heybe
Twitter adresimiz
@UgmHeybe
Gençlik Dergisi
Yıl: 2 - 2015 Sayı: 6 - Üsküdar Gençlik Merkezi Dergisi
Ümmetin Çocukları Tiyatro
Siyaset
Sinema
HAYME ANA
ADALET ÜZERİNE
ANLAT İSTANBUL
Editörden; Bir Üsküdar Gençlik Merkezi Dergisidir
Kıymetli okuyucularımız, sizlerle bir kez daha buluşmanın sevincini ve heyecanını yaşıyoruz. Heybe Gençlik Dergisi ailesi olarak medeniyetimizin geleneğine ve kültürüne uygun bir Heybe sayısıyla daha yine karşınızdayız. İlk sayımızdan beri pek çok aşamayı kat ettiğimizi ve bu kararlılıkla yolumuza devam edeceğimizi düşünüyoruz. 6.Sayısını çıkarttığımız Heybe’mizin gelecek sayıları için de çalışmalarımıza hızla devam ediyoruz. Bu sayımız, tarihten tutun sinemaya, tiyatrodan tutun siyasete kadar pek çok konuyu içinde barındırıyor. Kısacası Heybe’mizde; kültür, sanat, estetik, tarih, edebiyat ve gündeme ilişkin konulara; hayata ve insana dair pek çok fikir mevcuttur. Belirttiğimiz gibi bu sayımız bayağı renkli: Edebiyat kulübümüzün “Bize bir nazar oldu, cumamız pazar oldu. Ne olduysa, hep bize, azar azar oldu.” satırlarıyla başlayan yazısı, sizi eşsiz bir yolculuğa çıkartıyor. Fotoğrafçılık kulübümüzün fotoğraflarıyla dünyayı yeniden farkedip, Türkiye’deki sonbahar mevsiminde keşfedemediklerimizi keşfediyoruz. Bu seferki yazısında Medya kulübümüz, biraz asabî bir girişle Ermeni Meselesinin özellikle siyasi boyutunda tam olarak yerini bilmeyenlere karşı kaleme aldıkları yazısıyla karşılaşacaksınız. Bunlar olurken Sinema kulübümüz kendi mekanına çekilerek “Anlat İstanbul” diye bizi farklı diyarlara götürüyor. Her yazısıyla dergimize aksiyon katan Düşünce ve Siyaset kulübü, bir yandan bizleri adaletle tanıştırırken diğer yandan da Distopya’yı ve Noel Bayramına dair konuları ele alıyor. Tarih kulübümüz de tarihin derinliklerine gömülen “Ahıska Türklerinin Sürgünü’nü” gün yüzüne çıkartıyor. Tiyatro kulübümüzde ise tek başına bütün yükü sırtlayıp “Hayme Ana”yı anlatan arkadaşımızın yazısı ve gerçekleştirdiği röportajı ile çok başarılı bir çalışmaya imza atıyor. Son olarak Heybe’mizi renklendiren serbest yazılarımız ve şiirlerimizle siz değerli okuyucularımıza yeni bir Heybe sunuyoruz. Biz Heybe’deki genç yazarlar olarak hem size bir şeyler katmak hem de kendimizi dergicilik adına geliştirmek için elimizden gelen gayreti gösteriyoruz. Tabi ki dergimizde hatalarımız, eksikliklerimiz, kusurlarımız da olabilir. Bunları inkâr edemeyiz ama bunları en aza indirmek için de az ter dökmedik. Dergimiz hakkındaki olumlu ve olumsuz eleştirilerinizi, dergimizin kurumsal mail adresiyle (UgmHeybe@gmail.com) ileterek bizlere katkıda bulunabilirsiniz. Biz, sizin iyi niyetli eleştirilerinizin, dergicilik yolunda, bizi daha üst basamaklara çıkaracağına inanıyoruz. Her yeni sayımızda daha güzel bir HEYBE’de buluşmak dileğiyle... GÖKHAN KILIÇARSLAN
YIL: 2 - 2015 SAYI: 6 İmtiyaz Sahibi HİLMİ TÜRKMEN YAYIN DANIŞMANI SEMA SİLKİN YAYIN YÖNETMENİ AŞKIN YILDIZ HAZIRLAYANLAR Nuran Gümüş Özen Tiyatro kulübü Elif Zaim Siyaset DüşÜnce kulübü e dergi sorumlusu: Ahmet Sücüllülü Ahsen ŞENER, Erkut Kalkavan Güzel Sanatlar kulübü Merve Olgun Fotoğraf kulübü e dergi sorumlusu: Muahmmed Atıf Yükseloğlu, Ayşegül Düğdü, Pınar Atav, M. Orhun Çetin, Sena Adıbeke Edebiyat kulübü Recep Kesicioğlu, Emre Nur Asım Gökhan Kılıçarslan Sinema kulübü sena Özşirin Tarih kulübü ALİME YÜSRA SUMELİ, BEYZA EVKURANLAR e dergi sorumlusu: SERHAt balcı, ALİME YÜSRA SUMELİ, BEYZA EVKURANLAR Medya kulübü Rana Kaya, Dogukan Sanal, Elif Türkmen Müzik kulübü Kerem Sinan, Barış Çevik YABANCI Dil kulubü Rümeysa Beyza Altundere GÖRSEL TASARIM HÜSEYİN KIZILAY ADRES BURHANİYE MAH. GENÇ OSMAN SK. NO: 13 ÜSKÜDAR - İSTANBUL TELEFON: (0 216) 401 10 30 WEB ADRESİ www.heybedergisi.com MAIL: bilgi@heybedergisi.com
İçindekiler İçindekiler
54
Oyuncuların anlatımıyla
hayme ana
Sonbahar
12
10
“Başı” Bozuk
46 Ermeni Meselesi... 76 Gökhan Kılıçarslan şiir
36
DİSTOPYA
34
Nedir?
35
Yılbaşı Hicri mi Noel mi?
Mehter Takımına Dair
Ahıska Türklerinin 70 yıllık sürgünü
50
DÜŞÜNCE-SİYASET
Hazırlayan: AHSEN ŞENER
ADALET
ÜZERİNE
6 y heybe gençlik dergisi
DÜŞÜNCE-SİYASET Şüphesiz ki toplumda kamu yararı ancak adalet ilkesine uyulduğu zaman korunabilir. Her insana özgü doğuştan var olan ve giderek gelişen adalet duygusundan söz edebilir ve bunun sadece insana özgü bir duygu olduğunu söyleyebiliriz.
A
daletin ne olduğu sorusu hukukun ne olduğu sorusu ile çok yakından bağlıdır. Hukuk, her toplumda var olmuştur. Cemal Bali Akal’ın da dediği gibi iki Y’siz toplum olamaz: Yasa ve yaptırım. Yasasız toplumun olamaması bize hukuksuz bir toplumun da olamayacağını göstermektedir. Hukukun evrensel anlamda farklı tanımları olsa da genel anlamda hukuk, haklının ve haksızın bilimidir diyebiliriz. Adalet ise herkese kendi hakkını vermek, haklılığı gerçekleştirmektir. Hukuk, olayların ve durumların adaletli olması için geliştirilen bir düzendir. Adaletin oluşum sürecine baktığımızda, toplumsal düzen oluştuğunda yasa ve yaptırımın da etkisi ile toplum içinde haklı ile haksız daha belirgin bir biçimde ayrılmaya başlanmıştır. İyilik yapanlara karşı sayı ve sevgi, kötülük yapanlara karşı kınama ya da tiksinme gibi duygular doğmuştur. İşte adaletin başlangıcı bu gelişmelerle ortaya çıkmıştır. Adalet hukukun özü ve amacıdır. Adaletin işlevleri ve ne olduğu ve nasıl tespit edileceği üzerine fikir ayrılıkları olsa da tüm görüşler için adaletin toplumun ilerlemesinde en önemli ilke olması ortak bir kanıdır. Şüphesiz ki toplumda kamu yararı ancak adalet ilkesine uyulduğu zaman
korunabilir. Her insana özgü doğuştan var olan ve giderek gelişen adalet duygusundan söz edebilir ve bunun sadece insana özgü bir duygu olduğunu söyleyebiliriz. Adalet duygusu bazen haksızlığa karşı ölüm pahasına da olsa başkaldırma olarak biçimlenen bir insanlık arayışından doğan bir duygu olarak ortaya çıkmaktadır. Buraya kadar hukuksal açıdan ele aldığımız adalet kavramının elbette hukuk dışında da görünümleri vardır. Bunları toplumsal, ekonomik, siyasal, filozofik ve dinsel adalet alanları şeklinde sınıflandırabiliriz. Kısaca bu sınıflandırmaları özetlersek, toplumsal adalet bütün toplumun mutluluğunu hedefler. Bu noktada Adam Smith’in görünmez el modeli akla gelecektir. Nitekim herkes bireysel olarak kendi haksızlığa uğramasın diye adaletli ve hakkaniyetli davrandığında toplumsal adaleti sağlamış olacağız. Diğer bir açıdan ise toplumsal adaleti sağlamak ancak tüm insanların yaşam koşullarının eşit düzeylerde olması ve insanlar arasında ayrım yapılmaması ile sağlanabilir. Ekonomik adalette de yine toplumsal adaletteki unsurlar esastır. Herkesin eşit ölçüde yoksul ya da herkesin eşit ölçüde zengin olması gerekmektedir ki ekonomik adalet sağlanmış olsun. heybe gençlik dergisi y
7
DÜŞÜNCE-SİYASET
evrensel anlamda adalet kavramına baktığımızda herkese eşit ve adil davranma öyle hükmetme ilkesini bizler Müslüman olarak üzerimize farz kılındığından en önemli ilkemiz olarak hayatımıza aktarmalıyız.
Okumalarıma göre siyasal adalette esas unsur değişkenliğidir. Yani iktidar kişisel ise kişisel çıkarlar, toplumsal sınıf ya da kesim iktidarı varsa gene o sınıfın doğruları ve adalet anlayışı üzerine adalet tezahür edecektir. Siyasal güç kimin eline geçerse onun doğrusu doğru, onun haklı bulduğu haklı sayılacağından ve yine bu noktada yasayı da ona göre kurgulayacağından maalesef siyasal adalet değişkendir demek zorunda kalıyoruz. Son adalet türü olarak dinsel adalete değinmek istiyorum. Yeryüzündeki dinlerin hemen hepsi tüm insanların hak ve adalet için doğduklarını savunurlar. Dinlerin adalet anlayışlarına bir bakıma tanrıları asıl saydıkları için tanrısal adalet de denebilir. Tanrı ne buyurursa bu dünyada asıl olan odur. Dinsel anlamda adalet tanrı buyruklarına uymaktır. Tanrının adaleti salttır ve süreklidir,
8 y heybe gençlik dergisi
pozitif hukukun varsaydığı gibi göreli değildir. Kendi dünya görüşüme göre adalet, hak edene hakkını vermekten gelmektedir. Bu noktada da doğal hukuku benimsiyor ve adaletin saltığına inanıyorum. Sizi ve evreni yaratıp onca imkanlar ve nimetler bahşeden Allah’ın üzerinizde iktidar sahibi olması ve sizin bunu hayatınızın her alanında tasdik ediyor olmanız adaletli olmanın ilk şartıdır bence. Eğer siz yaratıcınıza bu noktada nankörlük ederseniz en baştan adil olmayan bir şekilde davranmış olmaz mısınız? Haricinde ise yine İslam’da bir kavme olan kinimizin bizi adaletsizliğe sürüklememesi emredilmiştir. Düşününki sizlere onca işkenceler eden hatta duygu dünyanızda kin beslediğiniz düşmanlarınıza karşı bile adaletle davranmanız emrediliyor. Emir dediğimiz zaman üzerimize kılınmış bir farzdan bahsederiz. Öyleyse evren-
DÜŞÜNCE-SİYASET sel anlamda adalet kavramına baktığımızda herkese eşit ve adil davranma öyle hükmetme ilkesini bizler Müslüman olarak üzerimize farz kılındığından en önemli ilkemiz olarak hayatımıza aktarmalıyız. Son olarak bence adaletin en önemli görünümü ve güvencesi olan direnmeye değinmek istiyorum. Direnmenin esası bilince bağlıdır. Bilinç olmadığı sürece adalet tehlike altındadır. Günümüzde de hangi alana dönsek adaletsizliklerle karşılaşmakta ve bu adaletsizliklere karşı direnme duygusunun da bilincinin de sıfıra çok yakın olduğunu görebilmekteyiz. Bunun temelinde insanlığımızı kaybetmenin yattığına inanıyorum. Çünkü insan olabilmek için zararımıza dahi olsa doğruyu söyleyebilmeli zararımıza hatta belki bu ölümümüze bile karşılık gelecek olsa adaleti ayakta tutabilmek için sonuna kadar nefesimizi tüketmeliyiz. Yine ikinci olarak adaletsizliğin temelinde bizimle aynı türden olan insanların şuanda dünya havasına hakim olan pragmatist ilkelerle genel olarak hareket ettiği ve etmese dahi yine kendi öz benliğini, her zaman zararı söz konusu olduğunda diğerlerinden daha fazla koruduğu gerçeğini bilirken bize karşı ne adil bir yasa yapabileceklerini ne de ciddi anlamda adaleti tesis edeceklerine inancım olmadığını aslında dünyada adaletin de bu yüzden var olamayacağını düşünmekteyim. Üçüncü ve son olarak temelde yine mutlak adaletin, insanların birbirlerinin aklından geçenleri ve kalplerinde gerçekten ne hissettiklerini aynı türden olan insanların asla bilemeyeceğini bildiğim için sağlanamayacağını düşünüyorum.
Elbette yine de umutsuz değilim. Yine de var olan düzen içinde meydana gelen bütün haksızlıklara, adaletsizliklere, ayrımcılıklara ve eşitsizliklere en azından kendi adımıza elimizden geldiği kadar insan olmak için hatta olabilmek için yani adalet uğruna zararımıza da olsa bir şeyler yapabilmek için söz verebilmeliyiz. Adalet her ne kadar göreceli de olsa en azından baktığımız o göreceli noktalardan adaletsizlik olarak algıladığımız olaylara karşı bir direnme gösterirsek işte o zaman belki mutlak olan adalete bir adım dahi olsa yaklaşacağız diye düşünüyorum. Adaletin her işimizde temel ilkemiz olması ve hayatımızın her noktasında muhatap olduğumuz insanlara karşı ırk, din hatta duygusal anlamda ayrıcalık tanımadan ve ayrım yapmadan her durumda, her olayda ve herkese karşı aynı derecede adil olabilmek, en azından bu yolda çabalayabilmek duası ile. Kaynakça; Anıl ÇEÇEN, Adalet Kavramı: Adalet Kavramının Göreliliği Üzerine Bir Deneme , Gün Doğan Yayınları, 2003 Cemal Bali AKAL, İktidarın Üç Yüzü, Dost Yayınları, 2005
heybe gençlik dergisi y
9
DÜŞÜNCE-SİYASET
Distopya Ç Nedir?
10 y heybe gençlik dergisi
Hazırlayan: Ahmet Sücüllülü
evremizde çok fazla duyduğumuz ama anlamını bize sorduklarında tam olarak ifade etmekte zorlandığımız kelimeler vardır. Şüphesiz o kelimelerin birisi de distopyadır. Bazen bizim yazılarımızda da bu kelimeyi kullanan arkadaşlarımız var. Peki, “Distopya nedir, distopik roman nedir, distopik filmler nedir?” sorusunun cevabını bu yazımızda arayacağız. “Distopya” ilk defa John Stuart Mill tarafından kullanılmıştır. Yunanca bir kelimedir. Distopya, günümüzde ve gelecekte ideal olan toplumun -buna ütopya diyebiliriz-, giderek kötüleşeceğini, özellikle düzenin insanları terörize edip toplumsal bağların yok olacağını ortaya koyan bir bakış açısıdır. Bu bakış açısına pesimist yani kötümser bir bakış açısıdır diyebiliriz. Özellikle totaliter ve otariter ya da herhangi bir baskıcı yönetim -adı ne olursa olsun- distopik toplumu ifade eder. Distopik toplumlarda arzu edilmeyen olaylar olur ve kaos hakimdir. İşte, geleceğin arzu edilenin dışında olacağını, kaosun hakim olacağını tabi ki şiddetin hakim olacağını anlatan romanlara distopik roman ve filmlere de distopik film denir. Son zamanlarda artan şiddet olaylarından mı nedir ya da devletlerin baskıcı yönetimlerinden midir bilinmez bu eserler çokça rağbet görmektedir. Sinema tarihinde distopik anlamda ilk film Fritz Lang’ın 1927’de yönettiği “Metropolis” filmidir. Bu alanda çekilmiş filmleri sıralayacak olursak şunları sıralayabiliriz: Matrix, Karanlık Şehir, V For Vendetta, Gattaca, Yapay Zeka, Bıçak Sırtı, On İki Maymun, Brazil, Mad Max, Son Umut, Otomatik Portakal, Azınlık Raporu, İsyan, On üçüncü Kat, Terminator, FAQ, Vampir İmparatorluğu… Distopik romanlar için ise şunları sayabiliriz: (Gerçi bu romanların çoğu beyaz perdeye aktarıldı.) 1984, Hayvanlar Çiftliği, Ben, Cesur Yeni Dünya, Biz, Fahrenheit 451…
DÜŞÜNCE-SİYASET
Yılbaşı Hicri mi Erkut Kalkavan
Y
i m l e o N
eni bir yıla daha girdik fakat hangi takvimde girdik tabi ki de Müslümanın takvimi olan hicri takvimde tabi ki de soralım bakalım bundan haberi olan Müslüman sayısı ne kadar ? Şimdi bunları istatiksel olarak bakalım. Tabi Müslüman olarak sokaktaki herkesin yüzde seksen yada iyi ihtimal doksanının haberi vardır . Fakat bunların bunu bilip hayatına hadi bu hicri yılbaşıdır da biz buna uygun bir yılbaşı geçirelim diyenlerin sayısı tabi ki de yüzde seksen den yüzde 40lara kadar düşer . Düşmesi önemli değil fakat bu yüzde 40ların yüzde kaçı gençtir acaba…
Biz ya miladi takvimin yılbaşı sı olan 31 Aralık gecesi sokaklar zina-i küfür hareketlerle dolu Müslüman a yakışmayacak hareketler gençler sokaklarda hiç ar-adap ve davranışlarımızı kontrol etmeden kimin nasıl hareket ettiğini bilmediği kendini kontrol etmediği ya Hristiyanların bu yılbaşını kutlama şekilleri nelerdir . Buna hatta ‘NOEL’ diyorlar.
Bunu bize nasıl empoze etmişler şuan biz bile inanamayız. Ülkenin ilk yıllarından bu temel atılmıştı. Atılması hiç önemli değil önemli olan ise biz nasıl bir anda tarihimizden koptuk ve bu hallere geldik. Kendi yılbaşımızı bilmeden Müslümanlığın yapmaması gereken hareketleri yapıp hiç uygun olmayan bu noel i kutluyoruz. Kendi yılbaşımızın ise hiç farkında değiliz. Yazıklar olsun bizlere. Selam ve Dua ile heybe gençlik dergisi y
11
SİNEMA
12 y heybe gençlik dergisi
Hazırlayan: Sena Özşİrİn
SİNEMA
Anlat
İA stanbuL nlat İstanbul, beş farklı yönetmen, beş farklı karakterin bir ortak noktası. Bir varmış, bir yokmuş diyerek anlatmaya başlıyorlar masalları teker teker. Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler, Fareli Köyün Kavalcısı, Külkedisi, Kırmızı Başlıklı Kız, Uyuyan Güzel… Beş farklı masalın, gerçeğe uyarlanışını izliyorsunuz. Bu sefer bu masalları hep bildiğiniz gibi değil, bir de İstanbul’da, gerçek hayatı yansıtırken dinliyorsunuz. Öyle ki bu masallar, bir de İstanbul’un içinde yaşanınca, siz ne olduğunu anlayana kadar bir de bakıyorsunuz ki masal bitmiş. Filme ilk adımınızı atar atmaz kendinizi İstanbul Radyosu’nun kapısında buluyorsunuz. Darbukacı Erhan kendini tanıtıyor öncelikle. Sonrasında yön göstererek bir konser salonuna davet ediyor bizleri. Burada Fareli Köyün Kavalcısı ile tanışıyoruz. Bu filmde kavalcı, İstanbul’da tutunmaya çalışan bir adam. En iyi yaptığı iş ise klarnet çalmak. Bu film biraz modern zamanların masalı gibi, çocukluğunuzdaki klasik masallara benzemiyor. Büyümüş, eli ekmek tutmaya çalışan insanların koşup İstanbul’a tutunuşunu anlatıyor. Bazen de tutunamayışını. Hem herkes İstanbul’a gelince işleri rast gidecek diye bir kaide yok diye düşünüyorsunuz filmi izlerken, tam düşünürken bir
de bakıyorsunuz ki Kırmızı Başlıklı Kız, çıkmış hapisten evine dönüyor. Çünkü o İstanbul’da duramamış, onun işleri rast gitmemiş. Sırayla tüm masalların kahramanları kendini tanıtıyor size, kimler var kimler: uyuyan güzeller, prensesler, cadı kraliçeler, iyilik perileri ve tabii ki şehir kurtları. Hepsinin birer masalı, ve hayatı var. Tek ortak noktası İstanbul bu hayatların. Bir noktada kesişiyor hikayeleri, sonra bütünleşiyor. Film akıp giderken, siz İstanbul’un sokaklarına şahit oluyorsunuz, kalabalıklara, Haydarpaşa Garı’na, Taksim Meydanı’na, Galata Kulesi’nin merdivenlerine, hatta İstanbul’un yer altına. Film, öyle yerlere götürüyor ki belki de daha önce hiç görmediğiniz, gitmediğiniz yerler buralar. Saat akşamın kaçı olmuş, İstanbul’un bir ara sokağında Pamuk Prenses ve Fareli Köyün Kavalcısı’nın yolları kesişiyor. Fareli Köyün Kavalcısı, uğradığı ihanetten kaçarken, Pamuk Prenses babasının katilinden kaçıyor mesela. Öyle karışık bir masalın içindesiniz. İstanbul büyük derler ancak bu filmde İstanbul’un ne kadar küçük olduğuna şahit oluyorsunuz. Anlat İstanbul, bir film değil, bir masal. İstanbul’da yaşayan insanlar birer kahraman, bu kahramanların hayatları ise birer masal. 2004 yılının İstanbul’una şahit oluyoruz, heybe gençlik dergisi y
13
SİNEMA
Anlat İstanbul, “İstanbul’a bir de buradan bakın” diyerek, farklılıkların kapısını açıyor. Film bittiğinde, hakikaten bir varmışız, bir yokmuşuz hissine kapılıyor insan. İstanbul, çok insana, çok şey anlatan bir şehir. Öyle ki sadece hakkında filmler yapmakla yetinmemiş, üstüne şarkılar, türküler, hikayeler yazmışız. “Taşı toprağı altın” demişiz her şeyden önce, her gelen aradığını bulamıyor olsa da. 14 y heybe gençlik dergisi
delisiyle, klarnetçisiyle, mafyasıyla, prensesiyle, cadısıyla, kötüsüyle, iyisiyle, zenginiyle, yoksuluyla kaçanıyla, kovalayanıyla… Tüm zıtlıkların bir bütün oluşturduğunu görüyoruz. Her şeyden önce “öteki” olmayı öğreniyoruz bu filmle, çünkü her kahramanın yerine koyuyoruz kendimizi. Bazen cadı kraliçe oluyoruz, bazen minik bir kız çocuğu, bir klarnetçi oluyoruz, ya da bir mafya kuryesi, mafyanın ta kendisi de olabiliriz. Kısacası kendimizi ötekinin yerine koymayı öğreniyoruz. Galata Kulesi’nin merdivenlerinden koşarak kaçıyoruz geçmişimizden. Külkedisi oluyoruz filmin bir kısmında, ancak bu bildiğimiz külkedisi değil. Haydarpaşa Garı’nda, hiç gelmeyecek birini bekliyor, beklerken kaçmak zorunda kalıyor. Hikâyenin aslı aynı, ayakkabı ayağından çıkıyor, ama ne bir prens var ortada ne de bir saray. Buradaki külkedisi de İstanbul’a tutunamayanlardan. Bu İstanbul masalında onun rolü de kaçmak oluyor arkasına bakmadan. Ve biz de onun gibi tutunamıyoruz İstanbul’a, birlikte kaçıyoruz. Anlat İstanbul’un bize anlattığı masalda, her hayat yeni baştan yazılmış. Bu kez Kırmızı Başlıklı Kız’ın elinde yemek sepeti yok, onun yerine mafya kuryeliği yapıyor, Külkedisi’nin hikâyesi bildiğimiz masaldaki gibi rast gitmiyor. Pamuk Prenses, cadının verdiği kırmızı elmayı yemek yerine, babasının katilinin verdiği ilaçlı alkolü içiyor, yedi cücelerle tanışmak yerine Beyoğlu Ormanı’nda sekizinci
SİNEMA cüceyle tanışıyor. Uyuyan Güzel’i öpen bir prens yok, İstanbul’un kazanına yeni katılmış ve aç, susuz, parasız kalmış bir Kürt onu uyandırıyor. Bütün bu masalların yeni baştan yazılışının tek sebebi İstanbul. Bu beş masal, İstanbul’un gecesini gündüzüne, sokaklarını caddelerine katar götürür. İzleyenleri ise koltuklarında bırakır. Çünkü onlar çoktan masallarla beraber uyuyakalmışlardır. Anlat İstanbul bir dram filmi. Bu dramı her hikâyede seyirciye defalarca yaşatabiliyor oluşu filmi sürekli olarak canlı tutuyor. Film, 11. Med Film Festivali’nden Özgün fikrinden dolayı Jüri Özel Ödülü, Uluslararası İstanbul Film Festivali’nden “Yılın En İyi Türk Filmi” ödülü ve 12. Altın Koza Film Festivali’nden bir çok ödüllere sahip. Gerçekten de yerli filmlere bakıldığında, beş ayrı yönetmenin söz birliği etmiş olmasıyla, kurgusuyla, senaryosuyla ve rastlantılarıyla çok farklı bir girişim Anlat İstanbul. Aynı zamanda özgün hikâyesiyle seyircinin dikkatini çekiyor. Oyuncular ise çok tanıdık geliyor seyirciye, çok zengin bir oyuncu kadrosuna sahip. Esas bir konunun olduğunu söyleyemeyiz, ancak masal bir cinayetle başlıyor. Tüm kurgu buradan yola çıkarak ilerliyor. Aklınızda hiç sıradan bir kişinin hayatında neler olabilir? Farklı insanların hayatları nasıl kesişebilir? İstanbul nasıl bu kadar küçük olabilir? Gibi sorular yokken, birden kendinizi bu soruları çoktan cevaplamış halde buluyorsunuz. Filmde İstanbul’un sokakları, kalabalıklar halinde yürüyen insanlar, olaylar bir yandan
anlatılırken geçişler yapıyor. Bu filmi izledikten sonra İstanbul’un semtlerine, sokaklarına ve caddelerine eskisinden daha çok dikkat edeceksiniz. Masallar dünyasında geçen bu kent yolculuğuna, Galata Köprüsü’nün bir ucunda son veriyoruz. İstanbul bize anlatıyor, biz dinliyoruz. Fareli Köyün Kavalcısı olarak bildiğimiz klarnetli müzisyen, toplamış bütün kahramanları, klarnetini çalarak bağırıyor Galata Köprüsü’nden: “Uyan İstanbul! Senin masallarına kandık, masal bitti.” Kısa süreli bir İstanbul turu atıyoruz, klarnet eşliğinde. Çay içerek boğazı seyrediyoruz, güvercinleri uçuruyoruz. Ayakkabı boyacıları takılıyor gözümüze, sonra Türk Bayrağı satan bir adam bir daha uçuruyor güvercinleri. Çarşıları geziyoruz sırayla, vapura biniyoruz. İstanbul sadece anlatmıyor, yaşatıyor da aynı zamanda. Anlat İstanbul, “İstanbul’a bir de buradan bakın” diyerek, farklılıkların kapısını açıyor. Film bittiğinde, hakikaten bir varmışız, bir yokmuşuz hissine kapılıyor insan. İstanbul, çok insana, çok şey anlatan bir şehir. Öyle ki sadece hakkında filmler yapmakla yetinmemiş, üstüne şarkılar, türküler, hikayeler yazmışız. “Taşı toprağı altın” demişiz her şeyden önce, her gelen aradığını bulamıyor olsa da. Kırmızı Başlıklı Kız masalında aslında hiç doğmamış olan kız çocuğuyla kapatıyoruz perdeleri: “Bir varmış, bir yokmuş. İstanbul’da sabahlardan bir sabahmış, biz bir varmışız, bir yokmuşuz. Masal, buraya kadarmış.” heybe gençlik dergisi y
15
EDEBİYAT
Hazırlayan: Asım
k u z o B ” ı ş a “B oldu “Bize bir nazar oldu cumamız pazar ”* Ne olduysa hep bize azar azar oldu
Öteki, kapıdan aniden girdi, elinde n, gerçek mi sahte mi belli olmaya Yozar zor taşıdığı, bir ağaç vardı. ar rulduğu belliydi, fakat bir o kad da heyecanlıydı, acele ediyordu, güç ubelâ aaçtığı kapıyı elleri dolu old ğundan, ayağıyla kapattı. Salona eşdoğru yürüdü, ağacın dallarının yalara çarpmasına aldırmadan. Odasında yatağına uzanmış, can a sıkıntısıyla bir o yana bir bu yan andönen Beriki, Öteki’nin geldiğini tı. lamış, kalkıp odasından çıkmış düBeriki, salona girdiğinde Öteki’yi n şünceli düşünceli etrafını izlerke n gördü. Tam konuşacakken salonu ulortasındaki genişçe saksıya koy cın muş ağacı fark etti. Gözü ağa üzerinde, — Hoş geldin, ne arıyorsun böyle?
16 y heybe gençlik dergisi
— A sen burada mıydın? Şunu nee reye koysam daha güzel olur diy düşünüyordum, sence neresi? — Koltukların arasına koy dilersen, ama bu da nereden çıktı? — Yok orası çok kuytu, şu kitap dolabını kaydıralım oraya koyalım göze gelsin şöyle. Öteki hemen dolabın bir köşesine bu yapıştı, Beriki de yanına gelince e tozlu dolabı kolayca kaydırdılar. Yin . birlikte ağacı buraya yerleştirdiler Beriki’nin merakı sürüyordu: — E, ne bu şimdi ? . — Göreceksin, şimdi süsleyeceğiz Çok güzel olacak. — Nasıl süslenir ki bu, yani neyle ? — Sen söyleyeceklerimi getir, bak ma nasıl süsleyeceğiz. Haydi dur an, karşımda öyle, biraz onurumuzd ebiraz gururumuzdan, biraz haysiy e timizden, biraz medeniyetimizden,
EDEBİYAT
— Acaba yanlış mı yapıyoruz ? an, biraz da ızd nım irfa az Bir ? r bili ola ne ka güzel olbaş — Neden bahsediyorsun, sence de ir. “kendimizden” kopar get madı mı ? feda et-Ne yapacaksın bunlarla ? Güzel oldu ama sanki bir şeyleri — . ğiz ece -Yahu dedik ya süsley medik mi? rla tavan Beriki biraz şaşkın fakat hızlı adımla — Olduysa mesele yok! r parça koparbire en lerd ilen Den tu. koş a sın sahiden de ara Beriki ne söyleyeceğini bilemedi, akop her e, ens ned rdu ? Ötemaya başladı, zor geliyo görünüyordu ağaç fakat verdikleri el güz Alde. bin kal rdu iyo dı. Aklına rışta tarifsiz bir sızı hissed Beriki’nin bu hâlini anlamlandırama ki, in ki’n Öte da sıra ığı ard dırmadı. Son parçayı kop fırın geldi. ıştım. Olsesi duyuldu. — Çıkmadan önce fırına bir şey atm cın ağa ir, get en izd etim — Bir parça da şahsiy muş mu, baktın mı? . alım koy a afın unuttutar baş Beriki hemen düşüncelerden sıyrılıp dol leri nen iste er diğ a Beriki elindeki torbay ğu bir şeyi hatırlamış gibi: e bakınıyordiy ede ner et siy şah di şim ş mu a önce duydur — Sahi o da neydi, kokusunu dah ılyap dan cın ağa iz cev i du. Çok geçmeden esk mamıştım. çekti. Dolabın tavırla gümış dede yadigârı dolap dikkatini Öteki zorla gülenlerin takındığı bir dütü düş ısı kap iş em baktı. kapısının menteşesi esn sedi. Beriki’nin gözlerine dikkatlice lüm Tah ı. açt ıyı kap tı laş rıyor; čok şecek gibi duruyordu. Yak — İmanımızdan hindi yaptım, kıza min tah a Am dı. day ora min ettiği gibi şahsiyet güzel olacak. koparmaya a bakındı, ettiğinden daha küçüktü bu yüzden Ahmet haykırarak uyandı. Etrafın ı. ald nler gibi uğraşmadan tamamını se yoktu. Nerede olduğunu bilmeye kim e ind dib n eni rdiv me i ki’y Aşağı indiğinde Öte deleri okşuetrafını süzdü. Güneş yeni yeni per ıdan koşar beklerken buldu. du. Ter içinde kalmıştı. Annesi kap yor . nla eca hey i ded mi, il — Hepsi tamam, değ adım girdi. — Evet, evet, sakin ol. — Oğlum ne oldu, neyin var? iler. Ağaç Beriki ve Öteki ağacı özenle süsled en masadaAhmet şokta gibiydi. Annesi hem uşolm r ünü gör hoş e ri titreyerek sahiden de değişmiş göz bardağa su doldurup uzattı. Elle ki r. tıla bak ca ağa ri ikle led tu. Koltuğa oturup süs olsun rahatde olsa suyu yudumladı. Bir nebze i: rının içine Öteki hemen söze gird ı. Annesi oğlunun yüzünü avuçla lad eçek i sin ilgi n onu in girs — Salona kim girerse alıp şefkatle sordu: çlı ev” olur, ağa slü “sü i ism n evi ide iler ki Bel . ? cek — Ne oldu oğlum, rüya mı gördün Birkaç kez ne güzel değil mi? Ahmet bir yudum daha su içti. a kah kah bir e ünc gör ni Beriki onun bu neşesi yutkunduktan sonra konuşabildi: , utangaç bir ildi kes ası kah kah ra son en Ned ı. att — Rüya değil anne, kabus ! çocuk edasıyla, heybe gençlik dergisi y
17
FOTOĞRAF Muhammed Atıf Yükseloğlu
18 y heybe gençlik dergisi
FOTOĞRAF
Sonbahar Sonbahar, soğuk ve bir o kadar da dinginliği ve sakinliği sunan bir mevsim. Özellikle fotoğrafçılar için. Yaprakların görünümü: pastel tonlarında sarı, parlak kırmızı ve yazdan kalma yeşil rengi fotoğrafçılarda hayretler uyandırıyor. O anların fotoğrafı bir başka güzel diğer mevsimlerden. Sadece fotoğrafçılar değil yeşil, sarı ve parlak kırmızı yaprakları gören çoğu insan hayrette kalır. O anlarda fotoğraf makinesine sarılıp -yoksa bile- telefonun kamerası veya videosuyla çeken, o anları ölümsüzleştiren nice insan vardır. Dünyada o renklere sadece fotoğrafçılar hayretle bakmaz. Bu, bir tür lütuftur ALLAH (c.c.)’ın bahşettiği. O yaprakların gölün yüzeyini kaplaması veya ağacın henüz dökmemiş olduğu renkli yaprakların çekilen fotoğrafı ne güzeldir: öyle bir sonbahar anında insan kararsız kalır fotoğraf mı çeksem yoksa o anımı yaşasam diye. Bence sonbaharda en iyi fotoğraf çekebileceğimiz zaman, yağmur sonrası açılan havadadır. Sonbahar da hem gezmek hem de fotoğraf çekmek için gidilebilecek yerlerin başında şüphesiz İstanbul gelir, Bolu, Sakarya, Bursa ve daha nice şehir takip eder. Bu yerlerde çok güzel sonbahar fotoğrafları çekebilirsiniz. Büyük ve yoğun bir şehirde yaşıyorsanız şayet, bir sonbahar hafta sonunda kendinize vakit ayırıp bu tür yerlere gitmeniz gerektiği fikrindeyim. Sonbahar bitmeden görmeniz gereken muhteşem görüntüleri kaçırmamalısınız.
heybe gençlik dergisi y
17
FOTOĞRAF
Sonbahar Sonbahara bağlı olarak doğada yaşanan renk değişimi fotoğrafçılara çok cazip gelen bir konudur. Yazın tamamen yeşil görünen bir orman dokusu sonbaharla birlikte sarı-turuncu-kırmızı renklere bürünür. İstanbul, fotoğrafçılar için bir cennet gibi. Her köşesi ayrı bir tarih, her adım ayrı bir ziyafet sanki. Yazı, kışı, ilkbaharıyla ama en çok sonbahar da bambaşka enfes bir güzelliğe sahip bu şehir… Sonbahar aylarında en çok tercih edilen yerlerin başında özellikle Bolu Yedigöller gelir. Ancak sonbahar fotoğrafı çekmek için ille de Yedigöller’e gitmeğe gerek yoktur. Yakın çevrenizde yaprak döken ağaç toplulukları veya karışık ormanlar varsa, buralarda da güzel görüntüler yakalamanız olasıdır. Titrek kavak, kayın, Akçaağaç, çınar, dişbudak gibi ağaçların arasında ladin, köknar ve çam gibi iğne yapraklı ağaçların bulunduğu karışık ormanlar, sonbaharda tam bir renk cümbüşüne döner. Sarı, turuncu, kırmızı tonlar arasına dağılmış yeşiller renk kontrastı olan ve göze çok hoş gelen fotoğraflar elde etmemizi sağlar. Dergimizin bu sayısında sonbahar da çekim yapmak isteyen arkadaşlar için birkaç yer önerisinde bulunacağız. Sararmış yapraklar, kuğular, sevimli ördekler, pek çok ağaç cinsleri ve peyzajıyla Atatürk Arboretum’u sonbahar ’da fotoğrafçıların ziyaret ettiği mekanların başında geliyor. Özellikle gölete yansıyan ağaçların sudaki yansıması gerçeğinden daha çekicidir. Bu görüntüleri kaçırmayın! Başka mekânlara örnek vermek gerekirse Belgrad Ormanı, Mihrabat Korusu, Gülhane Parkı, Emirgan Korusu, Polonezköy, Şile, Ağva tarafları sonbaharın en güzel karelerini yakalayacağınız mekânlar arasında gelmektedir.
18 y heybe gençlik dergisi
FOTOĞRAF Ayşegül Düğdü
heybe gençlik dergisi y
21
FOTOĞRAF Pınar Atav
22 y heybe gençlik dergisi
FOTOĞRAF
Sonbahar
“Sonbahar denilince gözümüzün önüne; havaların soğuması, yaprakların sararıp dökülmesi ve renkten renge girmesini anımsatan kareler gelir.” Bazen o kurumuş yaprakların üzerinde saatlerce yürümek isterim. O gazel bazen beni hüzünlendirir. Bazen de esen rüzgâr, içime hüzünlü mutluluk karmaşasını getirir. Kimimiz, hızla gelip geçen ömrümüze yanarken, kimimiz ise sevdiğimiz insanlarla güzel geçen yaz günlerini özlemini duyarız. Eylül, Ekim ve Kasım ayları, sonbahar aylarıdır. Hepsinin ayrı ayrı güzelliği var. Dışarıya bakıp yağmuru izlerken elimizde kimi zaman bol tarçınlı salep ve kimi zamanda sıcak ıhlamur veya çay vardır. Biz bunları içerek içimizi ısıtırız. Ve o sırada bizler dışardaki insanları düşünürüz. Yağmur altında koşuşurken, akıllardan kim bilir neler geçiyor. Bazen içimden birilerini çevirip sormak geliyor. Acaba “ne der?” diye: Bence şunları diyecek ; -“ Eve geç kaldım, ailem bana çok kızacak ”. -“ Kuaförden çıktım, ayyy saçlarım bozulcak ”. -“ Fotoğraf çekerken makinam ıslancak “. -“ Eyvahh !! Evimin çatısı akıcak “. -“ Evi su basıyor ve ben sokakta kaldım “. diyebilirler diye düşünüyorum. Sonbaharın arkasından gelen kış ise, bana annemin anneannesinin evindeki yaşadığı kışları hatırlatır. Annem kışları, sömestr tatilinde gittiği memleketi Kayseri’nin Hunat mahallesindeki evini anlatır. Büyük anneannemin evi sobalıymış. Annemler sobalı odada yatarlarmış. Sıcak odadan, soğuk tarafa çıkmak hem zormuş, hem de çok heyecanlandırırmış. Heyecanlanmalarının sebebinde soğuktan, sıcağa geçmek ayrı bir mutluluk verirmiş. Sobanın üstünde tüten kimi zaman bir demlik çay, kimi zaman kestane ve kimi zamanda bir su dolu bakır güğüm. Bana hep bir fotoğraf karesini hatırlatır. Ve annem o kestanenin kokusu ve o çayın deminin tadını hep farklı olduğunu söyler. Annem o günleri asla unutmaz. Ve bize der ki, geçmişi güzel anılarla hatırlayın.. BU SONBAHAR MANZARASI OLSA BİLE…
FOTOฤ RAF
24 y heybe genรงlik dergisi
FOTOฤ RAF Meltem Canbolat
heybe genรงlik dergisi y
25
FOTOĞRAF Mustafa Orhun Çetin
26 y heybe gençlik dergisi
FOTOฤ RAF
heybe genรงlik dergisi y
27
FOTOĞRAF Pınar Atav
28 y heybe gençlik dergisi
FOTOĞRAF Sena Adıbeke
heybe gençlik dergisi y
29
FOTOĞRAF Ayşegül Düğdü
30 y heybe gençlik dergisi
FOTOĞRAF Ayşegül Düğdü
heybe gençlik dergisi y
31
FOTOĞRAF Mustafa Orhun Çetin
32 y heybe gençlik dergisi
FOTOฤ RAF
heybe genรงlik dergisi y
33
FOTOĞRAF Muhammed Atıf Yükseloğlu
34 y heybe gençlik dergisi
FOTOฤ RAF
heybe genรงlik dergisi y
35
TARİH
Hazırlayan: Yüsra Sümeli
İnsanları vatanlarından çıkartmak mümkündür. Ama o insanların yüreğinden vatanlarını çıkarmak asla mümkün değildir. 36 y heybe gençlik dergisi
TARİH
Ahıska Türklerinin
70 yıllık sürgünü Çarlık Rusya’sının Yıkılışı ve Bolşevik İhtilali: Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB), Sovyetler Birliği olarak da bilinir, Rusya’da Çarlık Rejimi’nın 1917’deki Büyük Ekim Devrimi’yle yerine kurulan Sovyetler Sosyalist Cumhuriyetler Birliği 1991’e değin varlığını devam ettirmiştir. 1917 yılında İngilizlerin Çarlık Rejimi ile yaptığı gizli antlaşma ve sözleşmelere göre verilmesi gereken yerleri Ruslara vermekten çekinerek gayri resmi yollardan Bolşeviklere yardım etmiştir.Bolşevik İhtilali Ekim Devrimi olarak da bilinmektedir. Bolşevik İhtilali ile kurulan SSCB Soğuk Savaş Dönemi’nde; Amerika’nın karşısındaki en güçlü devletti. Tabiki de SSCB bu gücünden yararlanıp, tek tip insan yaratmak amacıyla özellikle müslümanlara bir çok eziyet yapmıştır.Biz de
konumuz ve birbiri ile bağıntılı olduğu için ORTA ASYA TÜRKLERİ,AHISKALILAR ve KIRIM TATARLARINI inceleyeceğiz.Ama ilk önce genel bir bakışta bulunmak istedik. SSCB Yönetimindeki Toplumların durumu: Bu durum ikiye ayrılır.Biri toplu sürgün ve katliamlar, diğeri ise bunlardan hasbel- kader kurtulanlara yapılan asimilasyon politikası. Toplu Sürgün ve Katliamlar 1918’den 1922’ye kadarki dönemde onbinlerce rehin ve mahkumun idamı ve yüz binlerce asi köylü ve işçinin katledilmesi (Kızıl Terör) 5 milyon kişinin ölümüne yol açan 1921 Rus kıtlığı
1
2
heybe gençlik dergisi y
37
TARİH
3 4 5 6 7 8
1918 ve 1930 arasında toplama kamplarında onbinlerce kişinin katledilmesi Neredeyse 690,000 insanın ölümüne yol açan Büyük Temizlik 1930’dan 1932’ye kadar olan dönemde 2 milyon kişinin gulaglara(sonu ölümle sonuçlanan çalışma kampları) sürgünü 1944’de Kırım Tatarlarının sürgünü 1944’te Çeçenlerin sürgünü 1944’te İnguşların sürgünü
Sovyetler Birliğinin Türkleri Asimile Siyaseti: Ruslar, Türkleri; Rus okullarında kültür ve dillerini değiştirmek ve Hristiyanlaştırmak istemişlerdir. SSCB tüm Türk illerini ele geçirdikten sonra Rus harita ve kitaplarında “Türkistan” ismini yasaklanarak Türkistan beş ayrı cumhuriyete bölündü.Türkler arasında birlik ve beraberliği bozmak için farklı lehçeler kullanıldı.Türklerin bir kısmı sürgün edilerek yerlerine başka halklardan ve Rus halkı yerleştirilmiştir. Türkler arasında; Kazakçılık, Özbekçilik, Türkmencilik, Kırgızcılık gibi terimleri yaygınlaştırmaya çalışarak Türkler arasındaki birlik ve beraberliği bozmaya çalışmışlardır.Türk illerindeki cami ve mescitleri tahrip edip bunlara ait vakıfların mal ve mülklerini devletleştirmişlerdir. Din adamları yetiştiren medrese ve okulları kapatıp ileri gelenlerini hapis veya sürgün etmişlerdir. Sürgün edilen din adamları ve öğrencilerden bir daha haber alınamamıştır. Ekonomik kalkınmayı bahane ederek yüz binlerce Türk’ü Azerbaycan’da ve Türkistan’dan alınarak ülkenin diğer yerlerine yerleştirildi. Boşaltılan
38 y heybe gençlik dergisi
yerlere diğer milletlerden olan halkları yerleştirdiler. Ruslar Kril ve Latinceden oluşan bir alfabeye geçmeye zorladılar. AHISKA TÜRKLERİ SÜRGÜNÜ II. Dünya Savaşı yıllarına kadar askere alınmayan Ahıska Türkleri, savaş başlayınca askere alınmaya başlandı. 40.000 civarında insan, Almanlarla savaşmak üzere silâh altına alınarak cepheye gönderildi. Geride kalan kadınlar ve yaşlılar da, Ahıska- Borcom demiryolu inşaatında çalıştırıldılar. Bu hat 1944 ekiminde
TARİH
tamamlandı. Ahıskalılar, kendilerini vatana hasret bırakacak trenlerin yolunu, kendi elleriyle yapmışlardı! 15 Kasım 1944 tarihi, yalnız Türk tarihinin değil, insanlık tarihinin de kara sayfasıdır. Zira bu tarih, bir kış gecesi 200’den fazla köy ve kasabada yaşayan binlerce insan, birkaç saat içinde ocağından sökülerek yük ve hayvan vagonlarında, Sibirya, Kazakistan, Kırgızistan ve Özbekistan’a sürülmüşlerdir. Sürgün edilenlerin birçoğu yollarda öldü. Sağ kalanlar da, ata vatanından ebedî ayrılığa mahkûm edildiler.
Yıllarca dünya kamuoyundan gizlenen sürgünün belgeleri bugün artık sır değil. 31 Temmuz 1944 tarihli “Devlet Savunma Komitesi”nin gizli kaydıyla kaleme alınan kararının altında Gürcü diktatörü Stalin’in imzası bulunmaktadır. Bu karar: “Ahıska, Adigen, Aspinza, Ahılkelek ve Bogdanovka rayonlarıyle Acaristan Özerk SSC’den Türk, Kürt, Hemşin olmak üzere toplam 86.000 kişiden meydana gelen 16.700 hanelik nüfustan, 40.000’i Kazakistan SSC’ye, 30.000’i Özbekistan SSC’ye ve 16.000’i heybe gençlik dergisi y
39
TARİH de Kırgızistan’a tahliye edilsin.” emriyle başlıyordu. Tahliyenin, SSCB Halk İçişleri Komiseri Beriya tarafından 1944 yılı kasım ayında gerçekleştirmesi isteniyordu. Ahıska Türklerinin malı mülkü de buralara getirilerek iskân edilecek Gürcü ve Ermenilere peşkeş çekiliyordu. Bu hususta şu emirler veriliyordu: “Bölgeye iskân edilen çiftçilere sınır bölgesi için uygun görülmüş miktarlarda arsalar dağıtmak; buradan tahliye edilmiş nüfustan kalan kamu ve hususî bahçe ve bağları yedi yıl vadeli kredi şeklinde yeni gelenlere devretmek; bu bölgeye iskân edilen nüfusu 1945 yılında her türlü vergilerden muaf tutmak; iskân edilenlere Gürcistan Hükûmeti imkân ve fonları çerçevesinde ev hayvanları vermek; boşaltılan bölgeye yeni iskân edilecekleri parasız nakletmek. Taşınma masrafları Gürcistan Hükûmeti’ne özel olarak ayrılmış paralarla karşılanacaktır.“ Bu karar gereğince, 14 kasımı 15’ine bağlayan gece, Türk köyleri askerler tarafından kuşatıldı. Kapılar dövüldü. Birkaç saat içinde, küfür, tüfek ve dipçiklerle köy meydanlarına toplanan halk, kamyonlarla demiryolu boylarına getirilerek hayvan vagonlarına dolduruldu. İnsanlar, haftalar sürecek bir ölüm yolculuğuna çıkarıldılar. Gittikleri yerlerde yıllar sürecek zorbalıklara ve acılara maruz kaldılar. Sürgünü gerçekleştiren L. Beriya, 28 Kasım 1944 tarihli yazıyla, icraatını Stalin’e rapor ediyordu: “Türklerin, Kürtlerin ve Hemşenlilerin Gürcistan SSC sınır bölgesinden tahliye işlemleri tamamlanmıştır. Türkiye’nin sınıra yakın kısmındaki nüfusla akrabalık bağları bulunan söz konusu halkın önemli bir çoğunluğu kaçakçılık yapmakta olup muhaceret eğilimi
40 y heybe gençlik dergisi
gösteriyor ve Türkiye istihbarat makamları için casus angaje etme ve çete grupları oluşturma kaynağı teşkil ediyordu.” Tahliye işlemlerine hazırlık tedbirleri bu yılın 20 Eylül gününden 15 Kasım gününe kadar alınmıştır. Nitekim tahliyeye tâbi tutulan kişilerin sınırı geçmesini önlemek için Türkiye ile devlet sınırımızın korunma ve gözetimi azami şekilde takviye edilerek kuvvetlendirilmiştir. Adigen, Aspinza, Ahıska, Ahılkelek ve Bogdanovka rayonlarında tahliye işlemleri 15-18 Kasım; Acaristan Özerk Cumhuriyeti’nde ise 25-26 Kasım günlerinde gerçekleştirilmiştir. Toplam 91.095 kişi tahliye edilmiştir. Tahliye edilenleri taşıyan katarlar hareket hâlinde olup Kazakistan, Kırgızistan ve Özbekistan’daki yeni iskân yerlerine doğru yol almaktadırlar. Tahliye işlemleri düzenli ve olaysız bir şekilde tamamlanmıştır. Adı geçen sınır rayonlarına Gürcistan’ın toprak sıkıntısı çekilen bölgelerinden 7.000 köylü hanesi iskân edilecektir.“ 1944 sürgününün tahminî rakamları şöyledir: Ahıska: 64 köy, 30.000; Adigön: 72 köy, 40.000; Aspinza: 59 köy, 35.000; Ahılkelek: 11 köy, 5.000; Bogdanovka: 2 köy, 5.000 olmak üzere 208 köyle birlikte toplam 115.000 kişi sürgüne gönderilmiştir. Beriya’nın sürgün raporunda tahliye edilen nüfus için verilen 91.000 rakamı doğru değildir. Ciddî kaynaklar, 1926 tarihli resmî rakamı 137.921 olarak vermektedir. Sürgüne gönderilen insan sayısı, bu rakamın üzerinde olmalıdır. Sürgün sırasında cephede bulunan 40.000 kişiyi de bu rakama eklemek gerekir. Böylece sürgün insan sayısı, bir Alman dergisinin verdiği gibi 180.000 kişi
TARİH olmalıdır. Ahıska Türklerinin sürgünü yıllarca gizli tutuldu. Batılı gözlemciler, ilk bilgi kaynağının MWD kaçağı Binbaşı Burlizky olduğunu; onun Balkarlar hariç bütün sürgünlerde aktif görev aldığını yazıyorlar. Yirmi beş yıla yakın bir zaman boyunca saklanan bu sürgün, haritacıları da yanıltmış olmalı ki, savaş sonrası haritalarında bile buralar, hâlâ Türklerle meskûn bölgeler olarak gösteriliyordu! Stalin bu sürgünü, Kars ve Ardahan’ı Gürcistan’a ilhak etmek için bir hazırlık mahiyetinde gerçekleştirmiştir. Batılı gözlemciler de bu kanaattedir: “Onların sürgün sebebi, Sovyetlerin, Türkiye üzerine yapmayı düşündüğü bir saldırıda, stratejik önemi olan bu bölgeyi Türk unsurundan temizleme maksadıydı.” Nitekim Sovyet yönetimi, sürgünden hemen sonra bu talebini açığa vurmuş, iki Gürcü profesörüne sözde ilmî yazılar yayınlatmıştır. Stalin’in de bir Gürcü olduğu hesaba katılırsa sürgünün esas sebebinin bu olduğu söylenebilir. Burada dikkati çeken bir diğer nokta da, bu bölgeden “Türk, Kürt ve Hemşinli” adı verilen bütün ahalinin sürülmesidir. Bu unsurlar, Türkiye taraftarı olduğundan, Stalin bunlara güvenmiyordu. Onları tehlike olarak görüyor, bu bölgeyi kendine göre güvenli hâle getirmek istiyordu. Stalin, Ahıska Türklerini Orta Asya’ya sürerken onların Orta Asya Müslüman Türk boyları arasında eriyip gideceklerini, böylece tarihî kahramanlıkları, Rus askerî arşivlerini dolduran halkın tarihe karışıp gideceğini hesaplamıştı. Hâlbuki onlar dil, din, kültür ve geleneklerini bırakmadı, nerede yaşarsa yaşasın
Ahıska Türklerinin sürgünü yıllarca gizli tutuldu. Batılı gözlemciler, ilk bilgi kaynağının MWD kaçağı Binbaşı Burlizky olduğunu; onun Balkarlar hariç bütün sürgünlerde aktif görev aldığını yazıyorlar. Yirmi beş yıla yakın bir zaman boyunca saklanan bu sürgün, haritacıları da yanıltmış olmalı ki, savaş sonrası haritalarında bile buralar, hâlâ Türklerle meskûn bölgeler olarak gösteriliyordu!
heybe gençlik dergisi y
41
TARİH asimile olmadılar. Ahıska Türklerinin sürgününde, Ermeni faktörünü de unutmamalıyız. Zira, Türk-Rus savaşlarında Türk’e ihanet ettikten sonra, artık bu topraklarda kalamayacaklarını düşünen Ermeniler, Rus ordularının arkasına takılarak Anadolu’yu terk etmiş, Ruslar tarafından bu bölgelere iskân edilmişlerdi. Günümüzde de bu bölgede önemli bir varlığa sahip olan Ermeni unsuru, önce özerklik, sonra da Ermenistan’a ilhak düşüncesiyle faaliyet yapmaktadır. Ahıska Türklüğü, çok büyük acılar yaşadı. Sürgün yerlerinde, NKVD’nin sıkı kontrol rejimi altında yaşamaya başladılar. Bu ağır şartlarda, açlıktan ve soğuktan, 50.000 kişi öldü. Cephelerden çok uzaklarda olan Ahıska, İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna doğru, bu savaştan en kötü hisseyi aldı. Rus-Alman savaşına yaklaşık 40.000 asker gönderen Ahıska’da ziraî işlerde çalışacak erkek kalmamıştı. Sovyetler Birliği uğruna savaşan Ahıska Türklerinin 25.000 kadarı savaşta öldü. Savaştan dönen gaziler ve madalyalı kahramanlar, köylerine döndüklerinde ailelerini bulamadılar. Boş evlerde, kimsesiz sokaklarda akrabalarını aradılar! Onların sürgüne gönderildiklerini öğrenince, Orta Asya yollarına düştüler. Bu çile de yıllarca sürdü. Birçoğu aradıkları yakınlarına hiç kavuşamadılar. 1956 yılına kadar hiçbir Ahıskalı oturduğu köyü terk edemez, akrabasını görmek için komşu köye bile gidemezdi! Stalin’in sürgüne gönderdiği Karaçay, Balkar, Çeçen, İnguş ve Kalmuk gibi Kafkasya halkları, Komünist Partisi’nin XX. Kongresin-
42 y heybe gençlik dergisi
den sonra ana yurtlarına dönme izni aldılar. Kırım Türkleri ile Ahıska Türklerine dönüş izni çıkmadığı gibi eski vatanlarını ziyaret etmeleri de yasaklandı. 31 Ekim 1956’da Yüksek Sovyet, gizli polis teşkilâtının kontrolünde devam eden sıkı rejim şartlarını kaldırdı. Fakat yurda dönüş izni vermedi. Ellerinden alınan malları da iade edilmedi. Ahıska Türklerinin temsilcileri, 1957’de Moskova’ya gelerek vatana dönmek için ilk müracaatlarını yaptılar. Kendilerine, “Siz Azerîsiniz! O hâlde Azerbaycan’a dönebilirsiniz…” diye cevap verildi. 1958’de, bazı aileler bunu kabul ederek, kendi vatanlarına yakın gördükleri Azerbaycan’a geldiler. Buradan Ahıska’ya geçmek kolay olur diye düşünüyorlardı. 1964
TARİH
Şubatında Taşkent’te yapılan Halk Kongresine diğer sürgün bölgelerinden de gelen 600 civarında delege katıldı. Burada “Millî Hakların Müdafaası İçin Türk Birliği” kuruldu. Başkanlığına da Enver Odabaşev seçildi. 1968 Nisanında Taşkent yakınlarındaki Yengiyol’da yapılan gösteri yüzünden yüzlerce kişi tutuklandı.. Ahıska Türkleri vatana dönüş hareketinin lideri Enver Odabaşev, arkadaşları Muhlis Niyazov, İslâm Kerimov, T. İlyasov’la birlikte Türkiye’nin Moskova Büyükelçiliği’ne müracaat ettiler. 2 Mayıs 1970’te “Biz Türküz!” diye başlayan bir beyannameyi açıkladılar. Bu beyannamede şu görüşlere yer veriliyordu: SSCB yetkili adli makamları ve Bakanlar Kurulu bir tahkikat yapmalı ve biz Türkleri sürgüne gönderenleri
cezalandırmalıdır. Yüksek Sovyet Prezidyumu, Türklerin kendi yurtlarına iskân ve milletlerin mevcut determinant haklarını vererek, başkenti Ahıska olmak üzere bir Türk Muhtar Cumhuriyeti veya Özerk Vilâyeti kurulmasını kabul etmelidir. Sürgünden dolayı uğranılan zarar ziyan tazmin edilmelidir. Eğer bu talepler yerine getirilmeyecekse Türkiye’ye göç etmemize müsaade edilmelidir. Bu tebliğin yayınlanması çok önemlidir. Zira o güne kadar Batı âlemine ulaşan en aydınlatıcı belge budur. Ayrıca millî kimliklerini en açık şekilde dile getirmeleri de mühimdir. Şu var ki, Sovyet makamları bu tebliğe cevap vermemiştir. Yine 1970 yılı içinde vatana dönme teşebbüsleri, Gürcistan yetkililerince şiddetle engellenmiştir. O zamanın İçişleri Bakanı olan Eduard Şevardnadze yönetimi, Ahıska’ya dönmek üzere Tiflis’e gelen binlerce Ahıska Türkü’nü cop, basınçlı su vs. ile geri çevirmiştir. 1972 yılında hareketin yeni önderi Reşit Seyfatov, Sovyet KP Sekreteri Brejnev, BM Genel Sekreteri Waldheim ve Türkiye Başbakanı Ferit Melen’e müracaat etti. Bu müracaatlardan da yazık ki, sonuç alınamadı. Şimdi dünyanın 13 farklı ülkesine dağılmış şekilde yaşayan Ahıskalıların durumunu Türkiye’de yaşayan Ahıskalı bir amcanın şu sözleri en güzel şekilde anlatıyor: “Kızım ben bayramda ne yapayım? Bir kızım Rusya’da, bir oğlum Amerika’da, amcamgiller Özbekistan’da, bibimler (halamlar) Azerbaycan’da. Kim gelsin benim bayramda elimi öpsün? Ben hangisiyle görüşeyim? Dağıttılar bizi. Yok etmeye çalıştılar ama biz direndik.” heybe gençlik dergisi y
43
TARİH ORTA ASYA’DAKİ TÜRK DEVLETLERİ BASMACI HAREKATI: Baskın yapan, hücum eden” manasına gelir. 1918’de Milli Hokand hükümetinin Ruslar tarafından dağıtılması üzerine Basmacı Hareketi bir halk hareketine dönüşmüş ve 1931’e kadar sürmüştür.Türkistan’da Hokand şehrinde başlayan hareket kısa sürede Fergana vadisine ve diğer bölgelere yayıldı. Basmacı Hareketlerinin tek gayesi, Türkistan’ı Ruslardan kurtararak istiklaline kavuşturmaktı.Ruslarla birlikte hareket eden Ermeniler 180 Türk köyünü ateşe vererek yaktılar. Enver paşa 8 Kasım 1921’de Türkistan’a gelip Basmacılara katılmasıyla mücadeller daha da şiddetlendi. Enver Paşa 1922’de şehit edilmesiyle Basamacı hareketi eski şiddetini kayıp ederek 1931 kadar sürmüş ve Ruslar bu tarihten sonra Basması hareketini kesin olarak son verdirmişler.Rus Çarlığı, sınırları içerisinde birbirinden ırk, dil, din bakımından farklı toplulukları barındırırdı.Bunların arasında Ruslar diğerlerini yönetir konumdaydı. Bütün bu halkları merkezi otoriteye bağlı kalabilmek için Ruslaştırma politikası izlenmiştir. Devrimden sonra diğer uluslar Ruslarla eşit konuma geldiği iddia edildiyse de gerçekte böyle olmadı.
44 y heybe gençlik dergisi
Hazırlayan: Beyza Evkuranlar SONUÇLAR Time, Sovyetler Birliği’nde halen 300-500 yasal olarak kayıtlı cami bulunduğunu bildiriyor ve Ekim Devrimi’nden önce ülkede 24 bin cami olduğuna işaret ediyor. Kırım Tatar Sürgünü 1944 yılında Özbekistan SSC ve ‘nin diğer bölgelerine devletin aldığı kararla organize bir şekilde sürgün edilmesidir. 1783 yılında Kırım’ın Rusya İmparatorluğunca ilhakıyla birçok kez Rus devlet adamları tarafından sürgün kararı konusunda görüşülmüştü. İkinci Dünya Savaşı’nın 1941 - 1944 yılları arasında Alman işgali altında olan Kırım’da, Kırım Tatarlarının bu zaman içerisinde Almanlar ile “işbirliği” içinde olduğu gerekçe gösterilerek 1944 yılında Sovyet hükumeti tarafından (işbirlikçilerin oranının diğer etnik gruplardan bir farkı olmamasına rağmen) toplu sürgün kararı çıkarıldı. Sürgün, 18 Mayıs 1944 tarihinde tüm Kırımlı yerleşim yerlerinde başladı.Eyleme 32.000’den fazla NKVD birliği katıldı. Toplamda 193.865 Kırım Tatarı sürgün edildi. 151.136 kişi Özbekistan SSC’ye, 8.597 Mari ÖSSC’ye, 4.286 Kazakistan SSC’ye, geriye kalan 29,846 kişi ise Rusya SFSC’nin çeşitli oblastlarına sürgün edildi. Mayıstan 10 Kasım’a kadarki
TARİH süreç içerisinde Özbekistan’a sürülen Kırım Tatarlarından 10.105 kişi açlıktan ölmüştür. NKVD verilere göre yaklaşık 30.000 (% 20) kişi, bir buçuk yıl içinde sürgünde öldü. Kırım Tatar aktivistlerin verilerine göre ise nüfusun yaklaşık %46’sı bu zaman içerisinde hayatını kaybetti. Sürgün boyunca toplam
CENGİZ DAĞCI Cengiz Dağcı 9 Mart 1919 yılında Gurzufa’ta doğdu.Çocukluğu Kızıltaş Köyü’nde geçti.Roman yazarıdır. Pek bilinmemesine rağmen Kırım Tatarca şiirleri de vardır. Cengiz Dağcı Türkiye’ye hiç gelmediği halde kitaplarını türkiye türkçesi ile yazmıştır, kitapların ilk redaksiyonunuda şair Ziya Osman Saba yapmıştır. Türkiye’de yayılan eserleri sayesinde türkiye bir çok insan kırımı ve Kırım Tatarlarının yaşantılarını öğrenmiş oldu. Eserlerinde Kırım Türklerinin Rusların zulmü altndaki hayatını anlatır. Türk Edebiyatının en güçlü yazarlarındandır. Hüzünlü bir üslubu vardır.Romanlarında Kırım Türklerinin 1928’den sonra Sovyet komünist emperyalizminin boyunduruğu altında çektiği acıları dile getirir, yurdun gasp edilişini anlatır.Anlatılan olayların gerçekten yaşanmış olması da eserleine ayrı bir kuvvet katmaktadır.Eserleri Varlık yayınları ve son yıllarda da Ötüken Neşriyat tarafından yayımlanmıştır. Cengiz Dağcı’nın çocukluğu tabii afetler yanınıda Rus emperyalizminin zulmü ve büyük baskılar altında geçti.İlk ve orta öğrenimini Akmescit’de yaptı.1938’de ota okulu bitirdi.1941 yılında Kırım Pedepedagoji Enstitüsü ikinci sınıfında iken II.Dünya Savaşı çıktı.1941 ağustosunun
nüfusun yaklaşık %45’i açlık, susuzluk ve hastalık nedeniyle ölmüştür.Sovyet muhaliflerinin bilgilerine göre, pek çok Kırım Tatarı, Sovyetler GULAG sistemi tarafından yapılan büyük ölçekli projeler için işçi olarak çalıştırılmıştır.Kırım Tatar aktivistler sürgünün soykırım olarak tanınması için çağrıda bulunmaktadırlar.
yarısında Almanlara esir düştü. Ukraynada Krovagrand esir kampına götürüldü,artık korkunç yıllar adlı eserinde anlatmiş olduğu cehennem yılları başlamış oldu.30 bin esir Krovagrand Kampı’na nakledildi.Susuzluk açlık yorgunluk soğuk ve alman askerlerinin kurşunları pek çok esirleri bu yolculuk sırasında ölüme götürüldü.Umana ulaşabilenler ise yeni zorluklarla karşılaştılar.Soğuk yüzünden çok zorluk çekerken bir yandan da askerlerin subayları öldürmesi, ağır şartlarda -30 derecelik soğuklarda hayatta kalma mücadelesi vermeye çalışırken çektirdikleri eziyetlerede katlanmaya çalışıyorlardı.1943’te Almanlar,Türkistan Lejönü kurmaya başlamışlardı.Bu lejönda esir kamplarında Türkistanlı olanları alıyorlardı.Cengiz Dağcı’da o barakalardan birinde kalıyordu.Askerlerinden birinin sen müslüman mısın adlı sorusuna evet cevabını verdi ve dağcıyıda aldılar.Cengiz Dağcı ben Türkistanlı değilim Kırımlıyım diye açıklamada bulununca madem sen Türkistanlı değilsin senin burada işin yok diyip Dağcı’yı Kırım’a yolladılar.Dağcı burada hayatına devam ettirdi. 1947 yılı başında ailesi ile beraber Londra’ya geçti . 1974 yılında londrada Wimbledonya yakınlarındaki Southfields’e yerleşti. Cengiz Dağcı 22 eylül 2011 perşembe günü ssat 12.30 sularında Southfields’teki evinde vefat etti. heybe gençlik dergisi y
45
MEDYA
Hazırlayan: Rânâ KAYA
Ermenİ meselesİn N
eden hak-hukuk diyenlerin kalemleri ünlem yapmayı âdet edinmiştir? Özellikle dikkat çekmesini istedikleri yerleri, koyu renk ve büyük harfle yazmaları peki… Neyin psikololjisi? Kesin cümleler, net ifadeler, keskin bir imaj… Dertler ortak çünkü. O veya bu şekilde hep bir haksızlıktan yakınır insan. İnsan olan… Tüm çilelerin, tüm cefâların flama taşıyanıdır haksızlık. Sanki o olmasa, hiçbir kötülük mekân bulamayacak gibidir barınmaya… Bugün dünyada yaşanan/yaşatılan hadiselere baktığımızda, hakkı hukuku konuşmak için
46 y heybe gençlik dergisi
fazlaca malzememiz olduğunu müşahede edebiliriz. Bunlardan özellikle Türkiye’mizi ilgilendiren ve özellikle zamanında müdahaleyi gerektiren, şakası olmayan ciddi bir meseleyi ön plana almak icâb ediyor: Sözde Ermeni Soykırımı. Soruna başkaca bir çok isim verebilmek mümkün: Ermeni Soykırımı Asılsız İddiaları, Ermeni İftiraları, Ermeni Komitelerinin Hem Suçlu Hem Güçlülüğü… Meseleye tarafsız olarak baktığınızda verebileceğiniz isimlerdir bunlar. Çünkü tarafsızlık; tarihçilerin sunduğu yüzlerce makale ve eserlerde… Tarafsızlık; yerli-yabancı hakperest araştırmacıların konuya ilişkin yaptı-
MEDYA
ne ÂDİLCE BAKMAK ğı kapsamlı çalışmalarda… Tarafsızlık; Ermeni olup ecdâdının ve iddia sahiplerinin yanlışını görenlerde… Tarafsızlık; sadece Osmanlı’nın değil, kendilerinin ve azmettiricileri olan Rusların arşiv vesikalarında… Tarafsızlık; belgesellerde, montaj olmadığı âşikâr fotoğraflarda, açığa çıkan toplu mezarlarda, kemiklerde… Tarafsızlık; Ermeni çete üyelerinin bizzat kendi kalemleriyle, kendi yaptıklarını yazdıkları işkencelerde, cinayetlerde, katliamlarda… Çelişkilerin şâhına örnek teşkil edecek biçimde, kendilerine yapıldığını iddia ettikleri ve kendilerinin yaptığını itiraf ettikleri soykırımda… Tarihte yaşandığı iddia edilen Ermeni soykırımı, tarihî kaynaklarla açıklığa kavuşturulmalı değil midir? İddiada bulunanlar, duruma hepimizden daha çok vâkıf olacaklar ki; “bu tarihin ve tarihçilerin işi değil” şeklinde absürt bir açıklamada bulunarak tarihin saf dışı kalmasını temennî ediyorlar. Arşivleri kapalı, hiçbir belge sunmuyorlar. Ve işin daha da garip tarafı, bu şekilde bile bazı aydın ve gelişmiş geçinen bilim uzmanı “medeni(!)” ülkeleri, taraftarları haline getirebiliyorlar. Ne diyelim? Propagandada, bizim aksimize çok başarılılar. Öyle kaptırmış ki kendini Fransa, 2011 yılında “Ermeni soykırımı yoktur” demeyi bile yasaklıyor. Çünkü o özgür bir ülke(!) Sene 2015… Aylardan Nisan… Türkiye’de karışıklık… Her yıl olduğu gibi temcit pilavı
misali ısıtılıp ısıtılıp önümüze getirilen 24 Nisan 1915 tarihi, dışarıdaki Ermenilerin ve destekçilerinin iddia ettikleri gibi bir soykırım tarihi değil, yasadışı Ermeni komitelerinin kapatılıp yöneticilerinden 2345 kişinin devlete aykırı suçlar işlemek ve masum insanları katletmek yargısıyla tutuklandıkları tarihtir. Görüldüğü gibi bu soykırım olarak gösterilmeye çalışılan tarih, devletin bir çok cephede savaş halinde bulunmasıyla birlikte cephe gerisinin kontrol altına alınması uğruna uygulanan tabii ve mâkul bir neticedir. Osmanlı Devleti’nin bu kararına mukabil, hemen ABD ve Rusya ülkeleri başta olmak üzere bir çok ülkeyi soykırım başlamış gibi inandırmaya çalışan Ermenilerin yalan söylediklerine dair, sadece bir delil sunmamız gerekirse bu tarihin; soykırım şöyle dursun, soykırıma temel oluşturduğunu iddia ettikleri “yer değiştirme” politikasıyla bile alâkası olmadığı gerçeğini dile getirmek kâfidir. Ve nihayet 2015… 100. sene-yi devriye… Gözler, süper güç iddiasında kanî olunan ABD üzerinde… Sözde Ermeni Soykırımını tanıyacak mı, tanımayacak mı? Şâyet tanırsa, Ermeni terör komitelerinin yıllar öncesinde hazırladıkları 4T planının ilk aşaması gerçekleşmiş olacak. Bundan sonraki aşamalar –kötü bir ihtimal ama- el mahkûm, çorap söküğü misalini yaşayacak. Peki nedir 4T planı? Ermeni soykırımı iddiasında bulunarak; 1- Soykırımı dünyaya heybe gençlik dergisi y
47
MEDYA terör yoluyla Tanıtacaklar. 2- Soykırımı dünya kamuoyuna kabul ettirip Türkiye’ye de Tanıtacaklar. 3- Türkiye’den Tazminat alacaklar. 4Türkiye’den Toprak alacaklar. Böyle bir planın Türkiye’nin başını ağrıtacağını bilen büyük devletlerin, menfaatleri uğruna; bazılarının verdiği kabul kararında diğerlerinin de mutabık kalma olasılığı, ister istemez düşündürüyor insanı. Yine de psikolojik olarak kazanmalarını sağlayacak, “bir çok ülke soykırımı kabul etti” düşüncesine itibar etmemek gerekir. 100 yılda kabul eden ülke sayısı 20’dir ve ABD’nin 41 eyaletidir. Bu 20 ülkenin kararları da parlamento kararlarıdır yani hukukî değil siyasîdir. Gün gelip yeni bir parlamento kararıyla değiştirilebilir. Karşılaştırma yaparsak; Ermeni iddiaları 1983’ten bu yana 31 yılda 20 ülke parlamentosunda kabul edilirken, Hocalı ’da yaşananlar 4 yılda 9 ülke parlamentosunda karşılık bulmuştur. Asıl soykırım kendini nasıl da belli ediyor? Hal böyleyken, çizilen pis oyuna karşılık bizde ne var? Sadece ülkemizi bile ihtilaflardan soyutlayamıyoruz. Evet, Türkiye’deki o mükemmel(!) bazı çevreler… Kendi milletinin hakkını çiğneyip doğruyu, haysiyeti, onuru ayaklar altına alan zihniyet; cahilliğine doymayıp orda burada “Hepimiz Ermeniyiz” sloganlarını birbiri ardına köpürürcesine haykırırken, milletine
48 y heybe gençlik dergisi
rağmen doğruyu söylemekten korkmayan dürüst bir yiğit olduğunu sanmasa ve eyleminin tarafsızlık değil, yalakalıktan ibaret olduğunu görebilseydi keşke. Öyle ince bir noktadayız ki bilmeden attığımız her adım, ihanetimize sebep olabilir! Bizi bu ince çizgiye getirip yerleştiren emperyalist devletlerin, ezelden beri bu topraklara dair yazılmış çizilmiş oyunlarının olduğunu unutmamak, millî şuuru bunun için diri tutmak ve yaşatmak zorundayız. Millî şuur, siyasî yanlarla açıklanamaz. Hiçbir siyasî partinin tekeline sığamaz. Hemen her unsuru etkileyebilen ideoloji, millî şuurun kapısına geldiğinde, boynu bükük ve öfkeli geri dönmelidir. Kapıyı, ruhunu kirletebilecek her türlü etkenden korunmak için duvara çevirmelidir milliyet. Onun ırkçılıkla bağdaştırılması kat’î bir galat-ı meşhurdur. Milliyet; günümüz dünyasının gerektirdiği hal ile, düşman dış unsurlara karşı, ülkenin ayakta kalabilme çabasıdır. Yurdumuzda gereken iltifatı bulamayan milliyet, noksanlığının yarattığı sorunlara hüzünle bakıyor şimdilerde. İnsanlara temel bazı değerlerin kazandırıldığı en zirve kurumlardan biridir eğitim. Ülkemiz eğitiminin bunları kazandırmadığını söylemek haksızlık olur. Ancak muhtevası, mâhiyeti, niteliği yeterli ölçülerde değil maalesef. Çoğu zaman siyasetin kurbanı olmuş,
MEDYA kimi zamansa zaten hiç önemsenmemişlerdir. Bize vatan-millet-bayrak sevgisini verirken, bunlara ne zorluk ve meşakkatlerle ulaştığımızı ve yeniden kaybetme tehlikesine düşmememiz için ne derece ve nasıl çabalamamız gerektiğini anlatacak tarihî şuur eksikti. Bu millet neler yaşadı, neden yaşadı, hangi evrelerden nasıl geçti, hangi evrelerden henüz geçemedi? Anlatılsaydı mühim bir ulusal davamız olan Ermeni meselesinde, iddiaları müstahak bulan gruplar, bu ülkede tezâhür edebilir miydi? Gelgelelim Ermeni eğitimine… Öyle güzel propaganda yapıyorlar ki; ilkokul yaşlarında çocuklar, Türklere nefretle büyüyorlar. Daha bize “büyüyünce ne olacaksın?” diye sorulduğu sıralarda, Ermenistan’da bir çocuk, Türkiye’den toprak almaya şartlanmış oluyor. Peki ya medyamıza ne demeli? Sabahtan akşama kadar binbir türlü zihin karmaşası içinde çalışan vatandaş, evine geldiğinde kafa dağıtmak için TV’yi açıyor. O kafa, gerçekten fena dağılıyor. En küçük olayları dert gören dizi karakterleri gibi üflesen yıkılacak kıvama geliyor. Hayatındaki en ufak sallantıları dert görmeye başlıyor, hakikî dertleri unutuyor. Ne başını kaldırıyor, ülkesinin tehlikesini görüyor ne de medya görmeyi sağlayacak materyal veriyor. Dert sahibi olmak nedir, unuttuk. Derdi unutunca, davâya kendimizi veremez olduk. Gerçekleri değil, kurguları duyar olduk. Kurguda yaşamak kolay geldi de, gerçeği öldürdüğümüzü göremez olduk. Kapımızdaki tehlikeye işaret edecek reklamların bangır bangır bağırıyor olması lâzımken, ne bir haber, ne bir belgesel, ne bir film, dizi… Ne küçük bir bildiri… Şu medyamız bize hangi günler için lâzım olacak acaba? Başkalarına
uyandırıcı, bize uyutucu etkilerle gelen medya konusunda, nerede yanlış yapıyoruz? Kapsamlı bir çalışma yapılıp üzerine lâyihâlar hazırlanmalı. En olmadı Adlî Sultan Mahmud izinden gidip topyekûn ilgâ etmeli. Bir zamanların sadık tebaasının ihâneti ile oluşturulan habis planların işlememesi için, farklı ideolojileri destekleyen tüm vatandaşlarımızın “sen, ben, o” değil de, “biz” diyerek yola çıkması, millî davâya destek oluşturması şart! Herkes, imkânı doğrultusunda, bir türlü beceremediğimiz propaganları ülke geneline yaymaya çalışmalı. Medyayı bu husus için yoğun kullanmalı. Geri dönüşü mümkün olmayan karanlık ve kasvetli tünele girerken, sonunda bizi neyin beklediğini bir daha düşünelim. Hakkın %100 yanımızda olduğu bu davâda, elimizi onlara teslim etmeyelim. İnsanlığa sığamayan üstün başarılarından dolayı “Tarihe Küfredenler” başlıklı bir kitap yazmak sûretiyle, ilk sayfalara isimlerini altın harflerle döşeyerek ödüllendirelim kendilerini. Talep ettikleri topraklarımızla değil… Böylesi epeyi âdil olacaktır. Onların bizden özür dilemekle paçayı kurtaramayacakları kadar kabarık, kirli çamaşırları varken; bize yaptıkları mezâlim için biz mi özür dileyeceğiz? Ders kitaplarımızda, ecdâdımıza düşman nesiller yetiştirmek için yalan yanlış tarih mi yazacağız? Tazminat mı, toprak mı vereceğiz? Bunu hangi vicdan kabul edebilir? Hangi boşvermişlik, hangi hovardalık bu kadar miskinleşebilir? Hangi millet bu kadar hakârete- ihânete uğrayabilir? Hangi şanlı bayrak, bulaştırılmak istenen bu kara lekeyi sînesine çekebilir? Benim bayrağım değil… Benim kutsal bayrağım, bu aşağılık lekeyle muhâtab olmak zorunda değil! heybe gençlik dergisi y
49
MÜZİK
r e t Meh a n ı m ı k a T r i a D 50 y heybe gençlik dergisi
Hazırlayan: Sİnan Barış Çevİk
M
ehter, Osmanlılarda, askerî müziği icra eden topluluğa denir. Farsçada ‘mihter’ olarak geçen kelime, ekber (en büyük), âzâm (pek ulu) anlamına bir yüceltme sözüdür. Kelime Türkçede mehter, çoğul olarak da mehterân şeklinde kullanılmıştır. Mehter, bölüklere ayrılır; aynı çalgı aletini çalanlar, alemdarlar birer bölük teşkil ederlerdi. Her bölüğün “ağa” tabir edilen bir amiri bulunurdu. Davulcubaşına ise “Baş Mehter Ağa” denirdi. Ayrıca bir de Mehterbaşı vardı. İkinci bir mehterbaşı daha vardı ki bundan ayrı olup “Mehterân-ı Hayme” denilen Saray Çadırcılarının başıdır. Mehter teşkilâtı, “emîr-i alem”e tabiydi.
MÜZİK Kesin olmamakla birlikte, Türkiye Selçukluları sultanı II. Gıyaseddin Mesud 1284 yılında gönderdiği bir fermanla Osman Gazi’ye Eskişehir’den Yenişehir’e kadar bütün Söğüt bölgesi ve havalisini sancak olarak verdi. Fermanla birlikte Osman Gaziye emirlik alâmeti olan “tuğ”, “alem”, “tabl” ve “nakkâre” de gönderilmişti. Ferman, Osman Gazi’ye Eskişehir’de bir ikindi vakti takdim edildi. Osman Gazi ayakta durarak nevbet vurdurdu (çaldırdı). Fatih Sultan Mehmed Han zamanına kadar nevbet vurulurken padişahların ayakta dinlemesi âdetti. Mehter teşkilatına bağlı iki türlü mehterhane vardı. Biri resmî teşkilâta bağlı olan çalıcı mehterler, diğerleri esnaf mehterleriydi. Resmî mehter, padişah mehteriydi ki, buna “Mehterhâne-i Tabl-i Alem-i Hassa” denirdi. Sonraları, mehter sadece padişah ve orduya ait olmaktan çıktı. Her vezir dairesinde bir mehterhane bulundurulması âdet oldu. Fatih devrindeki mehterhanede dokuz zilzen (zil çalan), dokuz nakkârezen (kudüm de denen bir türk küçük davulu çalan), dokuz boruzen (boru çalan), dokuz tablzen (davul çalan), dokuz çavuş ve bir iç oğlanı vardı. Altmış dört kişilik mehterhane takımına “dokuz kat mehter” adı verilirdi. Padişahın mehterleri on iki kat olurdu. On iki kat mehterhanede
her çalgıdan on ikişer adet bulunurdu. Padişah sefere çıktığı zaman mehter takımı on iki misline çıkarılırdı. Sefer ve harp esnasında padişah mehterhanesi, saltanat sancaklarının altında durup nevbet vururdu. Bundan başka ikindi vakti, Otağ-ı Hümayun önünde nevbet vurmak âdetti. Hükümdar mehterleri günde beş vakit vururlardı. Bundan başka padişah cüluslarında, kılıç alaylarında, harplerde zafer haberi geldiği zaman ve arife divanlarında nevbet vurulurdu. Mehterler, harp meydanlarında gece karanlığında bile ordugâh nöbetçilerinin uyumaması için devamlı çalar ve aynı zamanda da “yektir Allah!” diye bağırırlardı. Harp esnasında ise, padişahın veya seraskerin yanında durup, harp boyunca askerin cesaretini arttırmak ve düşmana dehşet vermek için çalardı. Vezir mehterleri, ikindi ve yatsı namazları kılındıktan sonra olmak üzere, günde iki defa vururdu. Bunlardan birincisi akşam yemeğinin ikincisi de uykunun işaretini verirdi. Sivil mehterler, kendilerine mahsus nevbet yerlerinde yatsı namazından sonra ve sabahleyin nevbet vururlardı. Eski zamanlarda öğle yemeği, “kuşluk” adı altında öğle namazından evvel, akşam yemeği de ikindi namazından sonra yenilir ve yatsı namazından sonra uykuya yatılırdı.
heybe gençlik dergisi y
51
MÜZİK
Mehter Duası Allah Allah Celilü’l-Cebbâr, Muînü’s-Settâr, Hâliku’l-leyli ve’n-Nehâr, Lâyezâl, Zü’l-Celâl, birdir Allah! Ânın birliğine, Resûl-ü Enbiyâ Peygamberimiz Cenâb-ı Ahmed-i Mahmûd-u Muhammed Mustafa (Bütün fertler elleri göğsünde olmak üzere rükûa gelir gibi eğilirler, padişah geldiği zaman ise sadece baş eğer, daha fazla eğilmezler.) Âl-i evlâd-ı Resûl-i Müctebâ imdâd-ı ruhâniyetine! Pîrân mürşidîn, âşıkîn, vâsilîn, hamele-i Kur’ân, güzeştegân, ehl-i îmân ervâhına, avn-ü inâyetine! Halifetü’l-İslâm es-Sultân İbni’sSultan bil-cümle İslâmın necât ve seâdet ve selâmetine, pîrler, erenler, üçler, yediler, kırklar, göçenler demine devrânına “Hû” diyelim “Huuu” denildikten sonra bütün mehter takımı, davul ve zilleri şiddetli vurarak dokuz defa “Hû” çekerlerdi. Sonunda da üç defâ kös vururlardı. Mehterin kendine has bir yürüyüşü vardır. Üç adımda bir durur, yarım sağa ve yarım sola dönerdi. Yürüyüş esnasında mehter takımı, hep bir ağızdan, “Rahim Allah, Kerîm Allah” derlerdi. Mehter takımının yürüyüş nizamında merasime iştirak şöyle idi: Önde çorbacıbaşı unvanını taşıyan ve başında “üsküf” bulunan mehterân bölüğü komutanı, onun arkasında sol tarafta zırhlı muhafızı ile birlikte yeşil sancak, ortada istiklâl alâmeti olan ak sancak, sağ başta ise zırhlı muhafızı ile birlikte kırmızı sancak bulunurdu. San-
52 y heybe gençlik dergisi
cakların arkasında ise üçerli koldan üç sıra hâlinde dizilmiş dokuz tuğ gelirdi. Sağ tarafta kırmızı sancağın arkasında, Yeniçerilerin taşıdığı “hücum tuğu” yer alırdı. Tuğlardan sonra ortada mehterbaşı bulunurdu. Mehterbaşından sonra ise sıra ile mehterin iki katı adedince çevgenler (okuyucular), zurnazenler, boruzenler, nakkârezenler, zilzenler ve davul çalanlar gelmekteydi. En arkada ise at sırtında taşınan kös bulunmaktaydı. Mehterin Avrupa’ya tesiri: Avrupalılarca, on sekizinci asırdan itibaren “Yeniçeri müziği” diye adlandırılan müzik; evvelâ, benimsenmiş, ardından Polonya, sonra Avusturya ve daha sonraları bütün Avrupa’da onların tabiriyle Yeniçeri bandoları kurulmuştur. Bestekâr Mozart ve Haydn da, mehter müziğinin tesirinde kalarak meşhur bestelerini meydana getirmişlerdir. Alman besteci Beethoven, “Büyük Senfoni”sinin son bölümünü mehterin kös, davul ve zurnasıyla seslendirmiştir. Beethoven, “Türk Marşı”nı mehterin bir cenk havasından adapte etmiştir. Avusturyalı bestekâr Mozart’ın “Türk Marşı”, Türk askerlerinin “Allah Allah” nidalarının, nakarat olarak tekrarından müteşekkildir. Viyana Kraliyet Orkestrası Şefi Gluck bu yıllarda, sarayda verdiği konserlerinde, repertuvarına mehter bestelerini almış ve orkestrasına çaldırmıştır. Alman bestekâr Wagner, bir mehter konserini dinlerken heyecanlanmış, kendini
MÜZİK tutamayarak “İşte müzik buna derler!” demiştir. Mehter müziği gibi, mehter teşkilâtı da Avrupa’ya tesir etti. On sekizinci yüzyıl içinde önce Avusturyalılar, sonra Prusyalılar, daha sonra da Ruslar, Almanlar ve Fransızlar mehter teşkilâtına benzer mızıka takımlarını kurdular. Osmanlı Devletinin ömrü boyunca, gittikçe mükemmelleşen mehter, Yeniçeri ocağının lâğvı ile beraber yerini “Mızıka-i Hümâyûna” bıraktı. Mehter: Dünyanın en eski askeri bandosudur. Mehtere ilk olarak Orhun Kitabelerinde rastlanmaktadır. Mehter: Çorbacıbaşı, Mehterbaşı, çevgen, zurna, boru, nakkâre, zil, davul ve kös çalan gruplardan oluşur. Çevgen: Mehterde sözleri okuyan kişidir. Elinde taşıdığı zille asa ile aynı zamanda ritim tutar. Mehterbaşı: Mehterin müzik şefidir. Emîr-i Alem (Çorbacıbaşı): Çorbacıbaşı, Mehterân Bölük Komutanıdır. Çorbacıbaşı, askerî tabirle mehterin “bölük komutanı” anlamına gelir. Mehterin her türlü yönetimini, ihtiyaçlarını karşılar. Sancaklar ve tuğ: Kırmızı sancak hükümdarı, yeşil sancak İslâmiyeti, beyaz sancak barışı simgeler. Günümüzde en bilinen mehter takımları Genelkurmay Mehteran Birliği ve T. C. Kültür Bakanlığı Tarihî Türk Müziği Topluluğu’nun mehter takımlarıdır. Harbiye Askerî Müzesi’nde pazartesi ve salı hariç, haftanın her günü saat 15.00’ten 16.00’ya kadar mehter konseri verilmektedir. *e kaynak: osmanlilar.gen.tr
ESKİ ORDU MARŞI Ey şanlı ordu,ey şanlı asker Haydi gazanfer, umman-ı safter Bir elde kalkan, bir elde hançer Serhadde doğru ey şanlı asker. Deryada olsa herşey muzaffer Dillerde tekbir, Allahü ekber Allahü ekber, Allahü ekber Ordumuz olsun daim muzaffer. Ey şanlı ordu,ey şanlı asker Haydi gazanfer, umman-ı safter Bir elde kalkan, bir elde hançer Serhadde doğru ey şanlı asker. Deryada olsa herşey muzaffer Dillerde tekbir, Allahü ekber Allahü ekber, Allahü ekber Ordumuz olsun daim muzaffer.
heybe gençlik dergisi y
53
TİYATRO
Hazırlayan: ELİF ZAİM
A N A E M Y HA ı y ’ ı l n a Osm dın a k n a r ku
HAYME
ANA
54 y heybe gençlik dergisi
TİYATRO
“Hayme Ana… Ağaç kokusu… Anne ağaç… Hilkatin buğusu… Yaradılışın sırrı… Çınar kokusu…” der Sibel Erarslan Kadın Sultanlar adlı kitabında. Kitap Hayme Ana’yla başlar. Çünkü Hayme Ana’dır Osmanlı’nın anası, tabiri caizse Osmanlı’nın atası… Üsküdar Gençlik Merkezi Tiyatro Kulübümüzün sahnelediği “Hayme Ana” oyunu bu koca çınarın mücadelesini anlatıyor. Oyunu-
muzu seyretmeye gelenlerin büyük çoğunluğu bu ismi ilk defa duyduğunu söylüyor. Bu da bize ne kadar doğru bir yolda olduğumuzu bir kez daha gösteriyor. Kısaca tarihimize yön veren kadınlardan biri olan Hayme Ana’yı tanıyarak başlayalım yazımıza. Hayme Ana; Oğuzların Bozok kolunun Kayı Boyuna mensup bir Türkmen kızıdır. Süleyman Şah’ın eşi, Ertuğrul Gazi’nin annesi, Osmanlı İmparatorluğu’nun kurucusu Osman Gazi’nin ninesidir. Aynı zamanda Sungur Tekin, Gündoğdu ve Dündar isimlerinde üç oğul daha yetiştirmiştir. Hayme Ana Fırat Nehri’nde heybe gençlik dergisi y
55
TİYATRO
atından düşüp boğularak ölen eşi Süleyman Şah’ın ardından obanın başına geçmiş ve Ertuğrul Gazi oba yönetimini eline alana kadar obanın başında kalmıştır. Ertuğrul Bey annesinin hem zekâsından hem de bileğinin gücünden her daim faydalanmıştır. Obanın kadınlarıyla inek sağan, tarla süren, ekin toplayan Hayme Ana; obanın erkekleriyle kılıç sallayıp, obanın geleceğini konuşabilen bir kadındı. Adeta savaşçı, yiğit bir delikanlı gibiydi Hayme Ana. Ankara’nın batısındaki Haymana ilçesi adını Hayme Ana’dan alır. Ayrıca obası Söğüt ve Domaniç’e yerleşince bir dönem devlet idaresini eline alan Hayme Ana, “Devlet Ana” adıyla da anılır. 1250’li yıllarda aşiret reisliği yaptığı söylenmektedir.
56 y heybe gençlik dergisi
TİYATRO Bugün türbesi Kütahya’nın Domaniç ilçesine bağlı Çarşamba Köyü’ndedir. Türbenin yapılışı ise şöyledir; II. Abdülhamit devrinde, Çarşambalı bir köylü evinde sakladığı dedesinden kalma deri üzerine yazılmış bir vesikayı köye gelen birine okutur. Vesikanın Hayme Ana’ya ait olduğu ortaya çıkar. Görevli İstanbul’a giderek Yıldız Sarayı’na varır ve vesikayı padişaha ulaştırır. II.Abdülhamit vesikayı inceletip bir heyeti buraya gönderir. Büyük ninesi HaymeAna’nın kabrini buldurarak üzerine bir türbe ve külliye yaptırır. Türbenin üzerinde bulunan mermer kitabe de şu satırlar yer alır; “Şahin şeh-i ali hasep, hakan-ı mebrük’ünnesep, Abdülhamit Han kim anın lütfundaalem müstefit, Gazi’i meydanı vega cennet mekan Ertuğrul’un, Olmuş idi vaktaki bu sancakta ikbali bedid, Şu Domaniç yaylasını aldıkta dest-i miknete, Ehli hilafa evvela çekmişdi ol seddisedid, Gazi merhumun imiş bu Hayme Ana maderi, İtsungarik-i mağfiret daim anı Rabbi Vahit, Şah’ı Cihan bu türbeyi yaptırdı ol merhumeye, Eyyam-ı ömrü şevketin kılsın Cenab-ı Hak mezid Bir padişaha itmemiş Allah bu hayrı nasip, Şimdiye dek geçmiş idi tarihdenasr-ı medid, Vali iken Mahmud kulu, nazm eyledi tarihini, Kıldı bu rana türbe-i bünyad Han Abdülhamit. Ketebehü İbrahim (sene 1306) Hakkı Bursavi.“ heybe gençlik dergisi y
57
TİYATRO Hayme Ana attığı adımlarla Osmanlı’nın temelinin atılmasında önemli roller oynamıştır. Osmanlı’da Hayme Ana’yı unutmamıştır. Eşi Süleyman Şah’ın türbesiyse Suriye Halep’te Karakozak Köyü sınırları içerisindedir ve Türkiye’nin kendi sınırları dışında sahip olduğu tek toprak parçasıdır. Süleyman Şah 1086 yılında Fırat Nehri’nin karşı kıyısına geçmeye çalışırken, muhafızları ile birlikte Fırat sularında boğulur. Süleyman Şah’ın naaşı ve iki askeri Caber Kalesi eteklerine bir kümbete defnedilir. Osmanlı İmparatorluğu döneminde imparatorluk sınırları içerisinde olan mezarın bulunduğu yere bir türbe yapılarak buraya “Türk Mezarı” adı verilir. Türbe ve Caber Kalesi, Osmanlı İmparatorluğu yıkılınca Fransız Suriye Mandası sınırları içerisinde kalmıştır. 21 Ekim 1921 tarihinde Türkiye ile Fransa hükümetleri arasında imzalanan Ankara Antlaşması ve 24 Temmuz1923 Lozan Antlaşması gereğince Caber Kalesi, türbe müştemilâtı ile beraber Türkiye Cumhuriyeti toprağı olarak kabul edilmiş ve Türkiye’ye burada muhâfız bulundurma ve bayrağını çekme hakkı tanınmıştır.30 Mayıs 1938 tarihinde türbenin muhafazasını sağlamakla görevli olan Jandarma İhtiram kıtasının ikâmetiiçin modern bir karakol yaptırılmıştır. 1949’da CaberKalesi Jandarma Karakolu’nda bir astsubay, bir onbaşı ve sekiz er türbeyi korumaktaydı.Suriye hükümeti, Fırat Nehri üzerinde 1968 tarihinde başlattığı Tabka Barajı’nın 1973 yılında tamamlanacağını ve barajın su toplamaya başlamasıyla Caber Kalesi ve Süleyman Şah’ın türbesinin sular altında kalacağını belirten bir nota gönderdi. Türkiye bölgeye Devlet Su İşleri’nde görevli uzmanlar ve mimarlar gönderdi ve türbenin nereye
58 y heybe gençlik dergisi
TİYATRO
taşınabileceğinin tespit edilmesini istedi. 1973 yılında türbe ve karakol, Halep şehrine bağlı Karakozak köyündeki 10.096 m²’lik yeniyerine nakledilmiştir. Bilinenin aksine, günümüzde Türbe Caber Kalesi’nde değil Halep’in Karakozak Köyü yakınındaki yerindedir. Günümüzde her ayın 7 ve 20’sinde karakolun ikmali sağlanmakta ve personel değişimi yapılmaktadır. Türbe, Türkiye Cumhuriyeti 20. Zırhlı Tugayı 3. Hudut Alay Komutanlığı 2. Hudut Taburuna bağlı 25 asker tarafından korunmaktadır. SURİYE İÇ SAVAŞI VE IŞİD TEHDİDİ 13 Mart 2014 tarihinde Özgür Suriye Ordusu ÖSO) ile El Kaide’nin Suriye kolu Irak ve Şam İslam Devleti (IŞİD) adlı grup arasındaki çatışmalar sonucu Karakozak köyü ve türbenin bulundu bölge IŞİD kontrolüne geçti. 20 Mart 2014 tarihinde IŞİD, Youtube üzerinden yayımladığı bildiride Süleyman
Şah Türbesi’nin üç gün içerisinde boşaltılıp Türk bayrağının indirilmediği takdirde türbeyi yerle bir edecekleri tehdidinde bulundu. Bunun üzerine Türkiye, güvenlik tedbirlerini artırarak en üst seviyeye getirdi. Gaziantep Beşinci Zırhlı Tugay Komutanlığı’ndan da araç ve personel takviyesi yapıldı. Sınır hattında bulunan mevcut nöbet kulübelerine ilave kulübeler yapılarak askerler konuşlandırıldı. Ayrıca dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Süleyman Şah Saygı Karakolu için kriz masası kurulduğunu açıkladı. 25 Mart 2014’te dönemin Başbakanı Recep Tayip Erdoğan, Süleyman Şah Türbesi’ne yönelik tehdit ile heybe gençlik dergisi y
59
TİYATRO ilgili soruya “Böyle bir yanlışlık olacak olursa gereği neyse yapılacaktır. Bu topraklar bizim toprağımızdır. Bu topraklarda yapılacak bir saldırı aynen Türkiye’ye yapılmış bir saldırıdır.” şeklince cevap vermiştir. Dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ise yaptığı açıklamada “Süleyman Şah Türbesi’nin bulunduğu toprakların uluslar arası hukuk gereğince Türk toprağı olduğunu ve bir tehlike söz konusu olması hâlinde her türlü karşılığın verileceğini” belirtti. 28 Mart 2014’te Millî Savunma Bakanı İsmet Yılmaz, “Bordo berelilerin bölgeye
FIRAT YUMUN 5 Kasım 1975 Erzurum doğumlu. Öğrenim Durumu: Üniversite: Atatürk Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Tiyatro Bölümü Dramatik Yazarlık Ana Sanat Dalı (1997-98 Eğitim- Öğretim yılında Erzurum Atatürk Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’ni Birincilikle kazandı.-2000-01 EğitimÖğretim yılında “Sahne Sanatları Bölümü Dramatik Yazarlık Ana Sanat Dalı”nı Bölüm Birincilikle bitirdi.) Yüksek Lisans: Ahmet Yesevi Üniversitesi Eğitim Yönetimi ve Denetimi Bölümü Mesleki Çalışmalar ve Kazanılan Ödüller 1- Kısa Oyun Yarışması: Atatürk Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sahne Sanatları Bölümü’ nün “3. Kısa Oyun Yarışması”nda “Mene-
60 y heybe gençlik dergisi
takviye edildiğini, her türlü tedbirin alındığını ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nin teyakkuz hâlinde olduğunu” açıkladı. Süleyman Şah Türbesinin korunamaması köklerimizin yerinden sökülüp atılmasıyla eş değer olacaktır. Hem milli hem de manevi olarak bu türbenin ve bize ait olan toprağın korunması için devletimiz elinden gelen çabayı sarf etmekte. Tarihimizi bilmek, verilen mücadelelerin ardından bu topraklara sahip olunduğunun bilincinde olmak şart. Bizler çok şükür ki savaş görmemiş, yurdundan sürülmemiş, bir gece
men Tüccarı” adlı oyunumla Üçüncülük Ödülü kazandı. (Bu oyunum 6-9 Mayıs 1999 tarihleri arasında Atatürk Üniversitesi Kültür Sitesi Tiyatro Salonu’nda sahnelendi. Ayrıca, 22 Mayıs 1999 Cumartesi tarihinde Erzurum 9. Kolordu Komutanlığınca Subay Orduevinde de sahnelendi.) 2- Atatürk Üniversitesi Tiyatro Kulübü: 1998-99 Eğitim-Öğretim yılında Erzurum’daki sanatsal etkinlikleri yoğunlaştırmak amacıyla “Atatürk Üniversitesi Tiyatro Kulübü”nün kurucuları arasında yer aldı. 3- Reji Asistanlığı: Atatürk Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sahne Sanatları Bölümü’nün 1999-00 Eğitim-Öğretim yılında 27 Mart Dünya Tiyatrolar Günü münasebetiyle,
TİYATRO ansızın yatağında öldürülmemiş ve daha nicelerini yaşamamış bir nesiliz. İstanbul gibi değerli bir şehrin Fatihinin torunlarıyız. İsimleri teker teker dünyaya korku salmış koca bir imparatorluğun mirasçılarıyız. Tarihimiz öylesine zengin ki hangi köşesine baksak bambaşka bir destana şahit oluyoruz. Bizde bu sebeple oyunumuzun yazarı ve merkezimizin tiyatro eğitmeni Fırat Yumun’la bir araya geldik ve ona “neden Hayme Ana” diye sorduk. Fırat Yumun: Toplumuzun en büyük sorunlarından biri de asimile olan ya da ol-
mak içinmeyiili olan bir Türk gençliği var. Bu kişilerimize kendi kültürümüz haricinde , her türlü kültürü , her türlü yabancı kahramanları çocukluklarından beri verilip duruldu. Bizden olmayan, bizden uzak olan her türlü tarihi bilgi bizi kendimize yabancılaştırdı. Bu yabancılaştırmayı, bu asimile tehlikesini ortadan kaldırabilmek için yazdığım oyunlardan biridir HaymeAna.Her sahneleme de bir kişinin daha Hayme Ana’yı tanıması, buna vesile olmamız beni en çok mutlu eden olaydır.
MemetBaydur’un yazdığı “Kamyon” adlı oyunda “Reji Asistanlığı” görevini yerine getirdi.
2001” de “JüstinyoFederiko Don Antonyo” adlı öyküyle Birincilik kazandı. (Sayın Jale SİNAR, “VeienTilNord Kuzey Yolu” adlı kitabında, ödül alan bu öyküye, yer vermiştir.)
4- Dramaturgluk: Atatürk Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sahne Sanatları Bölümü’nün 2000-01 Eğitim-Öğretim yılının 27 Mart Dünya Tiyatrolar Günü münasebetiyle OldrichDanek’in yazdığı “Savaş İkinci Perdede Çıkacak” adlı oyunda “Dramaturgi” görevini üstlendi. 5- Reji ve Dramaturji: -Erzurum Devlet Tiyatroları’nda 2000-01 sezonunda Haşmet Zeybek’in yazdığı “Düğün ya da Davul” adlı oyunda “Reji ve Dramaturgi” ekiplerinde staj görevimi tamamladı. 6-Türkiye Genelinde Yapılan Yarışmalar: a) Mansiyon: “Suat TAŞER Kısa Oyun Yarışması 2000” de “Kar Çiçekleri” adlı oyunuyla Mansiyon kazandı (Derece alan bütün yazarlar mansiyon aldı).b) Seslendirilmeye Değer: “TRT Radyo Oyunu Yarışması 2000” de “Kelepçeli Çiçek” adlı eseri Seslendirilmeye Değer bulunarak TRT tarafından Mayıs 2001 tarihinde seslendirildi.c) Birincilik: “Detay Yayıncılık Öykü Yarışması
KAYNAKÇA: Wikipedia
7- Yurt dışında yapılan yarışmalardan; a- Birincilik: (İtalya) “DarıoFo Oyun Yarışması 2002” de “Kadının Biri Herhangi Bir Gün Herhangi Bir Yerde” adlı oyunla Birincilik kazandı. b- Jüri Özel Ödülü: (Yunanistan) “Olympos Oyun Yarışması 2002” de “Şeytanın Baş Parmağı” adlı oyunla Jüri Özel Ödülü’nü kazandı.c- İkincilik: (A.B.D.) “Ernest Hemıngway Senaryo Yarışması 2003”de “Dünyanın En Güzel Şarkısı” adlı senaryoyla İkincilik ödülünü kazandı. 8- Çıkan kitapları; Mevlana: Milli Eğitim Bakanlığı Yayınevi tarafından “Mevlana” adlı tiyatro eserinin 1. Baskısı (3.000 tane) 01.1.2005 tarihinde tüm Türkiye’de piyasaya çıkmıştır. 9- Sahnelenen Oyunları; Kültür Bakanlığı Devlet Tiyatroları 15 Ağustos 2009 tarihinde “Edebi Kurul”un yaptığı toplantı sonunda; “Hacı İvaz Paşa” adlı oyun, repertuara alınmıştır. heybe gençlik dergisi y
61
TİYATRO
Oyuncuların anlatım Hayme Ana oyuncularıyla yaptığımız kısa röportajda gördük ki canlandırdıkları karakterlerin gerçekliği oyuncularına da yasıyor. Gerçek karakterleri canlandırmanın sorumluluğuna ve bilincine sahip oldukları aşikâr.
Seda ARACI / Hayme Ana
Hayme Ana günümüz yaşantısında rastlayamayacağımız bir karakter. Tek başına çok kişi…anne, baba, işçi, asker, dost… Bizlerin sadece Anadolu köy filmlerinde izlediğimiz o emektar kadın aslında yaşamış gerçek bir karakter.
Tunahan VAROL / Ertuğrul Gazi
Ertuğrul, aile bağlarına ve ailenin geleceğine önem veren ve faydayı, babasının, atalarının son olarak da annesinin çizdiği ülküde ilerlemek olarak gören bir karakter. Oyunda Ertuğrul’un tarihsel karakteristiğiyle beraber, Hayme ana (annesi) sayesinde nasıl lider karakterine dönüştüğü, yaşanan iç bunalımlarla beraber gösterilmiştir. Ertuğrul karakteri, bir lider olması veya Osman Gazi’nin babası olması şekiyle değil, daha çok Hayme Ana’nın oğlu olması yönüyle karşımıza çıkacaktır oyunda.
Yavuz Bahadır ÇINAR / Sungur Tekin
Bir yandan cesurluğunun ve mertliğinin diğer yandan hırsının ve başına buyrukluğunun arasında gidip gelen bir ağabey. Sert bir mizaca sahip ve kolay sinirleniyor. Boyun akıbeti üzerine kaygılı bir tavrı var, ani ka-
62 y heybe gençlik dergisi
rarlar verebiliyor. Sungur Tekin’i canlandırmak benim için gerçekten heyecan verici bir deneyim.
Salih KOÇHAN / Gündoğdu
Gündoğdu cesur bir karakter. Ancak akıbeti bilinmiyor. Sahnede böylesine güçlü bir karakteri canlandırmak, tarihe can vermek büyük bir keyif. Eminim ki arkadaşlarımda benimle aynı hisleri paylaşıyor.
Burak SALDIROĞLU / Dündar
Dündar koşulsuz şartsız, Ertuğrul abisini destekleyen, Sungur Tekin abisine karşı olan en küçük kardeştir. Anasına çok bağlıdır. Sa-
TİYATRO
mıyla HAYME ANA
vaşçı kimliğinden çok oyunda Hayme Anaya olan bağlılığını görüyoruz. Sahneye her çıkışımızda kendimizi daha da geliştirerek oyunu sergiliyoruz.
Ahmet KARTAL/ Yaşlı Adam
Bilge bir kişiyi canlandırmak, oyundaki liderlere yani Ertuğrul Gazi’ye ve Hayme Ana’ya tabiri caizse öğüt vermek canlandırdığım karakterin gücünü hissettiriyor.
Ozan BARAÇ / Saru Batu Savcı Bey
Saru Batu Savcı Bey , Ertuğrul Gazi gibi büyük bir liderin oğlu olma şerefine nail olmuş biri. Bu karakteri canlandırırken heye-
canlanmamak elde değil. Gerçek karakterleri sahneye taşımak bize gurur veriyor.
Fatih TÜRKYILMAZ / Balaban Çavuş
Balaban Çavuş, tarihimizde birçok dönemde adı geçen biri, hem kayı boyunun Anadolu’ya göçünde hem Fatih’in İstanbul’u fethinde hemde 18. yüzyılda kazaskerken görebiliyoruz. Bizim canlandırdığımız Balaban Çavuş karakteri ise kayı boyunun Anadolu’ya göçünde boyun askeri işlerinden sorumlu olan, Kayı Boyunun reisi Ertuğrul ile sıkı bir dostluğu bulunan bir kahramandır. Bugün adını hâlâ zikretmemiz yaşadığı dönemde hayli güzel işler yaptığının bir ispatıdır. heybe gençlik dergisi y
63
Üsküdar Gençlik Merkezi
Hazırlayan: Münteha Kor - İst. Şehir Üni. Sinema Tv
Ne Yaptık - SİNEMA KULÜBÜ
n i t e m Üm Duyduk ki Türkiye’de Esad’ın zulmünden kaçan 2 milyon Suriyeli ve bizlerin vicdanına sığınan yüz binlerce mülteci çocuk varmış. Duyduk ki biz aynı cephede savaşmış, aynı kıbleye kıyam durmuşuz. Biz ataları, tarihi bir ezeli iki kardeşiz... Ve şimdi yüreğimizde onlara yer açmış aynı semtin, aynı mahallenin çocukları olmuşuz,
komşu olmuşuz. Sinema Kulübü olarak semtimizdeki kardeşlerimize nasıl sahip çıkabiliriz dedik ve yola koyulduk. Bir yağmurlu pazar günü buluştuk, bizi Suriyeli ailelere götürecek “İnsana Yardım Derneği” üyesi Ömer Bey’le. Yanımızda üniversiteden Suriyeli iki arkadaşımız vardı Fatıma ve Anas.. Heyecanlıydık, bir birimiz-
Üsküdar Gençlik Merkezi
SİNEMA KULÜBÜ - Ne Yaptık
ı r a l k u c o Ç le göz göze geldiğimiz an içimizdeki sevince hakim olamayarak tebessüm ediyorduk. Çünkü bizler ümmetin çocuklarına abi, abla olabilmenin mutluluğunu yaşıyorduk. Evlere vardığımızda umduğumuzdan daha fazlasını bulduk, her evde büyük bir ilgi ve sevgiyle karşılanıyorduk. Tereddütsüz evlerini, gönüllerini açtılar bize. Yiyecek ekmeği dahi zor bulan bu insanlar, ısrarlı bir şekilde bir şeyler ikram etmek istiyorlar, rahat etmemiz için çabalıyorlardı. Biz onlarla
aynı dili konuşamıyor olmamıza rağmen her evde kendimizi yıllardır tanıdığımız bir dostun evindeymiş gibi hissettik. Bu evleri ziyaretimizle bir kez daha anladık ki “Suriyeli” ve “dilenci” kelimelerini yan yana getirmek çok zor. Çünkü bu insanlar almaya değil vermeye alışık bir medeniyete ait. Kendileri yardıma muhtaç olmasına rağmen evine gelen insanı ikramsız gönderemeyecek kadar misafirperver ve eli açık. Suriyeli aileleri ziyaret ederken, “Biz Üs-
Hazırlayan: Münteha Kor - İst. Şehir Üni. Sinema Tv
Ne Yaptık - SİNEMA KULÜBÜ
Üsküdar Gençlik Merkezi
küdar Belediyesi Gençlik Merkezi Sinema Kulübü’nden geliyoruz ve çocuklarınıza Arapça dublaj çizgi filmler izletmek istediğimiz için buradayız” dediğimiz an hiç bir aile, “sinema da neyin nesi, biz yiyecek ekmeği zor buluyoruz, ne çizgi filminden bahsediyorsunuz” demedi. Aksine hak etmediğimiz iltifatlar göstererek, çocuklarını bize teslim ettiler. Onların Türk insanına karşı duydukları bu güveni görmek tek bir ümmet olmanın sevgisini arttırdı gönüllerimizde. Sonraki hafta kız çocuklarını evlerinden alıp, merkeze getirdik ve “Çılgın Hırsız” animasyon filmini Arapça olarak izledik. Bir sonraki hafta ise erkek çocuklarını aynı şekilde
getirdik ve çizgi film izledik. Ve en son geçen hafta kız çocuklarımızı tekrar getirdik ve “Brave” animasyon filmini izledik. Hala devam etmekte olan etkinliğimizde, çocuklarla geçirdiğimiz her gün bizim için çok özel ve güzelliklerle dolu. Gün bitiminde çocukları eve bırakırken onların ve annelerinin gözlerindeki mutluluğu görmek gelecek etkinlik için özlem ve azmimizi arttırıyor, adeta onların mutluluğu bizim mutluluğumuz oluyor. Ayrıca şu zamana kadar Suriyeli çocuklarımız her geldiğinde Gençlik Merkezi’nin çalışanları, idareden güvenliğe kadar herkes büyük bir ilgi gösterdi ve zarif duygularla ikramlarda bulundular.
Üsküdar Gençlik Merkezi Çocuklar ikramlar karşısında her zaman çok olgun bir tavır sergileyerek, dağıttığımız kek gibi küçük şeyleri dahi almaktan çekiniyorlar, ısrarlarımızla kabul ediyorlardı. Hatta geçen hafta kulüp arkadaşımız bir şirketten çocuklar için bere, atkı, eldiven takımları ayarladı ve biz onları paket yaptık. Çocukları sabah evlerinden alırken de serviste hediyelerini verdik. Bütün gün nereye giderlerse kucaklarında, hiç açmadan itinayla taşıdılar. Akşam eve bırakırken dahi paketleri açılmamıştı. İçinde ne olduğunu merak etmelerine rağmen, aldıkları edep gereği böyle bir paketi evde açmayı tercih ettiler. Çocukların çoğu Türkçe bilmiyor, azıcık bilenler ise çalışan çocuklar. 12, 13 yaşında olmalarına rağmen kuaförde veya işportada çırak olarak çalışan erkek çocukları iş hayatına uyum sağlayabilmek için kardeşlerinden önce Türkçe’yi öğrenmek durumunda kal-
SİNEMA KULÜBÜ - Ne Yaptık
mışlar. İlgilendiğimiz çocuklar okul çağında olmasına rağmen, otuzundan sadece bir kaçı okula gidebiliyor. Bu çocuklar savaştan sonra ülkelerine dönseler de, kalsalar da okula gitmeleri hayati bir önem taşımaktadır. Devletimiz 70 bin Suriyeli çocuğa okula gitme imkanı sağlayabilmektedir. Geride kalan yüz binlerce çocuk da okulsuz eğitimsiz bir hayatı yaşarken, onlara uzanacak bir el beklemekte. Bunun için imkanlarımızın olduğunu düşünüyorum. Göçlerle birlikte pek çok Suriyeli öğretmen de ülkemize yerleşti. Hem bu insanların mesleklerini icra ederek para kazanmaları hem de bu çocukların eğitimi sağlanabilir. Okullarımızın boş olduğu zaman dilimlerinde; öğleden sonra veya hafta sonları bu çocuklara kendi müfredatlarına göre eğitim verilip, Türkçe öğretilebilir. Ümmetin çocuklarının eğitimsiz bırakılması içimize sinmiyor.
Ne Yaptık-SİYASET VE DÜŞÜNCE Üsküdar Gençlik Merkezi Dünya, 2027: Gelecek için umut gittikçe önemini kaybeden bir kaynak oluyor. Son doğan bebeğin üzerinden neredeyse 19 yıl geçmiş ve açıklanamayan evrensel çocuksuzluk her geçen yıl beşeriyet sınırlarını, gelecekteki tüm haklarından vazgeçirmeye yaklaştırmıştır. Çoğu insan kaçınılmazı benimsemeyi seçip, ayrılıkçılığın, kanunsuzluğun ve nihilizmin içine çekilirken, diğerleri birleşik bir gezegen ve yavaş yavaş azalan nüfus için mücadeleye devam eder. Büyük Britanya militarist emperyalist siyaseti sayesinde hiç artmayan iç çekişmelerle, buna karşılık kıyılarında olağanüstü yasadışı mülteci istilâsı görünerek ayakta kalmayı başaran idari bölgelerden biridir. Ama sıkı, totaliter bir yönetimle bu “mülteciler” gözaltı kamplarına toplanıp sınır dışı edilmektedir. Theo için, tüm bu olaylar önemsiz olup, kendisinin duygusuzluk durumuna sahip olmasına neden olur. Eski eylemciden bürokrata dönüşen Theo, acılı geçmişi ve anlamsız gelecek gerçeğine karşı metanetini önem vermeyi bırakarak korumaktadır. Yaşamını yalnızca Londra’dan uzakta kırsal bölgede yaşayan eski arkadaşı Jasper’a yaptığı ziyaretler hareketlendirmektedir. Orada, bir zamanlar gelen dalgaya karşı eylem başlatan eylemci silâh arkadaşları
Üsküdar Gençlik Merkezi olarak mutlu zamanları anmaktadırlar ama şimdi, kendilerini hiçbir cevap bulamayan toplumdan artık ayrılmış olarak bulurlar. Bütün bunlar, Theo kendini bir kamyonun arkasına atılmış bulup Julian’ın önüne getirildiğinde değişir. Bir zamanlar hem aşkta hem savaşta Theo’nun ortağı olan Julian artık geriye kalan mülteci nüfusun hakları için mücadele eden gizli bir örgütün başıdır. Theo’dan örgütündeki genç bir kadın olan Kee’nin tehlikesizce ülke dışına götürülmesi için gerekli olan kâğıtları elde etmesi için yardım isteyen Julian, ortalıkta yeterince uzun kalmıştır. Theo bunu, Julian’ın hatırı için kabûl eder. 5000 Pound alacaktır
of Men Children ledik ve Filmini iz okuını Biz Kitab llerini yup tahli tirdik gerçekleş
SİYASET VE DÜŞÜNCE - Ne Yaptık
Theo kısa bir süre sonra kendini Kee’ye ve Julian’ın bir avuç yoldaşına, sahile kadar çeşitli güvenlik kontrol noktalarından geçen tehlikeli bir yolculukta eşlik ederken bulur. Orada, neredeyse hayali İnsan Projesinin üyeleri -ki dünyanın en harika beyinlerinden bazıları yeni bir toplum için çalışmaktadırlaronlara yardım etmeye hazırlanmışlardır. Ama Theo’nun grubuna teröristler saldırınca, akıllı Kee’nin sadece bir mülteci olmadığı anlaşılır... Kee, diğerlerinin uğrunda ölmek isteyecekleri biridir. Aslında, Kee sekiz aylık hamiledir ve artık bütün gezegenin beklediği ve umut ettiği mucize olarak durmaktadır.
Merkezi Siyaset Üsküdar Gençlik müz, Meridyen ve Düşünce Kulübü iş olduğu ‘Neyi Derneği’nin düzenlem m Geleneğinde Nasıl Tartışmalı?:İsla Meridyen Circle Münazara’ temalı . Toplantısına katıldı
Ne Yaptık - TARİH KULÜBÜ
Üsküdar Gençlik Merkezi
9 Ocak 2015 tarihinde Bağlarbaşı Kültür Merkezinde 19.00’da Prof. Dr Erhan AFYONCU ile Dr Coşkun YILMAZ’ın yapmış olduğu ‘’Amerika’nın Keşfi ve Yerli Halka Ne Oldu?’’ adlı seminere Üsküdar Gençlik Merkezi Tarih Kulübü olarak katıldık.
Üsküdar Gençlik Merkezi
TARİH KULÜBÜ - Ne Yaptık
18 Aralık 2014 tarihinde Altunizade Kültür Merkezinde 18.30’da Mehmet GENÇ’in yappmış olduğu ‘’Tarih Sohbetleri’’ adlı konferansa Üsküdar Gençlik Merkezi Tarih Kulübü olarak katıldık.
SERBEST YAZI
72 y heybe gençlik dergisi
Hazırlayan: FATMA BETÜL KILINÇ
SERBEST YAZI Küçücük bir kızdı olsa olsa. Kalemi değdirdiği an satırlara, donakalırdı sözleri. Çünkü yaşadıkları, yazacaklarını küçümserdi. “Yazamazsın,” derdi; “Göz yaşını yazamazsın, yazamazsın çaresi olmayan yorgunluğunu.” Küçücük bir kızdı olsa olsa, ne yapabilirdi ki? Gözlerinden kaldıramadığı o belki yetmiş yıllık ağacı kimler, neler yıkmış olabilirdi ki? Sessizce yürüdüğü o yolda hangi adi yapabilirdi ki bunu? Aslında yalnızca sonbahardı, yalnızca yapraklar dökülmüştü. Ama onun için yaprak, ağaç demekti. Ağaç, yaprak. Onun için aşk buğu demekti. Suriye acı demekti. Severdi kelimeleri birleştirmeyi. Yazamadığı onca şeye rağmen, kelimeleri kurcalardı hep. Sonbahardan kalmış, sararmış yapraklar arasına uzanmış, kuş cıvıltılarını dinlerdi. Yalnız kalbini dinlerdi. İşte bunu iyi yapardı. Kelimeleri iyi kurcalardı. Donar kalırdı bazen, küçücük bir kızdı olsa olsa. Düşlerini emekletmekten başka ne yapabilirdi ki? Donar kalırdı düşleri. Elleri donar kalırdı, düşlerine değmeye çalışırken. Anlayamazdı, anlatamazdı. Ağzı pek lâf yapmazdı. Küçük bir kızdı olsa olsa. Lâkin iyi bilirdi sevmeyi. Beklerdi. Çiçeklerle sarmalanmış kafesinden, uçacağı günü beklerdi. Çokça beklemek değil miydi zaten sevmek? Bak yine oynamıştı kelimelerle. Yürüyordu, sonbahardan kalma sararmış yaprakları ezmeden. Ezse kendi ezilecekti. Ufalacaktı, ufalacaktı. Küçücük, kuru bir yaprak olana dek ezilecekti. Çünkü oysa oysa bir sonbahardı o. Kendi yolunda. Yalnızca onun için var olan, sonbahar yolunda. Başını kaldırmadan, kimselere bakmadan, adımlarını sayarak yürüyordu yolunda. Gökyüzüne bakamıyordu lâkin. Herkesin aksine korkuyordu. Çünkü onun için bulut insan demekti. Kararır, yağmurunu bırakır, ıslatır ve çeker giderdi. Sevse de yağmurun kokusunu, korkardı ıslanacağı için. Yağmurdan koruyacak kimsesi olmadığı için. Çekerdi içine tüm umudu. Belki tek hücresine isabet eder diye, belki yeniden göğe bakabilir diye. Mavi miydi gökyüzü, bundan bile haberi yoktu.
Gökyüzü değil miydi zaten umut? Umut etmekten korkuyordu, titriyordu kelimeleri. Konuşmayı bile unutmuştu. Kekemeydi. Zaten kim isterdi ki dinlemek? Tek söyleyebildiği kelime: Gök kuşağı idi. Hayatında bir kez gördüğü, zihninin en duru yerlerinde muhafaza ettiği “gök kuşağını” hiç kekelemeden söyleyebiliyordu. Çünkü sığınaktı onun için. Bütün yağmurlara karşı, renklerine ilmek ilmek şiir işlenmiş bir sığınak. Severdi şiiri, her aciz gibi. Belki de mislini yaşayıp da, yazamadığını Edip’in dizelerinde bulduğundandı bu şiir sevdası. Sevdaydı evet, içi hüzünle dolu bir şiir sevdası. Hiçbir cümle söyleyemezdi tutuk diliyle. Yalnızca içine, o narin kalbine akardı gözyaşları. Çünkü “İki beklenti arası bir düştü onun için yaşamak.” Yaşamak... Onun için bu dizeyle anlam kazanırdı “yaşamak” kelimesi. Hep beklerdi. Savaşların bitmesini, sonbaharın bitmesini, Edip’in dirilmesini... Oldurası olmayacak şeyleri hep beklerdi! Küçücük bir kızdı olsa olsa. Beklemekten başka ne yapabilirdi ki? Yavaş yavaş attığı adımlarına rağmen sonbahar yolunun sonunda geliyordu. Yüzlerce düşünce geçmişti, buğulu aklından. Tek birini bile yorumlayamamıştı. Çünkü yorgun olan kalbi, zihnine de sirayet etmeye başlamıştı. Buğu, buğu, buğu... Her şey bembeyazdı şimdi. Bacaklarını hissetmemeye başlamıştı. Yıkılıyordu yavaş yavaş. Önce yıllardır ısınmayan elleri ısınmıştı. Alev gibiydi her yanı. Sanki kalbindeki kor tenine değiyordu acımasızca… Sonra gözleri karardı. En nihayetinde usulca uzanmıştı yolun sonuna, yığılmıştı küçücük bedeniyle sarı yapraklara. Kapanan gözlerini yavaşça açtığında yanıldığını anlamıştı. Haa-aa-yıır! Demişti kekeleyerek. Tek seferde deyivermişti bu sefer: “Gökyüzü değilmiş, gökyüzündeki kuşlarmış umut!” heybe gençlik dergisi y
73
Yükselen Medeniyet Batma, ey peygamber sıcaklığına Kendini adamış güneş. Durma sen, aşkın ince sesi Suyun beline bağlanmış gözyaşı, Mutluluk ve hüzün ard arda Asırlar umudunun çift kanatları, Doymak bilmeyen ruhun sevdası. Bitme sen, ey diyar diyar dolaşıp Kendine yar bulamamış can meleği, Yeryüzüne hükmeden hevese Yenilmesin taze kokulu yağmur.
Diril, ey mürekkebiyle hakikatın demlerini yazan Hoş sohbetli kalem, Bâtılı ezip gececek narin yürek Sen Durma, söylemeye devam et. Akmasın beyaz gözlerden kan Düşmesin pak kadere kara lekeler, Ey sen ki cansız bedenlerle Yükselen Medeniyet Sağlam tut temelini Düşmesin üzerine ateşli feryadlar. Umudun gölgesi olan hayaller Yükselin ki âlem, Âdem’i görsün... Gökhan KILIÇARSLAN...