunma yöntemlerini kullanma hakkının engellenmesi, • Zorla düşük yaptırma, • Kadının cinsel bütünlüğüne yönelik saldırgan eylemler (zorla yapılan kızlık zarı ve bekâret muayenelerini içermektedir), • Bireylerin cinsel istismar amaçlı olarak ticari açıdan kötüye kullanılmasıdır [6].
Şiddetin bir diğer türü de fiziksel şiddet teması içinde kendisine yer bulan cinsel şiddet hususudur. Buna, toplumsal cinsiyetin bir etkisi de denilebilir. Cinsellik, kadın-erkek etkileşiminde önemli bir noktada bulunan bir gerçekliktir. Ancak bunun çeşitli sebeplerle ortalığa saçılması, medya gibi pek çok teknolojik unsurun da buna çanak tutması, toplumsal değerlerin bu konuya olan kapalı bakış açısı ile çelişmekte ve devamında kadın bedeninin pazarlanması, evlilik dışı ilişkilerin açık bir şekilde teşhir edilmesi ve meşrulaştırılması, özel ihtiyaçların gizlilik ilkesinin ihlâl edilmesi pahasına ulu orta giderilmeye çalışılması 4
GENCAY Bu tanımlamaların tamamının cinsel şiddet olduğu kabulüyle birlikte en ağır biçiminin “tecavüz” olduğu bilinen bir gerçektir. Birçok ülkede yapılan çalışmalar yüksek sayılarda tecavüz suçu işlendiğini ortaya koymakla birlikte, bu sayıların yalnızca bildirilen olguları yansıtıyor olması, “tecavüz”ün görünenden daha yaygın bir cinsel suç olduğunu düşündürmektedir. Tecavüz, hem cinsel hem de şiddet içerikli bir suç olarak kavramsallaştırılmaktadır. Mağdurların genellikle kadın, faillerin de erkek olduğu tecavüz olgusu, literatürde kadına yönelik şiddet türlerinden biri olarak ele alınmakta ve bu bağlamda tanımlanmaktadır [7].
tamamını aynı anda yaşayabilmektedir. Aile içi şiddetin hangi türü olursa olsun, bu durum kadınlara yaşam kalitesi düşük, korku dolu, güvensiz bir hayat yaşatmakta, onların özgüvenlerini kaybetmelerine sebep olmaktadır [8]. Bunun engellenmesi için yapılan çalışmalar kademeli olarak arttırılmıştır. Örneğin, Mor Çatı, Şiddet Önleme ve İzleme Merkezleri kurulmuştur. Ayrıca aile içinde şiddet uygulayan bireyi, öncelikle ortak yaşam alanlarından uzaklaştırmak, birtakım tedbirlerle birlikte şiddete maruz kalan veya risk altında bulunan aile bireylerinin kişisel haklarını korumak ve daha fazla zarar görmesini engelleyerek, korunmasını sağlamak amacıyla 1988 yılında yapılan yasal düzenleme 4320 sayılı Ailenin Korunmasına Dair Kanun’dur. Kanun maddesine 2007 yılında bazı düzenlemeler getirilmiş ve 2008 yılında uygulanmasını kolaylaştırmak amacıyla uygulama yönetmeliği çıkarılmıştır. 11 Mayıs 2011 yılında kadına yönelik şiddet konusunda en kapsamlı sözleşme olarak tanımlanan İstanbul Sözleşmesi imzalanmıştır. Dahası, Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi de konu ile alakalı dönüm noktalarından birini oluşturmaktadır [9]. Bütün bunlarla birlikte, bir kadının ekonomik gücünün arttırılması, kırsal kesimlerde şiddetin daha yoğun olması sebebiyle bilinçlendirme çalışmalarının yapılması gibi önlem önerileri sunulsa da tam anlamıyla bir sonuca varılamadığı gibi modern kent merkezlerinde yaşayan, sosyal-siyasal yaşamda etkin rol oynayan ve ekonomik özgürlüklerine sahip olan
SONUÇ: Kadına yönelik şiddet tüm toplumlarda ve dönemlerde farklı biçimlerde de olsa uygulanmakta olup yasal kanun ve düzenlemelere rağmen önü alınamamaktadır. Türkiye de kadına yönelik şiddetin yaşandığı ülkelerden biridir. Ülkemizde yaşamakta olan milyonlarca kadın yaşadığı aile içi şiddet nedeniyle hem ruh hem de beden sağlığını kaybetmektedir. Kadına yönelik aile içi şiddet, fiziksel, cinsel, psikolojik- sözel, ekonomik olmak üzere dört grupta ele alınsa da ülkemizde kadınlar, pratikte bu şiddet türlerinin 5
GENCAY kadın bireylerin de şiddetin çeşitli türlerine maruz kaldığı ve birçoğunun kendi isteği ya da bazı çevresel faktörler sebebiyle kayıt dışı kaldığı gözlenen bir gerçekliktir. Dolayısıyla sunulan öneriler de yeterli olamamaktadır.
aileler… Topyekûn bir seferberlik ilan edilip sistematik bir bilinçlendirme sağlanamadığı sürece ülkemizde Münevverler, Özgecanlar, Çilem Doğanlar, Metro Turizm vakaları ve daha niceleri sürmeye devam edecektir.
Toplumun her kademesinde olduğu gibi bu konuda da yine toplumun her kademesinde var olan bir boşvermişlik hâli bunun bir sebebi olarak sunulabilir. Esas sorun da buradan kaynaklanmaktadır. Her kurum, kuruluş, topluluk ve birey bazında insanlar bu konudan kendisine vazife çıkarmalı ve toplumsal bir bilinç mekanizması geliştirilmelidir. Medya, TV programları, adalet sisteminin polisten, hâkime tüm kolları, din görevlileri, akademik kadrolar, eğitim kurumları, öğretmenler, sivil toplum kuruluşları, psikologlar, tıp bilimciler, komşular, akrabalar, bütün
Aşağıda 2014 yılına ait yerleşim yerine göre, yaş gruplarına göre ve eğitim durumlarına göre fiziksel ve/veya cinsel şiddeti gösteren istatistiki verilerin olduğu bazı tablolar [10] ve geçtiğimiz günlerde kocasını öldürmesi ile gündeme gelen Çilem DOĞAN’ın savunması [11] yer almaktadır. Burada amaç, bahsini ettiğimiz toplumsal bilinç ve toplumsal tepki konularını göz ardı etmeye devam ettiğimiz sürece durumun daha nerelere varacağının vurgusunu yapmaktır.
EK 1: 1. Yerleşim yerine göre fiziksel veya cinsel şiddet yaygınlığı, 2014 Fiziksel şiddet Yaşamın herhangi Son bir 12 döneminde ay
Cinsel şiddet
(%) Fiziksel veya cinsel şiddet
Yaşamın herhangi bir döneminde
Son 12 ay
Yaşamın herhangi bir döneminde
Son 12 ay
Türkiye
35,5
8,2
12,0
5,3
37,5
11,0
Kent
35,0
8,3
12,0
5,4
37,0
11,3
Kır
37,5 7,7 11,9 5,0 39,0 Kaynak: Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı ve HÜNEETürkiye'de Kadına Yönelik Aile İçi Şiddet Araştırması, 2014
6
10,1
GENCAY
2. Yaş gruplarına göre fiziksel veya cinsel şiddet yaygınlığı, 2014 Fiziksel şiddet
Cinsel şiddet
Yaşamın herhangi Son Yaş bir 12 grupları döneminde ay
Yaşamın herhangi Son bir 12 döneminde ay
(%) Fiziksel veya cinsel şiddet Yaşamın herhangi Son bir 12 döneminde ay
Toplam
35,5
8,2
12,0
5,3
37,5
11,0
15 - 24
25,4
15,8
9,5
5,6
28,1
17,8
25 - 34
32,4
10,0
10,5
6,2
34,0
13,0
35 - 44
36,8
8,0
11,8
5,5
38,2
11,0
45 - 59
40,1 4,6 14,5 4,2 42,7 Kaynak: Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı ve HÜNEETürkiye'de Kadına Yönelik Aile İçi Şiddet Araştırması, 2014
7,3
3. Eğitim durumuna göre fiziksel veya cinsel şiddet yaygınlığı, 2014 Fiziksel şiddet Yaşamın herhangi Son bir 12 Eğitim düzeyi döneminde ay
Cinsel şiddet Yaşamın herhangi Son bir 12 döneminde ay
(%) Fiziksel veya cinsel şiddet Yaşamın herhangi Son bir 12 döneminde ay
Toplam Eğitimi yok/ilkokulu bitirmemiş
35,5
8,2
12,0
5,3
37,5
11,0
41,4
8,1
14,4
6,3
43,3
11,8
İlkokul
39,9
7,9
12,9
5,8
41,8
11,0
Ortaokul
34,4
11,9
12,6
5,1
36,7
14,1
Lise 24,7 7,4 9,0 4,2 26,8 Lisans ve lisansüstü 19,5 5,5 5,8 2,8 21,0 Kaynak: Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı ve HÜNEETürkiye'de Kadına Yönelik Aile İçi Şiddet Araştırması, 2014
EK 2:
9,6 6,9
değil evde kaç nüfus onun eline bakıyor. Yani evde affedersin aşk yok Hâkim Bey.
“Olay şöyle oldu Hâkim Bey ben anlatayım en baştan; İnsan çocukken, anasında babasında ne yoksa onu arıyor demek ki.
Zaten daha yeni genç olmuşum, kalbim her daim ağzımda, televizyonda izliyorum dizileri, nasıl da tutkulu aşklar, kıskançlıklar, vazgeçememeler. Çocukmuşum daha ama kazınmış aklıma, “ben âşık olup evleneceğim” dedim.
14-15 yaş da çocuk yaşı bence. Annem sürekli bir evi çekip çevirme telaşında, baba desen ne iş bulsa onun peşinde, kolay 7
GENCAY İstedim ki uyurken yüzüne keyifle bakayım, bir bulgur bile pişse evde soframı özenerek kurayım.
Devletin verdiği nikâh cüzdanı benim yaralarımdan daha geçer akçe çıktı. Her seferinde benzer tavsiyeler ile yollandım karakoldan. Azıcık sabırlı olacaktım, yuva kolay kurulmuyordu, biraz suyuna gideydim, erkeklik onurunu rahat bırakaydım. Aile içinde olan biraz da aile içinde kalsındı.
Ben bunun affedersin yeşil gözüne kandım Hâkim Bey. Yeşil böyle çayır çimen ormandır ya hani; ruhum kanatlanıp uçacak sandım. Yeşile uzun bakılır, bıkılmaz sandım. Çocuk da değildim artık ya işte insanın gönlü kaymayıversin. Kabul ediyorum. Buraya kadar benim suçum. O çok ağladığım film gerçekmiş; sevgi emekmiş, bilemedim. Cahilliğime verin ama yeminle gerisinin günahı bende değildir.
Canım çok yanıyordu ama Hâkim Bey. Onun erkeklik onurunun limiti yoktu. Fasulye kılçıklıysa onuruna mı dokunuyordu? Çocuk yaramazlık yaparsa gururu mu zedeleniyordu? Halı bizim namusumuz muydu da leke olunca beynimde patlıyordu? Ellerime bakın Hâkim Bey, çamaşır suyu ile çatlamıştır, bir de ciğerimi görebilsek keşke, kederden ve soluduğum deterjanlardan çoktan solmuştur. Dedim ki kendime, benim canım değilse de kendi parası, yasası bu devletin önemlidir. Bu adam yasaları çiğniyor, bari gideyim onu ihbar edeyim.
28 gün sürdü o yeşil gözlerin derinliği, 29. gün yediğim yumrukla al oldu elmacık kemiklerim, sonrasında öğrendiğim; morluklar iyileşirken yeşile dönüyor insan derisinin rengi. O’dur yani. Bitmedi Hâkim Bey. Bir yumrukla bitmedi. Ne iş yaptığını bilemiyordum, dükkânı vardı esnaf sanıyordum. Milleti haraca bağladığından, tefecilikten kazandığı ile benim çorba kaynattığımdan haberim yoktu. Her öğrendiğim yeni bir iz oldu bedenimde. Allar mora, morlar yeşile dönüştü. Ben zaten elimden geleni yaptım. Mahkemede ben değil, o sanık olsun istedim. Her bir fiskeden sonra karakolda aldım soluğu. İnsanım sandım devlet nezdinde.
Dövmekten yargılanmazsa, eve giren kanlı paradan yatsın bari. En azından soluk alırdık birkaç yıl kızımla ben. Kızım var benim Hâkim Bey, ellerinizden öper. Çok akıllı çok usludur aslında. Bebekken de böyleydi. Hamileyken 8
GENCAY yediğim dayaklardan bir haller oldu sanırdım başlarda. Ama demek ki anasına daha da dert olmamak için Tanrı vergisi sakin oldu yavrucak.
İnsanın hayatı bir film şeridi gibi geçiyorsa ölmeden önce gözlerinin önünden; işte benim mutlu sahnelerim de bu kadarcıkmış demek ki.
Benim ihbarlar kâfi gelmedi. Savcıya söyler sandığım polis gitti durumu koca dediğim adama anlattı. Yolun başında göründüğünde anladım. Malum olmuştu zaten, kalbim ağzımda atıyordu gün boyu. Analık refleksi de istersen Hâkim Bey, ilk iş kızıma sarılıp kokladım. İnsan öleceğini anlıyor biliyor musun?
“Çocuğu odaya götür” dedi bana. Ahlakı da bu kadar işte, anasız kalsın çocuk, ama anasını da ölü gözleri tavana bakarken hatırlamasın istedi herhal. Aklımdan o kadar çok şey o kadar kısa sürede geçti ki Hâkim Bey, ben inanın sandığınızdan daha akıllıyım sanırım. Uzattım biraz kızımı odaya götürüp yatırma faslını. Hatta sonra bir de “dur çamaşırları asayım” dedim ama bu kadardı yeminle Hâkim Bey. Tüm planım azıcık daha hayatta kalabilmekti. Bir kaç dakika daha.
Kırar gibi çaldı kapıyı. İlk 10-15 dayaktan sonra, insan korkmaz oluyor kaba dayaktan. Canının ne kadar yanacağını biliyorsun. Acı eşiğin de yükseliyor. Yine de her seferinde yüreğin ağzına geliyor, için kanıyor gibi hissediyorsun. İçin kanarsa ölürsün. Biz filmlerden, biz ölenlerden öyle gördük. Dayaktan değil de ölmekten korkar oluyor insan.
Yüzümde patlayan kabza planda yoktu, yatağa savrulmayı planlamadım, elim yeminle kazara girdi yastığın altına. O yastığın altına daha o sabah silah sakladığını bile bilemezdim. Öyle bir ölüm korkusu vardı yine içime. Ama ilk kez o gece, çocukken anamın yaptığı keşkeğin tadı geldi ağzıma.
Gözlerini görseniz, kafasından çok daha öndeydi, tükürükleri yüzümde patlıyordu. Yumruğu öyle hızlı iniyordu ki aralarda nefes bile alamıyordum.
Bir de çocukluğumdan kısacık bir piknik anısı, ayaklarımı dereye sokmuş oynarken annemin elime tutuşturduğu ekmek arası köfte, bir de kızım doğduğu gece kucağımda bir bebek kokusu ile daldığım yorgun ama mutlu ilk uyku.
Seyit Çavuş’u hatırlayın Hâkim Bey, bize ortaokulda anlattılardı. 200 kiloluk mermiyi kucaklayıveren Seyit Çavuş. Savaş gibi bir şeydi, memleket değil, ben elden gidiyordum. Elim metale değdi. 200 9
GENCAY kiloluk mermiyi kavrar gibi, parmaklarım yerini buluverdi. Yoksa Hâkim Bey yeminle, sahil kenarında balon bile vurmuş değildim.
Oysa namus benimdir Hâkim Bey, bir kâğıda imza attık diye kimselere bırakmam. Sonuna kadar idare edebilmiş olmam, elaleme değil de başıma gelenleri hep karakollara anlatmış olmam, kızıma hiç fark ettirmemiş olmam namusumdur. O utanmamış yaptıklarından, benim utanacak bir şeyim yoktur.
Sıktım mı hatırlamıyorum, kaç kere sıktım hatırlamıyorum. Üzerime düştü bir onu biliyorum, bir de ağırlığından kurtulmaya çalıştığımı. Üzerimde hep bir ağırlıktı zaten ama böylesini ilk yaşadım. Nasıl kalktım bilmiyorum, kızımı nasıl aldım kucakladım, ayağımda terlik var mıydı, üstüm kan mıydı vallaha hatırlamıyorum. Öldüğünü duyunca kendim geldim söyledim Hâkim Bey.
İçimdeki hayatta kalma atamıyorum Hâkim Bey.
mutluluğunu
Ağlayamamam bundandır.
“Sanırım ben yaptım” dedim. Nasıl oldu anlamadım ama sanırım ben yaptım. Erkekler takım elbise giyip önüne bakınca cezası iniyor, benim takımım, kravatım yok. Annem apar topar bu tişörtü bulabilmiş. Bir de ne yalan söyleyeyim hayatta kalmış olmanın saklayamadığım bir sevinci var içimde. O ölmese ben ölecektim. O size, beni pazarlamaya karar verdiğini söylemeyecekti, başka adamların koynuna beni sokma planlarını anlatmayacaktı, benim patlıcan fazla pişti diye, perdeler azıcık kirlendi diye, masada kırıntı kaldı diye yediğim dayakları söylemeyecekti, kaç kere hastanelik olduğumdan bahsetmeyecekti.
Ne yalan söyleyeyim aynı acının çemberinden geçmiş, sağ kalabilmiş kadınlarla aynı koğuşta, bir ömür kazasız belasız da yaşarım ben ama benim bir kızım, bir de memleketin aç kaldığı bir adalet var.
Çay bahçesinde çekilmiş bir fotoğrafım var. Biraz yan gülmüşüm. Belki de o fotoğrafı gösterip namussuz karılar gibi çıkmış filan diyecekti. Karısını başka adamlara satan o değilmiş gibi “namusumu temizledim” diyecekti. Siz onu 3-5 yılla yargılayıp, namusu kirlendi diye mazur görüp, yandan gülüşümü tahrik sayıp bir de üzülecektiniz adama.
Hem sevebilseydi o da ölmezdi değil mi ama?
Gel sen, ölmedim diye beni cezalandırma, benim bir derdim; kızımın bari mutlu olmasıdır. Yanında ben olayım. Can alan bir katil değil, can derdinde bir kadın de bana. Kurşunla yatıp kurşunla kalkan, yastığın altında silahla yatan adamlar hiç eceliyle ölmüş mü?
Öldüyse hepsi benim suçum mu?” Çilem Doğan KAYNAKLAR 1. Türker, Y. (1996). Şiddetle Seviyorum! Cogito Şiddet, Yapı Kredi Yayınları.
10
GENCAY 2. Kaya, R. (2010). Bir İfade Biçimi Olan Şiddetin Yaygınlaşması, Yüksek Lisans Tezi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Dumlupınar Üniversitesi, Kütahya. 3. Hepşen, Ö. (2010). Tevrat, İncil ve Kuran-I Kerim’de Kadın Bedeni, Yüksek Lisans Tezi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara Üniversitesi, Ankara. 4. Kutsal Kitap: Eski ve Yeni Ahit (Tevrat ve İncil), (2009). Yeni Yaşam Yayınları, İstanbul. 5. Yıldırım, S. (2015). Kadına Yönelik Şiddet Ve Ataerkillik. Yüksek Lisans Tezi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Atatürk Üniversitesi, Erzurum. 6. World Health Organization (2002a) World Report on Violence and Health. Geneva: WHO. http://www5.who.int/violence_injury_prevention/d ownload.cfm?id=0000000582 7. Çoklar, I. (2007). Kadına Yönelik Cinsel Şiddetin Meşrulaştırılması ve Tecavüze İlişkin Tutumlar.
Yüksek Lisans Tezi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ege Üniversitesi, İzmir. 8. Ömek, H. (2013) Kadına Yönelik Şiddet ve Din İlişkisine Sosyolojik Bir Yaklaşım: Ankara’da Kadın Sağınmaevleri Örneği, Yüksek Lisans Tezi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara Üniversitesi, Ankara. 9. Akyıldız, M. (2014). Kadına Yönelik Şiddetle Mücadelede Bir Model Olarak Şiddet Önleme Ve İzleme Merkezi. Yüksek Lisans Tezi, Adli Tıp Enstitüsü, İstanbul Üniversitesi, İstanbul. 10. http://www.tuik.gov.tr/MicroVeri/KYAS_2014/o zet-tablolar/index.html 11. https://www.evrensel.net/haber/274257/olaysoyle-oldu-hakim-bey
11
GENCAY
TÜRK TARİHİNDE AY-YILDIZ MOTİFİNİN KÖKENLERİ Sergen ÇİRKİN Tarih boyunca Türk Milletinin en kadim simgelerinden biri olarak görülen ve neredeyse tamamen Türkler ile özdeş bir hal almış olan Ay-yıldız motifi, günümüz Türk Cumhuriyeti’nin de resmi simgesidir. En az dört bin yıldan beri Türk soylu halklar tarafından kullanılan bu motif Selçuklu ve Osmanlı İmparatorlukları gibi büyük coğrafyalara hükmeden Türk devletleri sayesinde geniş bir alana yayılmış ve pek çok Müslüman devletin ortak motifi haline gelmiştir. Ay-yıldız motifi bugün başta Türkiye Cumhuriyeti olmak üzere 14 devletin bayrağında yer alan bir simgedir. Bunlar: Azerbaycan, Türkmenistan, Özbekistan ve KKTC gibi Türk devletlerinin yanı sıra: Cezayir, Libya, Tunus, Pakistan ve Moritanya gibi ülkeleri ve hatta birer Müslüman Ada devleti olan: Malezya, Singapur, Maldivler ve Komor Adaları’nın içinde bulunduğu bir coğrafyayı kapsar.
Türk Ceza Kanununun 526. maddesi uyarınca cezalandırılırlar(1). Türk halkları tarafından her dönem kutsal kabul edilen ve resmi devlet simgesi olarak kullanılan Ay-yıldız motifinin kökenlerini incelemek ve neden bu kadar önem taşıdığını anlamak için tarihi kayıtlara, arkeolojik buluntulara ve destan-efsane gibi mitolojik metinlere bakmak gerekmektedir. Diğer kaynaklara kıyasla somut birer delil olması açısından ise arkeolojik buluntular hiç şüphesiz en önemli veri kaynağımızdır. MİHR-Ü MAH Ay-yıldız motifini incelemeden önce bu terimi daha geniş anlamda açıklamamız gerekmekte. Öncelikle şunu belirtilmek gerekir ki buradaki yıldız betimi çoğu kez Güneşi tasvir etmektedir. Yani Ay-yıldız geceleri değil bilakis gündüzleri görünen Ay’ı ifade eder. Ay ve Güneşin buluşması iki kutsal gücün bir araya gelmesidir. Bu Osmanlıca’da “Mihr-ü mah” (Ay-güneş) Arapça’da İctima, Latince’de Conjunctio olarak ifade edilir. Eski Türkçe’de ise “Kün-Ay “ şeklinde adlandırılmaktadır. Her ayın 29. günü Ay, gündüz saatlerinde gökyüzünde Güneşle birlikte görülür fakat buna karşın bizler bu olaya çoğu kez dikkat etmeyiz. Bu yüzden Ay-yıldız ikilisinin sanki geceleri oluşan bir betim olduğu zihinlerimizde yer etmiştir. Oysa bu fikrin yanı sıra Türk’ün kutsal saydığı Ay-yıldız gündüzleri Güneşle birlikte
Türk Bayrağı 2893 no.lu “Türk Bayrağı Kanunu” ile tanımlanmış ve koruma altına alınmıştır. Buna göre al zemin üstüne ak Ay-yıldızlı Türk bayrağı resmi törenler dışında kürsülere serilemez, giysi ve üniforma olarak giyilemez ve ya basılamaz. Kanuna aykırı davranan kişiler
12
GENCAY sonsuz gökyüzünün maviliklerinde beliren bir ikilidir(2). AY-YILDIZ MOTİFİNİN SAHNESİNE ÇIKIŞI
gösterilerek ilk Hilal-yıldız ikilemesi yapılmış oldu. Bu motif bazen taş kabartmalarda, bazen mühürlerde bazen de kil tabletlerde işlenmiş ve günümüze kadar ulaşmıştır. Yandaki fotoğrafta M.Ö. 2100 yılına ait Sümer kralı Ur-nammu’ya ait bir kabartma mevcuttur. Kabartmanın en üstünde koruyucu Ay-yıldız motifinin işlendiği görülmektedir. Sümerler gibi Asya kökenli bir başka Mezopotamya devleti olan Kassitler’de de Ay-yıldız motifleri vardır. Kassitlerin yaptığı “kudurru” denilen ve devletin sınır boylarına dikilen “sınır taşlarında” da Ayyıldız motifleri işlenmiştir(3).
TARİH
Orta Asya’da Yıldızlar ve Ay ile ilgili ilk tasvirler öncelikle kaya resimlerinde karşımıza çıkmaktadır. Fakat bunlar Ayyıldız ikilisi şeklinde değil tekil olarak yapılan tasvirlerdir. Orta Asya’da M.Ö. 5.000’lere ait kaya resimlerinden başlayıp daha sonraki şaman davullarında da benzer şekilde tasvir edilen Ay ve YıldızGüneş motifleri Asyalı Türk-Moğol halklarının evren tasarımı hakkında bilgiler sunmaktadır. Fakat Hilal ve yıldızın birlikte tasvir edildiği ilk belgeler Mezopotamya’da bugünkü Güney Irak’taki Sümer şehirlerinde ortaya çıkmıştır.
Hunlar ve Choular Devrinde Ay-Yıldız
Sümerlerde Ay-yıldız
Mö.1028-281 yılları arasında Çin’de hüküm süren Chou hanedanı ünlü Çin bilimci W. Eberhard’ın da belirttiği gibi Türk soylu bir hanedandır ve Hunların atalarındandır(4). Chou’ların resmi devlet simgesi Ay-yıldız olmuştur. Karma felsefesi olarak bilinen Yin-yang yani iç içe geçmiş siyah ve beyaz, Ay ve Güneşin simgesidir. Yang: Güneşi, güneyi, kırmızıyı ve sıcaklığı; Yin ise: Ay’ı, kuzeyi, soğukluğu ve suyu temsil etmekteydi. Yandaki çizimde Chou devrine ait iki bronz bıçağın üzerinde Ay-yıldızın işli olduğu görülmektedir. Hunlarda Ay’a övgü, başlıca ibadetlerden biri olmuştur. Eski Çin kaynaklarına göre Hun Hakanı, her sabah çadırdan çıkarken güneşi, akşamları
Tarihte bariz bir şekilde Hilalden oluşan Ay-yıldız motifini ilk kez Sümerler kullanmıştır. Sümerler MÖ. 3000’de Güney Irak’ta tarihin ilk devletini kurdular ve bugünkü medeniyetin inşasında çok büyük bir adım attılar. Sümer dili Türkçe’ye oldukça yakın bir dildi. İnançları da Türklere büyük ölçüde benzer bir yapıya sahipti. Sümer Ay tanrısı “Nanna-Suen” ve Güneş tanrısı “Utu” ve ya Tanrıça İnanna’nın sembolleri bir arada 13
GENCAY çadırlarına girerken ise Ay’ı selamlayarak çadırına girmektedir (5).
Kuşhan Tanrıçası Nanaina’ya ait heykelciklerde tanrıçanın hilal biçimli bir taç giydiği görülmektedir. Hilal başlık giymek Kuşhanlarda çok yaygın bir gelenekti. Tanrıçanın yanı sıra İmparatorlar da tıpkı Ak-Hunlar ve Göktürkler gibi hilal biçimli taçlar giymekteydi. Kuşhan tanrıçasının giydiği başlık ise Göktürk Orhun kitabelerinde geçen Tanrıça Umay’ın Balballarından bildiğimiz tipte bir başlığı anımsatmaktadır(6).
Ak-Hun ve Kuşhanlar’da Ay-Yıldız
Ak-Hunlar, Doğu Türkistan'dan Güney İran’a uzana bir alanda 5.yy’da bir devlet kurmuşlardı. 430'da Ak Hunlar'ın başına Aksuvar Kağan geçtiğinde İran’da Sasani tahtında Firuz bulunmaktaydı. Firuz, AkHunlar üzerine savaş açınca Hunlar İran Üzerine yürüdü ve tarihi kayıtlara geçtiği kadarıyla savaşta Turan taktiğini kullanarak Sasanileri yenilgiye uğrattılar. Bu döneme ait Ak-Hunlardan kalma Sikkeler üzerinde kağan portresine yer verilmiştir. Bu sikkelerde Kağanların hilal şeklinde bir taç taktığı, ayrıca yine hilal biçimli âlemlerin tamga olarak kullanıldığı görülmektedir.
Göktürklerde Ay-Yıldız
Avar yönetimine karşı isyan eden Bumin Kağan 552 yılında bağımsızlığını ilan ederek Göktürk devletini kurdu ve Ötügen’i başkent yaptı. Devletin Batı bölümünü de Türk töresine bağlı olarak kardeşi İstemi Yabguya bıraktı. Devletin kurucu hanedanı Aşinalara ait damgalar Hilal ve yıldızdan oluşan bir motifti. En gösterişli yıllarını Bilge Kağan ve Kül-Tigin zamanında yaşayan Göktürkler 742 yılında Uygurlar tarafından yıkıldı. Fakat şunu kaydetmek gerekir ki Göktürk İmparatorluğu yıkıldıktan sonra bile Göktürk Kağanları küçük beylikler ve aşiretler şeklinde yaşamaya devam ettiler. Zira 941 yılında Göktürklerin Çine elçi gönderdiği bilinmektedir. Bu tarihten sonra ise Çin yıllıkları artık önemli bir nüfusa sahip olmadıklarını söyleyerek Göktürkler hakkında bilgi vermeyi bırakır. Göktürklerin 941 yılına kadar var olmaları
Kuşhanlarda Ay-Yıldız
Hunların saldırılarından kaçan Yüeçiler batıya göç ederek MS I. yüzyılda bugünkü Afganistan, Pakistan ve Kuzeybatı Hindistan’a geldiler. Bu göç sırasında Türk boylarıyla kaynaşarak yeni bir devlet oluşturdular ve belirtilen coğrafyada Kuşhan Devletini kurdular. 14
GENCAY Türk tarihi açısından çok önemlidir. Çünkü devletlerinin yıkılmış olmasına rağmen Göktürklerin isimleri Gazneniler ve Tolunoğullarının yaşadığı 10. yüzyıla kadar varlığını korumuştur(7). Göktürklere ait Ay-yıldız motifinin ele geçtiği başlıca kaynaklar Göktürk sikkeleridir. Bu sikkeler Ötügen, Taşkent, Fergana vadisi, Semerkant, Buhara ve Kabil gibi bölgelerden ele geçmiştir. Sikkelerde en çok kullanılan unvanlar Kağan, Tigin, Yabgu ve Todun’dur. Sikkeler altın, gümüş, bakır ve bronz gibi madenlerden darp edilmiştir. Sikkelerde Göktürk alfabesinin yanı sıra özellikle ipek yolu ticaretinde kullanılan sikkeler üzerinde Çin ve Soğd alfabeleri de kullanılmıştır. Göktürk devletinin bastırdığı paralarda devlet simgesi olarak Ay-yıldızı kullanmış olması ve Kağanların Ay-yıldızlı taçlar giymiş olmaları Türklerin tarih sahnesine çıktıkları ilk anlardan itibaren Ay-yıldızı ulu ve kutsal bir simge olarak gördüklerini kanıtlamaktadır (8).
Çirdan Yabgu
Hükümdar Nirt
Kabil bölgesinde bulunan iki sikke üzerinde “Ateş Hükümdarı” yazmaktadır. Tiginler başlarında Ay-yıldızlı birer taç taşımaktadır. İlk sikke üzerinde Şahi Tigin adı okunmaktadır. Uygurlarda Ay-Yıldız
Uygurlar kağanları “Kün Tengride Kut bulmuş Kagan” şeklinde bir unvan kullanmaktaydı. Yani kendilerini Güneşten/Gök’ten Kut almış olarak görüyorlardı. Uygurlarda “Kün Tengri” ismine sıkça rastlanır ve Uygurların “Gök Tapınağı” denilen yerlerde ibadet ettikleri bilinmektedir. Bu tapınaklar arkeolojik kazılar sayesinde ortaya çıkarılmıştır. Tapınakların içinde duvarlar ve tavanların çok ince bir zevkle boydan boya resmedildiği görülür. Resmedilen bu freskolarda gökyüzü ve yıldızlara yer verilmiştir. Ayrıca Uygur askerleri ellerinde pars kuyruklarının asılı olduğu Hilal başlıklı Tuğlar taşımaktaydı(9). Uygurlar, Göktürkleri yıktıktan sonra Ötügen kentinde onların yerine 744’te Uygur Devletini kurarlar. Her şeyi ile yıkılan Göktürklerin açık bir devamı olan Uygurlar, Göktürklerin hilal ve yıldız motifini almışlar ve hatta uzunca bir süre
Tegin ünvanlı sikke
Çagani sikkesi
15
GENCAY Göktürk yazısını etmişlerdir(10).
kullanmaya
devam
ısrarla devlet simgesi olarak kullanılmış olması, Ay-yıldızın Türkler için ne denli önem taşıdığını göstermektedir.
Müslüman Türk Devletlerinde Ay-yıldız Müslümanlık 8.yy’dan sonra Türkler arasında yayılmaya başlamış ve öncelikle “İdil Bolgar Devleti” Arap tüccarlar sayesinde Müslümanlığa geçen ilk Türk devleti olmuştu. Ardından Karahanlılar, Tolun ve Ihşid oğulları, Harzemşahlar ve Gazneliler Kurulan ilk Türk Müslüman devletlerarasına girmiştir. Türkler Müslümanlığa geçmelerine rağmen kendi geleneklerini terk etmediler ve özellikle devlet yönetimi konusunda eski adetlerini sürdürmeye devam ettiler. Öyle ki Büyük Selçuklu İmparatorluğu ile birlikte Türkler, İslam devletlerinin koruyucusu olmuş ve kendi kültürlerini başta Ay-yıldız olmak üzere diğer kültürlere aktarmıştır.
Osmanlı Sancağı Kanunnamesi
ve
İlk
Bayrak
Osmanlı İmparatorluğunda 1844 yılına kadar bir bayrak bütünlüğü yoktur. Devletin, donanmanın ve ordunun farklı bayrak ve sancakları vardır. Bu sancakların tamamının ortak noktası ise Hilal olmuştur. Kayı boyunun damgası tıpkı Göktürk hanedan boyu Aşinaların damgası gibi bir hilalden oluşuyordu. Hilal biçimli bu damgalar mezar taşlarında, belgeler de ve hayvanların üzerinde boy simgesi olarak basılıyordu. Ayrıca tuğ dediğimiz asalarda da Hilal kullanılıyordu. En uç kısmında metal bir hilalden oluşan tuğlarda, hilalin etrafında kürk ve keten gibi malzemeden saçaklar bulunuyordu. Tuğlardaki bu anlayış ise Uygurlardan kalma bir gelenekti(11). Osmanlı sancağı olarak kullanılan üç hilalin ise farklı anlamları bulunmaktaydı. Üç hilal; Asya, Avrupa ve Afrika’daki Türk hâkimiyeti
Kutbeddin Muhammed Harzemşah tarafından 1077 yılında Selçuklu toprakları üzerine kurulan Harzemşahlar Devleti, ilk Müslüman Türk Devletleri arasında Ay-yıldız motifinin devlet simgesi olarak kullanıldığını gösteren eserler bırakmıştır. Harzemşahların; Kutbuddin Muhammed, İl Arslan ve Celaleddin Han gibi hükümdarları bastırdıkları sikkelerde Ak-Hun ve Göktürk Kağanları gibi Ayyıldızlı taçlar kullandıkları görülmektedir. Ak-Hunların yıkılışı üstünden 500 yıl gibi bir zaman geçmiş olmasına rağmen aynı coğrafyada bir biri üzerine kurulan bu Türk devletlerinde Ay-yıldız motifinin 16
GENCAY temsil etmektedir. Ayrıca bunlar: iman, Adalet ve ahlakı ifade etmekteydi. Daha geniş anlamda açıklamak gerekirse üç hilalin anlamı şöyle açıklanabilir:
yazılmıştır. Filikalara çekilecek sancakların da özellikleri belirtilmiştir. 29 Mayıs 1936’da T.B.M.M tarafından çıkartılan, 2994 numaralı “Bayrak Kanunu” ile Türk Bayrağı’nın özelliği ve kullanım nitelikleri detaylıca açıklanmış ve 5 Haziran 1936 tarihli Resmî Gazete’ de yayınlanmıştır(12).
Türk Birliği; Türk Ulusunun çoğunlukta olduğu bütün yurtların birleşerek tek ulus ilkesini gerçekleştirmek. İslam Birliği; Türk birliği gerçekleştikten sonra Müslüman diğer milletleri bir bayrak altında toplamak.
Ay-Yıldız Motifinin Mitolojisindeki Yeri
Türk
İslamiyet’ten önceki Türk toplumları arasında Gök-Tanrı dini ve Şamanizm en yaygın inançlardı. Orta Asya’nın uçsuz bucaksız düzlükleri ve bozkırlarında yaşayan insanlar tabiat kuvvetlerine ve özelliklede gök cisimlerine kutsiyet ithaf etmiş, onlara büyük saygı göstermiş, destanlarında ve efsanelerinde bu unsurlara sıkça yer vermişlerdir. "Ay ışığında savaş" Eski Türklerde ve hatta Osmanlı ordularında dahi kutsal kabul edilmiştir.
Türk Cihan Hâkimiyeti; Türk nizamını yaymak ve Cihanda Türk hâkimiyetini sağlamaktır. Klasik devir Osmanlı ülkesinde kullanılan tüm bu sancak, damga ve tuğlar Tanzimat ve Batılılaşma hareketleri nedeniyle tek bir bayrak haline gelmiş ve 1844 yılında Sultan I. Abdülmecid bayrak nizamnamesini yayınlayarak Osmanlı Devletinin resmi bayrağını Ay-yıldızlı bayrak olarak kabul etmiştir.
Eski Türklere göre, Ay ile Güneş insanlara iyilik getiren ve onları koruyan, iki kutlu ve güçlü varlıktı. Onlar, insanları kötü yola sapmadan korurdu. Güneş, sıcağın; Ay ise, soğuğun sembolüydü. Bu sebeple Güney Sibirya’dan Altay Dağlarına soğuk bir coğrafyada hüküm süren ilk Türk toplulukları Ay’a Güneş’ten daha fazla önem vermiştir. Tüm bu nedenlerden ötürü Ay-yıldız kavramı Türk halklarında kutsal bir anlam taşımakta ve saygı görmekteydi. Ay’ın Hilal haline gelmesiyle ilgili ise Türk mitolojisinde şöyle bir anlayış bulunmaktadır: Ay, Dolun Ay haline geldiğinde, kurtlar ve vahşi hayvanlar hemen koşarlar, Ay’dan birer parça koparıp yerler ve böylece Ay gökyüzünden kaybolurmuş. Sonradan
Cumhuriyetin ilanından sonra yeni Türk devletinin bayrağı da aynı şekilde korunmuştur. 22 Ekim 1925’te çıkartılan “Sancak Talimatnamesi” kararnâmesiyle Türk bayrağının nasıl imal edileceği, ölçüleri, ay ve yıldızın nerede bulunacağı 17
GENCAY yaralarını sarıp, iyileşen Ay, gökyüzünde yeniden doğarmış. Bu nedenle Ay bazen Hilal bazen Dolunay şeklinde görür devamlı şekil değiştirirmiş(13).
birleşip, Dünya’yı yakacağına ve o zaman kıyametin kopacağına inanılmaktadır(14).
DİPNOTLAR
Türk ve Moğol halkları Hakan soyunun Ay’dan yani Gök Tengri’den geldiğine inanmaktaydı. Moğolların inanışına göre Alan Hatun, gece çadırında yatarken, çadırın bacasından Ay ışığı sızıyor ve bu ışık kadının üstüne düşüyor. Kadın, böylece gebe kalıyor. Cengiz Hanın soyu işte bu doğan çocuklardan yani Ay Ata’dan geliyordu. Hanedan soyunun Gökten Kut almış olması ve Ay Ata’dan geldiği inancı Ay’a ne kadar önem verildiğini göstermektedir, öyle ki bu inanç İslamiyet’e geçtikten sonra dahi terk edilmemiştir. Mısır Memluk Kıpçaklarında İlk insanın yaradılışıyla ilgili kayıtlara geçen şöyle bir efsane bulunmaktadır: Eski çağlarda, çok fazla yağmur yağdığından sık sık seller olurmuş. Bu sellerin önündeki çamurlar sürüklenerek Karadağ adlı bir dağın içindeki mağaraya dolmuşlar. Mağaranın içindeki kayalar yarılmış. Çamurlar bu yarıklara dolmuş, aradan çok zaman geçmiş. Yarıklardaki toprak, sular ile bezenmiş. Ardından günlerce hiç durmadan rüzgâr esmiş. Böylece insana can vermek için buluşan su, toprak ve rüzgâr ilk insanı meydana getirmişler. Bu insana “Ay Ata” adı verilmiş.
1. 18171sayılı Resmi Gazete: 24/9/1983. 2. Esin, 2004: 61. 3. Moortgat,1967: 194. 4. Eberhard,2007:31. 5. Beydili,2004:76. 6. Esin,2004: 70-75. 7. Taşağıl,2003:62. 8. Rtveladze,1987:Katalog. 9. Esin,2004:80-81. 10.Şahin,2003: 18. 11.Osmanlı Devleti hakkında Türkiye’de hazırlanmış belki de en kıymetli çalışma İsmail Hakkı UZUNÇARŞILI’nın “Büyük Osmanlı Tarihi” adlı ansiklopedik çalışmasıdır. Uzunçarşılı, Osmanlı çalışmaları hakkında bakılması lazım gelen ilk kayaklardan olmalıdır. 12.Soysal,2010:230. 13.Esin,2001: 67-70. 14.Öğel,2006: 200-203. KAYNAKÇA BEYDİLİ 2004, Celal Beydili, Türk Mitolojisi, İstanbul. EBERHARD 2007, Wolfram Eberhard, Çin Tarihi, Ankara. ESİN 2001, Emel Esin, Türk Kozmolojisine Giriş, İstanbul. ESİN 2004, Emel Esin, Türk Sanatında İkonografik Motifler, İstanbul. MOORTGARD 1967, Anton Moortgard, Die Kustdes Mesopotamien, Köln-Almanya. ÖGEL 2006, Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi, Ankara. RTVELADZE 1987, E. Rtveladze, Starinnye Monety Srednyeĭ Azii, Taşkent. SOYSAL 2010, Mahmut Enes Soysal, “Tarihsel Süreçte Bayrak ve Sancaklarımız” A. Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi42: 209-239, Erzurum. ŞAHİN 2003, Muhammet Şahin, Türk Tarihi ve Kültürü, Ankara. UZUNÇARŞILI 1988, İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Büyük Osmanlı Tarihi, Ankara.
Türk halklarının inançlarına göre Ay veya Güneş tutulmasının nedeni, meleklerin onların önünde kanat açmasıdır. Irak Türkmenleri ise Ay tutulmasını savaşın habercisi olarak görmüşlerdir. Tutulma kıtlığın ve ölümün işareti sayılmıştır. Anadolu'daki, Ay’la ilgili halk söylencelerine göre, bir gün Ay’la Güneşin
18
GENCAY
NE DEĞİŞTİ? Hakkı Suat YILMAZER Türk’üz ve Müslüman bir milletiz. İslamiyet’i kabul etmemizin üzerinden yüzyıllar geçti. Türklüğümüz ise ezelden beri. Dünya arenasında Türklük ile nam salmışken, İslamiyet’i kabul etmemizle bambaşka bir millet haline gelmişiz. Damarlarımızdaki kan ve yüreğimizdeki iman ateşi ile kültürümüz de şekillendi. Dünyanın gıpta ile baktığı bir tarihe de sahip olduk.
yeteneklerimiz, birikimimiz seviyesinde de görevlerimizi yerine getirmeye gayret gösteriyoruz. Bu bağlamda ülkemizde yaşanan hadiseleri de takip etmek gerektiğinin bilincindeyiz. Ülkemizdeki ve dünyadaki gelişmeleri öğrenmek adına karşısına geçtiğimiz ekranlar bizleri adeta dumura uğratıyor. Önce bir şok dalgası yayılıyor beynimize. Sonra bizleri şoka uğratan haberlerin içeriklerine kendimizi kaptırıyoruz. Bir taraftan seyrederken bir taraftan da haberlerdeki hadiselere mırıldanma yoluyla tepkiler veriyoruz. Bu durum yaklaşık olarak 20-30 dakika arası sürüyor. Haberler bittiğinde ise bedenimizdeki tüm enerji buhar olup uçmuş gibi oturduğumuz yerden kalkamıyoruz. Veya tam tersi, izlediklerimizden sinirlerimiz geriliyor, haberlerdeki hadiselere tepki göstermek adına bir şeyler yapabilmek için yerimizde duramıyoruz. Daha sonra birçoğumuz tepkimizi ifade edebilecek mecralara yönelemediği için gerilmiş olan sinirler ve had safhaya çıkmış öfkemiz bir balon gibi içimizde patlıyor. Hal böyle iken haber bültenlerini, küçük çocukların korktukları “öcü” gibi görüyor ve uzaklaşıyoruz. Dikkat ederseniz, artık haber bültenlerinin izlenme oranları çok da yüksek seviyelerde değildir.
Ama bu durum son zamanlarda hasar görmüş görünüyor. Kanı Türk ruhu İslam olan bu milletin insanları merhametli, yüreği sevgi ve cesaret dolu, büyüklerine hürmetli, küçüklerine ise her alanda sahip çıkan, tecrübesini aktaran ve her türlü kötülüklerden muhafaza etmeye gayret gösteren bir millettik. Bu özelliklerimizin yok olmadığını ve halen devam ettiğini düşünebiliriz fakat hasar gördüğünü göz ardı etmememiz gerekmektedir. Zaman geçiyor, dünya düzeni değişiyor. Teknoloji artık hayatımızın tam merkezinde, çoğumuzu da esir almış durumda. Mesele bu değil pek tabii. Mesele, bambaşka. Ülkemizde yaşanan hadiseleri öğrenebilmek adına akşam saatlerinde televizyon kanallarının haber bültenlerini takip ediyoruz. Eli kalem tutan, memleketin dertleriyle dertlenmeyi, sevinciyle mutlu olmayı şiar edinmiş genç bireyler olarak böyle de davranmak mecburiyetindeyiz. Mensubu olduğumuz Türk milletinin bekası hususunda biz gençlere düşen görevlerin farkındayız ve
Peki, Haber Bültenlerini izlememekle, gerilmiş olan sinirlerimiz yatışıyor mu? Ya da ülke ve dünyada kültür-sanat- bilim alanlarında yaşanan gelişmeleri takip 19
GENCAY etmemekle daha mı “güzel” bir hayatımız oluyor? Pek tabii ki olmuyor…
yönüyle anlayıp yaşantısına yansıtmış olan biz Müslümanların anlayışında ne değişti?
Haberlerde bizleri şoka uğratan (3.sayfa haberleri de denilebilir) cinayet, tecavüz olayları sonlanmış mı oluyor?
Ne değişti diye soruyoruz… Her ne kadar kendi arasında fikir ayrılıklarına, yol farklılıklarına düşülse de karşısında vatan toprağına, millet insanına, kültür değerlerimize kem gözle bakan ve bunu icraata döken şer odaklarına karşı tek vücut, tek yumruk ve bir bütün olan milletimizde ne değişti?
Vatan topraklarımızın birçok yerinde kalleşçe şehit edilen askerimizin polisimizin, vesikalık bir fotoğrafını ve acılı anne-babanın evlatlarının arkasından döktükleri gözyaşlarını feryatlarını görmeyince, yüreğimiz şehidimizin arkasından yanmıyor mu? Şehidimizin önce Allah’a sonra da bizlere emanet bıraktığı o ufacık yavruların, babalarının cenaze törenlerinde döktükleri gözyaşlarını görmeyince, hissettiği o dayanılmaz acıyı anlamıyor muyuz? Anlamıyor isek, ne acı bize…
Sultan Alparslan deyince cesareti artan, Fatih Sultan Mehmet deyince göğsü kabaran, Mustafa Kemal Atatürk deyince aklı ve damarlarındaki asil kan sayesinde her türlü zorluğu aşabilecek kudreti kendinde hisseden biz Türkler de ne değişti? Kur’an emirlerinden hangisi dün insanlığa faydalı idi de bugün (haşa) aksi hale geldi?
O halde Haber Bültenlerini izlemek ile izlememek arasında fark yoktur. Değişen bir şey de yoktur.
Dün namaz, insanı kötülüklerden arındıran ve aşama aşama insanı olgunlaştıran bir ibadet iken, bugün bu ibadet tarzına ihtiyaç kalmadığını kim söyleyebilir?
Mesele, haberleri izlemek ya da izlememek değil zaten. Mesele, ne değişti de vatan topraklarımız üzerinde bu yürek yaralayan hadiseler yaşanıyor noktası. Ne değişti de dinlerin en yücesi ve milletlerin en sağlam karakterlisine mensup bizler bu “kötü” hadiselerle karşı karşıya kalıyoruz?
Aynı şekilde zekâtın yerini doldurabilecek bir sistem geliştirilebilmiş midir? Dün, toplumda sosyal adaleti sağlayan, fakirle zengin arasında kardeşlik köprüleri kuran, böylece kıskançlık ve husumeti ortadan kaldıran zekât, bugün gereksiz bir hal mi almıştır?
Ne değişti diye soruyoruz… Dostu düşmanı herkes tarafından kabul edilmiş ve hayranlık duyulmuş, ilmek ilmek dokunmuş bir kültüre sahip olan Türk Milletinde ne değişti?
*** İlim irfana yöneltmemiz gereken devasa projektörlerimizi, birbirimizin üzerine tutar olduk. Uzakları göreceğimiz yere kamaşan gözlerimizi açamaz, önümüzü göremez olduk.
Ne değişti diye soruyoruz… Peygamber Efendi’mizin izinden giden, Hak dini İslamiyet’i özümsemiş, her
20
GENCAY Türk kültür yapısının şifrelerini anlamaya ve çözmeye çalışan diğer devletlere, artık çözülmesi gereken bir şifre kalmadığını, Türk kültür yapısının değiştiğini ilan eder bir pozisyon takındık.
binalarımızın köküne dinamit koyuyoruz ve en kötüsü de dinamiti patlatmayı da bizzat bizler yapıyoruz. Belli ki değişen bir şeyler var. Değişimlerin neticeleri bunlar.
Bizi biz yapan değerleri yok saydık, saymaya da devam ediyoruz.
Peki, o zaman tekrar soruyorum; Ne değişti?...
Dünya üzerinde birçok millet ve devlet, tarihlerinden özlerinden kopmadan, kültür binalarının üzerine birer kat daha koyuyorken, bizler gökdelenlerimizi, yüreğimizdeki devasa hissiyat
21
GENCAY
TÜRK MÜSLÜMANLIĞINA SARILMAK Nami Cem İYİGÜN Bütün İslam âlemi için olduğu gibi ülkemiz için de son derece önemli ve kutsal bir ay olan Ramazan ayı geride kaldı. Maalesef bir ay boyunca Ramazan’ın güzelliklerine gölge düşüren ve ardından gelen Ramazan bayramını hepimize zehir eden üzücü olaylar birbirini kovaladı. İnsanların oruç tutmadıkları gerekçesiyle darp edildiği ve Müslüman dahi olmayan bazı turistlerin Ramazan’da içki içmeleri nedeniyle saldırıya uğradığı yolundaki haberler hemen her gün ajanslara yansıdı. Daha da korkunç ve kan dondurucu olan, İslam adına hareket ettiği iddiasındaki vahşi teröristlerin böyle bir ayda İstanbul Atatürk Havaalanı’nı kana bulaması ve onlarca masum insanı katletmesiydi.
“kim olursan ol gel” sözünü söyleten geleneksel Türk Müslümanlığının ısrarla savunulmasına hiçbir dönem olmadığı kadar büyük ihtiyaç vardır. Farklı Farklı Müslümanlıklar Olabilir “İslam” ile “Müslümanlık” kelimeleri, her ne kadar günlük konuşma dilinde birbiri yerine kullanılıyorsa da, aslında tarihi ve sosyolojik olarak iki farklı anlamdadır. “İslam” kelimesi, bir “text” olarak İslam dinini, “Müslümanlık” kelimesi ise bu dinin tarihi süreç içerisinde farklı toplumlarca “kültürleştirilmiş” biçimlerini ifade eder. Diğer bir anlatımla, temel kaynaklarındaki yazılı haliyle ve inanç, ibadet, ahlak gibi alanlarda ortaya koyduğu ana esaslarıyla İslam dini semavi ve tektir; ama İslam’ı benimseyen toplumların farklı yorumlama ve pratikleri çerçevesinde gelişen Müslümanlıklar beşeri ve çeşitlidir.
Dünyada İslam’ın adının şiddet kavramı ile beraber anılmasına yol açan Selefi, tekfirci ve cihadist anlayışların Ortadoğu’dan sonra yavaş yavaş ülkemizde de taban kazanmaya başladığı sıklıkla dile getirilen gerçeklerdendir. Bunun yanı sıra Türkiye’de iktidarda bulunan siyasal İslamcı kadroların on beş yıllık süreçte devlet mekanizmasında ve toplumda yarattığı derin dönüşüm sonucunda Türk milletinin geleneksel din anlayışından uzaklaştırılarak katı ölçüde şekilci ve ayrıştırıcı bir din yorumunun peşine takılmaya zorlandığı da bir vakıadır. İslam’ı toplumun ortak değeri olmaktan çıkartıp tek bir kesimin ideolojisi haline indirgeyen her türlü siyasal İslamcı ve mezhepçi hareketlere karşı, Yunus Emre’ye “ben gelmedim kavga için, benim işim sevgi için” dedirten ve Mevlana’ya
Kişinin bir dinin mensubu sayılması için çoğunlukla o dinin amentüsünü/ credo’sunu (değişmez ve ana ilkelerini) kabullenmesi yeterli görülür. Bu temel noktadan başlayan dini hayat, kişi ve toplumların farklı yorumlama ve yaşama tarzları oranında zenginlik kazanarak sürdürülür. Her din gibi İslam’ın da farklı zaman veya coğrafyalarda farklı yorumlanması doğaldır ve mesela Kur’an-ı Kerim ayetlerinin nazil oldukları günden bu yana hiçbir değişikliğe uğramamış olmalarına rağmen farklı yorumlara zemin teşkil edebilmeleri bile aynı doğallığın içindedir. Zira iletişimde esas olan,
22
GENCAY haberin bizatihi kendisi değil, habere muhatap olan nihai kişinin ondan ne anladığıdır. Haberleşme, yorumu ihmal edemez ve özellikle dini metinler adeta yorumla vücut kazanır. Belli coğrafya ve kültür çevrelerinde zamanla pekişen bu kabil yorumlar da, gittikçe ona tabi olanlar tarafından “hakikatine en sadık din yorumu” olarak kabullenilmeye başlar.
kesinlikle bu anlamda bir “milli din” değil, tarihten bugüne Türk halklarının Müslümanlığı kendi kültürel deneyimleri doğrultusundaki temel duyuş, kavrayış ve yaşayış biçiminden ibarettir. Her Müslüman toplumun yaptığı gibi Türkler de bir hayat tarzı olarak Müslümanlığı kendi zaviyelerinden ele almış ve kitleler halinde İslam’a geçtikleri 9.-10. yüzyıllardan itibaren bunu toplumsal bir dil-üslup haline getirmeye başlamışlardır. Böylece zaman içerisinde kendine özgü tefsir, kelam ve içtimai ahlak felsefesi yönleriyle bir Türk İslam anlayışı vücuda gelebilmiştir. Türk Müslümanlığı denmesinde bir yanlış olmayan bu kavram, tek bir mezhebe dayalı olmayıp, hem Sünni ve hem de Şii-Alevi Türklüğü teşmil eder. İster Sünni ve isterse Şii yahut Alevi olsun bütün Müslüman Türkleri öteki Müslüman toplumlardan ayıran ortak özelliklerin toplamı Türk Müslümanlığının çerçevesini belirler. Yani Türk tarihi kapsamında yaşanan Sünnilik de, Alevilik de Türk Müslümanlığının birer parçasıdır ve her ikisinin milli kültürden kaynaklanan özellikleri ile beraber genel Müslümanlıktan kopuk olmayan evrensel bağları da vardır.
O bağlamda tarihi, sosyolojik ve hatta antropolojik olarak bakıldığında rahatlıkla bir “Türk Müslümanlığından, bir “Arap Müslümanlığından veya bir “Fars Müslümanlığından bahsedilebileceği gibi, bir Kuzey Afrika, bir Güney Asya yahut bir Uzakdoğu Müslümanlığından da söz edilebilir. Söz konusu bakış İslam’ı ırk veya ulus temeline indirgemek değil, farklı kavimlerin ve kültür sahalarının geçmişten getirdikleri kültürel yapılar çerçevesinde yorumlayıp hayata geçirdikleri kendilerine has İslam anlayışları olduğu gerçeğini kabullenmektir. Bu tür sosyolojik ve kültürel farklılıkları yansıtan Müslümanlık yaşayışları, birileri “olmaz öyle şey” dese de zaten yüzlerce yıldan beri fiilen vardı, var olmaya devam ediyor ve edecektir. Türk Müslümanlığı Kavramı Papalığın bütün Avrupa’yı kaplayan ezici ve karşı konulmaz nüfuzuna karşı Kuzey Avrupa ülkelerinde Protestanlık bir şekilde tutunmuş ve milli kiliseler halinde örgütlenmiştir. Bu ülkelerde monarşi, genellikle milli kilise örgütünü himayesine almış, monark kilisenin önderliğini üstlenmiş ve neticede farklı Protestan yorumlar o ülkelerin tabi olduğu anayasa hukuku çerçevesinde adeta birer “milli din” halini almıştır. “Türk Müslümanlığı” kalıbı kullanılırken kastedilen ise
Türk Müslümanlığının Karakteristik Unsurları Geleneksel Türk Müslümanlığının belli başlı karakteristik özelliklerini tasavvufi bir yapı, samimi bir dini hayat, rasyonellik ve din ile siyaseti birbirine karıştırmamak olarak sıralamak mümkündür. Daha en baştan Türklerin kitleler halinde Müslümanlaşmasını sağlayan unsur tasavvuf inanışı olmuş ve Hoca AhmedYesevi ile onun rahle-i tedrisinden 23
GENCAY geçen takipçilerinin başlattığı Yesevilik ekolü Türk Müslümanlığının harcını meydana getirmiştir. İslam dinine girerken sahip oldukları değerlerinden de kopmak istemeyen Türk topluluklarına, şehirli din âlimlerinin sunduğu kuralcı İslamiyet’ten ziyade, Yesevi dervişlerinin sunduğu, eski inançları yadsımayan ve dinin değerlerini Türk kültürünün değerleriyle kaynaştıran İslam anlayışı sıcak gelmiştir. Hoca AhmedYesevi’den aldıkları terbiyeyle Türk boylarına İslam’ın gülen yüzünü gösteren Yesevi dervişleri, gönülleri fethetmiş ve Türk boylarının İslam dairesi içerisine dâhil olmalarını sağlamışlardır. Altınordu Hanı Berke’yi ve Başkumandanı Nogay’ı Müslüman yapan Sarı Saltuk Yesevi mektebinde yetişmiştir. Özbek Hanı’nı Müslüman yapan Tüklü baba, yine Yesevi yolunun mensupları arasından çıkmıştır. Yunus Emre de, Mevlana Celalettin-i Rumi de, Hacı Bektaş-ı Veli de esas itibariyle hep Yesevi yolunun yolcuları olmuşlardır. Asırlar geçtikçe Yesevi yolu dallanıp budaklanmak suretiyle çeşitli yollara ayrılmış, ama Türklerdeki tasavvuf inanışı ve Türk Müslümanlığının tasavvufi yapısı süregelmiştir. Allah aşkı, insan sevgisi, farklı inançlara hoşgörü, kadına saygı, emeğe karşılığını eksiksiz ödemek ve akıl ile bilimi rehber saymak bağlamında dosdoğru bir Türk Müslümanlığı bu sayede tekâmülünü tamamlamıştır.
da bolca akisler bulduğu üzere Türklerin Müslümanlığı, adeta bu dinin peygamberi kendi içlerinden çıkmışçasına hiçbir eziklik duygusu taşımayan, geçmişten gelen ananeleri yadsımayan, son derece samimi ve derinlikli bir Müslümanlık olmuştur. Türk Müslümanlığında şekle değil, manaya önem verilmiş, lâfzî ve dar değil, içten ve kapsayıcı bir anlayış egemen kılınmış, dini salt ibadet yahut ritüellere indirgemeyip özüne sarılan samimi bir dini hayat tesis edilmiştir. Türklerin İslâm dünyasına katkıları konusunda en belirgin olan yanlarından birisi de zihniyet plânında rasyonel düşüncenin gelişmesinde oynamış oldukları tarihî roldür. Rasyonel, hürriyetçi, değişime ve çağa ayak uydurmaya açık bir çizgi uzun yüzyıllar Türk Müslümanlığının belirleyici unsuru konumunda kalmıştır. Türk insanının hayata bakışındaki sadelik, bozkır tipi toplumsal ve siyasal teşkilâtlanma onda realist ve dışa dönük bir grup davranışı geliştirmiş, Müslüman olduktan sonra akıl ile maneviyatı dengeli bir sentez halinde birleştiren Türkler El-Birûni, İbni Sina, Farabi, Yusuf Has Hacib, MahmudKaşgari, TuragayUluğbek ve daha yüzlercesi gibi İslam medeniyetinin ilim ve teknik alanındaki en parlak âlimlerini yetiştirmişlerdir. Akılcı Türk aydınları ilimden önce metodun gelmesi gerektiğini de mükemmelen fark eden kişiler olmuşlar ve önce metod meselesini halletmeye yönelip modern bilimlerin metodolojisine dahi öncülük etmişlerdir. Türk âlimlerin aklî esaslara göre tertip edilen metodları hem hukuk ve hadis gibi dini, hem de fizik ve matematik gibi dünyevi ilimlerinde açık bir ufku beraberinde getirmiştir. Türk
Yesevi yolunun yolcusu mutasavvıf ve dervişler tarafından İslam’a ısındırılan Türkler, hemen hemen tümüyle iradi bir tercih sonucu ve birkaç yüzyıl süresince sindire sindire İslâm’a girdikleri için komplekssiz olmuş ve gerçekten samimi ve taassuptan uzak bir dindarlık modeli benimsemişlerdir. Türk halk edebiyatında 24
GENCAY akılcı düşüncesi elbette dinî konularda Vahyi tartışmasız bir şekilde bir numaralı bilgi kaynağı kabul etmiş, ancak ondan sonra aklın hakemliğini devreye sokmuştur. Akıl, genellikle Hadis’i dahi bağlamış ve hatta Vahy ile sabit olan nassların tefsir ve te’villerinde dahi belirleyici sayılmıştır.
hükümleri görmezlikten gelmeleri, Kur’an ve sünnette açıkça ortaya konan hadları (ukubat, ceza hukuku) uygulamamaları Osmanlı hukukunun laik nitelikler içerdiğinin işareti olmuştur. Bu tür nitelikler ve eğilimler Lale devrinden başlayarak Islahat hareketleri, Tanzimat Fermanı, Islahat Fermanı, Birinci ve İkinci Meşrutiyet Dönemlerinde daha belirgin hale gelmiş ve Cumhuriyet döneminde de varması gereken noktaya varmıştır.
Nihayet Türk Müslümanlığının hususi özelliklerinden biri de Hilafet/İmamet konularıyla devlete/siyasete dair konuları birbirinden ayırabilmek noktasında sahip oldukları maharettir. Bugün Türk dünyasının büyük bir bölümünün mensup olduğu Maturidilik itikat mezhebinin kurucusu büyük Türk âlimi İmam Maturidi’nin ifadesiyle “Diyanetin siyasetten ayrı olduğunu, çünkü siyaset/devlet yönetiminin insan aklına, Kur’an’ın ise vahye dayandığını” Türkler, çok güzel idrak etmiş ve bir tür laiklik uygulamasını erken dönemlerden itibaren yürürlüğe geçirmişlerdir. Mesela Büyük Selçuklu Hükümdarı Tuğrul Bey Abbasi halifesi ile din işlerinin halife tarafından yürütülmesi ve saltanat işlerine karışmaması gerektiğinde anlaşarak hilafet makamının yetki ve görev alanını sınırlandırmış ve devlet işleriyle bağını neredeyse tamamen koparmıştır. Tuğrul hem din işleriyle devlet işlerini ayırmış, hem de halifenin muhatabı olarak vezirini göstermiştir. Osmanlılarda da şer’i hukukla birlikte örfi hukuk yürürlükte kalmıştır. Bir takım kanunnameler düzenlenerek örfi hukuka ağırlık verilmesi, başta padişahlar olmak üzere vezirlerin ve diğer yöneticilerin siyasi, idari, hukuki ve sosyal problemleri halletmek için çok serbest ve faydacı hareket etmeleri, genellikle şer’i
Bugün Yapılması Gereken 16. yüzyıldan itibaren Türklere adım adım Arap Müslümanlığı girmeye başladı. Anadolu’da Osmanlıları Yavuz’un Mısırdan getirdiği Eş’ari Sünni öğretmenler, Orta Asya’da Timurluları Uluğbek’i deviren oğlunun yandaşları dönüştürdü. Onların ilk iş olarak Uluğbek’in Gözlemevini yok etmeleri, bu dönüşümün mahiyetini net şekilde gözler önüne seriyor, Türk İlleri Arap Müslümanlığı ile bilim ve uygarlıktan uzaklaştırılıyordu. Türk Müslümanlığının hem Türkler arasında ve hem de genel İslâm dünyasında etkisizleşmesi, Batı medeniyetinin İslam medeniyeti karşısındaki yükseliş ve zaferinin önünü açıyordu. Bu dönüşümü tersine çevirmek adına yapılan en keskin hamle, Tanzimat döneminden başlayarak Türkiye Cumhuriyeti ile zirveye ulaşan çağdaşlaşma ve yeniden aklı rehber yapma projesi oldu. “Türkleşme, İslamlaşma ve muasırlaşma” sloganının Türk düşünce gündemine oturduğu günlerdeki “İslamlaşma”, modern bir proje olup, Müslümanlığın özellikle Türk milliyetçiliği ve çağdaşlaşma karşısında yeniden tanımlanması ve yorumlanması 25
GENCAY zorunluluğuna işaret ediyordu. Bu yeniden tanımlanıp yorumlanma zarureti öteki iki kavram için de söz konusuydu. Çağdaşlaşmanın koşullarıyla uyum içinde olan bir din yorumu ne kadar gerekli idiyse, İslam ve çağdaş durumla bağdaşır bir milliyetçilik ile İslam’ı ve Türk’ün tarihi tecrübesini ciddiye alan bir çağdaşlaşma da o kadar gerekliydi. Eğer yeterince başarılı olunabilseydi o modern terkibi projeyle teorik sağlamlığa sahip bir “Türk Müslümanlığı” yahut “modern bir Türk din anlayışı” da yeniden diriltilebilirdi.
de yanına alarak Kur’an’ı yeni bir gözle okumaya, oradan çağdaş dünyayı anlayan ve o dünyaya katkıda bulunan yeni bir anlayışı egemen kılma yolunda mesafe alınması elbette çok hızlı olmaz. Ama tarihi, coğrafi ve geniş manada siyasi konumu itibariyle iyi bir durumda olan Türk ilim ve fikir adamlarının bunu başarabilecekleri hususunda umutsuz olmak için de hiçbir sebep yoktur. KAYNAKÇA: Alkan (A.T.), “Türk Müslümanlığı Tartışmaları – Yeni Bir Toplum Mühendisliği Projesinin Zihni Egzersizleri Olabilir mi?”, Köprü Dergisi, 66. Sayı, Bahar-1999 Aydın (M.S.), “Türk Müslümanlığı Üstüne Bazı Düşünceler”, A.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, 40. Cilt, 1999 Hocaoğlu (D.), “Türk Müslümanlığı Üzerine Bazı Notlar”, Köprü Dergisi, 66. Sayı, Bahar 1999 Kutlu (S.), “İmam Maturidi’ye Göre DiyânetSiyâset Ayrımı”, A.Ü. İlahiyat Fakültesi, 2008 Ocak (A.Y.), “Türkler, Türkiye ve İslâm”, İletişim Yayınları, İstanbul, 2003 Zeybek (N.K.), “Aşk Yolu Hoca Ahmet Yesevi ve Hikmetleri”, Ötüken Neşriyat, 2014
Son iki yüz yıldır denenen ve fakat tam anlamıyla başarıya ulaştırılamayan Türk Müslümanlığına dönme ve aklı galip kılma projesinin şimdiden sonra gerçekleştirilebilmesi için Türk aydınına düşen sorumluluk büyüktür. Hem kendi kaynaklarını ve tarihi tecrübesini, hem de insanlığın ulaştığı fikri ve ilmi düzeyi dikkate alan yeni bir İslami anlayışın fikri ve ameli hayatımıza yön verici bir noktaya çıkartılması, ancak toplumun önünde yürüyen ilim ve fikir adamlarının öncülüğünde mümkün olabilir. Geleneksel Türk Müslümanlığının belirgin vasıfları olan tarihi tasavvufi tecrübeyi, samimi dindarlığı, rasyonelliği ve din işleri ile siyaseti birbirinden ayrı tutma maharetini
26
GENCAY
SREBRENİTSA Çağhan SARI Gencay Dergisi'nin Temmuz sayısında sizlere etraflıca bilgi içeren bir yazı kaleme alamadık. Haklı haksız bir kaç sebebi olmasıyla beraber affınıza sığınıyoruz. Yazımızı ikmal etmek için bilgisayarın başına geçtiğimizde takvim 9 Temmuz'u gösteriyordu ve istemsizce bir felaketi hatırladık. O andan itibaren neler yazılsa, acının tarifi ve tasrifi adına nasıl edebi sanata başvurulsa, belki samimiyetten uzaklaşma tehlikesi belirecekti. Sadece anmakla yeterli kalmamızın altında bu yatmaktadır...
yerleştirilmelidir. Srebrenitsa, soykırım hususunda öyle ikircikli bir tavra şahit olmuştur ki herhalde bu eşi benzerine az rastlanır bir karardır. Lahey Adalet Divanı'nın soykırım olarak tanıdığı ama sorumlusu olarak Sırbistan'ı görmemiştir. Suçun şahıs bağlamında kalıp devletleri kapsamayacağı bir kararla sadece Srebrenitsa değil, Cezayir'de Fransa tarafından katledilen insanların da katilleri bir kaç askerle sınırlı tutulmuştur. Dahası, bir dönem Fransa Cumhurbaşkanı olan Sarkozy'nin görevi sırasında, ''babaların işlediği suçlardan oğulları mesul olmaz'' diyerek nasıl bir yöntemle geçmişlerini aklama yoluna gideceklerini gösterdiği için belki bu kararın da arkasında sadece hukukun yazılı kuralları yoktur.
11 Temmuz 1995, insanlık tarihinin hafızasına jiletle kazınmıştır. Ancak acıların tarifi aynı olmasına rağmen acılara karşı duruşun nasıl farklı olabileceğini de insanlığa göstermiştir. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Avrupa'nın gördüğü en büyük katliamlardan olan Srebrenitsa, soykırım suçları ile ilgili polemiklerin, malumunuz üzere 2015'ten beri hat safhaya çıktığı günlerde cılız bir sesle anılmamalıdır. Bilakis soykırım suçunu basite indirgemek ve suç ortağı aramak arzusundaki devletlerin rahatsız edici boyutta odak noktalarının ortasına
Yugoslavya'nın iç savaşla parçalanma sürecine girdiği yıllarda, Birleşmiş Milletler, güvenlik gerekçesi ile silahları toplanan Boşnakları altı bölgeye yerleştirmişti. Bu altı bölgeden biri de Srebrenitsa idi. Srebrenitsa'nın 25-30.000 arası olan nüfusu, göç ve iskân ile 60.000'i bulmuştu. Bölgenin güvenliği Thom Karremans adında bir Hollandalı komutan tarafından sağlanıyordu. Srebrenitsa'nın 27
GENCAY güvenliği için ayrılan Hollandalı müfrezenin mevcudu 400 askerdi. Birleşmiş Milletler güvenlik gücü olarak silah kullanma yetkileri vardı. 11 Temmuz 1995 günü, Ratko Mladiç, kente girdi. Koruma görevindeki Hollandalı müfreze yaşanacak katliama seyirci kalmamak adına bulunduğu mevzileri terk etti. Tanjarz Kırsalı'nda 10000'i aşkın Müslüman Boşnak, Sırplar tarafından katledildi.
ve tehciri soykırım olarak dayattığını hatırlatmaya gerek yok. Srebrenitsa için, Tanjarz Kırsalı'nda Birleşmiş Milletler'in soykırım tanımına uyan bütün fiiller işlenmiş, dahası soykırım suçunun tanımı yapıldıktan sonraki bir tarihte gerçekleşmiş olmasıyla da göz ardı edilemez öğeler barındırmış iken soykırım dememenin politik gayesini kör sultan dahi görmekteyken 11 Temmuz'u bir kere daha idrak edeceğiz.
Katliam beş gün sürdü. Bu beş gün içerisinde sadece bir kaç defa alçaktan uçuş ile Sırpların caydırılmaya çalışılması (!) sorumluluğun müfrezeden öte olduğu sorusunu akıllara getirdi. 8000'den fazla insan, cesetleri parçalandı yahut krematoryumda yakıldı. Altmış dört ayrı toplu mezara defnedildi. Bugün tespit edilen rakama göre 8.732 Boşnak katledilirken, sorumlular 13 yıla yakın bir süre kaçmayı başardılar. Başta eski Sırp lider Radovan Karadziç olmak üzere Momlico Krajisnik, Bilyana Plavsiç, Ratko Mladiç, Zdravko Tomilir, Srebrenitsa katliamından sorumlu isimler olarak muhtelif cezalara çarpıtıldı. Karadziç, savaş suçu ve soykırım suçu işlediği sabit görüldü ve 40 yıl hapis cezası aldı.
Srebrenitsa'nın Türkiye için önemini ise etraflıca vurgulamanın manasızlığı ortadadır. Nitekim Boşnaklar ile din kardeşliğinin ötesinde bir bağ olduğunu tarih yazmıştır. Türkiye, o yıllarda yaşanan felaketlere karşı sesini duyururken, aradan geçen yıllar içerisinde aynı sert ses tonunu ve kararlılığı, Srebrenitsa'nın yıl dönümlerinde de ortaya koymalıdır. Avrupa'da Balkanların ortasında, BM güvencesinde katledilen insanlar ve hukuksal olarak belgelenmiş ama BM Güvenlik Konseyi'nin kabul etmediği bir soykırım. Bu arada hatırlatma, o dönem Yarbay olan Hollandalı komutan, ülkesine döndükten sonra Albaylığa terfi etti ve hatasını itiraf etmek dışında herhangi bir kovuşturma /soruşturmaya tabi tutulmadı. Başlı başına onlarca yayın konusu çıkacak olan bu paragrafı bitirirken... Bosna majko srebrenice sestro...
Şahıslar er ya da geç cezalandırılırken Srebrenitsa'nın tanımına bakalım. 2015 yılında Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nde Srebrenitsa'nın Soykırım olarak kabul edilmesi tasarısı Rusya tarafından veto edildi. Veto eden ülkenin Rusya olması tarihin bir cilvesi midir bilemiyoruz. Sırp milliyetçiliğini kundakta iken destekleyen, Slav ailesinin reisi Rusya, Sırbistan'ın bir soykırım suçlusu konumundan kurtardı. Tabi Rusya'nın, Ermeni Tehciri'ni soykırım kabul ettiğini 28
GENCAY
ÇİN’İN YENİ YÖNETİMİ VE DOĞU TÜRKİSTAN POLİTİKASI Ali ORHUN Çin’in XII. Ulusal Halk Kongresi (5-17 Mart 2013) ile XII. Ulusal Siyasî İstişare Kongresi (3-12 Mart 2013)'nin Pekin’de düzenlemesiyle birlikte yeni Çin yönetimi vücuda çıkmıştı. 8-14 Kasım 2012 tarihlerinde düzenlenen XVIII. Çin Komünist Partisi Ulusal Halk Kongresi’nde Parti Başkanlığı ve Çin Komünist Partisi Merkezi Askerî Komisyonu Başkanı olarak seçilen Xi Jinping, XII. Ulusal Halk Kongresi’nde Devlet Başkanı ve Ulusal Merkezi Askerî Komisyonu Başkanı olarak onaylanmıştır. Böylece, Çin’in Komünist partisi, devlet ve askerî yetkilerinin hepsi Xi Jinping tarafından üstlenilmiştir. Çin’in Komünist partisi ulusal kongrelerinin sona ermesiyle birlikte Başbakan dâhil devletin bütün organlarının yetkilileri de tayın edilmiştir. Xi Jinping’in başkanlığındaki yeni Çin yönetimi beş yıl sonra yapılacak kongrelerde tekrar seçilmesi ve bir sürpriz olmaması durumunda, Xi Jinping ile Başbakan Li Keqiang iki dönem görevinde bulunacaklardır. Ancak, Çin’in yeni yönetimi birçok iç ve dış sorunlarla yüz yüze kalmaktadır ve bu sorunları 30 yıldan beri sürdürülen reform ve dışa açılma politikasıyla çözümleneceği vurgulanmaktadır.
ağırlaşan yolsuzluk, çürüklük ve kanunsuzluk sorunlarını ortadan kaldırmakla yönetimi sağlamlaştırmak ve ekonomik kalkınma sürecini istikrarlı götürmektir. Pekin yönetiminin orta vadeli hedefi ise, 2020 yılına kadar orta derecede müreffeh (Xiao-kang) bir toplumu oluşturmaktır. Yani, kişi başı gayri safi yurtiçi hâsılasının (GSYİH) 2010 yılından 2020 yılına kadar bir kat (kişi başı GSYİH 4000-5000 dolar, GSYİH ise 12 trilyon dolar) arttırılmasıdır. Bu da Çin Komünist Partisi’nin (ÇKP) yüzüncü yılının hedefidir. Bazı uzmanlara göre Çin, bu hedefine 8 yılda ulaşabilir. Uzun vadede ise, Çin Halk Cumhuriyeti’nin yüzüncü yılına kadar yani 2050’ye doğru, müreffeh, demokratik, medenî ve toplumu ahenkli bir sosyalist modern devlet hedeflenmektedir. Buradaki modern devletinin ölçüsü ise endüstriyel, tarımsal, milli savunma ve bilim ile teknoloji gibi dört alanda modernleşmesidir. Pekin yönetiminin nihai hedefi, Çin ulusunun yeniden büyük canlanışını yakalamaktır. ÇKP Başkanı Xi Jinping de bu hedefi “Çin Rüyası” olarak tanımlamaktadır. Xi Jinping, Çin’in XII. Ulusal Halk Kongresi kapanış konuşmasında, “Çin Rüyasının” aslında Çin halkının rüyası olduğunu vurgulamış ve içeriğini zenginleştirmiştir. Çin basını “Çin Rüyasının” Çinlilerin ortak çıkarları ve toplumsal değerleri olarak yorumlamaktadır. Çin Komünist
Yeni Yönetimin Siyasal Reformu Çin liderlerinin farklı zaman ve ortamdaki konuşmalarına göre, Çin’in yeni yönetiminin kısa vadeli hedefi giderek 29
GENCAY Partisi’nin nihai ideali Çin komünizminin gerçekleşmesidir, ÇKP ve Çin halkının rüyası ise sosyalist modernleşme ve Çin ulusunun yeniden büyük canlanışıdır. Başkan Xi Jinping’e göre, partililerin yılmaz çabalarıyla ancak partinin yüzüncü yılı ve Cumhuriyetin yüzüncü yılı hedefine ulaşılabilir, Çin Rüyası da ancak gerçekleşebilir. Xi Jinping’in başkanlığındaki yeni Çin yönetimi bir sürpriz olmaması durumunda 2022 yılına kadar devam edeceğine göre, uzun vadeli hedefin temelini hazırlanmaya çalışacaktır. Ancak, bu hedefin gerçekleşmesi kolay olmadığı gibi Başkan Xi Jinping’i şimdiden ciddi sorunlar beklemektedir.
zarar vermektedir. Tayvan, Tibet ve Doğu Türkistan gibi uluslararası boyut kazanmış ayrılıkçı hareketleri de Çin’in yükselişiyle birlikte etkisini arttırmaktadır. Ekonomik kalkınma için yurtiçi ve yurtdışı istikrar ve güvenlik ortamını yaratma stratejisi üzerinde inşa edilen dış politikası da birçok tehditlerle yüz yüze kalmaktadır. 30 yıldan beri sürdürülen iyi komşuluk ilişkileri de son yıllarda başarısızlığa uğramaktadır. Dünyanın üçüncü ekonomisi olan Japonya arasında yaşanan siyasî sorunlar, güvenlik sorunları ve bundan dolayı ekonomik-ticaret ilişkilerine olumsuz etkileri; Filipinler ve Vietnam arasında yaşanan adalar hak iddiaları çatışmaları ve yükselen Çin’in komşu ülkelere güven veren ve endişelerini yatıştıracak yumuşak gücünü üretememesi; Afrika ve Ortadoğu’da yaşanan siyasal değişimleri Çin’in bölgedeki çıkarlarına zarar vermektedir (Sudan ve Mali) veya imaj kredisi zedelenmektedir (Suriye sorunu); en önemlisi ABD’nin 2010 yılından bu yana uygulamaya başladığı Asya’ya Geri Dönüş (Return to Asia) ya da Yeniden Dengeleme” (Strategic Rebalancing) stratejisi ve bundan dolayı ABD’nin Çin’i stratejik kuşatma altına alma politikası Çin’in dış çevresinin kötüleşmesine neden olmaktadır. Eski Devlet Başkanı Hu Jintao’nun ifadesiyle Çin şu anda benzeri görülmemiş fırsatlar ve zorluklarla (meydan okuyuşu) yüz yüze kalmaktadır.
Çin’in hızlı ekonomik büyümesi ile birlikte yönetimde yolsuzluk ve kanunsuzluklar meydana geldiği gibi toplumda da gelir dağılımı sorunu ve çözümün yetersizliğinden dolayı toplumsal olaylar ciddi boyuta ulaşmıştır. Hatta Çin Halk Kurtuluş Ordusu’nda da yolsuzluklar yaşanmaktadır. Çin’in yerel yönetiminde para karşılığında resmi unvanları satarak rüşvet almaktadır. Yönetimde yetkinin kötüye kullanılması ve hükümet yetkilileri ile işadamları arasındaki yetki-para ticaretleri yoğunlaşmaktadır. Sadece yetkiler satılmakla kalmamakta devlet dairelerinin kadroları da açık seçik satıldığı bilinen bir durumdur. Yani hukukun sağlıklı işleyememesi, gelir dağılımı dengesizliğinin ciddi boyutlara ulaşması, toplumsal çatışmaların yılda 10 binlerce defa yaşanması, uluslararası finans krizi ile birlikte Çin ekonomisinin durgun dönemine girmesi ve bununla birlikte enflasyon ve işsizlik durumunun yaşanması merkezi yönetimin istikrarına
Yeni Çin merkezi yönetimi bütün bu sorunlara çözüm getirmesi gerekmektedir. Aksi halde, yönetimin güç kaynağı olan tarihsel misyonu ve halkın kollamasından alan Komünist Parti’nin tek yönetim iktidarının meşruluğu tartışılmaya 30
GENCAY başlayabilir. Bu tehlikelerden Çin liderleri farkındadır ve onlara göre, kısa vadede yolsuzluğa, çürüklüğe ve kanunsuzluğa karşı çıkmadığı takdirde hem hâkimiyet hem de ÇKP yok olacaktır. 27 Mart 2012’de düzenlenen Çin Halk Kongresi’nde konuşan Başbakan Wen Jiabao, yolsuzluk ve çürüklüğe karşı çözüm bulamadığı takdirde Çin hâkimiyetinin mahiyeti değişebilir ve sonunda hâkimiyetin de çökeceği dile getirilmektedir. 8 Kasım 2012’de, Çin Komünist Partisi’nin XVIII. Kongresi’nde konuşan Devlet Başkan Hu Jintao, yolsuzluk ve çürüklük sorununun halkın en çok ilgilendiği büyük bir siyasî sorun olduğunu ve çözülemez ise, Parti’ye ölümcül darbe indirilmiş olacağını, hatta Parti’nin de devletin (hâkimiyet) de yok olacağının altını çizmiştir. 19 Kasım 2012’de, Çin Komünist Partisi Başkanı Xi Jinping de yaptığı bir konuşmasında yolsuzluk sorunun giderek ciddi boyutlara ulaştığını ve devam ederse, hem Parti’nin hem de devletin (hâkimiyet) yok olacağını vurgulamıştır. Bunun açıklaması şu: yolsuzluğa karşı çıkarsa parti çökecektir, yolsuzluğa karşı çıkmasa hâkimiyet çökecektir.
yetmez, siyasal sistemin reformunun yapılmaması durumunda ekonomik sistemin reformundan da sonuç alınamaz”. Bu bağlamda, “Çin’in bütün reformlarının başarılı olup olmaması siyasal sistemin reformuna bağlıdır.” Deng Xiaoping, Çin’de “siyasal sistemin reformunun mecburi ve acil” olduğunu ifade etmişti. Ancak, Deng Xiaoping’in ölümünden sonra Başkan Jiang Zemin’in dönemi (1989-2002) ve Başkan Hu Jintao’nın döneminde (2002-2012) sadece siyasal ekonomik sistemin reformu ve siyasal kurumlara yönelik bazı reformlar yapılmıştır, siyasal sistemin reformu hiç yapılmamıştır. Bugün, Çin liderlerinin yüz yüze kaldığı siyasal, toplumsal ve ekonomi alanındaki çıkmazlığının büyük ölçüde hızlı büyümekte olan ekonomik gücüne paralel olarak siyasal sistemin reformunun ve kurumsal inovasyon yapılamamasıdır. Yeni Çin liderleri yolsuzluğa, çürüklüğe ve kanunsuzluğa karşı mücadeleleri başlatmış durumdadır ve Çinli yetkililerin nazarında bu sorunlar parti ve hâkimiyetin kaderini belirlemektedir. Fakat siyasal reform ve bununla birlikte yargı-hukuk alanındaki reformun yapılmadığı takdirde yüzeysel ve dönemsel çözüm getirebilir ve dolayısıyla kökten çözülmesi zordur. Deng Xiaoping 30 yıl öncesinde bunu dile getirmişti.
Çin’i bugünkü kudretli duruma getiren 70 yıllık Üç Aşamalı Kalkınma Stratejisi’nin (1987-2050) sahibi ve Mao’dan (18931976) sonra Çin’in ikinci nesil lideri Deng Xiaoping (1904-1997) de bu tür tehlikeden kaçınılması gerektiğini belirtmişti, ancak siyasî kurumsal reformun yapılmadığı durumda parti ve devletin mahiyetinin değişeceğini ve hatta partinin ve devletin yok olmasına sebep olacağının altını çizmişti. Deng Xiaoping’e göre, “sadece ekonomik sistemin reformu
Çin liderleri reform sözcüğünü sıkça kullanmaktadırlar. Devlet Başkanı Hu Jintao’nun ÇKP 18. Kongresi’nin açılış konuşmasında reform sözcüğünü 86 defa kullanmıştır. Bunların arasında, dışa açılma ve reform sözcüğü 19 defa; reform ve kalkınma sözcüğü 7 defa, siyasal sistemin reformu 5 defa; ekonomik 31
GENCAY sistemin reformu 3 defa geçmekte ve diğerleri ise kurumlara yönelik reformları bahsetmektedir. Çin’in müstakbel Başbakanı Li Keqiang da, Çin’in en büyük kârı reform yapmakla elde edeceğini belirtmektedir. Li Keqiang bu görüşünü Başbakan olarak tayın edildikten sonra da tekrar vurgulamış ve reformun belli kesimin çıkarlarına dokunduğu için “bazen çıkarlara dokunma ruha dokunmadan zordur” cümlesini kullanmıştır. Ancak, siyasaldan çok ekonomi ve kurumlar üzerindeki reformdan bahsetmektedir. Batı basını, Başkan Xi Jinping’in siyasal reform yapması beklentilerinden bahsederken, reform yapılmadığı takdirde riskin daha fazla olacağını ileri sürmektedir. Üstelik ekonomi üzerindeki reform da kolay olmayacaktır. Çinli uzmanlar ise, reformun şartları oluşmadan eyleme geçilir ise daha fazla risk bulunacağını belirtmektedir. Çin’in en meşhur ekonomisti Wu Jinglian de Çin’in ekonomik ve toplumsal sorunları neredeyse kritik bir noktaya ulaştığını ve siyasal reformu aşamalı olarak sürdürmesi gerektiğini belirtmektedir. Çin halkı da siyasal reformun en zor döneme girdiğini ve milletvekilleri de bu zorlukların giderilmesi gerektiğini iletmektedirler. Aslında Başkan Xi Jinping’in reformun zorlukları ekonomik alanda değil, siyasal alandadır. Başkan Xi Jinping de mevcut rejimin kemikleşmiş güç sisteminin başlatmak istediği reformu engellediğini bilmektedir, dolayısıyla söz konusu engelleyici güçlerin kurumsallık ağına hapsedilmesi gerektiğini vurgulamaktadır. Çin’in siyasal reformunun en önemli ve hassas konusu Çin’in demokratikleşmesidir. Çinliler artık demokrasi kavramına yabancı değillerdir.
Çin’in 7 büyük şehrinde yapılan bir kamuoyu yoklamasında halkın %87,2’si demokrasinin iyi bir şey olduğunu, %77,2’si demokrasinin bir eğilim olduğunu ve %60,1’i ise, Çin’in demokrasisi Batı demokrasisinden farklı olacağını belirtmiştir. Diğer bir kamuoyu yoklamasında, Çinlilerin %81,4’ü siyasal sistemde reform yapılmasını desteklemektedir. Ancak, Çin’de en son düzenlenen Çin Komünist Partisi’nin 18. Kongresi’nde Parti Tüzüğü’nde bazı değişiklikler yapılmış ve “Çin Komünist Partisi, halkın sosyalist demokrasi siyasetine önderlik yapacaktır” ibaresi kullanılmaktadır. Başkan Xi Jinping’e göre, “yalnızca sosyalizm Çin’i kurtaracaktır, Çin tarzındaki sosyalizm ancak Çin’in kalkınmasına katkıda bulunacaktır”. Anlaşıldığı gibi Çin’in demokrasisi yine “Çin’e özgü” (Chinese characteristics/ Chinese context) olacaktır, Batı tarzındaki demokrasiye yer verilmemektedir. Batı’nın Çin uzmanları demokrasinin Çin için gerekli olduğunu ileri sürüyorsa da, XII. Ulusal Siyasî İstişare Kongresi’nde kongre başkanı olarak seçilen Yü Zhengsheng, ÇKP dışı guruplara vekâleten Batı tarzı siyasal kurum modelini asla taklit etmeyeceğinin altını çizmiştir. Ayrıca, Çin gerçeği ile uyumlu olmayan herhangi fikrin kabul edilmeyeceğini de belirtmiştir. Bu tutum aslında ÇKP’nin temel çizgisidir. Eski Başkan Hu Jintao’nun XVIII. Çin Komünist Partisi Ulusal Halk Kongresi açılış konuşmasında, ÇKP “kapalı ve kemikleşmiş eski yolda yürümeyecektir, hem de bayrağı değiştirecek şer yolunda yürümeyecektir” diye Batı siyasal değerlerini reddettiği gibi “Batı tarzı siyasal kurum modelini asla taklit etmeyeceğiz” diye Batı siyasal 32
GENCAY modelini de reddettiğini ifade etmiştir. Çin basınında, “aşırı siyasal reformun teşvik edilmesi reforma engel teşkil etmektir” diye yorumlamaktadır. Çin Hükümeti'nin Batı tarzlı siyasal reforma izin vermeyeceği anlaşılmaktadır. Neticede, Batı tarzlı siyasal reformun ÇKP’nin tek partili yönetimini tehdit edebilir. Yeni Yönetimin Politikası
Doğu
olaya yönelik Çin’in azınlık politikasının değişmesi gerektiğini belirtmiştir. Doğu Türkistan’ın güvenlik ve istikrarı, Uygurların siyasal statüsü, refah düzeyi ve kültürel hakları, Çin’in Doğu Türkistan’da uyguladığı politikasına bağlıdır. Doğu Türkistan’ın zengin kaynakları Çin’in yükselmesi için maddi imkânlarını teşkil etmektedir; Doğu Türkistan’ın coğrafi yapısı Çin’in dış tehditlere karşı doğal güvenlik bariyerini oluşturmaktadır; Doğu Türkistan’ın jeostratejik konumu bir kapı ya da bir köprü olarak Çin’in Avrasya’ya yönelik yayılma politikasının gerçekleşmesinde bağlayıcı ya da koparttırıcı rolünü üstlenmektedir. Türk ve Müslüman olan Uygurların Pekin’e olan bağlılığı, Çin’in Avrasya’da bütün çıkarları elde etmesine yarayacaktır. Aksi halde Uygurların Pekin’den uzaklaşması iç istikrarının sağlanması zor olacağı gibi dış tehditleri yaratabilmektedir ve bundan dolayı Çin’in Avrasya’daki çıkarlarına zarar verecektir. Neticede Uygurların kaderi Çin’in geleceğini derinden etkilemektedir. Pekin’in mevcut baskıcı Doğu Türkistan politikası, yani Uygur Özerk Bölgesi’nin demografik yapısını değiştirmek ve eğitim dâhil kültürel asimilasyon uygulamalarının sonuç alması güçtür. Nitekim İrlanda, İskoçya, Katalonya, Bask, Korsika, Bavyera ve Quebec gibi ayrılıkçı düşünceleri kültürel ve etnik asimilasyonu ile sona ermiş değildir. Doğu Türkistan’da Uygurlara yönelik uyguladığı iktisadi hayatını yükseltmekle ayrılıkçı düşüncelerini yatıştırma politikası da uzun vadede başarısız kalacaktır. Nitekim yukarıda zikredilen ayrılıkçı toplulukların sosyoekonomik düzeyi de düşük değildir.
Türkistan
Xi Jinping yönetiminin politika önceliği yolsuzluk ve çürümüşlük ile mücadele olarak tespit edilmiş ve Doğu Türkistan politikası konusunda henüz bir yenilik yapılmamıştır. 5 Temmuz Ürumçi Olayları sonrası Pekin’in Doğu Türkistan’da uyguladığı politikası sıçramalı kalkınma ve uzun vadeli istikrarı sağlama olmuştur. Pekin’in amacı 2020 yılına kadar Doğu Türkistan’ı orta derecede müreffeh bir topluma kavuşturmakla Uygurların ayrılıkçı düşüncelerini kaldırmaktır. Bununla birlikte başkaldıran ve hâkimiyete meydan okuyanlara geleneksel sert yöntemlerle bastırma politikasını devam ettirmektedir. Uygur sorunu ve Doğu Türkistan meselesinin sebeplerine odaklı olmayan bu çözüm politikası, dönemsel ve yüzeysel olduğu için uzun vadeli bölgenin istikrarının sağlanmasında zorluklar yaşanacağı malumdur. Keza Pekin’in 1949 yılından buyana Çin’in Doğu Türkistan’da uyguladığı politikası, yaşanan birçok ayaklanmalar ve şiddet olayları ile iflas ettiğini ispat etmiştir. Yani Pekin’in Doğu Türkistan politikası istikrar değil, daha fazla istikrarsızlık getirmiştir. Nitekim Ürumçi Olayları patlak verdikten sonra, ÇKP Politbüro Üyesi ve Guangdong Eyaleti ÇKP Genel Sekreteri Wang Yang, 33
GENCAY Bu bağlamda Çin’in yeni yönetiminin ideal bir Doğu Türkistan politikası hayati önem taşımaktadır.
Doğu Türkistan üzerindeki yansımaları ise: - Xinjiang Uygur Özerk Bölge Yasası sözde uygulamaya devam edecektir. - Uygur Türkleri kimlik krizi yaşamaya devam edecek, ancak geleneksel anlayışıyla farklı olarak bir süre sonra baskı altındaki Uygur Türkleri kimliğini tekrar inşa etmekle sağlamlaşabilmesinin ihtimali yüksektir. Çinlilerin Uygur Türklerini ötekileştirmesi, aşağılaması ve ayrımcılık tutumu devam edecektir. - Uygur Türklerinin özgürlük davası devam eder ve uluslararası sahnelerde sesleri daha da güçlenir. - Doğu Türkistan’daki istikrarsızlıklar devam edecektir. Kuzeybatı Bölgeleri Kalkındırma Stratejisi’nin gerçekleşmesinde zorluklar yaşanacaktır. - Orta Asya bağlamında bölge ve sınır güvenlik sorunu yaşanmaya devam edecektir. - Uygur Türklerinin Çin’in Yeni İpek Yolu (Avrasya) politikasına katkısı olmadığı gibi zarar da verebilir.
Xi Jinping yönetimin başarılı olabilmesi için bir dizi kökten reform yapılması gerekmektedir. Çin’in siyasal reform ve özellikle demokratikleşme sürecini başlatması ile birlikte Çinli olmayan halkın tabii haklarının verilmesi önem kazanmaktadır. Nitekim bu sadece siyasî ahlak meselesi değil, aynı zamanda uluslararasılaşmış Tibet ve Doğu Türkistan sorunların çözüme kavuşturamadığı halde Çin’in kaderini etkilediği gibi Çin’in büyük güç olma iddiasını da engelleyebilecek sorunlardır. Bu sorunların çözülmesi Xi Jinping yönetimi için bir sınavdır ve nasıl bir siyasal reform sürdürmesine bağlıdır, yani demokratikleşme süreci siyasal reformun nasıl işleyeceği ile ilgilidir. Bu bağlamda Xi Jinping yönetiminin karşısında 1. dünyanın 2/3 ülkeler tarafından kabul edilen demokratikleşme reformunu başlatmak; 2. Çin’e özgü demokratikleşme sürecini başlatmak ve 3. mevcut politikasını devam etmek gibi üç seçenek vardır. Bu üç seçeneği bazı kriterlerle test etmekle Xi Jinping’in olası Doğu Türkistan politikasını ortaya çıkarmak mümkündür. Mevcut politikanın devam ettirilmesi seçeneği: Xi Jinping açısından bu seçenekte risk azdır, eski başkanlar ve statükocu partililerin tepkisi de fazla olamaz. Ancak 30 yıldan beri birikmiş sorunları çözümsüz hale getirebilir ve değişen küresel gelişmelere cevap veremediği dış politika çıkmazlığına girebilir. Uzun vadede ÇKP yönetiminin meşruluğu tartışılmaya ve hatta sarsılmasına yol açabilir. Bu durumda
Çin’e özgü demokratikleşme seçeneği: Xi Jinping yönetimi açısından bu seçenek en uygundur. ÇKP’nin liderliğinde Çin rejimini tedrici adımlarla demokratikleştirme yoluna çekebilir. Yani tek parti yönetimi altında demokratikleşme sürecini tamamlamaktır. Çin’in büyük ülke (great power) olma yolunda rastlayacak olan birçok iç ve dış sorunları demokratik rejimden dolayı çözüme kavuşabilir. Neticede Çin’i daha güçlü ve daha etkili bir ülke haline getirebilir. Doğu Türkistan üzerindeki etkileri ise: 34
GENCAY - Xinjiang Uygur Özerk Bölge Yasası kısmen olarak uygulanabilir ve kapsamlı uygulanması söz konusu değildir. - Uygurlar kendi kimliğini kısmen koruyabilir. Çinlilerin Uygurlara yönelik ötekileştirmek, aşağılamak ve ayrımcılık tutumu azalabilir. - Uygurların özgürlük istemeleri belli kesimde devam edecektir. - Doğu Türkistan’da istikrar kısmen sağlanabilir. Kuzeybatı Bölgeleri Kalkındırma Stratejisi kısmen gerçekleşebilir. - Orta Asya bağlamında bölge ve sınır güvenlik sorunların bir kısmı çözülebilir. - Uygurların Çin’in Yeni İpek Yolu (Avrasya) politikasına katkısı yetersiz olacaktır.
- Çinlilerin Uygur Türklerine yönelik ötekileştirmesi, aşağılaması ve ayrımcılığı büyük ölçüde azalır, ancak Çin’in siyasal kültürünün etkisinden dolayı kapalı bir şekilde devam edebilir. - Uygurların özgürlük istemesi zorlaşacağı gibi özgürlük davası dejenerasyona uğrayacaktır. - Doğu Türkistan’da istikrar büyük ölçüde sağlanabilir. Kuzeybatı Bölgeleri Kalkındırma Stratejisi’nin gerçekleşmesinde imkânlar bulunacaktır. - Orta Asya bağlamında bölge ve sınır güvenlik sorunların büyük bir kısmı çözüleceği gibi Doğu Türkistan’ın etnik, dinî ve kültürel özelliklerinden dolayı bölgeye stratejik derinlik katacaktır. - Uygur Türkleri Çin’in Yeni İpek Yolu (Avrasya) politikasına katkılarda bulunabilir.
Batı tarzı demokratikleşme seçeneği: Xi Jinping yönetimi açısından bu seçeneğin gerçekleşmesi zordur. Çin hâkimiyeti tek partili yönetim sistemi dışına çıkmasının imkanı olmadığı gibi gerek demokrasinin bir yönetim sistemi ya da siyasal ve toplumsal değerleri olarak kabul etmesi zordur. Üstelik Tibet ve Doğu Türkistan’ın bağımsızlığına izin vermeyeceği gibi toprak bütünlüğüne zarar verecek ve dolayısıyla hâkimiyeti sarsacak hiçbir ihtimali tanımamaktadır. Çin’in Batı tarzı demokrasi rejimini kabul ettiği takdirde Doğu Türkistan üzerindeki tesirleri ise:
Söz konusu birinci seçenek çıkmaz sokak gibi Çin’in gelişmesini tıkayabilir; üçüncü seçeneğin ÇKP’nin çökmesine sebep olacağı gibi rejimin de yıkılacağına Çinli yetkililer vurgu yapmışlardır. Kalan seçenek ise Çin’e özgü bir çeşit demokratikleşme yoludur ve büyük ihtimalle Başkan Xi Jinping birinci dönemde hazırlıklar yapacak ve ikinci dönemde bu yolda yürümeye başlayacaktır. Doğu Türkistan sorunu da bu ikinci seçeneğe göre sürüncemede kalabilir.
- Xinjiang Uygur Özerk Bölge Yasası kapsamlı olarak uygulama ihtimali vardır. - Uygur Türkleri kendi kimliğini koruyabilir, ancak demokratik sistemde asimile olmanın ihtimali de yüksektir.
35
GENCAY
HER AKŞAMDAN BİR BEN ÇIKAR MI? Mehmet Batuhan KAYNAKÇI Her akşamdan bir ben çıkar mı? Ya akşamları ne yapacağız, Onlar benden çıkar mı? Kurur mu benliğimde Bering, Aral'ın kuruduğu gibi Başka mevsim sergüzeştinde… Başka insanlar türer mi ruhumdan? Bilmem, kendimi o kadar tanımıyorum. Başka şiirler de var olamadım bir türlü, Ben uzak şairlerin şiirine ortak çocuk... Amma yok, amma olmayacak. Uzun süre akşam kopacak. Uzun süre biraz hiçlik... Nebula kuşlarından ne haber? Ne haber bizsizlik dolu avlu, Hangi su akmaktan bihaber? İnsanlar ne zaman yaşamaktan yoruldu? Akşamlarda ıslıklarım duyuldu mu? Bilmem, kendimi o kadar tanımıyorum. Sızladı ıslıkları, evet sızladı çocukların. Göz kapakları hep biraz şantiye… Şantiyeler habercisi kurulan akşamların, Günün doğmayacağını söyler ahaliye. Yaşanır, Biter. Öğlen yok ikindi Eksik. Gün doğmadan evvel tan yeri yitik… Kandiller söndü telgrafhanelerde. Bir kandil yansıması aynalarda dindi. Hayrolsun ne diyelim. O kaybolmuş ruh, bir zaman benim miydi? Bilmem, kendimi o kadar tanımıyorum. Her akşamdan bir ben çıkar mı? Ya akşamları ne yapacağız, Onlar benden çıkar mı? 36
GENCAY
PERİLERİME Açelya OĞUZ Bir küçük edebiyat öğretmenidir benim adım. Masallardan okurdum perileri. Babaannem: “Sahici değil a benim guzum.” diye bahsederdi o perilerden. Ben hep bilirdim sahici olduğunu. O perilerle yirmi üç yaşımda tanıştım. Kocaman ışıl ışıl gözleri, minicik elleriyle oturuyorlardı sıralarında. En küçük perilere tek boynuzlu at tulparı anlattım. Sınıfın en küçüğü, dik saçlı, on yaşında Abdullah: “Sahici mi hocam?” dediğinde “Sahici a kuzum.” demiştim. Sahiciydi elbet. Benim tanıdığım yüzlerce peri gibi sahiciydi. Sonra en büyük perilerime uğradım. Daha on dört yaşlarındaki perilerin erkekleri kahraman, kızları birer su perisiydi. Onlarda ilk Oğuz Kağanla tanıştı. O kocaman yürekli perilerimle hayatımı paylaştım ben. Onlar benim yüklerimi omuzlarında taşıdılar hiç bilmeden.
prensesçilik oynadık perilerle. Beni prenses yaptılar, omuzlarında taşıdılar. Masalların gerçek olduğunu o gün anladım. Ben Rıfat Ilgaz’ın da ne demek istediğini o perilerle andım. Ne diyordu şair: “Orta Asya'dan konuştuk Laf kıtlığında Birlikte neler düşünmedik Burnumuzun dibindekini görmeden Bulutlara mı karışmadık Güz rüzgârlarında dökülmüş Hasta yapraklara mı üzülmedik Serçelere mi acımadık kış günlerinde Kendimizi unutarak”
Ben perilerden çok şey öğrendim. Çekik gözlü ürkek bakışlı peri Emir, ağlayıp kafasını göğsüne koyduğunda anladım bir çocuğa ana olmak ne demekmiş. Her sabah baharın en güzel çiçeklerini Sude masama koyduğunda anladım aşk neymiş. Ben o çocuklardan mücadele etmeyi öğrendim. Öğretmelerinin sandalyesi alınınca “Öğretmenim oturmuyorsa ben de oturmuyorum.” diyen keskin bakışlı periden emperyalizme karşı dik durmayı öğrendim. Merhameti öğrendim ben o perilerden. Parmağım kesildiğinde “Acıyor mu?” deyip öptüklerinde öğrendim. Öğretmenine baba olan, koluna girip karanlıkta öğretmenini eve bırakan çocuktan öğrendim fedakârlığı. İki yıl
O periler yeni nesil çocuklarıydı. Küreselleşme ve teknolojiyle ruhları çalınmaya çalışılan Türk milletinin en güçlü silahlarıydı onlar. O küçük çocuklar kocaman oldular. O küçük çocukların küçük öğretmenleri de kocaman oldu. Kocaman kirli dünyanın katil canavarları, parçalamaya çalıştı kocaman yürekleri. Telefon verdi onlara, kalpleri çok büyüktü parçalayamadı. Sonra canavar bilgisayar oyunları, sosyal medya kılığına girdi kandıramadı. Canavar baktı ki olmayacak bir kelime üretti. Adını da “flört” koydu. Bu “flört” çok sinsi bir canavardı. Çocuklara kendini “aşk” olarak tanıttı. Çocuklara her gün başka birine âşık olabileceklerini
37
GENCAY söyledi. Bu kötü kalpli canavar aşkın bedende olduğunu, karşı cinse dokunmayanın büyüyemeyeceğini söyledi. Bir kısım çocuk kanar gibi oldu. Sonra bir gün Türkçe dersinde tahtadaki şu yazıyı okudular:
yetiştirecekti. İşte bu binler dünya var oldukça milletini, kültürünü, insanlarını sevmekten ve onları korumaktan hiç vaz geçmeyecekti. Kocaman asasını kaldırıp uzak diyarlara göç etti. Her masalın sonu mutlu sonla biter. Küçük edebiyat öğretmeninin kocaman oluş hikâyesi de mutlu ama biraz hüzünlü bitti. Okulun son günüydü. Büyümüş olan edebiyat öğretmeni çocuklarına veda edip yuvadan göç edecekti. Çok şey söyleyecekti, olmadı. Konuşmaya hazırlandı, birkaç şey söyledi, olmadı. Perilerle sımsıkı sarılıp ağlaştılar.
“Arsızlığa cesaret Zinaya aşk dediler Bir neslin ahlakını İşte böyle yediler” O gün birkaçı Necip Fazıl’ın bu şiirini defterine yazdı. Birkaçının gözleri büyütüp öğretmeniyle göz teması kurmamaya çalıştı. İçlerinden biri ellerini ovuşturup teneffüste öğretmeninin yanına yaklaşıp sessizce “Özür dilerim.” dedi nedenini bilemeden. Canavar pes etmiştir artık. Anladı ki periler hamurlarının nur olduklarını bildikleri sürece ne kalplerini çalabilecek ne de ruhlarını. Öğretmenden nefret ediyordu canavar. Biliyordu ki küçük edebiyat öğretmeninden binlerce vardı. Öyle ki bu binler binleri
Öğretmen olmak bir prensesi olmak gibidir.
38
peri
masalının
GENCAY
TOPRAKLARIN BEKÇİSİ GELİNCİK Hanife YAŞAR “Gelincik var olduğu sürece, şarttır yaşamak!” Sohrab Sepehri
zarif ve kırılgan bir yapıya sahip olmasından da kaynaklanmaktadır.
Toplumların doğaya ve doğa olaylarına verdikleri anlam tarih boyunca farklılık göstermiştir. İnsanın, çevresinde meydana gelen olayları kendinde uyandırdığı etki ekseninde değerlendirmesi nasıl olağan bir durum ise toplumların da tarih içerisinde gelişen olaylara bakışının farklı olması doğaldır. Bu sebepten doğaya bakış açısı ve tabiata yüklenen anlam da milletlerin düşünce yapısını ve karakterini yansıtan belirgin özelliklerden biri olmuştur.
Anadolu’da coğrafyanın yapısı gereği bitkilerin yeşil renginin kaybolup sararmaya başlayacakları dönemde böylesine güzel bir çiçeğin ortaya çıkışı bu çiçeğin değerini artırmış ve yine ona verilen ismin niteliğini de belirlemiştir.
Türk kültürü de bu durumda diğer milletlerin bakış açısından çok farklı bir şekle bürünmüştür. Tarih boyunca ekonomik ve sosyal yaşayış bakımından doğayla iç içe yaşam sürmek Türklerin düşünce yapılarının oluşmasına büyük oranda katkı sağlamıştır. Çevrede görülen bitkileri adlandırmaları da yine kültürlerinin bir yansıması şeklinde meydana gelmiştir.
Gelincik, temmuz- ağustos aylarında görülen bir çiçektir. Ömrü de kelebeğin ömrü kadar kısadır. Küçük ve sert kabukları vakti geldiğinde kendini bırakır ve kolları arasından kırmızının en koyu tonundaki taç yaprakların çıkmasına müsaade eder. Bazı bölgelerde “çanak çatlatan” adıyla da bilinmektedir. Yaprakları açılmadan önce iplik gibi ince boynu yere bükülmüş olan bu çiçek, kırmızı renge boyandığında başını kaldırıp yönünü güneşe çevirmekte gecikmez.
Gelincik çiçeği bozkır coğrafyasının değişmez sahiplerindendir. Türklerin yaşam alanlarında sıkça karşılarına çıkan bu çiçek geleneksel Türk gelinliğinin rengi olan kırmızıyı yansıtması bakımından(1) gelincik ismini almıştır. Şüphesiz sadece renk olarak bir benzerlik söz konusu değildir. Gelincik çiçeğinin bu ismi alması kırmızı renginin ve güzelliğinin yanı sıra
Gelincik, bozkır toprakların üzerinde diğer renklere meydan okuyuşuyla göze çarpar. Bazen de hiç umulmayan yerlerde “ben buradayım” dercesine kendini gösterir.
39
GENCAY Doğası gereği özgürdür. Gidemeyeceği yer, umut getirmediği bir toprak parçası yoktur.
edebiyatında gül ve lale kadar fazla yer tutmasa da önemi büyüktür. Sarayın çiçeklerinin dışında taşranın gülü de lalesi de gelincik olmuştur.
Dağların göğsünde açan sessiz bir umuttur. Bozkır toprakların nöbetini tutar dağların lalesi. “Elif” gibi dik duruşlu fakat bir o kadar da narin ve kırılgandır. Gövdesi iplik kadar ince, yaprakları yazın ortasında yanan bir ateş gibidir. Pervaneler yapraklarına konunca kederden tutuşur.
Fakat gelinciğin ifade ettiği başka bir anlam vardır ki bu onu her zaman diğer çiçeklerden ayrı bir yere konumlamıştır. Türk düşünce yapısı gelincik çiçeğine ağır bir yük yüklemiştir. İnce ve kırılgan bedeninin taşıdığı anlam oldukça büyüktür. *** Toprağın, altında çok şeyi gizlediği bilinen bir gerçektir. Kocaman tarih onun merhametli örtüsünün altında gizlidir. Bahar geldiğinde kış boyu beyaz örtüyle sakladıkları birer birer ortaya çıkar.
Kimi zaman kırmızının en belirgin haliyle tek başına tüm renklere kafa tutarken, rüzgârın sert vuruşlarından incinir kimi zaman; ateşten yaprakları solup etrafa saçılır. Dalından koparılırsa birkaç dakika içinde parlaklığını, canlılığını ve güzelliğini yitirir. Kırmızı yapraklarından birini koparırsanız diğer üçü de kendini bırakır, salar ve sarkar. Elinizle yapraklarına hızlı bir şekilde dokunduğunuz zaman bile derhal zedelenir ve solmaya yüz tutar. Ömrü bu kadardır işte. Uzun gövdesi yorulur, boyun büker gün ışığına.
Gelincik de toprağın gizlediği en büyük değerlerin yeryüzüne yansımış halidir. Çünkü Anadolu topraklarında yeryüzüne çıkan her bir gelincik çiçeği bayrak rengine bürünmüş bir şehidi simgeler. Rivayete göre topraklarda ne kadar şehit verilmişse o kadar çok gelincik çiçeği yetişir. Topraklar şehit kanıyla sulandığından dolayı kan rengidir gelincik çiçeği. Bazen tek başına bazen de tarlaları kaplayacak kadar çok çıkarlar yeryüzüne. İşte o zaman o topraklarda çok canlar yanmış demektir.
Dik durup renklere meydan okuyuşu da solgunlaşıp boynunu büküşü de sessizdir. Dağlardan başka kimsecikler bilmez gelinciğin hüznünü… Gelincik çiçeği edebiyatımızda da geniş bir anlam içeriğine sahip olmuştur. Divan 40
GENCAY Tüten en son ocak sönmesin diye pek çok ocak sönmüştür…
kırmızıya boyanması diğer milletlerin de dikkatini çekmiş ve gelincik çiçeği adeta Çanakkale Savaşı’nın sembolü haline getirilmiştir. Şehit askerimizin her biri bir gelincik çiçeği olup yeryüzüne gelir, sert rüzgârlara direnir de yine kimselere bırakmaz toprağını. Her bir gelincik toprağa sıkı sıkıya bağlıdır. Toprakların sahipsiz olmadığını bizlere göstermektedir.
Gelincik çiçeği vatanı için canını bu topraklara feda edenlere olan vefa borcunu incecik sapıyla ödemeyi kendine borç bilmiş bir çiçektir. Toprağın altına verdiğimiz gencecik çiçekleri hatırlatır bize. Toprağın altına giren genç bedenlerden başka arkasında kalan anne, baba, eş ve en çok da çocuklarını hatırlatır…
Gelincikler toprağı vatanlaştıran simgelerdendir. Bir yandan hüznün sembolü iken diğer yandan da umudun ve kararlılığın ifadesi olmuşlardır. Topraklarda gelincikler var oldukça yaşama gayesi de her daim devam etmelidir.
Belki de “gelincik” ismi bu burukluğu yansıtmaktadır şehidin ardında kalan körpe gelinler için… Gelinciğin hüznü büyüktür. Onu hüzünlü kılan da taşıdığı bu anlamdır.
Fakat artık topraklar gelinciğe, yürekler de hüzne doymuştur. Gencecik bedenler toprağın altında değil üstünde çiçek olarak yeşermelidir.
Bu toprakları vatan yapanların kutsal çiçeğidir gelincik. Bayrağa sarılmış olan genç bedenleri aynı rengiyle yeryüzünde karşılamak ister. Askerler gibi onlar da yol kenarlarının, ekin tarlalarının ve dağların ulaşılmaz yamaçlarının nöbetini tutarlar.
*** Yurdumun bekçisi kahraman gelinciklere saygı ve minnet ile…
Anadolu’da bir dönem en çok gelincik çiçeğinin yetiştiği yer Çanakkale olmuştur. Savaşın sona ermesinin ardından Çanakkale’nin gelincik çiçekleriyle
KAYNAK: (1): https://tr.wikipedia.org/wiki/Gelincik_(bitki)
41
GENCAY
GÖNÜL ÂLEMİ Yağız OZAN Aşk kapısı gümüştür eşiğinden kan akar Sevenler hem korkusuz hem de zengin olmalı! Allı gülün dalında kara dikenler çıkar Muhabbetin en derin, sabrın engin olmalı … Sitem oku zehirli cananı vurmayasın İştiyakın gelende yerinde durmayasın Yâr hakkın suretidir kalbini kırmayasın O’na seni sevdiren bir ahengin olmalı … Gönül koskoca âlem sevgiliye armağan Umutları yeşerten rahmeti gökten sağan Bir bulut arasından sızıp huzura doğan Güneş kadar samimi sıcak dingin olmalı… …
42
GENCAY
TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNİN GELİŞİMİNDE HALKBİLİM DİSİPLİNİNİN YERİ Ömer ÜNAL Bir topluluğun millet olarak adlandırılabilmesi için iki adımın oldukça önemli olduğu ileri sürülebilir. Bunlardan ilki; kişilerin içerisinde yaşadıkları topluluğa aidiyet duygusu ile bağlı olmaları, fikir ve duygu ortaklığının oluşmasıdır. Bu adımı gerçekleştirebilen gruplar, kendilerini bir millet olarak tanımlayabilirler. İkinci adım ise kendisini millet olarak tanımlayan toplulukların, varlıklarını diğer milletlere benimsetebilme aşamasıdır. Bu iki adımın içerisinde de geçilmesi gereken duvarlar; aşılması gereken yollar vardır. Yazımızda da tüm bu sözü edilen aşamalar örnekleriyle beraber, Türk milleti ve Türk milliyetçiliği özelinde ele alınacaktır.
başladı. Rusların işgali altında öz kültürlerini yitirmeden yaşamak ve yeniden bağımsız olmak isteyen Fin halkı milli direnişini folklor sahasında filizlendirmiştir. Lönnrot’ un derlediği ve buram buram fakelore (1) kokan Kalevala Destanı (2) bu alandaki çalışmalarının en önemlisidir. Halkın ruhu kavramını folklor terminolojisine kazandıran Herder, Alman milletinin inşası aşamasında çok önemli bir yere sahiptir. Folklorun, imparatorlukların yıkılması ve ulus devletlerinin inşasındaki etkin rolü Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılış ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş sürecinde de karşımıza çıkar. Fransız İhtilali’nin estirdiği milliyetçilik rüzgârının etkisiyle Osmanlı İmparatorluğu’nun bünyesinde yaşayan azınlıklar teker teker bağımsızlık savaşı vererek ayrı devletler olarak ortaya çıktılar. Sırplar, Rumlar, Bulgarlar imparatorluktan ayrılırken, Osmanlı tebaasına mensup olan Türkler de; Osmanlıcılık ve İslamcılık fikirleriyle ayakta duramayacaklarını anlayarak Türkçülük etrafında örgütlenmeye başlamışlardır. Prof. Dr. Dursun Yıldırım, Türk halkbilim tarihini sınıflandırdığı çalışmasında 1908 ile 1920 yılları arasını Türkçü Devre olarak adlandırmaktadır.
Coğrafi Keşifler ve Fransız İhtilali ile yeni fikirler, yeni hedefler koyuldu ortaya. Amerika’yı sözüm ona keşfeden Avrupalı kendi geçmişini, özünü aramaya koyuldu. Reform ve Rönesans hareketleri ile Hıristiyanlık-Papa-Kilise merkezli fikirlerin yerini yavaş yavaş millet-ırk gibi kavramlar ile kurulan fikirler almaya başladı. Halkbilimin de bağımsız bir disiplin olarak ortaya çıkmasını sağlayan bu gelişmeler ile milli devletlerin altyapısının oluşum süreçleri paralellik göstermektedir. 1846 yılında W. James Thoms tarafından folklor sözcüğünün ilk defa kullanılmasının ardından; özellikle Almanya, İsviçre, Finlandiya, İsveç, İngiltere, İskoçya gibi ülkelerde folklor alanında ciddi çalışmalar yapılmaya
Türk folklor çalışmalarının başlangıcını, Ziya Paşa’nın Londra’da yayınlanan Hürriyet gazetesinde yazmış olduğu Şiir ve İnşa adlı makaleye götürmek mümkün olsa da yine de bilimsel olarak ilk 43
GENCAY çalışmaların 1908 yılında kurulan Türk Derneği ve devamında yine aynı alanda çalışmalar yapmak üzere kurulan Genç Kalemler, Anadolu Bilgisi Derneği ve Türk Ocakları ile başladığını söyleyebiliriz. Gökalp ve Köprülü, halk edebiyatının doğrudan doğruya halkın ruhundan çıktığı için onun en sadık ifadesi olduğunu düşünmektedirler. Köprülü, folklor araştırmalarının milliyetçilikle olan ilişkisinin sadece bir vatan aşkından ibaret olmadığını söylemektedir. Ülke yöneticilerinin folklorik bilgiyi kullanarak halkları, iktidarı yönettiğini düşünmektedir. Bu yüzden folklorun milliyetçiliğin işlevsel bir yönü olduğunu belirtebiliriz. Folklor, milliyetçiliğin teoriden pratiğe ulaşmış hâlidir. İlhan Başgöz’e göre, Türkiye’de folklora olan ilk ilgi, on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında halkın çoğunluğu tarafından anlaşılabilecek bir milli dilin oluşturulması ihtiyacı hissedildiğinde başlamıştır. Ahmet Midhat Efendi (1884-1913) problemi şu şekilde ortaya koymuştur: “Edebiyat dilimiz bir milli dil değildir. Arapça, Farsça ya da Türkçe de değildir. Edebiyatımızın başyapıtları bir Arap ya da Farslı tarafından anlaşılamamaktadır. Biz de bu edebiyatın bizim edebiyatımız olduğunu iddia edemiyoruz çünkü bu edebiyatı biz de anlamıyoruz. Biz, bir dil olmaksızın bir millet olabilir miyiz? Hayır, çünkü halkımız kendi anladığı bir dile sahip. O zaman edebiyat dilimiz ile onlarınkini yer değiştirelim ve o dilin dışında bir milli dil yaratalım.” (3)
ülkelere bilim adamlarını gönderdiklerini biliyoruz. İşgal ettikleri ülkelerin halklarının folklorik ögelerini, kültürlerini öğrenmek onları idare etmek için oldukça önemliydi. Bu unsurları bilerek o halkları sömürebilmek daha da kolaylaşıyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nun bünyesindeki halkların Osmanlıya aidiyet duymamaları ve ilk fırsatta bağımsızlık hareketlerine girişmeleri belki de bu yüzdendir. Böyle bir okuma yapacak olursak folklorun sadece ülkenin asli unsuru olan halkı idare etmeyi kolaylaştırmasından öte aynı zamanda azınlıkları da ülkeye isyan etmemelerini sağlama noktasında önemli bir işlevinin olduğunu söyleyebiliriz. Osmanlı’nın ıskaladığı bu mühim disiplinin ilk çalışmalarının yabancı Türkologlar tarafından gerçekleştirilmiş olması bu konuda dikkate değer bir noktadır. Özellikle Macarların ulus inşası sürecinde köken arayışlarına girmişlerdir. Kökenlerini Türkiye’de arayan Macar Türkologların araştırmalarını bu açıdan kayda değerdir. Özellikle I.Kunos, Bela Bartok akla gelen ilk isimlerdendir. Ziya Gökalp’in 1913’te Halka Doğru dergisinde yayınlanan Halk Medeniyeti adlı makalesi, 1914 yıllarında ise Mehmet Fuat Köprülü’nün İkdam’da yer alan Yeni Bir İlim Halkiyat: Folkore ve Rıza Tevfik Bölükbaşı’nın Peyam’da yazdığı Folklor: Folklore başlıklı yazıları Türk halkbilim disiplinin ilk makaleleridir. Genç Cumhuriyetin, Türk milletinin ümmet kültüründen milli kültüre dönüşümü sürecinde Türk folkloru ivme kazanmıştır. Türk Ocaklarının etkin faaliyetleri bunun en açık delilidir. Yine Halk Evlerinin tüm yurda yayılan dergicilik ve oda faaliyetleri, Türk milletine milli ruhu aşılamak
Sömürgeci ülkeler, işgal ettikleri ülkeye sadece askerleri göndermezler. Özellikle, İngilizlerin Hindistan’ı; Fransızların Cezayir’i işgal ederken sömürdükleri 44
GENCAY amacıyla yapılan çalışmalardandır. Okuma yazma öğretmek, yeni harfleri tanıtmak, Türk müziği, Türk tiyatrosu, Türk müzeciliği yaratmak gibi amaçlar doğrultusunda etkin faaliyetler gösteren Halk Evlerinin bizzat devleti yöneten CHP tarafından kurulmuş olması, yöneticilerinin CHP üyesi olması, devletin halkbilimi disiplinini, milliyetçiliğin bir enstrümanı olarak kullandığını göstermektedir.
sağlayabilir. Folklorik ögelerin, sözlü anlatıların ya da etnografik ürünlerin tanıtıldığı müzelerin kurulması, folklor atlaslarının, ansiklopedilerinin, haritalarının hazırlanması oldukça önemlidir. Türk milliyetçiliğinin de gelişimi açısından, Türk insanının yemek, giyim, dans, oyun, tiyatro, destan, halk anlatıları gibi önemli kültürel unsurlarının günümüze taşınması, sergilenmesi, tanıtılması bireylerin halka aidiyet duygusu ile bağlanmasını sağlayacaktır. Ortak paydalarda buluşan vatandaşlar da bu sayede Türk milliyetçiliğinin çatısı altındaki folklorik evde mutlu mesut ve yüksek bir dayanışma içerisinde yaşayacaktır.
Milliyetçilik derin bir ideoloji, halk bu ideolojinin merkezi, folklor disiplini ise her bir odasında halkın yaşadığı milliyetçiliğin çatısını oluşturduğu bir evdir. Bu evin ayakta kalabilmesi evin kolonlarının sağlam olabilmesi ile mümkündür. En ufak bir sarsıntıda yıkılabilecek folklorik evlerin altında kalacak olan halkın yaşam süresi de uzun olmayacaktır. Milliyetçilik ile doğru orantılı bir şekilde gelişen halkbiliminin ulus devletlerine ne gibi katkıları olabilir? Ruhi Ersoy; Türk milliyetçiliğin, folklorun gelişiminde önemli bir motivasyon kaynağı olduğunu belirtir. Öcal Oğuz ise folklorun işlevi konusunda şunları belirtir: “Hitler Almanya’sı ile Stalin Rusya’sı, folklorun 19. yüzyıldaki bu uluslaşmacı ve kurucu işlevini çok ideolojik biçimlerde bozmuşsa da, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan Uygulamalı Halkbilimi, 20. yüzyıl toplumunun karşı karşıya olduğu sanayileşme ve küreselleşme süreçlerinde millî ve yerli kimliklerin kendi olma eğilimlerini destekledi.” (Oğuz 2010: 44). Folklorun günümüzde uygulamalı halkbilimi bağlamında ele alınması milliyetçiliğin de zamanı kucaklayarak çağa uyarlanmasını
DİPNOTLAR: 1. fakelore: Sonradan üretilmiş, sahte folklor. 2. Kalevala, Elias Lönnrot'un 19. yüzyılda Fin halk hikâyelerinden derleyip kaleme aldığı epik destan. 3. Agâh Sırrı Levent, Türk Dilinde Gelişme ve Sadeleşme Safhaları (Ankara, 1949), s. 141 KAYNAKLAR:
45
Başgöz, İlhan. “Türkiye’de Folklor Çalışmaları ve Milliyetçilik” (Çev. Serdar Uğurlu). Turkish Studies - International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic Volume 6/3 Summer 2011. Ersoy, Ruhi. “Folklor Çalışmalarının 100. Yılında ‘Folklor-Milliyetçilik’ İlişkisi Üzerine Bazı Düşünceler” Milli Folklor, Yaz 2013: 99. Köprülü, Fuat. “Yeni Bir İlim: Halkiyat Folklore”. İkdam Gazetesi 1914, Sayı: 6091 (Kanunisani 1329/6 Şubat). Oğuz, M. Öcal. Küreselleşme ve Uygulamalı Halkbilimi, Ankara: Akçağ Yayınları, 2002. Oğuz, M. Öcal vd. Türk Halk Edebiyatı El Kitabı. 7. Baskı, Ankara: Grafiker Yay., 2010. Öztürkmen, Arzu. Türkiye’de Folklor ve Milliyetçilik. 2. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları, 2006
GENCAY
NEO- OSMANLICILIĞIN SON STRATEJİSİ ÜZERİNE Sertaç EKEMEN Türk siyasal kültürünün lider odaklı bir yapıda olduğu söylenebilir. Bu durumun kırılma noktası olan yeni bir siyasal önder arayışı, kaotik ortamlarda yerini farklı bir lidere bırakarak, yeni nesil lidere eklemlenerek, yeni bir yol haritası ile kendini göstermektedir. Osmanoğlu “Atman ya da Otman kökenli olduğu rivayet edilen, Sultan 2. Mehmet ile başlayan tarih yazıcılığının resmileşen hanedan ismi Osmanoğulları’ndan Cumhuriyet dönemi elitler dolaşımına Milli Şef iktidarı, Adnan Menderes, Demirel, Ecevit ve Özal cetveli içerisinde karizmatik liderler ışığında siyasal kültürünü oturtmuştur. Darbe kaosu ile devrilen bu liderler (İnönü haricinde) soğuk savaşın da nihayete ermesi ile yerini karizmatik lider olan R. Tayyip Erdoğan iktidarına bırakmıştır. Bu durumun ana nedeni, geçmiş liderlerin miladını doldurmasından(!) ziyade; ortaya çıkan ekonomik kaosun var olan liderlerle devam edemeyeceği (ya da belirleyecekleri), halefleri içinde oluşmayacağı algısının Türk seçmeni zihninde yer etmesiydi. 1980 sonrası tıpkı arabesk müzik kültürü gibi yükselen Siyasal İslamcı Türk siyasi kültürü 2000 krizi ile beraber insanlar zihninden bir ihtimalden öte mutlak bir iktidar kurgulayıcısı olarak yer etmiş, milli görüş gömleğini çıkartan yenilikçi hareketin bu ideolojik fikir sapmasını umursamaksızın onları iktidara taşımıştır.
2002 itibari ile yenilendiğini ifade eden Siyasal İslamcı siyasi kültür, kökten bir değişimin sinyallerini baştan vermemişti. Demirel döneminde savaş konumuna gelen Türk ve Esad diktası altındaki Suriye ilişkileri, vize serbestisi başta olmak üzere bir takım yakınlaşmaya girmiş magazinel bir biçimde liderlerin dostlukları kamuoyuna ilan edilmiştir. Bunun yanında 2002 öncesi kırmızıçizgiler “yumuşak bir geçişle” ortadan kaldırılıp bağımsızlık talebinde bulunan KDP lideri parti kongresinde onur konuğu olarak davet edilmiştir. 2002 yılı iktidarı ile başlayan A. Davutoğlu’nun çizmiş olduğu derin strateji; Cumhuriyet döneminde yapılan dış politikadaki devlet stratejik örgütlenmesini bir kenara itip, yeni bir stratejik yapılanmaya gitmiştir. İkinci kez iktidar olup kalfalık dönemi ADALET VE KALKINMA PARTİSİ programının söylemi, Yeni Türkiye kurgulamasını işaret eder. Gelişen bu yeni strateji teknokrat kökenli siyasetçi Turgut Özal’ın “bir koy; iki al” taktiği ile Ortadoğu savaşlarına çanak tutma stratejisinin bir varyasyonudur. Davutoğlu önderliğindeki Türkiye dış politikası var olan bu argümanları görmezden gelmiş, amiyane tabir ile bile bile lades olmuştur. Amerikan dış politikasının yaratmış olduğu strateji ile uyumsuz bir noktada olan dönemin Türk Dış Politikası, yaşanan 1. Körfez savaşı başarısızlığını paramiliter örgütler ile telafi etmeyi ve onlara yapılan istihdam 46
GENCAY desteği ile Türkiye aleyhine terörün 2002 sonrası artmasına zemin hazırlamıştır.
koy üç al stratejisini bu kez Suriye üzerinden değerlendirmeye çalışan NeoOsmanlıcı anlayış, ABD’nin genel “böl ve yut” stratejisinin Suriye ayağında siyasal kazanım tesis edememiştir. YPG’nin bu konjonktürde Türkiye yerine ABD güdümüne girmesi, kuzeydeki PKK güdümlü Kürt Federe Devleti ABD rızası ile IŞİD’e ve bundan bağımsız Rusya eksenine bir koridor olarak kurulmak istenmesi Kuzey Irak’ta olduğu gibi Kuzey Suriye’de de Türk dış politikasına zıt bir realitenin geliştiği görülmüştür. Rus emperyalizminin yaratmış olduğu Suriye savaş stratejisi ılımlı yapıda(!) olan Türkiye müttefiki ÖSO, konfederasyonu hedef olarak belirlemesi ve IŞID yerine bu odaklarla savaşması önceden var fakat belirsiz olan Türkiye müttefiklerine karşı yürüttüğü savaşta başarılı olmuş, Türkiye ve Esad rejimi ile olası bir müzakere sürecine, Türkiye’yi sokmuştur.
Buraya kadar yıkılacak olan eski düzen Ortadoğu devlet modellerinden kâr elde etmeye çalışan, tarumar edici kaosa 1991 yılı itibari ile çanak tutan, ’89-91 Özal politikalarının halefi Neo-Osmanlıcı dış politika anlayışı; ideolojik önderliğini de partisinden devirerek yepyeni bir politikanın zeminini hazırlamaktadır. Bu döneme kadar yürütülen İslami çerçevedeki Neo-Osmanlıcı hareket kendini sindirmeye ve yerine tanımsız bir dış politikaya bırakmaya başlamıştır. Siyasal İslamcı Neo-Osmanlı projesi, Hamas’ın 2007’deki Gazze iktidarını tesisi ile İsrail karşıtı söylemleri bugün itibariyle son bulmuştur. Yerine tekrardan ılımlı ve hatta dostane ilişkilere bırakması, Neo Osmanlıcı dış politika anlayışının müttefiklerini tasfiye etmesi, bu anlayışın kendini yeni bir yapılanmaya bırakması anlamına gelmektedir.
Neo-Osmanlıcığın son stratejik kalesi olan Suriye’nin beklentileri karşılayamaması, Türk Dış Politikasında mağlubiyetin resmi olmuştur. Malumun ilanı ise elde kalan Suriyeli savaş göçmenlerinin vatandaşlık statüsüne alınıp savaş bedel diyeti olarak ilan edilmesidir. Türk siyasal sistemine yön veren Neo-Osmanlıcılık anlayışının “post’u” Anadolu içerisi çok kültürlülük olacaktır. 1900 itibari ile Anadolu birliğinin teminatı ittihat ve Terakki fikri, Tük Milliyetçiliği’nin Anadolu milliyetçiliği altındaki varyasyonu bu dönemde kendini gösterecektir. Bu son hamle NeoOsmanlıcı fikir sisteminin, Ortadoğu’dan Anadolu’ya sıkışmasının resmidir.
Bu yeni gelişen sürecin gelişimine, tıpkı Irak dağılma döneminin birinci savaşında Türkiye’nin belirli yıkıcı stratejisinin neden olduğu söylenebilir. Suriye direnişinde başarılı olan Baas ve Hizbullah gibi rakip aktörlerin yanı sıra; Irak Savaşları’nda aleyhte kalan İran gibi bir siyasal gücün Irak’ta kurulan Şii iktidarına rakip bir konumda olmamasının göz önünde bulundurulması gerekir. Türkiye bunun gibi değişen müttefik- ittifak kutuplaşmasında yalnızlaşmıştır. Bozulan Suriye otoritesini kendi lehine çevirip ABD’nin 1991 işgal planında bir
47
GENCAY
ER KİŞİ NİYETİNE Ertuğrul Kaan ÇAM Üzgünüm, dertliyim, geleceğe dair umut ışıklarım söndü sanki. Çok değerli bir insanı kaybettik. Ankara’nın en delikanlı adamını, en harbi adamını, en fedakâr adamını defnettik bu mübarek Ramazan ayında. Umut ağabeyi kaybettik. Ankara’da ne zaman bir garibanın başı sıkışsa soluğu onun yanında alırdı. O, son sözü söylemeden umutlar tükenmezdi. İnsanlar için adı gibi umuttu. Bu yazıda çok sevdiğim Umut ağabeyi anlatmaya çalışacağım kalemim yettiğince.
Adamlar mahalleyi dönüştüreceğiz, hepiniz daha güzel evlerde daha güzel bir muhitte yaşayacaksınız diye bir sürü insanı kandırıp evlerini almış. Vermek istemeyenleri de gece karanlığında gelip tehdit ediyorlarmış. Vermek istemeyenlerden birisi de Umut abinin babası tabi. ‘’Mahallenin dokusunu, havasını, samimiyetini bozar. Bize uymaz koca koca binaların arasında ruhsuz bir hayat sürmek’’demişler. Yanlarına kendileri gibi mahallesine âşık birkaç insan daha katılmış. Sonrası mahkemelerde, belediyede, devlet dairelerinde ve yeri geldiğinde sokakta bu adamlarla sürekli bir kavga hali... Kavganın başını Umut ağabey ile babası çekiyor. Tabii, adamların arkası sağlam... Paralı adamlar ve tabiri caizse Ankara’da dayıları da var. Bir Eylül gecesi, adamlar yine evini satmayanlardan birini tehdit ederken, Umut ağabey birkaçını epey paralamış. Bu sefer Ankara’daki dayılar devreye girmiş, almış götürmüş polisler Umut ağabeyi. Babasını da içeri almışlar peşinden. Böylece başlamış hapishane günleri. Kendi derdi bir yana babasını düşünürmüş hep, ziyaretine gidenlerin dediğine göre. Maddi ve manevi çok sarsılmışlar. İçini kemiren ve en sonunda ölümüne sebep olan hastalığı da buradan kaptı diyorlar Umut ağabey için.
Bir Şubat soğuğunda Adana’da doğmuş. Hayatının fırtınalı geçeceği o gün belli olmuş sanki. Çok zor olmuş doğumu. Bünyesi böyle bir yiğidi dokuz ay taşımaya dayanamamış olacak ki annesini kaybederek açmış dünyaya gözlerini. Babasının vazifesi gereği Ankara’ya taşınmışlar. Belki de o sancılı doğumun acı hatırlarından uzaklaşmak istediler. Çocukluğunda cılız bir şeymiş. Cılız ama bir o kadar da cesur. Gözünü budaktan sakınmazmış hiç. Oturduğu mahalleyi yıkıp modern binalarla donatmak isteyen bazı yabancı adamlar gelip gidermiş ara ara mahalleye. Her seferinde adamlara bir maraz çıkarırmış, sevmemiş bir türlü bu adamları. Bir gün arabalarının aynalarını kırmış, bir gün adamlardan birinin kafasını taşla yarmış. ’Evimizi elimizden alacaklar’’ diye ağlarmış, ortalığı birbirine katarak.
Hapisten çıkınca mahalleye geri dönmüşler. Mahalle tanınmaz halde. Yine de terk edip gidememişler. Baba oğul, evlerinin yerine yapılan binanın altında küçük bir bakkal dükkânı açmışlar.
Kader bu ya çocukluğunda taş attığı adamlarla gün gelmiş amansız bir mücadeleye girmiş. Tabi o cılız çocuktan eser yok, babayiğit bir genç olmuş Umut ağabey. Bu mücadeleyle geçmiş gençliği. 48
GENCAY Mahalleli başta hapisten çıktılar diye soğukmuş. Akrabaları bile uğramamış bir müddet. Zaman her şeyin ilacı… Umut ağabey gibi dürüst, namuslu, gönlü zengin bir adamın sevilmemesi mümkün mü? Kısa zamanda sevdirmiş kendisini. İşleri de düzelmiş. Babasının kardeşleri ile olan husumeti bir ara tökezletse de çabuk toparlamışlar. Tam güzel günler geldi derken Umut abinin babasının ani ölümü ile tepetaklak olmuş hayat. Hayatta sırtını dayadığı, değer verdiği, birlikte zorluklara karşı göğüs gerdiği babasının ani ölümü Umut ağabeyi mahvetmiş. Bir süre sersefil bir hayat geçirmiş. Sevenleri onun bu haline dayanamamışlar. En sonunda evlenmeye ikna etmişler. Çukurova’da zengin bir toprak ağasının kızı ile evlenmiş. Büyüklerden duyduğumuz bu evlilik onun hastalığını ilerletmiş. ‘’Hayata tutunsun diye evlendirdik ama çocuğun başını yaktık” diyorlar. Boşlukta iken verdiği bu karardan çok da hayır görmemiş Umut ağabey anlayacağınız. Eşini evine gittiğim zamanlarda görürdüm. Pek muhabbet ehli bir insan değildi. Açıkçası Umut ağabeyin eşi olması dışında bir özelliği yoktu diyebilirim. Ben de onun eşi olduğundan saygı duyardım hepsi bu.
Ankara’ya gelince, babamın selamını götürmek için yanına gittim. Bu vesile ile yakından tanıştık. O da beni sevmiş olacak ki sık sık arar, hal hatır sorardı. Ben de arada birkaç arkadaşla Balgat’taki evine gider çayını çorbasını içer, hoş sohbetinden feyizlenirdim. Hastaydı ama koca adam hiç yıkılacak gibi durmuyordu. Geçen yıl Kasım’da hastaneye yatırdılar. Birkaç kez ziyaret ettim. Doktoru, ‘’hastalık bütün bedeni sarmış’’ dedi konuştuğumuzda. Hali iyi görünmüyordu ama ‘’Umut ağabey gibi bir yiğit hastalıkla yıkılır mı?’’ diyordum kendi kendime. 8 ay mücadele etti, sonuçta dayanamadı bünyesi. Haberi geldiğinde inanamadım, ta ki cenaze namazı için saf tutana kadar. Anlattıkları ve onun hakkında anlatılanlar film şeridi gibi gözümün önünden geçti tabutu önümde dururken. Hoca ‘’er kişi niyetine’’ deyince irkildim, ‘’hem de ne er kişi’’ diye geçirdim içimden. Evet, Umut ağabey artık yoktu. Düzeleceğinden umudumu kestiğim şu dünyada Umut ağabey benim için son bir ışıktı. O ışık da söndü işte. Bir daha onun gibisi gelir mi bilmem ama bu milletin ve hatta bu dünyanın Umut ağabey gibilere çok ihtiyacı var.
Benim Umut ağabeyi tanımam ise babamla oldu. Babamla tanışıyorlardı, çok methederdi kardeşime ve bana. Ne yalan söyleyeyim o kadar överdi ki içten içe onun gibi olmak isterdim. Yüz yüze hiç görüşmemiştim. Üniversiteyi kazanıp
49
GENCAY
İSTANBUL BOĞAZI DENİZ TRAFİĞİ VE BATIKLAR Fatma Özge ÖZDEMİR İstanbul ve Çanakkale Boğazları dünyanın en önemli suyolları arasında bulunuyor. Her iki boğaz da tehlikeli ancak özellikle İstanbul Boğazı çok tehlikeli bir geçit… İstanbul Boğazı’nın jeolojik yapısı, akıntıları, 80 derecelik sert, keskin virajları, sis ve fırtına izlenebilen karakteristik havası gemi geçişlerini zorlaştırıyor.
ise 12! Ayrıca Deniz İşletmeleri vapurları, deniz otobüsleri, arabalı vapurlar ve motorlar günde 2.500 sefer yapıyor. Son 5 yılda boğazlarda 978 gemi arızalandı. Dünyanın en işlek suyolu olan İstanbul Boğazı’ndaki ve Marmara Denizi’ndeki batıklar çevreyi tehdit ediyor. İstanbul Boğazı’nda ve boğazın girişlerinde 22’si tehlikeli 24 gemi, Marmara Denizi’nde de 13 gemi batığı var. Karadeniz girişinde bulunan 12 gemi ve tankerlerden 10’unun, İstanbul Boğazı’nda batan 7 geminin ve boğazın Marmara girişinde bulunan sulara gömülü 5 geminin tehlikeli olabileceği düşünülüyor. Batıklar petrol tankeri değil ve şimdilik seyir güvenliğini de tehdit etmiyor. Fakat zamanla içlerindeki yükler (demir, hurda, çimento, sintine, kereste vs.) ve kendi yakıtları da tehdit oluşturabilir. Zamanla batıklardaki metaller bozulmalara, geminin yakıt depolarında oluşacak tahribat da petrol sızmasına neden olabilir. Metal de kendi başına kirlilik yaratabilir. Metalin içindeki kimyasallar da zehirlenmelere yol açabilir.
Türk Boğazları Panama Kanalı’ndan 4, Süveyş Kanalı’ndan 3 kat fazla trafiğe sahip. Türk Boğazlarından yılda ortalama 65.000 gemi geçiyor. Bir günde ortalama olarak 27’si tehlikeli yük taşıyan 150 gemi Boğaz’a giriyor. Fakat Bakü-Tiflis-Ceyhan Petrol Boru Hattı'nın 2006 yılında devreye girmesiyle İstanbul ve Çanakkale Boğazları’ndan geçen gemi sayısını azaldı. İstanbul Boğazı´ndan 2013’de 451 milyon 214 bin 121 gros ton hacminde 38 bin 200 adet, Çanakkale Boğazı´ndan ise 616 milyon 688 bin 297 gros tonluk 36 bin 121 adet gemi geçmiştir. İstanbul Boğazı´ndan geçen gemilerin 19 bin 644´ü, Çanakkale Boğazı´ndan geçen 15 bin 757´si kılavuz kullanmıştır. İstanbul Boğazı´ndan geçen gemilerin 35 bin 100 adedi 200 metreden küçük, 3 bin 100 adedi ise 200 metreden büyük gemilerdir. Dünya denizlerinde yılda yaklaşık 2 milyar ton petrol naklediliyor. Buna göre yılda 200 milyon tondan fazla ham petrol boğazlardan taşınıyor. Milyonlarca ton petrol taşıyan tankerlerin yaş ortalaması
(Boğazda bulunan gemi ve tanker batıklarının konumu)
50
GENCAY İSTANBUL BOĞAZI-MARMARA DENİZİ ÖNEMLİ PETROL KAZALARI
alana yayıldı. Tanker iki ay boyunca yanarken temizlik aylarca sürdü. Batık, sıcaktan eriyip büzülmüş kahverengi bir hurda yığını olarak yıllarca olduğu yerde durdu. Çıkarılması için önceleri hiçbir çaba harcanmadı. Zira tehlikeli bir konumdaydı. Şehir hatlarına ait vapurlar ve deniz otobüsleri batığa çok yakın geçiyorlardı. Sonra çıkarılarak Tuzla Tersanesi’ne götürüldü. Burada kesilirken geminin içinde kalan petrol tekrar yanmaya başladı, yine söndürüldü!
1979-2004 arasındaki 11 kazada yaklaşık 200.000 ton petrol denize yayıldı. Independenta (1979): Kazada 43 kişi öldü, 95 bin ton petrol deniz sularına karıştı. Unirea (1982): İnfilak ederek battı, 66 bin 400 ton denize yayıldı. Nassia ve Shipbroker (1994): Rumelihisarı yakınında çarpıştı. 27 kişi öldü, 10 bin ton petrol denize karıştı. TPAO (1997): 1500 ton petrol denize karıştı. Volganeft 248 (1999): Florya açıklarında battı. 1500 ton petrol denize yayıldı. Semele ve Şipka (1999): Yenikapı açıklarındaki çarpışmada 10 ton fuel oil denize aktı. M. V. Gotia (2002): Emirgan İskelesi’ne çarptı, 25 ton marine-oil denize aktı. Svyatov Panteleymon (2003): Anadolu Feneri’nde kayaya oturdu, 230 ton fuel-oil denize yayıldı. Strontsiy (2004): Fırtınada Kilyos Aslanburnu'nda yarı batık vaziyette karaya oturdu. Lujın-1 (2004): Fırtına sonucu Kilyos Dalyanburnu'nda karaya oturdu. Hera (2004): Türkeli Feneri'nin yaklaşık 10 mil açığında Karadeniz'de 73 metre derinliğe battı. Yayılan akaryakıt çevre kirliliğine yol açtı.
İstanbul Boğazı risk altında... Sadece petrol tankerleri değil, radyoaktif maddeler, atıklar ve kimyasal madde yüklü tankerler de her açıdan büyük tehdit oluşturuyor… Mersin-Akkuyu’ya kurulması planlanan nükleer santral atıklarının, santrali kuran Ruslar tarafından boğazlardan geçirilerek Rusya’ya götürüleceği söyleniyor… KİMYASAL MADDE GEMİSİ VE BOĞAZ
INDEPENDENTA-İSTANBUL, 1979 Dünyanın en büyük onuncu petrol tankeri kazasıydı. 43 kişi hayatını kaybetti, 94.000 ton petrol denize döküldü. 30.000 ton ham petrol yandı. Kalan 64.000 ton ise 5.5 km2 51
GENCAY 28.10.2013’te İstanbul Boğazı'ndan geçerken arıza nedeniyle sürüklenmeye başlayan Malta bandıralı YM Miranda isimli tanker, Fatih Sultan Mehmet Köprüsü'nün tam altında çift demir atarak durabildi. Tankerin boyu 135 metre idi. Boğaz saatlerce trafiğe kapatıldı. Tanker neyse ki boştu, ama fiberoptik kablolar zarar gördü, internet erişimi aksadı.
neden oldu ve Fransa 2000’e kadar 400– 450 milyon dolarlık harcama yaptı.” Volganeft 248 aslında bir nehir gemisiydi! Bu gemideki 248 rakamı, bu gemilerden en az 247 tane daha olduğunu gösteriyor! Rus gemisinin denize açılması için aldığı “yeterlilik belgesi”ne uygun hareket etmediği yasak olan bir zaman diliminde seyahat ettiği ortaya çıktı.
VOLGANEFT 248 Rus bandıralı tanker Volganeft 248, 29 Aralık 1999’da Bakırköy-Menekşe sahili açıklarında lodos yüzünden iki parçaya ayrılarak karaya oturdu. 900 ton fuel-oilin denize boşaldığı kazada kıyısal deniz canlılarının %90’ında toplu ölümler görüldü. Sahil yakıta bulandı ve yüzlerce kuş öldü. 24 Ocak 2000’de konuyla ilgili bir bilirkişi raporunda olay şöyle anlatıldı: “Kıyı boyu ve Menekşe Deresi’nin ağzı tamamen, derenin iki yakası ise 1,5 km boyunca petrol atığı ve ziftle kaplanmıştır. Petrol atıkları deniz ürünlerinin dokularına kadar işlemiştir ve zehirleme tehlikesi vardır. Kirliliğin kendi kendine temizlenmesi en az 10 yıl gibi bir zamanı alır. Derin ve yoğun kirli bölge 30 yılda ancak temizlenir. Ancak Volganeft’in ziftlerine ve plajın yanında kanalizasyon şebekesinin denize bıraktığı kirliliğe rağmen, yüzlerce vatandaş hafta sonu tatillerini Menekşe Sahili’nde denize girerek geçirdi ve geçiriyor. Plaj belediyeye ait olduğu halde deniz suyunun kirliliği konusunda vatandaşlara herhangi bir uyarıda bulunulmadı. Volganeft'in kirliliği için bugüne kadar sadece 3–4 milyon dolarlık harcama yapıldı. Aynı tarihlerde Erika’nın oluşturduğu kirlilik Fransa–İtalya arasında aylar süren diplomatik krize
(İşte kâbus senaryosu)
Belgelere göre, Volganeft 248’in yalnızca Mart-Kasım aylarında ve 2.5 metre dalga yüksekliğinde seyahat etmesine izin verilmişti. Ancak bir nehir gemisi olan Volganeft 248, bu belgeye aykırı biçimde Aralık ayında ve izin verilenin iki katı dalga yüksekliğinde sefere çıktı. 29 Aralık 1999’da lodos yüzünden iki parçaya ayrılarak karaya oturdu. Tankerin tanklarında kalan bin 787 ton fuel-oil ısıtıldıktan sonra boşaltıldı, yaklaşık 300 ton mazotun ise denize karıştığı tahmin ediliyor. Deniz dibinde donmuş kütleler halindeki mazot havaların ısınmasıyla 3 oC’de eridi ve bariyerlerle çevrildikten sonra emilerek temizlenmeye çalışıldı. Gemiden sızan yakıtın kıyıda oluşturduğu kirliliği temizleme çalışmaları kırk işçiyle sürerken, geminin boşaltılması işlemlerine de hız verildi. Tankerdeki tanklarda bulunan ve soğuk havada donan yakıtın boşaltılabilmesi için ısıtma çalışmaları yapıldı. Kurtarma gemilerinin yanı sıra üç tanker de batık geminin tanklarından
52
GENCAY boşalması muhtemel kirli deniz suyunu hemen emebilmek için yakında bekletildi.
ALINAN ÖNLEMLER İstanbul ve Çanakkale Boğazları’nda deniz trafiği 30 Aralık 2003’den beri Türk Boğazları Gemi Trafik Hizmetleri (TBGTH) sistemi ile denetleniyor. Artık Boğazlar’a giren her uluslararası gemi, uydu, radar ve kameralar kullanılarak AIS (Automatic Identification SystemOtomatik Tanımlama Sistemi) vasıtasıyla izliyor. Sistem seyir yardımcıları, bilgilerini, seyre etki edecek tehlikeleri ve olası gemi hareketlerini izleyip görevli gemilerle paylaşarak Boğaz’dan güvenli geçişin yapılmasını sağlıyor. Olası tehlikelere karşı boğazlardan geçen gemilerde mutlaka kılavuz kaptan bulunması gerektiğine işaret ediliyor. Denizcilik Müsteşarlığı, Kocaeli Körfez içinde artan gemi trafiğini kontrol altına alabilmek için de 2008’de harekete geçti. İstanbul ve Çanakkale Boğazı'nda deniz trafiğini kontrol eden VTS sistemi, Körfez'in dört ayrı noktasına kurulacak kulelere yerleştirilerek, gözetleme yapılacak. Deniz Trafiği Kontrol Sistemi sayesinde, Körfez güvenliğini tehdit eden gemiler anında belirlenebilecek. Sistemin kurulması, hem Körfez ulaşımını rahatlatacak, hem de güvenli hale getirecek. Ancak petrol taşınmasında boru hatları gibi alternatiflerin çok daha önemle değerlendirilmesi gerekiyor.
VOLGANEFT 139 11.11.2007’de Karadeniz'e bağlandığı Kerç Boğazı dışında bir gölü andıran Azak Denizi'nin, Ukrayna açıklarında ortadan kırılan Volganeft 139'dan 2000 ton mazot döküldü. Saatte 108 kilometre hızla esen rüzgâra ve 5 metre boyundaki dalgalara yenik düşerek ikiye ayrılan tankerde bulunan 13 kişilik mürettebat kurtarıldı.
Yetkililer, Sovyetler Birliği döneminde inşa edilen tankerin sadece petrol taşımacılığında kullanılmak üzere tasarlandığını, şiddetli fırtınaya direnme gücü bulunmadığını söylediler. Aynı günlerde şiddetli fırtınaya dayanamayan üç gemi daha bölgede sulara gömüldü. Bu gemiler binlerce ton sülfür taşıyordu. Sülfür, metallerle hızlı biçimde tepkimeye girerek onlara bağlanır. Cd (Kadmiyum), Pb (Kurşun), Ni (Nikel) gibi ağır metaller açısından ortamda fazladan sülfür bulunuşu metallerin biyolojik kullanımını azaltacak bir faktör olarak değerlendirilir.
PETROL NAKLİYESİ İÇİN TEK VE ÇİFT ÇEPERLİ TANKERLER Gövdesi tek kat sacdan yapılan gemi ve teknelere “tek cidarlı” , ilk kat sacı bir kabuk gibi çevreleyen ikinci kat sacdan yapılan gemilere ise “çift cidarlı” deniliyor. Avrupa Birliği (AB) ve ABD, Erika ve 53
GENCAY Prestige kazalarının ardından çok yaşlı tek cidarlı (çeperli) tankerlerin limanlarına girmesini yasakladı. AB bir bildirge yayınlayarak, AB Limanları’nda iki yıllık zaman dilimi içerisinde iki defadan fazla alıkonan gemilerin bir listesini yayınladı. Aslında bu listenin 2003’te yayınlanması gerekiyordu, Prestige kazası bu işlemi hızlandırmış oldu. “Name and Shame” de denilen, “Teşhir et utansın” şeklinde Türkçeye çevirebileceğimiz bu listenin bizim için gerçekten utanılacak bir tarafı vardı; çünkü listede yer alan toplam 66 gemiden 26’sı, yani yaklaşık %40 ı Türk gemileriydi. AB Komisyonu'nun ulaştırma ve enerjiden sorumlu 20 komiseri, yüksek risk taşıdığı gerekçesiyle 26 Türk tankerinin de aralarında olduğu çoğu 10 yaşın üzerindeki 66 adet dökme yük, petrol ve kimyasal madde taşıyan geminin AB karasularıyla limanlarına girişinin yasaklanmasını istedi.
Dünya tanker trafiğinin %35'i Türkiye’den geçiyor, ama Montrö Boğazlar Sözleşmesi yüzünden bu konuda herhangi bir yasaklamaya gidilemiyor. Uluslararası Denizcilik Örgütü (IMO) tek cidarlı tankerlerin 2010'a kadar tasfiyesine karar verdi. Kurallardaki esneklik gemilerin 2015 yılına kadar veya 25 yaşına kadar ticaret yapmasına imkân tanımasına rağmen, ülkelerin 2010 yılından itibaren limanlarında tek cidarlı tankerleri yasaklama hakları bulunuyor. Bu tarihten sonra deniz taşımacılığında çift cidarlı gemiler kullanılmaya başlanacak. Çünkü çift cidarlı teknelerin gövdelerinin parçalanıp içindeki petrolü sızdırma riski daha az. Çift saçlı gemilerde yarılma ve yırtılma riskinin tek saclılara göre daha az olduğu ve çok büyük bir patlama olmadığı sürece yarılma ve ikiye ayrılma, çatlama, sac atması gibi olaylarla karşılaşılmadığı, dolayısıyla sızıntı olmadığı, batığın bırakılarak yakıtın çekilebileceği biliniyor. Bu nedenle dünya üzerindeki tüm tersanelerin, gemileri bu pozisyona getirilene kadar normalden çok daha fazla bir çalışma temposuna girmesi zorunlu oldu. Dolayısıyla Tuzla'da da artan iş yükünü kaldırabilmek adına kalifiyeli olmayan eleman alınması ve çalışma saatlerinin uzaması sonucunda ortaya çıkan acı tablo da herkesçe biliniyor.
Rusya da 2010 sonrası tek cidarlı tankerleri limanlarına almama planları yapıyordu. Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) hurdaya çıkmaları için son tarih olan 2010 itibariyle tek cidarlı tankerlerin limanlarına girmesine izin vermeyeceğini açıkladı. Bazı ülkelerin kapasite yetersizliği yaratmaması ve navlunları yükseltmemesi için 2015’e kadar tek cidarlı tankerlerin limanlarına girmesine izin verdiği belirtiliyor. Bu ülkelerin başında büyük petrol ithalatçıları Hindistan ve bazı Güney Asya Ülkeleri geliyor. Suudi Arabistan ise tek cidarlı tanker konusunda henüz pozisyonunu belirlemedi. Mobil, BP ve Chevron gibi büyük petrol şirketleri prensip kararı aldı.
DİPNOT: 1. Bu yazı Ege Üniversitesi Biyoloji Bölümü Öğretim Görevlisi Prof. Dr. Sema İşisağ Üçüncü’nün Ekotoksikoloji ve Çevre Sağlığı dersi notlarından derlenmiştir.
54
GENCAY
MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ SEMİNERİ: YAŞAR NURİ ÖZTÜRK - ATATÜRK VE DİN İlteriş Abdülmüttalip ÖZDEMİR Konuşmacı: Yaşar Nuri Öztürk Tarih: 07.01.2009 Yer: Milli Düşünce Merkezi
Her elli senede bir İngiliz gizli servisinin arşivleri açılıyor sekiz dilde dünyaya yayınlanıyor. Bugün İslam Dünyası'nda özellikle de Türkiye'de Atatürk aleyhine ne kadar İslam dışılığa ilişkin slogan varsa tümü İngiliz gizli servisinin ürettiği sloganlardır. Atatürk, İbn-i Haldun ve Garaudy'nin kurtuluş teolojisi reçetesini, ilahiyatla mesleki açıdan bir alakası olmamasına rağmen fark etmiştir. Mustafa Kemal devrimleri niyetmiş seksen yıldır söylüyoruz ama bana göre esas yaptığı devrim bu teolojik devrimdir.
-Fransız düşünür Garaudy (1913-2012) İslam Dünyası çöl fıkhından İslam fıkhına geçmeli ve bir kurtuluş teolojisi geliştirmesi gerekir, der. Çöl fıkıhı tabirini İbn-i Haldun da kullanmıştır. Kuran-ı Kerim çölde indi lakin çöl kitabı değildir. Kuran-ı Kerim, bilgi çağı kitabıdır. İslam Dünyası'nın temel sıkıntılarından birisi de budur; İslam Dünyası bin küsur seneden beridir taşıdığı çöl kafasıyla Kuran-ı Kerim'i anlamaya çalışıyor, anlayamaz. Gazze’yi bu yüzden anlayamıyoruz. Kurtuluş teolojisi ya da İbn-i Haldun'un tabiriyle çöl fıkhından medeni fıkha geçmek gerek.
-Yetmiş senedir sorulmayan soru. Bu soru ciddiyetle sorulmalı, takiye yapmadan lafı evirip çevirmeden ikiyüzlülüğe mahal vermeden cevap verilmeliydi bu soruya. -Mustafa Kemal mirasıyla, Muhammedi miras hakikatte çelişir mi? Hem Müslümanım ve Hz. Muhammed'in mirasına sahip çıkmalıyım hem de bu ülkenin vatandaşıyım ve Mustafa Kemal'in mirasına sahip çıkmalıyım, hep ikisini idare etme biraz ondan biraz bundan alayım mantığıyla hareket edildi günümüze kadar. Aydın da böyle yaptı siyasetçi de böyle yaptı.
Bu İslam Dünyası'nda yapılmamış bir iştir, İslam Dünyası bunda inat ve ısrar ediyor. Bunu din dışına çıkmak zannediyor ve batı da bunu fark ettiği için sürekli olarak Müslüman dünya bu durumdan çıkmasın diye elinden geleni yapıyor. Yani din diye inandırmaya çalışılan ama Kuran'ın asla onaylamayacağını yaşayalım diye çabalıyor. Batı bütün ümidini buna bağlamıştır. Bu durumu İslam Dünyasında bir kişi yıkmıştır o da Mustafa Kemal Atatürk.
Seçim zamanı oy potansiyeli nerede fazla ise oraya oynadı. Oysa vatandaşın bin yılı aşkın süredir yaşadığı bir din diğer tarafta da haysiyetini sağlayan, kurtuluşunu sağlayan, namusunu koruyan, sıcak 55
GENCAY hatırasını yaşadığı Kurtuluş savaşını yapan sevdiği büyük önderi var. İkisinden de vazgeçmek istemiyor.
-Yetmiş yıldır sorulmayan soruyu sorma zamanı geldi. Eğer İslam Kuran'da yazan ve Hz. Peygamber’e gelen din ise İslam mirasıyla Mustafa Kemal mirası arasında hiçbir çelişki yoktur. Sorunun büyük cevabı budur. Maalesef yetmiş sene boyunca bu soruyu biz yerine batı sordu ve onlar cevapladı. Dediler ki Muhammedi miras ile Mustafa Kemal mirası birbiriyle çelişir hatta bu ikisi birbirine düşmandır dediler. Batının bu cevabına içeriden birçok destek geldi. Hainleri, niyeti bozukları saymaya gerek yok lakin en büyük desteği kayıtsızlar verdi. Kayıtsızlar farkında olmadan batının kurduğu bu kumpaslara içeriden destek sağladı. Bu konuyu görmezden gelerek onu yok saymaya çalıştılar. Paul Tilich (1886-1965 teoloji profesörü)
Yardım lazım bu halka. Birinin çıkıp bu ikisinin çelişip çelişmediğini söylemesi lazım, işe el koymuş kişilerin halkı aydınlatması lazımdı. Niye söylemediler? Bir İslam gerçeğinden rahatsız olanlar bunlar İslam dinin varlığından rahatsızlardı ve bu yüzden söylemediler. İki Dinin hakikatinden rahatsız olanlar, onlar da dinin sahtesini istismar etmek Allah ile aldatmak üzere kurulu düzenleri olan bunun böyle sürmesini isteyenler de rahatsız oldu. İki kesim de siz dinin tümünden rahatsızsınız Mustafa Kemal'in din dışı olması işinize gelir, biz de dinin hakikatinden yana şikâyetçiyiz çünkü gerçeğini istismar edemeyiz sahtesi lazım Mustafa Kemal bizi rahatız ediyor dediler. El birliği ile Mustafa Kemal din dışı ilan edildi. Bazı aydınlarımız hem dünyalığını korumak hem de öteki dünyadaki yerini hazırlamak için ikisinden de biraz aldı, ama ikisinde de tam olarak saadeti bulamadı.
"İnanç hiçbir zaman nötr olmaz, ya yapıcı olur ya yıkıcı" der. Bizim içteki aydınlar bunu görmezden geldi, sanki olar görmezden gelince sorun yok oluyormuş gibi... İnanç nötr olmazın üstünde durmak gerek, ya yaptıracaksınız ya da yıkımına hazır olacaksınız. O orada öyle dursun dediler, altmış sene sonra bir baktık ki hiç de orada öylece durmamış ilmiği Türkiye’nin boynuna geçirmiş. Ne yapılmalıydı? Yetmiş senedir sorulmayan soru sorulmalıydı, millet gerçekler ile yüzleşmeliydi.
-İkiyüzlülüğün, varlık kanunları açısından zafer ve mutluluk getirmesi mümkün değildir. Kuran-ı Kerim bir evrensel ilke olarak şöyle buyuruyor: "Şirke saparsan bütün yapıp ettiklerin heba olur gider." Riya da şirk kümesindendir diyor. Riyaya sapanın sonu hüsrandır. Biz Cumhuriyet nesilleri, siyasetçilerin ve aydınların yetmiş senedir bu ikiyüzlü politikalarıyla ve dışarı kaynaklı bir takım tezgâhlarla arada kaldık sonunda halk laikliğin ve Mustafa Kemal'in din dışı olduğu kanaatine zorla itildi.
-İmam-ı Azam muamelat alanı ile tağudi alandan bahseder. Tağudi alan, Allah ile kul arası ilişkilerin olduğu alandır başka kullar buraya giremez, hükümleri sabit zamanla ve şartlarla kuralları değişmez der. Muamelat alanı ise kul ile kul arası ilişkilerin olduğu alandır kuralları insan 56
GENCAY belirler devrin şartlarına göre kurallar değişebilir der. Hilafetin kaldırılması bu noktada İmamı-ı Azam ile örtüşür [Seyit Bey'in bu konudaki görüşü şöyledir:
Böylece Muhammedi mirasın bir çocuğu olarak tarih sahnesinde görevini yapmıştır. Bazı hocalarımız şirk en büyük günahtır diyorlar, doğrular ama yarımlar. Şirkin de zulmün bir türü olduğunu unuttukları için yarım kalıyorlar. Mustafa Kemal'e, Hz. Peygamber’in sizce en büyük manası nedir diye soruyorlar.
"Her şeyden evvel şu noktayı arz edeyim ki, hilafet hükümet demektir. Doğrudan doğruya millet işidir, zamanın gerektirdiklerine tabidir. Onun içindir ki, Hz. Peygamber Efendimiz vefat ettikleri zaman ashab-ı kiram hazretlerine hilafet meselesini açıklamamışlardı."(İsmail Kara, a.g.e. I, 180–181)
Diyor ki; Hz. Peygamber’in bence en büyük manası onun esaret tanımamasıydı, en büyük mucizesi olarak da Bedir Savaşı'nı kabul ediyor. Mustafa Kemal dindardı; mevlüt okuttu, ezan okunurken ayaklarını toplardı diyorlar dini bu seviye indirdiğinizde içini boşaltmış oluyorsunuz. Hz. Muhammed esaret tanımamanın sembolüdür, onun esaret tanımayan ümmetinin bir kumandanı olarak müftehirim. İşte bu gerçek dindarlıktır. Yoksa bana ne senin iki rekât namazından, namaz ki mûminin miracı aynı zamanda en büyük putperestlik alameti olan namaz. Maûn suresinde şöyle buyuruyor; Nalet olsun o namaz kılanlara ki riyayla yüzünü maskeleyenlere. Hz. Peygamber de uyarıyor Kuran-ı Kerim de uyarıyor namazdaki riyadan.
(Prof. Dr. Osman Eskicioğlu Seyyid Bey'in Hilafet Anlayışı Üzerine Bazı Düşünceler) aktaran notu] Ama bunlar bu şekilde tartışılmadı, anlatılmadı. Bir diğer hata ise din anlatılmadı sadece dayatıldı. Eğer İslam anlatılsa idi istismar edilemezdi, bu yüzden de anlatılmadı Kuran "Allah ile aldatılmayınız" der. Kuran hariç hiçbir kutsal metinde geçmez bu ifade. Yüce Allah uyarıyor Allah ile aldatılmayın eğer aldatılırsanız mahvolursunuz diyor. Din üzerinden siyaset yapanlar dini anlatmadılar dayattılar, öte yandan Atatürk'ün anlaşılmasından korkanlar da Atatürk'ü dayattı. Anlaşılması gereken iki büyük değerimizi maalesef dayatıldı. Türkiye’nin ve İslam Dünyası'nın içinde kıvrandığı açıların yegâne sebebi bu dayatmalardır.
-Geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz Yaşar Nuri Öztürk hocamızın Atatürk ve Din konulu konferansının metin formatına uyarlamasını elimden geldiğince yapmaya çalıştım. Hocanın kısaca değindiği ama konu bütünlüğü açısından bilinmesi gerek diye düşündüğüm yerlerde eklemeler yapmakla birlikte konuşmanın bazı yerlerini anlam bütünlüğünü korumak amacıyla çıkardım. Yazıyı hazırlama aşamasında fark ettiğim şey tek şey sahte
-Kuran-ı Kerim tek bir düşman var diyor o da "zulüm". Zulmün kurumsallaşmış şekli de emperyalizmdir. Mustafa Kemal de bununla savaşmıştır.
57
GENCAY gerçekliğin içinde boğuşup sahteleşmiş değerler üstüne ihtisas yapıp birbirimize Bilgi satmaya çalıştığımız oldu. Türk Milletinin iki ortak değerinin aslında bir bütün olduğunu Türk Milletinin ihtiyacı olan birliğin aslında bizi birbirine düşürdüğünü sandığımız değerlerimizin manalarında saklı olduğunu idrak edebildim.
-Muhammedi mirasın evladı olan Mustafa Kemalin emperyalizme karşı duruşuna ithafen: Atam İzindeyiz. Konferansa ulaşmak için: http://www.millikanal.com/2015/05/yas ar-nuri-ozturk-ataturk-ve-din.html
58
GENCAY
KİTAP TANITIMI: İSTİKLAL MARŞI’MIZI ANLAMAK MİLLİ KİTAP İstiklâl Marşı’nın neden ‘’Korkma!’’ diye başladığını biliyor musunuz? Ya da kıtalar arasında yer alan ‘’Ulusun’’ ifadesinin ne anlama geldiğini düşündünüz mü hiç?
bu bilgileri bilmiyordur diye düşünmeden edemedim. Prof. Dr. Nurullah Çetin’in Öncü Basımevinden 2011 yılında çıkan ‘’İstiklâl Marşı’mızı Anlamak’’ isimli bir kitabı bulunmakta. Konferansta, İstiklâl Marşı’na dair güzel dipnotlar veren hocamız, kitapta İstiklâl Marşı’nın imlâsından, yazılma öyküsüne, o dönemki Türkiye’nin durumundan, Kuva-yı Milliye hareketine kadar çeşitli konuları ele almış. Önsözünde, ‘’Bu çalışmam kanalıyla umarım Türk Milleti, İstiklâl Marşı’nı derinliğine anlama ve Müslüman-Türk şuuruna ererek kendi kimliğine ve değerlerine sımsıkı sarılma imkânı bulacaktır.’’ diyerek Türk Milletinin ilelebet payidar kalmasının anahtarlarından birinin İstiklâl Marşı olduğuna vurgu yapıyor.
İlkokuldan üniversite birinci sınıfa kadar derslerde bizlerden İstiklâl Marşı’nın açıklamasını yapmamız istendi. Aslında ne kadar yüzeysel okuduğumuzun, dinlediğimizin, söylediğimizin geç farkına vardım. Evet, bu kadar basit olamazdı, mutlaka derin bir anlamının olacağı aşikârdı. Ankara Üniversitesi Dil, Tarih, Coğrafya Fakültesi Öğretim görevlisi Prof. Dr. Nurullah Çetin’in aşağıda verdiğim adresteki Bilgi Şöleni bunların hepsini anlatıyor. Konferansın başlığı ‘’İstiklâl Marşı’nı Anlamak’’. Tek kelimeyle mükemmel… İstiklâl Marşı’na dair meğer ne kadar az bilgiye sahipmişiz… Türkiye’de pek çok edebiyat öğretmeni de
Eminim ki, kitabı elinize aldığınızda bırakmak istemeyeceksiniz ve konferansı dinlemeye başladığınızda kopamayacaksınız. Gördüğünüz herkese İstiklâl Marşı’nın anlam derinliğini anlatacak, hatta konferansı izlemeyi tavsiye edeceksiniz… Konferansa ulaşmak için: https://www.youtube.com/watch?v=r1M 0jMN_wpk İyi dinlemeler ve iyi okumalar.
59
GENCAY
millikanal.com
60
GENCAY
Milli Düşünce Merkezi’nin kitaplarını millikitap.com adresinden ücretsiz indirebilirsiniz.