Heybe dergisi sayı 7

Page 1

heybe

Twitter adresimiz

Gizemli Dünyası

@UgmHeybe

Minyatür Sanatının

k

Yıl: 2 - 2015 k Sayı: 7 k Üsküdar Gençlik Merkezi Dergisi

Gençlik Dergisi

Fotoğraf ve Sanat BİR

SI: A Y İ L V AR E D Ü K S Ü

AZİZ UD M H A M İ A D HÜ

GÜNEY’İN ÖZGÜR RUHLU ÇOCUĞU

mandela



Editörden; Bir Üsküdar Gençlik Merkezi Dergisidir

YIL: 2 - 2015 SAYI: 7 İmtiyaz Sahibi HİLMİ TÜRKMEN YAYIN DANIŞMANI SEMA SİLKİN

Üsküdar Gençlik Merkezi kapılarını açtığı günden beri sayısız programa imza attı. Gerçekleştirdiği bütün programlarda mutlaka gençlerin imzası oldu. Her çalışmamızda ayrı bir heyecan ve ayrı bir coşku yaşadık. Şimdiki heyecanımızın adı gençlik merkezimizde oluşan birikimin okuyucuyla buluşmasını sağlayacak olan e dergi çalışması. Merkez bünyesinde kurulan kulüplerde gönüllü olarak çalışma yapan öğrenci arkadaşlarımızın, sesini duyuracakları, fikir ve duygularını paylaşacakları bir yayın olan Heybe 7. sayısı ile sizlerle. Dergimize Heybe dedik çünkü biriktirdiğimiz bazı şeyler var. Kültür, sanat, estetik, tarih, edebiyat, gündem kısacası hayata ve insana dair heybemizde biriktirdiğimiz fikirlerimiz var. Üsküdar Gençlik Merkezi gençliğe seyirci olmaktan ziyade sahada olma fırsatını sunmuştur. Sahnede olan, düzenleyen ve organize eden hep gençlerimiz olmuştur. Aylık olarak yayınlamayı planladığımız heybe dergimizi de vücut haline getiren gençlerimizin kendisi olmuştur. Konuların belirlenmesinden, yazımına kadar her şey genç kalemlerimizden çıktı. İnanıyoruz ki bu çalışma geleceğin sanatçılarına ve yazarlarına ilk eserlerini yayınlama imkânı verecektir. Çıktığımız yolun zorlu olduğunun farkındayız. Zaman geçtikçe dergimiz istediğimiz seviyeye ulaşacak ve hakikatin aydınlanmasına katkıda bulunacaktır. Eksiğiyle fazlasıyla, sizlere dolu dolu bir sayı ulaştırmaya çalıştık. Amacımız bundan sonra da heybemizde biriktirdiğimiz doğruları sizlere sunmak olacaktır. İyi okumalar…

YAYIN YÖNETMENİ AŞKIN YILDIZ HAZIRLAYANLAR Nuran Gümüş Özen Tiyatro kulübü Elif Zaim Siyaset DüşÜnce kulübü e dergi sorumlusu: Ahmet Sücüllülü Ahsen ŞENER, Erkut Kalkavan Güzel Sanatlar kulübü Merve Olgun Fotoğraf kulübü e dergi sorumlusu: Muahmmed Atıf Yükseloğlu, Ayşegül Düğdü, Pınar Atav, M. Orhun Çetin, Sena Adıbeke Edebiyat kulübü Recep Kesicioğlu, Emre Nur Asım Gökhan Kılıçarslan Sinema kulübü sena Özşirin Tarih kulübü ALİME YÜSRA SUMELİ, BEYZA EVKURANLAR e dergi sorumlusu: SERHAt balcı, ALİME YÜSRA SUMELİ, BEYZA EVKURANLAR Medya kulübü Rana Kaya, Dogukan Sanal, Elif Türkmen Müzik kulübü Kerem Sinan, Barış Çevik YABANCI Dil kulubü Rümeysa Beyza Altundere GÖRSEL TASARIM HÜSEYİN KIZILAY ADRES BURHANİYE MAH. GENÇ OSMAN SK. NO: 13 ÜSKÜDAR - İSTANBUL TELEFON: (0 216) 401 10 30 WEB ADRESİ www.heybedergisi.com MAIL: bilgi@heybedergisi.com


Gençliğe Hitabe

Bir gençlik, bir gençlik, bir gençlik... “zaman bendedir ve mekân bana emanettir! “ şuurunda bir gençlik... Devlet ve milletinin büyük çapa ermiş yedi asırlık hayatında ilk iki buçuk asrını aşk, vecd, fetih ve hakimiyetle süsleyici; üç asrını kaba softa ve ham yobaz elinde kenetleyici; son bir asrını, Allah’ın Kur’an’ında “belhüm adal” dediği hayvandan aşağı taklitçilere kaptırıcı; en son yarım asrını da işgal ordularının bile yapamayacağı bir cinayetle, türkü madde plânında kurtardıktan sonra ruh plânında helâk edici tam dört devre bulunduğunu gören... bu devirleri yükseltici aşk, çürütücü taklitçilik ve öldürücü küfür diye yaftalayan ve şimdi, evet şimdi... Beşinci devrenin kapısı önünde dimdik bekleyen bir gençlik... Gökleri çökertecek ve yeni kurbağa diliyle bütün “dikey”leri “yatay” hale getirecek bir nida kopararak “mukaddes emaneti ne yaptınız? “ diye meydan yerine çıkacağı günü kollayan bir gençlik... Dininin, dilinin, beyninin, ilminin, ırzının, evinin, kininin, öcünün davacısı bir gençlik... Halka değil hakka inanan, meclisinin duvarında “hakimiyet hakkındır” düsturuna hasret çeken,

gerçek adaleti bu inanışta ve halis hürriyeti hakka kölelikte bulan bir gençlik... Emekçiye “benim sana acıdığım ve yardımcı olduğum kadar sen kendine acıyamaz ve yardımcı olamazsın! Ama sen de, zulüm gördüğün iddiasıyla, kendi kendine hakkı ezmekte ve en zalim patronlardan daha zalim istismarcılara yakanı kaptırmakta başıboş bırakılamazsın! “, kapitaliste ise “Allah buyruğunu ve resul ölçüsünü kalbinin ve kasanın kapısına kazımadıkça serbest nefes bile alamazsın! “, ihtarını edecek... Kökü ezelde ve dalı ebedde bir sistemin aşkına, vecdine, diyalektiğine, estetiğine, irfanına, idrakine sahip bir gençlik... Bir buçuk asırdır yanıp kavrulan, bunca keşfine ve oyuncağına rağmen buhranını yenemeyen ve kurtuluşunu arayan batı adamının bulamadığını, türkün de yine bir buçuk asırdır. İşte bu hasta batı adamında bulduğunu sandığı şeyi, o mübarek oluş sırrını çözecek ve her sistem ve mezhep, ortada ne kadar hastalık varsa tedavisinin ve ne kadar cennet hayali varsa hakikatinin İslâm’da olduğunu gösterecek ve bu tavırla yurduna İslâm âlemine ve bütün insanlığa numunelik teşkil edecek bir gençlik... “Kim var! “ diye seslenilince, sağı-


Müslüman olsaydınız bu hallerden hiçbiri başımıza gelmezdi! “ diyecek ve gerçek Müslümanlığın “’nasıl’ını ve ‘ne idüğü’nü her haliyle gösterecek bir gençlik... Tek cümleyle, Allah’ın, kâinatı yüzüsuyu hürmetine yarattığı sevgilisinin âlemleri manto gibi bürüyen eteğine tutunacak, o’ndan başka hiçbir tutamak, dayanak, sığınak, barınak tanımayacak ve o’nun düşmanlarını ancak kubur farelerine denk muameleye lâyık görecek bir gençlik... Bu gençliği karşımda görüyorum. maya tutması için otuz küsür yıldır, devrimbaz kodamanların viski çektiği kamıştan borularla ciğerimden kalemime kan çekerek yırtındığım, kıvrandığım ve zindanlarda çürüdüğüm bu gençlik karşısında uykusuz, susuz, ekmeksiz, başımı secdeye mıhlayıp bir ömür Allah’a hamd etme makamındayım. Genç adam! Bundan böyle senden beklediğim, manevî babanın tabutunu musalla taşına, Anadolu kıtası büyüklüğündeki dava taşını da gediğine koymandır. Surda bir gedik açtık; mukaddes mi mukaddes! Ey kahbe rüzgâr, artık ne yandan esersen es! .. Allah’ın selâmı üzerine olsun! “ Necip Fazıl Kısakürek

Gençliğe Hitabe

na ve soluna bakınmadan, fert fert “ben varım! “ cevabını verici, her ferdi “benim olmadığım yerde kimse yoktur! “ duygusuna sahip bir dava ahlâkını pırıldatıcı bir gençlik... can taşıma liyakatini, canların canı uğrunda can vermeyi cana minnet sayacak kadar gözü kara ve o nisbette strateji ve taktik sahibi bir gençlik... Büyük bir tasavvuf adamının benzetişiyle, zifiri karanlıkta ak sütün içindeki ak kılı fark edecek kadar gözü keskin bir gençlik... Bugün, komik üniversitesi, hokkabaz profesörü, yalancı ders kitabı, çıkartma kâğıdı şehri, müzahrefat kanalı sokağı, fuhuş albümü gazetesi, şaşkına dönmüş ailesi ve daha nesi ve nesi. Hâsılı, güya kendisini yetiştirecek bütün cemiyet müesseselerinden aldığı zehirli tesiri üzerinden silkip atabilecek, kendi öz talim ve terbiyesine, telkin ve terbiyesine memur vasıtalara kadar nefsini koruyabilecek, tek başına onlara karşı durabilecek ve çetinler çetini bu işin destanlık savaşını kazanabilecek bir gençlik... Annesi, babası, ninesi ve dedesi de içinde olsa gelmiş ve geçmiş bütün eski nesillerden hiç birini beğenmeyen, onlara “siz güneşi ceketinizin astarı içinde kaybetmiş marka Müslümanlarsınız! Gerçek


EDEBİYAT

BİR

Hazırlayan: Emre NUR

: I S A Y İ L V E R A D Ü K ÜS

AZİZ MAHMUD

HÜDAİ

1541’de Şereflikoçhisar’da başladı Hazret’in ömrü. Küçük yaşında başladığı tahsiline İstanbul’da devam etti. Küçüklüğünden beri kavrayışlı ve çalışkan biri olarak tanındı. Küçük Ayasofya Medresesi’nde muidi olduğu Nazırzade Ramazan Efendi onu Edirne, Şam ve Mısır’daki görevlerinde yanından ayırmadı. Ardından Bursa’da kadılığa tayin edildi. Kadıyken bir gece rüya gördü. Rüyasından cehennemi ve cehennem ateşinde tanıdığı bazı kimselerin yandığını gördü. Bu rüyanın dehşetindeyken bir hanımın getirdiği dava sırasında yaşadıkları onun için bir dönüm noktası oldu ve kadılıkta nasibi olmadığını gördü. Nasibini Bursa’nın meşhur şeyhi Üftade Hazretleri’nin kapısında aramaya gitti. Atına binmiş ve şey-

6 y heybe gençlik dergisi

hin dergâhına yollanmıştı. Yolda atı birden duraksadı, atın ayakları bileklerine kadar kayalığa batmıştı. Tüm uğraşmalarına rağmen atı kımıldatamadı, çaresiz atından indi. Sırmalı kaftanıyla dergâha doğru yürümeye başladı. Dergâha vardığında bahçede yamalı elbiseler içinde bahçeyi çapalayan birisini gördü. Seslendi, “Ben Bursa kadısı Mahmud’um. Şeyh Üftade’yi görmek isterim. Var git, ona haber ver.” dedi. Karşısındaki sessizce dinledikten sonra, hafifçe doğruldu. Kadının hizmetkâr zannettiği kişi Üftade Hazretleri idi. “Yazıklar olsun sana ey kadı efendi! Herhalde yanlış yere geldiniz. Burası yokluk kapısıdır ve biz bu kapının kuluyuz, halbuki sen varlık sahibisin. Bu halde ikimizin bir araya gelmesi mümkün mü? Senin ilmin, malın, mülkün, şanın ve mamur bir dünyan var. Bi-


EDEBİYAT

zim gibi kulların Allahu Tealâ’dan başka kimsesi yoktur. Atın bile gelmek istemeyince, ayakları kayalara saplanmadı mı?” dedi. Bu sözler üzerine Kadı Mahmud Efendi, yaptığı hatanın farkına vardı. Kendini tutamadı, gözlerinden yaşlar süzüldü. “Efendim, her şeyimi mübarek kapınızın eşiğinde terk eyledim. Dileğim talebeniz olabilmek ve hizmetinizi görmekle şereflenmektir. Her ne emrederseniz yapmaya hazırım.” dedi. Bu samimi sözler üzerine şeyh buyurdu: “Ey Bursa kadısı, kadılığı bırakacak ve bu sırmalı kaftanınla Bursa sokaklarında ciğer satacaksın. Her gün dergâha üç ciğer getireceksin.” Her şeyi bırakacağına, her emri yerine getireceğine söz verdi Kadı Mahmud.

Kadı Mahmud, sırtında sırmalı kaftanıyla Bursa sokaklarında “ciğercii, ciğercii” diye ciğer satmaya başladı. Hayret eden Bursa halkına, halkın onunla alay etmelerine aldırmıyordu. Herkes onun aklını oynatmış olduğundan bahsediyordu. Mahmud Efendi ise nefsini düşürerek ruhunu yükseltiyordu. Üftade Hazretleri daha sonra müridinin terbiyesi için onu hela temizliğiyle vazifelendirdi. Hüdaî, bir gün abdesthaneyi yıkarken dışarıdan davul zil sesleri duydu. Kulak kabarttığında Bursa’ya yeni tayin olan kadının karşılandığınını anladı. Bir anlık dalgınlıkla “Yeni kadı geliyor, ey Mahmud sen böyle bir mesleği bırakıp abdesthane temizler oldun.” dedi. Hüdaî derhal nefsinin kandırmacasına düştüğünü gördü ve pişman oldu. Aklından şeyhine nefsini yok edeceği için verdiği sözü geçirdi. Hüdaî günden güne mücahedesini büyütüyor, şeyhinin yoluna yaklaşıyordu. Kısa zamanda şeyhinin gözde öğrencilerinden olmuştu. Şeyh Üftade bir gün öğrencileriyle kıra çıkmıştı. Öğrenciler sohbetten sonra dağıheybe gençlik dergisi y

7


EDEBİYAT lıp şeyhlerine güzel çiçekler aramaya koyuldular. Şeyh Üftade, müritlerinin hediyelerini memnuniyet ve dualarla kabul etti. Hüdaî hediyesini takdim ettiğinde Üftade Hazretleri şaşırarak “diğer herkes demet demet güzel çiçekler getirdi. Sen şeyhine bu solgun, sapı kırık çiçeği mi lâyık gördün?” buyurdu. Mahmud Hüdaî sıkılarak, “Şeyhim sana en güzel çiçekler bile lâyık gelmez, bilirim. Lâkin kopartmak için elimi uzattığım her çiçeği Allah’ı tesbih ederken bulunca elimi çekip koparamadım. Sadece bu solmuş, sapı kırılmış çiçeği zikretmez buldum. Bunu getirebildim.” dedi. Bu sözleriyle Hüdaî, şeyhinin bir derece daha muhabbetini kazandı. Zira şeyhi ona “evladım, her zerrede Hakk’ı göreceksin, her zerreye Hak muamelesi yapacaksın.” derdi. Şeyhi müridinin bunu idrak etmiş olmasına seviniyordu. Böylece Şeyh Üftade, Mahmud Hüdaî’ye icazetini verdi. “Oğlum padişahlar ardınca yürüsün” diye dua etti. O sene Şeyh Üftade vefat etti. Şeyhinin vefatı üzerine Hüdai Hazretleri’nin yolu İstanbul’a düştü. Buradaki medreselerde ders vermeye, camilerde vaaz etmeye başladı. Devrinin

8 y heybe gençlik dergisi

padişahlarından halktan kimselere kadar herkesçe sevildi. Üsküdar’da bugünkü bilinen yerinde tekkesini açtı. Özellikle devrin padişahı Sultan Ahmed tarafından çok hürmet görüyordu. Bir cuma günü Sultan Ahmed Camii’nin açılışı için Mahmud Hüdaî Efendi davet edildi. Hazret’in Üsküdar’daki dergâhından kayıkla karşı yakaya geçmesi gerekiyordu. O gün beklenmedik bir şekilde büyük bir fırtına başlamıştı, deniz kabardıkça kabarıyor, dalgalar git gide yükseliyordu. Deniz yol vermiyorsa da Şeyh’in Hünkâr’a sözü vardı. Bu hale rağmen bir kayık kiraladı ve birkaç talebesiyle beraber içine bindi. Kayık Sarayburnu’na doğru açılırken Hüdaî’nin elleri semaya yükselmiş, dua ediyordu. Allah’ın inayeti onlarlaydı artık, kayığın ön, arka, yan taraflarına dalgalar hiç yaklaşmıyor, deniz süt liman oluyordu. Kimsenin korkudan denize çıkmadığı bu havada Hüdaî Hazretleri selâmetle açılışa vardı. Üsküdar ile Sarayburnu arasındaki bu yola “Hüdaî yolu” dendi ki fırtınadan uzak, selâmetle gidilen bir deniz yolu olarak bilinir. Bir gün Sultan Ahmed Han, rüyasında Avusturya kralıyla güreş tuttuğunu fakat kendisinin arkası üstü yere düştüğünü gör-


EDEBİYAT

müştü. Zahiren bakıldığında rüya çok korkunçtu. Danışılan pek çok alim, rüya tabircisi bu rüyayı Padişah’ı tatmin edecek şekilde tabir edemedi. Nihayet Üsküdar’da bulunan Aziz Mahmud Hüdaî’nin rüyayı tabir edebileceğini arz ettiler. Padişah’ın isteği Hüdaî’ye ulaştığında Hazret şöyle bir mektupla cevap verdi: “Allah insan vücudunda arkayı, cansız mahluklarda ise toprağı en kuvvetli olarak yarattı. İnsan ile toprağın birbirlerine değmesi, bu iki kuvvetin bir araya gelmesi de-

mektir. Dolayısıyla bu rüyadan İslam’ın temsilcisi olan padişahımızın küffara karşı zafer kazanacağı anlaşıldı.” Padişah bu tabiri pek beğenmiş ve Hüdaî Hazretleri’ne bin altın göndermişti. Hazreti Aziz Mahmud Hüdaî’nin dergâhı pek çok alim yetiştirmiş, pek çok yoksula sığınacak kapı olmuş, dertlilerin gönül ferahlığı bulduğu eşik haline gelmişti. Hüdaî yaşadıkça Üsküdar’ı ve İstanbul’u nuruyla donatmıştı. heybe gençlik dergisi y

9


FOTOĞRAF

Hazırlayan: Meltem Canbolat

FOTOĞRAFVE SANAT “İnsanoğlunun yaptığı her şey sanat olabilir.” Gombrich anat, geniş anlamıyla “yaratıcılığın ve hayal gücünün ifadesi” olarak tanımlanır. Prof. Dr. Sabit Karanfilgil’in ifadeleri ile “sanat tüm duyularımızla biriktirdiklerimizin sezgilerimiz yardımıyla yeniden sentezlenmesidir ve ciddi bir örgütlenme yeteneği gerektirir. Başka bir değişle duyarlılık ve zekâ işidir.”* Sanat zaman içinde gelişen teknoloji sayesinde daha çeşitli dallara ayrılmış, kendini ifade etme araçları buna paralel olarak çoğalmıştır. Bunda disiplinler arası çalışmaların payı büyüktür. Fotoğrafın sanat içindeki gelişimine bakacak olursak, “Fotoğraf başlangıçta sadece bir röprodüksiyon yöntemi idi. Ama zaman içinde klasik gelenek ile avangardı birbirine bağlayan, entelektüel ifade

S

10 y heybe gençlik dergisi


FOTOĞRAF

ile medyatik yorumu eş zamanlı temsil eden, fotoğraf üretim ve tüketim faaliyetinin çok işlevselliği nedeniyle görsel dışa vurumlar için sürekli ilham kaynağı olabilen ve hâlâ “ yeni bir şey söyleme iddiasını” muhafaza ederek yerine getiren bir sanat estetik bir dışavurumun modeli haline gelmiştir.”* Birsel Matara’nın da açıkça ifade ettiği gibi fotoğraf artık bir röprodüksiyon yöntemi olmanın çok ötesindedir. Bu gelişime sürekli yenilenen teknolojinin büyük katkısı vardır. Fotoğraf ve sanatın birlikteliğini başka bir açıdan değerlendiren Ahu Antmen “Richter, ‘Bir cinayetin resmi kimseyi ilgilendirmez; bir cinayet fotoğrafı herkesi cezbeder. Bunun bir biçimde resim sanatına dâhil edilmesi gerek.’

derken güncel sanat pratiğinin vazgeçilmez öğelerinden biri haline gelen fotoğrafın neden sihirli bir çekim alanı oluşturduğunun altını çiziyor.”* Fotoğraf konusunda ağırlığı ortada olan bu kişilerin yorumları göz önüne alındığında fotoğrafın sanatla olan ilişkisi yok sayılamaz. Fotoğrafın kolay ulaşılabilirliği sebebiyle onu sanata uzak bulanların çelişkiye düştüğü kısım halen fotoğrafı salt bir görüntüleme aracı olarak görmeleri ve gelişen tekniklerin, oluşturulan yaratıcı çalışmaların çok bilinmemesinden, bu konuda harcanan emeğin yok sayılmasından kaynaklanmaktadır. Kaldı ki hiçbir eser sanatçıdan sanatçının birikiminden ayrı düşünülemez. Fotoğraf da o an yakalanmış olan karenin heybe gençlik dergisi y

11


FOTOĞRAF sadece fotoğrafçının şansına bağlı olarak yorumlanması sanatçının birikiminin ve emeğinin yok sayılmasıdır. Deklanşöre basma anı tam da Kalfagil’in sanatın tanımını yaparken söylediği gibi duyunun ve sezginin iş birliği kompozisyon yakalama yeteneğinin uzantısıdır. Bunu küçük bir örnekle açıklamak gerekirse: Fırtınalı bir günde sahildeki dalgaları fotoğraflamaya gitmiş üç fotoğrafçıyı düşünelim ve bu fotoğrafçılar kadrajlarına aynı kareyi alabilecek konumda olsunlar. Hatta bu fotoğrafçılar bire bir aynı ekipmanları bulunduruyor olsunlar. Bu fotoğrafçılardan hiçbirisi aynı dalgayı aynı saniyede aynı dalganın üstünde aynı martıyı, aynı martının arkasındaki aynı bulutu aynı şekilde görüntülemezler. İşte tam bu noktada fotoğraf sanatçısının birikimi ve sezgi gücü kendini konuşturur. Belki hepsi ayrı ayrı muhteşem kareler, muhteşem eserler olabilir. Ya da tam aksi... Ama şu kesindir ki hiçbiri aynı eser olmayacaktır. İkinci değerlendirme noktası ise bilhassa belgesel, belgesel-toplumsal fotoğraf gibi fotoğrafın alt alanlarından olan türlerin sanatsal değeri noktasıdır. Merter Oral bir yazısında “Belgesel fotoğrafçılık için bir yanda doğruluk (gerçeklik), diğer yanda (estetik) şeklinde bir ikilemin olmadığı kanısındayız. Artık günümüzde sanat fotoğrafı denilen kavramla belgesel fotoğrafın iyi örnekleri arasında estetik anlamda bir fark olmadığı belgesel fotoğraf geleneğinde çalışan fotoğrafçının eserleriyle kanıtlanmaktadır. Belgesel fotoğrafçılığın günümüzdeki en iyi örneklerinden bazıları fotoğraf estetiğinin de başyapıtlarından sayılmaktadır.”* şeklinde ifade etmektedir. Fotoğraflar arasındaki estetik ölçünün farklılık göstermesi pek tabidir. Zira her fotoğrafçı

12 y heybe gençlik dergisi


FOTOĞRAF aynı amaçlarla fotoğraf çekmeye yönelmeyebilir. Ama bu durum fotoğrafın sanatın bir parçası olduğu sonucunu değiştirmez. Tabi olarak toplumla bu kadar iç içe olan bir uğraşın soyutluğa sürrealist bir tablo kadar açık olmayacağı bir gerçektir. İmgelem gücünün değerlendirilmesi biraz fotoğrafçının biraz da izleyicinin durumuna göre değişebilen bir durum olduğu için burada kesin bir yargıya varmak yerine konunun göreceliliğinin kabullenilmesi daha makul olacaktır. Bu yönünün dışında fotoğraf birçok çağdaş sanat akımı arasında yerini almıştır. “20. yüzyılın başında yer alan Dinamizm, Kübizm, Fütürizm, Dadaizm ve Sürrealizm gibi akımlar içerisinde fotoğraf, çeşitli deneylerden ve denemelerden geçirilmiştir. Ressamlar ve fotoğrafçılar, ideolojik ve estetik düşüncelere bağlı oldukları akımların kurallarına ve amaçlarına uygun eserler üretiyorlardı. Bu amaçla sanatçılar, görsel deney yapmak fikrinden yola çıkarak fotogram, optik bozmalar, solarizasyon, kolaj, frotaj, fotomontaj yöntemleri gibi fotoğrafa müdahale teknikleri geliştirdiler. Bu yöntemlerle de (müdahale teknikleri) geleneksel yöntemlerin değiştirilmesinde etkili oldular. Fotoğrafta müdahale fotoğrafı resme benzetmek değil, soyut ve yarı soyut yeni fotoğraflar üretmeye yarayan yeni bir kaynak olmuştu. Sanatçıların çoğu keşfedilen yeni işlemlerin inceliklerini öğrendiler ve geleneklerle nasıl bağdaştırabileceklerini araştırdılar. Fotoğrafçılar, resimdeki gerçekliği tamamen bir kenara atarak, netsizlik, hareketli görüntüler, çoklu pozlama gibi kamera teknolojisinin sağladığı imkânları yaratıcı bir biçimde kullandılar.”* Tüm bunlar tartışıldıktan sonra fotoğraf heybe gençlik dergisi y

13


FOTOĞRAF

sanatçılığı üzerine de biraz değinmek isterim. Fotoğrafla ilgilenmek ve fotoğraf sanatçısı olmak arasında kalın bir çizgi vardır. Her resim yapan nasıl ki ressam değilse, her fotoğraf çeken de -her ne kadar üstün teknolojik ekipmanlara sahip olsa da- fotoğrafçı değildir. “Böylece herkesin kendini sanatçı sanmasının, her şeyi yapma cüretine sahip olmasının önü açılıyor ve bu yolla tüketim körükleniyor.”*

14 y heybe gençlik dergisi

Başta fotoğrafa bakış açısı tam olarak oturmamış, bu alanda teknik ve düşünsel alt yapısını tam olarak tamamlamamış bir kişinin vereceği ürünler nitelik açısından sanat eseri olmaktan çok uzakta kalır. Sanatı basite almak ve kolaycılığa kaçmanın sonucu hiç şüphesiz niteliksiz ürünlerle nihayetlenecektir. Fotoğrafla ilgilenen biri olarak fotoğrafın emek, çaba, sabır, gelişime açık heyecanlı bir


FOTOĞRAF

merak gerektirdiğini çok defa tecrübe ettim. Çağdaş sanatın kendini ifade etme biçimlerinden biri olan bu alanın gözlemci kişileri er ya da geç içine alan adeta sihirli bir çekim gücü var. Şayet siz de öyle biriyseniz, buyurmaz mısınız? Yazıyı şu alıntıyla sonlandırmak istiyorum, “Ama fotoğrafçı fırsatçının -parmağı deklanşörde- beklediği o hakikat anları, özerk yaratıcılık kavramı kadar büyük bir sır perdesi oluşturur.

• Fotoğraf dergisi \ Prof. Sabit Kalfagil-Sanata Dair • Fotoğraf Neyi Anlatır? \ Birsel Matara-80’den Günümüze Türk Fotoğraf Sanatına Genel Bir Bakış • Fotoğraf Neyi Anlatır? \ Ahu Antmen-Çağdaş Sanatta Fotoğraf Kullanımı ve Türkiye’de Fotoğraf Temelli Sanat Üzerine Düşünceler • F. N. Anlatır? \ Merter Oral-Fotoğraf ve Toplumsal Değişme • Fotoğraf Neyi Anlatır? \ A. Beyhan Özdemir-Çağdaş Sanat Akımları ve Fotoğraf • Fotoğraf dergisi \ Prof. Sabit Kalfagil-Sanata Dair • Fotoğraf Neyi Anlatır? \ Victor Burgin-Tlunhing Pholography, Macmillan Press, 1982 heybe gençlik dergisi y

15


DÜŞÜNCE-SİYASET

16 y heybe gençlik dergisi

Hazırlayan: AHMET SÜCÜLLÜLÜ


DÜŞÜNCE-SİYASET

N I Z I M I Ğ A Ç : U N U OY

İ J R E EN D

ünya üzerinde yapılan savaşlar, barışlar, anlaşmalar ve hatta terör olayları bile enerjinin etrafında şekillenmektedir. Çağımızda oynanan oyunun adı da enerjidir. Oyununun temel hedefleri; öncelikli olarak enerji kaynaklarına sahip olmak ve devamında da enerjiyi ve enerjiyi taşıma yollarını kontrol etmektir. Günümüzde enerji, enerji kaynaklarının sınırlı oluşu ve giderek artan enerji ihtiyacından dolayı devletler arasındaki dostlukları ve düşmanlıkları belirleyen önemli bir kriter haline gelmiştir. Enerji’de gelinen nokta şöyledir: Enerji Politikalarını, dış politikadan, ekonomi politikasından, sanayi politikasından ve savunma politikasından bağımsız düşünemeyiz. Bu politikaları bir çemberin çevresini oluşturan parçalar olduğunu düşünürsek enerji politikaheybe gençlik dergisi y

17


DÜŞÜNCE-SİYASET

sını da bu çemberin merkezi gibi düşünmemiz gerekir. Bugün baktığımızda çemberinin merkezine enerji politikasını yerleştiren ülkeler dışa bağımlılığını alt seviyelere kadar indirmiş ve dünya siyasetinde daha fazla sözü geçen bir konumda bulunmaktadır. TÜRKİYE’DE VE DÜNYADA ENERJİ Ülkelerin ve milletlerin gelişmişlik düzeyini gösteren önemli kriterlerden birisi de enerji tüketim miktarlarıdır. Dünya geneline baktığımızda kişi başına elektrik tüketiminin yoğun olduğu bölgelerden biriside ABD’dir. Ve ABD’nin arkasındanda AB gelmektedir. Kişi başına elektrik tüketimi ABD’de 12.000 kWsaat, AB’de 9000 kW-saat iken dünya genelinde 2.700 kW-saattir ve ülkemizde ise 2.700 kW-saat civarındadır. Ayrıca dünya nüfusunun %20’sini oluşturan gelişmiş ülkeler, enerji arzının %60’ndan fazlasını tüketirken gelişmekte olan ülkelerin tüketimi %40’ın altındadır. Diğer taraftan dünyada yaklaşık olarak 1,5 milyar insanın ise ticari enerjiye ulaşma imkânı

18 y heybe gençlik dergisi

bulunmamaktadır. Dünyada enerji kaynaklarının en fazla bulunduğu yer Ortadoğu ve Kafkaslardır. Bu çerçeve de Irak hali hazırda bulunan 3 trilyon metreküp gaz rezervine sahip olup aramalarla çıkartılabilecek 10 trilyon metreküplük bir gaz rezervi potansiyeline de sahiptir. Bu nedenle Irak önemli enerji kaynaklarına sahip ülkelerin başında gelmektedir. Bu durumdan yola çıkarak bugün Irak’ta, Suriye’de ve genel olarak Ortadoğu’da olan karışıkların nedeni de açıkça görülmektedir. Net olarak söyleyebileceğimiz gerçek şudur ki: Enerji tüketimi ve buna bağlı olarak enerji ihtiyacı gün geçtikçe artmaktadır. ABD, Rusya ve Çin gibi gelişmiş ülkeler de enerjinin tekelini eline almak istemektedirler. Ortadoğu’da yaşanan karışıklıklar, iç savaşlar, IŞİD’in ortaya çıkması gibi nedenler ve hatta daha fazlası gelişmiş ülkelerin kendi aralarında dönen oyunlarının etkisiyle oluşmaktadır. Her şey enerji kaynaklarına sahip olmak ve enerjinin geçtiği yolları kontrol etme çabasıdır. Çünkü enerjiyi kontrol eden dünyayı kontrol eder. Sonuç olarak Türkiye bulunduğu jeopolitik konum dolayısıyla Avrupa ile Ortadoğu’yu aynı zamanda da Asya ile Avrupa’yı birbirine bağlayan anahtar bir ülke konumundadır.


DÜŞÜNCE-SİYASET

Türkiye bu noktada kendisine biçilen rolü mü oynayacak yoksa oyunu kuran kendisi mi olacak? İşte cevap vermemiz gereken asıl soru da budur. NÜKLEER ENERJİ NİÇİN GEREKLİDİR? Nükleer enerji, enerji ithalatını önleyen ve buna bağlı olarak da enerjide dışa bağımlılığı azaltan bir faktördür. Ayrıca nükleer enerjinin en önemli özelliği depolanabilme özelliğidir. Bir petrolü doğalgazı ya da kömürü uzun süreli depolayamazken nükleer enerjide bu mümkündür. Her geçen gün ülkemizde enerji üretimi ile tüketimi arasında fark giderek artmaktadır. Bu nedenle alternatif enerji kaynaklarına ihtiyacımız vardır.

Bugün baktığımız zaman hızla sanayileşen ve büyüyen ülkelerden Çin’in 15, Güney Kore’nin 19, Hindistan’ın 14 reaktörü bulunmaktadır. Ve bu ülkelerin birçoğu da aynı zamanda başka reaktörlerin yapımına devam etmektedir. Sonuç olarak enerjide dışa bağımlılığı azaltmak ve gelişmiş bir ülke olmak için nükleer enerjinin kaçınılmaz bir zorunluluk olduğu görülmektedir. Ülkemizinde bu noktada ihtiyacı açıkça görülmektedir. Kaynaklar: 1.Enerji-Politik Dünya Ve Türkiye ( Prof.Dr.Mustafa İlbaş) 2. http://www.tpao.gov.tr/ 3. http://www.petform.org.tr/ heybe gençlik dergisi y

19


GÜZEL SANATLAR

Minyatür Sanatının

Gizemli Dünyası 20 y heybe gençlik dergisi

Hazırlayan: MERVE GÜLER


GÜZEL SANATLAR

E

n ufak bir ayrıntının dahi gözden kaçırılmadan çizildiği ve takiben renklendirildiği küçük boyutlu resimlerin zengin dünyası... Minyatür sanatı adını Ortaçağ’daki yaygın bir gelenekten alır. Bu gelenek el yazması kitaplarda baş harflerin kırmızıya boyanıp, süslenmesidir. Kırmızı boya Latince adı “minium” olan kurşun oksitten elde edildiği için, günümüze kadar minyatür olarak ifade edilmiştir. Göz alıcı özelliğinden dolayı görsel anlatımda çok tercih edilen kırmızı, bu sanata damgasını vurmuştur. Türk kültüründe minyatüre nakış ya da tasvir; minyatür sanatıyla uğraşanlara ise nakkaş ya da musavvir denir. Eski Orta Asya ve Ortadoğu geleneğinde var olan sanat, Osmanlı coğrafyasında bambaşka bir hal almış; Osmanlının kültürünü, hikâyelerini, renklerini ve iklimini yansıtmıştır. Söz konusu coğrafyaya minyatür sanatını Yavuz Sultan Selim İran seferi dönüşünde İstanbul’a beraberinde getirdiği nakkaşlar ile tanıtır. Açılan nakkaşhânede ilk minyatürlerimiz yapılır ve Levnî, Matrakçı gibi usta nakkaşlar yetişir. Bu dönemde yapılan minyatürler tarihi belge niteliği taşır. Diğer sanatlardan farkı Batı’da kullanılan perspektif tekniği geçerliliğini yitirmiştir ve derinlik yoktur. Nakkaş gördüğünü rahatlıkla kâğıda nakşeder. Anlatım şekline paralel olarak sahnede mühim olan figür daha büyük çizilir. Minyatürde üç boyut, yerini iki boyuta bırakır. Devre dışı kalan boyut, sanatın ifade gücünü azaltmanın aksine iki boyutun kullanılma alanını daha da derinleştirmiştir. Minyatür, el yazması kitaplardaki metinleri betimleyen küçük boyutlu resimlerdir. Işık, gölge ve perspektif kurallarına uyulmaz. Figürler kişilerin önem derecesine göre küçük ya da büyük çizilir. Bu sanat daha çok kâğıt, fildişi ve benzer maddeler üzerine yapılır. Fırça ve sulu boya benzeri boya diğer temel gereçler olmakla birlikte boya içine Arap zamkı ilave edilir. Sulu boya benzeri bir teknikle düz boyanır. Ayrıntılar tüy kalem ile işlenir, saydamlık kazandırmak heybe gençlik dergisi y

21


GÜZEL SANATLAR için boyalı yüzeyin son katına altın tozu sürülür. 12. yüzyıl Anadolu Türk Minyatürlerinde bu sanatta çok ilerlemiş Uygur Türklerinin etkisi görülür. Osmanlılarda 15. yy-19. yy aralığında varlığını sürdüren sanat Kanunî döneminde zirveye ulaşır. Matrakçı Nasuh önemli minyatür sanatçılarındandır. Ordunun geçtiği şehirleri, mimarî ve coğrafî özelliklerini Beyân-ı Menâzil-i Sefer-i ‘Irâkeyn adlı eserinde resmeder. Dönemin başyapıtlarından biri olan Süleymannâme ise Kanunî’nin yaşantısı savaş ve zaferleri anlatılır. Osmanlı minyatür sanatının en belirgin özelliği gerçek yaşamdaki olayların gözlemci bir yaklaşımla resmedilmesidir. Resimlerde hep belirli kalıplar kullanılır: At üstündeki savaşçı, tahtında oturan padişah, pencereden bakan kadın hep birbirine benzer şekilde resmedilir. Devlet ve yönetimle ilgili önemli husus ve olaylar, resmî geçitler, eğlenceler, sünnet düğünleri sıkça ele alınan konulardandır. Kelile ve Dimne, Bostan ve Gülistan, Şehname gibi ünlü edebî eserlerden de konular seçilmiştir. Osmanlı saray yazarları tarihî hususları günü gününe yazıya dökerken saray nakkaşları da bunları resmetmişlerdir. Bu sebeple Osmanlı minyatürleri el yazmalarını süslemekten öte tarihî olayları belgeleyen eserler niteliğindedir. Bahsi geçen örneklerle daha evvel değerlendirdiğimiz minyatürlerin tarihî belge niteliği taşıma özelliklerini temellendirmiş oluyoruz. Osmanlı devletinde 19. yy yenileşme hareketlerine paralel olarak batı resim sanatının etkileri görülmeye başlanır. Eserler derinlik ve boyut kazanır, perspektife dikkat edilir. Geleneksel minyatürdekine benzer olarak padişah gibi önemli kişiler daha büyük çizilmezler. Minyatür eserlerinin etrafı ise en güzel beze-

22 y heybe gençlik dergisi


GÜZEL SANATLAR me sanatlarından biri olan tezhip ile süslenmiştir. Nakkaşların elleri birbirine benzeyen figürleri binlerce kez çizmeleri sebebiyle ustalaşmıştır. Oldukça küçük figürleri, derin ayrıntılarla nakşeder gibi işlemek sanatkârların gözlerini körlük noktasına ulaştıracak olsa dahi bu sevdadan vazgeçmezler. Aksine körlük nakkaşlar için bir onur mertebesidir. Çünkü bu camiadaki inanışa göre kör nakkaş, dünya çirkinliklerine değil kendi iç dünyasındaki güzellikleri görüp resmettiği için kutsallaşmıştır. Nakkaşlar minyatürün altına bırakın imza atmayı, sanatlarında kendilerini belli edecek farklı bir üslup dahi kullanmazlar ki bunun aksi nakkaşlarca büyük bir kusurdur. Oysa Rönesans sanatında her ressamın bir üslûbu ve imzası vardır. Bireysel başarıya önem veren şahsî fikrimi belirtecek olursam, klasik Türk İslam sanatına göre daha fazla enaniyet içeren Batı sanat anlayışı ile tevazuyu ön planda tutan Doğu sanat anlayışı arasındaki fark oldukça keskindir ve tedricî geçişler söz konusu dahi değildir. Diğer Türk İslam sanatlarında olduğu gibi minyatürde de talebe usta-çırak usulüyle yetişmektedir. Yola çıkış sebebi maddî kazanç olan şüphesiz ki hezimete uğrar. Coğrafyamızdaki minyatür sanatı birkaç yüzyıllık kesintiden sonra Prof. Dr. Süheyl Ünver’in çabalarıyla tekrar gün yüzüne çıkmıştır. Oldukça kuvvetli bir ifade gücüne ve kendisine özgü bir estetik yapıya sahip olan minyatür sanatı, asırlar boyunca değişik kültürler ve çeşitli üsluplar altında gelişimini sürdürmüştür. Günümüzde ise minyatür sanatı modern sanatın yanında geleneksel ve kendine has değerini muhafaza etmektedir. Bu yazı vesilesiyle sizlerle birlikte minyatür sanatındaki renklerin gizemli dünyasının kapılarını aralamış olduk. Selam ve sevgilerle… heybe gençlik dergisi y

23


TARİH

Hazırlayan: Yüsra Sümeli

ZEYNEP EL-GAZALİ

24 y heybe gençlik dergisi


TARİH

“EY İMAN EDENLER; ALLAH’A ULAŞMAK İÇİN VESİLELER ARAYIN!” (Maide Suresi, 5/35) “Babam bir gün rüya görmüş. Rüyada ben, beyaz giysiler içindeymişim, beni kollarında taşıyormuş. Sonra çamura düşürmüş, kirlenmesin diye hemen kaldırmaya çalışmış ki tam o esnada yanında bir yaşlı adam belirmiş. O yaşlı adam beni çamurdan çıkarmış ve babama uzatmış. Babam çok şaşırmış. ‘Sen Kimsin?’ diye sormuş. İhtiyar adam, ‘Ben Ömer Bin Hattab’ım.’ diye cevap vermiş. Babası, gördüğü bu rüyadan sonra kızını –İslam’da önemli bir yeri olacak düşüncesiylebir lider gibi yetiştirmeye çalıştı. Uhud’da Allah Resulü’nün üzerine gelmekte bir grup gözü dönmüşün önüne atlayarak Allah Resulü’nü korumaya çalışan Nesibe binti Kab’ı kızına anlatır ve onun ismiyle seslenirdi. “Sen kimsin? Kiminle savaşmak istersin?” sorusunu Zeynep el-Gazali: “Ben kadınların reisiyim. Peygamberin yanında ve onun uğrunda ölmek isterim.” Diye cevapladı. Kızını, zamanının Nesibe’si olarak yetiştirmeyi arzu ettiğini söylerdi hep, babasının Nesibesi’ydi o. Zeynep el-Gazali, 2 Ocak 1917 tarihinde, Mısır’ın başkenti Kahire’nin kuzeyinde yer alan el-Buheyre vilayetinin köylerinden biri olan Meyyit Yaiş Köyü’nde dünyaya geldi. Üç yaşından itibaren Kur’an ve şiir okumaya başladı. Dört yaşında, bir Hıristiyan anaokuluna başlayan Gazali oradaki kızlara –o yaşta- İslam’ı anlatmaya başlamış ve kendisi hakkındaki şikâyetlerden dolayı okuldan ayrılmıştı. Çocuk

yaşta çevresindekilerle olan münasebetini şöyle anlatırdı: “Babam başka çocuklarla oynamama izin vermezdi. ‘Sen çocuklarla oynamak için değil, kendini feda etmek için doğdun, sen veziresin!’ derdi. Eğer mutlaka oynayacaksam o zaman beni sıraya oturturdu. Diğer çocuklar öğrencilerim olurdu, bende öğretmenleri... Ve yine bir seferinde okulda yaramazlık yaptık diye ellerimizi açtırdılar. Değnekle vurarak cezalandırdılar. Ben, elime vuranlara öyle bir bakmışım ki okul müdürü babamı çağırdı ve niçin o kadar kötü baktığımı sordu. Ben de, ‘Sen bana ‘Veziresin!’ dedin, ben Seyyide Zeynebim. Üstelik kabahatim yok, dayak yemeyi hak etmedim. Kötü baktımsa bundandır dedim.” Hak yemeyen ve hakkını yedirmeyen Hz. Ömer misali adalet sahibi... İslam ile doğmuş, İslam ile büyümüş biri... Hatta liseden mezun olduktan sonra Kur’an’ı ve sünneti, Ezher alimlerinden öğrenmiş. Peki namazı, orucu ve Kur’an’ı bilmek, İslam’ı bilmek miydi? “İslam, İslam” dediği halde fark edemediği şey neydi? 10 yaşına geldiğinde babası vefat etmiş, bundan dolayı ailece Kahire’ye göç etmişlerdi. Lise hayatına orada başlayan Zeynep el-Gazali, o dönemlerde Mısır’ı laikleştirme adına kurulmuş, Mısır’ı batıya taşımak ve batı kültürüne satmak isteyen Hüda Şaravi’nin liderliğindeki heybe gençlik dergisi y

25


TARİH kadın hareketinin Fransa’ya üç öğrenci gönderdiğini duyunca müracat etti ve gidecekler listesine kabul edildi. Fransa’ya gitmeyi çok isteyen Zeynep, yola çıkmadan bir ay önce rüyasında babasını görmüştü. Babası kendisine: “Fransa’ya gitme! Allah sana Mısır’da daha hayırlı bir karşılık verecektir.” demişti. Bu rüya üzerine gitmekten vazgeçmiş fakat kadınlar birliği bünyesinde çalışmaya başlamıştı. İyi bir laiklik savunucusu olarak isim yaptığında yaşı genç ama kabiliyeti üstündü. Müslüman Kardeşler ve Zeynep el-Gazali Hasan el-Benna’nın küçük bir grupla kahvehanelerde, mesire yerlerinde başlattığı çalışma on yıl içinde büyük bir rağbet görmüştü. Mü’minler heyecanlı bir bekleyişe geçmişlerdi. Onun çalışmalarına, vaadlerine bakıp kendilerini bir rüyada hissedecek kadar duygusal olanı da vardı, el-Benna’nın peşine takılıp yola düşeni de. Bir iki kişi olarak başlayan hareket on yıl sonra binler, on binler olmuştu. Katılım oldukça, hareketin çalışma alanı da genişlemişti. El-Benna’yı izleyenler arasında bayanlar da vardı. Lakin bu hareketin bayan bölümünü temsil edebilecek dirayetli bir bayan yoktu. Zeynep, kadınlar birliği bünyesinde bir süre daha çalışmalarına devam etti. Çok iyi bir hatipti. İslâmi tonda konuştuğu için Batılılaşmış kadın tipleri bu söylemlerinden çok hoşlanmıyordu. Gazali de onların İslam’dan uzak durmalarından rahatsızdı, ama birden dönüş yapmaları kolay değildi elbet. Zeynep’in, Hüda Şaravi ile arasında farklı bir sevgi vardı. O

26 y heybe gençlik dergisi

kadar ki Hüda Şaravi, ileride onu kendi yerine düşünüyordu. Ve kadınlar birliği ile yolun sonu Bir gün mutfakta yemek hazırlarken tüp patladı ve Zeynep’in vücudunun büyük bir bölümü yandı. Doktorlar, Zeynep’in abilerine onun kurtulamayacağını söylemişlerdi. Bunu duyan Zeynep, Rabb’ine bir niyazda bulundu: “Ya Rabbi! Eğer ben iyileşirsem kadınlar birliğini bırakacağım, sana söz veriyorum.” Hayatından büyük ölçüde ümit kesilen Zeynep, doktorların söylediğinin tersine, bir süre sonra yeniden sağlığına kavuştu. Allah’a verdiği sözü tutarak kadınlar birliğini bıraktı. Hüda Şaravi’ye olan sevgisi ve içindeki öğretme arzusu, kadınlar birliğinden ayrıldığını Zeynep için çok acı hale getirmişti. Böylesine aktif bir insan evinde oturamazdı. Daha yirmi yaşına gelmemişti ki kendisi bir dernek kurmaya karar verdi. Amacını şöyle dile getirdi: “Lider olmayı ben istedim. Daha on sekiz yaşındayken bir kadınlar derneği kurdum. Bu ‘Müslüman Kadınlar Derneği’nde kadınlara, çocuklarını nasıl yetiştirmeleri gerektiğini, nasıl iyi Müslümanlar olmaları gerektiğini öğretmek istedim. Çünkü babamın bana söylediği gibi lider olacaktım. Peygamberimizin zamanında olduğu gibi bir Müslüman devleti olsun istiyordum. Dünya’ya, Rusya’nın ve Amerika’nın yerine Arap devletleri liderlik etsin istiyordum. Bunun tek yolu ise insanlara İslamiyet’i öğretmekten geçer.” Böyle bir niyetle dernek kuran Zeynep’e, çalışmalarına hızla devam etmekte olan elBenna, İhvan’a katılması teklifinde bulundu. Zeynep el-Gazali, sonunda Allah’ın ona


TARİH takdir buyurduğu nöbeti devraldı. Hasan el-Benna’ya biat ederek, İhvan-ı Müslimin Hareketi’nin bayanlar bölümünü üstlendi. Kendi söylemiyle, kendisindeki bazı değişimleri ancak Hasan el-Benna gibi güçlü karakterleri bir insan gerçekleştirebilirdi: “Benim öyle bir ruh yapım var ki, onu Hasan el-Benna’dan başkasının çözmesi hemen hemen imkansızdı.” Özünde var olan fakat Hasan el-Benna’nın vasiyetiyle ortaya çıkan potansiyel... Vesilelere sarılmış, musibetten ders çıkarmış, belâdan rahmete köprü kurmuştu. Lider olmak; Allah için en iyi şekilde çalışmak, Allah için beraber olmaktı. Kurtulmanın kurtarmakta olduğunu bilmekti. İyi gözlemlemek ve yetiştirmekti... Kendi kardeşlerini kendi elleriyle yetiştirmekti. İmam Hasan el-Benna biliyordu ki, bir cemaatin devam edebilmesi için İslam ruhunun çok iyi anlatılması gerekti. O da böyle yaptı. Zeynep’i tanıdı, onun ruhunu davanın ruhuyla buluşturdu ve kendisi ona dersler verdi. Lider olmak; kendi gibi, kendinden daha iyi liderler yetiştirmekti. Öğrendikleri, düşündükleri ve fikirleri, Gazali’nin sorumluluklarını artırıyordu. Bu sorumluluklar neticesinde başlamıştı etkin roller, davet amaçlı konferanslar, kitaplar, seminerler, gerek yurt dışına gerekse yurtiçine seyehatlar... Halkın bastırılan ve sindirilen dimağlarını uyandırma çabaları... Mısır siyasetini sarsan protestolar ve mitingler... Zeynep ve Zindan Zeynep el-Gazali’nin çıktığı bu yolda ona her türlü yardımı yapabilecek insanların ve sevenlerinin sayısı günden güne artıyordu. Bu durumdan rahatsız olanlar da vardı elbet. Bir

Neyin İslam dünyasının bir bölümünde, özellikle de tasavvuf alanında saygın bir yere sahip olmasının, hatta neye bir çeşit kutsiyet izafe edilmesinin gerisinde, binlerce yıl geriye uzanan mitolojik inançların büyük etkisi

heybe gençlik dergisi y

27


TARİH çocuk misali, oyunun bozulmaması için her yolu deneyecekler gerekirse de Firavun kadar zalim olabileceklerdi. Bu düşüncede olanların başını Abdunnasır çekiyordu. Öyle ki, Zeynep el-Gazali’yi ortadan kaldırmak için her türlü hainliğe başvurmuştu. Bir akşam Zeynep el-Gazali evine dönerken, bindiği araba başka bir arabayla çarpıştı. Ustaca hazırlanmış bu sinsi komplodan Allah’ın yardımıyla sağ salim çıkabildi. Kendine geldiğinde olup bitenleri öğrenmeye başladı. Abdunnasır, kadınlar birliğinin kapatılması ile ilgili bir yazı göndermişti. Kadınlar birliğinden de Zeynep el-Gazali’den de nefret ediyordu. Bu öyle bir nefretti ki Abdunnasır, Zeynep’in adını duymaya bile tahammül edemiyor, ismini duyunca hemen öfkeleniyordu. “Benden korkmasını ve bana nefret duymasını sağlayan Allah’a hamd olsun, ben de sırf Allah için ondan nefret ediyorum. Onun azgınlı, biz Müslümanların gönül huzurunu ve davet için çalışma gayretini artırmaktan başka şeye yaramayacaktır. Davetimiz, tevhid davetidir ve Allah’ın izniyle başaracağız. Bu yolda en küçük fedakârlığımız şehit olmaktır.” diyordu Zeynep el-Gazali, Abdunnasır için... Zeynep el-Gazali, burada ağır işkence ve hakaretler görmekteydi. Günlerini, ayaklarından darağacına asılarak, sırtına yediği kamçılarla, vücudunu parçalaması için günler öncesinden aç bırakılan köpeklerle, farelerle dolu odalarda geçiyordu. Hiç aksatmıyordu zalimler, düzeni. Sabahın erken vaktinde hücresinden alınıyor, Müslümanların aleyhinde konuşması için sorguya çekiliyor ve bayılıncaya kadar eziyet edilip ya hastaneye ya da hücresine geri göderiliyordu.

28 y heybe gençlik dergisi

Bir gün hücrenin koyu karanlığı sardı birden Zeynep’in dört bir yanını. Kapılar kilitlendi ve yakıldı 24 numaralı hücrenin tüm ışıkları. Acı vermek için her şey en ince ayrıntısına kadar hazırlanmıştı, özel olarak eğitilmiş köpeklerle doluydu burası. Parçalıyorlar, kemiriyorlar ama öldürmüyorlardı. Gördükleri karşısında tüm benliğinle sığındı Rabbi’ne. Dua ediyordu bir an durmaksızın. Köpeklerin ısırmalarını, kemirmelerini hissediyordu. Üstündeki beyaz elbisesinin tümden kana bulandığını düşünüyordu. Saatler geçti, hücrenin kapısı açıldı ve dışarı çıkarıldı. Ama herkes gördükleri karşısında çok şaşkındı. Elbisesinin bir tek yerinde bile kan ve diş izi yoktu. Zeynep, hamd etti Rabbi’ne. “Allah’ım sen her şeyden münezzehsin. Benimle birliktesin. Senin keremine layık mıyım ki! Rabbim! Hamd, yalnız sanadır.” Bu eziyetlere dayanmak için dua, sadece dua ediyordu. Yine bir işkence sonrası, dualarla ve zikirlerle Allah’ı anarken uyuyakaldı. Ve... Gözünün görebildiği kadar uzun, nurla kaplanmış bir yol. Develer gördü, hevdeçleri hazırlanmış ve üzerlerinde nurlu dört adam... Resulullah olabilir mi diye düşünürken, kendisine seslendi Allah’ın Resulü: - Ey Zeynep! Sen, Allah’ın ve Resulü’nün yolundasın. - Ey Efendim! Şu halde ben doğru yolda mıyım? - Ey Gazali! Evet, sen Muhammed’in yolundasın. Sorumu bir kez daha yineleyince O: - Sizler, ey Zeynep! Hak üzeresiniz. Sizler Allah’ın kulusunuz ve O’nun Resulü’nün yolundasınız. Bu gördüğü rüyalar güç veriyordu, umutla


TARİH doluydu Zeynep. Lâkin, zalimler durmak bilmiyordu. İdama götürdüklerinde, “İşte kanıtımız” diyebilecekleri küçük bir sebep arıyorlardı. Bu kez mücahid gençleri getiriyorlardı Zeyneb’in yanına, ona küfretmeleri için. Bu aşağılamaları kabul etmiyordu genç Yasirler. Yiğitçe karşılık veriyorlardı: “Doğruluğundan ve faziletinden başka bir şey bilmiyoruz.” diye. İhvan’da hatta tüm Mısır’da tutuklamalar daha da artmıştı. Durum öyle bir boyut almıştı ki ‘namaz kılan herkesi’ tutuklamaya kadar gidilmişti. Şöyle diyordu Zeynep el-Gazali: “Azime sarılmaları ve bizimle birlikte işkencelere katlanmaları için kimseyi zorlamıyorum. Ancak şunu belirteyim ki davet hiçbir zaman ruhsatlara sarılan kimselerle gerçekleşmez.” Şiddetli bir işkence sonrası yine hastanede açtı gözlerini. Hakaretlerle ve aşağılamalarla başlayan yeni bir güne… Bir zalim girdi içeri; eğer istediklerini söylemezse, Abdunnasır’ın onun hakkında verdiği idam cezasını hiç şüphe etmeden uygulayacaklarını söyledi. Zeynep el-Gazali: “Müslüman Kardeşler’in, Abdunnasır’ı veya başkasını öldürmek ve ülkeyi tahrip etmek gibi bir amacı yoktur. Ülkeyi tahrip eden, Abdunnasır’ın kendisidir!” sözlerini, büyük bir yiğitlikle şöyle sürdüyordu: “Amacımız tahrip değil, ıslahattır. Yıkmak değil, yapmaktır. Her şey Allah’ın elindedir. Ne yaparsa o yapar!” Aldığı bu cevap karşısında şaşkına dönmüştü gelen adam. Ne yapacağını şaşırmıştı. Kalıplaşmış sözlerini söyledi ancak öfkesini yenemedi. Büyük bir kızgınlıkla söyledi: “Bizi tekrar gericiliğe ve dogmacılığa mı götürmek istiyorsunuz?” Kırbaçlar olan gücüyle inip kalkmaya

başlamıştı bile. Dilinden düşürmediği duaları vardı Zeynep’in, kırbaçlara karşılık: “Allah bize yeter, O ne güzel vekildir.” Öyle günler yaşamıştı ki Zeynep, şöyle diyordu: “Öyle günler, öyle bir devirdi ki kanun derin bir uykuya dalmış, insanlık uzun bir tatile çıkmış ve rahmet sanki bu topraklardan göç etmişti.” Mahkeme Günü Sabah vakti idi. Es-Sicnul Harbi’nin avlusu polis ve askerler ile doluydu. Mahkeme yerine varıldığında her birini kafeslerle aldılar içeri. Herkese “Mahkemeye bir itirazınız var mı?” diye soruldu. Ağızlardan şu cümleler döküldü: “Hakimlere itirazımız yok. Mahkeme edildiğimiz kuruma itiraz ediyoruz, çünkü Allah’ın ve Resulü’nün onaylamadığı bir kanundur bizi suçlu gören, biz ancak Allah’a ve Resulü’ne itaat ederiz.” İsim yoklaması yapıldıktan sonra mahkeme, Zeynep el-Gazali’nin ve Hamide Kutup’un özel bir mahkemede yargılanmasını kararlaştırdı ve duruşma bir ay sonraya ertelendi. Görülen işkenceler aynı hızla devam etti. Yemek sıkıntısı, gitgide büyüyen bir soruna dönmüştü. Getirilen şeyler yenilir gibi değildi. İnsan dışkısına bulanmış ekmek, bir parça küflenmiş peynir ve pis bir kabın içinde su. Zeynep el-Gazali ancak su içebiliyordu ve içmeliydi zaten güçsüz düşüp hastalanmamak için. Hastaneye götürüldüğü zamanlarda bile açlık sıkıntısı içindeydi. Ancak bir doktor veya hemşire, bir parça ekmek getirebilirse yiyebiliyordu, onu da diğer hastalarla paylaşarak. 17 Mayıs 1996 tarihine kadar zindanda heybe gençlik dergisi y

29


TARİH kaldı ve çıkarıldıkları mahkemede haklarındaki hükmün okunulması beklendi. Hükümler okunup avluya çıkıldığında erkek mahkûmlar da avludaydılar ve Zeynep el-Gazali’yi görünce seslendiler: -Zeynep Bacı, ne hüküm verdiler? -Kur’an’a ve Sünnet’e bağlı, İslam ümmeti yolunda, Allah yolunda yirmi beş yıl ağır işlerde çalıştırılmak üzere hapis. Abdulfettah İsmail, Yusuf Navvaş, Seyyid Kutub ve diğer kardeşlerin hükümleri nedir, dedi Zeynep. -Allah yolunda şehitlik, şehitlik... -Allahu ekber, hamd O’na mahsustur. Üzülmeyin, gevşemeyin! Gerçek mü’minler iseniz, üstün olan sizlersiniz. Allah’ım sen kabul et. Bu cümleler çıkmıştı Zeynep el-Gazali’nin ağzından, kalbinin derinliklerinden gelen cümleler. Ve arabaya bindirildi hapishaneye götürülmek üzere. Bir süre sonra araba durdu. Zeynep şaşırmıştı, kendisini El-Kanatır Kadınlar Cezaevinin önünde buldu. El-Kanatır’da kırbaç yoktu, eziyet yoktu, işkence yoku ama cahiliyet bataklıklarında serserice yuvarlanan bir insan sürüsü vardı. Bunu seyretmek, buna şahit olmak hepsinden daha ızdıraplıydı. Zeynep, bunlara şahit olmaktansa es-Sicnul Harbi’de eziyete razıydı. Burada kal-

30 y heybe gençlik dergisi

maya mecbur tutuldu. Günlerini bu rezil yahat kalabalığı içinde geçirirken, el-Kanatır Cezaevi’ndeki insanlar ağlaşarak Abdunnasır’ın ölüm haberini duyurdular. Matem ve ağlaşma içinde birbirlerine haber ulaştırdılar. “Biz, Allah şahittir ki hiçbir zaman başkasının ölümüne sevinmedik.” diyen Zeynep’e bir süre sonra hapishane müdürü, tahliye raporu verdi. Tahliye raporu, Zeyneb’i büyük bir hezimete uğratmıştı. Raporda kendisinin tahliye olacağı ancak Hamide Kutub’un, kızının bu cezaevinde bir başına bırakılacağı yazılıydı. Bütün ısrarlarına ve raporu reddetmesine rağmen ertesi gün saat üçte evine gitmek için yola çıkarıldı. Neden İslâm’ın insanı dirilten ruhu karşı tarafta bomba etkisi yapar? İslam ruhu nasıl bir şey ki müşrikleri hemen harekete geçirir? İşte bu etki Abdunnasır’ı çileden çıkarmıştı ki: “Bir erkek ve bir kadın, bu nesli elimden aldı.” demekten kendisini alamamıştı. Kadın dediği Zeynep el-Gazali erkek dediği de Abdulfettah İsmail idi. Evet, onun neslinden bu duyguları aldılar. Onunla İslam binasını yüceltmeye çalıştılar. Öyle bir savaş oldu ki fakih ve imam Seyyid Kutub, bir ümmete bedel Abdulfettah İsmail, davetin aksiyoner elemanı Muhammed Havvaş gibi en değerli elemanlarını bu uğurda verdiler.


TARİH İslâmi Çalışmaları Rabbi’ne gitti. Zindanda tam altı yıl geçirmişti. Çektiği Evet, sonra siz fevkalade iyi bir Müslüman sıkıntıları, işkenceleri Zindan Hatıraları adlı olabilirsiniz. Aşkınız vardır ama her zaman o kitabıyla dünyaya duyurdu. Aynı zamanda coşku, o aşk kalmaz. Bu aşkın, bu coşkunun ‘davet adamının halvet günleri’ diye nitelenduvara tosladığı yer gelir bir gün. Peki o zadirdiği hapishane yıllarınman ne yapmak gerekir? da, elinden hiç düşürme24 nolu hücre... Bir diği Kur’an-ı Kerim’in satır kadın, dizleri üzerine çökaralarına yazdığı notları müş. İçerisi kapkaranlık, geliştirerek bir tefsir kaledoğu da batı da kendiNeyin İslam dünyasının me aldı. Açık ve anlaşılır bir bölümünde, özellikle sine kıble. Daracık bir olan bu tefsir, bir hanım alan… Günlerce yapılan de tasavvuf alanında tarafından kaleme alınmış işkencelerden yorgun bir saygın bir yere sahip olmakla sahasındaki tek ses tonuyla niyazda buluolmasının, hatta neye eserdir. nuyor baş koyduğu yolun Çalışmalarına kaldıRabbi’ne: bir çeşit kutsiyet izafe ğı yerden devam eden “Yol uzun ve meşakedilmesinin gerisinde, Zeyneb’in üç amacı vardı. katli biliyorum. Sınanmak binlerce yıl geriye • Mısır’da İslam zor ama gücüm yettiğinuzanan mitolojik Şeriatı’nın tatbik edilmesi, ce, bu toplum dirilinceinançların büyük etkisi • Müslümanların ye, insanlık Kur’an’ın ve Kur’an’a ve Sünnet’e dönSünnet’in sancağı altında meleri, gölgeleninceye kadar • Hilafetin yeniden canhayırdan ve yolundan landırılması. dönmeyeceğim ve ancak Bu uğurda Pakistan, İngiltere, Amerika, yaşadığım bütün sıkıntıların karşılığını senden Arabistan, Sudan, Ürdün ve Cezayir gibi pek bekliyorum. Senden, yolunda sabit kalmak çok ülkeye tebliğ çalışmaları için seyehatlerde için yardım diliyorum.” bulundu. Gittiği ülkelerden biri de Türkiye idi. KAYNAKÇA: Hasan el-Benna’nın oğlu Seyfulislam’ın evine 12 mart 1987 tarihli Zaman gazetesi, Alev Alatlı ile Zeynep misafir olarak gelmiş ve Türkiye’de İslami çaGazali röportajı Nureddin Yıldız. İşi Vaktinden Çok Olanlar 4, Tahlil yayınları, lışmalara gönül vermiş hanımlarla görüşmek İstanbul 2013 istemişti. Zeynep el-Gazali. Zindan Hatıraları, Madve yayınları Bitmez tükenmez bir enerji ile çalıştı. KadıZeynep Gazali. Kur’an’a Bakışlar(tefsir), Uysal kitabevi Ali Akpınar. Zeynep el-Gazali’nin Tefsiri, İlahiyat Fakültesi Dergisi na, hamuru ve deterjanı reva görenlerin hiçbir Mürşide Yakaryılmaz. hirahaber.com sitesindeki ilgili yazısı zaman görmezden gelemeyecekleri eşsiz Halime Uyulan ile Zeynep el-Gazali röportajı, Aralık 2013 Zeynep Gazali. Gençlerle Mektuplaşmalarım. İstişare yay. 1997 bir örnek, ayağı sabit bir mücahide olarak heybe gençlik dergisi y

31


MÜZİK

Hazırlayan: barış sİnan çevİk

Musiki makamları Bu ayki yazımızda musikinin olmazsa olmazı makamların insanlar üzerinde etkilerinden bahsetmeye yol açıcaz. konularımız: FARABİ VE MAKAMLAR İBN-İ SİNA VE MUSİKİ TEDAVİ ŞUURİ VE MAKAMLARIN BAZI HALLERİ EVLİYA ÇELEBİNİN SEYAHATNAMESİN BİR KESİT

Büyük Türk Bilgini Farabi makamların ruha etkisini şöyle sınıflandırır: k Rast makamı: İnsana sefa(neşe, huzur) verir. k Rehavi makamı: İnsana beka (sonsuzluk fikri) verir. k Küçek makamı: İnsana hassasiyet (duyarlılık) verir. k Büzürk makamı: İnsana havf ( çekinme, sakınma duygusu) verir. k İsfahan makamı: İnsana hareket kabiliyeti ve güven hissi verir. k Neva makamı: İnsana lezzet ve ferahlık verir. k Uşşak makamı: İnsana gülme ‘dilhek’ verir. k Zirgüle makamı: İnsana uyku ‘nevm’ verir. k Saba makamı: İnasana şecaat (cesaret, kuvvet) verir. k Buselik makamı: İnsana kuvvet verir. k Hüseyni makamı: İnsana sulh (sükunet, rahatlık) verir.

32 y heybe gençlik dergisi

k Hicaz makamı: İnsana tevazu (alçak gönül-

lülük) verir. İBN-İ SİNA VE MUSİKİ Büyük islam bilgin ve filozoflarından İbn-i Sina ( 980-1037), musikinin tıpta oynadığı rolü şöyle tanımlamaktadır: “...tedavinin en iyi yollarından, en etkililerinden biri, hastanın akli ve ruhi güçlerini arttırmak, ona hastalıkla daha iyi mücadele için cesaret vermek, ona en iyi musikiyi dinletmek , onu sevdiği insanlarla bir araya getirmektir.. Eski Türk hekimlerinden Şuuri de makamların günün belirli zamanlarında etkili olduğunu


MÜZİK k Nihavend makamı: Öğleyin etkilidir. k Hicaz makamı: İki ezan arası etkilidir. k Buselik makamı: İkindi zamanı etkilidir. k Uşşak makamı: Gün batarken etkilidir. k Zengüle makamı: Gurubdan sonra etkilidir. k Muhalif makamları: Yatsıdan sonra etkilidir. k Rast makamı: Gece yarısı etkilidir. k Zirefkend makamı: Gece yarısından sonra

belirtmektedir. Ona göre Müzik Tedavisi Uygulanan Hastalıklar: – Kanser Tedavisi – Otistik Hastalar – Depresif Hastalar – Uyku Sorunu Olan Hastalar – İletişim Sorunu Yaşayan Hastalar – Yoğun Bakım Hastaları – Ağır Ameliyat Sonrası k Rast ve Rehavi makamları: Seher zamanları

etkilidir. k Hüseyni makamı: Sabahleyin etkilidir. k Irak makamı: Kuşlukta etkilidir.

etkilidir. k Şuuri’ye göre musikinin meclis adamlarına olan etkileri de birbirlerinden farklıdır. k Ulema (Alimler) Meclisine: Rast ve Tevabii makamları k Ümera (Emirler) Meclisine: Isfahan ve Tevabii makamları k Dervişler Meclisine: Hicaz ve Tevabii makamları k Sufiler Meclisine: Rehavi ve Tevabii makamları etkilidir. Günümüzden 900 sene önce Selçuklu Sultanı Nureddin Zengi tarafından Şam’da yaptırılan Nureddin Hastanesi’nde musiki makamları tedavi amacıyla kullanılmıştır. Sonraki dönemlerde 700 senedenberi Amasya, Sivas, Kayseri, Manisa, Bursa, İstanbul (Fatih Külliyesi) ve Edirne şifahanelerinde 100 sene önceye kadar musiki ile tedavi uygulanmıştır. VE EVLİYA ÇELEBİ Evliya Çelebi seyahatnamesinde şöyle yazılıdır: Merhum ve mağfur Bayezid Veli ... Vakıfnamesinde hastalara deva, dertlilere şifa, divanelerin ruhuna gıda ve def’i sevda olmak üzere on adet hanende ve sazende gulam tahsis etmiştir ki, üçü hanende biri neyzen, biri kemani, biri musikari, biri santuri, biri udi olup, haftada üç kere gelerek hastalara ve delilere musiki faslı verirler. heybe gençlik dergisi y

33


TİYATRO

Güllü Agop Bazı insanlar isimsiz kahramanlar olarak tarihin tozlu sayfalarında kalırlar. Adları bilinmez. Zaten onların da böyle bir kaygısı olmaz. Meşhur olma sevdasına tutulmadan gönüllerindeki sevdanın peşinde koşarlar. Güllü Agop da tam olarak böyle biri. Güllü Yakup Efendi nam-ı diğer Güllü Agop Türk tiyatrosunun kurucularındandır. Soyadları Güllüyan olmasına rağmen Ermenicesi Vartovyan olduğu için kayıtlara bu şekilde geçmiştir. Lakabını da buradan almıştır. Agop Vartovyan 1840’ta İstanbul’da doğmuş, Ermeni İlkokulu’ndan ayrılıp sıvacılık, nakkaşlık gibi farklı işlerde çalışmıştır. 1861-1862 yılları arasında Balıkhane’de memurluk yaptığı sırada Ermenice oyunlar sergileyen Naum Efendi yönetimindeki Şark (Aravelyan) Tiyatrosu’na katılmış ve ilk sahne tecrübesini Vic-

34 y heybe gençlik dergisi

Hazırlayan: ELİF ZAİM


TİYATRO tor Hugo’nun “Kral Eğleniyor” adlı eseriyle edinmiştir. Sahneye bir kere çıktıysanız bu hissiyatı yakinen bilirsiniz. Oyun bitip seyirciyi selamladığınız anda bütün dünya orada sizi izliyormuş gibi hissedersiniz. Bu yüzdendir ki oyunculuk bir kez başladıktan sonra bırakılması en zor mesleklerdendir. Şüphesiz Agop içinde durum farklı olmamıştı. Agop 1862-1863’te İzmir’de Vaspuragan Tiyatrosu’nda oyunculuk ve yöneticilik yapmaya başlamıştı. İstanbul’a döndüğündeyse Hekimyan’la bazı oyunlar oynamıştı. 1867’de Asya Tiyatrosu’nu kurdu. 1869’da Gedikpaşa Tiyatrosu’nda Osmanlı Tiyatrosu adıyla Türkçe oyunlar oynamaya başladı. 1870’te padişah fermanıyla Türkçe oyun oynamak için 10 yıllık ayrıcalık aldı ve tekel kurdu. Rakipleri bu dönemde doğaçlama ve müzikale yöneldi. Daha sonra Osmanlı Tiyatrosu’nu Mardiros Mınakyan’a bırakarak 1882’de saraya alındı. (Mınakyan daha sonra 1862 yılında Aristodem dramı sahnelenecekken Aristodem’in kızı İksira’yı canlandıracak bir kadın oyuncu bulunamayınca kadın rolü yapmasıyla oyna-

dığı bu oyunu tarih yazmayı başaracaktı.) Agop’sa bir müddet sonra kendi isteğiyle Müslüman oldu. Müslüman olduktan sonra ismini Mehmet Yakup Efendi olarak değişti. Ancak soyadı hasebiyle edindiği unvanını isminin başından eksik etmeyerek Güllü Yakup Efendi olarak anılmaya devam etti. Güllü Yakup Efendi öyle bir zat ki hem tiyatromuzun Batılılaşmasını, Türkçeleşmesini ve gelişmesini sağladı, hem de öyle isimler yetiştirdi ki onun kurak bir toprağa damlattığı bir damlayı deryaya çevirdiler. Ahmed Fehim, Ahmed Necip, Muhterem Efendi, Mehmed Vamık gibi ilk Türk tiyatro oyucularını yetiştirdi. Kel Hamit, Kavuklu Hamdi, İsmail Hakkı, Küçük İsmail gibi ünlü tuluatçılar da Gedikpaşa Tiyatrosu’nda yetişti. Bugün bu güzel ve cesur adamların yaptıklarını anmıyor olabiliriz. Ama her g ü n eserlerine bakıyoruz. Meselâ bir sinemaya gittiğimizde aklımıza Lumiere kardeşler gelmiyor ya da her ışığı açtığımızda Edison’u hatırlamıyoruz. Geleceğe büyük miraslar bırakan bu adamlardan birini sizlere anlatmaya çalıştık. Umarız ki Güllü Yakup Efendi artık sizler için unutulmuş olmaktan ziyade yaptıklarıyla hatırlanacak biri olmuştur. İlk olmak aslında son olmaktır. Çünkü başlanmayan bir şey aslında hiç var olmamıştır. Onlar bizler için bir yol açtı. Şimdi sıra bizde… heybe gençlik dergisi y

35


HUKUK

Hazırlayan: Sadık YILMAZ

Güney’in

MA

‘B

edeninin içine hapsolan özünü gürlüğe kavuşturan’ nadir kişiliklerdendir Nelson Mandela. İnsanın sahip olduğu özgürlüğün sembollerindendir. Özgürlüğü için canını, malını ortaya koyan; ailesinden ayrı kalmayı göze alan ve ömür boyu hapis cezasına çarptırılan bir liderdir. Modern hukuk devletinde olması gereken; hak ve hürriyetlerin ayrımcılık yasağı olmadan eşitlik ve adalet ilkeleri ölçeğinde güvence altına alınmasını savunan bir kişiliktir. Özgürlük ve eşitlik prensiplerinden hapis hayatı sürerken de ödün vermeyen, her yerde renk, dil, ırk ayrımının olmadan insanların özgür ve birbirine saygılı bir biçimde yaşayabileceğini ortaya koymuştur. Mandela vermiş olduğu mücadele ve ortaya koyduğu liderlik fonksiyonuyla güney Afrika’nın ilk siyahi başkanı olmuştur. Kendisi ayrımcılık karşıtı ve aktivist karaktere sahip bir insandır. Mandela hukuk eğitimi görmüş ve avukatlık

36 y heybe gençlik dergisi


HUKUK

özgür ruhlu çocuğu:

ANDELA mesleğini icra ederken katılmış olduğu sömürge karşıtı eylemler dolayısıyla çoğu kez tutuklanmıştır. Ülkesinin ilk siyah avukatı unvanını almıştır. Siyasi olayları yakından takip eden ve bunlara karşı sözü olan bir kişidir. Irk ayrımına karşı mücadele veren Afrikalı siyahların sembol ismi olmuştur. Mandela’nın sömürgeci zihniyet devam ederken ‘Mücadele benim hayatımdır. Hayatımın sonuna kadar siyahların bağımsızlığı için mücadele edeceğim.” demesi, halk arasında onu bayraklaştırmıştır. MANDELA… Günümüzde hala sorunlar yaşadığımız ve net bir çözüme kavuşturamadığımız temel hak ve hürriyetlerin kullanılması konusunda yıllar önce mücadele vermiş bir kişidir. Ülkesinde demokratik bir devlet düzenini kurmak için elinden geleni yapmaya çalışmıştır.

heybe gençlik dergisi y

37


HUKUK

Hazırlayan: Samet KURTOĞLU

Necip Fazıl Kısakürek Kısaca Hayatı, Necip Fazıl Kısakürek Kimdir

26

Mayıs 1905’da doğdu. Maraşlı bir soydan gelen Necip Fazıl’ın çocukluğu, mahkeme reisliğinden emekli büyük babasının İstanbul Çemberlitaş’ta ki konağında geçti. İlk ve orta öğrenimini Amerikan ve Fransız kolejleri ile Bahriye Mektebi’nde (Askeri Deniz Lisesi) tamamladı 1922 yılında Orta öğrenimini Bahriye Mektebi’nde okudu. Bu askeri okulda, din eğitimini Aksekili Ahmed Hamdi, tarih eğitimini ise Yahya Kemal’den aldı. Üzerinde önemli etki bırakan öğretmeni ise İbrahim Aşkî’dir. İbrahim Aşkî okuması için verdiği kitaplarla, onun tasavvufa eğilmesini sağladı. Örümcek Ağı adlı şiir kitabını 21 Yaşındayken yayımlayan Kısakürek, asıl 24 yaşındayken yayımladığı Kaldırımlar adlı şiir kitabıyla ünlenmiştir. 1934 yılına kadar meşhur Bâb-ı Âli’nin önde gelen isimleri arasında yer almış

38 y heybe gençlik dergisi

bir şair olarak tanınmıştır. 1934 yılında Abdülhakîm Arvâsî ile tanıştıktan sonra çok değişmiştir. Hatta bu değişimi kendisi “…içimi öylesine bir sosyal mücadele ve cemiyeti yorma hamlesi kapladı ki, artık çalışamaz oldum.” diye anlatmıştır. 1934 ten sonra Türkiye’nin birçok şehrinde konferanslara katılmış ve bu konferanslarda kullandığı sözlerden dolayı hakkında açılan birçok davayla karşı karşıya kalmıştır. Bu davalar yüzünden kurucusu olduğu Büyük Doğu Hareketi’ne kapsamında yayın yapan Büyük Doğu Dergisi tam 16 kez kapatılmış, Necip Fazıl’ın eserleri ülkede toplatılmış ve tekrar basımı yasaklanmıştır. Necip Fazıl’ın 6 yıl avukatlığını yapan Muhammet Emin Özkan, büyük şairin ömrünün mahkemelerde geçtiğini söylüyor. Hayatı boyunca birçok hastalık ve davayla mücade-


HUKUK le eden Kısakürek, ölmeden önce oturduğu evin tahliyesi için ev sahibinin, işyeri ve Büyük Doğu Yayınları’nın tahliyesi için işyeri sahibinin açtığı davalarla uğraşmış. Ünlü şairi en çok sarsan ise İstanbul Toplu Basın Mahkemesi’nde Sultan Vahidüddin adlı kitabı sebebiyle açılan ceza davası olmuş. Bilirkişi raporu kitapta “Atatürk’e hakaret yoktur.” dediği halde 1,5 yıl hapse çarptırılan Necip Fazıl, 8 aylık ceza erteleme süresinde 25 Mayıs 1983’te vefat etmiş. Necip Fazıl’ın Hayatından Birkaç Dem Bugünlerde Vakit Gazetesi yazarı olan Hüseyin Üzmez, dönemin ünlü gazetecisi Ahmet Emin Yalman’a suikast girişiminde bulundu. Üzmez, olayın ardından yakalandı. O günlerde herkes, ülkede büyük gürültü koparan bu suikast girişiminin arkasındaki ismi arıyordu. Ve o isim bulundu: Necip Fazıl. Çünkü “milliyetçi-mukaddesatçı” kesimin ünlü şairi Necip Fazıl, o günlerde Yalman aleyhine çok ağır yazılar yazıyordu. Ayrıca Üzmez, iflah olmaz bir Necip Fazıl hayranıydı. Sonunda Necip Fazıl, “azmettiricilikten” tutuklandı ve mahkemeye çıkarıldı. “Ünlü şair “in mahkemede kendisini savunurken söylediği şu cümle “unutulmazlar” arasındadır: “İngiliz’in biri, kıskançlık krizi içinde karısını öldürse Ve adamın cebinde Othello piyesinden bir sayfa bulsanız Azmettirici diye Shakespeare’in iskeletini mezarından çıkarıp Londra köprüsünden mi sallandıracaksınız?” Necip Fazıl Kısakürek in 1954’lü yıllarda çıkardığı Büyük Doğu mecmuasının bir sayısının kapağında, Osmanlı arması işlemeli sanat eseri bir kumaş resmini yayınlayınca, “padişahlık propagandası yapmak “ gibi saçma bir

gerekçe ile derginin o sayısının toplatılmış ve kendisi de suçlanarak mahkemeye sevk edilmişti. Necip Fazıl’ın mahkemede kendisini suçlayan savcıya gayet ibretli bir şekilde: İçinde adalet işlerine bakılan bu binanın tepesinde aynı Osmanlı arması var Siz de mi padişahlık propagandası yapıyorsunuz?” diye cevap vermişti. Necip fazıl bir üniversitede katıldığı sempozyumda, izleyicilerden biri “ben sizin geçmişinizi de biliyorum” diyerek kendisiyle eğlenmeye kalkınca üstad şu muhteşem cevabı verir ; “benim geçmişim bir çöplükten ibarettir ve çöplükleri ancak köpekler karıştırır” heybe gençlik dergisi y

39


SERBEST YAZI

40 y heybe gen癟lik dergisi

Haz覺rlayan: Erkut Kalkavan


SERBEST YAZI

“Charlie’lerin bitmesi için” Herkesin ne derdi var bizimle diyor veya neden herkes İslamofobi yapıyor bize karşı diyor ya da neden gayrimüslimler Hz. peygamber Muhammed’e (sav) hakaret ediyor diye düşünüyoruz değil mi? Şimdi bunun en son örneği ise Charlie Hebdo olayı, şimdi oturalım ve düşünelim. Bize düşmanlık etmeleri normal tabii, biz onların menfaati olan ve onların nefsani duygularını tatmin eden kuralları değiştiren ve Allah’ın ( CC) emirlerini getiren bu dindeniz, bu dini anlatan peygamberin ümmetiyiz. Ayrıca bu dini cihat şuuru ile yayan Osmanlı neslinin torunlarıyız. Bunları yapmaları gerçekten çok normal, ayrıca onların dine saygı bir diye terimi veya ahlak kavramı yok, bunu sakın ama sakın unutmayalım. Şimdi oturun ve ellerinizi başınıza koyarak tekrar düşünün: Biz bu hakaretlerden nasıl kur-

tuluruz veya bu hakaretleri bize yapmayı ne zaman bırakırlar? “Ne zaman mı?” derseniz işte şu zaman: Silahları bırakıp kalem ile savaştığımız, ayet ve hadis ile birlikte bilim ve arge çalışmalarına önem vermeye başladığımız ve birkaç kurum ile yetinmeyip ta ilköğretim okullarına kadar indirdiğimiz zaman. Ne zaman biliyor musunuz? 10-15 yaş grubu için TV başında değil bilimin başında araştırma yapması için uğraştığımız zaman. Çocuğumuza sadece ders çalışmasını ve bunu sadece puan için yapmasını değil, Fatih Sultan Han’ın torunu olsun diye çalışmasına teşvik ettiğimiz zaman kazanacağız. İşte o zaman hiçbir dergide Peygambere (sav) hakaret karikatürleri yayımlanmayacak ve buna kimse cesaret edemeyecek. İşte o zaman Suriye’de Filistin’de Arakan’daki kan ve gözyaşı duracak. İşte bizim yapmamız gereken bu.

heybe gençlik dergisi y

41


Günahkâr Günahkârlığını bilipte Başını eğdi Rabbinin önünde Sinesinde koca bir ağırlık vardı Bilemedi ne cins bir şey olduğunu Yokladı Lakin yoktu cevabı Cevapsız sual olmazdı elbet Hata, yanlış yerde aramaktı Döndü başını Döndü yüzünü Döndü ayaklarını Kaldırdı ellerini Kavuşturdu sinesinde Canı yandı kavruldu önce Nefesi kesildi Her secde edişte Bir kez daha dirildi Cevabı vermişti muhatabı Rabbiydi mutlak tek sığınağı Uyandı gözleri Uyandı dili Uyandı kulakları Her secde edişte Uyandı nefsine kafa tutan imanı Günahkârlığını bilipte Başını eğdi

Rabbinin önünde Sinesinde koca bir iman vardı Rabbine sığındı Aman diledi Rahmetiyle dindi yangını Bir balon gibi Söndü nefsi Yok oldu Rabbim sana açılan hangi el Senin huzurundan boş döndü? Kafile



Affet Küstüm Darıldım Kırıldım Hani beni duymadın ya sen Ben sana sırtımı döndüm Haddimmiş gibi İndirdim göğe doğrulan ellerimi Başka kapı varmış gibi Yüz çevirdim rahmetine Sağanaklarında sırılsıklam olmuşluğumu Unuttum Hâşâ! Kimdim ben Neydim Hangi yolda yürümekteydim Kime kurbandı canım Kimin karşısında kıldan inceydi şu destursuz başım Kırıldım Darıldım Haddimmiş gibi Sen ki gönlümü benden iyi bilensin Tövbe kapısında beni bekleyensin Ellerimi her göğe kaldırışımda Gönlümde tekrar tekrar yeşerensin Sen ki hem iliklerime kadar korktuğum Hem görmeden aşkına düştüğüm Yoluna revan olduğumsun İsyanımı bağışla Bir daha el açayım sana

Sonra bir kez daha Bir kez daha... Her secdede kokunu duyayım Rabbim diyeyim Sen beni benden iyi bilensin Gönlümü senin aşkınla öyle bir doldur ki Bu cihana yer olmasın Bağışla beni ki Bu aciz yarsız kalmasın Yolumu aydınlat Senden başkasına çıkmasın Zaten ne yana dönsem Yalnızca Sen varsın Kafile


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.