Mahkûm edilmiş tahripkâr ‘’eleştiri’’ tutumunun yönü
sf 12-13
“Kadınsız bir kurtuluş asla düşünülemez” MKP/HKO kadın gerillaları: “Mevcut koşullarda kadının yok sayıldığı, baskı altına alındığı, ikinci konuma atıldığı ve katledildiği gerçeklikte kadınların kendileriyle birlikte tüm insanlığı kurtuluşa götürecek o engin mücadeleye atılması, zincirlerinden kopup savaş siperlerinde yerlerini almaları gerekmektedir. Kadınsız bir kurtuluş asla düşünülemez. Kadının özne, önder ve öncü olmadığı bir devrim yürüyüşü ilerleyemez, ilerletemez” SF 20-22
Halkın Günlüğü
01-15 MAYIS 2016 Yıl: 4 Sayı: 121 Fiyatı 1.5 TL www.halkingunlugu.net
Kilis’e atılan bombaların kaynağı Ankara’dır f GÜNCEL
ISSN: 2147-0499
1 Mayıs’ın çağrısı Birleşik mücadeleyi yükseltelim!
02-03
Emperyalist-kapitalist dünya gericiliğinin, savaş, barbarlık, sömürü, göç, yıkım politikalarıyla ezilen dünya halklarına kan kusturduğu bir dönemde sokaklara çıkan işçi ve emekçiler, emperyalist kapitalistlerin işçi ve emekçiler başta olmak üzere halklara dayattığı yıkım, yoksulluk, sömürü, katliam ve savaş politikalarına karşı coşkulu bir şekilde 1 Mayıs’ı karşıladı. Dünya, Avrupa ve TürkiyeKuzey Kürdistan’da alanlara çıkan on binler kapitalist barbarlık ve sömürüye razı olma-
AKP ile IŞİD arasında yıllardır süregelen ekonomik, askeri, siyasal, sosyal ve kültürel bağlar öylesine güçlü ki, bu ilişki aylardır IŞİD’in Kilis’e yönelik gerçekleştirilen roketli saldırılarının bile gölgesinde kalmaktadır. Kilis, son aylarda IŞİD tarafından yapılan yoğun roket saldırıları neticesinde onlarca kişinin öldüğü, onlarcasının yaralandığı, okulların, sokakların boşaldığı, bölge halkının her gün ölüm korkusuyla iç içe yaşamak zorunda kaldığı bir yere dönmüş durumda
Devrimci teorinin önemi
e-posta: halkingunlugu@hotmail.com
06
Kahraman’ın açıklamaları AKP’nin yönelimidir
14
dıklarını hep bir ağızdan haykırarak, halklara yönelik topyekûn savaşa karşı birleşik mücadeleyi yükselteceklerini ve özgür bir dünya yaratacaklarını haykırdılar. 1 Mayıs’ın devrimci coşkusunu kuşanarak bulunduğumuz bütün alanlarda halkların birleşik örgütlü mücadelesini daha da yükseltmeliyiz. Emperyalist-kapitalist dünya gericiliğine karşı özgür bir gelecek yaratmak için sosyalizm bayrağını kuşanalım!
Faşist “TC” sisteminin “yeniden” dizayn süreci
16
02
güncel haber
01-15 MAYIS 2016 Halkın Günlüğü
Kilis’e atılan bombaların kaynağı Ankara’dır AKP ile IŞİD arasında yıllardır süregelen ekonomik, askeri, siyasal, sosyal ve kültürel bağlar öylesine güçlü ki bu ilişki ağından kurtulmak ancak ve ancak radikal bir değişim sonrası mümkün olabilir. Suriye politikasını Kürt düşmanlığı üzerine inşa eden AKP’nin kurmaya çalıştığı bina temelinden çökmüş durumda. Bu çöküntünün altında kalanlar ise her zamanki gibi emekçi halk kitleleri. “TC”nin kurucu ideolojinin en tipik örneklerinden olan Kilis halkının, devrimci düşünceler etrafında birleşip, kendi gelecekleri hakkında örgütlü bir mücadele yürütmeden yaşanan ölümleri ve zulmü alt etme şansları yoktur. Çare devrimci mücadele etrafında birleşip bütün sömürücü, gerici güçleri temelleriyle beraber söküp atmaktadır Türkiye-Kuzey Kürdistan’ın en küçük illerinden olan Kilis, Suriye’de yaşanan iç savaş sonrası çehresi en çok değişen ve sürekli gündemde yer edinen kentlerin başında geliyor. Kilis, son aylarda IŞİD tarafından yapılan yoğun roket saldırıları neticesinde onlarca kişinin öldüğü, onlarcasının yaralandığı, okulların, sokakların boşaldığı, bölge halkının her gün ölüm korkusuyla iç içe yaşamak zorunda kaldığı bir yere dönmüş durumda. Sadece son bir haftada yapılan roket saldırılarından dolayı 18 kişi öldü, onlarca kişi yaralandı. IŞİD saldırıları ve yaşanan ölümler yetmezmiş gibi bir de devlet yetkililerinin peşi sıra yaptıkları aymazca açıklamalar sonrası kent halkı sokaklara dökülerek protesto gösterileri düzenledi. 1995 yılında il statüsüne alınan Kilis, Gaziantep ile Suriye sınırı arasında kalan, 70 bin nüfuslu küçük bir kent. Kentin esas geliri kaçakçılık ve turizm. Kilis’in Suriye sınırındaki komşusu Azez. Bu hat üzerinden direkt Halep’e geçiş yapılıyor. Yıllardır Halep-Kilis hattında her türlü kaçakçılık faaliyeti yoğun bir şekilde gerçekleştiriliyor. Kilis halkı, il olduğu tarihten bu yana tüm seçimlerde “sağ-muhafazakar” partilere oy veri-
yor. Her seçim dönemi MHP-AKP tarafından birer milletvekilinin çıkartıldığı Kilis’te 1 Kasım seçimlerinde AKP iki milletvekilini de aldı. Faşist “TC” için muazzam bir örnek kent olan Kilis’te, Suriye’de 2011 yılında başlayan savaş sonrası bütün dengeler değişmiş durumda. AKP’nin başından itibaren çöken ve artık tam bir bataklığa dönüşmüş olan Suriye politikasının kuşkusuz en çok vurduğu yerlerin başında Kilis geliyor. Şu an Kilis’te kent nüfusunun iki katından daha fazla(140 bin) kayıtlı Suriyeli mülteci yaşıyor. Kilis’in Suriye sınırından bulunan Azez IŞİD’in kontrolünde ve IŞİD militanları sınırın iki tarafını istediği şekilde kullanıyor. Bırakalım Kilis’i, IŞİD militanlarının bizzat Antep’te suikast eylemleri düzenlediği, militanlarının eğitimlerini, bomba yapımlarını gerçekleştirdiği çoğu kez basına yansımıştı. Faşist “TC”nin Suriye politikasının ana eksenini oluşturan “Kürt düşmanlığı”, IŞİD ve diğer Selefi örgütlerin buralarda istedikleri gibi at oynatmalarına vesile oluyor. Suriye savaşında özellikle son bir yıldır değişen denge ve güç bileşenleri içerisinde şimdiye değin AKP’nin oynadığı bütün atlar yenilgiye uğradı. Kürt düşmanlığının belirlediği politikalarla her gün PYD-YPG güçlerine saldıran,
uluslararası arenada “terör örgütü olarak” tanınması için baskı kuran, Rojava’ya dönük işgal tehdidinde bulunan AKP’nin, Kilis’e dönük her gün roketli saldırılarda bulunan, ülkenin birçok bölgesinde “canlı bomba” eylemleriyle yüzlerce kişinin ölümüne sebep olan IŞİD’e dair ise sözlü efelenmeler dışında hiçbir pratik geliştiremiyor olması oldukça ironiktir.
Kilis denkleminin belirleyenleri Kuşkusuz Kilis meselesini tek yanlı bir şekilde ele alıp incelemek sorunun özünü ıskalamak anlamına gelir. Ki AKP’nin valisinden bakanına işi sulandırarak, çeşitli yalan ve manipülatif sözlerle meselenin özünü gizlemeye çalıştığı aşikâr. Kilis faşist “TC”nin dış politikada saplandığı bataklığın en dip yerlerinden birisidir. Her gün verilen demeçlerin, yapılan planların, atılacağı söylenen adımların hepsi büyük bir çaresizliğin dışavurumundan başka bir şey değil. “TC” devletinin eli kolu bağlı durumda. Bütün enerji ve gücünü Kuzey Kürdistan kentlerinde süren direnişi bastırmak için kullanan AKP’nin, Suriye’ye dair eğitipsilahlandırdığı, cepheye sürdüğü ve fakat bir türlü istediği sonucu aldıramadığı gerici-faşist çetelerden başka bir kozu
kalmamış durumda. Mevcut “TC”-Suriye sınırının büyük bir çoğunluğu Kürt güçlerinin elinde. Sınır bölgesinde şu an sadece Azez-Halep hattı IŞİD’in elinde bulunuyor. “TC” Kobanê ve Afrin kantonlarını ayıran 90 km’lik bölgeyi tampon bölge-arındırılmış bölge şeklinde işgal edip, sınırın kalan hattının Kürt güçlerinin eline geçmesini engellemeye çalışıyor. Bütün çabalarına rağmen emperyalist efendilerine bu planını kabul ettiremeyen AKP, Suudi Arabistan ve Katar ile gerçekleştirdiği ortaklık üzerine binlerce Selefi militanı bizzat eğitipsilahlandırarak Suriye sahasına sürdü. Türkmenlerden, Azerilere, Araplara kadar kullanabileceği bütün güçlerle kirli ilişkiler geliştirip, çöken Suriye politikasını düze çıkartmak isten “TC” devleti, çırpındıkça daha fazla batıyor. Kısa süre önce de bizzat silahlandırılıp, eğitilerek sahaya sürülen Ahrar uş-Şam, Feylak'uş Şam, Sultan Murad Tugayları gibi çeteci örgütlerle ele geçirilen bazı bölgeler de IŞİD tarafından yapılan karşı saldırılarla boşa düşürüldü. IŞİD’in sınır hattında “ılımlı muhalifler”in elinde bulunan köyleri birer birer aldığı haberleri geliyor. Bu durumun en önemli belirleyenlerinden birisi “TC”nin söz konusu bu gruplara hava ve karadan destek ve-
03
remiyor oluşu. Topçu atışı dışında IŞİD tarafından yapılan saldırılara cevap verilemiyor. Herhangi bir kara ve hava operasyonu gerçekleştirilemiyor. Özcesi “TC”nin yapılan saldırıları izlemekten başka çaresi yoktur. IŞİD tarafından atılan roketler Katyuşa roketleri. Bu roketler 20-32 km menzilli, roket rampalarının kamyonların arkasında rahatça istenilen yere taşınılabilinen roketler. Topçu atışıyla bu rampaların imha edilmesi çok zor. Topçu atışıyla atılan bombaların çoğu boş arazilere isabet etmiş oluyor. Yukarıda da belirttiğimiz gibi “TC”nin topçu atışı ve sahadaki çeteci örgütlere mühimmat desteğinden başka yapabileceği bir şey yok. Bunun en önemli sebebi ise Rusya. Hatırlanacağı üzere Türk jetleri tarafından düşürülen Rusya uçağı olayı sonrası Rusya, Suriye hava sahasını kontrol altına alarak, Türk savaş uçaklarının olası sınır ihlalini anında vuracak bir mekanizme geliştirmiş durumda. Keza Suriye meselesinde ABD ve Rusya arasında varılan anlaşmalar neticesinde “TC”nin efendisi ABD emperyalizmi de AKP’nin Suriye politikalarına destek vermemekte. Tüm bu gerçeklikler bir yana AKP’nin IŞİD ile olan kirli ilişkileri birçok açından deşifre olmuş durumda. Suriye savaşının başladığı tarihten bu yana, AKP’nin hayata geçirdiği politikalar sonucunda içinden çıkılamaz bir durum ortaya çıkmış durumda. IŞİD başta olmak üzere gerici-çeteci güçlerle öylesine bir ilişki geliştirilmiş durumdaki, şimdi bu ilişkiler yumağı dönüp bizzat sahibini vuruyor. Özellikle Suriye sınır hatları tam bir keşmekeşlik içerisinde. Her gün petrol başta olmak üzere kirli ekonomik ilişkilerin geliştirildiği, Suriye’ye giriş-çıkışların yapıldığı, sınır kentlerinin selefi-çeteci örgütlerce cephe gerisi şeklinde kullandığı bir tabloyla karşı karşıyayız. Bu tablonun mevcut iktidar güçleri eliyle değiştirilmesi ya da halkın yararına bazı politikaların yaşamsallaştırılması imkânsız gibi. IŞİD’in Kilis’e attığı roketler “TC”ye açık mesaj niteliğindedir. Beni gözden çıkartamazsın deniliyor. Çok fazla üstüme gelme savaşı senin ülkene yayarım diyor. “TC”nin bu mesajları gayet net bir şekilde aldığı ise malum. Cumhurbaşkanından başbakanına, valisinden bakanına yapılan açıklamalar ve atılan adımlara baktığımızda ürkekçe bazı karşı adımların dışında meseleye seyirci kalındığı aşikâr. Bunun böyle olması da gayet normal. AKP ile IŞİD arasında yıllardır süregelen ekonomik, askeri, siyasal, sosyal ve kültürel bağlar öylesine güçlü ki bu ilişki ağından kurtulmak ancak ve ancak radikal bir değişim sonrası mümkün olabilir. Suriye politikasını Kürt düşmanlığı üzerine inşa eden AKP’nin kurmaya çalıştığı bina temelinden çökmüş durumda. Bu çöküntünün altında kalanlar ise her zamanki gibi emekçi halk kitleleri. “TC”nin kurucu ideolojinin en tipik örneklerinden olan Kilis halkının, devrimci düşünceler etrafında birleşip, kendi gelecekleri hakkında örgütlü bir mücadele yürütmeden yaşanan ölümleri ve zulmü alt etme şansları yoktur. Çare devrimci mücadele etrafında birleşip bütün sömürücü, gerici güçleri temelleriyle beraber söküp atmaktadır.
SINIF TAVRI
≫ Bedreddin Ufuktan
KÜRDE BİLENEN KILIÇ...
S
adece alınteriyle yaşayan milyonlarca işçi ve emekçinin değil; soyguncu bir hükümet olarak bütün bir ulusun başına mitolojideki ‘Deli Dumrul’ gibi çöken AKP hükümetine ve onun reisine o kadar söz söyledikten sonra, anayasaya aykırı olduğunu bildiği bir yasayı destekleyeceğini söyleyen nevi şahsına münhasır bir politikacı da görmüş olduk! Demek ki “bir kerelik” felsefesi sadece tecavüz kutsayıcısı bakan ve hükümetinin felsefesi değilmiş. Bu felsefenin; hükümete sözde muhalefet edermiş gibi rol keserken, tüm hayali, ülkenin soyulma sırasının kendisine geleceği zamanı beklemek olan tüm sistem partilerinin felsefesi olduğunu görmüş olduk. Dolayısıyla iktidar, denetimi ve bilgisi altındaki dini eğitim kurumlarında patlayan yaygın tecavüz dehşeti karşısında, “Bir kerelik” tecavüzden bir şey olmaz derken ne kadar pişkin ve haysiyetsizdiyse, “anayasaya aykırı olduğu” nu kabul ettiği bir yaşanın çıkması için oy vermek de aynı içerikte, aynı derinlikte haysiyetsizdir. Birinci saldırının zanlıları hükümet, ikinci saldırının faili de Kemal’dir. CHP’nin başına geldiğinde, bir kişiliğinin olmadığını söylemek istercesine Gandi olmaya özendiyse de bunu başaramadı, çünkü önünde bu ülkede eninde nihayetinde herkesi kendisi olarak ortaya koymaya zorlayan bir gerçek vardır. Bir iki yıldır da, “Benim adım Kemal” çağrıştırması eşliğinde ezberletilmiş “hak hukuk, onurlu toplum, özgür toplum” kavramalarını bir tiyatro repliği tonunda tekrarlayıp duran bu Kemal, ilk adı Mustafa olan Kemal kadar Kürtlerin boynuna inmek üzere bilenmiş bir kılıç olduğunu gizlemeyi ancak buraya kadar başarabildi. Oysa onun hesabı; bilincinde olduğu ve herkesi eninde sonunda kendisi olarak ortaya çıkmaya zorlayan Kürde, ikinci ‘Kemal kılıcını’ indirmeden önce oylarını almaktı. Her seçimde kendine lakap taktırıp kılık değiştirme uğraşı bundandı. Ne var ki devletin paniğine paralel olarak Kürtlerin kan akışı hızlanıp çığlıkları göğü kaplayınca, onu koltuğa getiren aynı devlet, artık kendin olmak zorundasın dedi. Ve böylece, sistemin kullandığı şifreli dilin bir cümlesinin daha sırı ayyuka çaktı: Halkın hakkı, canı ve ırzı cehenneme, asıl olan soymaktır; “Ha gayret” diyen de devlettir! Biraz geriye saralım; 17-25 Aralık rüşvet ve yolsuzluk operasyonu zamanına… Muhalefet partisi olarak CHP’nin, bir ulusun göz göre göre soyulduğu, milyar dolarların kamyonlarla yerinin değiştirildiği, tepelerin, diyalogların ayan beyan sahiplerini işaret ettiği bu kadar açık bir hükümet suçu varken neden seçmenlerini, kendi haklarına, vergilerine, geleceğine ve üretenlerin biriktirdiği ulusal servetlerine sahip çıkması yönünde sokağa çağırmadığını, şimdiye dek anlamamış olan varsa, işte Kılıçdaroğlu bunun kanıtıdır. Başka herhangi bir ülkede, 17-25 Aralık’ta ortaya çakan yolsuzluk, rüşvet ve soygunun dörtte biri bu açıklıkla ortaya dökülseydi, çoğu ülkede bu hükümet tekmili birden, aynı gün kodeste olurdu. Ama bizde sadece “eleştir-
mekle” geçiştirildi. Çünkü iktidara gelmeleri halinde tüm sistem partilerin takip ettikleri yol aynı yoldur; halkı ve ülkeyi soymak! Ve bu boyuttaki rüşvet ve yolsuzluk ortaya çıktığında da, ya bir dış savaş senaryosuyla ya da bir iç tehdit korkusuna bağlanmış “terörizm” aldatmasıyla bir taşla iki kuş vurmaktır. Ancak, AKP bundan fazlasını yaptı. İlkin soygun parasını kuruşuna kadar resmileştirdi. Sonra, hem devlet cihazını tümüyle ele geçirmek hedefli ideolojik bir polis ve ordu gücü inşa etti, hem de boyun eğmeyenlere savaş açtı… Bugünkü sistem partilerinden CHP ve MHP’nin zaman zaman kavga ediyorlarmış gibi birbirlerine diklenmesi de ‘Sen yeteri kadar götürdün, artık git de bana sıra gelsin’den ibaret bir dikleşmedir. “TC” devleti denen şiddet ve soygun örgütü, kuruluşundan beri, bir mekanizma olarak kendisini sermayenin çıkarları doğrultusunda çalıştıran hükümet ve partiler ilişkisinde hep böyle sürdürdü. Şu işe bakın ki, insanlığın görüp göreceği en aşağılık terör örgütü IŞİD’e, halkın vergileriyle üretilen üç bin tıra yakın silah ve mühimmat gönderdiği; rüşvet ve yolsuzluğun batağında debelendiği, ahlak namına paradan başka değer, inanç namına çocuklara tecavüz etmekten başka bir şey öğretmeyen AKP, sömürüp soymadığı birey, gasp etmediği hak, satılmadık ulusal toprak ve uygulamadığı terör türü bırakmadı. Kürtlerin evlerini, köylerini, ilçe ve şehirlerini ancak ulusal bir savaşta kullanılacak silahlarla; tank, top ve havanlarla başlarına yıkan, onları kimyasal gazlar ve alev makineleriyle yakan bu hükümetin -ve devletin- zulmüne bir şey demek yerine, kala kala Kürt halkının yaşadığı kıyımı anlatma olanağı bulduğu parlamentodaki temsilcilerine dahi tahammül edememe hali; düşünen ve hisseden her ezilen için büyük bir sentezdir. Kürtlerin ezilmesi söz konusu olduğunda elbirliği yapan tüm faşist parti ve kliklerin ezilen sınıf ve halklara mesajı gayet açıktır: Ya bu zalim devletin kölesi ve kanlı çarkın hizmetçisi olacaksınız ya da öleceksiniz! Bu faşist devlet ve onun yönettiği komprador kapitalist soygun düzeniyle sorunu olan her sınıf, topluluk, çevre ve bireyin yapacağı fakat yapmaması halinde köle olarak kalacağı en temel adım; örgütlenmek, birleşmek ve her haklı yol ve araçla savaşmaktır. Zulmün olduğu her yerde başkaldırı sadece bir zorunluluk değil, ortaya çıkarılması için çaba harcanması gereken sosyal bir sorumluluktur da. Diğer yandan, her geçen gün kendini yeniden ve yeniden daha kanlı bir yönetim olarak üreten sistem, ezilenlere karşı tüm klikleriyle birleşik bir direnme tutumu içindeyken, devrimcilerin bu durumu görmezden gelmesi bağışlanamaz bir tutum olur. Bugün ve bundan sonraki süreç bu kanlı soygun düzeninin altında inleyenleri birlik olmaya ve birlikte davranmaya daha çok zorlayan bir süreç olacaktır. Ezilenlerin kalbindeki acıyı hissedebilen komünistlerin bu yöndeki çabalarını daha derinlere, kitlelerin bağrına taşımaları da hayati bir sorundur.
04
güncel haber
01-15 MAYIS 2016 Halkın Günlüğü
Yaratılan korku ve saldırılara karşın
On binler 1 Mayıs’ta alanlara aktı Emperyalist-kapitalist dünya gericiliğinin, savaş, barbarlık, sömürü, göç, yıkım politikalarıyla ezilen dünya halklarına kan kusturduğu bir dönemde sokaklara çıkan işçi ve emekçiler, emperyalist kapitalistlerin işçi ve emekçiler başta olmak üzere halklara dayattığı yıkım, yoksulluk, sömürü, katliam ve savaş politikalarına karşı coşkulu bir şekilde 1 Mayıs’ı karşıladı. Dünya, Avrupa ve Türkiye-Kuzey Kürdistan’da alanlara çıkan on binler kapitalist barbarlığa razı olmadıklarını hep bir ağızdan haykırarak, işçi ve emekçiler başta olmak üzere halklara dönük bu saldırılara karşı birleşik mücadeleyi büyüteceklerini ve özgür bir dünya yaratacaklarını ifade ettiler AKP iktidarının başta işçi ve emekçiler başta olmak üzere halklarımıza dönük tüm sömürü, yıkım, katliam ve her türlü kirli politikalarına karşı on binler 1 Mayıs’ta alanlara çıkarak korku duvarlarını bir bir yıktı. İşçi ve emekçiler AKP iktidarının böl parçala yönet politikasına karşı “Faşizme ve gericiliğe karşı yaşasın birleşik mücadele” şiarını hep bir ağızdan yükseltti. Dünya, Ortadoğu ve Türkiye-Kuzey Kürdistan’da önemli siyasal gelişmelerin yaşandığı bir atmosferde 1 Mayıs karşılandı. Emperyalist-kapitalist dünya gericiliğinin, savaş, barbarlık, sömürü, göç, yıkım politikalarıyla ezilen dünya halklarına kan kusturduğu bir dönemde sokaklara çıkan işçi ve emekçiler, emperyalist kapitalistlerin işçi ve emekçiler başta olmak üzere halklara dayattığı yıkım, yoksulluk, sömürü, katliam ve savaş politikalarına karşı coşkulu bir şekilde 1 Mayıs’ı karşıladı. Dünya, Avrupa ve TürkiyeKuzey Kürdistan’da alanlara çıkan on binler
kapitalist barbarlığa razı olmadıklarını hep bir ağızdan haykırarak, işçi ve emekçiler başta olmak üzere halklara dönük bu saldırılara karşı birleşik mücadeleyi büyüteceklerini ve özgür bir dünya yaratacaklarını ifade ettiler.
Türkiye-Kuzey Kürdistan’da 1 Mayıs Dünden bugüne katliamcı sömürü ve katliam politikaların devamcısı olan Erdoğan/AKP iktidarı işçi ve emekçiler başta olmak üzere halklar üzerinde zulüm ve barbarlık uygulamaktadır. Kürt halkına yönelik imha, inkâr ve soykırım politikalarını hayata geçirmeye çalışan Erdoğan/AKP iktidarı, kadınları, çocuklar başta olmak üzere yüzlerce kişiyi katlettiği ve katletmeye devam ettiği bir ortamda hayata geçirdiği savaş konsepti sonucu Kürdistan’da birçok şehir ve ilçe havadan ve karadan bombalanarak talan edilmiş, halklar zorla göçe sürüklenmiştir. Diğer bir yandan Erdoğan/AKP iktidarının işçi ve emekçilere dönük vahşi sömürü politikaları ise gittikçe ağırlaşarak devam etmektedir. İşçi ve emekçilerin dünden bugüne mücadele ederek kazandıkları haklara, sermayenin çıkarları doğrultusunda çıkardıkları yasalarla saldıran Erdoğan/AKP iktidarının gündeminde kıdem tazminatı hakkının gaspı, esnek ve kural-
sız çalışma uygulamaları ile işçilerin simsarlar tarafından pazarlarda kiralanmasını öngören kölelik dayatmaları bulunuyor. Hazırlanan yasalar sömürünün katmerleşmesini hedeflerken yeni iş cinayetlerine de davetiye çıkartıldığı bir dönemde işçiler, emekçiler ve halklar 1 Mayıs’ı karşıladı.
Korku ve sindirme politikalarına karşı on binler alanlara çıktı Erdoğan/AKP iktidarının Amed, Suruç, Ankara gibi birçok alanda IŞİD eliyle gerçekleştirildiği katliamların ardından halklar üzerinde yaratılmaya çalışılan korku sendromuna karşı on binler ülkenin birçok yerinde alanlara çıktı. 1 Mayıs öncesi devrimci, demokrat, yurtsever ve ilerici kesimlere yönelik gerçekleştirilen gözaltı ve tutuklama saldırılarının yapıldığı ve burjuva medya üzerinden halklara korku senaryoları çizerek halkların alanlara çıkmasının engellenmeye çalışıldığı bir dönemde işçiler, emekçiler ve halklar ülke genelinde 1 Mayıs’ta alanlara çıkarak; “Faşizme ve gericiliğe karşı yaşasın birleşik mücadele” şiarını hep bir ağızdan yükselti Halklar üzerinde yaratılmaya çalışılan tüm korku politikalarına karşı Amed’den İstanbul’a, Ankara’dan Adana’ya kadar ülkenin birçok yerinde işçi ve emekçiler, AKP’nin yürütmüş olduğu tüm sömürü, talan, yıkım, katliam ve her türlü korku politikalarına karşı on binler olarak alanlara çıktı. Alanlara çıkan işçi ve emekçiler tarafından Erdoğan/AKP iktidarının gündeminde olan kıdem tazminatı hakkının gaspı, esnek ve kuralsız çalışma uygulamaları ile kiralık işçiliğin dayatıldığı politikalar başta olmak üzere Kürdistan’da süren soykırım ve imha saldırı-
larına karşı birleşik mücadele hattını büyütme ve halklar üzerinde estirilmeye çalışılan korku imparatorluğuna karşı örgütlü mücadeleyi büyütme çağrısını yapıldı.
İstanbul'da iki farklı 1 Mayıs Bu yıl İstanbul’da 1 Mayıs eylemleri için iki farklı adres gösterildi. Aralarında sendikalarında yer aldığı birçok kurum Bakırköy Halk Pazarı'nda 1 Mayıs'ı kutladı. Yapılan kutlamaya 20 bine yakın kişi katıldı. Polisin tüm provokasyonlarına karşın, Bakırköy'de ciddi bir çatışma yaşanmadı. Kitle adına yapılan açıklamada, "Bizler biliyoruz ki, kapitalist sömürü sistemine ve diktatörlük kurma heveslilerine karşı insanca çalışma koşullarını, insanca yaşamı ve barışı ancak birlikte direnerek kazanabiliriz. Bugün, faşizme karşı mücadele ile kölelik yasalarına karşı çıkmak aynı anlama geliyor. Bugün Barış demekle Ekmek demek aynı şey. İstanbul'da 1 Mayıs alanı Taksim’dir, bu konuda ısrar devam edecek. Bütün bu saldırılara karşı bugün de, yarın da birlikte mücadele etmekten geri durmayacağız. Cerattepe'den Sur'a, Nusaybin'e; Reno'dan, Yeni Çeltek'den, kadınların, akademisyenlerin, öğrencilerin mücadelesine direnişleri büyüteceğiz. Ve biliyoruz ki: Mutlaka kazanacağız." ifadelerine yer verildi. 1 Mayıs'ı Taksim'de kutlamak isteyenlere ise yine polis saldırdı. Polisin sabahın ilk ışıklarıyla beraber Taksim'i abluka altına aldı. Taksim'e çıkan yollar da polis tarafından ablukaya alındı. Toplanma yeri olarak verilen Şişli Camii etrafına konumlanan polis, Camii etrafına kimseyi sokmazken, etrafta bulunan herkesin çantasını aradı, GBT yaptı. Bunun yanı sıra Şişli'den geçmek isteyen tüm araç-
05
lar ve otobüsler durdurularak arandı. Tüm gün boyunca Taksim'e girmek isteyenlere saldıran polis, 207 kişiyi gözaltına aldı. Tarlabaşı'nda karşıdan karşıya geçmeye çalışan bir kişiye ise TOMA çarptı. Ağır yaralanan kişi, hayatını kaybetti.
1 Mayıs ülke genelinde korku politikalarına karşı alanlarda karşılandı Ülke genelinde genel olarak sakin geçen 1 Mayıs, korku politikalarına ve polis provokasyonlarına karşın coşkuyla kutlandı. Özellikle Ankara'da 10 Ekim Katliamı'nın ardından insanları evine hapsetmeye çalışan AKP iktidarına karşı halk sokaklara çıktı. Kolej Meydanı'nda polisin tüm provokasyonlarına, baskı ve sindirme politikalarına karşı kitle kararlı bir duruş sergiledi. Eskişehir'de de Sıhhiye Meydanı'nda yapılan 1 Mayıs'ta yürüyüş boyunca sömürü düzeni, faşist iktidarın saldırıları ve birleşik mücadele vurgusu yapıldı. İzmir'de Gündoğdu Meydanı'nda toplanan kitle de 1 Mayıs'ı kitlesel olarak karşıladı. İzmir'de yapılan yürüyüşte ve mitingde dikkat çeken ise AKP'nin ekonomik politikalarının, taşeron işçilerine kadro yalanının ve sömürü sisteminin devam ettiği vurgusu öne çıktı. 1 Mayıs Türkiye'nin yanı sıra Kuzey Kürdistan'da da tüm saldırılara karşın kitlesel katılımlarla kutlandı. Kuzey Kürdistan'da yapılan kutlamaların genel gündemi ise devletin saldırıları ve katliam politikaları oldu. Dersim'deki kutlamada yapılan ortak açıklamada "10 ayı aşkın süredir devam eden ve içinden geçtiğimiz dönem maalesef halkın en temel hakkı olan yaşam hakkının defalarca ihlal edildiği bir dönem olmuştur. Ülkemizde son aylarda toplu katliamlarla belirginleşen fiili savaş durumu, yaşam hakkı ihlalleri, sağlık eğitim hakkına erişim engelleri ve çıkarılan yasalar, torba yasalar ile genelleştirilen bütünsel bir güvencesizlik durumu mevcuttur. Yarattığı tahribat, gün geçtikçe artan savaş politikaları ve savaşı fırsat bilerek yapılan yasal düzenlemeler; kadınlar ve çocuklar başta olmak üzere tüm toplumu güvencesiz ve geleceksiz bırakmayı amaçlamaktadır." ifadelerine yer verildi. Dersim'in yanı sıra Amed, Batman gibi birçok şehirde 1 Mayıs binlerin katılımıyla kutlandı. Adana'da ise 1 Mayıs, Tertip Komitesi'nin aldığı kararla iptal edildi. Tertip Komitesi yaptığı açıklamada “Etkinlikleri iptal etmemizde en büyük neden güvenliğimizden sorumlu olanların sorumluluklarını yerine getirmemesidir” dedi.
DHF ‘’Faşizme ve gericiliğe karşı özgür bir dünya için mücadele edelim’’şiarıyla alanlardaydı 1 Mayıs’a ‘’ Özgür bir dünya için; faşizme ve gericiliğe karşı birleşik mücadeleyi yükseltelim’’ şiarı ile hazırlanan Demokratik Haklar Federasyonu(DHF) örgütlü olduğu bütün yerellerde kitlesel ve coşkulu bir katılımla 1 Mayıs yürüyüşlerinde yerini aldı. İstanbul, Dersim, Eskişehir, Ankara ve İzmir başta olmak üzere onlarca yerde alanlara çıkan DHF ve bileşenleri faşizme ve gericiliğe karşı birleşik mücadeleyi, kapitalist barbarlığa karşı sosyalizm bayrağının yükseltilmesi gerektiğinin altını çizdi.
Avrupa'da 1 Mayıs'ta birleşik mücadele vurgusu Dünya’da ve Avrupa'da 1 Mayıs birçok kentte coşkuyla kutlanırken, Avrupa devletlerinin yaşamsallaştırmaya çalıştıkları güvenlik politikaları 1 Mayıs'ta kendini hissettirdi. Avrupa'da 1 Mayıs’ın genel gündemi ise yaşanan mülteci "sorunu" ve birleşik mücadele hattının örülmesi olurken, emperyalist/kapitalist sistemin işçi ve emekçiler üzerinde estirdiği yıkıp politikalarına da dikkat çekildi. Hindistan’dan Nepal’e, Pakistan’dan Lübnan’a, Rusya’dan Ermenistan’a İngiltere'den İsviçre'ye, Almanya'dan Avusturya'ya kadar birçok şehirde 1 Mayıs yerel ve Türkiye-Kuzey Kürdistanlı örgütlerin katılımlarıyla kutlandı. Avrupa’da yapılan eylemlerin birçoğunda Halkların Birleşik Devrim Hareketi de alanlara çıktı ve 1 Mayıs'ta mücadele çağrısında bulundu. ADHK (Avrupa Demokratik Haklar Konfederasyonu)’da Avrupa’da gerçekleşen 1 Mayıs yürüyüşlerine kitlesel ve coşkulu bir şekilde katılarak birleşik devrimci mücadele vurgusunu ön palana çıkardı
UFUK ÇİZGİSİ
≫ bakış can
DEMOKRATİK MÜCADELE VE KURUMLARI SUSTURULAMAZ
F
aşist tırmanış hız kesmeden devam ediyor. Gericilik her vesileyle hortluyor. Mevcut Kürt Ulusal Direnişi bahara ramak kala boyutlu çatışmalara evrilme sinyalleri vererek devam ediyor. İşçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesinde gelişmelere gebe olan takvimsel günler dönemi, devrimci sınıf hareketinde dirilmeleri gündeme getirecek, getiriyor. Önümüzdeki günlerin yoğun kitle eylemleri ve sıcak çatışmalara tanık olacağı aşikâr. Erdoğan/AKP iktidarının işi zor. Onun için faşist baskı ve saldırılarını en geniş alana yayarak, özellikle silahlı devrimci dinamikler ve militan hareketlere daha fazla hücum ediyor. Bu durum karşısında Kürt Ulusal Hareketi ve devrimci sınıf hareketinin faşist baskılara boyun eğerek sinmesi elbette beklenemez. Devrimci hareket ve direniş, varlık gerekçesinden ileri gelen tabii refleksle tavrını karşı mücadele biçiminde şekillendirecek, devrimci gardını alacaktır. Bundan şüphemiz yok. Lakin gard almakla yetinmek yetmez. Savunmasını aktif biçimde alması gerekmektedir. Aktif savunma pozisyonu karşı saldırıyı kapsamak durumundadır. Dolayısıyla mevcut direniş ve mücadele refleksini, silahlı eylem paralelinde militan çizgide geliştirmesi, kitle direnişlerini yayarak süreklileştirmesi elzemdir. Hâkim sınıfların üzerinde baskı kurmanın önemli iki ayağı vardır: Biri silahlı eylem, diğeri kitle hareketleridir. Bu ikisinin büyük ölçekte ve sistemli performansla militan mecrada sergilenmesi gerekli olandır. Aksi halde faşist iktidarın baskılarından sonuç alarak aynı saldırganlığını sürdürmesi durdurulamaz bir eğilim olacaktır. Ama ciddi bir direniş ve mücadele pratiği faşist iktidarın saldırırken durup düşünmesine, dolayısıyla daha kontrollü hareket etmesine yol açacaktır. İktidarın Kürt ulusuna dönük gerçekleştirdiği katliamlar ve saldırganlık rastgele bir gelişme değil, bilinen siyasi hesaplara dayanan bilinçli bir yönelimdir. İktidar kime, nereye ve niçin saldırdığını iyi biliyor, baskı ve saldırılarında seçici davranıyor. Hedeflerini hesap ve planları temelinde belirliyor. İdeolojik-siyasi gelenek olarak sağlam demokratik damara dayanan Demokratik Haklar Federasyonu’na ve mücadelesine de bu temelde yoğun saldırılarda bulunup baskılarının hedefine koyuyor. DHF’nin maruz kaldığı baskıların sistemli olarak sürmesi, giderek artması ve hatta bazen daha sinsi biçimlere bürünmesi bundandır. Şaşırtıcı değildir, beklenmelidir de... Ama bununla birlikte iktidar faşist karakteri ve iktidar çıkarları gereği, her türden muhalif, ilerici, demokratik, ekonomik ve
çevreci mücadeleyi de ihmal etmeden koyu bir baskı altına alıyor, azgınca saldırıyor. Öyle ki, burjuva klik ve muhalefetten burjuva basına, liberal ya da muhalif yazarlardan gazetecilere kadar geniş bir yelpazede bir baskı ve faşist diktatörlük uyguluyor. Bu tabloya bakıldığında iktidara karşı muhalefet ve mücadele yelpazesinin oldukça geniş olduğu söylenebilir. Bu devrimci hareket açısından uygun koşul ya da bir avantajdır. Elbette söz konusu yelpazenin tutarlı demokratik mücadele ve militan mücadele pratiğinde zayıf olduğu, önemli bir muhalif kesimin burjuva mecrada olduğu unutulamaz. Ancak genel olarak devrimci mücadelenin gelişmesine uygun toplumsal siyasi şartlardan söz edilebilir. Faşist baskıların tırmanmasının bir nedeni de, bu şartlar ve devrimci mücadelenin gelişme eğilimidir. Faşist baskıların kendi burjuva yasa ve hukuksal zeminden yoksun olarak gelişmesi bu iktidar döneminin tipik bir özelliğidir. Mevcut iktidar sözcülerinin kendi anayasalarını tanımama tavırları ve hatta bunun cumhurbaşkanı düzeyinde ifade edilmesi düzenin çürümüşlüğünü ortaya sererken, uygulanan faşist baskıların tam bir pervasızlık içinde geliştiğini kanıtlayan gerçektir. Kendi yasalarını tanımayan bu hukuksuz keyfiyetçi yönetim faşizmi DHF’ye dönük saldırılarda da çıplak biçimde görülmektedir. DHF’nin değişik kurum ve örgütlenmelerine yönelik gerçekleştirilen baskı ve tutuklama saldırıları tamamen keyfiyetçi temelde ve hukuksal zeminden yoksun yürütülmektedir. En son Dersim’in Xozat ilçesinde yaşanan provokasyon ve tutuklamalar tam da bu zeminde gelişmektedir. Bura demokratik kurumu çalışanlarının gözaltına alınıp tutuklanma talepleriyle mahkemeye sevk edilme gerekçeleri bu keyfiyetçi pervasız baskıların bir halkası durumundadır. Ne var ki, tüm baskılara karşın demokratik irade tutarlı bir tavırla baskılara göğüs germektedir. Hangi yerelde ve hangi gerekçeyle olursa olsun, demokratik kurum ve mücadelelere dönük faşist baskılar kesinlikle bütünlüklü bir karşı koyuşla püskürtülmelidir. Her yerdeki demokratik mücadelenin sahiplenmesi ve faşist baskılara karşı mücadelenin geliştirilmesi vazgeçilmez bir görev ve demokratik tavrın doğal davranışıdır. Demokratik mücadeleden geri adım atılamaz, faşist baskılara taviz verilemez. Bu vesileyle, direnen Kürt ulusunun yanında olduğumuz gibi, Xozat halkı ve demokratik mücadele kurumlarının yanında olduğumuzu ifade ediyor, tüm direniş ve mücadeleleri selamlıyoruz.
06
güncel analiz
01-15 MAYIS 2016 Halkın Günlüğü
Hızla gelişen toplumsal hayat, kendi türevi veya parçası olan ideoloji ve teoriyi etkiler. Düşünceler değişen zamanın özelliklerine paralel bir özellik ve muhteva kazanır. Değişmeyen, gelişmeyen ve zamanın devrimci ruhunu yakalayamayan teori ve politikalar birer dogmaya dönüşür. Bu durumda eski, insanların sırtına binen ağır bir yük ve devrimcileşmeyi engelleyen başlıca faktöre dönüşür. Çürüme ve yozlaşma bu tip durumlarda bir iç olgu olarak kendini hissettirir. Eskinin ruhu bir hayalet gibi insanların sinesine çöker ve insan zaman dışı bir yerdeymiş gibi eskiyi sayıklar durur. Tekrardan tekrar çıkarmak bir ayeti rasyonelleştirme yöntemine döner. Bunu yapanlar, kendilerini zamanın en keskin devrimcileri olarak görür. Kendileri gibi teori ve siyaseti dogmaya indirgemeyenleri dinden çıkmış sapkınlar olduğunu düşünür
V
ahiy ile bilgi arasındaki fark, birinin sorgulanabilir diğerinin ise sorgulanamaz olmasıdır. Bilgi, kendi nesnesi ile ne tür bir bağ içinde olduğu ve kendi nesnesini ne ölçüde dile getirdiği kapsamında değerlendirilir. Ve bu kapsamda geliştirilebilir, değiştirilebilir bir özelliğe sahiptir. Eğer bilgi ile nesnesi arasında doğru olmayan bir orantı varsa, burada bizzat kavram olarak bilgi ile nesnesinin doğası arasında bir gözlem ve benzeri yollar ile bu durum açıklığa kavuşturulup, düzeltilebilir. Nesnenin doğası uygun tarzda öznenin yaklaşımları ile gözden geçirilerek, bilginin kendisi sorgulanabilir ve düzeltilebilir. Burada bilginin zenginleştirilebilir ve değiştirilebilir yolu açıktır. Bu manada belirli bir bilgi oluştuğu ilk ana çakılı kalmaz, tersine o andan itibaren olgunlaşarak yoluna devam eder. Nesnelerin tarihi aynı zamanda bilginin ve kavramın da tarihidir. Bu nesne bizzat doğa olabileceği gibi, toplumun kendisi de olabilir. Hatta kavramın kendisi de bilginin objesi olabilir. Bir partinin kendisi, tarihinden bir kesit nesneniz olabilir. Neye yönelmişseniz, neyi araştırma konusu yapmışsanız nesneniz odur. Dolayısıyla bilgi, bilim oldukça ayrışmış ve farklı alanlarda uzmanlık gelişmiştir. İlkel düşünceden bugünkü bilgi aşamasına düşüncenin serüveni hayli zengindir. Bilgi tartışmaya, eleştiriye açıktır ve bu yolla boyutlanır, anlam ka-
Devrimci teorinin önemi zanır, kendini aşar. Toplumun farklılaşmasına bağlı olarak içerikler alır. Devrimci, muhafazakâr gibi... Ama bir başka bilgi türü olan mitolojik inançlar, dinler ise anlattığımız yukarıdaki bilgiden farklıdır. Bu bilgi türleri inanca dayanır. Büyüklerden sonrakilere gelenek yoluyla, sorgusuz-sualsiz geçer. Tartışmaya ve sorgulanmaya kapalıdır. Özümsetilirler, ezberletilirler, dikte ettirilirler. Bu anlamda tarihte bir evrimi olsa da, bu evrim diğer bilgi türleri gibi değildir. Yeni nesiller, mitolojide tasavvur edilen canlı doğa ve tanrılaştırılmış figürler hakkında akıl yürütmez. Sadece var oldukları, kendilerine ulaştığı biçimiyle savunurlar. Bunlar hakkındaki akıl yürütme bunları rasyonelleştirmeden ibarettir. Herkül neden güçlüdür? Düzgün Baba neden keramet sahibidir? gibi sorular sorulamaz ve bunlara cevap aranamaz. Sadece Herkül'ün gücü ile Düzgün Baba'nın kerameti hakkındaki düşünceler insanlara aktarılır ve bu aktarım kendi koşulları içinde makul bir
rasyonellik kazanır. Kuşkusuz bu inanç türlerinin neden doğduğu ve kendini uzun süre nasıl koruduğunun bilgisi, bu inanç alanın dışında bu alanları inceleyen bilgi alanlarından gelmektedir. Yüksekten serbest bırakılan bir nesne neden ve nasıl olur da düşer? diye bir sorgulama yapılabilir ama tanrı neden gözükmez ve nasıldır? şeklinde bir sual olamayacağı gibi, bu tür sualler, bu bilgi alanı içinde ayrıca günah olarak kabul edilir. Bu alandaki bilgi mutlak ve değişmezdir. Bu alan içinde tanrının tarihi yoktur ama bu düşüncelerin oluşmasında insanlık tarihinin serüvenini inceleyerek, tanrı fikrinin oluşmasının tarihini kayıt edebilirsiniz. Dogmaların tarihi dini kavramlara gömülmüştür. Tamamen metafizik bir akıl yürütme üzerinde yürür. Tümdengelim mantığıyla rasyonellik kazanır. Ve yeni bir bilginin kapısını aralamaz. Tekrardan, totolojiden ibarettir. Böyle olmasına rağmen, toplum içinde yaygın kabul ve etki alanı vardır. Kuşkusuz geleneksel düşünce biçimleri,
zamanla faklı işlevler kazanabilirler. Geleneksel düşünce tarzları halk kitleleri üzerinde etkilidir. Geleneksel tarz düşüncenin ilerisine geçebilmek zahmet gerektiren, uğraş gerektiren bir özelliğe sahiptir. Bu zahmetli iş, maalesef biz devrimciler tarafından büyük oranda burjuvazinin kendisine bırakılmıştır. Burjuvazi de entelektüel alanı kendi sınıf çıkarları doğrultusunda hegemonik bir baskı unsuru olarak kullanmaktadır. Ezilen kitleler, geleneksel düşünce ile burjuvazinin bu baskısı arasında boğulmaktadır. Devrimci hareketler de kitleselleştikçe, kendi çevresinin etkisi ve düşünce biçimlerinden kaçamaz bir pozisyona gelir. Eğer devrimci bir yükseliş içinde değillerse, kendi çevresinin prangalarına tutulurlar; onların hoşuna gidecek politik bilgi üretimi yaparak, geleneksel düşünce tarzlarının esiri olurlar. Ve burada dinde olduğu gibi teoriyi bir dogmaya çevirme eğilimi gelişerek güçlenir. Ve öyle bir noktaya gelir ki bu durum, dev-
01-15 MAYIS 2016 Halkın Günlüğü
rimci önderleri de esir alır. Eğer önderler, entelektüel alanı devrimci bir eylem mevzisi olarak geliştirmeyi beceremezlerse, giderek kendileri de sıradanlaşır. Şu veya bu kurumda önder olmak, devrimci düzlemin her alanında önderlik vasfını kendiliğinden doğurmuyor. Ayrıca Hızla gelişen toplumsal hayat, kendi türevi veya parçası olan ideoloji ve teoriyi etkiler. Düşünceler değişen zamanın özelliklerine paralel bir özellik ve muhteva kazanır. Değişmeyen, gelişmeyen ve zamanın devrimci ruhunu yakalayamayan teori ve politikalar birer dogmaya dönüşür. Bu durumda eski, insanların sırtına binen ağır bir yük ve devrimcileşmeyi engelleyen başlıca faktöre dönüşür. Çürüme ve yozlaşma bu tip durumlarda bir iç olgu olarak kendini hissettirir. Eskinin ruhu bir hayalet gibi insanların sinesine çöker ve insan zaman dışı bir yerdeymiş gibi eskiyi sayıklar durur. Tekrardan tekrar çıkarmak bir ayeti rasyonelleştirme yöntemine döner. Bunu yapanlar, kendilerini zamanın en keskin devrimcileri olarak görür. Kendileri gibi teori ve siyaseti dogmaya indirgemeyenleri dinden çıkmış sapkınlar olduğunu düşünür. Politika ve politikanın konusu olan ana hatları değişmez sabitlere indirgeyen anlayışlar, anakronik çıkmaza saplanır. Örneğin, sosyo-ekonomik bir yapıyı değişmez bir sabite indirgemek, devrim ve ittifak güçlerini değişmez olan politik bir sorun olarak görmek, mücadele eksen ve yollarını sabit durağan bir şey olarak algılamak, parti programlarına taşlaşmış esnek özelliği olmayan bir mana yüklemek, strateji ve taktikleri değişen koşullardan bağımsızmış şeklinde algılamak gibi… Örneğin, “Ülke kapitalisttir” tespitine karşı, ‘Ne zaman devrim oldu?’, ‘Emperyalizm kapitalizmi nasıl geliştirir?’, ‘Emperyalizm ilerici midir?’ gibi Aristocu bir mantıkla karşılık verilir. Kendi içeriği üzerinde manasız kalan bu sorular, emperyalizmi kapitalizm değilmiş ya da kapitalizm gittiği yerde kapitalist ilişkiler dışında farklı bir ilişki geliştirirmiş anlayışından kaynaklanmaktadır. Bu akıl yürütme tarzının ne kapitalizmin doğasının anlaşılması ne de diyalektik bir uslamlamayla alakası vardır. Emperyalizm, bu manada kapitalizm bir dünya sistemidir. Emperyalizm ne kadar gerici ise kapitalizm de o kadar gericidir. Kapitalizmin dünyada yayılması, gittiği yerlerde kapitalist ilişkilere neden olması ilericilik değildir. Yüz, iki yüz yıl öncesinin argümanlarıyla bugüne açıklık getiremeyiz. “TC kapitalisttir” dendiğinde, ‘Emperyalizm ilerici midir?’ şeklinde bir akıl tutulmasına düşmek, kapitalizmin “iyi” bir şey olduğunu savlamak ve onu olumlamak anlamına gelir. Bu manada kapitalizmin tüm “kötülük”lerin kaynağı olduğunu biliyor ve dolayısıyla yadsıyoruz. Bir ülkenin kapitalist olması, onu kapitalist yapan etkenlerin “iyi” olduğu derecelendirmesine tabi tutulmasını gerektirmiyor. Keza bir ülke siyasal üst yapısında kapitalizm ve piyasasına yönelik kolaylıklar sağlaması, bu temelde yasal kolaylıklar oluşturması, o siyasal yapıyı ne devrimci ne de ilerici bir rol sahibi yapar. “TC” de “Cumhuriyet” kurulduğu günden itibaren burjuva karakteristik bir üstyapı modelini esas almıştır. Bu özelliği gereği kapitalist ilişkilerin gelişmesine açık bir tarafı olmuştur. Dönemsel her kriz ve rejim değişikliği feodalizmin değil kapitalizmin gelişmesine vesile olmuştur. Bunlar veri olarak ölçülebilir, kanıtlanabilir durumdadır. Devrimci teorinin özünün anlaşılmaması veya teorinin gücünü dindeki gibi bir dogmaya indirgenmesinin yarattığı sonuçlardan bu tür körlükler doğar. Genelde tüm çalışma alanlarımızda bu tür yöntemsizlikler ve devrimci teori ve politikanın öneminin küçümsenmesi sonucu bir dizi sakatlıklar oluşmaktadır. Sorun sadece bir sosyo-ekonomik yapıya yaklaşımla ilgili değildir, sorun tüm konulara indirgenebilir. Eğer devrimci bir teori ile kuşanmamış iseniz “pratik” dediğiniz alanda karanlıkta yürür gibi yürürsünüz. Kazanılmış alışkanlıklar üzerinden bir pratik faaliyet yol açıcı olamaz.
güncel analiz
07
İnsiyatif al, öne çık, cüret et,mücadeleyi büyüt Oturanın ayağa kalkması, ayağa kalkanın yürümesi, yürüyeninse gün itibari ile artık koşmaya başlaması elzem bir görevdir. Ancak ve ancak en hızlı koşanlardan, en yavaş yürüyenlere herkes ama herkes tempoyu biraz daha arttırdığı takdirde süreç lehimize gelişebilir. Oturan koşmayı hayal etmekle kalmamalı, bunu aynı anda pratiğe geçirmelidir. Gerisi tatminkârlık ya da gerçek olmayan sahte bir dünyada yaşamaktan öteye gitmez İçerisinde bulunduğumuz zaman diliminin tarihsel önemine daha önceki yazılarımızda çokça değinmiştik. Tekrardan bu hususun önemine dikkat çekmeyi beyhude bir çaba olmaktan ziyade bir sorumluluktan daha fazlası olarak nitelendirmemiz gerektiğini şimdiden belirtelim. Zira böylesi önem arz eden bir süreçte ezilen yığınların hâkim kliklere karşı verdiği mücadelenin lokomotifi olma sorumluluğu, gerçekliği kuşkusuz ki gençliğe düşmektedir. Kıssadan hisse gençliğin olmadığı daha doğrusu tali ya da daha geri planda olduğu bir mücadele anlayışı düşünülemez. Her şeyden önce mevcut dinamizmiyle nitelik ve nicelik olarak toplumun diğer katmanlarına göre tabii olarak bir tık önde olma özelliği ile tarihin her döneminde gençlik, bütün toplumsal mücadelelerin içerisinde olmaktan ziyade bu mücadelelerin baş aktörü olmak gibi bir gerçekliği de beraberinde getirmektedir. Yaşadığımız coğrafya üzerinde ise tüm yaşanan tahakküm ve faşizme karşı gençliğin içerisinde en aktif bir biçimde yer alacağı mücadeleler kaçınılmazdır. Ki hâkim klikleri azami kertede teyakkuz durumuna sokacak mücadeleler elbette ki onların bir tavşandan daha hallice olan yüreklerini zangır zangır titretecektir. Dönüp biraz geçmişe baktığımızda bu durumun daha önceki dönemlerde de defalarca kez yaşandığını rahatlıkla görebiliriz. Zira çok uzaklara bakmaya gerek yok, tarihimizde bunun örnekleri defalarca kez yaşanmış olup gençlik mücadelesinin nasıl olması gerektiğine dair örnekler çokça mevcuttur. Kaldı ki reddi miras şöyle dursun, bu mirası başımızın
üstünde taşımak boynumuzun borcudur. Bugün haklıyla haksızın kavgasını değişim dönüşüm ilkesinin nimetlerinden sonuna kadar yararlanarak balkondan izlemek şöyle dursun, balkon duvarına açtıkları delikten izleyenler, yahut camını çerçevesini kapatıp kendini odalara kitleyerek sessizce alkışlayanlar ve bana bir şey olmasıncılarla beraber kafe köşelerinde pinekleyerek daha çok halkçı kaygılarla her mücadeleye burun kıvırıp örgütlü mücadeleyi boş bir uğraş olarak görenler toplamı elbette ki öne çıkmayı da, inisiyatif almayı da ve tabii olarak mücadele vermeyi de “ahmaklık” olarak görecektir. Bu tarzın en somut örneklerine devrimci ve emekçi semtlerde sıkça rastlayabiliriz. Yazının kapsamı elbetti ki bu tipolojiyi kapsamıyor. Bizim kapsamımız daha çok örgütlü mücadelede ısrar eden ve örgütlü mücadele yürütme potansiyeli taşıyan tüm halk, sınıf gençliği ile sınırlıdır. Bu sınırın da ucu bucağı yoktur Koşullar itibari ile süreç her zamankinden daha çok gençlik hareketlerine, dolayısıyla gençliğe ihtiyaç duymaktadır. Bu doğrultuda başta örgütlü yoldaşlarımız olmak üzere işçi, işsiz, semt, öğrenci bir bütün tüm halk gençliği topyekûn olarak ileri çıkmak, inisiyatif ve irade olmak durumundadır. Konumumuz ve durduğumuz nokta ne olursa olsun bir adım bile ileri adım atmak, öne çıkmak devasa derecede önem arz etmekle birlikte beraberinde muazzam bir sorumluluk getirmektedir. Daha net ifade edecek olursak; oturanın ayağa kalkması, ayağa kalkanın yürümesi, yürüyeninse gün itibari ile artık koşmaya başlaması elzem bir görevdir. Ancak ve ancak en hızlı koşanlardan, en yavaş yürüyenlere herkes ama herkes tempoyu biraz daha arttırdığı takdirde süreç lehimize gelişebilir. Oturan koşmayı hayal etmekle kalmamalı, bunu aynı anda pratiğe geçirmelidir. Gerisi tatminkârlık ya da gerçek olmayan sahte bir dünyada yaşamaktan öteye gitmez. Lakin yaşadığımız her şey gerçeğin tam da kendisidir. Zira gerçeğe hayalle karşılık vermek peşinde olanlar günün Don Kişotları olup yel değirmenleriyle mücadele edebilirler. Salt hayallere sınırlandıracak bir düşümüz yok. Hayaller gerçekle taçlandığı zaman haksız mağlup haklı galip gelecek, çağlar karanlık çağlar olmaktan sıyrılıp birer altınçağ olacaklardır. Tercih hakkı egemenlerin değil bizlerindir. Ancak ve ancak bizler istersek kazanacağız. O halde daha da ileri!
08
analiz
01-15 MAYIS 2016 Halkın Günlüğü
AKP diktatörlüğü ve bir egemenlik çizgisi olarak dini gericilik Dinci gericilik ve ırkçılığı geriletecek tek silah, ezilen sınıf ve halkların devrimci mücadelesidir. Sınıf çıkarları ekseninde buluştuğumuz devrimci mevziler, egemenlerin bu beyhude çabalarını parçalayacaktır. Gezi’de inananların ibadet hakkının bizzat “inanmayanlar” tarafından güvence altına alınması buna örnektir. Yine TürkiyeKuzey Kürdistan’ın birçok alanından şoven, Kemalist, milliyetçi, dinci gericiliğin hüküm sürdüğü bölgelerden gelip sınıf çıkarları ekseninde birleşen Tekel, Metal İş, Maden işçi direnişleri buna örnektir. HES’lere, doğa katliamlarına karşı tavır alan halklarımızın duruşu buna örnektir. Sosyal çatışmaların sınıfsal çıkarlar ekseninde derinleştirdiği mücadele karşısında hiçbir güç duramaz. Dizginleme ve geciktirme olsa da, toplumsal gelişmelerin yönünü sınıfsal çelişkiler belirlemektedir. Devrimciler ve komünistler olarak bu süreci hızlandırmak, bu sürece yön vermek ve önderlik yapmak, tarihsel rolümüzdür Sınıflı toplumlar tarihiyle birlikte, gerici sınıfların elinde bir egemenlik aracı olan din konusunda, ilerici insanlığın, ilk doğru konum alması, Marks ve Engels’le olmuştur. Toplumsal ve siyasal ilk bilimsel çözümleme ile bu iki büyük ustanın, insanlık tarihinde açtığı çığır, dinin gerici egemenlikler tarafından, nasıl ve niçin kullanıldığı konusunda, tarihsel bir çığırdır. İdeoloji, düşünce, manevi kültürel üretim ve bilincin formundan biri olarak din, maddi üretimin koşullandırdığı toplumsal ilişkilere denk düşen bir üst yapı kurumu olarak, Marks ve Engels’te, sistemli olarak tanımlanmıştır. Ezilen halk yığınlarına karşı, gerici egemen güçlerin elinde “kutsal” itaat kıblesi olan din, Marksizm’in kuramcıları bu iki önder tarafından, gerici kutsal manüpilasyondan kurtarılmış, sınıf ilişkileri ve bu sınıf ilişkilerinin gerici egemenlik alanlarının dışında değerlendirilmemiştir. Engels’in,
inanç formları ne kadar değişirse değişsin, “din kılığına girmiş” gerici güçlerin sınıf çıkarlarının değişmeyeceği belirlemesi, sınıflar mücadelesi tarihi olan insanlık tarihinin, onayladığı tarihsel bir gerçektir. Marksistler açısından bu tarihsel gerçekligin iki boyutu vardır: Birinci olarak; kurulu gerici sınıfların egemenlik aracı olan devlet kurumunu meşrulaştıran, halk yığınları nazarında sınıflar üstü “kutsal” bir öge haline getirmenin aracı olarak din,(Türkiye-Kuzey Kürdistan açısından, klasik Kemalist diktatörlükten, günümüz AKP-Erdoğan diktatörlüğü nazarında merkezileşmiş Türk-Sünni İslam paradigmalı “hilafet” faşizmine kadar, Diyanet kanalıyla yeniden üreterek güncelledigi dini gericilik gibi) ve ikinci olarak; pek çok “muhalif” momenti temsil eden yıkıcı niteliğiyle din. Gerici egemenlik momentiyle ya da bazı “muhalif” güçlerin elinde yıkıcı momentiyle, devrimci sınıf mücadelesi açısından, dinin bir önem taşımadığı Marksistler açısından açıktır. Ki bu tarihsel bir gerçek olmasaydı, materyalist teori ve pratikte yabancılaşmanın bir ürünü olarak, sermayenin çıkarlarına koşut bir zeminde değerlendirilmezdi. Marks’ın genç Hegel’ciyken “halkın afyonu” olarak tanımladığı ve Alman İdeolojisi’nde maddi temellerine oturttuğu din olgusunu, ezilen halkların “inancı” olarak var olan toplumsal rolünü tartışma dışında tutuyoruz. Ki bu haliyle dahi din, gerici sınıfların “değeri” olarak, çözümsüzlük girdabında sürüklenen örgütsüz halk yığınlarına nüfüz etmiştir(İnsanın ilkel yaşamından bu yana, doğaya ve doğal olaylara hâkim olamadığı süreçlerde, çözümsüzlügünü ve yetersizliğini doğaüstü olaylarla açıklayarak yarattığı totem, doğaüstü güç olarak din, ayrı bir değerlendirme konusudur ve konumuz babında güncel olmadığı için burda değinmiyoruz.) Bunun dışında, özellikle ulusal-dini motifli bazı mücadelelerde, din olgusu muhaliflerin elinde güdük demokratik bir rol oynasa da,(Roma İmparatorluğu’na karşı Hristiyanlık, Almanya köylü savaşlarında efendilere karşı geliştirilen protestolar, 20.yy da Latin Amerika’da gerilla hareketlerini destekleyen bazı kilise ve din adamları, Şeyh Sait isyanındaki dini motif gibi),tarihsel ve güncel olarak din, egemenlik ve “muhalefet” erki olarak, gerici bir araç olarak kullanılmıştır. Somut olarak bugün, Ortadoğu başta olmak üzere, dünyanın birçok coğrafyasında, emperyalist ve bölgesel gerici devletlerin elinde din nasıl bir egemenlik rolü oynuyor-
sa, aynı biçimde cihadist örgüt ve örgütlemelerin elinde de din aynı gerici rolü oynamaktadır.
Egemen sınıfların hizmetinde gerici bir silah olarak din! Bir toplumsal düzende belirleyici ve aslolan hangi sınıfın egemen olduğu gerçekliğidir. Prolateryanın sınıf egemenliği ile burjuvazinin sınıf egemenliği arasında, taban tabana farklılık vardır. Prolaterya, tarihsel koşulların zorunluluğu gereği kullanmak zorunda kaldığı sosyalist devlet modelini, sınıfsız topluma ulaşmanın aracı olarak ele alırken, burjuvazi ve özgün tarihsel koşullardaki ittifak gücü gerici sınıflar ise, gerici devlet modelini baki bir egemenlik aracı olarak kullanmaktadırlar. Bunun şu ya da bu biçimde olması, verili ve olgunlaştığı tarihsel koşullar dâhilinde önem taşısa da, bu gerici sınıf egemenliğinin kendisi, sınıfsal özünün niteliğidir. Toplumsal dinamikler ve geniş yığınlar üzerinde otoriterleşme ve gerici güçlerle merkezileşme, her özgün koşullara göre sınıfın çıkarları belirlemektedir. Yani, bugün kapitalizmin dünya çapındaki derin bunalımı ve bunu tamamlayan emperyalist hegomonya savaşları(bölgesel savaşlar), dünya çapında burjuvazi ve gerici işbirlikçilerini, genel bir faşist otoriterleşmeyle iktidarlaşmaya götürmüştür.
Dünya genelinde egemen gerici güçler, ekonomik ve sosyal haklara saldırıyor, geniş emekçi yığınları daha zor yaşam koşullarına itiyor. Ve bütün bu otoriter rejim uygulamalarına karşı kitlelerin olası mücadelesini engellemek için, özgürlükler kısıtlanıyor, baskı yasaları bir bir devreye konuluyor. Düzene muhalif kesimlerin krimanilize edilmesi ve geniş kitlelerle bağlarının kesilmesi, bazı “kutsal” kavramlar üzerinden gerçekleştirilmesi son derece kolaydır. Irkçılık boyutunda ele alınan milliyetçilik ve sınıflar üstü “toplumsal birlik projesi” olarak din, egemenlik tesisinde stratejik kirli bir silahtır. Dünyanın, esas olarak bölgesel çatışmalar üzerinden emperyalist savaş ve hegomonya çatışması içinde olması, aslında gerici bir otoriteleşmenin kaynağıdır. Kısa bir istatistik olarak, son on yılda milyonlara varan insan bu gerici savaşlarda canını yitirmiştir. Keza yine milyonların açlık, yoksulluk, yaşam ve barınma alanlarından mahrum olması, bu genel gerici çatışmaların çarpıcı özetidir. Emperyalistkapitalist krizin güncel olarak görece seyrettiği kriz koşulları, gerici egemenliğin otoriter önlemlerinin temel bahanesi haline gelmektedir. Savaş kavramıyla yanyana konulan “terör ve terörle mücadele”, emperyalistlerin ve bölgesel
01-15 MAYIS 2016 Halkın Günlüğü
gericiliklerin genel bir ifade kalıbıdır ve özü; ezilen halkların, mazlum ulusların özgürlüklerine -yaşamsal doğal haklarına- karşı topyekûn savaştır. Bu savaş konseptinin, tarihsel ve güncel olarak, emperyalist-kapitalist egemenlik çizgisinde merkezileştirdiği kavramlardan biri de; ırkçılık ve din olgusudur. Hemen hemen bütün ülkelerde, sağ ve ırkçı siyasal parti ve kurumların, o ülkenin resmi din ideolojisine göre örgütlenmesi ve adlandırılması, bir tesadüf degildir. Egemenlerin siyasal iktidar dümenine oturtulan dinsel gericilik, bağnaz siyasetlerin, faşist uygulamaların uygulanmasında, kitleleri uyutmada, gerici siyasetlere dayanak yapmada çok önemli bir araçtır. Dünya ölçeginde, Hristiyan, Yahudi, “ılımlı İslam” gibi dini inançlarla kurulan gerici siyasal partiler ve bunların din olgusu üzerinden sisteme yedeklediği geniş halk kitleleri gerçeği, bugün toplumsal bir gerçekliktir. Ve bu durum lokal bir mesele değildir. Emperyalist-kapitalist egemenlik çizgisidir. Ulusal milliyetçiliğin en gerici hali olan ırkçılık ve egemen din olgusu üzerinden, sermayenin sınırsız ve kuralsız faşist uygulamaları, aynı zamanda sınıfsal çelişkileri zayıflatma rolü de oynamaktadır. Güncel bir örnek olarak, “Finans kapitalin en gerici, en bağnaz ve en emperyalist unsurlarının açık zorba diktatörlügü olarak faşizmin” (Dimitrov), üzerinde şekillendiği toplumsal zemin, sınıflı toplum gerçeğidir. Üretim ilişkileri, üretici güçlerin konumlanışı ve üretim biçimi gibi temel unsurların durumu ele alınmadan, egemenlik olgusunun niteliğini tanımlamak anti-Marksist bir yaklaşımdır. Gerici egemenlikler din olgusu ile bu toplumsal zemin üzerinden şekillenen ve merkezileşmesiyle birlikte toplumu
üstyapısal olarak kendisine göre değiştiren, örgütleyen gerici egemenlik anlayışını sınıf çelişkilerinin dışında tanımlayarak, toplumsal kamplaşmayı din, ulus, millet gibi kavramlar üzerinden yapmaktadırlar. Çünkü bu üstyapısal kavramlar geniş yığınları sisteme bütünleşmiş etmede başat rol oynayan kavramlardır. Emperyalist-kapitalist saldırganlık ve hegomonya, bu kavramlar üzerinden ifade edilen “kutsal çıkarlarla”, geniş halk yığınlarına kabul ettirilmektedir. Emperyalist-kapitalist sistem ve ittifakı konumundaki bilumum gericiliklerin bu manüpilasyonu yaratması ve yaratılan bu manüpilasyonun arkasından örgütsüz yığınların sürüklenmesi anlaşılır bir durumdur. Ama devrim, sosyalizm ve aydın olma adına bazı kişi ve kurumların, kavramsal düzeyde bu anlayışı güçlendiren kavramlar üretmesi, hâlihazırda bir sorun olarak durmaktadır. “İslam faşizmi”, “Yahudi faşizmi” gibi inanç ve millet ögeleri üzerinden ifade edilen tanımlama, faşizmin ve diger gerici egemenlik tarzının sınıfsal niteliğini yadsıyan tanımlamalardır. Bu anlamıyla, sorunu sınıfsal çelişkilere göre tanımlamak, sınıf çelişkilerine göre toplumsal çelişkileri çözebilmenin neşteridir. Devrimci olan da sadece bu tarzdır. Emperyalist-kapitalist gericiliğin, egemenliğini ve çıkarlarını tesis ederken, dini bir araç olarak kullanması ve din üzerinden kitleleri kendi çıkarlarına göre şekillendirmesi konusunda, insanlığın tarihsel hafızasından çarpıcı bir alıntı yerinde olacaktır. Jomo Kenyatta 1963-1964 yılları arasında Kenya’nın ilk başbakanıdır. 1953 yılında Kenya mahkemesinde yargılanıp 7 yıl hapis cezasına çarptırıldığı son duruşmasında son sözü, gericilikle derin bir hesaplaşmanın özetidir: “Avrupalılar geldiklerinde onla-
analiz rın elinde İncil, bizim elimizde ise topraklarımız vardı. Bize gözlerimizi kapatıp dua etmeyi öğrettiler. Gözlerimizi açtığımızda baktık ki İncil bizim, topraklarımız ise beyazların elindeydi.”
Tarihten beslenen toplumsal bir proje olarak dini gericilik ve AKP-Erdoğan diktatörlüğü! Türkiye-Kuzey Kürdistan’da siyasal bir güç olarak dinsel gericiliğin örgütlenmesinin tarihsel bir süreci vardır. Her şeyden önce meseleye bu tarihsel kökleriyle bakmak, aynı zamanda Türk egemenlik sisteminin dayanaklarını da ortaya çıkaracaktır. Türk egemenlik sisteminde, sermayenin ve emperyalist güçlerin, çıkarlarının özgün tarihsel koşullarına göre, hâkim klikler arasında bir değişim yaşansa da, dinsel gericilik siyasal bir güç olarak başından sonuna kullanılagelmiştir. İttihat Teraki, “Cumhuriyet” ve bu sürecin merkezi egemenlik tarzı klasik Kemalizm, TürkSünni İslam sentezli egemenliktir. Türk ırkçılığı ve Sünni İslam paradigmalı “Cumhuriyet” projesi, Ermeni Soykırımı, Kürt, Rum, Süryani, Alevi katliamları ile toplumu bu ırkçı zihniyetine göre şekillendirmek istemiştir. Dini gericilik, bu şekillendirmede temel argümandır ve Sünni İslam’a biat üzerinden hayata geçirilmiştir. Alevilik başta olmak üzere, diger inanç gruplarına karşı geliştirilen kültürel soykırım, resmi devlet dini Sunni İslam’ın sosyal tabanıyla gerçekleşmiştir. Farklı ulus, azınlık ve inanç gruplarına karşı cihat çağrıları ve seferleriyle yüzlerce katliam yapan Türk devlet egemenliği, bura üzerinden yakaladığı avantajı gelişen sosyal kurtuluş mücadelelerine karşı da etkili kullanmıştır. Yani öz tabirle, Türk egemenlik sistemi, Türkiye-Kuzey Kürdistan’da gelişen tüm sosyal ve ulusal kurtuluş davaları karşısında, dinci gericiliği bir dalgakıran olarak etkili kullanmıştır. Devletin içinde bir kuvvet olarak örgütlenen Diyanet ile birlikte, resmi olmayan yollarla toplumun en alt kademelerine kadar kurumsallaştırılan dini örgütlenmelerin yaygınlığı, Türk faşist egemenlik sisteminin bu meseledeki tarzını ortaya çıkarmaktadır. Cemaat ve Tarikatlar tarzındaki yaygın örgütlenme, gerici siyasal partilerin direk kurumlarıyla(Ülkü Ocakları, Alperen Ocakları, Türk İntikam Tugayları gibi) bütünleşmiş, gerici bir toplumsal ablukaya dönüştürülmüştür. Kuşkusuz bu proje sadece Türk egemenlik sisteminin projesi değildir. 1960 Erzurum Komünizmle Mücadele Derneği’nin başındaki Fethullah Gülen fenomeni, ABD’nin direk siyasal çalışmasıyla yaratılmıştır. 1960’lardaki sosyal uyanışa karşı bir önlem olarak CIA uzmanları tarafından faşist Türk egemenlik sistemiyle koordine içinde kurulmuştur. Askeri ve açık faşist uygulamaların yanında, dini gericiligin siyasette etkin kullanılması, Fethullah Gülen ve Nakşibendî, Süleymancılar, Cerrahi Tarikatı, Yahyalı Cemaati gibi
09
birçok cemaat ve tarikatın gelişip örgütlenme zemini yapılmıştır. Türk gerici egemenliği, mevcut toplumsal ve ulusal çelişkilerden hareketle, başını ABD’nin çektiği emperyalist güçlerin sunduğu reçetelerle, Türkiye-Kuzey Kürdistan’da kurumsal bir dinsel siyasal akım şekillendirmişlerdir. Komünizmle Mücadele Dernekleri’nden tarikat ve ceamaatlere kadar, Milli Nizam Partisi’nden MHP’ye kadar gerici siyasal kavram, kurumsal olarak tarihler boyu hep güncellenerek uygulanmıştır. Sorunun tarihsel ve politik anlamı açıktır. Kurulu gerici düzenin, sosyal ve mazlum ezilen ulusların ulusal uyanışına karşı, gerici faşist uygulamalarla önlemidir. Bundan dolayı dinsel gericiliğin Türkiye-Kuzey Kürdistan’da politik sahneye çıkışında, devrimci ve yurtseverlerin kanını dökmek vardır. 1969 Kanlı Pazar, 1 Mayıs katliamı, Maraş, Sivas, Dersim, Ağrı, Zilan katliamları, Ermeni soykırımı, Gazi, Ümraniye katliamları egemenlerin bu kanlı tarihlerinin bir parçasıdır ve her katliamda, etnik-ulusal kimlik ve ötekileştirilen inanç kesimleri üzerinden yaratılan gerici toplumsal kamplaşma kullanılmıştır. Ve yine 27 Mayıs,12 Mart,12 Eylül gibi askeri cunta koşullarından, mevcut parlementer sistemin sürdüğü sürece kadar, devletin tüm yönetsel kurumları, dinci gericiliği siyasal bir güç olarak kullanmışlardır. Dinci gericilik siyasal güç olarak kullanıldığı gibi, dinci gericiliğin örgütlü kurumları, ulusal ve sosyal devrimci mücadeleye karşı, askeri militarize güçler olarak da kullanılmıştır. Sosyal ve ulusal kurtuluş savaşlarına karşı, “Ya Allah Bismillah-Allahu Ekber, Allah Allah” tekbirleriyle en gerici kafatasçı kesimlerle konumlanan faşiszm, tarihten aldığı “Tanrı Dağı Kadar Türk, Hira Dağı Kadar Müslüman” zihniyetinin güncellenmiş halidir. ‘90’lı yıllar Türkiye-Kuzey Kürdistan’da, işbirlikçi tekelci komprador burjuvazinin, iktisadi olarak kapitalist gelişmenin sonucu olarak hâkim hale geldiği süreçtir. Ve yine aynı süreç, ABD’nin başını çektiği emperyalist egemenliğin Ortadoğu için sürekli politikalar ürettiği bir süreçtir. Türkiye-Kuzey Kürdistan ve bölge için Büyük Ortadoğu Projesi’nin ana kodu; “ılımlı İslamcı” bir kimlikti. Hilafetin güncel şahsiyeti Tayyip Erdoğan bugünkü misyonuna ta o günlerde yapılan hazırlıklarla getirilmiştir. Erbakan’la Tayyip ikileminde Erdoğan’ın tercih edilmesi tesadüf değildir. Erbakan’la geleneksel orta sınıfın temsili olan dinsel gericilik, Erdoğan ve AKP rolüyle bu mahallî halden kurtarılacak ve “ılımlı İslam’a” model yapılacaktı. AKP ile dinsel gericilikte yaratılan sıçrama bu planın sonucudur. MÜSİAD ve TUSKON’la iktisadi olarak merkezileşen dinsel politik eğilim, Türk egemenlik sisteminde dolaysız komprador burjuvazinin siyasal temsilcisidir. Klasik Kemalizm’i tasfiye etmesi, bu tarihsel gelişmenin ürünüdür. YAZININ DEVAMI SAYFA 10’DA
10
kadın haber
YAZININ ÖNCELİ SAYFA 08-09’DA AKP-Erdoğan diktatörlüğü özgülünde merkezileşen işbirlikçi komprador Türk egemenlik sistemi, emperyalizme dayanak ve aynı zamanda emperyalizmden güç alan bir egemenlik sistemidir. Klasik Kemalizm’den farklı olarak, Türk ırkçılığının yerine Sünni İslam dinsel gericiliğini, siyasal iktidarının dümenine oturtması(her iki zihniyette Türk-Sünni İslam sentezlidir. Ama birinde Türk ırkçılığı baskındır, birinde İslami cihadistlik baskındır) devlet niteliğinde sadece biçim ve renk değişikliğidir. Öz aynıdır, faşizmdir. Sünni İslam dinsel gericiliğini egemenliğine dayanak yapan AKP temsilindeki burjuva gerici egemenliği, hem burjuva klikleri hizaya getirip devletin yeni sürecini dizayn etmede, hem de toplumsal dinamikleri denetim altına almada, dinsel gericiliği etkili olarak kullanmıştır. AKP-Erdoğan diktatörlüğünün iktidarlaşma süreci, üç stratejik ayaktan oluşmuştur. AKP, 2000’li yıllarda derinleşen toplumsal çelişkiler üzerinden, başını ABD’nin çektiği emperyalistlerin “Yeşil Kuşak” Projesi’nin çözüm planı olarak doğdu. Bu süreçte Türkiye-Kuzey Kürdistan halklarının üzerinde kapsamlı bir etkisi olan dini ve özgürlük-demokrasi söylemini kullanarak seçimler özgülünde “başarılı” çıktı. Tek başına hükümet olması, stratejinin ilk ayağıydı. İkinci stratejik ayak, devletin yeni sürece göre dizayn edilmesiydi. Ve aldığı toplumsal “destekle” de bunu gerçekleştirdi. Klasik Kemalizm özgülünde diğer burjuva kliklerin geriletilmesi, devletin AKP siyasal temsilinde hâkim hale gelmiş burjuva gerici kliğe göre merkezileştirilmesi, ikinci stratejik plandı. Ve en önemli stratejik plan olarak, Kürt ulusunun haklı mücadelesi başta olmak üzere, ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelelerini bastırmak ve egemenlik sistemini sağlamlaştırmaktı. Bu stratejik planlarda başarılı olmanın anahtarı, iktidara gelirken kullandığı gerici silahları, toplumun geneline yayarak toplumun genel kültürü, toplumun genel refleksi haline getirmektir. AKP-Erdoğan sultanlığının elinde bir egemenlik aracı olan dini gericiliğe göre, toplumun ilmek ilmek gerici ideolojiye göre örülmesi, bu stratejik planların sonucudur. Toplumun güncel ihtiyaçları, iş bulma durumu, eğitim koşulu ve fırsatları, barınma hakları, devlet bürokrasisindeki itibarlı çözümlerden faydalanma, yerel hizmetlerden faydalanma gibi tüm yaşam ve olanak yaratma haklarında “bizden” ya da “bizden olmayan” denklemi dayatılarak toplum taraf olmaya zorlanmaktadır. Kurulan vakıflar, “sivil” toplum kurumları, devletin resmi organları, toplumsal halk sınıf ve katmanlarına bu ikilemi dayatmaktadır. Yaşam hakları ve koşullarıyla topluma dikta edilen bu gericileşme, askeri, yargı, yürütme ve yasama organlarının uygulamalarıyla bir toplumsal kuşatmaya dönüşmekte, dinsel gericilik burdan topluma pompalanmaktadır. Kabul etmek gerekir ki, örgütsüz ve geri kitleler günlük kısa vadeli çıkarlar üzerinden bu gericiliği kabul etmeye hazır bir potansiyeldedir. Toplumun bu geri yanının faşist gericilik
tarafından kullanılması, bugün tehlikeli boyutlara varmış durumdadır. Kürt ulusal mücadelesi, sosyal kurtuluş davası ve inançsal hakları üzerine demokratik taleplerini ifade eden her toplumsal dinamiğin karşısına, ırkçı, şovenist, dinci gericiliğin etkisine alınmış geri yığınlar çıkarılmaktadır. “Dinci nesil yetiştirme” projesi AKPErdoğan diktatörlügünün elinde kirli bir silaha dönüşmüş durumdadırlar. “Dinci anayasa mı?”, “Laik anayasa mı?” tartışması ezilen halkların gündemi değildir. Türk egemenlik sisteminin bu iki gerici hali üzerinden yaratılan toplumsal kamplaşma, gericiliğin sınıfsal dokusunun topluma nüfüz etmesinden başka bir anlam içermez. Gerici dalgaya karşı çıkan tüm toplumsal dinamiklerin, linç girişimiyle karşı karşıya kaldığı bu tarihsel konseptte, halkların ve mazlum ulusların tavrı gericiliğin hangi türünün “tercih” olacağı sorunu değildir. AKP-Erdoğan diktatörlüğü, sınıfsal çıkarlarını farkında olmayan yığınlar üzerinden,stratejik planlarını uyguluyor ve toplumda dini gericiliği bir “kültür” haline getirerek nihai bir “zafer” elde etmek istiyor. Kürt ulusunun haklı ve meşru mücadelesini, şoven milliyetçiliği besleyen bir öge haline getirmektedirler. Yine dinsel gericilik, bu gibi, ulusal, sosyal toplumsal dinamiklerin mücadelesinin manüpile edilmesiyle doğan ortamdan beslenmektedir. Sorun açıktır. İlerici toplumsal dinamiklerin serpilip beslenmesi yerine, dinci gericiliğin kurumsallaştırılması, iktidarlarının bekası için gereklidir. Dinci gericilikle toplum her gün çürütülmektedir. AKP rejimi, kamusal ve toplumsal alanda “ahlaki” olarak çökmüş ögelerle, toplumu gerginlik siyaseti üzerinden “yönetmektedir.” Hırsız, katil, çocuk tecavüzcüsü, kadın katili ve tacizcisi toplumsal gerici bir eğilimler bugün devlet kurumları eliyle geliştirilmektedir. Diyanetin kadınlara, toplumsal ahlaka, çocuklara dair verdiği gerici fetvalar, bir yandan toplumda gerici dini dalgayı güçlendirirken, diger yandan kadın cinayetleri başta olmak üzere, birçok taciz ve cinayetlerin yaratıcısı olmaktadır. Dinci gericilik ve ırkçılığı geriletecek tek silah, ezilen sınıf ve halkların devrimci mücadelesidir. Sınıf çıkarları ekseninde buluştuğumuz devrimci mevziler, egemenlerin bu beyhude çabalarını parçalayacaktır. Gezi’de inananların ibadet hakkının bizzat “inanmayanlar” tarafından güvence altına alınması buna örnektir. Yine TürkiyeKuzey Kürdistan’ın birçok alanından şoven, Kemalist, milliyetçi, dinci gericiliğin hüküm sürdüğü bölgelerden gelip sınıf çıkarları ekseninde birleşen Tekel, Metal İş, Maden işçi direnişleri buna örnektir. HES’lere, doğa katliamlarına karşı tavır alan halklarımızın duruşu buna örnektir. Sosyal çatışmaların sınıfsal çıkarlar ekseninde derinleştirdiği mücadele karşısında hiçbir güç duramaz. Dizginleme ve geciktirme olsa da, toplumsal gelişmelerin yönünü sınıfsal çelişkiler belirlemektedir. Devrimciler ve komünistler olarak bu süreci hızlandırmak, bu sürece yön vermek ve önderlik yapmak, tarihsel rolümüzdür.
01-15 MAYIS 2016 Halkın Günlüğü
Din eksenli cinsel taciz ve tecavüz RİMA GÜNEŞ Çünkü genel eğilim ve dogmalara itiraz etmek, inanılan tanrıya isyan hükmündedir dolayısıyla “kadere de razı” olunmalıdır. Bu anlayışların yol açtığı suskunluk ve “kaderini kabulleniş” sonucu, bir çığ misali, birikerek devleşen sorunlar yumağı, psikolojik ve fizyolojik bakımdan hasta bireylerden oluşan, hastalıklı bir toplum yaratmaktadır Son günlerde kısmen tesadüf sayılabilecek bir şekilde ortaya çıkartılan, genelde İmam Hatip Okulları ile dinci vakıflar bünyesinde kadın ve çocuklara uygulanan sistematik taciz ve tecavüz vakalarının nedenlerini, konunun ciddiyeti ve önemi açısından bir daha tartışmaya açmak gerekiyor. Birey hak ve özgürlüklerinin “cemaatin Çıkarları”na feda edildiği, içe kapanık yaşayan toplum ve topluluklarda, taciz ve tecavüzlerin sır perdelerini aralamak pek kolay değildir aslında. Baştan söylemek gerekir ki; bu tür insanlık dışı istismar olayları sadece Müslümanlık inancıyla ilişkili tarikat ve benzeri yapılanmalarda ortaya çıkmıyor. Daha çok dini referansları temel alarak oluşturulan gerek cemaat-tarikat yapılanmaları gerekse de bu referanslar ekseninde kurumsal faaliyet yürüten bütün oluşumlarda, istismar vakalarının bir “terbiye etme” yöntemi olarak kullanıldıkları anlaşılıyor.
Bütün zihinsel aktivitelerini kadını aşağılama ve yok sayma üzerine inşa etmiş, kadının birey olarak kabul ve saygı görmediği, cemaattarikat benzeri yapılanmalarda kadın ve çocuklar, her türlü saldırı ve şiddet sarmalının merkezinde yer almaktadırlar. Çocuklara uygulanan dayak, falaka gibi şiddete dayalı istismarın, İslami eğitim sistemlerinde geçmişten günümüze kadar kullanılan bir “adam etme” “hizaya getirme” yöntemi olduğu hepimizin malumu. Dahası çocukların bir meslek öğrenimi için usta zanaatkârlara teslim edilirken “eti senin, kemiği benim” cümlesinde ifadesini bulan bu şiddet anlayışlarına, ebeveynlerin de nasıl ortak edildikleri ortada. Ancak cinsel istismar vakalarının dünya genelindeki bazı dini yapılanmaların kapalı kapıları ardında, yıllarca uygulana geldiği, dönem dönem ortaya çıkan, farklı istismar vakalarından rahatlıkla görülebilmektedir. Taciz ve tecavüz mağdurlarının, büyük bir çaresizlik içinde, ciddi anlamda hastalanmaları veya sorunun kendilerince “kökten çözümü” olabileceğine inandıkları, hayatlarına son vermeleri sonucu, yaşanan istismar olaylarının gerçek boyutu ile karşılaşıyoruz. Özellikle pedofili benzeri cinsel sapıklık eğilimleri ile İslami bakış açısının kesin kes reddettiği eşcinsel eğilimlerin, toplum önünde yaşanamayacak olması nedeniyle, bu eğilim sahibi kişilerin kendilerini kamuya kapalı, toplu yaşam alanlarında kamufle edip, istismarlar yoluyla cinsel emellerini yaşamaya çalıştıkları bir gerçektir. Bu gerçekliğe en açık örneklerden birisi de;
01-15 MAYIS 2016 Halkın Günlüğü
11
ÖNCÜ KADIN BAHARI ÖRGÜTLEYELİM
Y
Karaman’da, onlarca çocuğun cinsel istismara maruz kaldığı Ensar Vakfı’dır. Aynı şekilde evlilik dışı her türlü cinselliğin yasaklandığı dini öğretilerde, cinsel ihtiyaçların giderilmesi sorunu, patolojik bir seyir izleyerek „abazanlığın“ da baş göstermesiyle birlikte, söz konusu dini öğretilerin mensubu bazı bireylerde, cinsel sapıklıklara yol açmaktadır. Failleri teşhis ve teşhir etme yeteneğinden yoksun durumdaki hayvanlar ile henüz hayat tecrübesi oluşmamış, kolaylıkla kandırılabilen veya korkutulup sindirilebilen çocuklar, bu türden abazanların istismarına açık hedefler haline gelebilmektedirler. Toplumda, “erkek çocuklarının, kız çocukları kadar tacize uğramayacakları” şeklindeki yaygın inanç ve daha iyi bir eğitim alabilmesi beklentisiyle aileler, özellikle erkek çocuklarını kendi dini şekillenişlerine yakın buldukları dini vakıf, yurt, okul gibi kurumlara yollamaktadır. Zira; bu kurumların isimlerinde “din” “inanç” “gelenek” türü ibarelerin yer alması, ailelerde bu kurumların daha güvenilir oldukları yanılgısına yol açmaktadır. Ensar Vakfı’ndaki çocuklara cinsel istismar vakalarının ortaya çıkmasından sonra; görevi, toplumda bu türden tacizleri önlemek olan bir bakanın “bir kereden bir şey olmaz” yollu akla ziyan açıklaması, taciz-tecavüz faillerini cesaretlendirmekle kalmamakta; istismar olgusunun artması ve bir bütün olarak şiddetin palazlanarak devam etmesine hizmet etmektedir. Taciz-tecavüz, istismar olaylarının konuşulmasının ayıp-
lanması, bir anlamıyla yasaklanması; mağdurlara neredeyse “suç ortağı” veya “kirlenmiş-lekelenmiş” muamelesi yapılması, istismarın açığa çıkartılmasını ne yazık ki engellemekte hatta çoğu zaman imkânsız kılmaktadır. Neticede; erkeğin “bey” “efendi” “paşa” gibi nitelemelerle çekirdekten “erk” olmaya kodlandığı toplumlarda, kadınlar ve çocuklar gibi diğer sosyal dinamikler de “erk” olanı beslemek, onun ihtiyaçlarını karşılamakla yükümlü kılınmak yönünde eğitilirler. Bu ilkel ve oldukça gerici eğitim anlayışlarında, rasyonel sorgulamaların yeri olmadığı gibi hak aramaya kalkmak veya eşitlik iddiasında bulunmak cüret ister. Çünkü genel eğilim ve dogmalara itiraz etmek, inanılan tanrıya isyan hükmündedir dolayısıyla “kadere de razı” olunmalıdır. Bu anlayışların yol açtığı suskunluk ve “kaderini kabulleniş” sonucu, bir çığ misali, birikerek devleşen sorunlar yumağı, psikolojik ve fizyolojik bakımdan hasta bireylerden oluşan, hastalıklı bir toplum yaratmaktadır. Sağlıklı bir sosyal yapının tesis edilmesi ve istismar vakalarının önlenmesi, bütün bireylerinin barış ve refah içinde yaşadığı özgür bir toplumda, bu ne idüğü belirsiz, çıkar amaçlı, denetimsiz, şiddet ve taciz yuvalarına ihtiyaç duyulmamasıyla sağlanabilir ancak! Ve istismar sorununun bütün vahametine rağmen bu sorunun çözülebilirliği; eşit, özgür, adil yarınların yaratılması yolunda, sınıf kavgasını sahiplenmekle mümkündür ancak!
≫ aycan solmaz
üz altmış yıl önce Avusturalya’da bir sefere mahsus toplu iş bırakma günü olarak başlayan eylem bir yıl gibi kısa bir süre sonra dünya proletaryasının mücadele günü olarak kabul edildi. İlkel kapitalist sömürünün o dönemlerinde işçi sınıfının yürüttüğü mücadele toplumda çok daha hızlı karşılık buluyordu. Yüzyılı aşkın bu sürede işçi sınıfı için sömürü değişik aşamalar kaydederek devam etti. İşçinin, emekçinin mücadelesini büyütmek ve kapitalist sisteme karşı sosyalizm alternatif olarak önümüzde ve hedefimizde duruyor. “Biz çalışmazsak hayat durur” Kapitalist ekonomiyi zarara uğratmak ve zamanla ortadan kaldırmak, sömürüyü durdurmak adına birleşerek ‘hayatı durduralım.’ Kapitalizmin bize vaat ettiği hayatı reddedebilmek için sınıf bakış açısını derinleştirerek bilginin değiştirici gücünü fark etmeliyiz. Fark edelim ki, kitle üzerinde uygulanan manipülasyonu teşhir edebilelim… Burjuva iktidar, devleti ve sistemi ayakta tutma görevini yerine getiren medya aracılığıyla yanlı ve yanlış bilgi ile kitleleri kandırıyor, kandıramadığını hukuku aracılığıyla hapishaneye atıyor, itiraz edeni de asker ya da polisiyle katlediyor. Şu günlerde ise ‘İslam devleti’ mi ‘Laik Kemalist devlet’ mi tartışmasını kitlelerin gündemine taşıyarak Türk İslam sentezi ile kitleyi gericilikten yana tercihe zorluyor. 1 Mayıs’ı bütün bu saldırılarla birlikte karşılıyoruz/örgütlüyoruz. İşçi sınıfının mücadele sembolü olan bugünü kadın cephesinde de anlamlı kılmak gerekir. Burjuvazi ile işçi sınıfının yanında ya da karşısında olmak anlamına da gelen bugünün tarihsel anlamı da burada yatıyor. Bunun için kadın işçiler olarak sınıfının yanında olmanın adı, ortak çıkarlarımız için burjuva sınıfa karşı örgütlenmektir. Fabrikada, tekstilde, hizmet sektöründe, özel sektörde kısaca emeğimizi sattığımız her alanda alternatif platformlar yaratmalıyız. Sendikalarda kadın temsiliyetini çoğaltmalıyız. Çalışma saatlerinin düşürülmesi, güvenceli iş koşullarının sağlanması, iş mekânlarında kadınlara uygulanan mobbingin teşhir edilmesi kısaca emeğimizin gerçek ücretini almak için ısrarla mücadele etmeliyiz. “Taşı delen suyun kuvveti değil damlanın sürekliliğidir” Tüm katliamlara ve yitirdiklerimize rağmen Mayıs ile birlikte baharı direniş ve mücadele ile anlamlandırıyoruz. Baharda 68 Kuşağı devrimci önderlerini art arda yitirmiş olmamıza rağmen, devrim ve sosyalizm mücadelesi onlarla birlikte her bahar yeniden yeniden özlemimize dönüşüyor. İşte bu baharda da devletin katliamlarına rağmen yine umutluyuz. Çünkü 68’in devrimci, komünist önderlerinin yıllar önce tüm ideolojik ayrılıklarına rağmen, birbiri için ölüme gitme cüretinin bugün ne anlama geldiğini tarihe tanıklık
ederek yaşıyoruz. Ayrılıkları öne çıkarmak yerine halkın kurtuluşu için tek alternatifin sosyalizm olduğunu canları pahasına gösterdiler bize. Denizlerin idamını durdurmak için rehin alma eylemini planlayan Mahir ve yoldaşları Kızıldere’de bunun için öldüler. Sinan Cemgil ve yoldaşlarının ölümüne neden olan ihbarcı, Kaypakkaya ve yoldaşları tarafından ölümle cezalandırıldı. Ortak düşman olan kapitalist sisteme, emperyalist işgale ve ilhaka karşı, küçük hesap ve kaygıları bir kenara bırakarak işçi grevlerinde, amfilerde, zindanlarda mücadelenin tüm alanlarında sosyalizmi birlikte örgütlemenin ideolojik ve pratik önderleri oldular. Tam da Deniz’leri andığımız şu günlerde “Yaşasın Türk ve Kürt halkının kardeşliği” sloganı Deniz'in sesinde toplumsal karşılığını buluyor. Bugün bu tarihsel gerçeği yani devlete karşı birlikte mücadele etmenin zorunluluğunu, halka kan kusturan AKP iktidarıyla görüyoruz. Devletin topyekûn saldırısına karşı ilan edilen birleşik mücadele çağrısı parçalı ve dağınık olan kitleye bu yılın bahar umudu oldu. Ortak eylem birliklerini ya da siper yoldaşlığını genelde hapishanelere yönelik saldırılarla başlayan süreçlerde duyduk. Ama bugün ilk kez mücadelenin en keskin mevzilerinde, birden çok örgüt ve parti bir araya gelerek birleşik mücadele çağrısında bulundu. Kürt halkının kurtuluşu ve sosyalizm vurgusu ilk kez bu denli hissedildi. İlk kez kadına yönelik politikalar üretiliyor ve kadına yönelik saldırılar karşısında ortak cümleler kuruluyor. Ve ilk kez kadınlar devrimci, sosyalist ve komünist partiler adına örgütlerin ilan edildiğini duyuruyor onlar adına ya da temsilen demeçler sunuyor. Bu ilkleri çoğaltmak artık bizim de sorumluluğumuz. “Hayatın olduğu her yerde mücadele etmek istiyorum” çağrısını rehber eden kadınlar, baharı birleşik mücadeleyle örgütleme zamanıdır. Kadın mücadelesinin ortaklıkları çok daha fazla, yakıcı ve can alıcı yerde duruyor. Kadının birleşik mücadelesini örgütlemek için ortak akılın vaktidir. Sömürüye, katliama, işgale karşı alternatif ve politik kadın platformları için baharı örgütleyelim. Kapitalist sömürüye karşı sosyalizmin tek alternatif olduğunu burjuvazi dahi kabul etmişken ve yıllarca bunun korkusuyla saldırırken biz çok daha güçlü, nasıl bir demokrasi, nasıl bir özgürlük, nasıl bir yönetim istediğimizi ve daha da önemlisi gerici iktidar tarafından yönetilmek istemediğimizi göstermek, yüksek sesle söylemek zorundayız. Yöneten -yönetilen, ezen- ezilen üzerine kurulu tüm iktidar biçimlerini, devlet ve iktidar fetişizmini kesin olarak reddettiğimizi bir kez daha ve her fırsatta ilan edelim. Bu vesileyle; baharın ve birleşik mücadelenin en billurlaşmış ifadesi ve önderleri olan 68 Kuşağı’nı ve onların devrimci mirasını selamlıyoruz.
01-15 MAYIS 2016 Halkın Günlüğü
Mahkûm edilmiş tahripkâr ‘’eleştiri’’ tutu Sınıf mücadelesi sadece bilinçli sınıf düşmanlarına karşı mücadeleyle sınırlı değildir. Devrimci mücadele ve yapılara yönelen tahripkâr her davranış, bozguncu her eğilim, yıkıcı ve dağıtıcı her eylem ve davranış devrimci yapının gerekli tavrıyla karşılanacaktır. Siyasi düşmanlarımızla yürüttüğümüz mücadeleyi zayıflatan her davranış niyetli-niyetsiz düşmana hizmet eden davranıştır. Bunların sonsuz bir hoşgörüyle karşılanması beklenmemelidir. Böyle bir demokrasi algısı boştur Devrimci saflarda öteden beri var olan ve hala etkinlik gösteren hatalı bir kültür ve davranış biçiminin doğru zemine oturtulmasını devrimci ihtiyaç olarak görüyoruz. Dar grupçu anlayışın ürünü olarak devrimci örgütlerde bir dönem son derece etkin olan ve hala belli boyutlarda devam eden, aynı biçimde birçok devrimciye sirayet ederek uygun zemin bulduğunda bir hortlak gibi görünen bu hatalı davranışın düzeltilmesi devrimci kültür adına kazanım olur. “Hak, özgürlük, demokrasi, eleştiri” adına bir dizi hatalı yaklaşımın çeşitli vesilelerle gündeme geldiği düşünüldüğünde konunun tartışılmasında fayda vardır. Hatalı yaklaşım, tarz ve davranış olarak değerlendirdiğimiz tutum esasta, devrimci yapı ve yapıları hedef alıp karalamaya varan tutumlardır ki, bu tutum ferdi tutumlar biçiminde sırıtmakla birlikte, devrimci-siyasi bir yapılanmadan ayrık duran, böyle bir hedef taşımayarak amaçsız kalan tutumdur. İşte bu tutumun düzeltilmesi; devrimci güçlerin devrimci kavgasını birleştirmek, devrimci enerjiyi heder etmemek ve daha da önemlisi devrimci yapıların ağır bedeller pahasına yürüttüğü devrimci mücadelenin zayıflatılmaması açısından önem taşımaktadır. Sorun bizler için doğru-yanlış meselesidir ve doğru-yanlış zemininde tartışmaktayız. En önemlisi de birçok tartışmada sual edilen “Bu bir iç tartışma mı?” merakına cevaben ve alenen söyleyelim ki, bu tartışma dışa dönüktür. Özellikle de yapıdan koparak boşlukta dolaşan ve siyasi iddiaları pratikte
karşılıksız kalan, dolayısıyla anlaşılır somut bir hedef-amaç ve uğraş içinde olmayan ama yapıyı eleştirmeyi görev edinip, bu eleştirilerini hatalı yöntemlerle yürüterek belirsiz geri kulvarda kulaç atan tutum ya da kesimlere dönüktür. Kuşkusuz ki, aynı hatalı davranış içinde bulunan herkes için de geçerlidir bu eleştirilerimiz. Bu anlamda yarası olan herkesin gocunması olağandır. Fakat ortaya koyduğumuz genel geçer doğru yaklaşım veya anlayışlarımızı salt somut tartışmalara bağlayan, kendisini her şeyin merkezine koyarak, söylenen her şeyi üstüne alarak tüm anlayış tartışmamızı buraya daraltan yaklaşımların bu algısı son derece hatalıdır. Her yazılan veya yürütülen tartışmayı kendilerine karşı yazılmış algısıyla reaksiyon-direnç gösteren tutum subjektiftir. Yapıyla arasına mesafe koymuş fakat ayrı örgütlenme perspektifine sahip olmayan, ama en keskin pozlardan da geri durmayan, en önemlisi de ödenen bedellere, verilen devrimci emek ve çabaya saygı duymayıp saldıranlar eleştirilerimizin hedefidir. Bunu üstüne alanlar pozisyonunu da belirlemiş oluyor zaten. Ancak belirtelim ki, eleştirilerimize muhatap olan kesimler birden fazla biçimde, değişik pozisyonlarda ve birbirinden bağımsız vaziyette bulunmaktadırlar. Dolayısıyla eleştirilerimiz salt somut bir tartışmadaki muhataplarla sınırlı değil, bu dağınık durumdaki hatalı yaklaşımları hedeflemektedir.
Yapı dışına çıkarak ‘’demokrasicilik’’adına imtiyaz talep edenlerin mantığı çürüktür Özellikle kendisini ayrı ifade ederek dıştan mücadele eğilimine girenlerin ya da kendisini dışta tarif etmekten sakındığı halde eleştiri ve mücadelesini dışa taşırıp cepheden mücadele yürütenlerin yapının demokratik işleyişi ve demokrasisinden kendi mücadelesi adına imtiyaz talep etmesinin mantığı da hakkı da yoktur. Doğru anlayışlarımızı yazıp yayınlamamızdan rahatsızlık duyarak, ‘Bizi eleştiriyorsunuz o halde bizim görüşlerimizi de yayınlayın’ diyenler de vardır. Bu yaklaşım sahipleri gerçek yaşamdan kopuk hayal âlemindedirler. Zira demokrasi gerekçesiyle kendi anlayışlarımızı propaganda etmemizi objektif olarak engelleme durumuna düşmektedirler bu istemleriyle. Dahası yapının kişilerin kişisel görüşlerini propaganda
etme gibi bir zorunluluğu yoktur ve bu, demokrasi anlayışımız kullanılarak bir hakka dönüştürülemez. Siyasi bir hareket ve örgütlenme hedefi taşınmadığı halde, eleştiri vesilesiyle ağır bedel ve fedakârlıklar zemininde mücadele eden sosyalist-devrimci yapıların hedef alınarak yıpratılması, bu yapılara karşı eleştirinin doğrudan yapılarla yürütülmesi yerine, eleştiri olarak kılıflandırılan bu mücadelenin dışa taşınmasının amacı nedir, neyi kazanmakta ve geliştirmektedir? Her tavır tutumun eleştiri masumiyetine sığınarak yürütülmesi bu tutumların yıkıcı ve yıpratıcı anlamsızlığını saklayamaz. Devrimci kaygısı olan veya bunda samimi olanlar eleştiri ve mücadelesinde daha sorumlu olmak, doğru yöntemler kullanmak ve devrimci yapı, yapıların zayıflatılmamasını gözetmek durumundadırlar. Daha ileri bir örgütlenme perspektifi olmamakla birlikte, devrimci yapıların zayıflatılmaması hassasiyeti taşımayan ve bunu gözetmeyenlerin samimiyeti elbette sorgulanmaya muhtaçtır. Devrimci iddianın hiçbir biçimi, belli nüanslarla ya da eleştirel gerekçelerle kendisini ayrı tuttuğu veya farklı düştüğü başka bir devrimci kuruma karşı mücadele içinde kendisini var etmez, varlığını devrimci örgüte karşı ideolojik mücadele adı altında yürüttüğü müca-
deleye oturtmaz. Çok özet olarak, devrimcilik kendisini gerici sınıflara karşı mücadele zemininde var eder. Devrimci örgüt veya tutum, kendi dışındaki başka bir devrimci örgütle mücadele zemininde kendisini var etmez. Aksine, bunu yapan ve bunda ısrar eden herhangi devrimci bir parti-örgüt veya tavırtutum, içinde olduğu aymazlığın ürünü olarak devrimci sıfatını zayıflatır, en basitinden devrimi geliştirmekten uzak kalır. İleriye hizmet etmez, geriye çeker. Devrimci ahlak da devrimcinin, devrimci parti-örgütü mücadelesinin merkezine koymaya, tüm enerji ve yoğunlaşmasını bu alanda harcamaya el vermez. Demagoji ve manipülasyona mahal vermemek adına söyleyelim ki, olağan durumdaki ideolojik mücadele, eleştiri, farklı fikirler veya çizgi mücadelesi bu kapsama girmez. Doğru zemin ve metotla yapılan hiçbir eleştirinin yadırganır bir tarafı yoktur. Ne ki, eleştiri, ideolojik mücadele adına, yıkıcı, teşhir edici, sorumsuz ve soyut keyfiyetçilikle damgalayıp suçlayıcı, itham edici, karalayıcı, teşhir edici ve hatta devrimci parti-örgüte karşı mücadeleyi esas alan bir tutum da kabul edilemez. O halde, ideolojik mücadele, eleştiri, çizgi mücadelesi gibi argümanların da belli bir üslup ve adabı vardır. Bu kurallar dışında ölçüsüz olarak ve tahripkâr boyutlarda ortaya
perspektif
umunun yönü ileri değil geriye doğrudur!
konulan, gerici sınıfları göz ardı eden ama devrimci olanı da geliştirmeyen davranış biçimi, adına ne denilirse denilsin, ister ideolojik mücadele ve isterse demokrasi densin, bu davranış asla devrimci tarz ve sorumlulukla bağdaşmaz. Dolayısıyla da kabul görmez. Elbette bu hatalı tarz ve yöntem terk edilmek durumundadır. Yukarıda tarif etmeye çalıştığımız hatalı tarz veya davranışta sırıtan özellik şudur: Tipik olan yapıya karşı eleştirinin ideolojik zeminden yoksun olarak soyut itham ve damgalayıcı suçlamalara bürünmesidir. Yapının köklü muhasebesinde mahkûm ettiği tarzın canlandırılıp sürdürülmesi “sattılar”, “şapkasının arkasına gizleniyorlar”, “iki yüzlülük”, “3. Kongreciler” gibi bayat tekrarla gündeme gelmektedir. Savaş konusunda, Kaypakkaya çizgisinde ahkâm kesmeleri de diğer çürük temelleridir bunların... Oysa ideolojik zeminde eleştirinin yürütülmesi geliştirir. Yanlış yöntem ve tarzla yürütülen eleştiriler ise eleştiriyi esasta anlamsızlaştırmakla birlikte geliştirmeye de hizmet etmez. Mahkûm edilmiş eski tarzın canlandırılması fayda sağlamayacağı gibi, geçmiş olumsuz tecrübeleri yineleyerek yıkıcı-dağıtıcı rol oynar, asla birleştirici olmaz. İkna ve eğitime dayanmayan eleştiri sonuç vermeyen yanlış eleştiri tarzıdır. Eleştiriyi bu mecraya taşıran zeminin devrimci kaygıda
problemli olduğu açıktır. Eleştirinin doğru zeminde yapılması etkili ama yanlış yöntem, zemin ve argümanlarla yapılması eleştiriyi zayıflatmaktadır. Devrimci yapılara hakaret, karalama ve teşhire varan “eleştiri” tutumu aymazlıktır. Devrimci mücadelede öyle ya da böyle bedel ödeyip mücadeleyi omuzlayıp geliştiren yapıların belli eleştiriler vesilesiyle zayıflatılması, teşhir edilmesi devrimci tavra yabancı olduğu kadar söz konusu devrimci yapının mücadelesini de baltalamaktır. Eleştiri her şeye karşın devrimci mücadelede birleşmiyor ya da onu kollamıyorsa devrimci tavır ve ruhtan yoksundur. Sınıflar mücadelesi ve devrim adına pratik bir katkı sunmadan, somut bir görev yürütmeden, bu görev ve sürecin parçası olup içinde pratik olarak yer almadan, biraz daha uç ifade edersek devrimcilik namına gerçekte bir şey yapmayan ama eleştiri adına hâkim sınıflara karşı mücadele yürüten devrimci yapılarla mücadeleyi esas alan bu tutum, devrimci mücadeleyi zayıflatmaktan başka ne iş görmektedir? Sınıflar mücadelesine, devrime ne katmaktadır? Hâkim sınıflarla mücadelede esamesi okunmayan ya da burada görev almayanların zorluklar içinde faaliyet yürüten devrimci yapıya karşı özel bir uğraş vermesi nasıl okunmalı ya da neye hizmet eder? Dahası, devrimci faaliyet yürütmedikleri halde bedeller pa-
hasına mücadele eden yapıdan daha keskin devrimci kesilmesinin, mücadelesi şahsında bu yapıya saygı duymak yerine saygısız davranmanın devrimci açıdan bir karşılığı var mıdır? Kendileri yapmadığı halde yapan örgütü zayıflatan tutumlara giren bu aymazlık hangi hakla devrimci yapıyı karalar, suçlar ve daha devrimci olduğunu iddia eder, keskin savaş savunucusu olabilir? Yapmayanların yapanlardan daha çok söz hakkını kullanması, devrimci yapı hakkında ve devrimci savaş hakkında karar vermesi mütevazı olabilir mi? Yapanlara, bedel ödeyenlere saygı esastır. Bu, devrimci sorumluluk ve düzeyli olmanın gereğidir. Hele hele on yıllarca ağır bedeller ödemiş ve ödemeye devam eden yapıya ucuz suçlamalarda bulunmak, hakaret ve saygısızlık etmek asla kabul edilemez. Mücadele pratiğinde yer almayanların devrimci mücadele içinde olup mücadele veren yapıya çelme takması ahlaki olabilir mi? Hâlbuki yapmayanların yapması gereken tek şey gölge yapmamaktır. Makul olan; devrimci mücadelede bedel ödeyen, bedel ödemekte tereddüt etmemiş olan, yığınca zorluklar içinde mücadeleyi devam ettiren yapıya saygılı olmaktır. Bunca mücadele pratiğini yok sayarak, suçlamalarda bulunup hakaret etmek ahmaklığın önde geleni ve kendisini taşımayan aymazlıktır.
Demokrasi adına devrim hareketine yönelik saldırılara izin verilemez Bu aymazlığa ve objektif olarak oynanan bu olumsuz role kayıtsız kalmak düşünülemez. Doğru yöntem ve içerikte dostça yürütülen ideolojik mücadele ve eleştiriye saygı göstermekten başka tavrımız olamaz. Ancak devrim ve devrimci mücadele pratiğine karşı zerrece sorumluluk taşımayıp yıkıcı ve zayıflatıcı bozuk kültür ve sakat yöntemlere karşı sonsuz bir sabır ve tahammül gösterilemez. Bedel ödeyerek devrimci mücadele pratiğinde olanlar elbette bu pratiğe zarar verenlere karşı kendisini savunacak, devrimci yapıyı müdafaa edecektir. “Bırakınız yapsınlar” felsefesine yaslanarak her istediği hakaret ve saldırıyı yapabileceklerini sananlar yanılıyor. Devrimci yöntem ve sorumluluklardan uzak yıkıcı ve bozguncu eğilimler hiç şüphesiz ki hoşgörüyle kucaklanmayacaktır. Bu sınıflar mücadelesinin bir yansıması ve gereğidir. Sınıf mücadelesi sadece bilinçli sınıf düşmanlarına karşı
mücadeleyle sınırlı değildir. Devrimci mücadele ve yapılara yönelen tahripkâr her davranış, bozguncu her eğilim, yıkıcı ve dağıtıcı her eylem ve davranış devrimci yapının gerekli tavrıyla karşılanacaktır. Siyasi düşmanlarımızla yürüttüğümüz mücadeleyi zayıflatan her davranış niyetli-niyetsiz düşmana hizmet eden davranıştır. Bunların sonsuz bir hoşgörüyle karşılanması beklenmemelidir. Böyle bir demokrasi algısı boştur. Devrim önüne çıkan her türden engeli aşarak ilerler, aşmakla yüz yüzedir. Hâkim sınıflarla yürütülen keskin mücadele şartlarında devrimci yapıyı baltalayan yıkıcı davranışlar hoş görülemezler. Kuşkusuz ki, halk sınıfları çerçevesinde bulunan hiç kimseye zor-şiddet davranışı benimsenemez. Ancak bu, yıkıcılığa, bozgunculuğa, kirli yöntem ve devrimci özden yoksun hesaplara meydan vermek anlamına gelmez. Devrimci sınıf mücadelemizi baltalayan bozguncu her davranış niteliğine uygun olarak somut tavırla karşılanmak durumundadır. Devrimci mücadeleyi zayıflatmaya demokrasi adına izin verilemez. Sınıflar mücadelesi dikensiz bir düzlük değildir, sulandırılmış demokrasi algısıyla bu mücadelenin iğdiş edilmesine tahammül edilemez. Burada “eleştiri” adına sergilenen tahripkâr tutumlar ilerleten değil, zayıflatan, geriletendir. Yönü geriye dönük olan anlayışlarla barışık olamayız. Yineliyoruz: Devrimci kaygılarla, devrimci yöntemlerle, dostluk zemininde, ilerletme ve geliştirmeye dönük, ideolojik zemin ve fikir mücadelesi kapsamında yürütülen her eleştiri ve her çizgi mücadelesi titiz bir seçicilikle saygıyla karşılanmalıdır. Bu zemindeki eleştiri ve ideolojik mücadelenin hiçbir gerekçeyle sert ve kaba yöntemlerle karşılanması kesinlikle benimsenemez. Bilakis bunun teşvik edilmesi aslolandır. Yöntemi de dâhil doğru zemindeki her eleştiri ve ideolojik mücadele geliştiren rol olarak kabulümüz ve silahımızdır. Bu ilkesel bir tutumdur. Ancak, bu sınırları aşarak yıkıcılığa, bozgunculuğa varan, bencil hesap ve kirli yöntemlerle yürütülen her mücadele, isterse demokrasi, eleştiri ve ideolojik mücadele kılıfı altında gelsin, bu tarza karşı tavrımız, kesin olarak devrimci yapı, mücadele ve bedellerle örülen değerlerin korunmasına uygun zeminde biçimlenecektir! Devrimci mücadele bir oyun değildir, devrimci yapı da oyuncak değildir! Bunlarla oynanmasına asla izin verilemez!
14
güncel haber
01-15 MAYIS 2016 Halkın Günlüğü
Meclis başkanının anayasa açıklamaları Gerici sınıf sistemleri ve anayasaları arasında bir tercihimiz olamaz. Kemalist “laik” anayasa mı, İslamiŞeriat anayasası mı ikileminde kötünün iyisini tespit etme ve onaylama tavrımız olamaz. Bundan hareketle anayasa üzerine yürütülen tartışmada, proleter sınıf çıkarları, tavrı ve siyaseti ekseninde demokratik, halkçı ve sosyalist bir anayasa alternatifiyle yola çıkmalı, tüm ajitasyon-propagandamız gerici sınıflar anayasasına karşı sosyalist anayasanın savunulması biçiminde olmalıdır Meclis Başkanı İsmail Kahraman’ın, “Laikliğin anayasada yer almaması gerektiği” ve “Anayasanın İslam devleti esasına göre yapılması” şeklindeki açıklamaları bir rastlantı olmadığı gibi, tepkiler karşısında “kişisel siyasi görüşlerimdir” açıklaması da yalandan ibaret bir manevradır. Yalan ve manevradır çünkü Meclis Başkanı’nın bu beyanları Erdoğan/AKP iktidarının tüm icraat ve yöneliminde karşılık bularak “gizli” ajandada bulunmaktadır. Erdoğan/AKP güruhunun yeni bir anayasa taslağı hazırlatıp referanduma sunarak yürürlüğe koyma çalışmaları ve bu çalışmalar ekseninde kulislerden sızan bilgilerden kolayca anlaşılacağı üzere “ılımlı şeriat” kuralları temelinde bir devlet veya sistemin hedeflendiği gün kadar açıktır. Meclis Başkanı, üyesi olduğu AKP ve onun geleneğinden gelen kimliğiyle bu sürecin bir parçasıdır ve beyanları da bu zeminde anlam bulmaktadır. O halde “şahsi görüşlerimdir” açıklaması samimi olmayıp AKP’nin yöneliminden bağımsız değildir. Hatta AKP’nin kamuoyunu ısıtmaya, alıştırmaya dönük taktiklerinin ürünüdür. Hazırlanan anayasa taslağından önce bu tartışmayı açarak, anayasa taslağı gündeme getirildiğinde gelişmesi muhtemel olan tepkilerin yumuşatılması amaçlanmaktadır. Tam bir klasik burjuva siyaseti... Oysa daha önce Erdoğan’ın “Anayasa mahkemesinin kararlarını tanımıyorum, saygı duymuyorum” dediğine, bunun da ötesinde bürokratlara bizzat talimat vererek “Mevzuatı bir kenara bırakın, bildiğinizi-söylediğimi yapın...” diyerek anayasayı rafa kaldırdığına ve “Fiilen yapıyorum” söylemiyle sistemsel değişimi anayasaya rağmen uyguladığına tanığız. Cumhurbaşkanı bunu yaparken Meclis Başkanı’nın aynı rotada açıklamalar yapması şaşırtıcı değildir...
Meclis Başkanı sıfatıyla konuşan Kahraman’ın “şahsi fikirlerimdir” demesi boş olup durumu kotarmaya yetmez. Taşıdığı sıfat ya da tüzel kişiliği belli bir anlam taşımaktadır ki, bu sıfattaki kişinin konuşması şahsından öteye tüzel sıfatını bağlar ve burada anlam kazanır. “Kişisel fikirlerimdir” sözünün bir yanı yalan, diğer yanı doğrudur. AKP’nin de yönelimi olması itibarıyla bu gerçeği karartmaya dönük bölümü yalan, ama o fikirlere sahip olduğu doğrudur. Doğrudur fakat AKP’den bağımsız olması açısından yalandır. Bunun da ötesinde Meclis Başkanı’nın ilgili açıklaması mevcut anayasa ekseninde suçtur. Bu açıklamalar, değişmemiş olan ve yasa maddeleriyle karara bağladığı mevcut anayasa ilkelerini açıktan ihlal etme ve anayasal düzeni değiştirme eylemidir. Anayasaya
bağlılık yemininin ne anlama geldiği de Meclis Başkanı’nın açıklamalarıyla ortaya çıkmıştır. Mevcut anayasanın tanınmaması, çiğnenmesi, değiştirilmesi tavrının bu zemin ve nitelikteki hali bizleri bağlayan bir tartışma konusu değildir esasta. Ancak proleter ya da halk anayasası temelde bir tartışma ve mevcut anayasanın değiştirilmesi konusu bizlerin konusu olabilir. Yürütülen tartışma gerici faşist sınıf klikleri ve aynı sınıf sistemleri zemininde geçtiği için esasta kayıtsız kalırız. Bütün bu tartışmaları sosyalist anayasa savunusu temelinde geliştirilen bir tavırla karşılarız. Ama somut tartışmada önemli olan mesele şu; Erdoğan/AKP iktidarı anayasanın tanımladığı laiklik ilkesini yok edip açıktan İslami kurallara dayalı bir dev-
let-sistem kurma doğrultusunda ilerlemektedir. Bu yolda önemli adımlar da atmıştır ve Meclis Başkanı Kahraman’ın açıklamaları da bundan bağımsız değildir. Erdoğan/AKP iktidarının Kemalist kliğe veya Kemalistlere dönük yürüttüğü tasfiye hareketi, özgün Kemalist kültür ya da değerlerin tasfiyesini hedeflemiştir. Kemalizm’in her türden tasfiyesi karşı çıkacağımız mesele değildir. Ancak yerine koyulan kültür ve gelenek ya da İslami-şeriat sistemi de aynı derecede karşı çıkacağımız bir sistemdir. Bugün geliştirilmek istenen şeriata dayalı devlet sistemi, Kemalist kliğe karşı tasfiyeyi de açıklayan durumdur(Tasfiyeden kastımız mutlak tasfiye durumu değildir, hele hele faşist niteliğin yadsınması hiç değildir.) Kemalist klik tasfiye edilmeden, dolayısıyla gerçek anlamda
01-15 MAYIS 2016 Halkın Günlüğü
güncel haber
AKP’nin yönelimini yansıtıyor olmayan “laiklik” ortadan kaldırılmadan İslami-şeriat düzeninin kurulması da düşünülemez. AKP’nin bu yönelimi ne kadar gerçekse, Kemalist klik ve özgün Kemalist kültür ve geleneklere karşı tasfiye hareketi ya da göreli “düşmanlığı” da o kadar gerçektir. Erdoğan/AKP iktidarının İslami esaslar ekseninde “dava” olarak telaffuz edip benimsediği “ılımlı şeriat” devletini tesis etme eylemi ya da süreci şaka değildir. Bilakis, sürece serpiştirip zamana yayarak sindirilmesini bilinçli bir planla yürüttüğü gerçektir. Bu gerçek, çeşitli vesilelerle ve kamuoyuna kanıksatma alıştırmalarıyla yılan eğrisi manevralarında ortaya konulan somut adımlar tablosunda kolaylıkla izlenebilmektedir. “Sessiz devrim” söylemi, açıklanan “dindar gençlik” hedefi, eğitim sisteminde 4+4+4 sisteminin getirilmesi, gençlik andının kaldırılması, çeşitli resepsiyonların kaldırılması, türbanın kamu alanlarında serbest edilmesi, “Anayasa mahkemesinin kararlarını tanımıyorum” açıklaması, “Mevzuatı bir kenara bırakıp, pratikte yapın” diyerek “Belediyelerin olanaklarına el koyun” talimatı, başkanlık sistemine geçme temelinde “Fiilen yapıyorum” denilerek sistem değişikliğinin anayasal dayanaktan yoksun hukuksuzluk içinde yapılması, mahalle baskısını gündeme getiren uygulamalar, ele ele gezen sevili gençlerin maruz kaldığı baskı ve saldırılar, oruç tutmayanlara dönük baskı ve yer yer ölümlere varan saldırılar, plajlarda haremlik-selamlık uygulaması, sanatsal eserlerin bazen ucube denilerek kaldırılması bazen bomba olarak değerlendirilmesi bazen de terörle eş değer tutulması, Osmanlı Spor, Osmanlı Dernekleri, Osmanlı Tugayları oluşumları ve 5 çocuğun yapılmasına dönük müdahalelerle planlanan yol haritası pratiği, kendi içinde tutarlı bir çizgi yönelimini alenen ortaya koymaktadır. Şeriat düzeni serüveni olan bütün bunlar ve daha fazlasından yalın biçimde izlenen ve hemen olmasa da geliyorum diyen tehdittir. IŞİD ile kandaşlık ilişkileri zemininde taşınan yakınlık ve destekleme tavrı da bu yönelimin başka bir göstergesi veya sonucudur.
Burjuva gerici anayasa tartışmalarına karşı devrimci-sosyalist anayasa anlayışımızı gündemleştirmeliyiz Kafa karışıklığına düşmemek adına belirtelim ki, yukarıda sıraladığımız adımlardan gençlik andı, resepsiyon iptali gibi birçok adım bizlerin karşı duracağı veya taraf olacağı konular değildir. Kemalist devlet ve gelenekler çerçevesinde gerici burjuva kliklerin iktidar ve hatta sistemsel çatışmaları taraf olamayacağı-
mız konulardır. Ne var ki, atılan bu adımlar Kemalist devlet ve gelenekler şahsında bazı gerici-faşist unsurları hedeflese de yerine koyduğu şey aynı gericiliğin, faşizmin başka bir türevi olup, belli bir sistem doğrultusunda gerici amaç ve hedeflerle İslami şeriat düzenine dönük gelişmelerdir. Dolayısıyla karşı çıkma ya da çıkmama ikilemi bizler için geçerli değildir. Bizler her ikisine de karşıyız. Birini diğerine tercih etmiyor, birinden birini onaylamıyoruz. Fakat Erdoğan/AKP iktidarının yönelimini deşifre etmek için attığı somut adımları gözler önüne sermeyi de ihmal edemeyiz. Zira Erdoğan/AKP iktidarının güttüğü dava, bir kliğin yerine başka bir kliğin geçmesini, bir gericiliğe karşı başka bir gericiliğin diriltilmesini, devlet ve yönetim biçiminde daha ilkel bir toplumsal sistemin tesis edilmesini hedeflemektedir. İktidar eden de bu klik olduğu ve baş düşman pozisyonunda olduğu için bu kliğin devreye soktuğu gericiliğe karşı mücadele öne çıkıp somut görev haline gelmektedir. Bütün gerici sınıflara karşı düşmanlığımız esastır fakat bu gericilik içinde önde olup baş düşman durumundaki klik siyasi olarak somut hedefimizdir. Hepsi bu. Meclis Başkanı Kahraman’ın konuşmasında açığa vuran Erdoğan/AKP iktidarının yönelimi sıradan bir yönelim değildir. AKP şaka yapmıyor. Doğrudan şeriata dayalı devlet modelini-sistemini hedefliyor ve bu yolda adımlar atmış, at-
maya devam ediyor. Gelinen aşama bu adımların daha aleni ve daha köklü atılması aşamasını ifade ediyor. İktidarın elden gitmesi tehlikesi aktüelken, Erdoğan/AKP yeni bir süreçle bu gidişatı tersine çevirip daha keskin bir çatışma süreciyle stratejik amaçlarına ulaşmayı tasarlamaktadırlar. Ki, laik geçinen veya laikliği benimsediğini ileri süren hâkim sınıflar laikliğe ters olarak tüm toplumsal sistemi İslami özde geliştirip toplumdaki İslam kültürünü bizzat geliştirip yayanlardır. Dolayısıyla, %99’u Müslüman denilen toplumsal zeminde Erdoğan/AKP kliğinin İslam devleti olarak şeriata dayalı bir sistem kurmalarının koşulları uygun olup, bu koşullar laik söyleme sığınan Kemalistlerden ve türev iktidarlarına kadar tüm egemen sınıflar tarafından geliştirilmiştir. Özcesi, anayasanın değiştirilerek özünde göstermelik olmaktan başka anlam ifade etmeyen laikliğin resmiyette de kaldırılması ve şeriat kanunlarına dayanan İslami devlet sisteminin tesis edilmesi olası bir tehdit durumundadır. Yeni anayasa tartışmalarının gündemde olduğu aşamada laiklik tartışmalarının açılması tesadüf olmamakla birlikte, yeni anayasanın İslami prensipler taşıyan anayasa olarak gündeme geleceği anlaşılmaktadır. Evet, gerici sınıf ve sistemleri ve elbette anayasaları arasında bir tercihimiz olamaz. Kemalist “laik” anayasa mı, İslamiŞeriat anayasası mı ikileminde kötünün
15
iyisini tespit etme ve onaylama tavrımız olamaz. Bundan hareketle anayasa üzerine yürütülen tartışmada, proleter sınıf çıkarları, tavrı ve siyaseti ekseninde demokratik, halkçı ve sosyalist bir anayasa alternatifiyle yola çıkmalı, tüm ajitasyon-propagandamız gerici sınıflar anayasasına karşı sosyalist anayasanın savunulması biçiminde olmalıdır. Burjuva sınıflar düzenini mükemmelleştirme görevimiz olmadığına, bu düzenin içten iyileştirmeler yoluyla demokratikleşmesi mümkün olmadığına, bilakis bu düzeni yıkmakla mükellef olduğumuza ve yıkmaktan başka devrimci ilerleme yolu izlenemeyeceğine göre; burjuva sınıflar devleti anayasasını rektife veya tamir etme tarzında bir tartışmaya giremeyiz. Aynı biçimde burjuva sınıfların yeni anayasanın öyle ya da böyle yapılması gibi, destek manasına gelen ve halkı yanıltan bir tartışmanın da parçası olamayız. Burjuva hâkim sınıflardan demokratik, halkçı ya da sosyalist bir anayasa yapmalarını bekleme ahmaklığına sahip olmadığımıza göre, onlara alternatif bir anayasa önerme durumumuz da olamaz. Ancak, kendi anayasamızı halk kitlelerine anlatmaktan geri duramayız. Bu siyasi sürecte çeşitli millet ve milliyetlerden Türkiye-Kuzey Kürdistan proletaryası ve halk kitlelerine sosyalist anayasayı mümkün olan en yaygın biçimde propaganda etmeliyiz.
16
güncel haber
01-15 MAYIS 2016 Halkın Günlüğü
Faşist “TC” sisteminin “yeniden” dizayn süreci ve Ergenekon “Aydın” ve “sol” adına, dün derin devletle hesaplaşma adına AKP’nin eteklerine tutunanlar, bugün Cemaat gericiliğiyle hesaplaşma adına AKP faşizminin saflarına demir ata dursunlar. Süreç kanlı bir savaşı örgütlüyor. Bu savaş, Kürt ulusunun özgürlük savaşıdır. Ve nihayetinde bu savaş, ezilen sınıf ve halk katmanlarının Maoist önderlikleriyle tüm toplumsal sorunlara çözüm olan Sosyalist Devrim savaşıdır. Gerici faşist egemenlik bu savaşın barbar, kirli ve haksız yanıdır. Faşist egemenliğin, tüm kontra ve resmi savaş suçluları, devrimci savaşın sorgusundadır. Bunun dışında, egemen gerici kliklerin dalaşı, kirli gerici çıkarların dalaşıdır Faşist Türk egemenlerinin, emperyalistkapitalist sistemin “yeni” egemenlik çizgisi ve Türkiye-Kuzey Kürdistan’daki iktisadi-politik gelişmelere göre dizayn edilmesinin projesi olarak planlanan ve devlet egemenliğindeki gerici burjuva klik dalaşında büyük “dönüşüm”ün aracı haline getirilen Ergenekon davası, Yargıtay 16. Ceza Dairesi tarafından usul ve esastan bozuldu. Gerici burjuva hukuk açısından, bu davanın bozulmasına vesile yapılacak birçok nedenin olduğu tartışmasızdır. Haziran 2007’de Ümraniye’de bir gecekonduda 27 el bombasının ele geçirilmesiyle başlayan süreç, devletin yargı, askeri, özel harp, yasama, basın yayın gibi yönetsel ve militarize savaş kurumlarında yer alan ve kanlı bir dönemin yaratıcıları konumundaki kişilerin “yargılandığı” 275 sanıklı davaya dönüşmüştü. 9 yılı aşkın bir zaman dilimine yayılan davada Yargıtay “deliller hukuksuz, örgütün kanıtı yok” diye hüküm belirledi. Aynı şekilde Eski Genelkurmay Başkanı Emekli Orgeneral İlker Başbuğ’un ancak ki Yüce Divan’da yargılanması gerektiğini, verilen hükmü bozma gerekçesi yaptı. Ergenekon adlı bir terör örgütünün varlığına ilişkin somut delillerin olmaması gerekçesiyle esastan bozulan “davada” Yargıtay öz olarak “Ergenekon diye bir terör örgütü yoktur” dedi. Hukuka ayrı dinlemeler, MİT ve devlet mensuplarının izinsiz din-
lenmesi, hukuka aykırı baskın ve aramalar, gizli tanık beyanları gibi başlıkları ise usulden bozma gerekçesi yaptı. Esas ve usulden Ergenekon davasını bozma gerekçelerine bakıldığında (ki başlayan bu süreç Ergenekon davası kapsamında “yargılananların” beraatıyla sonuçlanacağı konusunda açık ve güçlü ibareler vermektedir), burjuva hukuk açısından, “yargılama” sürecine dair, kararı bozmak için de onaylamak için de gerekçeler bulmak mümkündür. Bu durum, gerici burjuva hukuk kanalıyla, AKP özgülünde merkezileşen egemenlik sisteminin bilinçli yarattığı bir durumdur. Faşist egemenlik sistemi, bu davayı kendi dizayn süreci eksenindeki siyasal gelişmelere göre kullanmak için, politik ve hukuksal olarak yoruma açık bıraktı. Gerici burjuva hukuk açısından dahi, hukuka aykırı deliller, hukuksuz tutuklamalar, davanın siyasal sürece göre kullanılmasına vesile yapılmıştır. Ki zaten sorun hukuksal bir sorun değildir. Ergenekon davası kapsamında “yargılanan” tüm sanıklar, Türkiye-Kuzey Kürdistan coğrafyasında sürdürülen kirli ve kanlı savaşın birinci derecede aktörleridir. Halklara karşı bu suçlar kapsamında müdahil olmaya çalışan ilerici-aydın kesimlerin müdahil olmasının engellenmesi, bu davanın niteliğini zaten deşifre etmektedir. Yine on binlerce devrimci, komünist, aydın ve yurtseverin, usulsüz ve hukuksuz yargılamalarına karşın Yargıtay’ın bu davaları onaylaması, burjuva hukuk içindeki çifte standart değildir sadece. Gerici egemenlik sistemi ve ideologlarının yargının “bağımsız” çığırtkanlığı, bu gibi gerçekler karşısında zaten hükümsüz kalıyor. Egemen sınıfların bir yönetim aygıtı olan yargı, kendi doğal işleyişi içinde, gerici devletin politik-iktisadi sürecine göre biçimleniyor. Ergenekon davasında da burjuva hukuk aynı gerici çıkarlara göre işlemiştir. Yoksa ilerici insanlığın hukuku açısından, yargılayan da, yargılanan da suçludur.
Ergenekon dosyası; suçluları yargılama değil, sistemi yeni sürece göre dizayn etme dosyasıdır Özcesi, Ergenekon dosyası suçluları yargılama dosyası değildir. “Yeni” suçluların, “eski” suçlulara karşı, devlet egemenliğinde kendisine yer açma ve devleti “yeni” sürece göre dizayn etme dosyasıdır. Yani “yeni devletin” ulusal ve uluslararası gerici güçlerle, tarihsel
özgün çıkarlarına göre dizayn edilmesi için “eski devlete” çektiği bir kadro operasyonudur. Ve bu operasyon her dönem, devletin dizayn sürecine ve siyasal sürecine göre, yan yana ya da karşı karşıya gelen güçleri belirlemiştir. Esas tehlikeyi savuşturmak için, tali durumdaki “tehlikeli” unsur ya da kurumlarla uzlaşarak süreci örgütlemek, AKP-Erdoğan özgülünde merkezileşen faşist komprador burjuva egemenliğin stratejik planıydı. AKP ve Gülen Cemaati başta olmak üzere, gerici tarikat ve cemiyetlerin koalisyonuyla başlayan devletin “yeniden” dizayn süreci, Kürt ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelelerini bastırma hareketlerine paralel olarak işletilmiştir. Toplumsal dinamikleri sindirme hareketi, devletin sürece göre merkezileşmesiyle ilişkilendirilmiş, öncelik ve sonralık, tarihsel koşulların özgün çelişkilerine göre ele alınıştır. Özellikle Kürt ulusal mücadelesinin tasfiye planı olarak gündemleştirilen “çözüm ve demokratikleşme süreci”, Aleviler başta olmak üzere farklı inanç gruplarına dair geliştirilen “çalıştaylar” ve sosyal kurtuluş savaşlarının toplumsal dinamikleri olan sınıf ve halk katmanlarına karşı izlenen “havuç” siyasetleri, devletin dizayn sürecine dair arızalı olan yanları tamir etmek için be-
lirlenen manevralardır. Egemenlik sisteminde, tekelci komprador kapitalist gerici sınıfına göre merkezileşen süreç, özellikle ulusal ve sosyal toplumsal dinamiklerle yaşanan savaş ve çatışma durumunu hafifleterek, iç sürecini tamamlamak istemiştir. Türkiye-Kuzey Kürdistan’daki tüm kanlı politika ve katliamların failleri olarak öne çıkarılan Ergenekon “sanıkları”, üzerinden hem toplumsal dinamikle de bir beklenti yaratılıyordu, hem de toplumsal dinamikler dizayn sürecine yedeklenmeye çalışılıyordu. Bu süreçte kimi aydın ve “sol” kesimlerin AKP’ye dolaylı ya da dolaysız yedeklenmeleri, yaratılmaya çalışılan tabloya açık örnektir. Tarihsel koşullara ve toplumsal politik gelişmelere göre, öncelik ve sonralık hedeflerini belirleyerek süreci stratejik bir plan dâhilinde ele alan Türk gerici egemenlik sistemi, her döneme özgü, merkezileşmesi paralelinde ittifak siyaseti gütmüştür. Öyle ki, bir dönem direk operasyonu sürdüren savcı ve emniyet güçlerinin, bir başka konjonktürde suçlu pozisyonunda aranır duruma düşmesi, bu stratejik planın, hangi taktiksel manevralarla uygulandığını açıklamaktadır.
Gerici burjuva devlet açık ve gizli kurumlarıyla bir bütündür Gerici burjuva devlet, açık ve gizli ku-
güncel haber
01-15 MAYIS 2016 Halkın Günlüğü
rumlarıyla bir bütündür. “Derin devlet, çeteler, gladio tasfiye edildi” söylemi bir burjuva kliğin başka bir burjuva kliği tasfiye etme amacının formatıdır. Yoksa tasfiye edilen devletin kontra niteliği değil, devletin kontra niteliğinin el değiştirmesidir. Yani başka bir gerici kliğin eline geçmesidir. Ergenekon operasyonu da böyle bir rol oynamıştır. Yargı, yasama, yürütme organlarında yaratılan merkezileşme, ordu, polis, MİT, Özel Savaş Kuvvetleri ve Kontra örgütlemelerin merkezileştirilmesiyle tamamlanmalıydı. Klasik Kemalist kliğin temsili olan “itiraz” odakları dağıtılmadan, bu merkezileşmeyi yaratmak zor olacaktı. Çiller, Ağar, Demirel gibi “eski devletin” iradesi olan şahısların, yeni süreci itirazsız kabul etmeleri ve susmaları, onları operasyon kapsamı dışına itmiştir. Bunun dışında “itiraz” zemininde duran kesimler, sopa ve havuç politikasıyla hizaya getirilmek istenmiştir. “Ilımlı İslam” üstyapısal siyasetle ( Bu aynı zamanda ABD’nin başını çektiği emperyalist egemenliğin bölge siyasetidir),neo-liberal sisteme uyum sağlamayan, devlet iktidarı içindeki siyasal ve iktisadi merkezlerin etkisizleştirme adımları, politik, hukuksal ve iktisadi projelerle gerekçelendirilerek sürecin örgütlenmesi, Ergenekon gibi davaların esas hedefidir. Sürecin iktisadi ve politik ayakları kapsamlıdır. Bazı sermaye odaklarına kayyum ve başka “yasal” müdahaleler yapılıp sermayenin el değiştirmesi ve “yeni” komprador tekelci kesimin palazlandırılması, AKPCemaat ittifakı üzerinden, toplumda gerici İslamcı gelişmeye karşı biriken tepkinin etkisizleştirilmesi ve toplumsal muhalefetin sindirilmesi için Ergenekon “yargılamalarının” tehdit olarak kamuoyuna pompalanması, AKP özgülünde
merkezileşen faşist egemenliğin kapsamlı planıydı.
Bölgesel gelişmeler, ulusal-sosyal kurtuluş mücadelesindeki ivme ve AKP-Cemaat kirli ittifakının parçalanması süreci farklılaştırmıştır! “Yeşil Kuşak”, “ılımlı İslam” emperyalist projesinin ürünü olan AKP, Türk egemenlik sistemi adına bölge üzerinden sürdürdüğü siyaset, iflas etti. Suriye, Ortadoğu, Arap Yarımadası üzerinden “model ülke” olma projesi, politik ve askeri olarak bölgesel gelişmelerin altında ezildi. Özellikle Gezi süreciyle başlayan toplumsal muhalefet ve devrimci toplumsal dinamiklerin özgürlük arayışı, önemli bir irade ortaya koydu. Bir kuşatma hareketi olarak geliştirilen toplumsal gericileşmeye karşın, ilerici toplumsal dinamiklerin ısrarlı duruşu, egemen güçler açısından TürkiyeKuzey Kürdistan coğrafyasının, dikensiz bir gül bahçesi olamayacağını ortaya koymuştur. Bu güncel durumun yanında, AKP iktidarı üzerinden faşist egemen güçlerin barbar politikaları, toplumda stratejik olarak çok güçlü bir toplumsal patlamanın dinamiklerini mayalamaktadır. Sessiz çoğunluğun homurtusu, sonuç alıcı olmasa da, Gezi gibi eylemlerde güçlü toplumsal patlamaların haberlerini vermektedir. Bütün bu toplumsal sürecin iradesi olarak, Kürt Ulusal Hareketi’yle, komünistler, sosyalistler, devrimciler başta olmak üzere, Alevi, Ermeni, Kürt, Laz, Türk aydın ve halk dinamikleriyle yaratılan devrimci bloğun 7 Haziran Genel Seçimleri’nde ortaya koyduğu güçlü irade, bu toplumsal huzursuzluğu, devrimci tarzda merkezileştirmeyi deklare ediyordu.
Yine, sosyal-politik gelişmeler, Cemaat’in gizli ağlarıyla bağlantılı (Ki AKP, hükümete bu gizli ağların gücüyle gelmiştir) 17 Aralık yolsuzluk operasyonu ile birleştiğinde, AKP-Erdoğan hükümranlığı “yeni paydaşlar” bulma arayışına girmiştir. Hemen belirtelim ki, Cemaat’in yönelimiyle, sosyal ulusal devrimci toplumsal dinamiklerin tavrı arasında hiçbir bağlantı yoktur. Gerici faşist diktatörlük, buradan bir bağlantı kurarak, demokrasi ve ulusal-sosyal kurtuluş mücadelelerinin toplumsal dayanaklarıyla oynamak istiyor. Bu da devrimci süreci karartmanın kirli bir yöntemidir. 7 Haziran seçimlerinin sonucu, faşist egemenlerin, gerici dünyaları gereği, kuralsız ve kontra güçlerle kanlı bir süreci başlatmasının startı oldu. Sosyalist ve demokrasi güçlerinin yakaladığı ve toplumsal bir başarıya dönüşen süreç, ırkçı, şoven ve gerici kamplaşmalar üzerinden yaratılan gerginlik siyasetiyle dağıtılmalıydı. Faşizm sürekli gerginlik ve saldırgan süreçler üzerinden kendisini üretir. Ankara, Suruç, Amed kitlesel katliamları, bu gerginliği fitillemenin kontra yöntemleridir. Siyasal ortak IŞİD, bu kontra yönelimin ana gücüdür. “Çözüm” süreci, “demokrasi-toplumsal özgürlükler” manüpilasyonu, açık faşist, kontra, askeri yönelimlerle, topyekûn bir savaş konseptine çevrildi. Tam da bu kesitte, Kürt Ulusal Hareketi’nin güçlü direnişi, Kürt kentleriyle birleşerek, tarihsel bir savaş iradesini ortaya koydu. Tüm bu toplumsal, sosyal-politik gelişmeler, AKP-Erdoğan diktatörlüğünü,10 yılı aşkın zamandır gerici çıkarları ekseninde çatıştığı generallerin kapısına sürüklemiştir. Milli Güvenlik Kurulu’nda “yeni” konjonktüre göre oluşturulan konsept ile, AKP-Erdoğan ve Generaller, artık yan yana olacaklardır. Ergenekon ve Balyoz davalarındaki gelişme ve yaşanan tahliyeler, bu konseptin sonucudur. Kürt ulusal mücadelesinin bir tasfiye planı olan “çözüm “ sürecinin bitirilerek, topyekûn bir savaş sürecinin başlatılması, tek bayrak, tek devlet, tek vatan, tek dil tekerlemesinin gerici savaşın kirli sloganı olarak daha organizeli güncellenmesi, Kürt ulusu ve tüm toplumsal dinamiklere, aydınlara, denetiminde olmayan basın yayın organlarına, barış isteyen akademisyenlere, savaşı lanetleyen sporculara karşı ilan edilen savaş, yine bu konseptin sonucudur. Yani, devletin “yeniden” dizayn süreciyle, aşırı uçlarda duran generaller, bürokratlar, kontra komutanlar, kanlı kalemşorlar “terbiye” edilerek, bir uzlaşı zeminine çekildiği gibi, gerici çıkarlarda bazı tavizler veren AKP-Erdoğan diktatörlüğüyle, konjonktürel olarak böyle uzlaşmıştır. Erdoğan generalleri “darbecilik” suçlamalarından aklayacak, generaller de, hırsızlık, yolsuzluk, El Kaide, IŞİD gibi cihadist geri örgütlerle olan kirli ilişkilerine dokunmayacak. Bu konjonktürel uzlaşı, ezilen halklara, mazlum uluslara ve ötekileştirilen inanç gurup-
17
larına karşı, topyekûn bir savaş konsepti olarak, stratejik bir projenin uzlaşısıdır. Yani gerici savaşın kurmaylığı olarak, devletin 90 yıllık paradigmasıyla, son 10 yıllık paradigması uzlaşmıştır. Karşılıklı verilen ödünler, son 10 yıllık egemenlik sisteminin paradigmasına göre şekillendirilmiştir. Ergenekon davasından “yargılanan” kontra elemanların tahliye olduktan sonra, AKP-Erdoğan zeminini güçlendiren açıklamalar yapması bunun ifadesidir. Kontra faaliyetçisi, mafya şefi sıfatıyla sahalara dönen apoletli-apoletsiz kan emicilerin kan akıtma tehditleri, Erdoğan için “ölme ve öldürme” beyanları, bunu açıklamaktadır. Perinçek’in, Veli Küçük’ün sarayı kıble alarak kıldığı namaz, bunun ifadesidir. Bu konseptle,17 Aralık’tan bu yana, devlet içinde tasfiye edilen Gülenci kadroların yerine, ulusalcı, klasik Kemalist, MHP ve CHP’den kadrolar yerleştirilmiştir. Böylece AKP-ulusalcı Klasik Kemalistler-MHP-CHP ittifakı; Kürt ulusu, devrimci demokrat ve aydın güçlere karşı kurulmuştur. Kuşkusuz ilk icraatları, Türkiye-Kuzey Kürdistan’da akıtılan ezilen ulus ve halkların kanı paralelinde, Meclis’te HDP Milletvekillerinin dokunulmazlıkları olacaktır. Politik gelişmelerin, bu kirli ittifakı frenleme rolü oynama ihtimali olsa da, gündemleştirilen fezlekelerle, HDP Milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılıp tutuklanmaları, çok güçlü bir ihtimaldir. Bu kirli ittifak, sorunu “Görkemli Yüce Türk Devletinin Bekası” sorunu olarak görüyor. Faşist devletin bekasına tehlike gördüğü tüm toplumsal güçlere karşı, kirli ve vahşi bir savaşa hazırlanıyor. Generaller-Erdoğan-AKP merkezli ittifak, bu savaşın “resmi” ve kontra ayaklarıdır. Kirli savaş suçlularının, kontra elemanların, cihadist gerici güçlerin ortaklaştığı nokta budur. “Aydın” ve “sol” adına, dün derin devletle hesaplaşma adına AKP’nin eteklerine tutunanlar, bugün Cemaat gericiliğiyle hesaplaşma adına AKP faşizminin saflarına demir ata dursunlar. Süreç kanlı bir savaşı örgütlüyor. Bu savaş, Kürt ulusunun özgürlük savaşıdır. Ve nihayetinde bu savaş, ezilen sınıf ve halk katmanlarının Maoist önderlikleriyle tüm toplumsal sorunlara çözüm olan Sosyalist Devrim savaşıdır. Gerici faşist egemenlik bu savaşın barbar, kirli ve haksız yanıdır. Faşist egemenliğin, tüm kontra ve resmi savaş suçluları, devrimci savaşın sorgusundadır. Bunun dışında, egemen gerici kliklerin dalaşı, kirli gerici çıkarların dalaşıdır.
18
röportaj
01-15 MAYIS 2016 Halkın Günlüğü
Soykırımcı gelenek devam ediyor “TC” tarihinin en barbar soykırımlarından biri de kuşkusuz ki 193738 Dersim Soykırımı’dır. Soykırımın başlangıç tarihi olan 4 Mayıs Dersim kurumları tarafından Soykırım günü olarak ilan edildi. 4 Mayıs’ın öngünlerini yaşadığımız bugünlerde 4 Mayıs Dersim Soykırımı’na dair DEDEF Genel Başkanı Ahmet Balkıs ile gerçekleştirdiğimiz röportajı okurlarımızla paylaşıyoruz Halkın Günlüğü: 4 Mayıs'ın Soykırım Günü olarak anılmasının nedenleri nelerdir? Ahmet Balkıs: Yeni kurulan genç Cumhuriyet esasta katliamcı Osmanlı’nın devamcısıdır. Devlet, tek devlet tek millet tek dil anlayışını gerçekleştirmek, bu hayallerini yerine getirebilmek için Osmanlı’nın defalarca girişimde bulunup giremediği Dersim’i yerle bir ederek gücünü gösterme, ulus devlet anlayışını uygulama peşindeydi. Bundan dolayı, Bakanlar Kurulu Dersim Soykırımı’nı gerçekleştirmek üzere 4 Mayıs 1937’de toplanır ve 1937 Yılında Yapılan Tunceli Tenkil Harekâtı’na Dair karar alınır. “Gayet Gizlidir” ibareli karar ile bir halkın geleceği belirlenir. Kararın en önemli cümlesi şudur: Sadece taarruz hareketiyle ilerlemekle iktifa ettikçe isyan ocakları daimi olarak yerinde bırakılmış olur. Bunun içindir ki, silah kullanmış olanları ve kullananları yerinde ve sonuna kadar zarar vermeyecek hale getirmek, köy-
leri kâmilen tahrip etmek ve aileleri uzaklaştırmak lüzumlu görülmüştür. Bu nedenle 4 Mayıs tarihi Dersim Tertelesi’ni Anma Günü’dür. Alınan bu kararla Dersim’de katliama başlanır. TC devleti 1937-38 yıllarında Dersim’de tarihte eşi benzeri görülmemiş bir katliama imza atar. Soykırımda en az 70 bin insan öldürülür, on binlerce insan ise yerinden yurdundan sürülür. Bizler de soykırım kararının alındığı bugünü unutturmamak için Türkiye’nin ve dünyanın çeşitli yerlerinde bu insanlık dışı soykırım uygulamasını anmaktayız.
HG: Devletin Dersim’e yönelik kapsamlı saldırıları bugün de AKP eliyle daha sinsi bir şekilde sürüyor. Bu saldırı politikaları somutta nelerdir? Ahmet Balkıs: 4 Mayıs 1937 alınan Bakanlar Kurulu kararı halen geçerliliğini korumaktadır. 1937 yılında insanlarımızın bedenlerini hedef alan bu saldırılar, 1990 yıllara gelindiğinde yaşam alanlarımıza yönelmiştir. Bilindiği gibi 1990’lı yıllarda Dersim’in birçok köyü boşaltılmıştır. Dersim’i insansızlaştırma politikaları şimdi ise daha geniş bir alan üzerinden uygulanılmaya çalışılmaktadır. Dersim baraj, maden, HES projeleriyle tamamen yok edilmeye çalışılmaktadır. 7 Haziran Genel Seçimleri’ne kadar devam eden çatışmasızlık ortamını iyi değerlendiren AKP hükümeti, bu projeleri yapmayı planladığı bölgelerde yaptığı karakol ve kalekollarla toplumsal muhalefete karşı önlemini de aldığını düşünmektedir. Tabi devletin Dersim’e yönelik sinsi saldırıları sadece bu meseleler üzerinden yaşanmamaktadır. Dili, kültürü, inancı üzerinden de
sistemli bir saldırı altındadır Dersimliler. Dersim Kurumları bu saldırıları dün olduğu gibi bugün de yarın da boşa çıkaracaktır.
HG: DEDEF olarak önümüzdeki sürece dair çalışmalarınız ve planlamalarınız hakkında neler söylemek istersiniz? Ahmet Balkıs: Bu mesele üzerinde planlamalarımız var. Federasyon gücü ve imkânları oranında bunların ne kadarını gerçekleştirebilir bilemiyorum ama bu projelerin tamamının uzun vadede gerçekleşeceğine inanıyorum. Bu planlamaların bazılarını şöyle ifade edeyim: Bilindiği gibi Dersim isminin değiştirilerek Tunceli yapılması da soykırımın bir parçasıdır. Bunun için DEDEF olarak bir kampanya başlattık. Türkiye’nin ve dünyanın çeşitli yerlerinden yaşayan Dersimliler, aydınlar, devrimciler kısaca duyarlı bütün insanlardan Dersim’e mektup atmalarını istedik. Dersim merkezdeki derneğimizin adresini verdik adres kısmına Tunceli değil Dersim yazmalarını istedik. Bu şekilde elimize geçen mektupları davaya dönüştürüp Dersim isminin iadesini sağlamaya çalışacaktık. Kampanyamız dava aşamasına gelince avukat arkadaşlarımızın da önerisiyle ülkedeki süreçten kaynaklı şimdilik askıya aldık. İleriki zaman kaldığı yerden bu çalışmayı tamamlayacağız. Bu çalışmalar ve mücadelemiz devleti geçmişteki kanlı sayfalarıyla yüzleştirinceye kadar devam edecek. Bir başka çalışmamız ise, Dersim katliamını anlatan uzun metrajlı sinema filmi çekimi… Bu filmi uluslararası film festivallerine göndererek Dersim Soykırımı’nı dünyaya anlatıp bu konuda bir kamuoyu oluşturarak devletin
ANTAGONİZMA ŞEHİR SAVUNMASI
K
ürtler, ordunun hava destekli, tanklı, toplu topyekûn saldırısına karşı, beklenilenin üstünde bir inat ve kararlılıkla direndiler. Tarih, tümünü diyemem ama bazı ayaklanmaları ve savunma babında bazı mevzi direnmeleri -yenilecekleri baştan belli olsa bile - kaçınılmaz hale getirir. 1871'in Paris'inde, sınıf çelişkilerinin vardığı nokta ile yüzyılı sarsan barikat savaşlarının yenilmiş ama tamamen teslim olmamış narası, Paris işçilerine ve yoksullarına ayaklanmayı telkin ediyordu. Paris'in lanetlileri ayaklandılar, Komün’ü kurdular ve Prusya süngüsünün desteğini alan Fransız burjuvazisi tarafından da çok kanlı bir şekilde bastırıldılar. Devletin yağma sofrasına sonradan oturan ve ol-
soykırımı tanımasını sağlamaya çalışacağız. Bu konudaki başka bir çalışmamız ise genelde dünyadaki bütün soykırımları, özelde ise Dersim Soykırımın’ı anlatan bir müze açmaya çalışıyoruz. Bu konuda 2016 yılını belge toplama yılı olarak değerlendireceğiz. Belge toplayabilmek için federasyon olarak Ermenistan’ı ziyaret ettik. Ermenistan belge konusunda dünyanın hafızası ödülünü aldı. Ellerinde yaklaşık 36 milyon belge var. Dersim’e dair bir şey var mı? Bilmiyoruz. Sözlü olarak yardımcı olacağını dile getirdiler. DEDEF olarak yaptığımız bütün çalışmaları kardeş federasyonumuz olan Avrupa Demokratik Dersim Birlikleri Federasyonu’yla birlikte yapmaktayız. Kardeş federasyonumuz ADEF üzerinden bu çalışmayı Avrupa ülkelerine de yaymaya çalışacağız.
HG: Mayıs ayının ezilenler açısından tarihsel bir önemi bulunmaktadır. 1 Mayıs, 4 Mayıs, 6 Mayıs ve 18 Mayıs gibi tarihsel günler Mayıs'a bu tarihsel anlamı yüklemektedir. Dersim'de de güçlü politik bir karşılığı olan bu tarihsel günlere dair neler söylemek istersiniz? Ahmet Balkıs: Dersim insanı inancı gereği hep ezilenden, ezileni savunandan yana olmuştur. Belirtiğiniz tarihler büyük değerlerin büyük bedeller ödedikleri, tarihe unutulmaz izler bıraktıkları günlerdir. Dersimliler işçilerin sokaktaki, Denizlerin mahkemedeki, Kaypakkaya’nın işkencehanedeki dik duruşunun yanında olmuştur. İnsanlığın demokratik hak ve özgürlüklerinin yanında olmaya da devam edecektir.
≫ muzaffer oruçoğlu dukça iştahlı olan İslamcı burjuvazinin iki kanadı, blok halinde hareket ederek hükümeti, parlamentoyu ve sivil bürokrasinin önemli bir bölümünü ele geçirdi. Devleti tamamen ele geçirme sürecinin son aşamasında, yani orduyu ele geçirme gibi kritik bir aşamada devlet harekete geçti, sınanmış kamasını iki blok arasındaki çatlağa soktu ve blokları, bloklar arasındaki rekabet ve dalaştan da yararlanarak ayırdı. Önce büyük blokun desteğini alarak küçük bloku tepeledi, sonra da büyük blokla uzlaştı; tabi büyük blokun kısmi teslimiyeti temelinde... Kürtler, 1984'ten bu yana çok ciddi bir yenilgiye uğramadılar. Kuyruğu dik tuttular. Kuşkusuz, bu onların kararlılıklarının bir belirtisiydi. Silahlarının namlularını da sürekli doğrultmadılar ve zaman zaman dik tuttular, yani barış istediler. Bu onların kitleselleşmesine, güç toplamalarına yol açtı. Son barış süreci, İslamcı burjuvazinin, bir kesim Kemalist burjuvazi ile birlikte Kürtleri silahsızlandırma ve
oyalama taktiğinden başka bir şey değildi. Kürt direniş güçlerinin, şehirlerde halk desteği alarak yığınak yapması ve özyönetimin maddi zeminini güçlendirme doğrultusunda ciddi adımlar atmış olması, devletin topyekûn saldırısına yol açtı. AKP bu saldırıyı, seçim için kendi lehine kullanmayı da ihmal etmedi. Kürtler, bu saldırı karşısında, direnmeden, mevzilerini terk ederek çekilemezlerdi. Böylesi bir pasif savunma, çok daha büyük kayıplara yol açar, devleti, askeri ve moral olarak güçlendirirdi. Kürtler bunu yapmadılar, kendi tarihlerinde eşi görülmemiş, çetin ve uzun süreli bir şehir savunma savaşı verdiler. Devlet şehirleri yıktı ve direnişçilerin yavaş yavaş dağlara doğru çekilmesine yol açtı. Şu anda bunu yaşıyoruz. Aslolan, haklı ve ileri bir zeminde kalarak direnmedir. Yaşamın görünmeyen yanlarını bunlar gösterir bize. Görür ve geleceğimize dair daha gerçekçi ütopyalar kurarız.
tarih
01-15 MAYIS 2016 Halkın Günlüğü
19
Bir komünizm serüvencisi: Armenak Bakırcıyan Proleter Öncü’nün Ermeni milliyetine mensup komünist kadrolarından biri olan Armenak Bakırcıyan’da kısa sürede proletarya partisi saflarında örgütlenerek ileri çıkan ve önderleşen komünistlerden biridir.
Proleter Öncü’nün enternasyonal kızıl çizgisi kısa bir süre içinde çeşitli ulus/milliyet, azınlık ve inançlardan halkalarımızla buluşarak kendi devrim yatağını ilmik ilmik örüyordu. Komünist önder Kaypakkaya tarafından göndere çekilen komünizmin şanlı kızıl bayrağı Anadolu ve Mezopotamya’nın kadim halkları olan Ermeniler ve Kürtler başta olmak üzere diğer halklarda karşılık bularak yüzlercesinin Proleter Öncü saflarına katılmasına sebep oluyordu. Bu noktada özellikle Ermeni milliyetine mensup devrimcilerin Proleter Öncü saflarında özneleşmeleri tesadüfî bir durum olarak ele alınamaz. Proleter Öncü’nün ideolojik-siyasal hattı başta olmak üzere diyalektik ma-
teryalist tarih anlayışı ve bu doğrultuda coğrafyamızda yaşanan soykırım ve katliamlar noktasındaki keskin devrimci tarih anlayışı bu gerçeğin oluşmasına etken olan temel meseledir. Kaypakkaya yoldaş önderliğinde gerçekleştirilen bu nitel çıkış çok geçmeden Maoist komünist gelenekte Armenak Bakırcıyan, Nubar Yalım, Manuel Demir, Hrant Dink, İmam Boztaş ve ismini sayamadığımız onlarca Ermeni yoldaşlarla buluşmuştur. Bu temelde komünistler, tarihin devrimci mücadelede bir silah haline getirilmesini öngörmüş ve bu bilinçten hareketle ezilen ve sömürülenlerin tarihinin ilerici yönlerini de kendilerine referans almışlardır. Bu perspektifle yol üstünde kadavralara karşı genetik kodlarımızdan aldığımız güçle günümüz mücadelesini de güncelleştirmişlerdir. Buradan hareketle tarihin ve insanlığın başına gelmiş en büyük felaketlerden biri olarak Asuri-Süryani/Ermeni Soykırımı’nı lanetlerken Ermeniler ve diğer bütün ulus, azınlık milliyet ve ezilen inanç kesimlerine yönelik tarihi haksızlıkları tekrardan kınarken, somut ve güncel haklı taleplerini, en demokratik meşru haklarının savunucuları olarak mücadelemizin birer parçaları olarak görüyoruz. 24 Nisan 1972 Nisan Güneşi, Anadolu ve Mezopotamya, Batı Ermenistan, Türkiye-Kuzey Kürdistan’daki kadim halkların gerçek kurtuluş geleceklerini muştulayan bir ışıktır. Bu doğan güneşi komünist coşku ile bir kez daha kutluyor ve selamlıyoruz.
1953 Amed doğumlu olan Bakırcıyan Proleter Öncü’nün birçok alanında devrimci çalışmalar yürüterek ve fedakârlığı ile öne çıkarak kitlelerin büyük sevgisini ve saygısını kazanmıştır. Her gittiği yerde kitlelere umut düşmana ise korku yaratmıştır. Bir eylem için gittiği İzmir’de polisle çatışarak tutsak düşen Bakırcıyan yoğun işkenceler altında Buca Hapishanesi’ne götürülür. Yaklaşık iki yıl tutsak kalan Bakırcıyan Proleter Öncü’nün özenli ve planlı bir çalışmasıyla kaçırılır. Firardan sonra da birçok alanda devrimci çalışmalar yürüten Bakırcıyan 13 Mayıs 1980’de Kaypakkaya’nın ölüm yıldönümü dolayısı ile bir komiserin cezalandırılması için gittiği Karakoçan’da kurulan pusuda polisle çatışarak ölümsüzleşir. Yine Mayıs ayının değişik tarihlerinde Proleter Öncü saflarında komünizmin
şanlı kızıl bayrağını dalgalandırarak ölümsüzleşen; Haydar Çakmak, Mehmet Kocadağ, Bahar Yıldız, Hacer Çetin, Mehmet Yaşar, Hasan Tanrıverdi, Hasan Albayrak, Cemile Koçak, Cafer Özdemir ve Cafer Tayyar Bektaş’ın devrimci anıları önünde saygıyla eğilerek, devrim, sosyalizm ve komünizm mücadelemizde yaşatacağımıza söz veriyoruz.
CAFER TAYYAR BEKTAŞ
BAHAR YILDIZ
CAFER ÖZDEMİR
CEMİLE KOÇAK
HASAN ALBAYRAK
HASAN TANRIVERDİ
HAYDAR ÇAKMAK
MEHMET YAŞAR
1972 Nisan Güneşi, Anadolu ve Mezopotamya, Batı Ermenistan, Türkiye-Kuzey Kürdistan’daki kadim halkların gerçek kurtuluş geleceklerini muştulayan bir ışıktır. Bu doğan güneşi komünist coşku ile bir kez daha kutluyor ve selamlıyoruz. Proleter Öncü’nün Ermeni milliyetine mensup komünist kadrolarından biri olan Armenak Bakırcıyan’da kısa sürede proletarya partisi saflarında örgütlenerek ileri çıkan ve önderleşen komünistlerden biridir
Karakoçan Kızılkoçan olacak Marşımızı silahımız çalacak Mutluluğu için halkın Silahların namlusunda namluların gölgesinde Hedefini döven kurşunda kızıl kızıl şafakta Yaşıyor yaşıyor ölmedi o yaşıyor Yaşıyor yaşıyor Orhanımız yaşıyor
20
röportaj haber
01-15 MAYIS 2016 Halkın Günlüğü
MKP/HKO’lu kadınlar: “Kadınsız bir kurtuluş asla düşünülemez” Partimiz SHS'de kadının olmazsa olmaz rolüne vurgu yapmış ve kadın ordulaşmasını insanın büyük özgürlük mücadelesinde öncü ve önder güç olmasını savunmuş ve bunun pratik ayağını örmeye başlamıştır. Bugün Halk Kurtuluş Ordusu (HKO) içerisinde kadının özgün ve özerk durumundan kaynaklı özgün kadın örgütlenmeleri ve çalışmaları vardır. Bu çalışmalarla kadın yoldaşların savaşta önderleşmesinin adımları atılmaktadır. Mevcut koşullarda kadının yok sayıldığı, baskı altına alındığı, ikinci konuma atıldığı ve katledildiği gerçeklikte kadınların kendileriyle birlikte tüm insanlığı kurtuluşa götürecek o engin mücadeleye atılması, zincirlerinden kopup savaş siperlerinde yerlerini almaları gerekmektedir. Kadınsız bir kurtuluş asla düşünülemez ve kadının özne, önder ve öncü olmadığı bir devrim yürüyüşü ilerleyemez, ilerletemez
Maoist Komünist Partisi/Halk Kurtuluş Ordusu(MKP/HKO) kadın gerillaları ile kadın mücadelesi başta olmak üzere güncel-siyasal gelişmelere dair yapılan röportajı öneminden dolayı okurlarımızla paylaşıyoruz 14 yıllık faşist “TC” devletine hükümet eden AKP’nin topyekûn savaş politikalarına karşı devrimci karşı koyuştaki siyaset tarzınız nedir? Eftelya Awaz: Haziran Ayaklanması'ndan, bugünlerde takip ettiğimiz Sûr, Cizîr, Silopiya, Nisêbîn'deki direnişlere kadar kitlelerin direnişleri, faşist AKP hükümetinin baskı, şiddet, katliam politikalarıyla bastırılmaya çalışıldı. Kitleleri yıldırma çabaları baş gösterdi. Rojava ve
Kobanê'deki direnişi baltalamak amaçlı açıklamalar ve çalışmalar yürütmeleri yetmezmiş gibi, ellerinden gelen her türlü desteği, lojistiği, ilişkileri IŞİD çetelerine sunmaktan, onları beslemekten geri durmadılar. Öte yandan Suriye üzerinden gerçekleştirmeye çalıştıkları dış politika taktikleri, bölgede esas aktör olma hevesleri emperyalistlerce de destek görmeyip, iktidarı boşa düşürmüştür. 7 Haziran seçimlerine gelecek olursak, başkanlık hayallerine veda etmesi ve iktidarın sarsılma tehlikesiyle halka ve tüm muhalif kesimlere yönelik saldırı politikaları ve şantajları AKP'nin maskesini iyice teşhir etti. Suruç ve Ankara katliamları bu çerçevede gerçekleşti. Kürt Ulusal Hareketi’nin ulusal direnişler içinde olması; kentlerde, ilçe-
lerde, mahallelerde aylarca süren sokağa çıkma yasakları, buraları halklar için yaşanmaz hale getirme ve sonucunda göçe zorlama, akabinde tırmandırılan savaş, saldırı politikaları coğrafyanın genel özetidir diyebiliriz. Buralarda halk kitlelerinin direnişleri ve ödediği bedeller ise iktidarın dört koldan uyguladığı savaş konseptinin nasıl boşa düşürülebileceğinin, göğüslenebileceğinin birer örneğidir. İktidarın azgın politikaları yalnızca topuyla tankıyla da değil. Bugünlerde direniş mahallelerinin kamulaştırma projesini gündeme getiriyorlar. Fakat bu yıldırma hamleleri nafiledir. Çünkü artık halklar, uluslar her saldırıya direnişlerle cevap oluyorlar. Bunun farklı bir örneğini Karadeniz'de Artvin-Cerrattepe'de görmemiz müm-
kündür. Karadeniz halkının emeğini, doğasını rant amacına dönüştürme girişimleri yine kitlelerin direniş barikatlarına çarptı. Hangi coğrafyadan bakarsak bakalım, faşist iktidar bugün emperyalizmle göbekten bağını zayıflatmamak adına rolünü oynamakta ısrarcı, fakat sancılar içerisindedir. Çünkü her hamlesinde karşısında toplumsal tepkiyi, direnişi büyüten kitleleri buluyor. Bu çok önemli. Ayrıca şunu da unutmamak gerek; iktidarın tüm bu politikalarını uygulamaya çalışması, onlar açısından muazzam çelişkiler de doğurmaktadır. Bunlar bizler açısından avantaja dönüştürülebilecek meselelerdir. Burjuvazinin kendi içindeki çelişkileri, iktidar içinde yaşanan çatlaklar, AKP'nin emperyalist politikalar çerçe-
röportaj haber
01-15 MAYIS 2016 Halkın Günlüğü
vesinde kuşatılmışlığı ve ağır yükümlülükler altında olması, Kürt ulusuna karşı girişmiş olduğu savaş saldırganlığı ister istemez iktidarı zayıflatan, siyasi ve ekonomik krizlere taşıyacak bir süreç başlangıcıdır. Bu bakımdan bizlerin siyaset tarzı; coğrafya genelinde yükselen tüm toplumsal hareketleri ve direnişleri sahiplenmek, savunmak ve onların parçası olmaktır. Özellikle bu tipte azgın savaş konseptlerinin uygulandığı süreçlerde güç birliği, ittifaklar ve devrimci cephelerin oluşması ayrıca bir önem arz etmektedir. Zaten bu perspektiften hareketle bir bileşeni olarak Halkların Birleşik Devrim Hareketi'ni önemsiyor ve ciddiyetle ele alıyoruz. Bu bağlamda Partimizin tüm alanlarında süreci göğüsleyebilmek için, hem demokratik hem askeri alanlarda mücadeleyi somut adımlarla yükseltmek, kitleleri yaşanan ve yaşanacak süreçlerde bilinçlendirmek, öncüleştirmek, ayrıca kazanacağımız reformlar noktasında bu kazanımları ötelemeden ilerletmek bizim yönelimimizdir. Türkiye-Kuzey Kürdistan'da mevcut durum devrimin lehindedir, bizlerin görevleri de bu koşulları değerlendirip devrim mücadelemizi geniş halk yığınları nezdinde yaygınlaştırmak ve daha da ileri taşımaktır.
Maoist kadınlar olarak gelecek özgür bir dünya yaratmak için yürüttüğünüz Sosyalist Halk Savaşı'nda kadının rolüne dair yaklaşımınız nedir? Özlem Diren: Bildiğiniz üzere partimiz gerçekleştirmiş olduğu 3. Kongre ile ülkemizin sosyo-ekonomik yapı tahlilini yeniden yapmış ve ülkemizi kapitalist olarak değerlendirmiş, bu sonuca bağlı olarak devrimimizin niteliğinde de, stratejisinde de değişikliğe gitmiştir. Savaş stratejisi olan Sosyalist Halk Savaşı (SHS) stratejisi ülkemiz ve dünya için yeni bir strateji olup Partimiz açısından da yeni bir sürecin başlangıcı olmuştur. Partimiz SHS'de kadının olmazsa olmaz rolüne vurgu yapmış ve kadın ordulaşmasını insanın büyük özgürlük mücadelesinde öncü ve önder güç olmasını savunmuş ve bunun pratik ayağını örmeye başlamıştır. Bugün Halk Kurtuluş Ordusu (HKO) içerisinde kadının özgün ve özerk durumundan kaynaklı özgün kadın örgütlenmeleri ve çalışmaları vardır. Bu çalışmalarla kadın yoldaşların savaşta önderleşmesinin adımları atılmaktadır. Mevcut koşullarda kadının yok sayıldığı, baskı altına alındığı, ikinci konuma atıldığı ve katledildiği gerçeklikte kadınların kendileriyle birlikte tüm insanlığı kurtuluşa götürecek o engin mücadeleye atılması, zincirlerinden kopup savaş siperlerinde yerlerini almaları gerekmektedir. Kadınsız bir kurtuluş asla düşünülemez ve kadının özne, önder ve öncü olmadığı bir devrim yürüyüşü ilerleyemez, ilerletemez. Berfin Yılmaz: Bizler kadının değişti-
rici ve dönüştürücü rolünü hem yaşam içerisinde hem bulunduğu mücadele içerisinde kanıtladığına tanıklık ettik. Bundandır ki, kadının kurtuluşunun devrimde olacağını savunmaktayız. Yani sistem içinde sıkıştırılmış toplumsal reform taleplerinin bu sorunun köklü çözümü olmayacağının bilincindeyiz. Nihai olan kurtuluşumuz ise; bizleri her gün parça parça katledenlerin, burjuva devlet mekanizmasının alaşağı edilmesiyle mümkündür. Kadının kurtuluşu ve sınıfların ortadan kaldırılmasını, sınıfsal mücadeleyi ayrı ele almak mümkün değildir, olamaz da. Partimiz de bu minvalde 3. Kongre ile birlikte tüm mücadele alanlarında, SHS stratejisinde kadının değiştirici, dönüştürücü rolünü öne çıkaracak bir perspektifte bulunmuştur. Devrimimizin özneleri olan kadınlar da bu bilinçle hareket etmelidir. Gerek komünist parti içerisinde gerek devrim yürüyüşümüzde şiarımız “Kadınlar Yönetime, Kadınlar İktidara”dır. Bu doğrultuda kadınlar kendi haklı mücadelelerinin birebir öncüsü ve önderi olma perspektifini benimsemeli. Türkiye-Kuzey Kürdistan ve dünya özgülünde devrimimizin stratejisi olan SHS’de kadınlar öncü güçlerimizdir. Şehirde ve kırda savunduğumuz kadın ordulaşması, bu savaşın kadının öznesi olduğunun göstergesidir. Kadın yaşamın her alanında, her anında insanın ilk eşitsizliğini ortadan kaldırmakta, buna neden olan zihniyetle topyekûn savaşabilmektedir. Çünkü biz Maoist kadınlar olarak biliyoruz ki, kadınlar bir sorun
veya sorun yaratan değillerdir. Bu anlayışla mücadele etmek, köklü bir şekilde ortadan kaldırabilmek, zorun zor ile yıkılabileceği ilkesinden de anlaşılacağı gibi savaşmaktan geçer. Son olarak şunu belirtmeliyim; zihniyet sorunu olan tüm zihniyetçi yaklaşımlara karşı devrim mücadelesi içerisinde dahi önce kadınımızdan başlayarak kararlı, cüretkâr bir mücadeleye atılmak zorundayız. Eftelya Awaz: Coğrafyamız özgülünde değişen koşullara bağlı olarak, temelde üretim ilişkilerinin niteliğindeki değişiklik ve sınıfsal değişimler savaş stratejimizi de güncellememizi gerekli kılmıştır. Halk Savaşı Stratejisi’ni proletarya ve geniş halk yığınlarını kapsayan ve şehirleri de kırlar kadar önemli bir mücadele merkezi haline getiren Sosyalist Halk Savaşı Stratejisi şeklinde güncelledik. Partimiz bu tespitle en geniş halk kitlelerini merkezine alırken, kadının devrim mücadelesindeki rolünü de ciddi bir şekilde ele almaktadır. Kadının gerek partileşmesi, gerek ordulaşması ve gerekse bulunduğu diğer mücadele alanlarında öncüleşip önderleşmesi için yeni pratik politikalar önüne koymuş ve bu politikaların pratik çalışmalarını da kırda ve şehirde örmeye başlamıştır. Bir devrim mücadelesi hiç şüphe yok ki kadınlar olmadan gerçekleşemez tasavvuru biz kadınlar için yeterli değildir. Çünkü bizler kadınlar özne olmadığı, öncüleşmediği bir devrim mücadelesinin gerçek anlamda zafere ulaşamayacağı kanaatindeyiz. Partimizin de bu yöndeki
21
belirlemeleri doğrultusunda önümüzde aciliyetle yapılması gereken görevlerimiz var ve bu görevler bizlerin savaşı omuzlamasını gerektirmektedir. Bu bakımdan özellikle Türkiye-Kuzey Kürdistan'da ve Ortadoğu'daki savaş realitesi önemli bir örnektir. Bu gerçeklikten hareketle acil görevlerimizin başında kadın ordulaşma yönelimimiz ve bu konudaki çalışmalarımızı daha da ileri seviyeye çıkartma hedefimiz vardır. Önemle belirtmeliyim ki; SHS ile kadının öncüleşmesi perspektifi tarihsel bir adımdır. Royem Sidar: Kadın sorunu ve kadına bakış açısı her sistemde, her toplumda, her ortamda açıktan ya da biraz daha inceltilmiş haliyle kendini var eder. Devrimci mücadele alanlarında ya da gerilla alanlarında da erkek egemen zihniyet, baskın olmasa da bilinçli olmadan, niyetten bağımsız, inceltilmiş haliyle yansımasını bulmaktadır. Kadın bu alanlarda, devrim mücadelesi içerisinde bundan kopmayacak şekilde kendi savaşını da ayrıca yüklenir. Partimiz bu gerçekliğe göre yapmış olduğu 3. Kongre’de önüne birçok perspektif koymuştur. Bundan hareketle Partimiz için SHS'de kadının özneleşmesi, komutanlaşması ve özgün alan örgütlülüklerini oluşturabilmesi es geçilmeyecek bir önem taşımaktadır. Kısacası SHS kadının özne olma savaşıdır, kadının kendi rengini öncü kimliği ile buluşturduğu, militanlaştırdığı, devrime yürüdüğü noktadır. RÖPORTAJIN DEVAMI SAYFA 22-23
22 MKP/HKO’lu kadınlar: röportaj haber
01-15 MAYIS 2016 Halkın Günlüğü
“Partimiz ile kenetlenelim” RÖPORTAJIN ÖNCELİ SAYFA 20-21 Türkiye-Kuzey Kürdistan'da artan kadın cinayetleri ve erkek egemen baskısına karşı neler söylemek istersiniz? Özlem Diren: Ülkemizde kadın cinayetleri ve kadına uygulanan şiddet faşist AKP iktidarıyla birlikte daha fazla artış göstermiştir. Bu artış AKP iktidarının uyguladığı politikaların bir sonucudur. Milletvekillerinden, bakanlarına, başbakanına tüm bürokrasi ile kadının ezilenin ezileni durumu kendi iktidar organlarıyla her fırsatta kadınlara hatırlatmakta; kadının ne giyeceğine, nasıl oturup kalkacağına, kocasına nasıl daha iyi bir eş olacağına, kaç çocuk doğuracağına ve gülmesinin sınırlarına kadar kadının tüm yaşamına müdahale etmekte, bununla kalmayıp kadının yaşam haklarını elinden alan katillerini korumakta hatta ödüllendirmektedir. Aynı zamanda faşist AKP'nin yasaları, hâkimleri, savcıları tecavüzcüyü öldüren kadına ağırlaştırılmış müebbet verip kadının tecavüze uğramasını doğal bir olaymış gibi meşrulaştırmaktadır. Tabi kadının bu gerçekliği sadece AKP iktidarıyla ortaya çıkan bir durum değildir. Karşımızda erkek egemen bakış açısının bin yıllardır sürdürdüğü toplumsal bir gerçeklik vardır. Bu sorun erkek egemen bakış açısına karşı verilecek olan güçlü, ısrarlı bir mücadele ve zihniyet devrimleriyle aşılacaktır. Berfin Yılmaz: Türkiye-Kuzey Kürdistan'da artan kadın cinayetleri faşist soykırımcı erk devleti ve bugün onun karanlık yüzü olan AKP hükümetinin toplumsal cinsiyetçi zihniyetinin ürünüdür. Kadının saçının telinden bile korkan bir zihniyet onun yaşamı üzerinde kurduğu tahakkümle nasıl oturacağına, kimi seveceğine, hangi iş alanında çalışacağına karar vererek kadını iradesizleştirmeye çalışmaktadır. Kadınlar bugün de “en sevdikleri” tarafından katledilmektedir. Bunda erk devletin yasalarla teşvikinin önemli bir rolü vardır. Kadınlar tecavüzcüler ile evlendirilmekte, öldüğü için dahi suçlanmakta, faillerine ise ‘bu kadın da hak etmiş’ denilmektedir. Medya ise bunu gazetelerin 3. sayfasında, TV'lerde doğallaştırarak ve yol yöntem göstererek servis etmektedir. Bugün kadınlar cephesinden kadın cinayetlerine karşı toplumsal bir muhalefet geliştirilmektedir, ancak yeterli değildir, olamaz da. Var olan muhalefetin daha güçlü bir şekilde örülerek kazanımların devrimci savaşımla ilerlemesi
perspektifi güdülmektedir. Kadınlar örgütlenmeli, örgütlenerek özgürleşmeli. Yaşamlarını gasp eden, kan ve zulümle iktidar olanların iktidarını yıkmayı hedeflemelidirler. Eftelya Awaz: Toplum her geçen gün artan kadın katliamları, taciz, tecavüz haberleriyle karşılaşmaktadır. Genelde medya aracılığıyla ulaşılan bu haberler dışımızda, uzağımızda, bizlerden bağımsız yaşanan olaylar değildir. Kimimiz sokakta kimimiz ailemizde ya da kendi yaşamımızda birebir karşılaşmış veya yaşamışızdır. Bu soruna bu kadar yakınken duyarsız kalmak mümkün değildir. Burjuva medyanın bu haberleri halka servis ediş tarzını her zaman teşhir etmeliyiz. Toplumu duyarsızlaşmaya iten bu bilinçli hareketi bir sistem aracı olarak teşhir etmeliyiz. Çünkü yaşanan bir kadın sorunu aslında senin, benim, diğer tüm kadınların da sorunudur. Bu tarihsel sorunun bir tezahürü de hukuk boyutundadır. Tacize, tecavüze uğrayan kadın olurken, onun haklarını güvenliğini sağlamak bir kenara, kendini savunma hakkını da en ağır cezalarla hukuksal zeminde kılıflandırıyorlar ya da ‘kendi rızası var’ klişesi altında yapılan insanlık suçlarını örtbas ediyorlar. Kadın yalnızca bu şekillerde baskılanmıyor. Mahalle baskısı ile faşist iktidarın öncelikli toplumsal rollerinin, annelik, iyi bir eş gibi rolleri sürekli dayatmasıyla, dini sınırlamalarla kadının iradesine müdahaleyle daimi olarak baskılanmaktadır. Şunun ayırtına varmak gerek, ifade ettiklerimiz -ki bunlar yaşadıklarımızdır- bizim irademiz dışında, erk zihniyetin ürünü olan olaylar, olgulardır. Bunu bilmek neyle karşı karşıya olduğumuzu ve ona karşı ne yapmamız, nasıl yapmamız gerektiği noktasında bizleri aydınlatacak cevapların önemli bir parçasıdır. Tekrar tekrar ifade ediyoruz ki, bugün görevimiz mevcut erk zihniyetinin karşısında tüm toplumsal alanlara girerek, kadının mevcut sorunlarıyla çözümü olma noktasında ilişkiler geliştirip, kadınları mücadele alanlarına çekmek, kadın direnişini örgütlemek sistemin kirli politikalarını tek tek teşhir etmek ve savaşarak onu ortadan kaldırmaktır. Royem Sidar: Kadın katliamlarını, yabancılaşmasını, ötekileştirilmesini her sistemde farklı biçimlerde kendini gösteren bir bütün kadın sorununda, sınıf olgusundan ve erk zihniyetinden bağımsız ele alamayız. Tekrar vurgulamakta fayda var ki, kadın sorununu ya-
ratan kadın değil, sınıf olgusu ve egemen sınıfın yarattığı erk zihniyetidir. Kadın sorunu kendini her sistem özgülünde farklı biçimlerde açığa vurur. Bu bakış açısı kendisini feodal toplumlarda kadın katliamları, tecavüzler, kara çarşafa büründürme şeklinde yansıtırken; kapitalist-emperyalist sistemde özgürlük yanılması yaratarak kadın bedeni ve cinsiyetinin metalaştırılması ve yabancılaştırılması olgularıyla üstü kapalı bir şekilde, sadece biçim değiştirerek kendisini dışa vurur. Bir sistemde fiziken öldürmek, ortadan kaldırmak biçiminde açığa vuran bakış açısı diğer sistemde kadının rengini, ruhunu ortadan kaldırıp, özüne yabancılaştırarak katleder aslında. 14 yıllık Sünni AKP iktidarının ideolojik olarak kadına bakış açısı da % 100 artan kadın cinayetlerinde kendini dışa vurmaktadır. Biz bu zihniyeti tecavüzcüsünü öldürdüğü için idam edilen Reyhanehlerden, Özgecanlardan, Muş Varto'da işkence edilerek çırılçıplak halka teşhir edilen gerilla bedeninden yine özünden uzaklaştırılan ve direndiği için katledilen binlerce kadından biliyoruz. Bu savaş kadının özüne, rengine dönebilmesinin savaşıdır. Ve bu savaş her dönem için aciliyetini koruyan ertelenemez bir savaştır. Bugün tüm kadınların ‘Kadınım kendi savaşımın savaşçısıyım’ şiarını içselleştirerek rengini kuşanmasının, militanlaşmasının vaktidir. Kinem Yıldız: Aslında en büyük kö-
tülük mülk denilen ve insanlık tarihinin baş belası bu en ağır yükün yarattığı bu iki zıtlık mülkiyet sisteminin kendini ifade etmesiyle devam ede geldi. Binlerce yıldır yaşamı kadına zindan eden erkek egemen zihniyeti, yeryüzünü kadını yok sayarak yönetmiş ve iktidarlaşmıştır. Kadın erk iktidarın hegemonik baskısından yokluk derecesine düşürülmüştür. Bugün kadın toplumsallaşması ve binlerce yılın kölelik zincirlerini kırması, erk zihniyeti karşısında güç olması dolayısıyla daha fazla baskı ve şiddete maruz kalmıştır. Kadının iradeleşmesi, nesne konumundan çıkıp, yaşamda özneleşmesi sonucu ile artan kadın cinayetleri elbette ki tesadüfî değildir. Erkek egemen zihniyeti erkeğin kadın ile olan ilişkisini; kadını ezme, ona hükmetme, bedenen ve ruhen bir baskı altında tutma ve katletme gerçekliğidir. Bugün, şiddet, taciz, tecavüz nasıl yasalarla meşrulaştırılmışsa, kadının öldürülmesi de o kadar meşrulaştırılmıştır. Hatta toplumsal algıda sıradan bir duruma gelmiştir. Var olan faşist devlet aygıtı erkek egemen zihniyetini tüm kurumlarıyla (eğitim, din, felsefe, siyaset, hukuk) canlı tutmaktadır. Her kadın cinayetinde, cinayeti meşrulaştıran bir politik tutum alınmış, katil ise onu aklayan yasalarla haklı çıkarılmıştır. Namus cinayeti, töre cinayeti, onurunu koruma cinayeti adıyla kadını ölüme mahkûm etmiştir. Kadına yönelik şiddet elbette
röportaj haber
01-15 MAYIS 2016 Halkın Günlüğü
salt psikolojik bir durum değildir. Binlerce yılın eril zihniyeti, feodalizmden artakalan düşünce sistematiği ve feodal değerler, kadın üzerinde yaptırım gücü olmuştur. Mevcut faşist “TC” devleti ve ona hükümet eden AKP hükümetinin kadın politikasında muhafazakâr geleneksel kadını yaratmak ve devam ettirmek vardır. Bu profilin dışında hareket eden ve buna muhalif olan kadınları ise ucubeleştirir ve katleder. Dünyanın her yerinde erkek egemen zihniyeti hâkimdir, bunun sonucunda ise, dünyanın her parçasında kadına şiddet ve baskı farklı biçimler alır. Fakat özünde kadının ikinci sınıf olma gerçekliği yatar. Avrupa ülkelerinde, Ortadoğu'da, Latin Amerika'da, Uzak Doğu'da bu baskı ve şiddet farklı biçimler almaktadır. Avrupa'da sözde demokrasi kılıfıyla kadın katledilmekte, şiddete maruz kalmakta, Ortadoğu'da recm ve idam edilmektedir. TürkiyeKuzey Kürdistan'da ise töre ve namus cinayetlerine kurban edilmektedir. Türkiye-Kuzey Kürdistan coğrafyasında yaşanan kadın cinayetlerinin özünde burjuva demokratik devrimlerinin yaşanmaması, feodal değer yargılarının, burjuva anlamda dönüşememesi bu sorunun bir kısmını teşkil etmektedir.
Mevcut bölgesel savaşın Ortadoğu halklarına açtığı sonuç ve Rojava'da ortaya çıkan Kürt gerçekliğini nasıl değerlendiriyorsunuz? Kinem Yıldız: Şimdiye kadar anlattıklarımız Kürt kadınını da kapsamaktadır. Farklı olarak ekleyebileceğimiz, Kürt kadınının ulusal olarak da bir baskı altında olduğu, milli zulme uğradığı gerçekliğidir. Kürt kadınının özellikle ‘90'lı yıllarda gelişen ulusal kurtuluş savaşının bir öznesi olma yolundaki mücadelesi, bugün gelinen aşamada Kürt
kadınının savaşın bir parçası olduğunun bir göstergesidir. Bunu en iyi Rojava'da görebiliriz. Sınıfsal kurtuluşu sağlayacak bir yönelimde olmasa da, nihai kurtuluşu hedef almasa da, Kürt kadını Rojava özgülünde savaşının öznesi olmuştur. Feda ruhu ile kendi sorununa sahip çıkmıştır. IŞİD gibi barbar, gerici, emperyalist beslemesi çetenin karşısında kimliğine, ulusal değerlerine, insanlığına sahip çıkma mücadelesi örnek teşkil edecek bir duruştur. Rojava kadını üretimde, yönetimde ve savaşta pozisyonu itibariyle yetersizliklerine rağmen bir deneyimdir. Fakat nihai kurtuluş olarak savunamayız. Sınıfsal baskının özüne dokunmayan bir yaklaşım, sorunun gerçek anlamda kadının tüm baskılardan arınmasını sağlayamaz.
Maoist kadınlar olarak 44'üncü yılında andığınız önderiniz İbrahim Kaypakkaya şahsında Türkiye-Kuzey Kürdistan halklarına vermek istediğiniz mesaj nedir? Özlem Diren: Türkiye-Kuzey Kürdistan devriminin önderi Kaypakkaya yoldaşın önderliğinde kurulan ve Büyük Proleter Kültür Devrimi'nin ürünü olan Partimiz 44. savaş yılında özgürlük yürüyüşündeki ısrarını büyütmekte. Bizler bu ısrarımızı komünist önder Kaypakkaya yoldaş ölümsüzlüğe uğurladığımız şehitlerimizden devraldık. Tüm inatçılığımızla, tüm olumsuzluklara rağmen yenilmediğimizi ve ezilen halklarımızla bütünleştiğimiz müddetçe de yenilmeyeceğimizi, tekrarlıyoruz. Tarih bizlere göstermiştir ki kitlelerin bizzat öznesi olmadığı devrimler geriye dönüşler yaşamıştır. Partimiz de kitlelerin devrimimizin özneleri olma rolüne dikkat çekmektedir. Mevcut emperyalist kapitalist dünya sistemi, hâkim güçlerinin
aralarındaki çelişkilerden ve uyguladığı siyasetlerden de anlaşılacağı üzere derin bir krize doğru gitmektedir. Halklarımız ve dünya hakları bu fırsatı değerlendirerek KP önderlikleriyle birleşip devrimi icra etmeleri ihtiyacın ötesinde zorunlu bir hale gelmiştir. Bu duruma halklarımızın ve KP'nin bilinçli devrimci müdahalesi olmazsa, karanlık bir geleceğin bizleri beklediği durumu çok da uzak bir ihtimal değildir. Bu durum karşısında kurtuluşun alternatifi olan Partimiz saflarında devrimimizin özneleri olan tüm işçileri, kadınları, gençleri ve ezilen emekçi halklarımızı örgütlenmeye, savaşmaya, büyük direnişleri örmeye ve sosyalizmi inşa etmeye çağırıyoruz. Berfin Yılmaz: Partimiz 44. yılında komünist önder İbrahim Kaypakkaya'nın devrimci savaş kararlılığıyla komünizm yürüyüşüne devam etmektedir. Komünist önder İbrahim Kaypakkaya kitlelerin devrimin öznesi olma bilinciyle hareket ederek halk kitlelerinin demokratik devrimci uyanışlarını, mücadelelerini sahiplenerek Türkiye-Kuzey Kürdistan özgülünde ve dünya gerçekliğinde önderlik yapma iddiasında tereddütsüzdür. Kaypakkaya ideolojisi, mücadelesi, geleneği ezilen halkların egemen sınıfa olan sınıf kininin dirençle, savaşla vücut bulduğu alandır. Buradan hareketle tüm ezilen emekçi halklarımızı kendi haklı savaşlarının mücadelesini sahiplenerek, kuşanarak her alanı direniş kalesine çevirmeye çağırıyoruz. Royem Sidar: Bizler Maoistler olarak Kaypakkaya ideolojisini yoldaştan devraldığımız kararlılık ve cüretle her alanda yaşamsallaştırarak, bize devrettiği mücadeleyi yüklenerek, onun direngenliğini kuşanarak, tüm insanlığı kurtuluşa götürecek bu yolda yürüyoruz, yürüyeceğiz. Tüm insanlığı özgürlüğe götürecek olan bu yürüyüşün öznesi olan kitlelerin bu mücadeleyi omuzlamaları, mücadelede yerini almaları ve yeni dünyamızı yaratmaları şarttır. Bu noktada devrimin dinamik rolü olan gençliği, devrimin kopmaz öznesi olan kadınları ve bir bütün olarak ezilen-emekçi halklarımızı bu direnişi kızıllaştırarak, büyüterek kavga alanlarında olmaya çağırıyoruz. Eftelya Awaz: Şunu belirtmeliyiz, ülkemiz devrim mücadelesi tarihinde İbrahim Kaypakkaya yoldaş bir mihenk taşıdır. Coğrafya özgülünde ortaya koyduğu tezleri, Kürt sorununu ele alışı, Kemalizm’in teşhiri gibi konularda mücadele tarihine ciddi katkıları olmuştur. Dersim dağlarından, Diyarbakır zindanlarına kadar bir direnişin sembolü olması yönüyle de Kaypakkaya'nın yolumuzu aydınlattığını ifade etmeliyiz. Sizin vasıtanızla 44 yıllık mücadele mirasımızı daha da ileriye taşıma bilinci ve inancıyla halklarımızı selamlıyoruz. Bizler bugünün devrim beklentisini, ihtiyacını erteleyemeyiz. Kitlelerde son yıllarda ivme kazanan toplumsal tepki
23
ve muhalefeti mücadele merkezlerine kanalize etmek durumundayız. Çünkü şunu biliyoruz ki, kitleler olmadan onların yaratıcı değiştirici, dönüştürücü rolü olmadan bir devrimin olması mümkün değildir. Bilhassa kadınların tüm çelişkileriyle birebir yüzleştiği kendi sorununu artık tanıdığı ve ortaya koyabildiği gerçekliğinin ayırdında olarak kadınlara kendi savaşının savaşçısı olması çağrısını yapıyoruz. Şair diyor ya: “Bir şeyler var değişmesi gereken, önce acılardan başlanacak.” Evet değişmesi gereken bir toplum, bir dünya, bir yaşam var. Yeni insan, yeni yaşamın değiştirici dönüştürücü öznesi ise; bugünün direnen, savaşan kadın olmak durumundadır. Egemenler bugün bize nasıl ki kirli savaşları dayatıyor ve savaşın en ağır bedellerini kadınların omuzlarına yıkıyorsa, kadınlar da kendi savaşlarının savaşçısı olarak en ağır bedellerle egemenlerin dünyalarını başlarına yıkacak ve özgür geleceği kendi güçlü avuçlarında taşıyacaklar. Zafer bu şekliyle tarihe not düşülecek. Tüm ezilenlerin kurtuluşu, Sosyalist Halk Savaşı’yla gelecek, kendi elleriyle şekillenecek. Bu sebeple ezilen emekçi tüm halklarımızı Parti saflarında örgütlü mücadeleye, şehirlerde, kırlarda silahlı mücadeleyi, savaşı büyütmeye çağırıyoruz. Kinem Yıldız: Tarih hafıza-i beşerdir. Uzun yürüyüş basit bir adımla başlamıştı. Fakat tarihsel bir bellek yarattı. İşte devrimler tarihi de her zaman en mütevazı adımla başlar. Ancak yaratılacak olan o özgür toplum, düzenin vaat ettiği hapishaneye dönmüş sınırlarından çok daha büyüktür. Halklarımız kendi öz gücüne dayanarak sosyalist devrimi yaratacaktır. Unutmamalıyız ki halklarımızın salt varlığı dahi egemenlerin en büyük korkularından biridir. Onların zorbalığı ve yıkıcılığı karşısında devrimin ateşleyicisi kitlelerdir. Coğrafyamız özgülünde gelinen aşamada ırkçıfaşist saldırganlık tırmandırılıyor. Kürt ulusuna karşı yürütülen imha, inkâr politikası, gençliğin, kadının, işçi ve emekçilerin yok sayılması, pasifize edilmesi, katledilmesi, bugün coğrafyamızda büyük bir devrimci karşı koyuşu şart koşturmuştur. Bu doğrultuda halklarımıza çağrımız şudur ki; Partimiz ile kenetlenme, SHS ile özgür toplum ve özgür insanı yaratmaktır. Gün, özgürlük kavgasını komünist önder İbrahim Kaypakkaya'nın bilimsel sosyalizm için attığı o adımı dağlarda, şehirlerde büyütme günüdür. İlk çağda insanlık taşı taş üstüne koyarak bir dünya yarattı. Barbarlık ise, o günden bugüne taş üstünde taş bırakmadı. İşte insanlık kendi emeğine, yaşam kavgasına buradan başlamalıdır. Her şeyin kader ve alın yazısı ritüeliyle topluma dayatılan dar ve bencil dünyaya karşısında halkımız, yeni ve özgür toplumun yaratıcısı olmalıdır. Bu tarihi bir zorunluluktur. Karanlığın modern tiranlarına karşı SHS'yi büyütelim.
Halkın Günlüğü
1 YILLIK ABONELİK ÜCRETİ: Yurtiçi 54 TL Yurtdışı 108 EURO HESAP NUMARALARI Ahmet AKSOY adına Yapı Kredi Bankası İst. : (TL) 93602130 Yapı Kredi Bankası (Euro) 10 0006 7010 0000 0043 4140 14 Yapı Kredi Bankası (Sterlin) 13 0006 7010 0000 0043 4140 57 KARDELEN BASIM-YAYIM REKLAM GÖSTERİ ORGANİZASYON LİMİTED ŞİRKETİ Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü: Serdar Kaya Yayın Türü: 10 Günlük Siyasi Gazete-Yaygın Süreli- Yönetim Yeri: Büyükparmakkapı Sokak NO: 22 Kat: 5 BEYOĞLU/İSTANBUL
Teknik Hazırlık: Kardelen Yayımcılık Mahmut Şevket Paşa Mah. Sivas Sok. No:2 Kat:3 Okmeydanı/İSTANBUL Tel-Fax: (0212) 238 37 96
Baskı: SM. Matbaacılık Adres: Çobançeşme Mah. Sanayi Cad. Altay Sokak NO:10 A- Blok Yenibosna Bahçelievler-İST Tel ( 0212) 654 94 18
ROJANEYA GEL Ka werin em tev li Sempozyûma “Pêmayiya Dîrokî û Kaypakkaya” bin Emê bîranîna Rêberê Komunîst İbrahim Kaypakkaya di 43’emîn sala qetilkirina wî de bi sempozyûmekî ve pêk bînin. Sernivîsa sempozyûmê dê “Pêmayî ya Dîrokî û Kaypakkaya” be. Di sempozyûmê de du heb rûniştin heye: Yekemîn rûniştin, bi navê “Nêrîna Dîrokî û Kaypakkaya” ve, rûniştina duyemîn jî dê bi navê “Di Neynika Kaypakkaya’yê de Siyaseta Rojevê” ve pêk were. Ji bo bîranîna şoreşgerên ku di tekoşîna şoreş û komunîzmê de jiyana xwe ji dest dane û şêhîd ketine, di meha Gulan’ê de emê sempozyûmek amade bikin û bi wesîleya sempozyûmê jî li ber bîranîn û keda wan, bejna xwe li ber wan bitewlînin. Ev yek girîng e ku, fikr û nêrînên bêserdem û asoyî ya rêveberê komunîst İbrahîm Kaypakkaya, hê jî rê ya me ronî dike û ew fikr û şêwazên wî divê her dem were nûjenkirin û tevî qerebalixên girseyî ya gelê ve werin nîqaşkirin. Çi ku hin beşên siyasetê hene ku, bi navê bîranîn û xwedî jê derketina rêveberê komunîst Kaypakkaya, ji bilî kakila wî ya komunîst, zêdetir bi şêweyeke dogmayî û karîkatorî nişan didin û rastiyeke bi vî rengî didin xuyandin. Lê birastî pêywira me mîratiyên wî ew e ku, em bi perspektîfeke diyaektîk a şoreşgerane xwedî jê derkevin û ew fikr û nêrînên biriqî merhaleyek be jî pêşve bibin. Ev yek, azmûn û pêywireke me ya şoreşgerî ye jî... Pêmayî ya bihurî ya dîrokî, divê bi şêweyeke rasteqînî û zanistiyê ve bar be ser milan û were roja îroyî. Ji wan pêmayiyan yek jî zanîn û tevgerên Kaypakkaya ye ku ew zanîn û tevgerîn jî her wext di xizmeta kesên zelûl û bêkesan bû. Ji ber vê jî, gava em ji bo sûd jê girtinê ve dest bi nirxandina fikren Kaypakkaya bikin, divê me jî rê û rêbaziya zanistiyê bernedin. Ev yek, diviyatiya me hemûyan e. Kesên ku bi nexşe û rêça Rêheval Kaypakkaya’yê re ne giredayî bin, li ser xeta wî nemeşin û şêwe ya wî nepejirînin, ew kes di roja îro de, di nav şert û mercên
pêvajoya dîrokî ya îroyîn de de nikarin bi têra xwe perwerdehiya xwe pêkbînin û rêya rastiyê bibinîn û dersên zanistiyê jê derxînin, wisa jî tevbigerin. Ji bo ku însan di beranberî demê de şoreşkeriya xwe biparêze, divê xwe ji pratîka kakika şoreşgerane ya tarza Kaypakkaya’yê ve bixemilîne. Naxwe tenê bi dûbarekirina gotinên Kaypakkaya’yê ve nabe... Fikr û afirandinên xweşikahî ya jiyanê, ji bo şoreşê ye, şoreş jî bê guherînê ve nabe. Ji ber wê jî, kêşeya me ew e ku, ka em di nav mercên guherinê de bûyeran çawa dinirxînin, çawa encam jê digirin, mesele ev e... Xêynî wê jî, pêmayeke me ya dîrokî heye û ew mîratî, tesîreke gelek mezin daniye li ser me. Em bi vê tesîrê ve, ango bi sûdgirtina dîrokê ve dimeşin û bi vî rengî tên van rojana. Ev jî pêywirek datîne li ber me ku, divê em ji wan birdozî û polîtîkayên xwe re bi rêz nêzîk bin, wisa hil-
din dest û xwedî jê derkevin. Li TirkiyêBaşûrê Kurdistan, birdoziya komunîzmê, di giyanî ya Kaypakkaya’yê de pêk hatiye. Ev birdozî û zanistî, ne nêrîneke işk ango dogma ye, berevajî, rênasiyeke çalakiyêk, çalakiya şoreşgerane ye. Du taybetmendiya wî, da ku di xizmeta proleterya û kedkaran de ye û di qada bikaranînê de tê bikaranîn, divê bi pîvana hûrnêrîna mercên heyî ve her tim were pêşvebirin. Bi taybetî, qava ku em li ser zanîn û îdiayên Rêheval Kaypakkaya disekinin û li ser van yekan lêkolîn dikin, divê em bi şêwazeke zanistiyê ve li ser bisekinin û wisa bimeşin. Xwerexneyek jî heye; gava me Rêheval Kaypakkaya bîranî û li paş wî meşiyan jî, li ser şert û mercên dema wî nesekinîn, çi ku nêrîn û tevgerînên wî bi dema xwe ve giredayî bû, me ev yek nedît, hema çi gotiğe û çawa tevgeriya ye, li gor wê nêrînek hate avakirin, bi vî rengî jî, me pîvana “her tişt
bi mercên xwe ve giredayî ye” jibîr kir, rêbaziyên wî ya rast ji mercên heyî qetand û me xwe jî xiste nava zorê ku em rê ya wî bişopînin, di vir de ketin nava şaşitiyê. Lêbelê rêya şopandinê, wekî ku Kaypakkaya di wan rojan de çi kiriye yek bi yek şopandina ev yekê na, nêrîn, fikr, birdozî û zanîna Kaypakkaya bû. Ango nexşa Kaypakkaya ya rêbaziya zanistiyê... Ev sempozyûmê ku tê lidarxistin, di vir de fikr û nêrînên Kaypakkaya, yên şoreşgerî dê bi şêweyekî şoreşgeriyê ve were nirxandin û were nûjenkirin. Ji ber vê yeke jî em bangawaziya xwe ji girseyên pêşverûtî, şoreşger û demokratan re dikin, dibejin, ka werin tev li vê sempozyûmê bin.
Divê em wekî Kaypakkaya bin, Divê em wekî Kaypakkaya xwe rapêçin!..