www.millidusunce.org Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı Kızılay/ANKARA Telefon: 0 (312) 231 31 94 Belgeç: 0 (312) 231 31 22
GENCAY
GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi Yıl 5 Sayı 55 – Ağustos 2016 Ücretsiz e-dergi www.gencaydergisi.com bilgi@gencaydergisi.com
PROF. DR. AHMET BİCAN ERCİLASUN İLE TÜRKOLOJİ ÜZERİNE SÖYLEŞİ/ Aslıhan KAYA-Emre SEVİNÇ PROF.DR. TİMUR KOCAOĞLU İLE TÜRKOLOJİ ÜZERİNE SÖYLEŞİ / Aslıhan KAYA SERVET HOCA ve HALK BİLİM / Ömer ÜNAL TÜRK EDEBİYATI TARİHÇİLİĞİNİN ÇINARI PROF. DR. ÖMER FARUK AKÜN /Serdar NASİP DOÇ. DR. TÜRKER EROĞLU İLE SÖYLEŞİ / Ömer ÜNAL KARLI DAĞLARIN BAŞBUĞU / Emre KUM RECEP KOYUNCU İLE SÖYLEŞİ-USTA SERVET SOMUNCUOĞLU/ Durmuş AVŞARMustafa Hakan YILDIRIM GALLEMİT’TEN BİZE KALAN / Aslıhan KAYA
GENCAY
PROF. DR. AHMET BİCAN ERCİLASUN İLE TÜRKOLOJİ ÜZERİNE RÖPORTAJ Aslıhan KAYA - Emre SEVİNÇ Aslıhan Kaya: Sevgili Hocam, öncelikle söyleşi isteğimizi kırmadığınız için Gencay Dergisi adına teşekkür ederiz.
A. Bican Ercilasun: Türkoloji bir dar anlamda, bir de geniş anlamda kullanılıyor. Dar anlamda daha çok Türk dili, Halkbilimi, Halk edebiyatı, ama geniş anlamda Türklükle ilgili her şey; yani tarihi de coğrafyası da sosyolojisi de ekonomisi de hepsi içine giriyor; ama dar anlamda kullanılışı daha yaygın. İslamiyet öncesini de İslamiyet sonrasını da ele alıyor. İslamiyet sonrasında Türkler yok olmadığına göre Türklük Bilimi İslamiyet sonrasını da ele alıyor. Elbette Osmanlı coğrafyasını, bugünkü Türkiye’yi ve Türkiye dışında kalan bütün Türk Dünyası’nı ele alıyor.
A. Bican Ercilasun: Ben teşekkür ederim.
Aslıhan Kaya: Hocam, ülkemizde, Türk Dünyası’nda ve dünya ölçeğinde Türkoloji çalışmaları ne durumda?
Aslıhan Kaya: İlk sorumuz, genellikle Türkoloji olarak adlandırılan söyleşi kavramımız; Türkiyat, Türkbilim, Türklük Bilimi olarak da adlandırılmaktadır. Siz bu kavramı nasıl adlandırıyorsunuz? Biz de öyle devam edelim.
A. Bican Ercilasun: Dünya ölçeğinde Türkoloji çalışmalarında 19. Yüzyılın sonlarına, 20. yüzyılın ilk yarısına göre biraz azalma var ama tamamen bitmiş değil. Almanya’da 19. Yüzyılın ilk yarılarına kadar çok güçlüydü. Almanya’da biraz zayıfladı lakin o sırada Amerika’da biraz daha güçlendi. Sovyetler Birliği’nde zaten her zaman güçlü bir Türkoloji vardı. Bağımsızlıklardan sonra Türk Dünyası’nda bu Türkoloji geleneği devam ediyor ama Türk Dünyası’nda Türkoloji’nin özelikle eski Türk tarihine yönelik, eski Türk diline yönelik yönlerinin fazla kuvvetli olduğunu söyleyemeyiz. Daha çok şu andaki kendi
A. Bican Ercilasun: Türkoloji çok yaygınlaşmış, onu kullanıyorum ama zaman zaman Türklük Bilimini de kullanıyorum. Hangisini isterseniz siz onu kullanın. Aslıhan Kaya: Peki, Türkoloji zaman mekân ve bilim dalları açısından neyi kapsamaktadır? Günümüzdeki algı İslamiyet öncesi, Türkistan’da ve genel olarak Türk dili ve yazısı kapsamında ele alınan bir kavram gibi. 1
GENCAY dilleri, lehçeleri, yakın tarihleri ve ağızları üzerindeki çalışmalar kuvvetli. Türk Dünyası’nda da karşılıklı iletişimler sonucu eski Türk diline ve tarihine de bir yöneliş var.
A. Bican Ercilasun: Kaşgarlı Mahmud. Kısa diyorsun bunun için düşünmek lazım (Hoca burada gülüyor). O zaman, Kaşgarlı Mahmud, Bilge Kağan ve Tonyukuk. Çok önemli eser yazmış kişiler denilince akla Bilge Kağan ve Tonyukuk geliyor. İkisi yazar, Yolluğ Tegin değil Köl Tegin’in yazarı Bilge Kağan.
Türkiye’de Türkoloji çalışmalarına gelince, Türkiye’deki Türkoloji çalışmaları güçlü. Hatta şimdi her zamankinden daha güçlü, özellikle 1990’da bağımsızlıkların kazanılmasından sonra saha araştırması imkânı da doğdu. Yani meslektaşlarımız yerlerine giderek araştırmalar yapıyor. Bu bakımdan Türkiye’de Türkoloji’nin güçlü olduğunu söyleyebiliriz. 20. Yüzyılın ilk yarısındaki yahut ilk üççeyreğindeki kadar güçlü Türkologlar belki olmayabilir ama gene de yıldız sayılabilecek birkaç isim var. Emre Sevinç: Hocam, Türkoloji araştırmaları açısından günümüzde araştırma yapan bilim adamlarından ilk üç araştırmacı sizce hangileri dersiniz?
Aslıhan Kaya: Hocam sizce Türkoloji'nin popüler ve metodolojik sorunları nelerdir? A. Bican Ercilasun: Aslında son zamanlarda biraz popülerleşiyor galiba. Göktürk yazısını genel ağ ortamında kullanıyorlar, çeşitli eşyaların üzerine, giydikleri elbiselerin üzerine Köktürk harfleriyle Türk yazıyorlar, (Editörün dövmesine bakarak “dövmesini yapıyorlar” diyor ve birlikte gülüyorlar.) Televizyonlar biraz daha bu işe son zamanlarda ağırlık veriyorlar. Bir popülerleşme var ama Türkiye’nin kalıplaşmış bir aydın kamuoyu var. O aydın kamuoyuna bir türlü giremiyor. Kalıplaşmış, eski sol gelenekten gelen bir aydın kamuoyu var. O kalıp kırılamıyor. Dolayısıyla biraz popülerleşememiş gibi görünmesinin sebebi o. O aydın kamuoyu
A. Bican Ercilasun: İlk üç olmaz, bunlar çok tehlikeli sorular. (Hoca ve editörlerimiz burada gülüyorlar.) Emre Sevinç: dönemde desek.
Günümüzde
ve
yakın
A. Bican Ercilasun: Son derce zor bir soru. Biz şöyle diyelim, Cumhuriyet Dönemi Türkiye’sinde Reşit Rahmeti Arat, Ahmet Caferoğlu ve Muharrem Ergin’i başta sayabiliriz. Emre Sevinç: Peki Hocam hazır şahsiyetlere girmişken, sizce tarihte Türk diline hizmet etmiş ilk üç veya sizin için üç büyüğümüz hangileridir? 2
GENCAY da Türk basınına, medyasına, radyosuna televizyonuna hakim. O bakımdan popülerleşmemiş gibi görünüyor.
filmine konu olacak şekilde. Dolayısıyla hiç amatörlüğe kaçmaya lüzum yok, yani bilim dışı konulara girmeye lüzum yok. Amatörlük şu anlamda kullanılıyorsa ona bir şey diyeceğim yok. Yani bilim dışına kaçmadan amatörlerin de popüler hâline getirmesi, bir takım buluşları. Buna bir diyeceğim yok ama bilim dışına kaçılıyor çoğu defa bizdeki amatör çalışmalarda. Onu tabi ben de hoş karşılamıyorum.
Metot sorunlarına gelince, Türkoloji ilmî metotlarla araştırılıyor, Türkiye’de de Batı’da da… Popülerleşmesi için ne gibi metotlar kullanılması lazım diyorsanız tabi günlük dile, halkın anlayacağı dile yansıtılması lazım araştırmaların. Zaten bilim fildişi kulesinde oturmamalı. Bulduklarını halka da yansıtması lazım. Bunu da halkın anlayacağı dille yansıtması lazım. Bu, konuları güncel şekilde halka yansıtmak, televizyon dizileri yapmak, romanlar yazmak gibi yollarla halka yansıtılabilir.
Emre Sevinç: Soruları biraz daha özelleştirip tarihî romanlarla alakalı bir soru sormak istiyoruz. Günümüzde Kürşat adı ile ilgili bazı tartışmalar mevcut. Siz bu adın ve bu Atsız'ın ölümsüz eserinde geçen olayların akademik eserlere ve ders kitaplarına girmesini nasıl buluyorsunuz?
Emre Sevinç: Bir yan soru soralım hocam, popülerleşiyor Türkoloji eskiye göre ama bu amatör araştırmacıları da beraberinde getiriyor. Bu bir sorun oluşturur mu? Ne düşünüyorsunuz?
A. Bican Ercilasun: Yani, Kürşad ihtilali bir gerçek. Bütün Çin kaynaklarında var. En az beş Çin kaynağında var. Kürşad ihtilali biraz ayrıntılı olarak anlatılıyor. Ama adı Çin kaynaklarında elbette Kürşad değildi. Çinliler bütün yabancı isimleri Çinlileştiriyorlar ve anlaşılmaz hâle getiriyorlar. Bugünkü okunuşuyla Çin kaynaklarında adı Chieh-she-suai’dır. Bu Chieh-she-suai’ı Atsız Kürşad olarak kurgulamıştır. Öyle midir, değil midir o ayrı bir konu. Chieh-she-suai, yani Kürşad olarak kurgulanan kahraman tarihte vardır ve Çin ordusunda bir generaldir. Muhafız alayındadır. Kırk arkadaşıyla birlikte, kırk civarında diye bazen de kırkı aşkın diye geçiyor Çin kaynaklarında. Çin sarayını basmıştır ve yapılan çarpışma sonucu hepsi de ölmüştür. Bunun arkasından da Çinliler büyük bir korkuya kapılmışlardır ve başkentteki Göktürkleri dışarıya çıkarmışlardır. Bu Kürşad ihtilalinin daha sonraki bağımsızlığı
A. Bican Ercilasun: Amatör araştırmacıları da beraberinde getiriyor evet ama aslında hiç amatörlüğe de lüzum yok. Yani Türkoloji’nin hiç amatörlüğe kaçmadan doğrudan doğruya ilmî gerçeklerle popüler hâle gelmesi zaten mümkün, çünkü çok heyecanlı bir saha. Çok heyecanlı, çok geniş coğrafyalara yayılmış büyük bir tarih var. Bu eski Türk dilinden kalma yadigârların araştırılması dahi belki onlarca macera filmine konu olacak şekilde. Yani eski Uygur yazılarının 1900-1914 yılında bulunması, deve kervanlarıyla, atlarla, katırlarla Batılı Türkologların Taklamakan Çölü’nün etrafında dolaşmaları, Orhun Abideleri’nin bulunması, Divan-ı Lügati’t Türk’ün bulunuş hikâyesi, bunlar onlarca macera 3
GENCAY tetiklediği bir yorumdur ama kesindir. Önce Kürşad’dan sonra Çin sınırından dışarıya çıkarıyorlar, gerçi sonra tekrar içeriye alıyorlar ama sonuç olarak bu 680’lerdeki bağımsızlık hareketlerini tetiklemiştir. Dolayısıyla buna tarih kitaplarında, ortaokul ve lise tarih kitaplarında tabii müfredata göre ne kadar yer verilmesi gerekiyorsa o kadar yer verilecektir. Yer verilmesi de gerekir ama lise ve ortaokul kitaplarında ayrıntılar olmayabilir. Tarih bölümlerinde elbette Göktürk tarihi anlatılırken bu da anlatılıyor, anlatılması da gerekir.
bana yabancı gelmedi, yani o tarihi çok iyi bildiğim için baktım ki aynı olaylar anlatılıyor. Yani yalnız Kürşad ihtilali değil, ondan öncesi 621’den başlar biliyorsunuz. 621’den 639’a kadar olaylar birebir uyuşuyor. Yani tarihtekiyle aynı. Elbette her tarihî romanda olduğu gibi kahramanların çoğu kurgu. Yani Kürşad gerçek kahraman, diğer karamanların çoğu kurgu. Kağanlar ve kağanların çocukları da gerçek kahraman ama diğer kahramanlar kurgu; ama olaylar gerçek. Ayrıntı olaylar kurgu olarak var. Emre Sevinç: Bununla bağlantılı olarak güncel bir soru sormak istiyoruz. Tarihi roman kavramı günümüzde kolay yazılabilen ve okunabilen bir tür haline geldi-getirildi. Örneğin Chih-chihch’anyü(Çiçi), Motun(Mete) gibi hakkında çok az kaynak olan kahramanlar üzerine bile yüzlerce sayfalık romanlar yazılabiliyor. Bilginin ve tarihi kahramanlarımızın hayatlarının bu şekilde şişirilmesi sizce bilim açısından ne gibi sonuçlara neden olur? Günümüz bilim ortamı açısından bu duruma bakışınız nedir?
Emre Sevinç: Hocam, Prof. Dr. Osman Fikri Sertkaya'nın haberdar olduğunuz makalesinde olayların bir bölümünün kaynaklarda değişik anlatıldığını görüyoruz.
A. Bican Ercilasun: Roman budur zaten, kurgu olacaktır. Şunu söyleyeyim, büyük tarihî kahramanlar, tarihte haklarında çok bilgi olan tarihi kahramanlar romancı için iyi değildir. Çünkü orda fazla kurguya gidemez. Tarihi iyice değiştirecek. Batı’da da fantastik romanlar var. Yani gerçeğin dışına çıkıyor ve romana birtakım fantastik ögeler ekliyor. Eğer fantastik roman olmayacaksa adamın yaşadığı zaman belli, olaylar belli, her şey belli burada romancıya fazla bir şey kalmaz. Dolayısıyla fazla bilinmiyorsa o romancı için bir avantajdır. Çiçi Kağan hakkında
A. Bican Ercilasun: Hayır, Çin kaynaklarında nasıl anlatılıyorsa olaylar öyle. Şimdi ben şunu söylemek istiyorum, ben yakında bir Göktürk tarihi yazdım. Çok da ayrıntılı bir Göktürk tarihi yazdım. Basılıyor şu anda matbaada. Bunu ben altı ay önce veya belki de daha fazla sekiz ay önce bitirdim. Sonra Bozkurtların Ölümü ’nü yakın zamanda bir daha okudum. Hiç 4
GENCAY daha az malumat var. Hun hükümdarı. Motun hakkında biraz daha fazla malumat var. Hatta Motun hakkındaki Çin kaynaklarındaki bilgilerin bir kısmı da efsanedir. Yani Çin kaynakları bile onları Motun’dan 200 yıl sonra yazmışlardır. Dolayısıyla onların da bir kısmı efsanedir. Dolayısıyla romancıya kurgu yapma alanı açılmış oluyor. Ama bilinen tarihî gerçekleri pek değiştirmemek gerekir, eğer fantastik değilse.
Emre Sevinç: Az önceki soruyla bağlantılı olarak, Köl Tegin-Kül Tigin-Köl Tigin; Orhun-Orhon-Orkun gibi ses değişiklikleri neden kaynaklanmaktadır ve metodolojik açıdan büyük bir problem arz eder mi? A. Bican Ercilasun: Bu, Göktürk harfleri demin söyledim, Türk dilinin yapısına son derece uygun ama bu o-u ve ö-ü konusunda sıkıntı var. Göktürk harfleriyle, Göktürk’ten sonraki Uygur harfleriyle, Arap harfleriyle o ile u’yu, ö ile ü’yü birbirinden ayırmamış. Arap harfleri dördünü de birbirinden ayırmamış. Göktürk harfleri kalınları incelerden ayırmış ancak o mudur u mudur? Aynı harf o’yu da gösteriyor, u’yu da gösteriyor. Diğer bir harf ö’yü de gösteriyor, ü’yü de gösteriyor. Dolayısıyla burada Köl Tigin mi okuyacağız, Kül Tigin mi okuyacağız? Bu problem var. Köl Tigin’deki problem bu.
Emre Sevinç: Bir diğer soru Göktürkçeyle alakalı hocam. Türk Yazısı(Göktürkçe) metodolojik olarak nasıl bir alfabedir? Bu alfabe sizce halkın öğrenebileceği bir alfabe midir yoksa akademik boyuta yönelik bir alfabe midir? A. Bican Ercilasun: Göktürk alfabesi, Türk dilinin yapısına uygun bir alfabedir. Tabii sert cisimlere taşlara yazıldığı için de bitişik olarak metinlerde yani bize ulaşan bildiğimiz metinlerde bitişik olarak kullanılmayan bir alfabedir. Metodolojik olarak dile uygunluğunu kastediyorsanız evet dile son derece uygundur. Şu anda o alfabeye bir merak var gençler arasında. Bence bu merak iyi bir meraktır. Ne kadar çok insan öğrenirse o kadar iyi olur. Ama bu tabii alfabeyi değiştirmek manasına alınmamalı. Şu andaki alfabemiz de Türkçenin fonetik yapısına uygun, hatta en uygunu. Tarihte kullandığımız bütün alfabeler içinde şu anda kullandığımız alfabe en uygunu. Göktürk alfabesi belki ikinci sırada gelir. Ama bizim tarihî alfabemizdir, milli alfabemizdir. Büyük bir ihtimalle bizim atalarımız tarafından icat edilmiştir. Dolayısıyla ona olan ilgi son derece övgüye değer bence.
Türkologlar bunu nasıl çözmeye çalışıyorlar? Bugünkü lehçelerde yaşıyorsa 5
GENCAY bu kelime ona bakıyorlar. Lehçelerdeki durumuna bakıyorlar. İkinci olarak etimolojisine bakıyorlar. Şimdi tabii kül kelimesi de bugünkü lehçelerde yaşıyor, köl kelimesi de bugünkü lehçelerde yaşıyor. Kül, bildiğimiz ocağın külü, köl de bugünkü göl. Diğer Türk lehçelerinde köl olarak geçiyor. O zaman Türk isim koyma geleneğine hangisi daha uygun diye bakıyoruz. Prof. Dr. Osman Turan böyle baktı, Prof. Dr. Osman Fikri Sertkaya da böyle baktı, Batı’da da bazı Türkologlar böyle baktı; ben de böyle baktım. Türkler kül diye isim koymazlar, ama tabiat isimlerini koyarlar. Gökhan, Dağhan, Denizhan gibi. Ayrıca Divan-ı Lügati’tTürk’te Kölerkin diye bir kahraman var. Tabii onu da Külerkin diye okumak mümkün ama diyor ki Kaşgarlı Mahmud: “Türkler göl gibi bilgisi olduğu için ona Kölerkin demişler.” Dolayısıyla Kaşgarlı Mahmud’un bu kaydı kesin. Bu isim köl. Başlangıçta kül okunmuş. Thomsen bunu kül okumuş. Bu çok yaygın olduğu için hâlâ Kül Tigin okuyuşu devam ediyor.
Vaktiyle bu yüzden Nihal Atsız da Sadri Maksudi Arsal’a gayet şiddetli bir yazı yazmıştır. Sadri Maksudi “Orhon”u savunuyordu. Nihal Atsız da Türkçede ikinci hecede o olmaz diyerek çok şiddetli bir yazı yazmıştır. Emre Sevinç: Gene bağlantılı bir soru hocam, Öd Tengri meselesi. A. Bican Ercilasun: Öd Tengri hâlâ tartışılmaya devam ediyor. Ardahan’da son Altayistler Konferansı’ndaydım on beş gün önce Prof. Dr. Osman Fikri Sertkaya gene orada bir konferans verdi. Öd Tengri yani “Zaman Tanrısı”. Bir o görüş var. Tabii orda ikinci kelimede de problem var. Yasar mı, yaşar mı aysar mı? “İşte zaman Tanrısı söyledi.” şeklinde Osman Fikri Sertkaya açıkladı. Yani buyurur, fakat cümlenin arkası şart olursa, aysar yani şart olursa “zaman Tanrısı buyurursa kişi oğlu ölmek için yaratılmış.” olmaz. Bana göre bağlama uygun olarak “Zamanı Tanrı yaşar, kişi oğlu ölümlü türemiş.” Yani ebedi olan Tanrı’dır, kişi oğlu ölümlüdür. Bu tezat fevkalade ve bana uygun geliyor.
Tigin-tegin meselesi de var. Göktürk Anıtları’nda kapalı e için bir işaret yok. Bazı Yenisey Yazıtları’nda var ama Göktürk Anıtları’nda yok. Genellikle i harfi var ve biz i okuyoruz ama bunu kapalı e okuyanlar yani tegin okuyanlar da var. Orkun’a gelince, o anıtlarda geçmiyor. Bugün de mevcut olan bir nehir. Bugünkü Moğolcada Orhon, fakat Türkler bugünkü Moğollar gibi telaffuz etmiyorlardı hiç şüphesiz. Türkler büyük bir ihtimalle bunu Orkun diye telaffuz ediyorlardı. Türkler’de k-h değişimi oldu. Orhun veya Orkun olabilir. Orhon bence doğru değil. Nehrin adını bugünkü Moğolca adıyla söyleyeceksek tamam, Orhon diyelim.
Aslıhan Kaya: Türkolog olmak isteyen gençlere ne önerirsiniz? Nereden başlamalı gençler? A. Bican Ercilasun: Önce, bu işi içinde duyması lazım. Zaten her konuda yalnız Türkoloji’de değil her konuda başarının sırrı bir insanın uğraştığı alanı sevmesidir. Sevmesi, içinde duymasıdır. Yani doktor da olacaksanız böyle. İnsanlarla, hastalıklarla uğraşmayı seveceksiniz. Dolayısıyla Türkoloji’ye girmek için de mutlaka bu alanı sevmeniz lazım. Birincisi bu, seveceksiniz, içinizde duyacaksınız. 6
GENCAY Tabii ki konuyla ilgili bir lisans öğretimi görmek önemli Şimdi birkaç bölüm var. Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları Bölümü vb. bu bölümlerde görmeleri önemli. Ondan sonra da bildiğimiz akademik basamaklardan geçerek çalışmaları lazım. Ama içlerinde duymazlarsa, sadece akademik basamakları geçmek için gerekli olan çalışmaları yaparlar, fazla da ötesine gitmezler. Bu iyi bir Türkolog olmanın yolu değil.
A. Bican Ercilasun: Ben Servet Somuncuoğlu’nu Allah rahmet eylesin son yıllarında bir iki defa gördüm, tanıdım. Tabii eserlerini daha önceden biliyordum ama çok yakın bir tanışıklığım yoktu. Türkoloji’ye ve özellikle Orta Asya’ya ve Orhun Vadisi’ne ilginin artmasında çok önemli rolü var. Oradaki eserlerimizi son derece nefis fotoğraflarla yansıtıyor.
Emre Sevinç: Son sorumuz Hocam. İki senedir biz Servet Somuncuoğlu anısına bir sayı çıkarıyoruz. Bu sayımız da yine Servet Hocamız ve Türkoloji’nin anısına çıkıyor. Onun hakkında neler söylemek istersiniz, Servet Somuncuoğlu’nun Türkoloji’ye katkıları nelerdir?
7
GENCAY
PROF. DR. TİMUR KOCAOĞLU İLE TÜRKOLOJİ ÜZERİNE SÖYLEŞİ Aslıhan KAYA Gencay: Değerli Hocam, öncelikle söyleşi teklifimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. İlk sorumuz şöyle: sizce Türkoloji nedir, Türk kültür ve tarihinde nereyi kapsar?
geç bir dönemdir. Bizim mensubu olduğumuz Homo Sapien adlı insan türünün geçmişi 300 bin yıllıktır, bu 300 binin 240 bini Afrika kıtasında geçmiştir. Bu Homo Spienlerin küçük küçük grupları (30’ar, 50’şer kişi olarak) ancak bundan 62-60 bin yıl öncesinden başlayarak, Kızıldeniz’den geçerek ilk olarak Asya kıtasına (Arabistan yarımadası), orada 510 bin yıl kaldıktan sonra bir kol Anadolu’ya (Anadolu’dan sonra Avrupa’ya), bir kol Kafkasya’ya, başka bir kol da İran üzerinden Orta Asya, Hindistan ve başka yerlere her bir yerde 5-10 bin yıl kalarak göç etmişlerdir, Afrika’dan yeni göç dalgaları geldikçe.
Timur Kocaoğlu: Türk bilim(Türkoloji) Türk dili, edebiyatı, tarihi, kültürü, sanatı, müziği, arkeolojisi, daha değişik bilim dallarını da kapsayan bir bilim dalıdır. Onun alt kolu olan Türklük bilim ise, yalnızca Türk kimliğiyle uğraşan bir alt bilim koludur. Türk bilim yalnız Türkiye değil, Türkiye dışında geniş Avrasya’da yaşayan başka Türk boy ve halklarının da yukarıda saydığımız alanlarıyla uğraşır.
En küçük insan gruplarında bile diller vardı. Ancak, bundan 60 bin yıl önce insanlar Afrika kıtasında hangi dilleri konuşuyorlardı? Sonra Arabistan yarımadasında, Anadolu’da, Orta Asya’da, Hindistan’da, Avrupa’da başka yerlerde hangi diller konuşuluyordu, elimizde yazılı hiç bir belge yok. Kuşkusuz çok sayıda değişik diller konuşuluyordu. Türkçe ’de belki en eski hali Afrika’da konuşulan bir dildi, sonra, Arabistan yarımadasına, oradan Anadolu’ya, Orta Asya’ya göçlerle yayıldı. Ancak Türkçe’nin, geniş Avrasya’da yaygın dil olarak genişlemesi sanırım atın ehlileştirilmesinden sonra başlayan atlı göçebe kültürü sırasında, son 6 bin yıl içinde olmuştur. Bu da ilk yayılmalar Sakalar (İskitler), sonra Hunlar (Asya
Yeryüzünde dillerin bir ulus dili oluşu ve çeşitli ulusların ortaya çıkışı ancak son 8 bin yıl içinde olmuştur. Bundan 10 bin yıl öncesinden uluslardan, ulusal kimliklerden söz etmek olanaksızdır. Elimizde bilimsel kanıtlar da yoktur. En eski yazılı metinler ancak Sümer tabletleriyle başlar, onlar da ancak 5 bin yıl öncesi gibi genel insanlık tarihinde çok 8
GENCAY Hunları ve Avrupa Hunları), daha sonra Göktürkler, Hazarlar, Bulgarlar sırasında M.Ö. 4 bin ile M.S. sonra 12. Yüzyıla kadar olmuştur. Bu yüzden Türk dili, edebiyatı, tarihi, sanatı, mimarisinin boyutları 22 milyon kilometrekarelik geniş Avrasya’yı kapsar.
başka ülkelerdeki karşılaştırdığımızda.
araştırmacılarla
Gencay: Sevgili Hocam, Türkiyeli Türkologların sayısı ve çalışmaları ne durumda? Türkolog sayısı az mı? Timur Kocaoğlu: Bence Türk bilimcilerin sayısı az değildir. Ancak, çoğu eski abecelerle yazılmış metinleri bugünkü Türkçe abeceye çevirmek üzerinde yoğunlaştıkları için, karşılaştırmalı araştırmalar, yeni kuramlar ile yöntemler üzerine incelemelerin sayısı azdır. Genç kuşak Türk bilimcilerin kendi alanlarında daha fazla araştırma-incelemelere öncelik vermelerini dilerim.
Gencay: Sizce Türkoloji'nin metodolojik ve popüler sorunları nelerdir? Timur Kocaoğlu: Türk bilimin en önemli sorunu, onun dar anlamda, yalnızca Türk dili ile edebiyatı ile sınırlandırılmasındadır. Yalnızca Türk dili ile edebiyatı ile uğraşanlara “Türkolog” (Türk bilimcisi) denmiş, başka alanlardaki uzmanlara ise Türkolog olarak bakılmamıştır. Bu yanlıştır.
Gencay: Türkolog olmayı tercih etmenizin sebebi nedir? Bilime yönelme sürecinizi de anlatabilir misiniz?
Türk bilimin ikinci önemli sorunu Türk dili ile uğraşanların uzun yıllar dilbilim (Linguistics)’den uzak durmalarıdır. Dilbilimin de çeşitli alt alanları var: Tarihsel Dilbilim, Karşılaştırmalı Dilbilim, Kuramsal Dilbilim, Psikolojik Dilbilim, Sosyal Dilbilim, Antropolojik Dilbilim ve başkaları. Son yıllarda ise Türkiye’deki Türk bilimciler arasında dilbilim alanıyla da ilgilenen genç bilim kişileri çoğalmaya başlamış olması sevindiricidir. Dilbilim dışında da, Türk bilimciler özellikle edebiyat, tarih, sanat ve başka alanlardaki kuramlardan (teoriler) ve yöntemlerden (metotlardan) son yıllara dek uzak kalmışlar, ilgilenmemişlerdi. Son 2 kuşak Türk bilimciler arasında ise, kuramlar ile yöntemler üzerinde duran bilim kişileri çoğalmaya başladı. Ancak, bu alanda çok geç kaldığımız için Türk bilimciler yeni kuramlar ya da yeni yöntemler geliştirmekte oldukça gerideler;
Timur Kocaoğlu: Lise sıralarında edebiyata olan yoğun ilgim dolayısıyla, üniversite sınavlarında Türk bilimi öğrenimi yapmayı seçtim. Bunda babamın 9
GENCAY da etkisi büyük oldu, çünkü O Orta Asya Özbek ve Kazak yazar ozanlarının şiir ve hikâyelerini benimle tanıştırmıştı çocukluk yıllarımda. Ancak ben İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde öğrenciyken, Soğuk Savaş yılları yüzünden Sovyetler Birliği sınırları içinde kalan Türk yazar ve ozanlarının eserleri ders olarak okutulmuyordu. Ben mezun olmadan 1968 yılında ABD’nin New York şehrindeki Columbia üniversitesinden Edward Allworth dalı bir Amerikalı öğretim üyesi ile tanışmıştım, o kendi üniversitesinde Orta Asya Türk edebiyatını inceliyordu. Onun sağladığı burs ile sonra 1972 yılında Master ve Doktora yapmak üzere New York’a gittim. Master ve doktoramı orada Orta Asya Türk edebiyatları ve Sovyet politikası üzerine yapmıştım. O üniversitede ayrıca ünlü Türk bilimci Karl H. Menges’ten de Orta Asya, Sibirya ve Altay bölgelerindeki Türk yazı dilleri üzerine dersler alabildim, bu hoca bana Ural-Altay dilleri ve dilbilim alanlarına da açılmama yardımcı oldu.
çıkarıyoruz. Servet Somuncuoğlu hakkında neler söylemek istersiniz? Timur Kocaoğlu: Servet Somuncuoğlu’nun daha sonra bana anlattığına göre, ben Marmara Üniversitesi’nde 1985-1988 yılları arasında öğretim üyesiyken, genç yaştaki Servet ile tanışmışım. Daha sonra ben yurt dışına giderek Almanya’da çalıştım, sonra 1994 yılında yeniden İstanbul’a dönerek, Koç Üniversitesi’nde çalışmaya başlayınca, Servet ile yeniden buluştum. Gencay: Peki, Servet Somuncuoğlu çalışmaları Türkoloji’ye ne kattı? Timur Kocaoğlu: Servet Somuncuoğlu geniş Avrasya’da uzun yıllar yaz-kış, gündüz-gece demeden dağları dolaşarak bundan 5-15 bin yıllar öncesine dek geriye giden kaya resimlerini bir bir bularak onların çok güzel fotoğraflarını çekti ve çeşitli albümlerle onları Türk bilimcilerine sundu. Bu görsel kanıtlara dayanarak o eski dönemlere ait resimlerin çözümlenmesi ve yorumlanması gerekmektedir. Ancak bu eski kaya resimlerinin büyük çoğunluğunda yazılı metinler olmadığı için, bu kaya resimlerin çözümlendirilmesi anlamlandırılması oldukça güçtür. Bu konuda çeşitli bilim dallarındaki uzmanların bir araya gelerek bu çözümlendirme anlamlandırmayı yapabilirler. Uzun yıllar alacak çalışmalardan sonra, bu kaya resimlerin hangi dilleri konuşan topluluklara ait olduğu ortaya çıkar. Daha böyle çalışmalar yapılmadan erken yorumlarda bulunmak doğru değildir.
Gencay: Hocam, bizler son iki yıldır olduğu gibi bu yıl da dergimizi Servet Somuncuoğlu’nun vefat gününde ‘’Servet Somuncuoğlu Özel Sayısı’’ olarak
10
GENCAY başka bilim dalları, dil bilimcilik, Antropoloji, Sosyoloji, Psikoloji gibi alanlarda da kendinizi yetiştiriniz. Çalışmalarınızda kuramlar ve yöntemlere önem veriniz, başka ülkelerde nasıl kuramlar, yöntemler üzerinde araştırmalar yapılıyor, bunları sürekli olarak gözleyiniz, izleyiniz. Bir Türk dilbilimcinin en az 4-5 yabancı dili de bilmesi gerekir. Kısacası Türk bilimci olmak kolay bir iş değildir, bu güç işi başararak tam bir Türk bilimci olmaya çalışınız.
Gencay: Son olarak, Türkoloji’ye yönelmek isteyen gençlere ne önerirsiniz? Timur Kocaoğlu: Genç Türk bilimcilere en başta söylemek istediğim, tam anlamıyla bir Türk bilimci olmaya çalışın: yalnızca dilci olmak, yalnızca edebiyat araştırıcısı, ya da yalnızca tarihçi olmak yetmez, Türk kültürü, sanatı, mimarisi ve
11
GENCAY
SERVET HOCA ve HALK BİLİM Ömer ÜNAL “Her insanın ya da her olayın kendine has bir hikâyesi vardır ve her hikâye kendince özeldir. Fakat hikâyeler kişilere özeldir, benim için öncelikli olan hikâyeden doğan işin ortaya konulmasıdır. Belgeselde hiçbir şekilde hikâyemizi anlatmadık, sadece gerçek bir keşfi dile getirmeye çalıştık. "Damgaların Göçü", fırtınaları değil, limana giren gemiyi gösteren bir çalışma olarak ortaya çıktı. Mutlaka çok şey söylenecek, olumlu ya da olumsuz eleştiriler yapılacaktır. Biz, yeni bir keşif hakkında ilk sözü söyleme cesaretinden yoksun değildik ve bunu söyledik…”
sözcüğünü ilk defa Türkçeleştirerek “halkiyat” olarak çevirmesi sonucunda halkbilim üzerine çalışmalar yapılmaya başlandı. Folklor ögeleri, alanda, sahada, düğünlerde, törenlerde, festivallerde, ritüellerde; anlatılarda, türkülerde, sazda, sözde kısacası hayatın can alıcı birçok noktasında arandı. Günümüzde ise, çalışmalar internet, sosyal medya, şehirli insan üzerinde yoğunlaşmaya başladı. Tam da geçmişin tüm değerlerinin, kalıtlarının hepsinin araştırıldığı; gün yüzüne çıkarıldığı düşünülürken birisi, kayaların fısıltısını duydu. Duyduğu seslerin izinde; Kazakistan’ a, Kırgızistan’a, Altaylar’a gitti. Simyacı kitabını ortalama bir kitap okuyucusu olan herkes bilir. Rüyasının peşinde giderek hazine arayan kahramanımız en sonunda rüyayı gördüğü ağacın altına geri döner ve asıl hazineyi orada bulur. Servet Hoca’mız da Orta Asya’daki alan çalışmalarında bulduğu hazinenin daha da değerlisini ülkesine döndükten sonra keşfetti. Asıl hazinenin Türkiye’de yattığını bizlere gösterdi. Denizli, Ordu-Mesudiye, Hakkâri-Gevaruk, Ankara-Güdül bu hazinenin ülkemizdeki en önemli yerleridir. “Karlı Dağlardaki Sır”, “Taştaki Türkler”, “Damgaların Göçü: Kurgan, Saymalıtaş Gökyüzü Atları”, “Mavi Gök İle Yağız Arasında Orhun Abideleri” (10 Poster), “Gallemit”, “Don Kazakları”,” Adanmış Bir Ömür: Çetin Berkmen” gibi eserleri bulunan Somuncuoğlu’nun yapmış olduğu alan çalışmaları, bir antropolog, bir halk bilimci edasıyla yapılmış titiz
Servet Somuncuoğlu
Halkbilim; toplulukların giyim, yemek, sözlü anlatılar, ritüeller, festivaller vb. geleneklerinde yer alan öğelerini araştıran, inceleyen ve bu araştırmanın sonucunda derlediği, ulaştığı verileri halkın yararına sunacak şekilde tasnifleyen ve yayınlayan bir bilim dalıdır. IXX. Yüzyılda ilk defa W. James Thoms tarafından folklor sözcüğünün kullanılmasıyla beraber, Avrupa’ da folklor ayrı bir disiplin olarak anılır olmuştur. Bizde ise 1912’ de Ziya Gökalp’ in folklor 12
GENCAY çalışmalardır. Kayalarda yer alan resimleri, damgaları, ilk alfabemiz olan Göktürk Alfabesine ait harfleri incelerken asla romantizme yer vermemiş ve büyük bir ciddiyetle çalışmıştır. Alanda uzun bir zaman geçirilmiş olması, çalışmalara beraber gittiği bilim adamlarıyla beraber ekip çalışması yürütmüş olması bu fikrimizi destekler niteliktedir. Yetiştirdiği gençlere de aynı yöntemi aşılayan Servet Somuncuoğlu’nun çalışmaları, belgeselleri, alan araştırmaları Türk folkloruna neler sağlamıştır? Türk folklorcusu sözü edilen çalışmalarda ortaya çıkan verileri, Türk halkbilimi disiplinine nasıl aktarabilir? Tüm bu sorulara verilecek yanıtların başında, bilimsel çalışma ilkesinden ayrılmamak, gelmektedir. Romantizme kapılıp, her gördüğü taşı, kayayı, damgayı Türklere ait göstermek, bilimden uzak; metot bilmeden her veriyi Türk yapmak; bu alandaki kimi araştırmacıların içerisine düştüğü en büyük yanlıştır. Servet Somuncuoğlu ise bu yanlışa düşmemiş ve tüm elde ettiği verilerin bilim dünyası tarafından değerlendirilmesini söylemiştir.
için gittikleri 2006 yılındaki o anları şu şekilde anlatıyor Somuncuoğlu: “Biz gittiğimizde Temmuz’du ve kar yağıyordu. Bir taraftan fırtına esiyordu, çok korkunç bir soğuk vardı ve iliklerimize işliyordu ve bu da çalışmalarımızı oldukça etkiliyordu. En ufacık bir dikkatsizlik hayatımıza bile mal olabilirdi. Bazen kayaların üstünde daracık alanlarda görüntü çekmeye çalışan kameraman arkadaşlarım Cengiz Karadeniz, Tamer Bolu, Orhan Yaşar’ın olağanüstü performans ve büyük bir özverilerini unutamam. Hepimiz hedefe kilitlenmiştik. Kaya resimlerinin gün doğmadan başında olunması gerekiyordu. Bizim çalışma sistemimizde sabah gün doğumu, akşam gün batımı çalışma saatlerimizdi. Sabah 04.00’de yani gün doğarken alandaydık. En zorlu çekimlerimiz Saymalıtaş’ta oldu ama Hakkâri – Yüksekova Gevaruk Yaylası’ndaki çekimler de zordu; zira 2 bin 800 metreye çıktık ve bitirdik Allah’a şükür.” Servet Somuncuoğlu’nun çalışmalarında dikkat edilmesi gereken en önemli nokta, onun halkbilim, tarih, arkeoloji disiplinlerine farklı bir metot getirme isteğidir. Mevcut tarih kuramlarına bir başkaldırı belki de apaçık bir şekilde yazılmış birer manifestodur her çalışması. Serinin önemli kitaplarından “Saymalıtaş Gökyüzü Atları” adını taşıyan çalışmasının önsözünde bu konuyu şu şekilde vurgular:
Servet Somuncuoğlu’nun adının Türkoloji alanında çalışan kişilerce asıl duyulmasını sağlayan çalışması “Karlı Dağlardaki Sır” adlı belgesel çalışmasıdır. 2007 yılında TRT’de yayınlanan belgeselleri ile öğrencisi, hocası, araştırmacısı ile tüm ilgililer onun ile tanışmış oldular. “Karlı Dağlardaki Sır” belgeselinin çekimleri, çekimlerde elde edilen görsel belgeler, sonradan Anadolu’daki kaya resimleri ile karşılaştırmada kullanılacak olan tüm veriler, Türk folkloruna da muazzam bir envanter sağlamıştır. Belgesel çekimleri
“Türk tarihinin ana dayanak kaynakları sorunu henüz çözülebilmiş değildir. Bugüne kadar yapılan çalışmalarda temel olarak batılıların derlediği kaynaklar dayanak noktası olarak alınmıştır. Tarih öncesi dönemde Sibirya Steplerinden Macaristan ovalarına kadar geniş bir alana yayılan 13
GENCAY arkeolojik verilerin toplanması ve karşılaştırmalarının yapılması mevcut tarih kuramlarını alt-üst edecek nitelikte, tarihin yeni baştan yazılmasını gerektirecek zenginliktedir.”
dönemlerinde ortaya koydukları ürünlerdir. Destan, efsane, masal gibi sözlü edebiyat ürünleri, yazının bulunmasından sonra -hatta Türk edebiyatı ürünleri özelinde söyleyecek olursak yıllar sonra – kayda geçirilmiştir. Sözünü ettiğimiz bu ürünlerde yüzde yüz doğru bilgiye ulaşmak ne derece mümkün olabilir? Tarih, folklor, sanat tarihi araştırmalarında sözlü ürünler bilimsel veriler midir? Tam da o sözünü ettiğimiz destanların, masalların, efsanelerin, halk anlatılarının; elle tutulur, gözle görülür belgeleri olsa elimizde araştırmalar, kuramlar, metotlar yerle bir olmaz mı? Daha sağlıklı sonuçlar ortaya konmaz mı? İşte bizleri bu somut bilgiye götüren bir bilim adamından söz ediyoruz.
İşte tam da bu noktada hocamızın araştırmalarının bilime olan/olacak katkılarını öğrenebiliriz. Onun çalışmaları, salt bir fotoğraf çalışmasının çok daha ötesinde sözünü ettiğimiz bilim dallarının kuramlarını dahi değiştirebilecek güçte olan çalışmalardır. Halkbilim disiplinin temel hareket noktasının milletlerin kültür kodlarını incelemesi olduğunu söyleyebiliriz. Milletlerin kültür kodlarını oluşturan bilgiler ise o millete ait destanlarda, efsanelerde, masallarda, halk anlatılarında, mitolojisinde yatmaktadır. Tüm bu sözünü ettiğimiz ürünler ise o halkın arkaik dönemlerdeki inanışlarında, geleneklerinde ve ürünlerinde bulunabilir. Somuncuoğlu bir söyleşisinde şunları nakleder:
Kaya resimleri, gerçeğin bilgisine daha da yaklaştıracak bizleri. Arkaik dönemlerin bilgisine vakıf olabilmemizi sağlayacak. Tüm eserlerin kökeninde yer alan mitolojik bilgilere ulaşmanın yolu kaya resimlerini incelemekten geçiyor. Servet Somuncuoğlu:
“Türk tarihinin arkaik dönemine yolculuklarımız, benim yedi yıldır aralıksız hayat biçimim oldu. Kanada dâhil, yaklaşık on iki ülkede çalıştım. Baykal Gölü kıyılarından Macaristan’a uzanan yolculuklar oldu bu yedi yılda. Bu yolculuklar sonunda anladım ki, Türk tarihinin arkaik dönem belgelerini maalesef bilmiyoruz.”
“Kaya resimleri konusunda ilk çalışmamız olan "Sibirya'dan Anadolu'ya Taştaki Türkler" sadece bir ufuk turu niteliğinde olup, en önemli özelliği bu alanlar arasında kaçınılmaz olarak karşılaştırmaların yapılması gerektiğine işaret etmesidir. O eserimizde bir ilk olması açısından farklı görüşlere yer vermiştik. Fakat bu anda elinizde bulunan eser ve takip edecek eserlerde kendi gözlem, mukayese ve tespitlerimizle hareket edeceğiz. Mutlaka ki faydalanacağımız birçok eser, görüş olacaktır ama temel itibariyle yeni bir senteze ulaşmaya çalışacağız. Bu da Türk Tarihi'nin mitolojik dönemlerine uzanan
Türk halkbiliminin de araştırmalarına kaynak olabilecek temel veriler hocamızın sözünü ettiği arkaik dönem belgelerinde yatmaktadır. Arkaik döneme ait bilgilerin yazı öncesinde, bireylerin en saf ve bozulmamış olarak nitelenen 14
GENCAY verileri, yolculukları sizlere sunacağımıza işaret eder.”
KAYNAKLAR: Somuncuoğlu ,Servet, Damgaların Göçü-Kurgan, Atok Yayınları, İstanbul,2012.
cümleleriyle kaya resimleri ile Türk mitolojisinin ilişkisine dair bizlere önemli bir kapı aralamaktadır. Bu kapıdan içeriye girmeyi başaranlar, yıllardır birbirini yineleyen, sığ tartışmaların yaşandığı bilim dünyasına yepyeni bir ışık tutacaklardır. O ışığı bizlere miras bırakan rahmetli hocamız Servet Somuncuoğlu’yu bir kez daha saygıyla anıyoruz.
Somuncuoğlu, Servet, Saymalıtaş-Gökyüzü Atları, Atok Yayınları, İstanbul, 2010. Serin, Selda, Türk Dünyası’nın Servetine Bitig, Türk Dünyası Tarih Dergisi: 7-11, Eylül 2013. Sallı, M. Kemal, Muhteşem “Servet”, Türk Dünyası Tarih Dergisi: 12-15, Eylül 2013.
15
GENCAY
TÜRK EDEBİYATI TARİHÇİLİĞİNİN ÇINARI PROF. DR. ÖMER FARUK AKÜN Serdar NASİP Ömer Faruk Akün, 5 Nisan 1926 tarihinde İstanbul’un Beylerbeyi semtinde, Fatma İrfan Hanım ve Mehmet Ziyaeddin Bey’in çocuğu olarak dünyaya geldi. İlköğrenimini Beylerbeyi 27. İlkokulu’nda gördü. Daha sonra Kabataş Erkek Lisesi’ne başladı. 1942-43 yıllarında Kabataş Erkek Lisesi’ni bitirdi ve 1943 İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde lisans eğitimine başladı. 1947 yılında İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı’ndan mezun oldu. Çeşitli memuriyetlerde bulunduktan sonra 1951 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Yeni Türk Edebiyatı Ana Bilim Dalı’na asistan olarak girdi ve 1952 yılında “Türk Halk Şiirinde Tabiat” adlı doktora tezine başarıyla savunarak doktor unvanı alır. Okumayı, araştırmayı sevmesi ve disiplinli çalışmasıyla 1959 yılında “Makber’den Önce Abdülhak Hâmid’in Şiirlerinde Ölüm Temi” başlıklı teziyle doçent unvanı alır ve 1971 yılında “Namık Kemal’in Mektupları” adlı takdim teziyle Profesör unvanı alır.
sonraki yaşamı ile ilgili şunları söylemekte: “…Hoca, sınıfa girdikten sonra kolunu masaya dayıyor ve ders anlatmaya başlıyordu. Eskilerin tâbiriyle ‘mütebahhir âlim'di, edebiyatta deryaydı. Genişleyen ve derinleşen bilgisiyle büyüleniyor, ağzımız açık onu dinliyorduk. İlmin kuşatıcı anlayışıyla dağarcığındakileri öğrencilerine aktarıyordu.” “… Peki, emeklilikten sonra çalışmayı bıraktı mı? Asla! Zaten Akün Hoca demek, okumak, araştırmak, incelemek ve yazmak demekti. O nesil bütünüyle böyleydi. Çalışırken dinlenenlerdendi. Hiçbir zaman emekli olmadı Hoca. Yani çalışma yapmaktan, araştırmada bulunmaktan, yazı yazmaktan geri durmadı…”
Yukarda aktarılanlardan da anlaşılacağı üzere Akün hoca kendisini bilime, edebiyat tarihine adamış bir insan. Gerek Milli Eğitim Bakanlığı’nın çıkardığı İslam Ansiklopedisi’ne, gerekse daha sonra Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları tarafından çıkartılan İslam Ansiklopedisi’nde de birçok yazısını yayımlamıştır. Bunlardan ilk akla gelen
Fransa'da Sorbonne, College ve Bibliothequue Nationale'de ders ve konferanslara katılıp araştırmalarda bulunmuş ve mezun olduğu bölümün başkanlığını yaptıktan sonra da 1993'de emekli olmuştur. Mehmet Nuri Yardım, hocası olan Akün’ün vefatı üzerine Milat gazetesinde kaleme aldığı yazısında hocasının derslerdeki tavrı ve emeklilikten 16
GENCAY belki de “Divan Edebiyatı” başlıklı uzun maddesidir. Bize de üniversiteye başladığımızda Eski Türk Edebiyatına Giriş dersinde hocamız bu maddeyi ödev olarak vermiş ve vizede de sormuştu.
1982 yılında yayımlanmıştır. Eser, Kubbealtı Vakfı’nda verdiği konferansların basılmış hâlini ihtiva etmektedir. Son eseri ise, İslam Ansiklopedisi’ne yazdığı Divan Edebiyatı maddesinin 2012 yılında kitaba dönüştürülmüş hâlidir. Eserin adı madde başlığıyla aynı olup, 180 sayfadan meydana gelmektedir. Eser İslam Yayınları tarafından basılmıştır.
Akün hoca, Mehmed Fuad Köprülü gibi ulu bir çınarın öğrencisi olma şerefine erişmiş, bu ulu çınarın gölgesinde yetişmişti. Belki de titizliği ve çalışma aşkı bu yüzdendi. Mehmet Nuri Yardım, yukarda da bahsettiğimiz yazısında Akün hocanın Türk Kültürüne Hizmet Vakfı’nın kendisi için düzenlediği ödül törenine dikkat çekiyor ve şu notları düşüyor; “…Akün Hoca, TKHV'nın kendisine ödül verdiği törende yaptığı teşekkür konuşmasında, ‘İlim hayatımda pusulam Fuad Köprülü olmuştur.’ diyerek hocasını minnetle anmıştı. Vefalıydı, hem de çok. Bu sözler, onun yüksek vefa hissinin tebarüzüydü.”
Mehmet Nuri Yardım Milat gazetesindeki aynı yazısında Hoca’nın Edebiyat Tarihi çalışmasına da değiniyor ve şunları söylüyor; “Akün Hoca ve hazırladığı ‘edebiyat tarihi' hep bir efsane olageldi. Bazı arkadaşlar 5 ciltlik bir tarih olacağını söylerken, kimi dostlar hocanın 10 ciltlik edebiyat tarihini hazırladığını, başlangıçtan günümüze Türk edebiyatının bütün dönemlerinin bu eserde yer alacağını belirtiyordu. 1986 yılında ‘edebiyat tarihi' üzerine kendisiyle fakültedeki odasında bir mülâkat yapmıştım. Merak edilen edebiyat tarihini ve kaç cilt olacağını sorduğumda, ‘Türk edebiyatını mufassal değil, muhtasar iki cilt hâlinde hazırlıyorum.’ demişti. Hoca, ‘edebiyat tarihinin bir milletin tarihi’ olduğunu söylüyordu. İlmî çalışmaların tarafsız olması gerektiğinin altını çizerken şu mühim tespitte bulunuyordu: ‘Edebiyat tarihi inanış ve fikri temayülü ne olursa olsun, herkesin kabul etmek mecburiyetinde kalacağı gerçekleri ortaya koyabilmesidir. İşte bu da ancak objektif bir tavır benimsemek ile fantezi ve ideolojilere, dogmatik görüşlere sapmadan yürütülecek büyük ve devamlı bir çalışma ile elde edilebilir.’ Ayrıca Yardım aynı mülâkatta Hoca’nın edebiyat tarihçilerinin karşılaşacağı zorluklara da değindiğini söylüyor: “…Akün Hoca, bir soruma
Hocanın basılan üç eseri olduğunu biliyoruz, bunlardan ilki 1972 yılında yayımladığı Namık Kemal’in Mektupları’dır ve Fevziye Abdullah Tansel’in Türk Edebiyatında Mektup adlı eserine bilimsel bir eleştiridir. İkinci eseri Türk Dili Karşısında Türk Münevveri, 17
GENCAY verdiği cevapta edebiyat tarihçisini bekleyen güçlükleri açıkça hatırlatıyor ve şöyle diyordu: ‘Türk edebiyatı tarihi, malzemesi çok dağınık ve geniş olan bir sahadır. Edebiyatımızın eser halinde binlerce mahsulünü okumadan, dikkatli bir şekilde gözden geçirmeden bir edebiyat tarihi yazmak mümkün olabilir mi? Edebiyat tarihçisi eğer iş başlangıçtan itibaren alınırsa sayısı on binleri aşan edebî eserle temas etmek mecburiyetindedir. Monografilerin azlığı edebiyat tarihçisini böyle çetin bir vaziyette bırakmaktadır.’
Yazımızın son bölümünde biz de Hoca’nın İslam Ansiklopedisi’ne yazdığı her biri bir kitap derinliğinde olan otuz üç maddenin künyesini vererek yazımızı bitireceğiz. Hoca’nın yazdıkları ve anısı önünde saygı ve hürmetle. Ruhu şâd olsun!
90 yıllık ömrüne üç kitap, İslam Ansiklopedisi’ne yazdığı otuz üç madde, konferanslar ve makaleler sığdıran edebiyat tarihçiliğinin çınarı 2 Mayıs 2016 tarihinde İstanbul’da hayata gözlerini yumdu. 4 Mayıs 2016 tarihinde önce İstanbul Üniversitesi’nde bir tören düzenlendi. Ardından Üsküdar Şakirîn Camii’nde kılınan cenaze namazından sonra Karacaahmet Mezarlığı’nda toprağa verildi. 4 Mayıs 2016 tarihinde İstanbul Üniversitesi’nde yapılan törene ailesi, öğrencileri, çalışma arkadaşları ve birçok akademisyen katıldı. Hoca’nın öğrencisi Prof. Dr. Kemal Erarslan, Prof. Dr. Ömer Faruk Akün’ün insani yönünün çok kuvvetli olduğunu vurgulayarak, “İlgilenmiyor göründüğü herkes hakkında bilgi alan, durumunu takip eden bir insandı. Türk edebiyatına hizmette bulunmak onun başlıca gayesiydi. Bütün hayatı bu yolda geçti, az ama çok özlü eserler bıraktı. Her makalesi bir kitap değerinde ve derinliğindedir. Allah’tan nurlar diliyorum” değerlendirmesinde bulundu.
1. AKÜN, Ömer Faruk, “Ahdî”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt: 1, Sayfa: 509-514, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1988. 2. AKÜN, Ömer Faruk, “Ahmed Vefik Paşa”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt: 2, Sayfa: 143-157, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1989. 3. AKÜN, Ömer Faruk, “Alâeddin Ali Çelebi”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt:2, Sayfa: 315-318, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1989. 4. AKÜN, Ömer Faruk, “Âlî Mustafa Efendi”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt: 2, Sayfa: 416-421, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1989. 5. AKÜN, Ömer Faruk, “Atsız, Hüseyin Nihal”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt: 4, Sayfa: 87-91, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1991. 6. AKÜN, Ömer Faruk, “Bâbür”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt: 4, 18
GENCAY Sayfa: 396-400, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1991.
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1994.
7. AKÜN, Ömer Faruk, “Bâbürnâme”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt: 4, Sayfa: 404-408, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1991.
15. AKÜN, Ömer Faruk, “Ertaylan, İsmail Hikmet”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt: 11, Sayfa: 309-312, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1995.
8. AKÜN, Ömer Faruk, “Bıanchı, Thomas Xavier”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt: 6, Sayfa: 117-120, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1992.
16. AKÜN, Ömer Faruk, “Fahim Bey ve Biz”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt: 12, Sayfa: 74-78, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1995.
9. AKÜN, Ömer Faruk, “Boğaziçi Mehtapları”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt: 6, Sayfa: 262-265, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1992.
17. AKÜN, Ömer Faruk, “Fâik Reşad”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt: 12, Sayfa: 103-109, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1995. 18. AKÜN, Ömer Faruk, “Fatin Efendi”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt: 12, Sayfa: 256-260, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1995.
10. AKÜN, Ömer Faruk, “Bursalı Mehmed Tâhir”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt: 6, Sayfa: 452-461, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1992.
19. AKÜN, Ömer Faruk, “Fıtnat Hanım”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt: 13, Sayfa: 39-46, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1996.
11. AKÜN, Ömer Faruk, “Çaylak Tevfik”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt: 8, Sayfa: 240-244, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1994
20. AKÜN, Ömer Faruk, “Gölpınarlı Abdülbaki”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt: 14, Sayfa: 146-149, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1996.
12. AKÜN, Ömer Faruk, “Deny Jean”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt: 9, Sayfa: 159-161, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1994. .
21. AKÜN, Ömer Faruk, “Gülnar Hanım”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt: 14, Sayfa: 243-248, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1996.
13. AKÜN, Ömer Faruk, “Divan Edebiyatı”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt: 6, Sayfa: 389-427, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1994.
22. AKÜN, Ömer Faruk, “Hâfız-ı Acem”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt: 15, Sayfa: 80-83, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1997.
14. AKÜN, Ömer Faruk, “Edebiyat Fakültesi”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt: 10, Sayfa: 399-403,
19
GENCAY 23. AKÜN, Ömer Faruk, “Hayrullah Efendi”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt: 17, Sayfa: 67-75, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1998.
30. AKÜN, Ömer Faruk, “Koçi Bey”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt: 26, Sayfa: 143-148, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 2002.
24. AKÜN, Ömer Faruk, “Hayrullah Efendi Tarihi”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt: 17, Sayfa: 76-79, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1998.
31. AKÜN, Ömer Faruk, “Lehce-i Osmânî”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt: 27, Sayfa: 127-128, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 2003.
25. AKÜN, Ömer Faruk, “Hazine-i Evrak”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt: 17, Sayfa: 133-135, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1998.
32. AKÜN, Ömer Faruk, “Mehmed Fuad Köprülü”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt: 28, Sayfa: 471-486, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 2003.
26. AKÜN, Ömer Faruk, “Hoca Tahsin”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt: 18, Sayfa: 198-206, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1998.
33. AKÜN, Ömer Faruk, “Namık Kemal”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt: 32, Sayfa: 361-378, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 2006.
27. AKÜN, Ömer Faruk, “İbnülemin Mahmud Kemal”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt: 21, Sayfa: 249-262, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 2000.
KAYNAKÇA: E-KAYNAKLAR: http://www.istanbul.edu.tr/?p=60736 Erişim Tarihi ve Saati: 28.07. 2016/02.00
28. AKÜN, Ömer Faruk, “Kaşgarlı Mahmud”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt: 25, Sayfa: 9-15, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 2002.
http://www.milatgazetesi.com/omer-faruk-akunmakale-83389 Erişim Tarihi ve Saati: 28.07. 2016/02.00 http://www.islamansiklopedisi.info/ayrinti.php Erişim Tarihi ve Saati: 28.07. 2016/02.00
29. AKÜN, Ömer Faruk, “Kilisli Rifat Bilge”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt: 26, Sayfa: 18-22, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 2002.
20
GENCAY
DOÇ. DR. TÜRKER EROĞLU İLE SÖYLEŞİ Ömer ÜNAL Ömer Ünal: Sevgili Hocam, öncelikle söyleşi teklifimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. Servet Somuncuoğlu ile tanışma hikâyenizi anlatabilir misiniz?
lazım ben kitaplarını okuduktan sonra, kendisi; fotoğrafçı yönetmen olarak tanınsa da benim gördüğüm tanıdığım kadarıyla kendisi iyi bir araştırmacı ve iyi bir bilim adamıydı. Sürekli olarak Türk Tarihinin yeniden yazılacağı konusunda vurgu yapardı. Anadolu’daki Türk varlığının göçlerden çok daha öncesine dayandığını söylerdi. Kendisinin bu konuda bir tezi vardı ve bu tezini sağdan soldan kulaktan duymaya dayalı bilgiler ile söylemiyordu, tamamen kendi araştırmalarına ve bilimsel bulgularına dayanarak söylüyordu.
Türker Eroğlu: Rahmetli Servet Somuncuoğlu’nu bir araştırmam vesilesi ile tanıdım. Onun kitaplarından haberim vardı ama bir türlü o kitapları edinememiştim. Kendisine ulaştım bende olmayan kitabını da istedim. Aslında ortak arkadaşlarımız da vardı ama bir türlü bir araya gelemedik. O beni, ben onu gıyaben biliyorduk lakin bir türlü yüz yüze tanışma fırsatımız olmamıştı. Vesile bu oldu tanışmamızda. Bu tanışıklığımız, arkadaşlık dostluk noktasına kadar ilerledi. Onu tanıdıktan bir süre sonra çalışmalarında danışmanlık etmemi teklif etti. Hâlihazırda akademik anlamda onun çalışmalarının değerini bildiğim için zaman zaman konuşuyorduk, telefonda da konuşsak uzun telefon görüşmelerimizde onun çalışmaları hakkında; Türk Kültürü, Türk Tarihi gibi konuları da konuşuyorduk. Daha sonrasında müzik danışmanı olarak da birlikte çalıştık. “Tamgalar Dengizli” ve “Koşuburnu’nda Düğün” adlı iki projede birlikte çalıştık. Tabii ki bunun dışında onun çalışmalarını takip ediyordum. Sürekli irtibat halinde idik. Sohbetlerimiz genellikle Türk Kültürü üzerine idi. Kendisi Türk Kültürünü severdi hatta Türklüğe âşık insanlardandı. Bütün çabası da bu millet için oldu. Tanışmamız böyle oldu. Şunu da belirtmek
Ömer Ünal: yürüttüğünüz misiniz?
Servet Hoca ile ortak çalışmalardan bahseder
Türker Eroğlu: Servet Somuncuoğlu ile çalışırken onun sadece kayaçları kalıntıları değil yaşayan kültürü de çalıştığını gördüm. Her kelimeyi her cümleyi, bir antropolog bir sosyolog gibi çalışıyordu.
21
GENCAY Tarihi belge araştırmacılığının yanında bunlara da hâkimdi.
detayı önemsediğini ve unutmadığını gözlemledim. Onun tespitlerinin yerinde olduğunu gördüm. Koşuburnu’ndaki çalışmamızda ne kadar isabetli yer tespiti yaptığını gördüm. Ben aynı yere 25 yıl önce Kültür Bakanlığı araştırmacısı olarak gitmiştim. Bu yüzden değişimi ve değişmeyeni gözlemleme şansım oldu. Hakikaten bu gün için birçok yerde olmayan gelenek ve görenekleri gözlemledim. Onun ‘’Dede Korkut Düğünü’’ tabirinin çok doğru olduğu kanaatindeyim.
Koşuburnu’nda ilk çalışmamız oldu. Tespit ettiğimiz yerin halkı çok önemli. Orada 29 pare alevi köyü var. Orada Sünni Türkmenlere Sünni demiyorlar. Alevi diyorlar, Sünnileri Yörük olarak veya yerli halk olarak adlandırılıyordu. Ama esas olarak oranın yerlileri Alevi Türkmen denilen kesim. Onları çok iyi tanımış Servet Hoca’nın ön araştırmaları vardı. Tabii o kadar bağlanmış ki o insanlara, bağlanma sebebi de şu üç dört bin yıl öncesinin geleneklerini göreneklerini yaşayan bir toplum. Türkiye’de her yerde alevi vatandaşlarımız var ama bu kadar eski Türk inanışlarını ve onlara bağlı ritüelleri muhafaza eden, hala ölüsünü yatağıyla yorganıyla defneden, Hıdırellez günlerini bir dinsel tören duygusu ve disiplini ile yaşayan bir topluluk kolay bulunmaz. Bu gelenekleri görünce -ki bunların ne kadar eskiye dayandığını biliyordu- onlara çok bağlandı.
Denizli'de de çalıştık. Denizli'de genellikle kaya resimleri, kaya kalıntıları ağırlıklı çalıştık. Bu açıdan “Denizli'de müzik danışmanının aslında ne işi var?” diyeceksiniz ama 3 telli kopuzuyla çalıp söyleyen Hayri Dev, Fethiyeli Ramazan Güngör gibi isimlerin, hatta gelmiş geçmiş tüm Türk insanlarının yaptıkları müziklerin de Türk tamgası olduğunu düşünecek kadar da geniş bir bilimsel bakışı ve zekâsı vardı. Belki de birçok folklorist bunu düşünemedi.
Koşuburnu’nda Düğün, onunla daha önceden yaptığı Hıdırellez çalışmalarının devamı niteliğinde idi. Hatta kendisi yaşasaydı adını “Dede Korkut Düğünü” koyacaktı. Daha sonra “Koşuburnu’nda Düğün” olarak yayınlandı, gene de eserin girişinde bu bir “Dede Korkut Düğünüdür” ifadesini kullandılar sağ olsunlar.
Son konuşmamız bir telefon görüşmesi olmuştu. Moğolistan’da uzun süre kaldıktan sonra Karadeniz'e gitti. Yaptığı çalışmaları son olarak belli bir düzene bir araya getireceğini söylemişti. Ama maalesef ömrü vefa etmedi. Ömer Ünal: Hocam, Servet Hoca’nın yaptığı bu araştırmalar ne kadar yankı uyandırdı?
Yer yer bazı bozulmalar olsa da hala eski Türk kültürünün izlerini taşıması bakımından önem verilecek bir yer. Hakikatten her safhasında 1 hafta boyunca, düğünün her aşamasını takip etti. Bir tarafta bir olay cereyan ederken başka tarafta başka bir olay oluyordu. Ekip bu yüzden bölünüyordu, o sırada en ufak
Türker Eroğlu: Bence çok fazla yankı bulmadı. Sebebini sorarsanız; 1.si bu tip çalışmalar Türkiye’de pek fazla değer görmüyor. Örneğin rahmetli Bahaettin Ögel vefat ettiğinde TRT’de çok kısa bir 22
GENCAY haber yapıldı, gazetelerde haberine dahi rastlamadım. Servet vefat ettiğinde alanıyla ilgili olan kişiler biliyordu. Akademik çevrede de çok fazla yankı bulmadı. Bunun farklı sebepleri olabilir tabi. Akademik çevrede biraz da kıskançlık söz konusu maalesef. “Bu ne anlar?” gibi söylemler gelişmişti, ama ben şunu gördüm; Servet Somuncuoğlu değme akademisyenlere taş çıkartacak kadar akademik bilgiye sahipti. Aynı zamanda alan bilgisi açısından Türkiye’de ilk sıralara girerdi. Alanı bilmek çok farklı bir durum, alan bilgisi haricindeki kitabi bilgi kısıtlıdır. Alan bilgisinin desteklemediği bilginin sadece %10 sizindir çünkü başkasının bilgilerini kullanırsınız. Alan bilgisiyle birleşen kitabi bilginin %90'nı sizindir. Bu açıdan akademik kıskançlığa bağlıyorum. Bir de Osmanlının çöküş zamanından başlayan, aslında bilimin ve sanatın geri bırakılmasıyla başlayan süreçle Türkiye'de bu tip çalışmaların hak ettiği değeri bulmadığını düşünüyorum. Bari akademik alanda hak ettiği değeri bulsa da bu çalışmalar yerini bulsa diye umut ediyorum.
var. Bu çalışmalar yeni sentezlere ulaşmak için çok önemli şeyler. Biz sürekli başka kültürler ile etkileşimde olduk, bu etkileşimle antropolojik tabirle yozlaşma olmadan, özünü aslını kaybetmeden yeni etkileşimlere gitmenin yolu bu çalışmalardır. Bu çalışmaların ortaya koyduğu malzemeler ve bilgiler ışığında anlıyoruz ki biz Anadolu'dan hiç uzak olmadık. Anadolu'nun en eski kültürlerinde de biz vardık. Keza zaman zaman gitsek bile geri geldik. Bazı mozaikçi aklı evvel zevatlar bence çok yanılıyor. Biz burada Bizans'ı, Ermenileri etkilemişiz.
Ömer Ünal: Kendi alanınızla Servet Hocanın yaptığı çalışmaları düşünecek olursak, ne gibi çıkarımlarda bulunabilirsiniz?
Ömer Ünal: Peki değerli Hocam, Servet Somuncuoğlu ile ilgili paylaşmak istediğiniz, aklınızda yer etmiş bir anınız var mı?
Türker Eroğlu: Aslında birebir örtüşen hususlar elbet var. Folklorist açıdan, antropolojik açıdan örtüşen tarafları vardır. Hem alan olarak hem de çıkarım olarak örtüşen tarafları vardır. Bir tarafta çok eski yazı ve resimleri buluyorsunuz bir tarafta da çok eski kalıntıları buluyorsunuz, bunları Moğolistan’a kadar takip ediyorsunuz, oradan Hakkâri’ye, Kanada'ya kadar uzanan çalışma çizgisi
Türker Eroğlu: Onunla geçirdiğiniz her an bir anı aslında. Tüm konuşmaları dolu dolu idi. Belki anlatabileceğim anı şu olabilir: Biz Koşu Burnu’nda iken “Deli Ağa” diye bir adam vardı. “Bu adam ne arıyor burada?” diye sorduğumda, yukarıdaki kurganları bize bu adamın gösterdiğini öğrendim. Seyahatlerimiz sırasında sürekli elinde dürbünle etrafı
23
GENCAY seyrederdi “Neye bakıyorsun” diye sorduğumda "Hocam özellikle ormanlık alanlarda keskin inen kayaçlar var, büyük ihtimal oralarda bir kalıntı var." dedi. Servet yerleri tespit edip, oralara birileri ile gitmek istedi. “Deli Ağa” da onlardan birisi idi, onunla kurganlara çıktık. Fatih’in İstanbul'un fethi sırasında kadırgaların yapımında kullanılan ağaçların kesilip, gemi inşasında kullanılacağı hale getirilen yere gittik. Bu iş için de bıçkı denilen testere kullanılıyor. O ağaç evlerin, tahtacı Türkmenlerin çalıştığı yerlerin yanında bir kurgan vardı. Oraya daha önce gelmişler ama çok çalışmamışlar, daha sonra geleceğiz diye bazı tespitleri yapıp gitmişler. Biraz dolaştıktan sonra “Üstat burası Kayı bölgesi aslında. Burada Kayılara ait tamga bulunması gerekmez mi?” diye sordum. Etrafı iyice aradı. Alta girdi, eğildi, doğruldu, dolandı, yerlere baktı "İmkânı yok burada var mutlaka var" dedi. Ben de bu sırada yatarken onun fotoğraflarını çektim. Bir süre sonra heyecanla bağırdı " Hocam gel buldum" dedi. Hakikatten bir mezar taşında silik ama “bak” dedi “bulduk”. "Ben demiştim olmamasına imkân yok" dedi. Bunu unutamıyorum. Bu sıradan bir anı olmanın ötesinde; onun bilgeliğini gösteriyor, mekâna bakınca kalıntı olabileceğini kestiren bir adam ve aynı zamanda eşyayı okuyabilen bir adam. Kesinlikle sıcaktan ve soğuktan yılmadan çalışıyordu kimi zamanlar biz ekipçe bitkin hale geldiğimizde dahi şunu da yapalım buna da bakalım diye heyecanını ve hevesini koruyordu. Birlikte iken çok fazla da uyumuyorduk bazen 2-3 saat uyuyup
çalışmaya gidiyorduk bazense hiç uyumadan çalışmaya gidiyorduk. Dediğim gibi onunla geçirdiğimiz her dakika bir anı oldu. Başka bir anı da, Bursa'da baba evini ziyaret ettiğimizde; babasının mezarını ziyaret ettik. Mezar çiçeklerin içerisindeydi, mezara baktı " Hocam görüyor musun? Tebrik ederim köy halkını, ne güzel düzenlemişler bakımını yapmışlar." dedi. Babasının yattığı yerin yanında boş bir yer vardı " Şurası da ne kadar güzel bir yer." dedi başka da bir şey söylemedi. Vefatından sonra köye gittik, çalışma arkadaşlarıyla bir ben kaldım mezarının başında. Tam ayrılacakken birden aklıma geldi, dehşete düştüm. Bana zamanında gösterdiği yere defnedilmişti. Adeta defnedileceği yeri göstermişti, esas anı bu olabilir. Ömer Ünal: Servet Hoca gençlere önem veren bir insandı. Siz de Servet Hoca'yı yakından tanıyan bir arkadaşı olarak Servet Hocanın yolunda gitmek isteyen gençlere Servet Hocanın hangi özelliklerini örnek almalarını önerirsiniz? Türker Eroğlu: Gençlerle sürekli irtibat halinde idi. Gençler onu, o gençleri çok severdi. En önemli özelliği çalışkan olmasıydı, çok çalışkandı. Vatanını milletini çok seven bir insandı. Tüm çalışmaları milleti içindi. Çok çalışmak, kendini iyi yetiştirmek, bıkmamak ve aynı ölçüde etrafa ışık saçmak. Gençlerden de onun çalışmalarını örnek alarak bu yolda bir şeyler başarmalarını ümit ediyorum.
24
GENCAY
KARLI DAĞLARIN BAŞBUĞU Emre KUM Güncemden;
fotoğraflara cennetten bir parça gibi bakabilirdiniz. Fuat hocam bize bu fotoğrafları, fotoğrafların hikâyesini, fotoğrafları çeken Servet hocayı anlattı. Büyülenmiştim.
“... Fuat hocam aradı; birazdan Servet Somuncuoğlu ile tanışacağım. Hayat, bana karanlıktan sonra gün yüzü gösterdi... 4 Mayıs 2013”
Birinci sınıfta gündelik ders hayatım ve okumalarım dışında artık Servet hocanın çalışmalarıyla da ilgileniyordum. Fuat hoca ile sürekli bu konuda konuşmak istiyor, her fırsatta Tamgaları ve Servet hocayı soruyordum. Göktürk alfabesini öğrenmiş ve Tamgaları neredeyse ezberlemiştim. Bir sene sonra güncemde belirttiğim gibi, ılık bir Mayıs akşamı Servet hoca ile tanışma mutluluğuna eriştim. Fuat hoca ve Osman hoca benim halime gülüyordu. Zira ellerim titriyordu. Servet hoca “Yak bir sigara da kendine gel. Çekinecek bir şey yok.” dedi, güldü. Sonra konuşmaya başladık. O akşam masada çok şey konuşuldu. Hepsi hatırımdadır. Fakat üç şey vardı ki bunları ömrümce unutamayacağım:
Bu satırları günceme yazdığımda lisans ikinci sınıf öğrencisiydim. Servet hoca ile tanışmam daha evvelinde gerçekleşmişti aslında.
Lisans birinci sınıftayken Türk Dili dersini göreceğimiz ders saatinde, Fuat hocam elinde büyük bir rulo karton ile sınıfa girdi. Ders başladı, fakat bir süre sonra durdu, derin bir iç çekti ve “Çocuklar, bırakın artık dersi. Yıllardır aynı şeyleri görüyorsunuz. Şu anda hiç görmediğiniz bir şeyi göstereceğim size” diyerek, elindeki kartonun kapağını açtı ve içinden rulo haline getirilmiş onlarca kuşe kâğıdı çıkardı. Herkes merak ile izliyordu. Kuşe kâğıtlardan birini düzeltti ve bize doğru çevirdi. Heyecandan “Kül Tigin!” diye bağırmışım. Hocam, “Köl Tegin, ona Kül dediğini duymasın.” diye güldü. Daha sonra bu fotoğraflara sırası ile baktık. Eğer İslam Öncesi Türk Tarihine ilgi duyuyorsanız, bu
Servet hoca bir kâğıda, Türklerin nasıl şartlarda ve hangi ihtiyaçlarla devlet kurduklarının gelişim şemasını çizdi, Türklerde devlet kurma içgüdüsünü ortaya çıkaran vakaları, hadiseleri anlattı. Bir saat boyunca soluksuz dinledim. Ardından bana kimleri okuduğumu sordu ve her zaman okumam gereken üç isimden bahsetti. Bunlar Fuat Köprülü, Zeki Velidi Togan ve Sencer Divitçioğlu idi. Son olarak bir şey daha var ki bundan
25
GENCAY bahsetmeyeceğim. Zamanı geldiğinde yarım bırakılan elbet tamamlanacaktır.
Servet hocanın vefat haberini aldığım günü unutamıyorum. Fuat hocamı aradım, mekanik bir ses, “Kaybettik Emre” dedi; “Kaybettik.” Evet kaybettik. Servet hoca ile bir kere tanışmış olanlar, neyi kaybettiklerini anlayacaklardır.
Servet hoca ile bu tanışıklıktan sonra zaman zaman kendisine yazıyor, hal hatır soruyordum, yaptıklarının büyük takipçisi olmuştum artık. Hiç unutmuyorum; bir gün öğrenci yurduna kargo geldi. Beklemiyordum. Açınca yaşadığım mutluluğu tekrar düşündükçe sevincim hâlâ o günkü gibi artıyor. “Damgaların Göçü...” Servet hoca bana bir hazine yollamıştı. Ve yine elimde Fuat hocanın armağanı, onlarca, Servet Somuncuoğlu emeği ile çekilmiş Orhun Abideleri, Bengü taşlar, Bilge Kağan hazinesi ve Orhun Vadisi fotoğrafları...
O güne dair güncemi açıyorum, o gün yazdığım satırları buluyorum: “Servet hoca da uçtu… ‘Servet Somuncuoğlu öldü’ demek, Tamgalar ve Karlı Dağlar Başbuğsuz kaldı demektir. Eminim ruhun Tanrı Dağlarına çoktan varmıştır. Türklüğe yar olabildiğimizde, dilerim biz de yanında oluruz...” Bu satırları arttırabilirim. Servet hoca ilgili senelerce biriktirdiğim her şeyi bir çırpıda dökebilirim. Fakat o bunu istemezdi. Onun bizden ne istediği belliydi. Onu bu kadar anlatmak yetmez mi? Asıl anlatacağımız onun yaptıkları ve bizden yapmamızı istedikleri olmalı. Ben, kendi adıma, onun açtığı bu yolda, tamgaların izinden karlı dağların başında dolaşmaya söz verdim. Bu dileğimin bir gün gerçekleşeceğini biliyorum. Tamgalar herkes için ufak, şekilli, taşa kazınmış nesneler olabilir. Ancak ardında yatan asırları ve perdenin arkasında kalan gizli manaları öğrenmek ancak gönül ile olur. Bu benzetmeme kızanlar, içerleyenler, hoş; çekemeyenler de olacaktır elbet, ancak tarihin önünde, tarihin bir evladı olarak ve yine tarihe sığınarak diyorum ki: Servet Somuncuoğlu Karlı Dağların Başbuğu’dur. Bunu hak etmiştir, Türk için yaşamış, Türk için çalışmış ve Türk için ölmüştür.
Pek çok insan için bunların pek bir önemi olmayabilir. Fakat taşrada, kimsenin kimse ile ilgilenmediği bir şehirde öğrenciyseniz ve hayalleriniz varsa ve İslam Öncesi Türk Tarihi bu hayallerinizi süslüyorsa ve en önemlisi, gece uyuduğunuzda at koşturuyorsanız doludizgin Türkistan’da, Servet Somuncuoğlu demek; tarihin içinden çıkagelmiş bir akıncı beği demektir sizin için. Hoş, Servet hoca gibi birinin değerini bilmek için Türk olmak yeter de artar bile.
26
GENCAY
RECEP KOYUNCU İLE SÖYLEŞİ - USTA SERVET SOMUNCUOĞLU Durmuş AVŞAR - Mustafa Hakan YILDIRIM Bize biraz misiniz?
kendinizden
bahseder
Servet hoca ile ilk ne zaman tanıştınız? Hikâyesini anlatır mısınız?
Ben, Rize tarihi ve kültür öğeleri hakkında çalışmalar yapan ve kurduğum Rize İhtisas Kütüphanesi'yle, Türk milliyetçiliğine yerel ve genel Türk tarih ve kültürü noktasında katkıda bulunmaya çalışan bir imamım. Rize Halatçılar Camii'nin imam hatibiyim. Boş zamanlarımda vaktimin büyük çoğunluğunu kişisel kütüphanem olan, Rize İhtisas Kütüphanesi'nde geçirmekte ve burada ilmi çalışmalara vakit ayırmaktayım. Rize iline ve bölgeye yönelik folklorik çalışmaları kendi gücüm nispetimde yapmak için uğraşıyorum. Bu işi yaklaşık 10 senedir alan çalışmaları yaparak sürdürüyorum. Rize ve yakın bölge tarihi hakkında tek veya diğer kişilerle beraber ortak olarak yayımlanan yaklaşık 8-10 civarında kitabım mevcuttur. Aynı şekilde, şu anda yayımlanmaya hazır birkaç tane kitabım vardır. Bunun yanında yerel ve ulusal dergilerde de makalelerim yayımlanmıştır.
Rahmetli ustayla Rize’ye gelmeden önce tanışıyordum. Yanlış hatırlamıyorsam 2012 yılında Orhan Kemal TAVUKÇU hoca tarafından Rize Üniversitesinde bir konferansa davet edilmişti. Konferans öncesinde internet üzerinden tanışmıştım kendisiyle. Belli zamanlarda yazışıyorduk. Yüz yüze ilk karşılaşmamız aralık ayında konferans akşamında oldu. Konferans sonrasında Orhan Kemal Tavukçu Hocamız, ben ve Usta dağ başına çıkıp gece saat 01.30’a kadar sohbet etmiştik. O vesileyle tanışmış oldum ve daha sonraki gelişlerinde ilk görüştüğü kişilerden birisi hep ben olurdum. Dostluğumuz ilk o geceden başladı ve O, bu dünyadan göçene kadar da devam etti. O bambaşka bir insandı. Hatta bu arkamda gördüğünüz resmi Rize müzesinde bir Pazar günü çekmiştim. Servet hoca ile ne tür çalışmalar yaptınız? Servet Hoca ile benim ortak bir çalışmam yok. Ben sadece kendisine buradaki çalışmalarında O’na rehberlik yapıyordum. Benden kendisini götürmemi istediği yerlere götürüyordum ve çalışmaların öncesi için yardımcı oluyordum kendisine. Mesela ilk olarak Ülkü Köyü’nden müzeye getirilen bir koç heykeli üzerinde çalışmaya giderken, O’na eşlik etmiştim. 27
GENCAY Son gelişinde ise Aşağı Viçe dediğimiz bir köydeki başka bir koç heykelini görmeye gitmiştik. Hatta bu koç heykelinin olduğu bölgede bir kurgan olduğunu ve burada bir kazı çalışmasının yapılması gerektiğini bize söylemişti fakat bu çalışma için ömrü yetmedi. Ömrü vefa etmiş olsaydı oradaki o kurganın kazı çalışmalarına da çoktan başlanmış olurdu.
yokuşta ona demiştim ki; -Usta, en azından şu sigarayı yokuş çıkarken içme. Dedi ki; Çok değil, Allah’tan sadece beş yıl ömür istiyorum. –Niye beş yıl yahu Ustam, daha yapacak çok işin, projen var. – Çok değil, beş yıl bana yeter. Türk tarihini on bin yıl geriye doğru götürecek çalışmaları ancak bitirebilirim, demişti bana. O zaman, iki ay sonra da vefat etti zaten, Allah rahmet eylesin. O’ndan çok şey öğrendim.
Ben Servet Hoca’nın Rize için keşif kolunu oluşturuyordum. Yani ön çalışmayı yapıyordum. O geleceği zaman çalışma yapacağı alanları tespit ediyordum ve görüşeceği kişileri belirliyordum. Yani bu yapılan çalışmalardaki bilirkişi olan köylülerin ve yaşlıların önceden tespitini yapması noktasında yardımım oluyordu.
Bilginin ne kadar önemli olduğunu biliyordum ama Usta ile çok başka bir şekilde yaşadım. Az bilgili insanların bilen insanlara nasıl bilgiçlik tasladıklarına da onun yanında tanık oldum. Bazen öyle insanlar yanına geliyordu ki Servet Hoca’nın alanı hakkında Servet Hoca’ya ahkâm kesebiliyorlardı. Alanının tek piri, tek varisi, tek bileni O olduğu halde O’na bilgiçlik yapıyorlardı. Servet Hoca ise onları hiç rencide etmiyordu. Fakat onları verdiği güzel cevaplarla savuşturuyordu. Diyordu ki onların kapasiteleri o kadardır. Servet Hoca, benim hayatımdaki dönüm noktalarımdan bir tanesidir. Aslında tek kelime dediniz ya, O çok büyük bir haksızlıktır Servet Hoca’ya karşı. Usta, öyle tek kelime ile anlatılabilecek, tanımlanabilecek birisi değildi. Müthiş birisiydi O.
Servet hocayı tek kelime ile tanıtmak isteseniz o’nun için ne derdiniz? Öncelikle çok zor bir soru sordunuz. Servet Hoca’yı tek kelime ile tanıtmak istesem O’na USTA diye seslenirdim.
Servet hocadan sonra bu bölgede (Rize) o'nun alanıyla ilgili çalışma yapanlar oldu mu? Oldu. Servet Hoca'nın alanıyla ilgili bu bölgede Mustafa AKSOY Hocamız var. Zaten Mustafa AKSOY Hoca da bu konuda Servet Hoca ile birlikte çalışıyordu. Ancak Usta hayattayken ikisinin birlikte buraya gelmesi nasip olmamıştı. Her ikisinin de
Burada şu hususu belirtmek istiyorum. Rahmetli Servet Hoca müthiş bir insandı. Nasıl bir insandı diyeceksiniz… Türk tarihini yaptığı alan çalışmalarıyla, müthiş bir şekilde geriye götürdü. Hatta koç heykeline doğru giderken, böyle dik bir 28
GENCAY çalışmalarından birbirlerinin haberleri vardı. Usta'dan sonra benim ikinci Usta dediğim Mustafa AKSOY Hoca buradaki çalışmalarına devam ediyor. Nasip olursa önümüzdeki ay -7. ayda- yine Rize'de olacak ve üç günlük bir çalışma daha yapacağız. Fakat bu çalışmaların haricinde bir araştırmacı daha var. Amerikan vatandaşı olan ve Erivan Üniversitesinde görevli bir Türkolog da (Lusine Sahakyan) bu alanla ilgili bu bölgede çalışmalar yapmaktadır. Fakat O'nun çalışmaları objektiflikten uzak olmakla birlikte Ermeni faaliyeti olarak görülebilir. O kadın bu bölgedeki faaliyetlerinde gerçekleri sapıtarak tamamen Türklüğü kötülemeyi amaç edinmiştir. Servet SOMUNCUOĞLU ve Mustafa AKSOY'UN çalışmaları ise bu bölgedeki Türk varlığını delilleriyle kanıtlamaya yönelik çalışmalardır. Fakat dediğimiz gibi Lusine Sahakyan'ın çalışmaları art niyetli olarak yapılmaktadır.
bölgede bulunan iki adet koç koyun başı heykellerine yönelmişti. Hatta bir gelişinde de adını hatırlayamadığım bir arkadaşı onu arayarak kendi evlerinde eski dönemlere ait bir süslemelerin yer aldığını söylemişti. Servet Hoca ile o eve gidip bu süslemeleri fotoğrafladık -bende de mevcuttur o resimler- fakat Servet Hoca bana o süslemelerin o kadar da eski bir döneme ait olmadığını demişti. Yöredeki koçbaşlı mezar taşlarında karbon testi uygulamayı düşünmüştük ve hala daha yapabilmiş değiliz. Bu mezar taşlarının 1300'lü yıllara ait olmadığını, bu taşların çok daha eski dönemlere; 7. yüzyıla ait olabileceğini bana söylemişti, bizzat tanık olmuştum. Dediğim dibi kaya resimleri üzerinde ve koçbaşlı mezar taşları üzerinde çalışmalar yapmıştı. Koçbaşlı mezar taşlarını fotoğrafladı ve üzerinde incelemeler yapmıştı. Bunların dışında konuşmamızın başında bahsi geçen kurgan hakkında çalışması vardı. Onun için buraya gelmeyi planlıyordu. Fakat gelmeye ömrü vefa etmedi ve gelmesine çok kısa bir zaman kala vefat etti. Allah rahmet eylesin. Servet hocanın bu bölge hakkındaki yorumu neydi? Biliyorsunuz, bizim bu Doğu Karadeniz Bölgesi'nde bazı art niyetli çevreler tarafından bilinçli olarak lazcılık dayatması yapılmaktadır. Aynı zamanda Çamlıhemşin dediğimiz bölgede de o yöre insanının Ermeni asıllı olduğuna dair çeşitli iddialar mevcuttur. Trabzon yöresi için ise 1461'den önceki dönemde orada bir Türk varlığı olmadığı yönünde iddialar ileri sürülmektedir. Rahmetli
Servet hocanın çalışmaları açısından bölgenizdeki nelerdir? Arhavi'deki Marsis Dağı Kayadibi Yaylası'nda kaya resimleri bulunmuştu. Rahmetli Usta, ilk olarak bu kaya resimleri için buraya gelmişti. Fakat ilk gelişlerinde o dağa çıkılamadı. İkinci gelişlerinde ise 29
GENCAY Somuncuoğlu, bütün bu iddialara karşıydı. Çünkü O, bu bölgenin gerçekten Türk boylarının geçiş güzergâhı olduğunu ve bu boyların çok eski tarihlerden beri buraları mesken tuttuğunu ifade ederdi. Bu konuda rahmetli Prof. Dr. Fahrettin KIRZIOĞLU da çalışmıştı. Fakat Fahrettin Hoca ile Servet Hoca'nın çalışmaları arasında belgeler açısından büyük farklar vardır. Kırzıoğlu Hocamız da bu bölgede sanılandan çok öncesinde Türk varlığı olduğunu ileri sürüyordu. Ancak O, bu fikirlerini savunurken yeterli belgelere sahip değildi. Servet Hoca bizzat kendisi saha çalışması yaptığı için çalışmalarını belgeleme noktasında daha avantajlıydı.
bunlardan çok daha fazla olarak Türkler bu yörede yaşamışlardır ve bu kişilerin belgeleri de mevcuttur. İnsanlarımız daha öncesinde bu konuların üzerine pek eğilmemişlerdir. Kırzıoğlu, bu bölge Türk bölgesidir demiştir ama bunu hususu açık delillere dayandıran kişi büyük Usta Servet SOMUNCUOĞLU'dur. Son olarak Servet hoca hakkında eklemek isteyeceğiniz bir şeyler var mı? Aslında her ölüm; vakti ve saatinde gerçekleşen bir olgudur. Ama bana göre Usta çok erken göçmüştür. Türk tarihi açısından elzem derecede çalışmalar yapmaktaydı. Bunu yayınlamış olduğu eserlerde görmekteyiz.
Servet Hoca, buradaki kaya resimlerini ortaya çıkarmadan önce hiç kimse bu resimlerin Türklere ait olduğu hakkında bir bilgiye sahip değildi. Servet Hoca bu durumu gün yüzüne çıkaran kişidir ve aynı zamanda bu olayı geniş çevrelere duyurmayı başarmış bir insandır. Hem genç insanlara hem de konuya ilgisi olan diğer insanlara bu keşifleri anlatabilmiştir. İki çalışmayı birbirinden ayıran özelliğin birisi de budur. Tabi bu ayrımı ortaya çıkaran durum, az önce dediğimiz gibi belgeler arasındaki farktır. Çünkü O, çalışma yaptığı her alanı en ince ayrıntısına kadar fotoğraflayan birisiydi ve bu işe ayrı bir önem gösteriyordu. Çekmiş olduğu fotoğrafları sürekli yayınlıyordu ve O'nun ikna ediciliğini artıyordu.
O'nun ardından sevinebileceğimiz tek bir şey var. O kadar müthiş bir ekibi vardı ki başta asistanı Yasin, kameramanı Cengiz KARADENİZ, aynı şekilde Ahmet Veysel BABAN ve yine asistanı Selda, gerçekten Servet Hoca'ya yakışan bir ekipti. Ben inanıyorum onlar günün birinde bu çalışmaları tamamlayacaklardır. Buraya son gelişinde bir gün batımını çekmiştik. Ardeşen'de Rize'ye dönen viyadüğün bitişiğinde gün batımını yakalamak için çabucak inmiştik arabalardan ve Cengiz'in kamerasında gün batımının resmi görünüyordu. Usta, bana ''Şu görüntüyü çek. Televizyonda yayınlandığı zaman bu görüntü çekildiği zaman ben oradaydım dersin.'' demişti. Tabi o program hazırlanıp yayınlanamadı çünkü kendisi kısa bir süre sonra vefat etti.
Ben de uzun yıllarıdır bu yörede alan çalışmalarında bulunan bir insanım ve özellikle mezar taşları üzerinde çalışıyorum. Bu yörede geçmişte belli sayıda Ermeniler, Rumlar yaşamıştır ve bu kişilerin belgeleri de vardır. Aynı zamanda 30
GENCAY Usta her Rize'ye geldiğinde onunla ilgili çekmiş olduğum sayısız fotoğraf vardır. Her seferinde fotoğraf çekmem serbestti ancak yayınlamamam şartıyla. Bana hep, ''izinsiz yayınlamayacaksan istediğin kadar çekim yapabilirsin.'' derdi. Vefatına kadar da hiçbirini paylaşmadım ve hepsi arşivimde şu anda mevcuttur. Allah rahmet eylesin mükemmel bir insandı ve müthiş bir ekip geriye bıraktı. İnancım şudur ki bu ekip O'nun çalışmalarını daha da ileriye götürüp Türk tarihini
10.000'lerce yıl geriye doğru ulaştıracaklar ve Usta'nın ruhunu şad edeceklerdir. BU GÜZEL SÖYLEŞİ İÇİN ÇOK TEŞEKKÜRLER. ALLAH SİZDEN RAZI OLSUN. Ben teşekkür ederim. Bu vesileyle Allah rahmet eylesin diyelim. Nur içinde yatsın.
31
GENCAY
GALLEMİT’TEN BİZE KALAN Aslıhan KAYA Bir kitap okuyup, hakkında yazacaksanız kuraldır; ilk olarak yazar hakkında bilgi verirsiniz. “Servet Somuncuoğlu Kimdir?” sorusunu cevaplamak yerine “Servet Hoca’mız bizim için kimdir?” sorusuna cevap vermeyi yeğlerim.
“İlim ve sanat camiasında işlerinden çok magazin yönleri ile yer eden, kerameti kendinden, kopyala yapıştırcı, sıradan okutman sayılabilecek insanlar el üstünde tutuluyorken böyle bir değeri göz ardı etmek, milletine hizmeti borç bilmiş böylesine kıymetli insanları bir-iki akademik tezgahtardan daha işe yaramaz görmek nedendir!?” demeyeceğim elbet; ama en azından yakın zamanda Servet Hoca’nın araştırmalarına akademik alanda yer verilmesi dileği, bir Türkolog adayı olarak gönlümdedir.
Servet Hoca Türkiye’nin az yetişen, nadir bulunan cevherlerinden biridir. Akademik alana -türlü sebeplerden- çok fazla tesir edememişse de kafasına Türkoloji fikrini aklına koyan gençlerin üzerinde ciddi anlamda tesir etmeyi başarmış -inkâr edenlere rağmen- bir bilim insanıdır. Slogan atmaktan ve övünmekten çok daha fazlasını yapmış, fikir dünyasını ete kemiğe büründürmüş ve Türk milletine armağan etmiştir.
Yine adettendir, anlatayım… Servet Hoca’yla tanışıklığım 2012 yılının sonunda gerçekleşmişti. Televizyonda gezerken bir kanala denk gelmiştim, güzel bir programda güzel bir sohbet vardı, başlık ise müthiş ilgi çekici “Taştaki Türkler”. Dinlemeye başladım, şöyle diyordu Hoca: “Ders kitaplarından gördüğümüz kadarıyla bizim tarihimiz Orhun Anıtlarıyla başlar. Oysaki Orhun Anıtları Türklerin taşlar üzerindeki son sözüdür. Asla Türk tarihinin ön sözü değildir.” Aradan yaklaşık 8-9 ay geçti, vefat ettiğini öğrendim, Türklüğe hizmet etmiş bir değer göçüp gitmişti, basın ise sessizdi…
Yıllarca Türkoloji’ye hizmet eden önemli işler yaptı Servet Hoca. Program yapımcısı olarak duyulmuşsa da o bir Türkolog ve iyi de bir fotoğrafçıydı. Yaptığı her araştırmayı elleriyle fotoğraflayarak arkasında bırakabileceği çok şey biriktirdi. “Taştaki Türkler”, “Damgaların Göçü”, “Karlı Dağlardaki Sır”,” Saymalı Taş”, “ Don Kazakları”, “Altın Elbiseli Adam” çalışmalarının sadece en bilinenleridir.
Farklı bir kitap yazdı Servet Hoca: “GALLEMİT”. İlk bakışta fantastik bir roman olarak düşünülebilecek bir yapıya sahip olan eserin kurgu olmadığını yazar peşin peşin söylüyor: “Bu kitapta anlatılanların hepsi gerçektir ve romanın esrarengiz kahramanı hala hayattadır.” Olaylar 32
GENCAY gerçeklikten esinlenilmemiş, gerçeğin kendisi lakin “böyle bir gerçeklik bir daha yaşanamaz” dedirten etkileyici bir hikâye. Öğrencisi olduğum lisans dalı sebebiyle birçok felsefe kitabı ile haşır neşir oldum. İlk başlarda gözümüze hep “Türk felsefeci neden az hatta yok?” sorusu çarpardı. Türkler savaşçıdır, Türkler göçebedir” vesaire vesaire bir sürü cevapla karşılaştık. İşte Servet Hoca bize bir Türk felsefecisini anlatıyor. Bir anda söylediği bir tek cümleyle insanı saatlerce düşündürmeyi başarabilen; aslında bilindik şeyleri, insani ve bir o kadar da felsefi olarak izah ederken insanın aklında ışık yakabilen bir kahraman ile kitabı okuyup bıraktıktan sonra saatlerce belki de günlerce okuduklarınızı düşünmenizi sağlayacak bir anlatım ve üslup vaat ediyor Gallemit…
Somuncuoğlu İstanbul ile başlıyor kitaba. Sonradan anlıyoruz o şairane kelimelerin aslında hasretle çığlıklar atan gönlün sesleri olduğunu… Yazarımız öyle derin tasvirlerde bulunuyor ki etkilenmemek elde değil. Elli adımda değişen insanların, İstanbul’un hareketliliği içinde oradan oraya savrulan lakin tek gayeleri ise yaşamak olan insanların müthiş tasvirleri. Hemen ardından karşıdan karşıya geçmek için vapura binilen saatleri anımsatıyor Yazar. Düdük seslerinden Beyoğlu’na, seyyar satıcılardan insanların hüzünlü suratlarındaki boş bakışlara kadar yapılan insanı daha ilk sayfalarda kitabın içine kilitleyen tasvirin gücü ile okuyucu anın içine bütünüyle alınıyor. Bu tasvirlerden sonra “ Anlattım çünkü uzak kalınca özlüyorum” diyor yazar. Lakin bir yandan şahane anlatımı ile de bir Ankaralı ’ya İstanbul’u özletiyor.
Gallemit’ten bana kalanların derinliklerine girmeden evvel kahramanımız hakkında bir iki detay vermek istiyorum. Roman boyunca Somuncuoğlu ondan “Ulu Kam”, “Kam”, “Bilici” olarak bahsediyor, kahraman gerçek bir kişi olmasına rağmen yazar onun sakin ve huzurlu yaşamını zedelememek adına bu kişinin ismini asla söylemiyor. Günümüzde bu kişinin kim olduğu, ne olduğu belli hatta kendisiyle yapılmış röportajlar dahi var lakin eğer Gallemit bir “Öğreti kitabı” olsaydı tahminim o ki ilk öğreti “Kişilerin tercihine saygı duymalısın.” Olurdu. Kahramanımız ismini yazdırmamış, yazarımız bu tercihe saygı duyarak isim belirtmemişti. Ben de ilk öğretiye sadık kalacak ve kahramanımızın gerçek ismini vermeyecek, tıpkı Servet Hoca’mız gibi ona “Ulu Kam” diye sesleneceğim.
Yeni bir yolculuktan gelmiş yazarımız, İstanbul özlemi ile Taksim’e iniyor. Yine bir tasvir şöleni, -uzun zamandan sonra ilk defa- bir Cumhuriyet dönemi eserinde İstanbul’un nefis anlatımı takdire şayan diyebileceğimiz türden.
33
GENCAY Sonra Aziz’i buluyor, Aziz 30 yıllık bir dost…
Paylaşırsın ya da kimseyle paylaşmazsın ama isterim ki paylaş, insan paylaşmakla çoğalır; paylaşmakla büyür… GALLEMİT dedim sana. Eğer bir kitap olacaksa konuşacaklarımız, adını böyle ver.”
Yazarımız ile dostu Refik Halit Karay’ın “ Şeftali Bahçeleri” hikâyesinden etkilenmişler. “Aziz” diyorlar birbirilerine. “ Herkesin bir Aziz’i vardır” diyor Somuncuoğlu. Herkesin bir Aziz’i olmalı…
Hoca asker ocağında karşılaşıyor Ulu Kam ile ilk defa. Kulağına bir dedikodu geliyor “Delinin biri askerliğe sosyal kader diyormuş.” İrkiliyor, hemen tanışmak istiyor bu tabirin sahibiyle. Gidip buluyor, oturuyor karşısına iki Edebiyat mezunu uzun uzun sınıyorlar birbirlerini, iki âşık gibi atışıyorlar. Servet Hoca divan edebiyatından okuyor Ulu kam ise halk şiiri seviyor. Sohbet ve atışmalar uzuyor, artık sınama değil; iki dostun keyifli zamanlar geçirdiğine şahit oluyoruz. Okudukları şiirlerle birbirlerini ölçüp tartıyorlar aslında. İnsanın okuduğu şiir onun anlayışını, dünyaya bakışını, aklını, gönlündekini ortaya koyar diye bilinir, onlar da öyle düşünüyor belki. “Elsa’nın gözleri” ile son buluyor sohbet. Şahane bir seçim… Kalkıp kucaklaşıyorlar, artık birbirlerini tanıyorlar, anlıyorlar.
Yazarımız her şeyini paylaştığı 30 yıllık Aziz’ine anlatmadığı bir konu olduğunu anımsıyor birden bire. Vapurdalar… Çantasından çıkardığı mektupları Aziz’e uzatıyor. Aziz eline aldığı mektupları incelerken “Kim bu adam?” diyor. “O bir kam, bir bilici” Aziz mektuplara göz gezdirdikten sonra mırıldanıyor; duraklıyoruz, anlamaya çalışıyoruz: “Bey oğlu Bey, köle oğlu köle olmak rızasındadır.” Aziz’in bakışlarındaki tuhaflığın arttığını hissedebiliyoruz, “Hiç mi normal adam olmaz senin etrafında, kim bu adam?” sorusunu soruyor tekrar. Yazarımız için zor bir soru bu, “Zordu belki bu adamı anlatmak ben denedim sadece” diyor aslında kendisi de ne O’nu anladığından ne de anlatabildiğinden tam emin değil…
Sanki kırk yıllık ahbaplar gibi sık sık akşamları çamların arasına gidip uzun sohbetler ediyorlar. Bu uzun sohbetlerde dikkatimi çeken bir şey var; onların konuşmalarında hayatın görünen yüzüne, günlük yahut anlık olaylara dair herhangi bir şey yok. Onlar hep başka bir âlemde, hep bambaşka sırların peşindeler.
Servet Hoca’nın aklındaki düşünce şöyle oluyor o anlarda; “Aziz merak etti, onu duyan herkes merak edecek. Anlatmalıyım.” İşte böyle başlıyor “Gallemit”i öğrenme ve anlama serüvenimiz.
Yine ilgi çekici bir detay; Ulu Kam dedesinin yanında büyümüş. Dede dediysem Dedem Korkut gibi bilge, bilici, kam bir dede. Kendisi de onunla yaşayarak tıpkı öyle bir Bilici olmuş anlaşılan. Gen aktarımı mevzusu geliyor burada okuyucunun aklına. Dedesinden Ulu Kam’a
Nedir Gallemit ya da kimdir? Biz de bilmiyoruz bu bir sır. Lakin “Ulu Kam” istiyor bu ismin kitaba verilmesini “İşte sana büyük bir sır verdim… Bu büyük sırrın yanında birçok sırlar da verdim… 34
GENCAY geçen gen belki de binlerce yıl önce Asya’nın kamlarından mirastır fikri ile ürpermemek elde değil.
tırnaklarını kesmekten hiç hoşlanmıyor, bu yüzden komutanlardan kaçıyor askerlik boyunca. Görünmemek için, girip çıkarken hep kuytu ve karanlık köşeleri kullanıyor. Karanlık yerlerde gizli şeylerin olduğunu bilebilecek deneyime sahip komutanlar sık sık enseliyorlar Ulu Kam’ı. Servet Hoca bir öneride bulunuyor “En iyi saklanma şekli saklanmamaktır.”, Hoca’nın önerisini dinleyen kahramanımız gerçekten uzun zaman yakalanmıyor ve “ Doğru demişsin. Bilginin işe yarayanı makbuldür. İşe yaramıyorsa at çöpe.” Sözlerini söylüyor.
Ulu Kam; insanın içe yolculuğundan çok eskilerden getirdiğimiz kozmik kodlara kadar birçok şeyi biliyor, bin yıllardan bu yana gelen kamların izlerini okuyor, sözlü kültürü tam anlamıyla ruhunda taşıyor. Ulu Kam; yüzyılların hayat birikiminin günümüze gelmiş son ve en somut hali olarak çıkıyor karşımıza. İnsanın akıldan önce duygusal zekâyla yaşadığı dönemleri, insanların ruh halini, duygusal zekâdan entelektüel zekâya, doğal yaşama geçişin izlerini, zararlarını anlatıyor. Entelektüel zekânın yıkıcı etkilerini bildikçe ürpermemek elde değil. Hayatı, bilgiyi ve yaşamayı açıklarken insanı kaybettik diyor. “Entelektüel zekâ insanları refaha götürmüş olabilir ama yok oluşu da beraberinde getirdi.” İnsanın insanlığını kaybettiğini söylüyor ve ekliyor “İnsanı aramalıyız. Geçmişte yahut gelecekte. Benim gelecekte aramaya gücüm yetmez ben geçmişe bakacağım.”
Birlikte zaman geçirdikçe Servet Hoca karşısındaki kişinin gerçekten özel biri olduğundan emin oluyor. Bilici uzun uzun anlatıyor; Servet Hoca âlemlerden âlemlere uçuyor, başka diyarlara gidiyor, geliyor. Bilici anlatıyor, Servet Hoca dinliyor. Soru soracak oluyor, Ulu Kam daha soru sorulmadan veriyor cevaplarını. Dünya’daki ayrı gayrılık, savaşlar ve kavgalar hakkında söyledikleri de okuyucunun aklında yer ediyor. “ Din ihtiyaç Tanrı ise mecburiyettir. Tanrısız olmaz, hepimiz Tanrı yolcusuyuz. Nedir bu ayrılık?” cevabı yine kendisi veriyor. “ Sözün farklı anlamlar kazanmasından. Ak ve kara aynıdır çoğu zaman, insanlar sözlere dayanarak ayırır onları. Sözü sesle söyleriz, ses enerjidir bize geri döner. Sesine sahip çıkacaksın, sesin güçlü olacak.” Servet Hoca bu sıralarda bütün renklerin karışıp beyazı oluşturmasını anımsıyor, gökkuşağını düşünüyor… Asker ocağında dağıtım yapılıyor. Ulu Kam başka bir memlekette devam ediyor göreve. Vedasız ayrılıyorlar. Yazarımızın aklında şu sözler kalıyor dostunun ardından “İlkel yaşama döneceğim ben.
Bilgiye değil; faydalı, işe yarar bilgiye inanıyor Ulu Kam. Saçlarını, sakallarını, 35
GENCAY Ömrümün kalan kısmını yaşamak istiyorum.”
insan
gibi
özellikle sağlık tavsiyeleri çok ilgi çekici. “Ateş değmemiş yiyecekler ye, yıkandığın suyun sıcaklığına dikkat et, kilo alma. Ancak sağlam kişiler sağlam işler yapabilirler.” Diyor. Dikkatimi çeken bir nokta da şudur, ekliyor: “Ben sana nasihat etmiyorum. Senin için söylüyorum. Ben böyle yapıyorum” diyor. Ruhbanlar sınıfını düşünmeden geçemiyorum. İnsanlardan uzaklaşıp riyazete çekilerek dünya zevklerini terk eden ve kendini aşırı bir şekilde ibadete veren bu kişilerin ulaşmaya çalıştıkları felsefenin bizim Ulu Kam’ın felsefesi olabileceğini düşünüyorum, ama Bilici alçakgönüllü, insaniyetperver biri, duyduğum bütün Ruhbanlardan daha erdemli bir kimse olarak kaldı aklımda. Umarım Ruhbanlar bir gün onun felsefesine ve erdemine ulaşabilirler.
Yolları ayrılan iki dost sohbetlerine mektuplar aracılığı ile devam ediyorlar. Askerlik bitince Servet Hoca şehre dönüyor, Ulu Kam yalnızlığa. Kendi deyimi ile insanlığa. Gerçekten dediğini de yapıyor, ilkel hayata çekilip duygusal zekâya dönüş yapıyor. Kendisi gibi insan gibi bir hayata çekiliyor. Bu benim seçimimdir diyerek saygı duyulmasını bekliyor. Ulu Kam’ın hanımı ve çocukları Ankara’ya göçüyorlar. Kendisi bir çiftliğin kenarında küçük bir kulübede hayatını yaşamaya çalışıyor. Saçını, sakalını, tırnaklarını kesmiyor, ateş değmemiş yiyecekler tüketiyor. İnsanlar Ulu Kam’a yardımcı olmaya çalışıyorlar, O ise “Bu benim tercihim” diye düşünüyor sürekli.
O’nun gerçek bir Kam olabileceği düşüncesi tam olarak buralarda yerleşiyor aklıma. Yüksek ahlaklı, erdemli bir kimse. Dayatmıyor, zorlamıyor, lazım olmayan şeyi konuşmuyor. Bugün kendini düşünce adamı olarak, bilirkişi olarak tanımlayanları düşününce daha çok seviyorum Ulu Kam’ı. Türkler Bey töresince yaşarlar, töreyi Ulu Kam’da görüyorum.
Servet Hoca farklı Ulu Kam farklı dünyalarda yaşıyorlarsa da yazarımız içinde O’nu görmek arzusu duyuyor. Sonradan fark ediyor ki hep O’nu düşünüp kendi içinde yine onunla sohbet etmiş. Bu arzunun peşinde Hoca önce telefonla ulaşıyor Ulu Kam’a. Sonra yollara düşüyor. Servet Hoca Ulu Kam’ı ararken, kendisi Servet Hoca’yı buluyor. Sanki hiç ayrılmamışlar gibi kaldıkları yerden başlıyorlar sohbete. Bunun sebebi Ulu Kam’ın bilgeliği midir yoksa gerçek dostluk bunu mu gerektirir bilemeyiz ama aralarında güçlü bir bağ olduğunu bizhikâyenin 3. Kişileri- bile anlayabiliyoruz.
Sohbetlerinden birinde Ulu Kam “Konuşması gereken yazmasın, yazması gereken ise konuşmasın. Ben konuşayım, sen yaz. Öğrensinler” diyerek Hoca’ya bu kitabı yazmasını salık veriyor. Kitap basıldıktan sonra Servet Hoca bir tane de ona hediye etmiş olmalı, sosyal medyada Ulu Kam ile yapılmış bir röportajda okuduğuma göre elindeki kitabı bir gazeteciye ödünç vermiş.
Servet Hoca bu şekilde birkaç kez ziyaret ediyor Ulu Kam’ı. Bu ziyaretlerde Ulu kam birçok tavsiyede bulunuyor Hoca’ya 36
GENCAY Ötelerde bir yerlere ulaşmak çabam yok zamanı yaşamak için gayret ediyorum, diyordu Ulu Kam. Başkasının bilmesi de gerekmiyordu, onun bilmesi yetiyordu yaşadığı hayatı… Anlatılan kadar bildik, bize de yetti.
İnsanın içinden geçmiyor değil Kaos’dan Kozmos’a bir yürüyüş. Gerekli cesareti bulduğumuz gün denensin, notunu düşüyorum. Son olarak sevgili Servet Somuncuoğlu’na hep biz gençlere aşıladığı umut için teşekkür ettik. Bir gerçektir; bilhassa genç Türkologların içinde bulunduğu “Çalışacak ne kaldı ki?” polemiğine son veren Servet Hoca’mız bize yeni bir sayfanın kapılarını araladı. Özellikle Anadolu sahasında gün yüzüne çıkmayı bekleyen sırların olduğu umudunu aşıladı. “Servet Hoca’mızın çalışmaları hak ettiği yeri bulsun, gerçek oldukları kanıtlansın diye çalışmalıyız.” Fikrini de yeni bir neslin Türkolog gençlerine yerleştirdi. Belki de yeni bir neslin temellerini attı ve gitti, bilemeyiz. Ama bu çalışmalar için kendisine hep teşekkür ettik.
İnsanın kendi içine yürümesi kadar zor bir yolculuk olmadığını anlıyorum okudukça. Tüm evreni, eşi dostu bırakmak… Benliğinde karşılacağın bin bir sorunun üstesinden gelerek, belki de zamanla benlikten tamamen sıyrılmak amacıyla çıkılmış bir yolculuk… Benlikten sıyrılıp, tüm insanlığın acısını göğsünde duyabilmek, uçan kuştan ve esen yelden haberler alabilmek, köpeklerle çeşitli canlılarla konuşabilmek dost olabilmek, bir tomurcuğun çiçeğe dönmesini günlerce uyumadan seyredebilmek amacıyla çıkılmış bir yolculuk… Kendi içinden çıkmayı başaran insanın Kozmos’a doğru yürüyüşünün başladığını görüyorum.
Şimdi yeni bir şey için daha teşekkür etmeliyiz diye düşünüyorum. “Gallemit” için… Gallemit okuyanın ruhunda ciddi tesirler yaratacak bir eser. Okuduktan sonra başımı ellerimin arasına alıp “Ben n’apıyorum? Amacım ne? İstediğim ne?” sorularını uzun uzun düşündüğümü hatırlıyorum. Anlayacağınız Servet Hoca yine bir sayfa daha açıyor önümüze, belki de bir gerçeği vuruyor yüzümüze. Velhasıl, bir kez daha umut aşılıyor Hoca’mız. Teşekkür ediyoruz. Ve tekrarlıyoruz:
Yaratılıştan kıyamete kadar sürecek ve bitmeyecek bir yürüyüş… Kozmik kodların yorumlanabilmesi, yıldızların okunabilmesi, atalar mirası izlerin ve hatta ruhların anlaşılabilmesi, şifrelerin deşifre edilmesi duraklarından geçen bir yürüyüş… Lakin bilinmeli; “Şifrenin bilicisi evrenin yaratıcısı olan Tanrıdan başka hiç kimse değil.”
“Servet Hoca’nın bıraktığı yerden…”
37
GENCAY
millikanal.com