Gencay Dergisi - Sayı 52 - Mayıs 2016

Page 1


www.millidusunce.org Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı Kızılay/ANKARA Telefon: 0 (312) 231 31 94 Belgeç: 0 (312) 231 31 22


GENCAY

GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi Yıl 5 Sayı 52 – Mayıs 2016 Ücretsiz e-dergi www.gencaydergisi.com bilgi@gencaydergisi.com

TÜRKLER İÇİN MİLLİ BİR PRENSİP OLARAK LAİKLİK / Nami Cem İYİGÜN HARF İNKILÂBI VE TARTIŞMALARI / Mahmut Esad KIRAÇ TÜRK’ÜN VE TÜRKLÜĞÜN BAYRAMI NEVRUZ / Açelya OĞUZ ANAVATANLAŞTIRAMADIKLARIMIZDAN MISINIZ? / Çağhan SARI 19 MAYIS KİMLİK ARAYIŞIMIZDI / Emre ECE GALİP AĞABEY / Aslıhan KAYA SULTAN MURAT – PİAGET/ SOYUT İŞLEMLER DÖNEMİ – SEVGİ/ Dilek AKILLIOĞLU KIRMIZI BAŞLIKLI KIZ VE BİLGE KURT / Hilal CEZAYİRLİ BİR MEVSİM DÖNÜMÜNDE AYILDIM / Mehmet Batuhan KAYNAKÇI GEZİ KÖŞESİ: BEDRİN ASLANLARI’NA VEFA İLE… / Burçin ÖNER


GENCAY

TÜRKLER İÇİN MİLLİ BİR PRENSİP OLARAK LAİKLİK Nami Cem İYİGÜN Geçtiğimiz günlerde İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü’nde İslam Ülkeleri Akademisyen ve Yazarlar Birliği’nce düzenlenen “Yeni Türkiye ve Yeni Anayasa” başlıklı konferansta konuşan TBMM Başkanı İsmail Kahraman’ın “Laiklik yeni anayasada olmamalıdır. Zaten bunun bir tarifi de yok. İsteyen istediği gibi yorumluyor. Böyle bir şey olmamalı” şeklindeki sözleri kamuoyunda şok etkisi yarattı. Kahraman, aslında çok önemli bir konu olan laiklik konusunun Türkiye’nin gündemine yerleşmesine ve laiklik üzerinde konuşulmasına zemin hazırlayarak iyi bir iş yaptı. Zira yeni bir anayasa yazmaktan ve yeni bir Türkiye kurmaktan bahsedilen şu günlerde “anayasada olmamalı” denilen laikliğin ne olduğu ve nasıl tarihi köklere sahip bulunduğu her zamankinden daha çok iyi bilinmek ve anlatılmak zorundadır.

teriminin İngilizce karşılığı “Secularity” olup, o da Latince kökenlidir ve Hıristiyanlık literatüründe “ahiret öncesi dönem / dünyevi çağ” anlamına gelen “saeculum” kelimesinden köken aldığı düşünülmektedir. 1789 Fransız İhtilali’nden önce Fransa’da kralın yanında LesEtats-Generaux adlı bir danışma meclisi vardı ve mecliste üç sınıf temsil ediliyordu. Klasik Avrupa cemiyetindeki kuvvet dengelerinin belirlediği bu üç sınıfın birincisi ruhbanlar, ikincisi toprak sahibi asiller ve üçüncüsü de “lai” denilen reaya sınıfıydı. Dolayısıyla “laik (laique)” demek, ruhbana ve asile değil, düz halka ait olan demekti. Fransa’da 1789 ihtilalini gerçekleştirenler üçüncü sınıfı oluşturan “lai”lerdi ve merkezdeki kralı devirip birinci sınıf olan ruhban ile ikinci sınıf olan asilleri bertaraf etmek suretiyle halk egemenliğine giden yolda ilk adımı atmışlardı. Böylece Katolik ülkelerde “laiklik” kelimesi, egemenliğin ruhban sınıfından halk adına geri alınması anlamında kavramlaştı. Protestan ülkelerde ruhban sınıfının hâkimiyeti daha önce kırıldığı için oralarda aynı kavram başka bir kelime ile “dünyevi/dünyaya ait” anlamındaki “seküler (secular)” kelimesiyle karşılanmıştı.

“Laik” Kelimesi Laiklik, en genel tanımıyla devlet yönetiminde herhangi bir dinin/mezhebin referans alınmaması ve devletin dinler/mezhepler karşısında tarafsız olması prensibidir. Dilimize Fransızcadan (“laique”) giren kelime, Fransızcaya da Latinceden (“laicus”) gelmiştir. Latincede “laicus”, “din adamları dışında kalan halk” anlamındaydı ve Roma döneminde din adamlarına “Clerici” denirken din adamı olmayanlara “Laici” denirdi. Laiklik 1


GENCAY İslam Âleminde Laiklik

benimseyen Müslüman ülke sayısı 12’ye ve bunların Türk olanlarının sayısı da 7’ye yükseliyor. Ayrıca anayasasına laikliği koyan ve laik hukuk sistemini benimseyen tarihteki ilk Müslüman ülkenin de yine bir Türk ülkesi olan Türkiye Cumhuriyeti olduğu biliniyor. Mevcut tablo, laiklik prensibinin Türk halkları arasında diğer Müslüman toplumlara nazaran daha kolay benimsendiği gerçeğini gözler önüne seriyor ve Türklerin din ile devlet işlerini birbirinden ayırıp tüm inanç gruplarına eşit mesafede durabilmek konusundaki becerilerinin ortak tarihlerinden miras aldıkları bir karakteristikleri olduğuna işaret ediyor.

İslam’da özel seçilmiş ve Tanrı ile halk arasında aracılık yapan bir azınlık mevcut olmadığı için Müslümanların sultasından kurtulacakları bir ruhban sınıfı da yoktu. Tanrı indinde tek ölçünün takva olduğu ve Tanrı’nın herkese şah damarından daha yakın bulunduğu bu anlayışta bir bakıma herkes “lai” idi. Dolayısıyla İslam dünyasında laiklik diye bir kavram ve problem de olmamalıydı. Fakat yüzyıllar geçtikçe İslam âlemi içerisinde de ruhban gibi davranmak isteyen ve siyasi egemenliğe el koymak için Tanrı adına konuştuğunu iddia eden kişi ve kurumlar türedi. Bununla paralel olarak farklı İslam yorumlarının türemesi, mezheplerin doğuşu, merkeziyetçi İslam devletlerinin ortaya çıkışı ve devletin farklı din, mezhep ve tarikatlara mensup tebaasını uyum içerisinde yaşatabilme mecburiyetinin hâsıl oluşu ile birlikte İslam dünyasında da bir laiklik ihtiyaç ve problemi baş gösterecekti.

Kadim Türk Devletlerinde Boy Sistemi, Kut, Ülüş ve Laiklik Çok parçalı ve hiyerarşik bir yapıya sahip olan eski Türk toplum yapısı, “oguş” denilen aileler, akraba ailelerden oluşan “urug”lar, uruglar birliğinin oluşturduğu “boy”lar ve akraba boyların husule getirdiği boy birlikleri olan “ulus”lardan meydana geliyordu. Boyların nüfusu arttıkça yeni boylar ortaya çıkıyor, yeni boylar ötekiler kadar nüfusa veya siyasi güce ulaştıklarında kendi adları ile anılmaya başlıyor ve tek bir boyun bünyesinden türemiş olan muahhar boylar ulusları teşkil ediyorlardı. Bütün ulusların toplamı ise “budun”u, diğer deyişle “millet”i oluşturuyordu. Milletin ve devletin başında “İl (illi/devletlü) Kağan”, yurdun coğrafi yönden taksim edilmiş idari bölümlerinin başında İl Kağan tarafından görevlendirilen beylerbeyi diyebileceğimiz prensler olan “Tegin”ler yahut “Şad”lar ve Tegin yahut Şadların

Bugün nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan tam 45 bağımsız ülkeden sadece 19’u İslam’ı resmi din olarak kabul etmemek bağlamında laik uygulamaya sahipken bunların da sadece 11 tanesinin anayasasında açıkça “bu devlet bir laik/seküler/dünyevi devlettir” ifadesi yer alıyor. Laiklik ilkesini anayasasında güvence altına almış 11 Müslüman ülkenin yarısından fazlasını ise altı bağımsız Türk cumhuriyetinin (Türkiye, Azerbaycan, Türkmenistan, Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan) meydana getirmekte olduğu görülüyor. Buraya dünyanın tanımadığı KKTC’yi de eklemek mümkün ki, o durumda anayasal laiklik ilkesini 2


GENCAY altında da sorumlu oldukları bölgelerin “boy beyleri” bulunuyordu.

bütün bu mutlak yetki ve becerilerinin Tanrı tarafından “kut” olarak verildiğine ve bu ulûhiyet ya da nurun sonraki hükümdarlara da intikal edeceğine inanılırdı. Tanrı kişiye kut verir, hükümdarlık talih ve kısmetini takdir eder, hükümdar olan kişi ise Tanrı’dan aldığı yetkiyi Tanrı adına değil, kendi adına kullanırdı. Yani egemenlik bir kere gökten alındıktan sonra artık dünyevileşir ve Türk hakanının kılıç hakkına dönüşürdü.

Türk boylarının başında bulunan beyler iç dayanışmayı muhafaza etmek, hak ve adaleti düzenlemek ve gerektiğinde silahla boyun menfaatlerini korumakla görevli idiler. Buna göre boy siyasi mahiyette bir birlik olup, belli bir arazisi ve savaş gücü bulunan, mülkü ve hayvan sürüleri ile öteki zümrelerden ayrılan bir topluluktu. Fakat şunu önemle belirtmek gerekir ki, eski Türklerde görülen bu örgütlenme biçimi yapısal manada Orta Çağ Avrupa’sının feodal düzeninden çok farklıdır. Aristokrasinin yaşam şansı bulamadığı Türk göçebe sistemi içerisinde devleti yöneten hanedanın mensuplarından başka irsi imtiyaza malik bir zümreye rastlanmaz, boy beylerinin toplumun idaresi ve hizmetinden sorumlu olmak dışında herhangi bir ayrıcalıkları bulunmazdı. Moğollar, Romalılar, Yunanlılar ve Cahiliye devri Araplarındaki benzer kuruluşların başındaki sorumlu kişilerden farklı olarak Türk boy beyleri, siyasi yetkilerinin yanı sıra dini reislik fonksiyonuna sahip değillerdi.

Hâkim sülale veraset hukuku bakımından aile hukukundan ayrılmazdı. Bu durum bir bakıma çok başlılığı doğurmuştu. Bir Türk ailesinde babanın ölümü üzerine mallar nasıl çocukları arasında paylaşılıyorsa, devlet veraset hukuku aile hukukundan ayrı değerlendirilmediği için kağan ölünce de devlet oğulları arasında paylaştırılıyordu. Memaliğin hâkim sülale mensuplarının ortak mülkü sayıldığı bu siyasi yapıda ülüş, yani paylaşım, devletin belli bölümlerinin belli şehzadelere tahsis edilmesi ile oluyordu. Güneşin doğduğu yön olan doğu yönü Türklerde kutsal sayıldığı için İmparatorluğun da doğu tarafı batı tarafından üstün kabul ediliyordu. Devletin batı kanadı, ülüş prensibine göre ailenin daha genç üyeleri tarafından idare ediliyordu. Ülüş bu dönemde sadece memaliğin paylaşılmasını kapsamaz, siyaset ile ruhaniyat arasındaki ilişkilerin bir çeşit paylaşım içinde yürütülmesini de sağlardı. Bu yönetim modelinde siyasetin üstünlüğü tanınmakla beraber, ruhaniyatın siyaset içinde kendine özgü bir şekilde yer aldığı görülürdü. Hâkimiyetin paylaşılması prensibine dayanan bu anlayış, siyaset ile ruhaniyatın birbirinin işlerine

Bütün boy ve ulusların üstünde ve devleti temsil eden bir de hâkim sülale/hanedan olur ve o da genellikle devlete adını verirdi. Komün tarzında idare söz konusu olduğundan, topluluklar dağınık bir biçimde, fakat hükümdar sülalenin emrinde yaşarlardı. Devlet, kanunlar ve yönetim gücü tümüyle hükümdar sülalesinin eli altında bulunurdu. Hükümdar, yönetimi sürdürebilmek için gerekli olan askeri veya polisiye güçleri ayniyat olarak aldığı ekonomik değerle beslerdi. Devleti yöneten hükümdara 3


GENCAY karışmaması şeklinde çifte bir hâkimiyet alanı ve bir tür laiklik yaratmıştı.

devleti olan Karahanlı devletinde İslamiyet öncesi devlet ve hukuk düzenlerini aynen devam ettirmiş, hükümdarlarına “Han” ve karar organlarına “Kurultay” demişlerdir. Karahanlı Devleti bazı terimsel değişiklikler dışında Hun, Göktürk ve Uygur gibi bozkır illerinin devamı mahiyetinde olup, İslam hukuku ve anlayışından ziyade Türk töresine göre idare edilen ve hükümdarın meşruiyetini eskiden olduğu gibi yine Gök’ten kut yoluyla aldığı bir devlet olmuştur. 1070’lerde Karahanlı kentlerinden Kaşgar’da yazıldığı bilinen ünlü siyaset kitabı Kutadgu Bilig’de de bu husus belirtilmekte; Şeriat ya da Hilafet gibi İslam devletinin temel unsurlarından, Kuran’dan, hadisten ve dini-hukuki İslam müesseselerinden bahsedilmeyen eserde ahalinin bir İslam cemiyetinden ziyade Türk topluluğu vasfında tanıtıldığı görülmekte; meşruiyet ise eski Türklerin “kut” ve “töre” telakkilerine dayandırılmaktadır.

Hakikaten de hiçbir geleneksel bozkır/Türk devletinde bir dinin tek devlet dini ilan edilerek bütün devlet işlerinin bu dinin esaslarına göre tanzim edilmesi söz konusu olmamış ve çoğunluğun dinine mensup olmayan kitleye de tüm hak ve özgürlükleri teslim edilmişti. Hukuk da dine değil, tamamen seküler bir gelenekler/adetler hukuku diyebileceğimiz Türk töresine dayanmıştı. Mesela Göktürk ve Uygur iktidarları zamanında Gök Tanrıcı, Şamanist, Budist, Manihaist, Zerdüşt, Hıristiyan diye ayrım yapılmaksızın tüm cemaatlere ibadet ve ayin serbestîsi getirilmişti. Özellikle Uygur ülkesinde Manihaizm, Budizm, Hıristiyanlık ve Gök Tanrı dinine bağlı insanlar yan yana yaşamışlar, Yahudi, Müslüman ve Zerdüşt tüccarlar sokak ve meydanlardan daima serbestçe vaaz ederek geçebilmişlerdi. Türk-Moğol kağanı Cengiz Kağan’ın ünlü yasalarının birinci maddesi “hiçbirini diğerine tercih etmeksizin bütün dinlere hürmeti” emretmiş, sonraki yüzyıllarda Cengiz’in mirasçılığına soyunacak olan Müslüman Emir Timur’un ordusunda dahi putlarını yanlarında taşıyan pagan askerler ve ikonlarını çadırlarının kapısına asmakta özgür olan Hıristiyanlar bulunmuştu.

Yerel bir Türk-İslam devleti durumundaki Gazneliler’de işleyiş bir miktar değişmiş, hükümdarlığı Hilafet makamınca tasdik edilen ve Halifeden çeşitli lakaplar alan Gazneli Mahmud “Sultan” unvanı ile tevcih edilen ilk Türk hükümdarı olmuştur. Fakat Büyük Selçuklularda iş yeniden değişmiş, Büyük Selçuklu Hükümdarı Tuğrul Bey Abbasi halifesi ile din işlerinin halife tarafından yürütülmesi ve saltanat işlerine karışmaması gerektiğinde anlaşarak hilafet makamının yetki ve görev alanını sınırlandırmış ve devlet işleriyle bağını neredeyse tamamen koparmıştır. Tuğrul hem din işleriyle devlet işlerini ayırmış, hem de halifenin muhatabı olarak vezirini göstermiştir. Hatta cumhuriyetin kurucusu

Müslüman Türk Devletlerinde Örfi Hukuk, İnanç Gruplarına Serbesti ve Laiklik 900’lü-1000’li yıllardan itibaren İslam medeniyet dairesi içerisinde değerlendirilmeye başlanan Türkler, anayurtlarında kurdukları ilk Türk-İslam 4


GENCAY Atatürk 1922’de saltanatla hilafeti ayırırken, Tuğrul’un 1050’li yıllarda bunu yaptığını Nutuk’ta belirtmiş, ‘İşte biz aynen böyle yapıyoruz’ diyerek, bu yaptığında Selçuklu Sultanı Tuğrul’u izlediği örneğini tüm dünyaya ilan etmiştir.

Sonuç Bir çeşit laiklik uygulamasına tarihleri boyunca sahip oldukları anlaşılan Türkler, bu milli ilke ile cumhuriyetler çağında ilk defa tanışmamışlardır ve şimdiden sonra vazgeçecek de değillerdir. Zira laiklik, Türklerin tarihten alışık oldukları bir temel ilke olmasının yanı sıra millet olabilmenin ve bu topraklarda bir arada yaşamaya devam edebilmenin de olmazsa olmaz şartıdır. İnançlı ile inançsızı, Sünni ile Alevi’yi, Müslüman ile gayrimüslimi, şu tarikat mensubu ile bu cemaat üyesini ya da o felsefeyi savunan ile öbür felsefeye inananı bir millet bilinci ile yekvücut kılmanın yolu, laiklik prensibini hukuken ve pratik olarak benimsemekten geçer. Laiklik dinsizlik değil, bilakis din ve vicdan hürriyetinin, bilim toplumu olmanın ve hukuk karşısındaki eşitliğin teminatıdır.

Bir İslam devleti mahiyeti taşımakla ve özellikle hilafet makamını Araplardan devraldıktan sonra bu mahiyeti güçlenmekle birlikte klasik bir teokrasi olmayan Osmanlılarda da şer’i hukukla birlikte örfi hukuk yürürlükte kalmıştır. Osmanlıların kendilerine mağlup olmuş milletlere dini-milli varlıklarını koruma imkânı vermiş ve onlara gerek sosyal, gerekse dini alanda özerklik tanımış oldukları bilinmektedir. Bir takım kanunnameler düzenlenerek örfi hukuka ağırlık verilmesi, başta padişahlar olmak üzere vezirlerin ve diğer yöneticilerin siyasi, idari, hukuki ve sosyal problemleri halletmek için çok serbest ve pragmatik hareket etmeleri, genellikle şer’i hükümleri görmezlikten gelmeleri, Kur’an ve sünnette açıkça ortaya konan hadları (ukubat, ceza hukuku) uygulamamaları, mesela alenen içki içildiği halde içki içenlere ceza verilmemesi Osmanlı hukukunun laik nitelikler içerdiğini göstermektedir. Bu tür nitelikler ve eğilimler Lale devrinden başlayarak Islahat hareketleri, Tanzimat Fermanı, Islahat Fermanı, Birinci ve İkinci Meşrutiyet Dönemlerinde daha belirgin hale gelmiş ve Cumhuriyet döneminde de varması gereken noktaya varmıştır.

Kaynakça: • İyigün (N.C.), “Türklerin Etnik, Kültürel ve Tarihi Kökleri”, Papillon Yayınları, 2012 • Kafesoğlu (İ.), “Türk Milli Kültürü”, Ötüken Neşriyat, 1997 • Kuru (A.T.), “Secularismand State Policies Toward Religion: The United States, France and Turkey”, Cambridge University Press, 2009 • Öksüz (İ.), “Millet ve Milliyetçilik”, Panama Yayınları, 2016 • Togan (İ.), “Bugünü Anlamak İçin Orta Asya Tarihine Bir Bakış”, Bağımsızlıklarının 20. Yılında Orta Asya Türk Cumhuriyetleri, Atatürk Kültür Merkezi Yayınları, 2012 • Türk Cumhuriyetleri Anayasaları, Türkpa Yayınları, 2012

5


GENCAY

HARF İNKILÂBI VE TARTIŞMALARI Mahmut Esat KIRAÇ Cumhuriyetin kuruluşundan sonra M. Kemal’in gerçekleştirdiği devrimler arasında en çok konuşulan ve tartışılan devrimlerden birisi mutlaka harf devrimidir. Tabi bu tartışmalar cumhuriyetle birlikte değil cumhuriyetten evvel de gündemde bulunmaktaydı. Günümüzde baktığımızda ise halen tartışmaları sürmektedir ve bana göre de daima bu konu gündemde kalacaktır.

ortaokul ve lise, sadece bir üniversite var. Halkın sadece %7’si okur – yazar, bu oran kadınlarda %1 bile değil.’’ Yeni yazı ve imla gibi konular ilk defa Tanzimat döneminde Tanzimat Fermanında dile getirilmiştir. Fermanın öğretim ile ilgili kısmında şu görüşlere yer verilmektedir: ‘’İstanbul ve taşrada açılan okullarda iyi yetişen öğrenci sayısı azdır. Bunun başlıca nedeni de öğretim yöntemlerinin yetersizliğidir. Gerçekten çocuklar öğretime mahalle mektebinde başlayınca, 6-7 yıl Arap harflerini öğrenmeye çalıştıkları halde, harekesiz yani ünlü işaretleri olmayan bir mektubu doğru dürüst okuyamamaktadırlar. Daha da kötüsü; onları okutan öğretmenler de aşağı yukarı aynı durumdadırlar. Bunlar mahalle mektebinden sonra herkese açık olan sivil okullara gidince pek de anlamadan Arapça dil bilgisi öğrenmeye başlarlar. İçlerinden ancak yetenekli olanlar, zamanla kendi dillerinin gramer yapısını Arapça’ya uygulamak yoluyla Osmanlıca’yı okuyup yazmayı başarabilirler. Ancak bu arada çoğu yetenekli olmayan öğrenciler, iki satırlık bir tezkereyi doğru yazmakta bile zorluk çekmektedirler. Kendi dillerinin alfabesini ve gramerini bilmediklerinden Türkçe sözcükleri dahi kendilerine göre çeşitli biçimde ve genellikle yanlış yazarlar.’’

Harf devriminin tartışmalarına değinmeden önce bu tartışmaların niçin olduğunu görmek amacıyla Osmanlıca’nın özelliklerinden ve neden devrim yapmak istenildiğinden bahsedelim. Öncelikle Arap alfabesine baktığımızda bir harfin başta, ortada ve sonda yazılışına göre şekil değiştirmesi öğrenilmesini de zorlaştırmaktadır. Bu bakımdan Arap alfabesini kullanan toplumlarda okuma yazma bilenlerin sayısı, nüfusa nazaran çok az kalmıştır. Bu yüzden Müslüman Türkler ve İranlılar, zaman içerisinde ibadet gayesiyle öğrendikleri Arapça’nın kendine has bazı özelliklerini, kendi dilleri için elverişli hale getirmeye çalışmışlardır. Zamanla Arapça ve Farsça kelime ve deyimlerin dilimize girmesiyle birlikte, dil kurallarımızda da Arapça ve Farsça’nın tesirleri görülmeye başlamıştır. Bu iki dilden zincirleme sözcük takımları ile gramer ve imla kurallarının girmesiyle de, adeta Osmanlıca denilen yeni bir dil ortaya çıkmıştır.

Bu ifadelerden sonra ise Osmanlıca’yı Arapça yoluyla öğrenmek yerine, birincisini yazım ve dil yönünden iyice

Pekâlâ, bu Osmanlıca denilen dilin Cumhuriyet kurulduğu tarihteki sayısal verilerine bakalım : ‘’ 13 Milyon nüfus, 153 6


GENCAY kavradıktan sonra, Arapça’ya geçmenin daha faydalı olacağı vurgulanmıştır.

Rum ve Yahudi çocukları altı ayda okuma ve bir yılda yazmayı öğrenirlerken, Müslüman çocuklar yıllarca eğitim gördükleri halde bir gazete dahi okumaktan aciz kalıyorlardı. Kusur ise eğitim sisteminde bulunmuştu. İran’ın İstanbul Elçisi Melkum Han da tartışmaya katılarak, Müslüman eğitim sisteminin eksik ve yetersiz olduğunu ve bunların sorumlusunun da Arap harfleri olduğunu belirtmiştir.

Islahat dönemine geldiğimizde ise Islahat Fermanında geçen gayrı müslim azınlıklara kendi okullarını kurma ve eğitimde bağımsızlık gibi bir takım haklar tanıyan bu ferman aracılığıyla gayrı müslimler arasında da olsa Latin harflerini bilen ve onunla okuyup yazan kişilerin sayısının artması ve böylelikle Latin harflerinin yaygınlaşmasını sağlaması açısından önemlidir.

Aynı gazetede Melkum Han’a cevaben Namık Kemal; ‘’Ülkemizdeki hastalıkların sebebinin cehalet olduğunu kabul etmiş, fakat bütün kabahatin alfabenin yetersizliğinden olduğuna katılmamıştır. İcmalen İngiliz yazısının Türkçe kadar düzensiz ve muğlak olduğunu dile getirmiş, fakat yine de İngiltere ve Amerika’da cehaletin az olduğunu vurgulamıştır. Bununla birlikte, fonetik bir yazı kullanan İspanyolların ise, İngiliz ve Amerikan eğitim düzeyinin çok altında kaldıkları görüşünü savunmuştur. Ayrıca Kemal’e göre Kur’anı okuyabilmek elzem olduğu ve doğru yazabilmek için Arapça’nın sarfını olsun bilmek lazım geldiği için Türkçe için başka harf tertibi, abesle iştigalden başka bir şey değildir. Çünkü harf değişikliği İslam ülkeleri ve Müslüman halk ile aramızdaki irtibattır. Yazı birliği kalkarsa İslam birliği de kalkacağı için karşı çıkmaktadır.

Tanzimat ve Islahat dönemlerinde harflerle ilgili ilk münferit çalışma Ahmet Cevdet Paşa tarafından yapılmış ve Türkçe’nin Arapça ve Farsça’dan farklı bir dil olduğunu belirtmiştir. Arap harfleri ile gösterilemeyen sesleri göstermek amacıyla yeni bir yazı aramak gerektiğini de belirtmiştir. Daha sonra ise bu konuda Münif Paşa’nın tespitleri mühimdir. Münif Paşa meseleyi ilk defa sözlü olarak beyan etmiş ve tartışılmasını sağlamıştır. Münif Paşa, hareke olmadığı için bir kelime çeşitli biçimlerde okunabilmekte, Arapça ve Farsça kelimelerin fazlalığı okuma yazmayı zorlaştırmakta, büyük harf olmadığı için özel isimler ayırt edilememekte ve harflerimizin basıma uygun olmamasından dolayı değiştirilmesi gerektiğini belirtmiştir. Paşa’nın bu fikirlerinden 1 sene sonra Azerbaycanlı Şair Mirza Feth-Ali Ahundzade, Türk dünyasında imla birliğini sağlamak için görüşlerini açıklamıştır. 1869 senesine geldiğimizde ise tartışmalar daha da büyümüş Londra’da sürgünde olan Genç Türklerin yayınladığı Hürriyet gazetesinde çıkan bir makale Türk eğitim sistemini şiddetle yermiştir. Görüşe göre; Ermeni,

Terakki gazetesinde Hayrettin Bey’in, Maarif-i Umumiye başlıklı yazısında Kur’an Arap harfleriyle yazıldığı için, bu harflerin Türkler arasında kutsal bir değeri olduğunu belirterek, bu sebeple Türklerin bu harflerden vazgeçmek istemeyeceklerini vurgulamıştır. Bu 7


GENCAY harfler değiştirilmedikçe de ilerlemenin mümkün olmayacağını belirtmiştir.

Rusya Türkleri arasındaki bağlar zayıflayacak ve hatta kopacaktır. Bu sebeple Arap harfleri kullanılmaya devam etmelidir.

Ebuzziya Tevfik Bey de cevabi yazısında; ‘’Maarifin ilerlemesi harfleri değiştirmekle değil, öğretim sistemini değiştirmekle mümkün olur. Keramet Frenklerin harflerinde değil, sistemindedir. Bütün dünyayı aydınlatan bilgi ışığı bizim kullandığımız harflerden doğmuştur. Harfler değiştirilirse, bu ana kadar yazılan kitapları anlayan kalmaz. Bin yıllık eserleri yeniden yazmak gerekir ki, bu da mümkün değildir. Kur’an için başka, diğer ilimler için başka harf kullanılır mı? Bu, bir dili beceremeyen adama iki dil öğretmeye benzer.’’ Diyerek ifade etmiştir.

II. Meşrutiyet döneminde harf inkılâbı ile ilgili görüşleri 3 grupta toplayabiliriz bunlar: 1. Alfabede ıslahata gerek yoktur. Yani aynen mevcut haliyle kullanılmalıdır. 2. Arap alfabesi atılarak yerine Latin alfabesi kabul edilmelidir. 3. Latin alfabesinin alınmasına gerek yoktur Arap alfabesi ıslah edilerek sorun çözülebilir. Yani alfabemiz tam olarak dilimizin ihtiyaçlarını karşılayamamaktadır.

I. Meşrutiyet Devri’ne geldiğimizde baskıcı yönetimden dolayı harf devrime üzerine pek yorum yapılamadığını göstermektedir. Padişah 2.Abdülhamit tartışmalara izin vermemiş oldukça zorlaştırmıştır.

Arap alfabesinin hiçbir değişikliğe uğratılmadan mevcut haliyle kullanılmasını savunan görüşler kapsamında ilk olarak Şeyhülislamlığın konuyla ilgili bir fetvasını örnek verebiliriz. Bu dönemde Arnavutluk’ta Latin harflerinin kabul edilmesi üzerine, oradaki bazı Müslümanlar, Arnavutça’nın Latin harfleriyle yazılmasının şeriata uygun olup olmadığı konusunda Şeyhülislama başvurarak, bu konuda bir fetva istemişlerdir. Bunun üzerine Şeyhülislam tarafından yayınlanan fetvada; şeriatın Latin harflerinin kabulüne ve bunlarla İslam okullarında eğitim – öğretim yapılmasına asla cevaz vermeyeceği belirtildikten sonra, Arap harflerinin kullanılmakta olan şeklinden başka biçimlerde yazılmasının dahi mümkün olmadığı, kesin bir şekilde ifade edilmiştir.

II. Meşrutiyet Dönemi’nde ise Türkçülük fikir akımının öncülerinden Ziya Gökalp ve arkadaşları Arap alfabesini savunmaya devam etmişlerdir. Hatta en başta Ziya Gökalp olmak üzere bu fikri benimseyenler, Arap alfabesinin korunmasını ve kullanılmaya devam edilmesini istemişlerdir. Bu düşüncelerinin gerekçesini de şöyle açıklamışlardır: Arap alfabesi Rusya Türkleriyle Osmanlı Türkleri arasında birleştirici bir bağdır. Rusya Türklerinin hepsi Arap yazısını kullanmaktadırlar. Dolayısıyla bütün Türkleri bir kültür dairesi içinde toplayabilmek için, Arap alfabesi vazgeçilmez bir kültür aracı durumundadır. Hele Latin harfleri benimsenecek olursa, Türkiye Türkleriyle 8


GENCAY Latin alfabesinin kabul isteyenler ise başlıca olarak;

edilmesini

“…Bu kabul edildiği gün memleket hercümerce girer. Her şeyde sarf-ı nazar bizim kütüphanelerimizi dolduran mukaddes kitaplarımız, tarihlerimiz ve binlerce cilt asarımız bu lisanda yazılmış iken büsbütün başka bir şekilde olan bu hilafını kabul ettiğimiz gün en büyük felaket de derhal bütün Avrupa’nın eline güzel bir silah verilmiş olacak, bunlar İslam âlemine karşı diyeceklerdir ki; Türkler ecnebi yazısını kabul etmişler ve Hıristiyan olmuşlardır. Sonra bütün İslam âlemi üzerimize hücum ettirir ve kendi aramızda birbirimizi yeriz…” diyerek fikrini belirtmiştir. Kılıçzade Hakkı ise Kazım Karabekir’e şöyle cevap vermiştir;

1. Yazımız güç öğreniliyor. 2. İmlamız takarrür etmiyor. 3. Yabancılar harflerin güçlüğünden dolayı dilimizi öğrenmeye rağbet etmiyorlar. 4. Az çok tahsil edenlerimiz bile bir makaleyi yanlışsız okuyamıyorlar. Diyerek belirtmişlerdir. Önderliğini Abdullah Cevdet’in yaptığı bu grupta, Hüseyin Cahit Yalçın, Kılıçzade Hasan Hakkı Bey, Giritli Ahmet Saki Bey gibi devrin tanınmış düşünür ve yazarları bulunmaktaydı.

“Ne gariptir ki yüksek tahsil görmüş, çok zeki bir Kazım Karabekir Paşa Latin harflerinin kabulü arzusunu takbih ediyor ve buna sebep olarak, hulasaten âlemi İslam ne der? Diyor! Evet alemi İslam ne der, işte bu kabus!! Diyerek ağır ifadeler kullanmıştır.

Harflerde ıslahat yapılmasını isteyenler arasında ise Harbiye Nazırı Enver Paşa bulunmaktaydı. Harflerin ayrı yazılmasını istiyor hatta ordu içerisinde harflerin ayrı yazılması ile ilgili bir yazışma başlatıyor. Alfabede ordu içerisinde ilk fiili ıslahatı bu açıdan Enver Paşa yapıyor. Yazısına ise Ordu Elifbası, Enver Paşa Yazısı gibi isimler veriliyor.

Harfler konusu meclis kürsüsünde ilk defa 24 Şubat 1924 günü Şükrü Saraçoğlu tarafından dile getirilmiştir.

Cumhuriyet dönemine geldiğimizde ise henüz ilan edilmeden 17 Şubat – 4 Mart 1923 tarihleri arasında İzmir’de toplanan İzmir İktisat Kongresinde gündeme gelmiştir. İşçi delegelerden İzmirli Nazmi ve iki arkadaşı tarafından Latin harflerinin kabulüne dair bir önerge verilmiştir. Ancak kongre başkanı Kazım Karabekir tarafından tepkiyle karşılanmış ve genel kurulda okutulmadan dahi reddedilmiştir.

Saraçoğlu bu konuşmasında; “Benim kanaatimce bu büyük derdin en vahim noktası harflerdir. Eğer ben Arap harfi diyecek olursam burada acaba benim fikrime tuğyan ve isyan edecek var mı? Efendiler! Bunun yegâne kabahati harflerdir. Hacımızın, hocamızın, amirimizin, memurumuzun gayretine, yıllardan, asırlardan beri yapılan bunca fedakârlıklara rağmen halkımızın yüzde ikisi veya üçü okumuştur. Arap harfleri Türk lisanını yazmaya müsait değildir.’’ Demiştir.

Daha sonra Karabekir konuyla ilgili olarak Hâkimiyeti Milliye gazetesinde verdiği demeçte;

9


GENCAY Durum böyle olunca birçok fikir adamı ve yazar da bu tartışmaya dâhil olmuş;

Tarih 1 Kasım 1928’i gösterdiğinde ise mecliste yapılan oylama sonucunda harf devrimi kabul edilmiştir. Harf devrimi kabul edildikten sonra yapılan istatistiklere bakacak olursak yeni alfabeye karşı olanların görüşlerinde haklı ya da haksız olduklarını daha net görebiliriz. Harf devriminden önce ve harf devriminden sonraki istatistikler aşağıdaki gibidir;

Halit Ziya: Memleketin resmi ve ilmi hayatında Latin harflerinin yeri yoktur. Necip Asım: Taraftar değilim çünkü 30 asırlık kütüphanemize veda etmemiz gerekecek. Hüseyin Suat: Daha kolay değil daha zor olacak 3 kat daha fazla vakit kaybedeceğiz.

Bu dönemde Türkiye’de 1927 sayımına göre okur-yazar olması gereken yaş grubundaki insanların sayısı 10,5 milyon kadardı ve bunun ancak 1 milyonu okuma yazma bilmekteydi. Bu durum, okumayazma bilenlerin oranının yaklaşık %11 dolaylarında olduğunu göstermektedir. Bu şevk ve ivme neticesinde yalnızca 19281929 ders yılında yaklaşık bir milyon civarında kişi kurslara devam etmiş ve 600.000 kadın ve erkek bitirme belgesi almıştır. Bu sayı millet mektepleri örgütü içinde erkekler için 33.560, kadınlar için de 12.853 olmak üzere toplam 47.828 A dershanesinin açıldığı 1928-1935 yılları arası itibariyle, 1.350.000’in üzerine çıkmıştır. 8 yıl sonra 1935’te okuma yazma bilenlerin sayısı 2,5 milyona yaklaşmıştır. Bu ise, okuma yazma bilenlerin oranında %150’lik bir artış olduğunu göstermektedir. Öte yandan Harf İnkılâbıyla, Arap harfleriyle okuma-yazma bilenlerin de bilmeyenler durumuna düştükleri göz önünde bulundurulursa sekiz yılda yaklaşık 3,5 milyon insana okuma yazma öğretildiği, başka bir deyişle nüfusun ¼’ünün okur-yazar yapıldığı ortadadır. İşte Türkiye’de genel nüfusta okuma yazma oranının 1927’de %11’den 1935’te %20’ye yükselmesinde başlıca rolü de Millet Mektepleri oynamıştır.

Diyerek Latin harflerine karşı olduklarını belirtmişlerdir. Yine 1926 yılında konuyla ilgili yazılar yazan ünlü tarihçiler Fuat Köprülü ve Zeki Velidi Togan da Latin harflerini kabul etmenin sakıncalarına değinmişlerdir. Fuat Köprülü yazısında: ‘’ Latin harflerinin kabulüne taraftar olanlar zannediyorlar ki garp medeniyetine bu suretle daha çabuk ve daha kolay temessül edebiliriz. Hâlbuki garp medeniyetine temessül harflerimizin tebdili ve Latin harflerinin kabulüyle kabil olamaz.’’ Görüşünü savunurken, Zeki Velidi Togan da; ‘’Sureti katiyyede bilmeliyiz ki Latin harflerinin lisanımıza tatbiki imkânsız ve muzurdur’’ diyerek son derece sert ve katı bir tutum almıştır. M. Kemal bütün bu tartışmaları sükûnetle takip etmiştir. Yine uygulamayla ilgili Falih Rıfkı’ya üyelerin süre olarak ne düşündüklerini sormuştu. Falih Rıfkı; ‘’ Beş yıl diyen var, on beş diyen var. Düşündüklerine göre birkaç yıl, okullarda her iki yazı birden öğretilecek, gazetelerde yan yana basılacaktır.’’ Demiştir. Atatürk bu görüşlere şiddetle karşı çıkarak ‘’Bu ya üç ayda olur, ya hiç olmaz.’’ Demiştir. 10


GENCAY İstatistikler böyle iken harf inkılâbından evvel aleyhte olan söylemleri değerlendirdiğimizde hatta bugün ‘’Dedemin mezar taşını okuyamıyorum’’ ‘’Bir gecede cahil bırakıldık’’ diyenlere sanırım verilecek başka cevap yoktur. Yukarıdaki istatistiklere baktığımız zaman Osmanlı halkı da kendi dedesinin mezar taşını okuyamıyormuş üstelik onlar bir gecede cahil kalmamışlar her gece cahil uyuyup cahil uyanmışlar…

ayrıntılardan biri ise M. Kemal’in nasıl bir lider olduğudur. Çünkü karşı çıkan kişilerin çok kademeli, üst düzey hatta alanlarında en iyi insanlar olmalarına rağmen harf inkılâbının gerekliliğini görememeleri M. Kemal’in gerçek bir deha ve ileri görüşlü olduğunun en büyük göstergelerindendir. Esenle Kalın!

Ayrıca bu inkılâba karşı çıkan kişilere baktığımızda görmemiz gereken en önemli

11


GENCAY

TÜRK’ÜN VE TÜRKLÜĞÜN BAYRAMI NEVRUZ Açelya OĞUZ Ser Baharın ilk günü yaşamın başladığı ilk gün olarak kabul edilir. Bugün çeşitli etkinliklerle kutlanmaktadır. Bu güne diğer Türk devletlerinde çeşitli adlar verilmektedir. “Azerbaycan'da Novruz, Kazakistan'da Nawrız, Kırgızistan'da Nooruz (Нооруз),Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nde Mart Dokuzu, Kırım Türklerinde Navrez, Batı Trakya Türkleri'nde Mevris adları ile anılır.” (Vikipedia) Bütün Türk devletlerinde kutlanan bu bayram Türklerin geleneksel bahar bayramıdır. Nevrûz Farsça bir sözcüktür. Nev, yeni, rûz, gün, nevrûz, yeni gün demektir. (Rayman 2014: 10) Nevruz bayramının yeni gün olarak adlandırılma sebebi de budur.

karnını doyuran, geçimini sağlayan Türk insanı bu özellikleriyle doğayı “tabiat ana” ifadesiyle vasıflandırır, onu doğurgan ve besleyen olma özelliğiyle anaya benzetir. Doğanın çocukları yazın kış için besin biriktirip kışın biriktirilen besinle yaşamını sürdürmek zorundadır. Kışlık besin bahar gelinceye kadar yetmezse bir aile aç kalabilmektedir. O halde baharın gelmesi açlıktan kurtulmayı, yaşamayı, yeniden doğuşu ifade etmektedir. Yaşamı simgeleyen bu bayramlar büyük bir coşkuyla kutlanmaktadır. Kendini tabiatla özdeş kılan Türk, doğada rastladığı sarı, yeşil, mavi, kırmızı gibi renkleri kullanmaktadır. Bütün Türk devletlerinin ortak ritüel renklerinin ana ekseni bu renklerdir. O halde bütün Türk devletlerinde kullanılan bu renkleri bahar rengi olarak addetmek mümkündür. Türkler günümüzde çok geniş bir coğrafyaya yayılıp farklı devletler kurmuşlardır. Bütün Türk devletlerinde kullanılan bu ritüel renkleri herhangi bir partizan temayüllerin veya yaşa dışı örgütlerin simgesi olamaz. Bu bahar renkleri sadece Türkler arasında değil Afrika yerlileri tarafından da sıkça kullanılmaktadır. Bu geleneklerin binlerce yıllık olduğunu düşündüğümüzde Altaylardan Afrika’ya bir etkileşimin olduğunu iddia etmek tekdüze bir yaklaşımdır. Bu benzerliğin sebebi “İnsan ruhunun her yerde bir ve aynı” olmasıyla açıklanabilmektedir. Bütün dünyada bahar

Türk kültürünün imgeleri incelendiğinde imgelerin tabiatla özdeş olduğu görülmektedir. Türk kültürünün renk algısı, tabiatın ruhu olduğu düşüncesi, adlandırmaları, insanı tabiatla özdeş kabul etme, tabiatı ana olarak vasıflandırma bu algının yorumlanmasıdır. Bozkır kültürü dört mevsimi yaşamaktadır. Tabiattan 12


GENCAY aynı renklerde oluşur. Gökyüzü mavi, çimen yeşil, çiçekler sarı ve kırmızıdır. Avcılık ve toplayıcılıkla geçinen, daha sonra tarım toplumuna geçen bütün toplumların tabiatla tanışık olması, tabiat karşında mücadelesi benzer şekildedir. O halde uzak kıtalarda yaşayan insanların benzer renkleri kullanmaları olağandır. Bahar bayramlarında sıklıkla kullanılan bir başka renk turkuazdır. Turkuaz, Türk kelimesi ve +ivaz ekinin birleşmesiyle oluşmaktadır. Gökyüzünü, Gök Tengri’yi, ululuğu simgelediği için hem Türk bayraklarında hem de şenliklerde kullanılmaktadır. Gök bayrağın, nazar boncuğunun maviliği da aynı sebeple alakalıdır. O halde turkuazı Türklüğün rengi olarak adlandırılabilir.

evdeki kötü ruhları kovup ev iyelerini mutlu etmektir. Yine Nevruz’dan bir gün önce evin köşelerine yiyecek koyulup ağzı açık bırakılır. Yine bu da ev üyelerini doyurmakla ilgilidir. Yumurtalar çeşitli renge boyanır. Özellikle Erzurum – Kars coğrafyasında yeni gelinlere gelin olarak vasıflandırıldıkları ilk Nevruzlarında bir sepet gönderilir. Bu sepette boyanmış yumurtalar, yemişler, seme, şekerler koyulmaktadır.

Bu gelenek gelinin soyu yürüsün, mutlu olsun, evi bol ve bereketli olsun diye yapılmaktadır. Özellikle Kars’a yerleşmiş Azerbaycan Türkleri tarafından bu gelenek günümüzde de devam etmektedir. Bu sepette çimlendirilen seme ise tabiatın canlılığına ifade ederek tabiat ruhuna duyulan sevginin nişanesi olarak sepete koyulmaktadır. Bu köken bilgisi yöre Türklerinin bilgisel alt yapısında olmamakla birlikte pratik olarak uygulanmaktadır. Kars’ta yaşayan Türkler bu geleneği şu şekilde aktarmaktadır. “Tabağa bir sıra buğday koyulur. Üzerine buğday dökülüp ikinci kat pamuk serilir. Sonra bu pamuklar ıslatılıp güneş alan bir yere koyulur. Aradan iki gün geçtikten sonra üzerindeki ikinci kat pamuk kaldırılır. Bu buğday başakları bir hafta içinde uzar. Bu yeşillik tabiatın yeşermesini ifade eder.” (Bulut 08.05.16 18.45) Bu uygulamaların benzerin

Renk imgesinin dışında Nevruz’da yapılan pratikler de bir başka inceleme alanıdır. Nevruz günü akan su kenarında piknik yapılır. Akan su yenilenmeyi, temizlenmeyi, arınmayı ifade etmektedir. “Akan su kir tutmaz.” düşüncesi bu kutlama pratiğiyle aynı paraleldedir. Nevruz’dan bir gün önce bahar temizliği yapılmaktadır. Bu bahar temizliği evi kışın kasvetli havasından arındırmak için yapılmaktadır. Bu davranışın kökeni ise 13


GENCAY Kazakistan’da da görülmektedir. Nevruz’da gençler toplanarak ateşin üzerinden atlarlar. Ateş kültü Türk geleneklerinde temizlenmeyi ve arınmayı sembolize eder.

Bulunduğu bölgenin fiziksel özellikleriyle uygulama farklılıkları gösterse de menşei aynıdır. Bahar bayramı olan Nevruz, Türk’ün demir dağı eritip tekrar turanı dünyaya yaymak için yaptıkları girişimleri anlatmaktadır. Ateşten atmala geleneği ateşin kutsal, temizleyici özelliğinin yanı sıra demir dağı erittikleri ateşi de sembolize etmektedir. Çok geniş bir Türk coğrafyasında kutlanan, Türklerin binlerce yıllık geçmişini yansıtan bu bayram hiçbir siyasi görüşe, gruba ait olamaz. Nevruz, Türklerin binlerce yıldır kutladıkları sevginin, bir arada olmanın nişanesidir.

Nevruz’a dair bilinmesi gereken başka bir önemli husus halk ağzında bu bayramın nasıl başladığıdır. Nevruzun destani alt yapısı incelemeye değerdir. Bu bahar bayramı sadece mevsimsel bir etkinlik değildir. Türklerin Ergenekon destanında geçen demir dağı eriterek Ergenekon ovasından çıkıp tekrar dış dünyaya karışmasını sembolize etmektedir. Ergenekon destanı Türk’e ikinci olarak bahşedilen “küllerinden yeniden doğma” motifi ekseninde coşkuyla kutlanmasıdır. Yeniden dirilme, Türk’ün bağımsızlığı ve var oluş mücadelesini ifade ettiği için bütün Türk devletlerinde büyük bir coşkuyla kutlanmaktadır.

Kaynakça • RAYMAN, Hayrettin; Nevrûz ve Türk Kültüründe renkler, Yıl: 2014, Sayı:53 • www.vikipedia.com Kaynak Kişi • Burcu Bulut (Kars’ta yaşayıp Nevruz kutlamaları yapan Azerî Türk’ü) 08.05.2016 / 20.42

Sonuç Nevruz, ritüelleri, kullanılan renkleri, amacı bütün Türk devletlerinde ortaktır.

14


GENCAY

ANAVATANLAŞTIRAMADIKLARIMIZDAN MISINIZ? Çağhan SARI Türk siyasetinde yirmi dört saatin uzun süre olduğu tespitini ilk dile getiren dokuzuncu cumhurbaşkanımızdır. Şüphesiz basın arşivine girsek benzeri bir cümleyi Türkiye'nin ilk elli senesinde aktif rol almış İnönü'den yahut Türk siyasetinin nüktedan isimlerinden Kasım Gülek, İhsan Sabri Çağlayangil'den de görebiliriz. Gündemin süratle değiştiği, medyanın bir zamanlar yönlendirdiği siyaset kurumunun hızına olanca teknolojik imkâna rağmen anca yetiştiği bu evrede açılan bir kapıdan yine tarih koridoruna uzanacağız. Gencay'ın bu sayısında sizlerle ANAP'ın 1991'de genel başkanlık değişimine uzanırken esas maksadımız tarih ekseninde bilgi nakletmek değil sadece dönemi hatırlatmaktır. Evvela bu ayki yazımızın konusunu belirleyen hadiseyi vurgulamamız gerekiyor ama yazının kaleme alındığı tarih henüz 9 Mayıs olduğu için buna değinemiyoruz. Bildiğiniz üzere Cumhurbaşkanı, ülke politikaları bağlamındaki bir anlaşmazlıktan çok öte, son kertede parti içerisindeki yapılanma ve parti yönetimi ile ilgili meseleler sonunda -öncesinde elbette ülke politikalarındaki ayrım da varBaşbakan ile yolları ayırma kararı aldı. Anayasa'da izah edilen hususların sınırları dışına çıkılıp çıkılmadığı bambaşka bir yazı konusu ama Başbakan'ın istifa süreci ve iktidar partisinin yeni genel başkanını seçme sürecinin başladığı şu günlerde tarih son sözü söyleyecektir. Şimdi ANAP'lı yıllara dönelim.

1983 yılında kuruluşun ardından girdiği 6 Kasım seçimleri ile iktidar olan Anavatan Partisi, lideri Özal'ın deyimi ile dört eğilimi birleştirme iddiasındaydı. 1980 öncesi siyasilerinin yasaklı olması nedeniyle merkez sağda oluşan boşluğu iyi değerlendiren Özal, 1987 yılında siyasi yasakların kaldırılmasını oylayan referandumun sonuçları açıklanmadan erken seçim kararını açıklamıştı. Referandum sonucu yasaklar kalktı ve eski liderler, pek de eskimediklerini gösterircesine tekrar seçim meydanlarına döndüler. 1987 seçimlerinde ciddi oy kaybına rağmen, seçim sistemindeki bazı uygulamaların avantajıyla bir kez daha tek başına iktidar olan Özal, 1989 yerel seçimlerindeki sert düşüşten sonra karşısına beliren cumhurbaşkanlığı şansını tepmedi ve ciddi eleştirilere rağmen ANAP'ın oylarıyla Cumhurbaşkanı oldu. Cumhurbaşkanlığı yemin törenine giderken dönemin TBMM Başkanı Yıldırım Akbulut'a Başbakanlık müjdesini veren Özal, kendisinden sonraki dönemde ANAP'ın dümenine geçecek ismi de belirliyordu. Yıldırım Akbulut Başbakan olduktan kısa bir süre sonra Özal'la ilişkilerindeki ahenk kaybolmaya başladı. Özal'ın gündelik sorunlara dâhil olması, basındaki görüntüsünü arka plana almaması ikilinin ilk aylarında esaslı bir mesele olmadı. Ancak Körfez Savaşı'nda ciddi kırılmalar başladı. Özal'ın haftada bir kaç kez ABD 15


GENCAY Devlet Başkanı ile telefon diplomasisi gerçekleştirmesi, CNN kanalına bağlanarak demeç vermesi, icranın başı Başbakan mı Cumhurbaşkanı mı sorularını akla getirdi. Özal'ın Körfez harekâtına dâhil olmayı istemesi, Başbakan Akbulut'un tarafsız kalınmasındaki ısrarı sadece bir hükümet krizini doğurmadı. Özal'ın aksi görüşünde olan Genelkurmay Başkanı Torumtay istifa etti ve cumhuriyet tarihinde istifa eden ilk genelkurmay başkanı oldu. Irak'a hava saldırısı başladığı gece, Londra'dan kalkan B52 ağır bombardıman uçaklarına hava koridoru açılması talebi Türkiye'ye iletildiğinde Özal, bir koridor açılıp uçakların buradan geçmesini istedi ama icranın başı Akbulut buna mani oldu ve gelen talebi reddetti. Körfez Savaşı boyunca zıt düşen ikilinin bir başka ayrı düştüğü yer de Paris Şartı görüşmelerinde oldu. 19-21 Kasım 1990 tarihlerinde düzenlenen görüşmelerde Türkiye'nin kimin temsil edeceği meselesi, görüşmelere her iki ismin de katılmak istemesinden ortaya çıktı. Neticede hem Akbulut hem Özal görüşmelerde bulundular ama imzalar gerektiğinde Türkiye adına imzayı Özal koydu. Özal, Akbulut ile yolun sonuna geldiği düşüncesinde iken ailesinden de geldiği iddia edilen telkinlerle 1991 ANAP Kongresi'nde Mesut Yılmaz'ın önünü açma kararı aldı. Akbulut'a herhangi bir destek vermedi, ailesinden bazı isimler ise Mesut Yılmaz ile beraber görüntü vererek, Özal'ın sempatisinin Yılmaz'a yönelik olduğu mesajının çıkmasını sağladı.

Gerçekleşen kongrede Mesut Yılmaz ANAP'ın üçüncü genel başkanı olurken Akbulut, kısa bir süre sonra ANAP'tan istifa etti. Tarihin bir cilvesi midir bilinmez ama Mesut Yılmaz ve Özal'ın da yolun başında birlikte olan yıldızları, Başbakan ve Cumhurbaşkanı unvanları altında barışmadı. Mesut Yılmaz, parti içerisinde kendi teşkilatlanmasına hız verirken, aileden ''nankör'' diye anılacaktı. Özal, 17 Nisan 1993'te ani vefatıyla ebediyete intikal etmeden önce cumhurbaşkanlığını bırakarak yeni bir parti kurma hazırlıklarına giriştiği iddiası da yıllarca dillendirildi. ANAP içerisinde eski ve yeni lider anlaşmazlığında tabi ki Çankaya'ya çıkanın, icrada kalmak istemesinin yanında muhalefetin ciddi kıskacının da etkisi bulunmaktaydı. Nitekim Mesut Yılmaz yönetiminde 1991 seçimlerine giren ANAP ancak üçüncü olabilmiş, 1980 öncesinin siyaset figürleri kaybettikleri mevzilere dönmüş, Demirel'in DYP'si %27'lik bir oyla seçimlerin kazananı olmuştu. Özal, bugün birçok ilkle anılmakta iken Cumhurbaşkanı olduktan sonra kendi partisinin genel başkanıyla kavga eden ilk isim olma payesini de kazanmış oldu. ANAP, ilerleyen dönemde DYP ile ciddi bir program farkı olmaksızın, aynı siyasetin dilini konuştuğu halde, bir birleşimin önünü açmayacak ve 1990'ların koalisyonlar dönemi olmasında başlıca sorumlu kurumlardan biri olacaktı.

16


GENCAY

17


GENCAY

19 MAYIS KİMLİK ARAYIŞIMIZDI Emre ECE 19 Mayıs 1919’da, Samsun’da bir ateş yakılmış, Türk milleti, esaret altında yaşayarak, dilini, kültürünü, başka milletlerin boyunduruğu altında ezdirmek istemediğini, tüm dünyaya haykırmıştı. Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşları, arkalarına sadece milletin gücünü ve kararlılığını alarak, dev güçlerin başlarını, Sakarya’da, Antep’te, Çanakkale’de, Kars’ta, İzmir’de, yurdun dört bir tarafında ezerek, yerli işbirlikçileri ifşa ederek, milli mutabakat etrafında buluşmuşlardı.

Bu muhtaçlığı, hümanizm sosuyla bulayıp, milli harsı göz ardı ettiğimizde, başka sıkıntılar ortaya çıkıyor. Örneğin, elinde silah olan terörist gruba “Bizim de hatalarımız var, gelin sizi dinleyeceğiz, anlaşacağız.” dediğinizde, tonlarca patlayıcıyı, şehirlerinize kadar taşıyıp, vatandaşlarınızdan vergi alıp, mahkemeler kurup, egemenliğinizi elinden çalabiliyorlar. Teröristlerle yapılacak “anlaşmalar”, aslında “vazgeçişler”, Kurtuluş Savaşı’ndan, Malazgirt’e ve hatta çok daha öncesine kadar dünya sahnesinde boy göstermiş özlerimize ihanettir. Nesline vefalı olmayanın, milli duygulardan uzak kalıp egemenliğini paylaşanın, zamanın seyri içinde millet olamayanların ya da millet olma özelliğini yitirenlerin sonu bellidir; vahşilere yem olmak.

Anadolu’daki herkes dünyaya geldiğinde gözünü bu gerçeklere açıyor ve bu gerçeklere gözünü yumdukça, oradan oraya savrularak, krizlerle, kavgalarla karşılaşıyor, kutuplaşıyor, yalnız kalıyor. Yaşanan tüm siyasi krizler, ama bu taraf, ama o taraf mühim değil, hep bu gerçeği göz ardı etmemizden kaynaklı: “Biz bir millet olmalıyız ve bu topraklar üzerinde mezhep yahut etnik köken bakılmaksızın, birbirimize muhtacız.”

Arapların Irak’ta, Suriye’de, Filistin’de yem olması, Lübnan’ın parça parça kavrulması, Pakistan’ın başının beladan kurtulmaması, tek bir millet olamamasındandır, Afrika'daki, tepe ardındaki insanların

18


GENCAY dilini anlamayan, sömürülmesi de.

etnik

toplulukların

Fakat tehlike çanları yeniden bizim için çalıyor. Uzunca süredir, ayrılıkçı Kürt terörü ile kimliğimizi, Karunlaşan ve Firavunlaşan İslamcı hareket ile de ahlakımızı ve hoşgörümüzü kaybediyoruz. Kuruluş felsefemize ve değerlerimizden uzaklaştıkça savruluyoruz. Meselenin, AKP, CHP, MHP ve hatta HDP meselesi olmadığını, meselenin kimliğimizi ve "Biz kimiz?" in cevabını doğru vermek olduğunu anlamamız gerekiyor.

Farsların, Rusların, Çinlilerin, Amerikalıların ve Avrupa'daki milletlerin, önceki örneklerin tam tersi olarak, güçlü olmasının kaynağı millet olabilmeleridir. Kurucu etnik köken etrafında perçinlenip, diğer çeşitli kültürleri de harmanlayan milletler, farklı farklı siyasi devirleri geçirseler de nihayetinde bölgelerinde süper güç oldular.

“Biz kimiz?” sorusunun cevabını, "Türk" olarak veren kitleler pes etmiş değiller, umutla, bakabiliyorlar geleceğe, Bozkurt bakışlı, sarkık bıyıklı yiğitler ayrılıkçı terörün başını ezerken, Türk entelektüelleri, gençleri, “Samsun’dan” yakılacak ateşin dumanını gözlüyorlar. Özgüven tazeleyip, koordineli hareket edecek, kaybedilen kaleleri bir bir ele geçirmek için mücadeleye koyulacaklar ve Anadolu’nun her bir metrekaresinde, devletin, milletiyle bir olmasına imkân sağlayacaklar. Yetki ve makam sahipleri gibi, “İktidar olma imkânımız yok” demeyip, iktidar olmak için kendilerinde yeterli gücü görüyorlar. Meydanları doldurarak, koltuk sahiplerini rahatsız edecek ülküye sahip çıkıyorlar. Bir gün gelecek, padişaha rağmen, padişahın onurunu kurtarmak için mücadele eden Milli Mücadeleciler gibi, 2000’lerin İttihatçıları da, milletlerinin geleceklerini, ayrılıkçıların ve çıkarcıların elinden kurtaracaklar. Aksi halde, tarih sahnesinde silik bir insan yığını olarak kaybolup gideceğiz.

Türkler ise Osmanlı Devleti’nin çöküş döneminde, önce gayrimüslimlerin daha sonra da Müslüman diye güvendiğimiz halkların hançerini yedikten sonra, Gazi Atatürk'ün önderliğinde, istiklalimizi, kimliğimizi inşa ederek, Anadolu’da tek millet olabildi, bizi biz yapan şeyleri reformlar ile koruma altına aldı.

19


GENCAY

GALİP AĞABEY Aslıhan KAYA “Burada belki inandığım her şeyi söyleyemeyeceğim ama inanmadığım hiçbir şeyi söylemeyeceğim.”

girer. Buradaki çalışması da 16 ay kadar sürer ve bu arada Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden mezun olur. Galip Erdem, Demokrat Parti'nin son dönemlerinde, 23 Kasım 1959'da Bayındırlık Bakanlığı'nda kısa süre Tevfik İleri'nin müşavirliğini yapar.

İşte böyle giriş yapar Galip Ağabey çalışmaya başladığı her gazetede yazdığı ilk yazısına. Hep sevgiyle devam eder. "En büyük eksiğimiz hala birbirimizi yeterince sevmeyi öğrenememiş olmamızdır." diyerek bir nevi ülkücünün yol haritasını çizer Galip Ağabeyimiz.

Tercüman Gazetesi, Yeni İstanbul Gazetesi, Zafer Gazetesi, Sabah Gazetesi, Bizim Anadolu Gazetesi, Ortadoğu Gazetesi gibi birçok gazetede fıkra yazarlığı yapar.

Galip Erdem, Fındıklı ilçesinde "Ofluoğlu", adı ile tanınan bir aileye mensuptur. Babası, Rasim Bey, annesi ise Zekiye Hanımdır. Ailenin tek çocuğu olan Galip Erdem, İlkokulu Fındıklı 11 Mart İlkokulu’nda bitirir. Babasının memuriyeti dolayısıyla, Ortaokulu Bitlis ve Siirt gibi farklı illerde tamamlar. Babası Rasim Erdem Narman nahiye müdürlüğüne tayin edilince, Galip Erdem de Erzurum da lise tahsiline başlar ve 1949 yılında bu liseden mezun olur. 8 Kasım 1951'de yedek subay olarak askerlik görevine başlayan Galip Erdem, 31 Ekim 1952'de teğmen rütbesiyle bu görevini tamamlar. 27 Nisan 1953 tarihinde PTT Genel Müdürlüğü Ankara Yenişehir Merkezi'nde ilk memuriyetine adımını atan Galip Erdem, 7 Temmuz 1954 ‘de memuriyetten istifa ederek Maliye Bakanlığı Milli Emlâk Genel Müdürlüğünde tekrar memuriyete başlar. 6 Ocak 1955 tarihinde bu görevinden de ayrılır ve daha sonra da İETT idaresinde takip memuru olarak işe başlar. Ertesi yıl bu görevinden de ayrılarak GİMA TAŞ'a

15 Ağustos 1989'da Namık Kemal Zeybek 'in bakanlığı döneminde Kültür Bakanlığı APK Başkanlığı'nda uzman olarak görev yapar. 12 Mart 1997'de Çarşamba gecesi saat 22.10 da Ankara Gazi Hastanesi’nde vefat eder. Cenazesi Cebeci Asri Mezarlığı’na defnedilir. Galip Erdem’in hayatı yukarıda anlattığım kişidir. Lakin bizler için Galip Ağabey’i anlatmak bu kadar kolay değil. Sıkıntılar başı bucağı sardı mı insanın gözü çevresinde dayanacağı vefalı bir omuz arar hem teselli bulmak hem ümitle yarınlara bakabilmek için. 12 Eylül dönemi… Milliyetçiliğin, mühim dar zamanlarından biri… Büyük çilelerin çekildiği, büyük imtihanların yaşandığı bu zor dönemde vefa ve samimiyetiyle Galip Erdem, Galip ağabey olur. Bilhassa Milliyetçi gençliği hayatın zor şartlarına, tuzaklarına karşı uyarmayı kendine vazife bilmiş Galip Ağabey 12 Eylül döneminde Mamak’ta 20


GENCAY görülen meşhur “MHP Kuruluşlar Davası”nın üstlenen kişidir.

ve Ülkücü avukatlığını

Daha 15 yaşında “Turan’ı kurtarmaya gidiyorum!” diye çıkıp Doğu Beyazıt’ta jandarmalara yakalanıp “Esir Türkleri kurtaracağım” diye bağıran Türk evladıdır.

Suçsuz yere ipe çekilen, zindanlarda belki aylarca akla hayale sığmayacak işkencelere maruz kalan Milliyetçilerin, bisiklet pompasıyla akciğerlerine hava pompalanan, bir binanın bilmem kaçıncı katından atılarak katledilen gençlerin, tıpkı Ağabeyleri gibi eğilmeyen, yiğit, mert, koca yürekli binlerce vatan aşığının Ağabeyliğini yapan kişidir.

İnsanlığın düşmanı Kenan Evren’e sayfalar dolusu mektup yazıp “İçeriye aldığın bu gençlerin fikri babası benim, onlar benim. Onların aldığı bütün fikirler hakkında ben konferans verdim, seminer verdim, ayrıca yazdım, onlar okudular. Onlar içerde de ben niye dışarıdayım? Beni de içeriye al!” diyen vefalı Ağabeyimizdir. Bizler inandıklarımıza göre ve inandıklarımız için yaşayıp kendimizi kurtardıktan sonra kalabalığa el uzatacak Türk gençleriyiz.

Çağırıldığı “Türk Milliyetçiliğinin Meseleleri” isimli konferansta kürsüye çıkıp “Türk milliyetçiliğinin tek meselesi Türk milliyetçileridir.” Deyip inen kişidir.

Galip Ağabey’in en çok kullandığı kelime idi “Sevgi”. Ağabey’den öğrendik ki karşılıksız sevmeliydik, hasetsiz tertemiz kucaklaşmalıydık ve almadan vermeliydik her şeyi, sevgiyi. İnanıyorsak çekmeliydik çileyi gocunmadan, feda etmeyi ve feda edilmeyi göze alarak inanmalıydık ve en önemlisi birbirini sevmeyen, her fırsatta birbirini yumruklamaya yer arayan artık bir millet sayılamayacaklarını, Türk milletini sevmek ülküsünde birleşirken en çok da birbirimizi sevmemiz lazım geldiğini her seferinde ifade etmiş fikir adamıdır.

“Gün gelir; ecel hükmünü icra eder; ülkücü, dünyasını değiştirir. “Kalabalık” O'na acır; daha iyi yaşamış olmasını, temenni eder. Hâlbuki O, inançları uğrunda yaşamanın hazzını tadamadıkları için ömrü boyunca, “kalabalığa” acımıştır.” Tespitini yapıp kalabalığa acıma duygusunu bizlere işleyen kişidir. Kızıl ellerden çıkma kara damga “faşistliğin” komünist olmayanların ortak sıfatı sayıldığını, Faşist Mussolini Antalya’ya göz diktiği vakit Türk milliyetçilerinin ne yaptığını, kana susamış Stalin’in vatanımızdan parçalar istediğinde ise her bir sosyalistin nasıl sustuğunu anlatmayı bize öğreten kişidir.

“Sevenlerin hürriyeti yoktur. Türk’ü sevenler ve Türk’ü öğrenmek isteyenler, unutmayın, mademki tek vücudun hücreleriyiz; birbirimizi sevmeye yalnız mecbur değil, hatta mahkûmuz."

“Suçlamalar” kitaplarıyla milliyetçilere yöneltilmiş neredeyse tüm eleştiri ve hakaretlere bir Türk Beyefendisi üslubu ile sayfalarca şamar indirip davasını atılan çamurlardan temizlemiş dava adamıdır.

Önce sevelim birbirimizi, lütfen sevelim. Sonra kalabalığı sevelim. Karşılıksız, hasetsiz, makamsız, şöhretsiz, beş parasız sevelim… 21


GENCAY

SULTAN MURAT – PİAGET/ SOYUT İŞLEMLER DÖNEMİ – SEVGİ Dilek AKILLIOĞLU İnsan denen varlık kadar değişik başka tür daha yoktur. Yaradılış, düşünceleri, doğruları, duyguları ile özgüldür. Topluluklar oluşturmasına rağmen tane tanedir, diğeri diğerinden başkadır. Bu tasarımlar tamamı onun gelişimi ile ilgilidir. Gelişim ise bir kavram veya tasarı olarak 19. Yüzyılın başlarında Batı Avrupalı düşünürler tarafından sürekli ilerleme olarak anlam kazanmaya başlamıştır. Gelişim anlayışı örtük bir kavram olduğu için birden fazla alanda düşünürlere kaynak olmuştur. Çocuklar için zihinsel gelişim, Darwin için evrim teorisi olarak ve daha birçok alanın temel taşı haline gelmiştir. Bu seferlik çocuğun gelişimi olarak bizi daha çok ilgilendirmektedir.

gidilecektir. Piaget bilişsel evreler için birçok araştırma yapmıştır. “Zekâ ve insan”, “Çocuklarla çalışırken Gözden geçirilmiş klinik yöntem’’ adını verdiği yarı yapılandırılmış bir araştırma gibi yöntemler geliştirmiştir. (Bacanlı, 2011: 83). Piaget’in çocuk gelişimi üzerine yaptığı analizlere göre bir çocuk doğumundan yetişkinliğine kadar birçok evreden geçer ve bu evreler birbirinin zinciridir. Piaget evrelerin yer aldığı bu gelişim dönemlerini 4 ana başlığa ayırmıştır. Ona göre tüm çocukların bu gelişim aşamalarından sırasıyla geçmesi gerekmektedir. Yani bir gelişim dönemi atlanarak diğerine geçilemez. Dönemler arasında öncelikli olarak duyusal motor ve işlem öncesi dönemi tamamladıktan sonra somut işlemler dönemi ve daha sonra da soyut işlemler dönemi tamamlanır.

Gelişim süreci dediğimiz şey keşfetme ile başlamaktadır. Bunu bilişsel beceri olarak ifade edersek insanoğlu bilgi depolamayı, bu bilgileri kullanmayı, tutarlı şekilde elinde tutmayı bilişsel yeteneğinin gelişmesiyle yapar. Bilişsel gelişim ile alakalı düşünceler, varsayımlar incelendiğinde ise Piaget, Bruner ve Vygosty’nun çocuğun çevresindeki dünyayı, değişik yaşlarda nasıl ve niçin gördüğü, algıladığını belirtmeye çalıştıkları görülür. (Senemoğlu,2007) Bu yazıda çocuklar ve onların bilişsel gelişimleri hakkında ilk deneyimlerini kendi evlatları üzerinde yapan İsviçreli psikolog, ruh bilimcisi, felsefeci Jean Piaget’in çalışmaları üzerinden

Psikoloğa göre bu gelişim dönemlerinin kapsadığı yaş sınırı ve genel özelliklerine bakacak olursak çocuklar somut işlemler dönemine 7 yaşında girmekte, nesne ve olaylara dönük mantıksal düşünebilmektedirler. Sayı, kütle, ağırlık gibi kavramları edinmektedir. Nesneleri farklı özelliklerine göre çeşitlendirebilmektedir. Düşünceleri yetişkinlere benzemeye başlar, olgu ve olaylar arasında bağ kurabilirler. Dönemin ayırt edici özelliği bunları somut duyu organları ile yapmasıdır. İşlemleri 22


GENCAY obje, olay, kişi üzerinden yapmaktadırlar. Yani çocuk somut işlemler döneminde yaptığı tüm düşünceleri nesneler üzerinden somutlaştırarak edinmektedir.

Ortalama 11 yaş ve üstünü kapsar. Piaget çocuğun 12 yaşında bu döneme geçiş yaptığını ergenlik bitene dek sürdüğünü belirtir. Bireyler analizlerini sentezler (Wade ve Tavris, 1990; Woolfik,1993).

11 yaşına geldiğinde ise değişkenleri birleştirip ayırmaya başlamaktadır. Varsayımsal, geleceğe dönük ve ideolojik sorunlarla ilgilenmeye başlar. Doğal olarak da ergen benmerkezciliği gelişir. Soyut düşünmeyi bu yaşından itibaren edinmeye başlamaktadır. Soyut döneme gelen çocuk artık yetişkinin dünyayı gördüğü gibi görme yolunda ilk adımlarını atmaya başlamaktadır. Daha güçlü ve yeni bilişsel becerileri gelişir, soyut kavramlar anlaşılır, soyut düşünce analiz edilir, sentezlenir ve değerlendirilir. Problemler mantıksal olarak çözülür, düşünce daha bilimsel olur. Tabi bu bilişsel alanlar gelişirken bir taraftan da kişilik yapısı oluşur, ahlak anlayışında temel değişiklikler belirir. Çocuğun bu çağdaki en anahtar özelliği de birden fazla seçenek ortaya koyup, olasılık anlayışını geliştirmesidir. Ergenliğe geçiş döneminde daha vurgulu olan soyut dönem onun benmerkezci düşünce yapısının şekil almasına da neden olmaktadır. Birey artık çocukken düşündüğü büyük neden böyle saçma davranıyor ki savından sıyrılıp büyük olmaya başladığını hisseder. Benmerkezci düşünceden dolayı da birey; herkesin ona baktığını, onu gözlemlediğini zanneder ve sürekli kendini sahnede hisseder. Piaget soyut işlemler döneminde kimliğe ilişkin ilgiler sayesinde bireyin kültürel, toplumsal, sosyal bağlarını ördüğünü söylemektedir.

Çocukluk çağında, somut düşünürken sadece şimdiki zamana odaklanabilir ve şimdiki an da yaşayarak adım atabilir birey. Fakat soyut işlem düşüncesi ile varsayımsal olarak geçmiş ve geleceğin sorunsalları ile ilgilenmeye başlar. Örneğin, küçük bir çocuk dama oyununu öğrenirken sadece şu an ki adımını düşünürken, soyut düşünce döneminde beş altı adım sonrasını ya da rakibin önceki hamlelerini düşünerek hareket eder. Artık gerçek nesnelere uyan işaretlerle kendini sınırlamaz. Sevgi, nefret, kin, acıma, zaman, öfke gibi kavramları etkili halde kullanmaya başlar. Kişinin bu dönemde evrende bir konum bulma isteği yaşadığı kültürel, sosyal dokuyla da birleştiğinde yaşam biçimi ortaya çıkar. Yani bilişsel gelişiminin getirileri tamamlanmaya başlar. Bir bakıma dünyaya adım atan insanın çevreyi anlamlandırmaya çalıştığı evredir. Yani keşif çabalarıdır. Keşfe başladıktan sonra çocuğun dünyasını zihinsel olarak gezmeye başlaması olarak da adlandırabiliriz. Büyüdükçe sosyal olmasını, daha önceleri tamamen benmerkezci tavrının giderek sosyalleşmesi, onun duygu-düşünceyaşam yelpazesinin gelişmesidir. Yetişkine ulaşmaya başladığı fakat aldığı kararlar ile yetişkinle eş değer olmadığı çağdır. Yetişkin benzeri düşünür desek hatalı olmayacaktır. Soyutu düşünme somut dokunabilir soyutlamaları kullanarak işlemleri uygulama gücünü geliştirir.

Soyut işlem dönemini betimlerken açık örneklere başvurursak şunlar söylenebilir; 23


GENCAY Başka deyişle düşünceler hakkında düşünür duygular hakkında duygulanır.

eden, hayal âlemlerinde yüzdüren düşünceleri olmaktadır. Bunları kitapta şöyle tarif etmektedir; “ Yavaş yavaş kaynayarak bir gözeden çıkan ve tatlı tatlı akan derecik gibiydi bu düşünceler. Onu hep aynı isme götürüyordu. Önceden varmadığı bu düşüncelere gitmek için artık uğraşmıyordu. Kendi kendine biten otlar gibi doğuyor, onu Mırzagül’e götürüyor, mutlu ediyorlardı. Onu düşündükçe bir şeyler yapmak, durmadan çalışmak, hiçbir felaketten korkmamak, hiçbir şeye yılmamak gibi coşkuya kapılıyordu. O günlerde içinde bulunduğu bu duruma ne ad vereceğini bilmiyordu. Hele ki onu gördüğünde kelimeleri seçerek konuşmaya çalışmak, damağının kuruyup dilinin tutulması, geleceği sürekli planlamaya çalışması ona pek tuhaf gelmiş, gülmüştü.”

Sevgi denilen soyut kavramın insanın içine ne biçimde yerleştiğini gözlemlediğim Sultan Murat eserinde ise küçük Murat, yaşadığı dönem itibari de acı, ayrı kalma, hasret gibi soyut kavramları hayatına erkenden almıştır. Cengiz Aytmatov’un bu yapıtında küçük bir çocuğun sevgi ile aşk ile karşılaşması satırlara dökülmüştür. Yukarıda değinilen ve Piaget’in bahsettiği gibi çocuk geleceği, bedenindeki heyecanı, yaşamın değişen geçişlerini fark etmeye başlamıştır. Murat’ın uğrunda okulu terk etmek zorunda kaldığı olayları 1943 yılında yaşamaya başlamıştır. Eğitimini bırakıp köyün yetişkin erkeklerinin yerine getirmeleri gereken sorumluluklarını omuzlarına almıştır. Hikâye de babası uzaklarda savaştadır, atını ve kardeşini Murat’a bırakmıştır. Murat bu dönemde Mırzagül’ü tanımıştır. Mırzagül önceleri onun için sınıfındaki herhangi bir kızdır. Ve fakat daha sonları tuhaf bir düşünce olarak kabul ettiği bu kızın dikkatini çekme çabaları, onu sürekli görme arzusu ile tanışmıştır. Kafasında nitelendirmeye çalıştığı duyguyu, hayatına alma çalışması bir çocuğun Piaget’in söylediği gibi soyut dönemi nasıl içselleştirdiğini göstermektedir.

Murat’ın bu ve bu gibi kendinde anlamaya çalıştığı benzer satırlar onun çocukluktaki somut işlemlerin ve sonuçlarından sıyrılıp, bu soyut durumları bir yerler koymaya çalıştığını göstermektedir. Muhtemel yaşayış için uyaranların farklı yanlarını görmeye, sınıflamaya başlamıştır. Aşk ve sevgi de bu sınıflamada en başta tanıştığı nesneden ayrılma bilgisi olmuştur. Murat’ın evreni işte bu kendi algıları neticesinde bu şekilde anlamlanmaya başlamıştır. Geçmişten getirdiği somut bilişsel ve duyuşsal birikimi kullanmaya Mırzagül sayesinde başlamıştır. Elde ettiği deneyimleri kullanmıştır. Çevresinde bulunan uyarıcılar babasının özlemi gibi onu gerçek yaşamın duygularını anlamaya itmiştir. Kitabı okurken onun bir türlü adını koyamadığı bu süreci fark edeceksiniz. Murat kendini bir yere koymaya çabalarken yine kendi içindeki

Küçük Murat sevgiyi sadece annesine, babasına ve kardeşine karşı duyduğu o bağlılık hissi sanmaktadır. Acıları, korkuları savaşla birlikte anlamaya başlamıştır. Bunları düşünmenin ona nasıl acı verdiğini okuldan ayrılıp tarları ekime hazırlamaya başladığından beri biliyordur. Ama işte tam bu anlarda bazen onu mutlu 24


GENCAY değerlerle, babasının, annesinin, öğretmenin değerler bütünüyle sonuca ulaşmıştır. Ben kitabı okurken Murat’tan çok onun çocukça duygularıyla yine çocuk gelişimi açısından soyut kavramların olduğu dünyaya nasıl adım attığını okudum.

anlamaya çalışmış, çevresel uyarıcıları düzenleme yeteneği gelişmiştir. Etrafındaki büyüklerin düşüncelerini anlamakta zorlanan Murat sevgiyi ismindeki ufak, etkileyici bir kızda tanımış, hisleri benlikte oturtmayı başarmıştır. Yetişkinlerin gördüklerini görebilmeye başlamıştır. Piaget’in deyişi ile gerekli bir sonraki dönemine adım atmıştır. Ayrıca belirtmek gerekir ki romandan kültürel dokular verilirken Murat, Mırzagül’e karşı olan duygularını bu kültürel dokudan besleyerek de anlamlandırmıştır yani, tıpkı soyut gelişimde bahsedilen çevredeki etkilerin kişiliğe alınması gibi. Kıza karşı koruma hissi, onu ve onunla ilgili düşünceleri gizli tutma aynı zamanda onunda bu bulut misali görünen ama tutulamayan şeyin varlığından haberdar etme güdüsünü hem sorguladığını hem de vazgeçmeden sürekli istediğini görmüştür. Sorumluluk almasıyla Murat liderlik, bir işte başarılı olma gibi şeylerin Mırzagül’ün dikkatini çekme, ön planda bulunmak gibi durumları beslediğini bunların ona güven güçlü olma istenci verdiğini fark etmiştir. Murat rekabet, endişe, kaybetme korkusu hislerinde güzel betimleri okumamızı sağlamıştır.

Kitaptaki betimlemeler bu ayrılmayı yeni dünyayı küçücük bir oğlan çocuğunun dilinden o kadar nadide biçimde anlatmıştır ki soyut olan bu kavramı bir tablonun ya da bir fanusun içinde görebildiğinizi hissedersiniz. Murat’ın Mırzagül’ü tarif edişi onun için kullandığı kelimeler, yansımalar bir çocuğun nasıl sevgiyi edinebildiğini Piaget’in dönemine ne denli yumuşak ve bir o kadar da şaşkın halde giriş yaptığını görmenizi sağlar. Öğrenme döneminde bazı kavramların tanımlanası gerekmektedir. Tanımlayarak çocuğun kafasında yer edinebilir. Oluşabilir. Yani yaşaması gerekmektedir ki, o öğrenmeyi edinmiş olabilsin. Tıpkı Murat’ta olduğu gibi sevgi denen duygunun bir kolu olan aşkı, soyut düşünce arzusunu kendi kendine anlamlandırarak öğrenir, edinir. Aslında bu anlattıklarımın diğer tasviri şu olabilir: Herhangi bir durumda çocuklar anlamaya çalışırken var olan kavramlarını kullanırlar, ama baktılar bu kavramlar hissedilene yeterli olmuyor, dengesizlik yaşarlar. O zaman kavramlarında değişiklikler yaparlar uygun düşünceyi dengelerler. Murat da Mırzagül için kitapta bunu yapmıştır. Onun için düşündüklerinin neden farklı olduğunu

Sonuç olarak Piaget çocuğun ayırt etme dünyasını kurma gücünü ergenlik çağının karmaşasını bilimsel dille eserleriyle anlatırken Aytmatov’un Murat’ı da çocuğun kişiliğinin nasıl büyüdüğünü kendi hayatıyla okuyucuya sunmuştur.

25


GENCAY

KIRMIZI BAŞLIKLI KIZ VE BİLGE KURT Hilal CEZAYİRLİ Elif Banu’ya…

bizim köklerimizi temsil ediyor, onlara hem aitiz hem de sahibiz. Ormancılıkla geçinmeye çalışan yoksul halkımız düşünüldüğünde çok şanslıyız aslında. Örneğin benim babam geçinmek için değil spor olsun diye avlanıyor ormanda. Ancak benim onunla birlikte avlanmam yasak çünkü kendisi bu zevki yüzünden sayısız tehlikeler atlatmış zamanında. Bu nedenle bana, sevgili kızına uygun gördüğü hayat tehlikeli orman maceraları içermiyor ne yazık ki. Bu güzel, bu sağlıklı, bu steril, bu güvenli, bu öldürücü hayatta öyle günlerim oluyor ki ellerim, ayaklarım, gözlerim ve kalbim benim değilmiş gibi hissediyorum. Bahçemizdeki ağaçlar eski büyük ormandan kalma. Ellerimizi, çamaşırımızı, bulaşığımızı ormandan çıkıp bahçemize ulaşan nehrin suyuyla yıkıyoruz, ormanın içindeki dağdan gelen billur ve serin suları içiyoruz kana kana. Bahçemizde tozlaşmayla birbirinden güzel orman çiçekleri açıyor, orman yemişlerinin her türlüsünü tadıyoruz doya doya. Ama bütün bunlar doğrudan ormanın içine girmenin, o ihtişamı, o güzelliği yaşamanın tadını vermiyor ki insana. Acaba bu nehrin kaynağı neresi? Ormanda bizim bahçede olmayan çiçekler, ağaçlar ya da farklı hayvanlar var mı? İnsan merak ediyor. Hayvan demişken, ormandaki kurt efsanesini buralarda bilmeyen yoktur. Eminim siz de duymuşsunuzdur. Hani şu kötü, çocukları kandırıp yiyen hain kurt...

Hayat dediğin nedir ki keşfetmedikten sonra? İşte orada koca bir orman nehirleri, çağlayanları, sarp kayalıkları, yabani orkideleriyle beni bekliyor, keşfetmem için. Her zaman yürüdüğüm patikadan üç beş adımcık içeri giriversem olacak! Dokunabileceğim, koklayabileceğim, tadabileceğim, görüp duyabileceğim. Tanrının bana verdiği bu güzel hayatı tüm duyularımla hissederek doyasıya yaşayabileceğim. Yeniden nefes alabileceğim, yeniden doğacağım adeta. Bu kadar yakınında olup da o patikadan dışarı çıkamamak beni çıldırtıyor. Bu patika, babamın bizim için yaptırdığı bu kısa ve güvenli, bu konforlu, bu aydınlatılmış, bu şirin patika beni boğuyor… Büyükannemin evi ormanın diğer ucunda... Oraya yüzlerce kez gittim ormanın kıyısındaki patikamızı kullanarak. Ama hep aileden birileri vardı yanımda. Kazık kadar oldum, hala aileden birileriyle gidip geliyorum büyükanneme. Ormanla ilgili söylentiler ve tehlikeler ailemi korkutuyor çünkü. Bizim, ormanın biraz dışında güvenli, büyük, güzel bir evimiz var. İçinde harika atlar olan bir ahırımız, tavşanlarımız ve tavuklarımız var. Kardeşimle benim için devasa ağaçlarımızın üzerine kondurulmuş birer ağaç evi ve aynı ağaçların dallarına kurulu salıncaklarımız da var. Bu asırlık ağaçlar 26


GENCAY Kimi zaman, yaz gecelerinde pencerem açık yatarken uzaklardan gelen, belli belirsiz bir uluma duyar gibi olurum. Çocukken bu sesten ürker, hemen pencereyi kapatırdım. Ama artık bu bir oyun gibi oldu benim için. Sanki Kurtla annem ve babam duymadan sohbet ediyorum. Onu hiç görmedim ama sanki o beni tanıyor, çok merak ettiğim ormana gitmem için beni cesaretlendiriyor…

O gün kurabiye sepetimi alıp yola çıktım. Annem binlerce defa patikadan ayrılmamamı, pelerinimin kapüşonunu gözlerime kadar indirip, başım önde hızlı adımlarla büyükanneme gidip aynı şekilde hızlıca geri gelmemi tembih etmişti. Esasında o gün içimde büyük bir heyecan vardı ama bunu ilk defa tek başına yola çıkacak olmama veriyor, daha büyük bir olay olmasını beklemiyordum. Hatta yolun büyük bölümünde de anormal bir durumla karşılaşmadım. Ancak büyükannemin evine giden patikada son dönemece yaklaşırken O’nun sesini duyar gibi oldum. Durmamam gerektiğini biliyordum ama içimdeki ses karşı konulmaz şekilde bana durmamı söylüyordu. Durdum… O sırada güçlü bir rüzgâr pelerinimin kapüşonunu açtı. Artık etrafı çok net bir biçimde görebiliyordum. Yıllardır defalarca yürüdüğüm bu patikada bir gün olsun başımı kaldırıp ormana bakmamış olduğumu o an fark ettim. Belki sorun ormana gitmemi yasaklayan ailemde değil de patikada yürürken aslında ormanın tam içinde olduğunu fark edemeyen, gözlerini yerden bir an olsun kaldırmaya cesaret etmemiş olan bendeydi. Tam bunları düşünürken sağ tarafımda onun nefesini hissettim. Garip ama hiç korkmadım! Sonra korkmadığım için kendimden korktum. “Acaba bir şeyler yanlış mı gidiyor? Korkmam gerekirdi!” diye düşündüm.

Babam birkaç günlüğüne ava gitti. Bugün de aksi gibi hem kardeşimin ateşi var hem de büyükannem her zamanki gibi rahatsız. Annem şu an mutfakta bir yandan kardeşime çorba yapıyor, bir yandan da büyükannemin sevdiği kurabiyeleri pişiriyor. Benim görevim kardeşimin başındaki ıslak havluyu değiştirmek ve kusarsa anneme haber vermek. Anlayabileceğiniz gibi durumum pek iç açıcı değil. Of, annem çağırıyor! Beni biraz bekler misiniz? Hemen gelirim. Bilin bakalım ne oldu? Ben, biraz sonra, TEK BAŞIMA büyükanneme kurabiye götüreceğim! Evet, yanlış duymadınız, tek başıma! Şimdilik hoşçakalın. Dönüşte size olan biteni anlatacağım, söz! Tekrar merhaba. Uzun zaman oldu, farkındayım. Ama size olanları anlattığımda neden bu kadar uzun süre ortalarda görünmediğimi anlayacak ve bana hak vereceksiniz eminim. Başıma öyle ilginç şeyler geldi ki! Sizi daha fazla meraklandırmadan hemen anlatayım bari. Bazılarınız belki şimdi yazacaklarıma inanmayacak ama önemli değil. Bunların hepsi gerçekten oldu, bana inansanız da inanmasanız da…

“Niçin korkman gereksin ki? Bu yola neden çıktığını, ne istediğini gayet iyi biliyorsun!” “Evet, tabii ki biliyorum. Büyükanneme kurabiye götürmek istiyorum. Bu yüzden yola çıktım. Sen kurt musun? Ben seninle mi konuşuyorum?”

27


GENCAY “Evet. Ta kendisi. Bendeniz Kurt. Nasıl anlattıkları kadar korkunç muyum?”

istersen sana ormanda rehberlik yapabilirim. Ya da seni sonsuza dek rahat bırakabilirim. Seçim senin.”

“Pek sayılmaz ama yine de seni pek tanımıyorum. Belki beni kandırmak için böyle masum duruyorsundur. Amacın beni ve büyükannemi yemektir belki...”

Bunları söyledikten sonra cevabımı beklemeden hızla uzaklaştı. Bana söyledikleri karşısında kendimi tam bir ahmak gibi hissetmiştim. Bunca yıldır böyle bilinçsizce yaşamış olmak, bu gerçekleri hiç sorgulamamış olmak beni rencide etmişti. Kurt’a değil kendime kızgındım. Ama ne peşinden gitmeyi gururuma yedirebiliyordum ne de orda öylece durup bana korkak denmesine gönlüm razıydı. O sırada daha önce hiç görmediğim bir çiçek gözüme takıldı. Onu almak üzere patikadan çıkıp biraz yürüdüm. Sonra bir başkasını, bir başkasını derken patikadan epeyce uzaklaşmışım. Çağıl çağıl çağıl bir su sesiyle kendime geldim. Bulunduğum yerin biraz aşağısında gürül gürül akan bir nehir vardı. Bu, bir kolu bizim bahçeye ulaşan büyük nehir olmalıydı. Bir anda kaynağını bulma hevesi düştü içime. Ama sarp kayalıklardan aşağı inmek için cesaret gerekiyordu.

“Seni kandıran ben değilim güzelim. Esas sen kendini kandırıyorsun. Bu yola çıktın çünkü ormanı ve beni merak ediyordun. Buna düşünce gücü deriz. Bir şeyi yeterince istersen bütün evren senin için seferber olur ve gerekli kapılar açılır. Aslında tek başına çıktığın bu yolculuğu bilinçaltında planlayan sensin. Geceleri konuştuklarımızı hatırla. Onlar gerçekti. Şimdi söyle bana, yaşlı ve hasta büyükannen, dişleri olmayan o zavallı kadıncağız bu kurabiyeleri nasıl yesin? Hmm?.. Bir kez olsun annenin ona neden kurabiye gönderdiğini sorgula küçük kız! Hasta ve yaşlı büyükannenin o yağlı kurabiyeleri yiyerek iyileşeceğini düşünecek kadar hayalperest biri mi senin annen? Peki ya büyükannen? Neden sizinle birlikte o koca evde yaşamıyor da ormanda yaşamayı tercih ediyor dersin? Orman bu kadar tehlikeliyse o yalnız ve yaşlı kadın bunca yıl ormanda nasıl tek başına hayatta kalabildi? Diyelim ki şansı yaver gitti, peki, sence büyükannen ormanın gerçek güzelliklerini asla göremeyecek kadar korkak bir torun olmanı ve ona asla yiyemeyeceği yağlı kurabiyeler getirmeni mi isterdi yoksa yüreğinin sesini dinleyip ormanı keşfetmeni mi tercih ederdi? İşleyeceğine inanmadığın bir çarkın dişlisi olmaya çalışmaktansa kendin ol küçük kız. Hayatta en büyük tehlike yüreğinin sesine kulaklarını tıkamaktır unutma. Eğer

O an Kurt’un nefesini yeniden hissettim. Onu göremiyordum ama onun beni bir şekilde gördüğüne emindim. Büyük bir cesaretle nehir yatağına doğru inmeye başladım. Birkaç kez düştüm, canım çok acıdı ama direndim. Sonunda nehir yatağına varmıştım. Artık yokuş yukarı tırmanmam ve kaynağı keşfetmem gerekiyordu. Yol uzun ve zor, orman ıssızdı ama kurdun nefesinin her an yanı başımda olduğunu hissetmek bana tuhaf bir güven duygusu veriyordu. Ara sıra dinlenmek için biraz durduğumda o güne kadar hiç görmediğim birçok farklı hayvan 28


GENCAY ve bitki görüyor, o ana kadar hiç tatmadığım meyveleri tadıyordum. Elimi bazen bir yaban meyvesine uzattığımda kurdun çeşitli hilelerle (önüme bir taş veya kütük yuvarlamak gibi) beni onlardan uzak tuttuğunu fark ediyordum. Bazı meyveleri yememe ses çıkarmıyordu. Böylece birbirimizi hissedip anlıyor ve hiç konuşmasak da birlikte yola devam ediyorduk. Arada yine türlü oyunlarla beni yüksek bir tepeye çıkarıp etrafı kuş bakışı görmemi, araziyi anlamamı ve yön tayini yapmamı sağlıyordu. Bu uzun, tehlikeli ve bir o kadar keyifli yolculuktan sonra nihayet nehrin kaynağı olan şelaleyi görmeyi başarmıştım. Öylesine mutluydum ki büyükannemin evini hiç bulamayacağım ve bir orman çocuğu olarak hayatımı sürdürmek zorunda kalacağım gerçeği bile beni eskisi kadar korkutup üzmüyordu. Uzunca bir süre, bir taşın üstüne oturup şelaleyi izledim. Kendimi onun bir parçası gibi hissediyordum. Küçük bir kızın hissedebileceğinden çok daha güçlü, çok daha güvendeydim. Yuvamdaydım, biliyordum.

İçeri girdiğimde her şey olması gerektiği gibiydi. Büyükannem yatağındaydı. Yorganını kafasına çekmişti. Bizi hep böyle karşılar. Çünkü o yaşlı ve hastadır. Yataktan hiç çıkamaz. Biz de kurabiyelerini bırakır ve çok fazla oyalanmadan eve döneriz. O nedenle yüzü gerçekte nasıldır pek bilmem. O gün de her zaman olduğu gibi sessizce yaklaştım ve dedim ki: “Büyükanne ben geldim. Biliyorum geciktim. Bugün yaşadıklarımı anlatsam eminim bana çok kızarsın ama öylesine güzel ve heyecan verici bir gün geçirdim ki!” “Biraz daha yaklaş kızım, seni duyamıyorum. Lambayı da yak ki seni görebileyim” dedi. Onun evine ilk kez gece vakti geliyordum. Yanına gittim ve başucundaki gaz lambasını yakmaya uğraştım. Ona ilk kez bu kadar yaklaşmıştım ve gördüğüm şey beni çok şaşırtmıştı: “Aaa… Büyükanne, kulakların ne kadar büyükmüş senin!”

Neden sonra havanın karamaya başladığını fark edip geceyi geçirebileceğim bir ağaç kovuğu bulmak üzere ayağa kalktım. Kurt’a bakındım, yoktu. İçimde onu hissetmeye çalıştım ve ayaklarımın beni götürdüğü yöne doğru yürümeye başladım. İlerledikçe yolun ve ağaçların garip bir biçimde bana tanıdık gelmeye başladığını fark ediyordum. En sonunda karşıma çıkan manzara büyük bir şaşkınlık yaşamama neden oldu. Epey uzun ve dolambaçlı bir yoldan da olsa sonunda büyükannemin evine varmıştım! Koşarak kapıya ulaştım.

“Seni dinlemeye hazırım da ondan” “Gözlerin de çok büyükmüş!” “Gerçekte kim olduğunu görmeye hazırım da ondan” “Peki ya ağzın? Böyle büyük ağız olur mu hiç?” “Sana anlatacak çok şeyim var da ondan” dedi ve yorganı açtı.

29


GENCAY “Sen büyükanne değilsin! Sen kurtsun! Söyle çabuk, büyükannem nerede? Yedin mi onu? Sana neden güvendim sanki ne aptal kızım ben!” diyerek ağlamaya başladım. Çığlık çığlığa bağırıp tepiniyordum. O sırada babam avdan dönüyormuş ve büyükannenin evinde bir şeylerin ters gittiğini anlamış. Hemen büyükannemin evine koşmuş. Beni o halde görünce Kurt’a döndü ve “Ona gerçeği anlattın mı?” diye sordu. Kurt “henüz değil” diye yanıtladı. Şaşırmıştım. “Neler oluyor burada? Siz tanışıyor musunuz?” dedim. Babam Kurt’a döndü ve dedi ki “Kurt, ağzındaki baklayı artık çıkarabilirsin. Bize yıllarca yardım ettin. O yüzden bu açıklamayı ona senin yapmanı istiyorum”. Ve Kurt olan biteni anlatmaya başladı.

kayaları aşan, şelaleyi bulup tüm ormanın, dağın ve suyun ruhlarıyla bütünleşebilen çocuk cesaretini ve kişiliğini ispatlamış olur, bir ad almaya hak kazanırmış. Evet, hepinizin bildiği gibi bana da “Kırmızı Başlıklı Kız” adını verdiler. Babam bilge Kurt’un yıllardır bu ormanda olan biten her şeyi bildiğini, onun aslında hepimizin büyüğü olduğunu, ruhlarımızın ona derin bir bağ ile bağlanmış olduğunu ve yüreğinin sesini dinleyip kendi özgür seçimlerini yapan, sorumluluk almaktan korkmayan ve inandıkları uğruna emek harcayan herkesin bu ormanda güvende olacağını söyledi. Dediğim gibi ben bugün artık farklı biri gibi hissediyorum kendimi. Sizler, sevgili arkadaşlarım! Umarım içinizdeki bilge kurtla iletişiminiz hiçbir zaman kopmaz. Unutmayın ki her mutluluk bir cesaret ve sorumluluk karşılığında bize verilir. En mükemmel haliniz, kendiniz olabildiğiniz zaman ortaya çıkar. Bilge kurt içinizde ve size rehberlik etmeye hep hazır. En derin köklerinizi, nehirlerinizin kaynağını, aslında parçası olduğunuz o muhteşem ormanı bir gün sizin de keşfedebilmeniz dileğiyle…

Meğer bütün bunlar bir sınavdan ibaretmiş. Bir çocuğun ruhunun gerçekten ormana ait olup olmadığı böyle anlaşılırmış. Önce bir kurt hikâyesi anlatılır, ormanın tekinsizliğinden bahsedilir ve çocuklara mümkün olduğunca ormandan uzak durmaları tavsiye edilirmiş. Sadece ormanın gerçek çocukları yüreğinde duyduğu çağrıya karşı koyamaz ve her şeyi göze alarak ormana girermiş. Kurttan korkmak yerine yüreğinde onun rehberliğini hissedip sarp

30


GENCAY

BİR MEVSİM DÖNÜMÜNDE AYILDIM Mehmet Batuhan KAYNAKÇI

Önce senin yalnızlığınla çarpıldım

Göz diplerimde Eylül Ekim gibi aylar

Sonra uzak iklimlerden buğdaylar

Çağrıldım uyuşmuş hakan fermanına

Çarptı başıma o günün akşamında

Bir ses işitildi sanki zindan gibi yıldım

Bir mevsim dönümünde ayıldım da

Sesten titredi beynimin içindeki aktif faylar

Kafamda busen ve ilkçe raylar

Bırakıldım işte yalnızlığımın akşamına

Bir Mekkî kuyusuna, Bedevi şamına

Yalnızlıktan, akşamdan usanıp yıldım

Yatak ucunda ölü günlerden sayıldım

Hâlâ başımda öter buğdaylar, raylar

Beni idama geren yastığım ve yaylar

Şaman beni terk etti Bedevi yaşamına

Kandım bir şafak vakti şamanına

Önce senin yalnızlığınla çarpıldım

Şamandan öncesiydi hülyadaydım

Sonra uzak iklimlerden

Etrafımda bin yıldızlı akşam ve aylar

Buğdaylar çarptı başıma

Vakitli yuhumdan bin akşam namına

O günün akşamına

Hiç doğmamış gibiydim uyandırıldım

Bir mevsim dönümünde ayıldım

31


GENCAY

- GEZİ KÖŞESİ BEDRİN ASLANLARI’NA VEFA İLE… Burçin ÖNER Milli Düşünce Merkezi Gencay Grubu’nun “Ok’un Yönünü Sen Belirle!” sloganı ile başlattıkları 2015-2016 eğitim/etkinlik programlarının açılış etkinliği, bugün özgürce nefes almamızı borçlu olduğumuz ulu önderin ebedî istirahatgahının, Mağusa’ya “Gazi”lik unvanı kazandıran komutan Oğuz KALELİOĞLU’nun heyecan verici anlatımı eşliğinde 14 Kasım 2015 günü yapılan ziyaret olmuştu.

emeği, yüreğinin sızısı olan şehitlikler gezimize başladık. Feribotla karşıya geçerken tüyleri diken diken eden ilk manzara, Gelibolu yarımadasından Eceabat’a doğru uzanan yamaçtaki “Dur yolcu!” yazısı oldu. Sonrasında savaş süresince önemli bir rol oynayan, denizde bir set anlamına gelen Seddülbahir ve denizde bir kilit manasına gelen Kilitbahir kalelerinin tarihi geçmişi ile mest olduk. Devamında dilimize Fransızca’dan geçen ve “bonet” denilen tepeciklerin savaşta cephaneye gelebilecek zararların önüne geçilmesinde oynadıkları rolü dinledik. Hikâyesi dillere destan olan Seyit Onbaşı’nın heykeli yanında durmak bile insanın göğsünü kabartırken içine gururla karışık bir ürperti veriyordu.

“Karanlıktan aydınlığa çıkan duaya Bismillah!” demek için çıktığımız bu uzun soluklu yolculuğun bu seneki son durağı Çanakkale ve Bursa oldu. 13-15 Mayıs 2016 tarihlerinde gerçekleştirilen gezi kapsamında 44 Gencay, Çanakkale ve Bursa illerimize doğru yola çıktı.

Gelibolu yarımadasında dolaşırken Akif’in “Bastığın yeri toprak diyerek geçme, tanı / Düşün altında binlerce kefensiz yatanı” dizelerini aklınızdan bir an olsun çıkartmak mümkün değil. Zira siz aklınızdan çıkartsanız yere basarken titreyen ayaklarınız buna izin vermez. Bu tarifsiz duygularla ilerlerken karşınıza bir

14 Mayıs sabahı varılan Çanakkale’de yapılan kahvaltı sonrasında Çanakkale Savaşları ve Gelibolu Tarihi Alan kılavuzu Erol DEMİRAĞ Beyefendi eşliğinde eskiden çalılık olan ve ecdadın asil kanı ile sulanmasıyla yemyeşil bir hâl alan, memleketimizin gözünün nuru, elinin 32


GENCAY “Meçhul Asker” kabri gelirse aklınızdan geçecek cümleler olsa olsa şunlar olur: “Türbesi yakışmış bu kut’lu tepeye / Yattığı toprak belli, tuttuğu bayrak belli / Kim demiş meçhul asker diye?”

Okyanuslar aşıp gelerek “savaştaki zarafeti” gören ve bu vatanın kucağında yatma şerefine nail olan Anzak askerlerinin çıkartma yaptığı Arıburnu’na takılıyor gözlerimiz. Gerimizde düşmana teslim olan bir hain; “Hain Tepe” ve sadece 80 kahraman askeri ile aman vermeden çarpışan “Cesaret Tepe”… Ne büyük bir heybetle dalgaların sürüklediği o garip askerlerin istirahatgahlarına bakıyorlar. Bakmıyorlar; adeta onların da nöbetini tutuyorlar; taş atana ekmek atar gibi…

Başınızı biraz çevirdiğinizde bütün ihtişamı ile sizi selamlayan Çanakkale Şehitlik Abidesi ile karşılaşırsınız. O “çakı” gibi verilen selama kayıtsız kalmak ne mümkün? Yürek çarpıntısı içinde bir “hazır ol!”a geçiş anı… Devamı mı? Boğazlarınız patlayana kadar okuduğunuz bir “andımız” olur; “Varlığım, Türk varlığına armağan olsun!”

İlerliyoruz. İnsan bütün anlamlı sayıları unutulabilir değil mi? Yıl dönümleri, yaşlar, sınav puanları, mülakat sonuçları, her şey… Bütün bunların içinde, hepsinin içinde biri unutulmamalıdır. Unutursak, kalbimiz kurusun deriz ya işte tam da öyle… Unutursak, kalbimiz kurur. 57 sayısı… Aslında basit bir sıra sayı sıfatından bahsediyoruz. Kim der ki Türk’ün şanlı tarihinin, alnı apak sayfalarından birinde yerini alacak! 57. Alay… Anzak çıkartmasını durdurmak için destek kuvvet olarak gönderilen 57. Alay, Conkbayırı’na ulaşıp ulu atanın verdiği “ölüm emri” ile birlikte taarruza geçmiş ve kısa sürede mevcudunun üçte ikisini kaybetmiştir. Bir destek grubu haline gelen alay, sonraları Filistin ve Sina 33


GENCAY Cepheleri’ne gönderilmiş; burada büyük katkılar sunmuş olmasının yanında büyük de kayıplar vererek 260 kişilik bir mevcuda düşmüştür. Kalan mevcut da İngilizler tarafından esir edilmiştir. Gözünü çevirdiğin, adımını attığın her yerde varlıklarını hissettiren ve hâlâ “Ölümlerle eğlenen tunç yürekli Türkleriz” naraları atan bu kahramanların anısına o günden beri Türk ordusunda 57. Alay bulunmamaktadır. Şanları yürüsün!..

kazandıran bu yüksek ruhtur." Sözlerine mazhar olan askerin kanını döktüğü, canını verdiği ama bir karışından bile vazgeçmediği Conkbayırı… O ruh ki Çanakkale’yi geçilmez kılıyor, o ruh ki Mustafa Kemal’i ufacık bir saat suretine bürünüp de koruyor ve o ruh ki milli mücadelenin tohumlarını yüreklere serpiyor.

Son durak, Conkbayırı… Anafartalar’ın kudretli komutanının “Karşılıklı siperler arasındaki mesafe sekiz, on metre, yani ölüm muhakkak… Birinci siperdekilerin hiçbirisi kurtulmamacasına düşüyor, ikinci siperdekiler onların yerine geliyor, fakat ne kadar imrenilecek bir soğuk kanlılık ve tevekkülle biliyor musunuz?.. Öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini de biliyor ve en ufak bir çekinme bile göstermiyor. Sarsılmak yok… Okuma bilenler Kuran’ı Kerim okuyor ve Cennet’e gitmeye hazırlanıyorlar. Bilmeyenler Kelime-i Şahadet çekerek yürüyorlar. İşte bu Türk askerindeki ruh kuvvetini gösteren hayret ve tebrike değer bir örnektir. Emin olmalısınız ki Çanakkale muharebesini

Peşi sıra yaşadığımız duygu yoğunluğunun tezahürünü beyaz sayfalara döküyoruz; geçmişin şanını yüreğinde taşıyan, bugünün vatan bekçilerine (Mardin Nusaybin’de görev yapan asker ve polislerimize) saygı ile…

Sami Paşazade Sezai’nin dediği gibi: “Çanakkale müdafaası, üç mucizeler muharebesidir. Hali kurtardı; maziye hamaset ve azametini iade etti; vatanımızı bir vatan-ı ebedi yaptı.”

“Siz bizim için biz sizin için Her şey uğruna ölünen bu vatan için Sen üzülme sakın; rahat olsun için Bizim bütün dualarımız sizin için…” Biraz daha geriye gidiyoruz. Kuruluş’a… Bursa’ya… “Ey şanlı mazi!.. Biz seni biliriz.” demek için de yolda bir bilgi yarışması düzenliyoruz; Çanakkale’de 34


GENCAY şehidini makberden peygamber kucağına uğurlayan, Bursa’nın Yunan ayağının altında ezilmesine sızlanan Akif’in “Bülbül” feryadını ta içimizde hissederek. Orhan Gazi’ye gidiyoruz ahd-e vefa nasıl olur yerinde görmek için; verilen söz nasıl tutulur, bir evlat babasının vasiyetini nasıl yerine getirir… Gök delinmişçesine yağmur indiriyor yeryüzüne; sanki Orhan Atamız’a, kolumuzdan tutup “babamın huzuruna edeple çıkın, benim vefamla gidin yanına” diye tembihlemesi için zaman kazandırıyor.

Dönüyoruz, bir emanet… Uluca… Usulca… Usulünce… Hat sanatının, mimarinin ve bilimin estetikle buluştuğu, adeta iç içe geçip meşk ettiği uhrevî bir ortamdayız, Ulu Camii’de… Pirimizin pirini anıyoruz, Somuncubaba’yı… “Sırrımızı açık ettin evlat; gayrı bize buradan gitmek düşer” diye hayıflanmaları kulaklarımızda…

Kısa ama akıllarda yer eden, gönülleri dolduran bir iki saat geçiriyoruz, Bursa’da. Üzerimizde İskender kokusu, damaklarımızda kestane şekeri tadı ile ayrılıyoruz. Osman Gazi’miz… Tüm kudretiyle karşımızda… Ötelerden sesini işitiyoruz, sanki yanı başımızda gibi: “(…) Bir kimse sana Allah’ın buyurmadığı sözü söylese sen onu kabul etme. Eğer bilmezsen Allah ilmini bilene sor. Bir de sana itaat edenleri hoş tut. Bir de nökerlerine daima ihsan et ki senin ihsanın onun hâlinin tuzağıdır.”

Şarkıların türkülere, türkülerin marşlara ve şiirlere karıştığı bir yolculuk ile Ankara’mıza dönüyoruz. Atiden maziye bir vefa gezisiydi bu. Günün sonunda heybemizde kalan şu oldu: “Avuçlarından umut içtiğimiz adamlar var bizim… Atiye doğru adım atarken gözlerimizin ışıl ışıl parlaması ondan sebeptir.”

35


GENCAY

millikanal.com

36


GENCAY

Milli Düşünce Merkezi’nin kitaplarını millikitap.com adresinden indirebilirsiniz.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.