iki bu癟uk ayda bir fanzin
No:5 Pa ra i l e a l 覺 n m a z .
i ki b uçuk ayda bi r fan zi n No:5 Ni san 2016
s e v g i l i o k u r, beşinci sayımızda da ilk günkü heyecanımız ile karşındayız. amatör ruhun samimiyetiyle biraz güldük, biraz ağladık, bol bol d a s o k a k l a r ı d o l a ş t ı k . s e f e r i l e r b ö l ü m ü n d e b i r i n e w y o r k’t a n , b i r i k ö l n’d e n , b i r i d e d i y a r b a k ı r /a m e d ’d e n o l m a k ü z e r e ü ç t a n e y a z ı m ı z v a r. m ü l t e c i l i ğ i o r g a n i z e e t t i ğ i n i i t i r a f e d e n l e r i n y a n ı n d a n a n k ö r k e d i l e r, ş i i r l e r, ş a r k ı l a r, i l ü s t r a s y o n l a r, ü z e r i n e o t u r u p d i n l e n e c e k b a n k l a r v e ç ı k ı p d ü ş ü n e c e k s o k a k l a r v a r. b u s a y ı m ı z l a s o k a k l a r a d a ğ ı l ı r k e n , g r a f i k t a s a r ı m i ç i n d i c l e’y e , y a r d ı m l a r ı i ç i n m e r t’e , k a p a k i ç i n p ı n a r ’a v e y a z ı l a r ı n ı , e m e ğ i n i p a y l a ş a n h e r k e s e t e ş e k k ü r l e r. fanzinimiz para ile alınmaz malum, elden ele dağıtalım... s e v g i l e r, e.
2
iki buçuk ayda bir
sefer i ler batılı anlamda i l k mo der n festival yazısı 4 fi lm kr iti k: sar maşık 8 i ki b uçuk ayın r itmi 12 sokakta b üyük bi r eylem yapmak har i ka, p eki ya sonra? 14 bi r “ b üyükşehi r li”ni n unutuşu 16 sürgünde bi r bank 18 cem agai nst şii r 21 kör lüğün hızla ge çen bi r günü 23 sevg i li mize şii r yazma kılav uzu 24 mülte c i liğ i b en organize e diyor um 29 var ken yok g i bi 30 sefer i ler şelaley i yaşayan ev 31 her se ç i ş bi r vazge ç i şti r 36 nankör ke di 38
iki buçuk ayda bir
3
.seferiler.
Batılı Anlamda İlk Modern Festival Yazısı Ece Defne
“Heute fährt die 18 bis nach Istanbul” Sevgili okur, Bu şubat ayı başında, namını çok duyduğum fakat bir türlü gidemediğim Köln Festivali’ne gitmeyi sonunda başardım. Bir hafta süren ve Almanya’nın kuzeybatısı civarında kutlanılan, Orta Çağ’da kilisenin yasaklamasıyla biraz kesintiye uğramış olsa da, uzun süredir kutlanan bir festival. Bu festivalin sonunda, Paskalya’ya kadar kırk gün süren bir oruç dönemine girip, et ürünleri, şeker ve bira tüketilmemesi gerekiyor. Günümüz koşullarında ise durumlar biraz daha farklı ve gerçekten oruç tutan insan sayısı az. Yılın 365 günü zaten içen Almanların bazı günlerde sadece biraz daha fazla içmesi için bir bahane haline gelmiş, oldukça turistik bir karnaval. 4
iki buçuk ayda bir
Eğer damarlarınızda akan asil kanın sizi koskocaman bir gaz ve toz bulutu haline dönüştürmesini istiyorsanız, gönül rahatlığıyla bu karnavala gidip lingo lingo şişeler devirebilirsiniz. Alkol komasına mı girdiniz? Tebrikler, artık siz de bir festival Almanı olmaya hazırsınız. Karnavalın bir diğer büyük özelliği ise, kıyafet değişimi. Zaten bu da işin en can ve göz alıcı kısmı. Karnavalın ilk gününden son gününe kadar herkes daha önceden pek bir hevesle hazırladığı kostümleri giyip delice eğleniyor - istisna yok! Metro duraklarında bekleşen muzlar, döner yiyip kusan korsanlar, tuvalet sırası bekleyen birkaç Papa, marketten tuvalet kağıdı alan ortaçağ askerleri… Üstelik kıyafet konusunda kimse hiçbir çabadan kaçınmıyor ve her şeyi ince detayla planlıyor. Mesela, pilot kostümü giyenler arkalarından bir valiz çekiştiriyor. Sokakta deli gibi giyinip gezinmek i-na-nıl-maz eğlenceli. Şahsen, ben ilk başta “ay ne kostüm giycem öyle çocuk gibi” deyip suratımı ekşitmiştim. Fakat bir arkadaş, aslında bu işin çok eğlenceli olabileceğini ve insanlara da zaten çaktırmadan olmak istedikleri insanlar gibi giyinme fırsatını verdiğini söyledikten sonra, aslında Seda Sayan gibi giyinebilmenin hiç de fena olmayacağını düşünmeye başladım. Yine de Almanya’da bu konsept için malzeme eksikliği olmasından, gara indiğimde, oradaki dükkanlardan birinden aldığım sade bir mavi perukla haftaya başladım. Fakat sonradan, neredeyse her gün bir şekilde kendimi başka kıyafetlerle buldum. Bir gün biri gelip suratımı kedi gibi boyadı, başka bir gün bir iki buçuk ayda bir
arkadaşın muz kostümünü denedim, başka bir günse sade bir gözlük ve cafcaflı bir kamuflaj şapkasıyla sonbahar-kış koleksiyonumu tamamladım. Eğer gitmeye karar verirseniz ve ne giyineceğim derdine düşerseniz, size tavsiyem, muz olun. Daha önce de muz olmanın hikmetini duymuştum, ama görünce gözlerime inanamadım. Geçen yıl “Minyonlar” diye çok izlenen bir animasyon yapılmıştı. Oradaki küçük sarı minyonların en sevdiği şey muz ve gördükleri anda “muuuuz” diye bağırıp zıplamaya başlıyorlar. Niye diye sormayın, niyesi filmi sizin nasıl okumladığınıza bağlı. İşte Amerikan sinemasının hikmeti sayesinde biri minyon kıyafeti giyinmişse gözlerini kocaman açarak zaten kesinlikle gelip sarılıyor. Ama onun dışında da oldukça ilgi çeken bir kıyafet. Sokaktan geçen insanlar durup durup muz meyvesine çok şaşırıp, sarılıp, bir de üstüne fotoğraf çektiriyorlar. Burası da benim için karnavalın en gizemli kısmı: hikmetini bir türlü çözemedim zira.
“
Eğer gitmeye karar verirseniz ve ne giyineceğim derdine düşerseniz, size tavsiyem, muz olun. Daha önce de muz olmanın hikmetini duymuştum, ama görünce gözlerime inanamadım.
”
Karnavalın son günü ise, tüm şehrin zıvanadan çıktığı gün oldu. Sokaklar dev bir maskeli balo haline getiriliyor ve farklı farklı kuruluşların kortejleri ana sokaktan geçerek envai çeşit şeker, çikolata ve çiçek dağıtıyor. En azimsiz insan bile sadece kafasına çarpan çikolataları toplayarak en az bir poşet çikolatayla eve dönebilir. Buraya 5
İsveç’ten Hollanda’dan bile çikolata dağıtmaya gelenler var. Ayrıca Köln’ün futbol takımının oyuncuları da kortejin bir parçası. Eee ben geldim Köln Festivali’ne. Peki ne yiyip içeceğim? Hem, yemeiçme kısmı olmayan gezi yazısı mı olur canım, demeyin. Sadece çikolata yiyip, bira içmek zo-run-dası-nız! “Ben yiyemem öyle şeyleri, hem çok ağır değil mi?” demeyin, zaten isteseniz de istemeseniz de yoldan geçen melek korteji kafanıza çikolata sıkacak, Güney Afrika’dan gelen bir muz ise elinize bira bardağı tutuşturup size sarılacak. Bunlar dışındaysa öyle festivale özel yiyecekler yok. Fakat eğer gerçekten milli adet ve göreneklere gönül vermiş bir vatan evladıysanız, Karnaval yüreğinizin kaldıramayacağı görüntülere sahne olabilir. Her köşe başında beliren Haçlı askerleri, az önce Constantinapolis’i fethetmişçesine
büyük bir neşe ve edayla sokaklarda dolanırken, Ahmet Yesevi caminin önünde büyük bir iştahla domuz sosisi yemeyi ihmal etmiyorlar. Bu karnavala 19. yüzyılda bir Osmanlı seyyahı gitmiş olsaydı Batılı anlamda hiç hoş olmayan bir yazın tarihimiz olabilirdi. Bu durumda, aslında şehrin yüzde bilmem kaçını oluşturan Türklerin sokakta hiç mi hiç görünmemesi tesadüf değil. Sanırım bu karnavaldan en çok yara alan şey her zaman yara almaya hazır ve nazır Alman-Türk dostluğu ve entegrasyon politikaları. :( Bir diğer uyarımsa, çocuk şarkılarını sevmeyenlere gelsin. Zira festivalde 7/24 aynı tempoya ve melodilere sahip, özünde aynı, fakat farklı oldukları iddia edilen binlerce şarkı çalınıyor. Kaçış yok! Nereye, hangi saatte giderseniz gidin, “topu topu 7 nota var, kaç farklı şarkı yapılabilinir ki” düsturunu ilke edinmiş şarkıcılar ve onların şarkıları sizi bulacak. Müzik ruhun gıdasıysa, karnaval müzikleri mide kanaması geçirttirebilir. Bu durumda, belki sadece 18 no’lu tramvaya binmek yapılacak en ilginç şey olabilir. Çünkü çok bilinen bir festival şarkısında İstanbul’a giden 18 no’lu bir tramvaydan bahsediliyor ve o tramvaya binen herkesin bu şarkıyı söylemesiyle tramvay İstanbul diye inliyor (“Heute fährt die 18 bis nach Istanbul”).
6
iki buçuk ayda bir
iki buรงuk ayda bir
7
fİLm krİtİk
sarmaşık tolga k ar açelik - 2015
“Su, su, su, nereye baksan su, Ama hiçbir yerde yok içecek bir damla” - Yaşlı Gemici (The Rime of the Ancient Mariner)
Gemi, içinde sıkışılıp kalınan toplumun, iktidarın başrolde oynadığı düzenin ve doğanın içinde doğadan bu kadar uzak insanlığın bir metaforu olarak edebiyatın en güçlü örneklerinin ana öznesi olarak karşımıza çıkar. Conrad’ın eserlerinin temelini, Melville’in Moby Dick’ inin sorunlu evrenini oluşturan geminin en kuvvetli temsillerinden bir diğeri ise Sarmaşık (2015) filminin de merkezine oturttuğu Samuel Taylor Coleridge’in romantik edebiyatın köşe taşlarından sayılan Yaşlı Gemici şiiridir. Tolga Karaçelik, şiiri hem seçili dizelerine yer verip bölüm epigrafları olarak kullanıp, hem de Coleridge’in bilhassa karanlık ve gerçeküstü ruh halini, metaforik anlatımını ve en önemlisi de evrensel derdini daha da yerelleştirerek aktarır izleyicisine. Zaten iktidar sevdası ile içselleştirilen hiyerarşinin en temiz gözlemlenebildiği küçük bir ‘medeniyet’ temsili olan geminin olduğu her yerde, sarıp sarmalayarak insanlığımızı kurutan dert de aynı değil midir?
8
iki buçuk ayda bir
Sarmaşık, toplumun kesiklerinden nasibini farklı farklı almış gemicilerin yürüttüğü ve görünmez sahiplerini doyuran klasik bir yük gemisi olarak denize açılır. Tahliye yapılacağı limana gelindiğinde ise armatörün iflas haberi ile süresiz olarak demir atar. Tek başına iktidar kaptan Beybaba, sağ kolu usta gemici İsmail, kamarot Nadir, makinacı Kürt ve gemici sıfatıyla Alper ile Cenk’in geride kalanlar olarak küçük bir eril toplum temsili oluşturduğu gemi, dışına çıkılamayan ama içinde de barınılanamayan bir mikrokozmos örneği olarak, yaşam ve ölüm arasındaki eşikte kendine yabancılaşarak yaşayan insanın, bir macera gibi atıldığı bu dünyayı nasıl da hapishaneye çevirdiğini gözler önüne serer. Karaçelik, gemiye girmeden hemen önce flaş etkisiyle hiç de yabancı olmadığımız bu erkek tipleriyle göz göze getirir bizi. Çilingir sofrasında demlenen adamın erkin tam teşekküllü temsili Beybaba olarak karşımıza çıkmasına; koruma olduğunu anladığımız adamın yine yalnızca cüssesiyle var olabildiğini göreceğimiz Kürt olmasına; ya da ulu orta dayak yiyen Cenk’in iktidarın altında rahat duramayacağını anlamamız bizi şaşırtamaz. Ama yine de bu adamların birlikteliğinden doğan sistem temsilini, sanki hiçbir fikrimiz yokmuşcasına gemiye adapte olmaya çalışan/çalışmayan Alper ve Cenk ile beraber deneyimleriz. Gemi nasıl işler, nasıl işlemez, tıpkı ‘gerçek’ hayat rutininin bir temsili gibi denizin yavaşlığında, içselleştirdiğimiz sistemi dışarıdan izleyerek tekrar öğreniriz. Sarmaşık, kendini hiç de saklama gereği görmeyen apaçık bir Türkiye alegorisidir, ama her ne kadar karakterlerin içine biraz daha girebilmeyi dilesek de yalnızca stereotipik bir temsil sunduğunu da söyleyemeyiz, çünkü ‘tarafları’ suçlamayı çözüm olarak sunmaz ve düzenin yarattığı her insan tipinin kendi bağımlılıklarını görmeye davet eder. Hepsinin insanlık, erkeklik travmaları yaygın olduğu kadar gerçektir; ‘sen bana orospu çocuğu dedin ya!’ birini öldürmek için gerçekten de ikna edici bir siteme dönüşmüştür ne yazık ki. Beybaba’nın makamından aşağıya inmesinin tek nedeni, kontrolü elinde tuttuğu altüst ilişkilerini sağlamlaştırarak iktidarını güçlendirmektir: önce birine sonra ötekine ‘sen benim kulağımsın’ der. Dini kimliği ile öne çıkan İsmail ise ‘iktidardan çok iktidarcı’, yanlışına rağmen her zaman ona güç imkanı tanıyan üstüne ulaşan anahtarı her zaman koynunda saklayacak türden bir adamdır. Sulukule’deki evinin yıkılmasından korkan Nadir, parasını alıp ailesinin yanına gitmek istese de Beybaba’nın lafından çıkamaz, fıtratçılığını zamanla aşacaksa da kendisini bir türlü içinde bir yere oturtamadığı düzende yitip gitmesi muhtemel bir ruhtur. İsmi olmayan, oradaki varlığı tam da kabullenilemeyen Kürt, kocaman cismiyle, hatta yalnızca düşüncesiyle dahi korku yaratır diğerlerinde, ama dilini dahi kullanamazken varlığı ve yokluğu ile güç dengelerini etkiler. Demirsporlu Cenk fitildir, duramaz yerinde; zorunluluklarla altına girdiği her yerde, üstünde baskı kuran her şeye karşı durur; o orada açlıktan sürünürken armatörün gemicikleri ile sefa sürmesini kabullenemez, ama pratikte yapayalnızdır bu duruşunda.
iki buçuk ayda bir
9
Onun yanında tanıdığımız, yine özgür ruhlu ama daha ‘sağduyulu’ olarak iktidara şimdilik istediğini veren Alper ise bu minik temsilin halet-i ruhiyesini kurtartmak için elinden geleni yapar. Birbirlerinin besleyerek büyüttükleri kompleksleriyle, kaçarak ya da bilhassa isteyerek geldikleri ama seçenek bırakılmaksızın içinde sıkışıp kaldıkları gemide, kendi yolunu bularak var olmaya çalışan bu altı adamın yaşam mücadelesidir Sarmaşık.
“Gemi gitmiyorsa gemi değildir. O zaman kaptanla ne yapacağız?” - Tolga Karaçelik
Karaçelik’in Sarmaşık’ta sarsmak istediği bu sistemli yapı, akla doğrudan devleti getirse de, onun iktidarını içselleştirerek kendi küçük evreninde güç gösterilerinin keyfini süreni işaret eder en önce aslında. Herhangi bir gemideki herhangi bu altı insan üzerinden, Foucault’nun da özneyi anlamak için bir araç olarak kullandığı iktidarı yeniden incelemek için masaya yatırır. Milgram ve Stanford hapishane deneylerinde otorite gücünün insanın gözünü nasıl kör ettiği, Golding’in Sineklerin Tanrısı (Lord of the Flies) ile sözde ‘medeniyet’i nasıl kurduğu bilinir. İşte ancak bu güç ve güçlü sevdası ile bir parçası olunabileceği öğretilen gemi, işlevini yitirdiği ve altyapısını kaybettiği zaman, hiyerarşinin basamaklarının anlamsızlığı fark edilir ve sistemin temeli sarsılır. Makamında gücünün keyfini süren iktidar, altındakilerin birbirlerini yemelerini korkarak seyreder, çünkü dökülen her damla kandan çıkan sarmaşık her an onu da kurutabilir. Çünkü ‘atarlı’ ve yalnız olmaktansa, belki ağır ağır ortaya çıkan ama sonunda her yeri kaplayan salyangozlar gibi hareket edilmesinin gücünün farkına illa varılacaktır. Sarmaşık’ı bu doğrudan göndermelerinin yanında daha da derin kılan ise, tutunup beraberinde getirdiği Yaşlı Gemici’nin gücüdür şüphesiz. Descartes’ın öğütlediği şekilde doğanın hakimi olma yolunda devam eden insanı bu akılcılıktan kaçmaya, deli olmaya, doğaya yaklaşmaya çağırır Coleridge. Tıpkı Yaşlı Gemici’nin gücünü göstermek adına canını aldığı albatrosun ardından sürüklendiği laneti ancak sümüksü yaratıklar dahil doğayı tümüyle kabul ederek hafifletebilmesi gibi; Cenk de sistemden nasibini alıp bir ispat yoluna düşerek Kürt’ü öldürür ve gemiyi saran karanlıkta, suçluluk duygusunun ağırlığı ile bastığı zemini süsleyen sonsuz sümüklüböcekle dans ederken bulur kendini. İnsan taptığı güç için aklının sınırlarını zorlamaya devam ederken, yeryüzünün nimetlerinden koparak salyangozları dahi yüceltebilmek ve aynı şekilde ötekileştirilen doğaya geri dönebilmek, ancak çocuksu bir ruhla veya delilikle mümkün olabilir. Kürt’ü albatros ve başka bir temsili olarak görülen Moby Dick ile bir tutmak da bu açıdan yanlış olmaz sanırım; bu yadsınamaz büyüklükteki ‘öteki’nin varlığını gerçekten algılayabilmek ve kabullenebilmek için insan kendini illa o yaşam-içinde-ölüm korkusuna sürükler belki de. Coleridge, doğa ihlalinin insan üstünde yaratması gereken psikolojik buhranı incelerken, Karaçelik de yine aynı ihlalden insan yapımı bu düzenin kendisini çürütüşüne bakar. Doğanın yanında küçücük kalması gereken insan, nasıl olmuştur da kendi yarattığı sistemin altında ezilmiştir böyle?
10
iki buçuk ayda bir
Yeni Türkiye Sineması’nda yavaş ama sağlam adımlarla yerini alan Tolga Karaçelik, Gişe Memuru (2010)’nda kutuların içinde yaşayan sıradan bir adamı yine aynı sembolik dille anlattıktan beş sene sonra, Sarmaşık ile tekrar sinema perdelerine çıkarak çok daha güçlü bir sinema deneyimi sunar – görüntü yönetmeni Gökhan Tiryaki ve bilhassa Nadir Sarıbacak olmak üzere tüm karakter oyunculuklarının da bundaki payının altı çizilmelidir elbette. Nadir Sarıbacak’ın 52. Altın Portakal Film Festivali’nde sansürlenen konuşmasında da dediği gibi tek ihtiyacımız, muhabbete sarılmaktır: aynı hataya düşmeden, albatrosu öldürüp kardeşliği bozmadan. Karaçelik’in, şiirde anlatılana paralel olarak, ‘hapishanesi’ ve ‘nimeti’ ise, sinema ile bu gerçek hikayeyi onu anlayacağını bildiği kişilere sonsuza kadar anlatmaktır. Seyirci ise tıpkı Yaşlı Gemici’deki düğün konuğu gibi bu filmi izledikten sonra daha üzgün ama daha bilgili olacaktır muhakkak.
-
B ü ş r a S av l ı
iki buçuk ayda bir
11
İ k İ b u ç u k ay ı n rİtmİ
Her döneme, her anıya, her kişiye tanıklık etmiş, “hani o ilk gün dinlediğim gibi...” cümlelerine nesne olmuş,bazen fotoğraf karesinde belirmiş ya da belli bir süre ağızdan düşmeyerek etraf takileri bezdirmiş ş a r k ı l a r, ş a r k ı l a r ı m ı z …
Bir gün oturup kimimizin lise ya da üniversite, kimimizin bekârlık ya da evlilik dönemlerinde kalan unutamadığımız şarkıları merak ederken ben; nedenini, acabasını, keşkesini hiç kurgulamadan sorup soruşturup bir derleme hazırladım sizler için. Eminim hepsi bir yerden tanıdık gelecek ama Zombie, Ye s t e r d a y, N o t h i n g E l s e M a t t e r, A n o t h e r B r i c k I n T h e Wa l l g i b i şar kılar beklemeyin diye şimdiden uyarayayım. Geçmişte olan ve etkisini çok uzun süre devam ettiren ş a r k ı l a r ı n y e r a l d ı ğ ı “ Pa s t Pe r f e c t” listemle tanışın.
* Bu listeyi oluşturmamda bana yardımcı olan ve anılarına şahit olmuş şar kıları benimle paylaşan g ü z e l i n s a n l a r a … Te ş e k k ü r ederim!
* * “ Pa s t Pe r f e c t ” l i s t e s i n i “ikib ucukaydabir” adıyla S p o t i f y ’d a b u l a b i l i r s i n i z . Ke y i f l i dinlemeler☺
Selin
12
iki buçuk ayda bir
İ k İ b u ç u k ay ı n çalma lİstesİ
tema: Past Perfect
Muse - Nıshe
Depeche Mode – I Feel You
B e l l e & S e b a s t ı a n – G e t M e A w ay F r o m I ’ m D y ı ng
S u p e r g r a s s – S t. P e t e r s b u r g
N ı c k C av e & T h e B a d S e e d s f t. P J H a r v e y – H e n r y L e e
Y ı r u m a – R ı v e r F l o w s In Y o u
S u s ı e S u h – L ı g h t On My S h o u l d e r
Ok Go – You’re So Damn Hot
Blur – Out of Tıme
B l a c k R e b e l M o t o r c y c l e – B e a t T h e D e v ı l ’ s Ta t t o o
D o v e s – T h e La s t B r o ad c a s t
M e t a l l ı c a – W h e r e e v e r I May R o a m
F ı n l e y Q u ay e - D ı c e
M o o d y B l u e s – M e l an c h o l y Man
K a r g o – Bad ’ l i k A m i r i
C a t p o w e r – N a k e d If I Wan t T o
T h e C u r e – In B e t w e e n D ay s
A r e t h a F r a n k l ı n – I t ’ s In HI s KI s s
Bonobo - Noctuary
D av ı d B o w ı e – M o d e r n L o v e
A l G r e e n – H o w Can Y o u M e nd A B r o k e n H e a r t
Fıona Apple – Slow Lıke Honey
The Str anglers – Golden Brown
E t t a J a m e s – I ’ d Ra t h e r G o B l ı nd
Kıngs of Leon – Pyro
S e l a h S u e – Ragga m u ff ı n
Incubus – I Mıss You
Cocoon – Chupee
Bunl ar da benden:
iki buçuk ayda bir
13
“sokakta büyük bir eylem yapmak harika! peki ya sonra?”
14
iki buçuk ayda bir
geçen gün dimitrios roussopoulos’un konuşmacı olduğu bir panele gittim. toplumsal ekoloji nedir, ne değildir, bunları anlatmak üzere kürsüye çıkan roussopoulos istanbul’un da içinde bulunduğu megapollerden bahsederken şöyle bir cümle kurdu: “istanbul’daki bireysel araç çokluğu toplumsal intihara meyildir.” trafiğin kentte yaşayan insanlar için içinde barındırdığı intihar boyutunu düşünmek, ücretsiz toplu taşıma talebinin tekrar tekrar güncel olması gerekliliğini hatırlattı. ama bu konu gündemde yok. daha doğrusu o kadar uzun zamandır gündemde ki işte bu yüzden gündemde yok gibi. bu sokaklar zincirinin akışında bir yerden bir yere varabilmek için verdiğimiz dünya paralar (tam akbil 185 lira olmuşken) haksızlık. rakamın niceliğinde değilim, kuruş bile haksızlık. devasalığı ile hayret uyandıran, insan aklını, algısını fazlasıyla aşan kent, insani ölçeğin kat be kat üstünde bir karmaşıklıkta ve büyüklükte organize. evden işe, işten eve, sonra yine. işte böyle böyle kentin “bir yatakhaneye indirgendiğini”* hissediyoruz. iletişim mekanı olan sokaktan çekilerek, toplanma ve sözü dolaşıma sokma yerlerinden de çekilmiş oluyoruz. oysa lefebvre’nin dediği gibi sokağın kentsel mekanı sözün söylendiği ve hatta sözün “vahşi” hale gelebildiği, kanunlardan ve kurumlardan kaçıp duvarlara dahi yazılabildiği yerdir.
sokak bu değil çocuklar! sokak otomobiller tarafından işgal altında bir yer değil. bir yerinden bir yerine acılar içinde gideceğimiz bir uzam değil. trafikte beklememek için yürümeyi seçtiğimde, kaldırımdan yürümek için dahi zikzaklar çizerek kaldırımlara park etmiş arabaları atlamam gereken etapların sonrasında kaygılar üreterek eve varacağım zorlu bir geçiş yolu değil. sokak bu devasa ölçek içinde, var olduğumuz, söz ürettiğimiz, saklı ev kabuklarından gökyüzüne açıldığımız yer. sokak, insani ölçek.
elican çelebi *hen ri lefebvre – kentsİz kentleşme
otomobillerin sokakları işgal etmesi üzerine lefebvre aynı kitabında şöyle diyor: “otomobil lobisinin baskıları, eski araçları birer pilot objeye, park etmeyi bir obsesyona, sirkülasyonu öncelikli hedefe çevirmiş, sosyal ve kentsel yaşamı bütünüyle yıkıma uğratmıştır.”
iki buçuk ayda bir
15
“büyükşehirli“nin
16
iki buçuk ayda bir
bir
unutuşu
-
Özge Mutlu
iki buçuk ayda bir
17
sürgünde bir bank
Gerçek hayatta olmaz böyle şeyler kafamızdaki normal ve tuhaf ayrımı yüzünden ama öykülerde özgürüz karakterleri dilediğimiz gibi yaratmaya. Yazarken Tanrısıyız öykümüzün, yaşarkenkinin aksine (yaşarken ise yarı Tanrıyız). O sebeple gerçekte bu şekilde başlaması neredeyse imkansız olan bu diyalog, içerik olarak bugünden doğmakla birlikte, biçim olarak kaygısız yaratılmıştır: Gri ve puslu havaya yakışır yalnızlıktaki banka, karışık çantamda bulamadığım gözlüğümü daha rahat arayabilmek için oturdum. Bankın yerlisi konuşmayan amca, gözlerini yerdeki sonbahardan kalma yapraklara dikmiş düşünüyordu. Her zamanki gibi gülümseyerek selam verdim. Ve o, ilk defa, kendi kendine gibi de olsa benimle konuşmaya başladı. -“Çocuk” dedi. “Bir gün apar topar gitmek zorunda kaldığında, zaman geçer ve iyileşir her şey derken, geri dönecek bir evin olmaması... Olmayabilir dünyanın bu yabancılaşmış, yalnız ve çürümüş halinde. Ama yeşillikler var. İçindeki filizleri büyütürsen, dışarıdakine ulaşabilirsin, görebilirsin, var edebilirsin onu. Kırık kalpler de yeşerir çocuk. Evine hiç dönemesen bile, gülebilirsin.” Sonra bana baktı, yüzündeki buruk ve içten gülümsemeye gözlerinin ıslak parlaklığı eşlik etti. Ve ben çelişkilerden kaçmamayı, o gün, aylardır gülümsediğim ama hiç konuşmadığım ve konuşmaz sandığım amcadan öğrendim. Gözümüzü yapraklara birlikte diktik ve monologlu bir sohbete başladık zaman zaman birbirimizi dinleyerek. Gözyaşı ve gülümsemeden, tuhaftan korkmadan. Sürgünde, özgürdük.
Ece Özsaraç
18
iki buçuk ayda bir
fo
fotoฤ raf: รถzge mutlu
iki buรงuk ayda bir
19
çizim: pınar dönmez
cem against şiir hayat dediğin labirent insan kayboluyor muntazaman bir öpüşmenin ıslaklığında seneler harcıyoruz sesler dağıtırken dikkatimizi tribünündeymiş gibi maçın ilk yarı bu kaleye ikinci yarı öbür kaleye küfrediyoruz sigara dumanından yola çıkıp unutulmuş koylara varıyoruz dalgaların üzerine yatıp uyuyoruz avuç içimize bir diken batışıyla uyanana kadar küçük odalarda büyük hayallerle yüzü sert ruhu yaşlı çocuklarız aynada kendisiyle dövüşüp başkalarını güldürmek peşinde
Burak Cem Salay
iki buçuk ayda bir
21
22
iki buçuk ayda bir
Yazı: Asya
Çizim: Elif Naz Duman
Körlüğün Hızla Geçen Bir Günü Z a f e r Ya l ç ı n p ı n a r
simsiyah bir pamuk tarlası gibi bu sabah kentin sisi açılmayan kilitler kepenkler akmayan köprüler geçitler sayılmayan paralar giyilmeyen gömlekler geminin çapası havadaki demir kokusu sahildeki çakıl asfalttaki mıcır her şey donuk ve siyah bu sabah göremesem de sesi geliyordu güneşin hemen gökyüzünü de buldum herkessiz ve biricik gökyüzünü sonra “gece oldu” dediler ellerimde titremeler bulanık bir çift göz ayaklarımın altında garip bir yerler kafamda hantallaşan aynı sorun: “her şeyi anladım ama körlüğün ne olduğunu anlayamadım bütün hayatım boyunca.” Ey ay! seni de buldum sesin geliyordu sen bir kadın sesi gibiydin eskiden beni sakinleştirirdin
Çizim: Elif Naz Duman
birden: “hayır, bitmeyecek! göremesem de bir lav gibi aklımda dönüyor bu gökyüzü gözlerimden dışarı çıkacak neredeyse!”
Yazı: Asya
-büyük susku-uzun zaman“çıkarsa çıksın!”
iki buçuk ayda bir
23
.seferiler.
sevgilimize şiir yazma kılavuzu E z g i Ka r a o ğ l u & M e l i h A s l a n ( S ev g i l i l e r G ü n ü Ö z e l B ö l ü m )
Bu sayımızda sevgilimizi, platoniklerimizi, hoşlandıklarımızı, uzaktan beğenip açılamadıklarımızı, yasaklıları, çevresinden gezinip içine sızamadıklarımızı unutmuyoruz. Hep beraber bu basit yöntemle kendilerine şiirler yazıyoruz. Ne de olsa bize her gün bayram, her gün sevgililer günü. Dünya yansa umurumuz değil. Adım 1: Öncelikle iki fotoğraf alalım. Adım 2: Her bir fotoğrafın bize çağrıştırdıklarını beyin fırtınası metoduyla altına yazalım. Adım 3: İki fotoğraf için çıkan ortak çağrışımları işaretleyelim. Adım 4: Ortak çıkan bu kelimelerden bir şiir oluşturalım. Ortak olan tüm kelimeleri kullanmak zorunludur. Yoksa şiirimiz istediğimiz kadar derin, incelikli ve aşk dolu olmaz. Haydi, siz de deneyin!
24
iki buçuk ayda bir
Örneğin, Adım 1-2 ve 3: İki fotoğraf seçtik. Fotoğrafların çağrıştırdıklarını yazdık ve ortak çağrışımları işaretledik.
Suriçi
Kaçak çay
Savaş
Şeker
Polis
Kahve
Barikat
Diyarbakır
Yıkıntı
Amed
Yalnızlık
Sur
Üzüntü
Dağ Kapı
Hasret
Polis
Sur
Barikat
Diyarbakır
Hüzün
Amed
Keder
Terkedilmişlik
Arkadaşlar
Hüzün
Birlik
Keder
Sohbet
Bakış
Hoşbeş
Moloz
Futbol
Patlama
Çocuklar
Boşluk
Oyun
Beklemek
Beklemek
iki buçuk ayda bir
25
Adım 4: Şiirimizi yazıyoruz. Tüm kelimeleri kullanmaya dikkat edelim.
Sen Diyarbakır diyebilirsin, Ben Amed demeyi tercih ediyorum. Sen ne dersen de sevgilim bu topraklara Önemli olan şairin dediği: “Ya içindesindir surun, ya da dışında yer alacaksın.” Bu surları “koruyan” polis barikatlarından sebep Sen içindesin işte surun, Ben dışında yer alıyorum. Sen içerde kaldın, Ben ise dışarıdayım, GBT’m temiz çıkmadı, kimlik kontrolünde izin verilmedi bana, Yanına giremiyorum. Ben gelirsem belki bu kanıksanmış hüznü, kederi dağıtırız diye, Arka kapıdan girebilmenin yollarını arıyorum. Sen beni bekle, merak etme.
Şiirimiz sona erdi. Şimdi eşe dosta okutma veya kendine saklama zamanı. Bu şiirimizi sevgililer gününün, kırmızı güllerin, boş aşk sözlerinin bir şey ifade edemediği, sokakları, insanları zorla birbirinden ayrılmış bir güzel şehre, Diyarbakır’a (“ya da ben Amed demeyi tercih ediyorum sevgilim”) ithaf ediyoruz.
Fotoğraflar: Surİçİ-Melİh Aslan, Çay İçenler-Ezgİ Karaoğlu tarafından 14.02.2016’da Dİyarbakır, Sur’da çekİlmiştİr.
26
iki buçuk ayda bir
www.anitsayac.com iki buรงuk ayda bir
27
fotoฤ raf: รถzge mutlu
28
iki buรงuk ayda bir
tlu
Ş İ Ş Ş Ş Ş T, aramızda; M Ü LT E C İ L İ Ğ İ BEN ORGANİZE E D İ YO R U M ! ! ! Baktım olacağı yok. Bu koca ulu-devletlû hükümetler anlamıyor, kendi rahatlıklarından birkaç metre ötesini görmüyorlar. Afrika, Ortadoğu ve Asya’da olan çatışmalardan zerre kadar alınmıyorlar. Sanki paşa ve prenseslerimiz için hazırlanmış belgesel bütün bu olanlar. Anladım ki rahatlıklarına halel gelmezse, huzurları bozulmazsa ne savaşları ne de yoksullukları görecekler. Kavramlaştırıp rahatlatan sıfatlarla bazen din, bazen mezhep, bazen de “etnik” denilen nedenlerle manşetlere, beyaz camlara ve heşteglere taşınan açlık ve maduniyet savaşları, ben müdahale etmezsem “haber arşivi”ne gidecekler. Yok yok bu böyle olmayacak. Aradım bizim çocukları. Pakistan, Irak, Suriye ve Lübnan’daki görev insanlarını ve sıkı durun: BAŞLATTIM BÜYÜK GÖÇÜ. Siz buna “mülteci akımı” dediniz. Fena değildi meşruluk için bu adlandırmanız. Ama farkında değilsiniz, onlar göçmüyorlar, göreve geliyorlar. O güzelim gözlerdeki parıltıyı görmüyor musunuz? Bakmayın mahzun ve madun durduklarına. Onların hepsi öncü girişimci. Tıpkı yıllar ve yıllar önce Avrupa’dan Amerika’ya göç edip Büyük Amerika’yı kuran öncü göçer-konar ve girişimi kutsayan insanlık ataları gibi. Önce Türkiye ve Yunanistan ile anlaştım. Biri köprü diğeri transfer kolaylığı sağlamaya söz verdiler. Sağ olsunlar, şahane yaptılar. Şimdi sıra Roma, Berlin, Paris ve Londra mevkidaşlarımda. Bakmayın siz o duvar, çit ve polis engellerine. iki buçuk ayda bir
O kadar da kolay da olmamalı di mi? Herkesi de görevli olarak taşıyamayız ki. Bundan sonra sürprizlere hazırlanın. Truva rolü her ne kadar biraz kitlesel olduysa da gelecek yüzyılın girişimcilerini çok şükür yerleştirdik yaşlı kıtaya. Siz misiniz rahatlığı ve tatilleri paylaşmayan. Alın size yüzleşme fırsatı. Adına ne derseniz deyin, kasalarınızı açmazsanız, rahatlığı ve tatilleri paylaşmazsanız yeni efendileriniz veya ortaklarınız geliyor. Aydınlanmadan beri unuttuğunuz soruyu sormanın zamanı geldi de geçiyor bile. Bu kalkınma kimin için kalkınıyor? Yüz yıldır acayip buluş, patent ve teknoloji ve inanılmaz bir parasal gelişme var. Ülen düşmüyor bu gelişmenin kırıntıları Ortadoğu’ya? Övündüğünüz bu gelişme ve kalkınmanın sizden başka kimseye faydası yok mu len. YOK veya YOK kabul ediyorsunuz. Nah kabul edersiniz. Bizim mahallede buna “yok öyle üç köfteye beş kuruş” denir. Saldım bizim çocuklara hareket haberini, başlattım mülteciliği. Ya aklınızı başınıza alırsınız ya da, ya da İKNA OLURSUNUZ kasalarınızın şifrelerini söylemeye. Benden söylemesi.
-
demek istedim
29
Varken yok gibi, yokken bok gibi. Zamanın kanımıza karıştığı şu günlerde, varlıkla yokluk kardeş gibi. Söyleyebildiğimiz tek şey hiçbir şey söyleyememekten, içtiğimiz çayın tadı tadamamaktan, babaannemizin genç kızlığı siyah ve beyazdan, günü batırmanın güzelliği turuncu ve mavinin cilvesinden ibaretken, savaşımız çoktan unutulmuş bir masal gibi. Deli kızın saçının dalgalanışında, elinin zarafetinde ararız güzelliği. Yetemedikçe gücü tükenmiş bir canavardır korkumuz. Bulunamayan her rengin hüzmelenerek içimizi yakmasındandır öfkemiz. Bir boğaz esintisinde “oh” çekilir ya karşılıksız, orada bir yerdedir masumiyetimiz. Bir şehrin her karışına hakimsen olmuşsundur. Olmuşuzdur. Biz, güneşten hep bir ton daha fazlasını isteyen çocuklar, iste budur bizim tek kusurumuz. Bir haziran sabahı gözlerini hayata yeniden açan yaşama tutkumuz. Pis, bozulmuş dedikleri şey aslında samimiyetimiz. Yutkunduğumuz her cümle, sessiz bir duvar. Sarıla sarıla kaynar duvarlar, olur mordan hallice bulutlar. Bir anne ninnisini fısıldar, bir el uzaktan uzanır, dipsiz ufuklara yol olur. Ufuklar ufuklara karışır, yıldızlar bir gün kavuşabileceklerini hayal edip mutlu olur. Bakarlar, beklerler. O gelmeyen bir gün gelir ya, varlığı da yokluğu da toz duman olur. Söyleyemediğimiz tüm kelimelere, keşfedemediğimiz tüm renklere ve bir gece daha ayrı uyuyacak tüm yıldızlara.
Selamlar olsun.
Göksu.
30
iki buçuk ayda bir
.seferiler.
Ş e l a l e y i Ya ş a y a n E v Dünya dönedursun, cumaya beş kala şehirde çürümüş bir grup arkadaş dedik ki «Yeter artık gidelim buralardan». Bunalımımız ağır olsa da pazartesi işe döneceğimiz için New York’a yakın bir yere gitmeye karar verdik. Grup, bir mimar, bir iç mimar, bir reklamcı ve iki endüstriyel tasarımcıdan oluşunca bir Frank Lloyd Wright şaheseri, Kaufmann ailesinin hafta sonu ve yaz mekanı “Şelale Evi”ni / Fallingwater Residence (“Kaufmann Evi” olarak da bilinir) görmeye karar verdik. Yüksek binalarda hapis ya da alçak binalarda gökdelen gölgesinde yasamaya alışmış, güneşsizlikten D vitamini eksikliği olan bir avuç genç olarak henüz Bear Run’daki rezerve yaklaşırken yeşilin tonlarıyla gözümüz kamaştı. “Şehirde ömrümüz mü harcanıyor” dedik daha en baştan. Bence insan böyle anlarda kendinden kaçmaktan çok bir yenilik istiyor. Her sabah aynı düzene kendin olarak uyanmaktan birazcık kaçabilmek, hava değişikliği. Tam bu ihtiyaçtan doğan bir proje “Şelale Evi”. Şehirden kaçış noktalarına yeni bir biçim kazandırmak isteyen Edgar J. Kaufmann ve ailesi için 1935’te tasarlanıp 1939’a kadar inşaatı
M i m a r Fra n k Ll oyd Wrigh t ve Ka ufm a n n A i l e si
iki buçuk ayda bir
tamamlanmış. Amerikan Mimari tarihinin en özel eserlerinden biri olan ev Bay ve Bayan Kaufmann›in oğullarının eğitim gördüğü Taliesin Fellowship›ten hocası ve arkadaşı mimar Frank Lloyd Wright›a projeyi vermiş. Müşterinin sanatçı vizyonuna saygı duymasının gururlu örneklerinden biridir. Farklı inşaat teknikleri ve yapı biçimleri geliştirmesiyle tanınan, Organik Mimari’nin ustası, beyni Wright’in egosuna güvenilir. Sonuçta ise ortaya mimarin en etkileyici konut yapısı çıkar.
“Şelaleyİ gören değİl ya ş aya n b İ r e v. “ Arazinin sahibi olan Kaufmann Ailesi, varolan yapının yıkılmaya yüz tutmasıyla yeni bir projeye karar verir. Araziyi Kauffmanlarla gördüğünde Wright “Bach’ın müziği gibi”, şelaleyle uyumlu bir resim hayal ettiğini söyler. Müşterinin kafasında şelale manzarası olan bir ev varken Wright evi şelalenin üzerine yerleştirip açık ve kapalı alanlarını şelaleye göre şekillendirme fikrini sunar. Bu hayale inanan Kaufmannlar da Wright’i maddi manevi sonuna kadar destekler. Sonuçta doğadan ilham alan, çevresiyle uyumlu ama siluetiyle ormanın ortasında göze 31
çarpan bir eser oluşur: Şelaleyi gören değil yaşayan bir ev. Projeyi aldıktan 7 ay sonra hiçbir çizimi, hazırlığı yokken, arayan Kaufmann Ailesi’ni ofisinde yemeğe davet eden Wright, konuşmanın hemen ardından süratle eskizlere başlar. Rivayete göre kalemi baya hızlıdır ustanın ve Şelale Evi bir öğlen yemeği sırasında kâğıda dökülür - henüz yanında çalışan mimarlar Wright›in ilk karalamalarını bile temize çekememişken. İngilizce’de şelale anlamına gelen “Fallingwater” bu evin karakteri. Evin ismi yıllar içinde Kaufmann ailesinden çok şelaleyle anılır ve proje adı bu şekilde Şelale Evi / Fallingwater Residence olur. Açık plan anlayışına göre tasarlandığı için evin salon, teras gibi kısımlarında duvarla alan ayrılıp salondaki akış kısıtlanmaz. Tavan yüksekliğinden değil alan açıklığından geliyor ferahlığı da. Doğaya, yani evi üzerine kurduğu düzene sonsuz saygı duyan Wright’in malzeme ve renk seçimleri imzası gibi olan kiremit kırmızısı demir ve açık toprak boyası tonunda beton olur. Beton tonu Ormangülü yapraklarından alınmıştır. Büyük resmin peşindeki Wright için sadece evde kullanılan renkler değil evin çevresinde, doğadaki renkler de doğal nitelikleri korunan boya formülleriyle hazırlanır. Evin yapımında sadece dört malzeme kullanılır: Kumtaşı, güçlendirilmiş beton, çelik ve cam. İç alan-dış alan akışkanlığını sağlamak için cama ağırlık verilir ve kırmızı demir ile tüm pencereler çerçevelenir. Gündüz ayna kıvamına gelebilen camlar geceleri ise yok olup doğanın karanlığıyla baş başa bırakır aileyi. Zaten Frank Lloyd 32
S
Şe la l e Evi- A ra zi d e n eve b a kı ş
Wright’a göre “Bir evi aydınlatmanın en iyi yöntemi Tanrı’nın yönetimidir, doğal ışık…” Düz ve keskin hatlarıyla her ne kadar şehirdeki kamu binalarını andırıyor gibiyse de, tasarım etrafındaki kayaların ve peyzajın şekillendirmesiyle oluşur. Pencere açıldığında evin her yerinden şelale sesini duymak mümkün olduğu gibi Wright’in tasarladığı özel pencere stiliyle başarılı bir ses yalıtımı oluşur. Mobilya dili fonksiyonel, doğal ve yalındır. Bir mimarın kalbini çelen, “coup de grâce” dediğimiz an ise salondan inen küçük bir merdivenin ucunda bekler. Salondan alçak bir çift pencere kapağı aşağıya açılır, merdivenlerden inilip sonundaki basamaktan suya uzanılabilir. iki buçuk ayda bir
S a l o n d a n n e h re i n e n b a sa m a k S a l o n d a n s u ya i n iş yo l u
Frank Lloyd Wright çatıları dışarıya çıkık olarak tasarlamak için tek destekli bir zemin yaratır. “Betonarme kullanım alanları” olarak adlandırılan bu zeminlerin genişletilmesi için evlerimizden bildiğimiz eğimli çatılar yerine proje mühendisleri az eğilimli bir kırma çatı oluşturur. Bu zeminler ayni zamanda da balkon olarak kullanılır. Bu sayede Şelale Evi yer çekimi hariç her şeyle uyumlu görünüyor biz ziyaretçilere. Her odaya balkon yapılır, manzarayı etkilememesi için pencereler içe açılır. Fikirlerine tutkuyla bağlı mimar Wright, söylentiye göre inşaat sonunda balkonların ırmağın üzerine uzanan ahşap kalıplarını isçilerin korkmasıyla kendi elleriyle söküp temizlemiştir. Mimari açıdan yeni formlar yaratarak alan tasarlayan Wright’in çalıştığı mühendisler onun hayalini mümkün kılar. Wright ve mühendisler uzun tartışmalar yaşasalar da yapı Wright’in istediği gibi yapılır. Mühendislerin önerilerinde haklı olduğunu yıllar sonra yaşanan yapı sorunlarından görebiliyoruz. 33
O d a d üze n i ve m o b i lya se çi m l e ri
“Bİr evİ ay d ı n l at m a n ı n en İyİ yöntemİ Ta n r ı’n ı n yönetİmİdİr, doğal ışık…”
34
Her yanı modern çizgilerle oluşturulmuş gibi görünse de aslında el işlemeleri ve motiflerden geliyor evin dokusu, havası. Diego Riviera’dan, Picasso’dan eserlerin süslediği sarımsı duvarlar ve çerçevelemek amacıyla serpilmiş tuğla kırmızısı demir kullanımı yaşanmışlık ve yalınlığını ziyaretçilere daha güçlü hissettiriyor. 1937 ile 1963 yılları arasında Kaufmann ailesi tarafından kullanılıp oğulları Edgar Jr Kaufmann tarafından 1964’te bağışlanarak müze haline getirilen Şelale Evi, ev mimarisinin ve tasarımının ne noktalara gelebileceğini gözler önüne seriyor. Frank Lloyd Wright›in en başarılı projelerinden biri olan bu evin sırrı aslında mimar, müşteri ve alan/doğa arasındaki organik uyumda; Wright›ın başka konutlarının böyle sonuçlanamaması da belki de bu üç faktörün uyumunun diğer projelerinde olmamasından. Genelde kişisel ihtiyaçlarla bağdaştırdığımız bir şey olan evden beklentimiz; görüntüsü kadar işlevselliğiyle de hayatımızı kolaylaştırması veya en azından bir düzen kurmasıdır. Gerçeğimizden kaçıp doğada iki buçuk ayda bir
“bu evİn sırrı aslında mİmar, müşterİ ve alan/doğa arasındakİ organİk u y u m d a”
A çı la b i l e n p e n ce re d e tayı
kaybolabileceğimiz bir ev ise hayal. Kitaplık, çerçevelerdeki fotoğraflar ve sergilenen kişisel eşyalara bakıp bir Cumartesi Kaufmann›ların ikinci evine ortak olurken düşündüm. Mesleki deformasyon olsa gerek, her eve içinde nasıl yaşardım diye bakarım ve terkedilmiş müze evlerinden ürkerim. Bu evin verdiği his bırakılmışlık değil ama gidip de dönmeyenlerin hikayesi olmuş zamanla. Bu sebepten olacak, şehre evime dönerken Cemal Süreya’nın bir sözünü düşündüm: “Ne zaman bu şehirden kaçıp gitme isteği gelse, bir köşeye oturup geçmesini bekliyorum. Gidersem dönmem çünkü biliyorum.”
A çı k p la n ta sa rlaya ra k b i r sa l o n d a i ki o tu rm a a la n ı o l u ş tu r u l u yo r.
iki buçuk ayda bir
Gülev Bulut
35
“her seçiş bir vazgeçiştir.”
fotoğraf: özge mutlu
36
iki buçuk ayda bir
Dün bugünden farklıydı ve yarın da bugünden farklı olacak. E haliyle dünden de. Hep öyle olur zaten. Anısı kalır günlerin, hatırlattıkları, dinlettirdikleri, biraz da acısı kalır. Farklı farklı…
“Her şeyden biraz kalır.
Kavanozda biraz kahve.
Kutuda biraz ekmek.
İnsanda biraz acı”. T. Uyar
Günlerin getirdiği zor sorulara boğuldum. Sonunda ne cevap varsa insanda buldum. Gün gelecek ve her şey iyi olmayacak belki. Hani annemin dediği gibi. Her seçimin bir vazgeçiş olduğunu kabullendiği gün, kendini kandırmayı da bıraktı. Hayat seçimlerden ibaretse ve vazgeçtiğimiz “şey”in sonucunu, yani “o”nu seçseydik ne olacağını asla bilemeyeceğimiz bu döngüde, “kalan”larla yaşamak zorunda olduğumuzu anladığımızda kendimizi de kandırmayı bırakmış oluyoruz sanırım diye düşündü. “Seçiminin sorumluluğunu almak” diyenler olduğunu duymuştu bu duruma. Ya da: “Kendim ettim kendim buldum Gül gibi sarardım soldum Eyvah!” Neşet Ertaş
-
mutlu
Berçem Göktürk
iki buçuk ayda bir
37
N an k ö r k e d İ Nankör:
s ı fat, İ y İ l İ k b İ l m e z ( T D K – G ü n c e l T ü r k ç e S ö z l ü k )
Toplumumuzda oldukça yerleşmiş bir kanıdır kedi hayvanının ( felis catus) nankör olduğu. İyilikbilmez kediler insanoğlunun kendilerine yaptığı onca “iyiliğe” burun kıvırırlar, umursamazlar, borçlu hissetmezler kendilerini. Hatta, ölen sahiplerini yiyen kedilerin hikayeleri anlatılır. Veteriner dahiliye profesörü bir hocamız bile şöyle demişti dersinde: “Kedi nankördür; tutarsın tırmalar, ilaç verirsin tükürür.” Kedilerin bu mesnetsiz antropomorfik yaklaşım karşısında aklanmaya hiç ihtiyacı yok aslında! Ama yine de bu durumu kısaca irdeleyelim: Kedi hayvanını evcilleştirmeye çalışmamız günümüzden yaklaşık beş bin yıl önceye dayanıyor. Nereden mi biliyoruz? O dolaylarda tarihlenen sanat eserlerinde tasmalı kedi figürleri görmemizden. İnsan hayvanı (homo sapiens), genetik kodunun en belirgin özelliklerinden birine uygun olarak, beş milenyum önce kedileri sahiplenmeye ve tasmalamaya başlamış. Neden mi? Kedilerin kara kaşına, kara gözüne bayıldığından değil tabi ki; çıkarı olduğundan. O zamanlar ekonomi tarıma dayalıydı ve insanoğlu elindeki
38
iki buçuk ayda bir
en değerli şeyi, tarım ürünlerini, farelerden korumak için kedileri kullanabileceğini keşfetti. Nankörlük/iyilikbilmezlik yakıştırması en başından hatalı yani. Bu ilişkide iyilik ilk, kedi hayvanından gelmiş; buğdayı fareden korumuş. Karşılığında ne almış? “Barınak, yiyecek, güvenlik…” diye cevap verebilir kedileri yeterince tanımayan tahminseverler. Ancak kediler ekmeğini taştan çıkaran hayvanlardır. Etçil hayvanlar arasında en atletik olanlardır. Çok zorlu çevresel şartlara adapte olabilirler, akrabaları kurak çöllerden (F. margarita. , Kum kedisi) karlı Himalaya tepelerine (Uncia uncia, kar leoparı) kadar tüm dünyaya yayılmıştır. Avlanma yetenekleri çok gelişmiştir. 55 – 79.000 Hz arasında, geniş bir ses frekans aralığını duyabilirler (insanda bu aralık 20 – 20.000 Hz’dir). Görme duyuları düşük aydınlıkta maksimum etkinlik için özelleşmiştir; gözler vücuda oranla büyüktür, pupillanın genişleme yeteneği yüksektir, pupilla ile retina arası mesafe kısadır ve retinanın arkasında ışığı yansıtma özelliği olan hücrelerden oluşan bir tabaka vardır. İnsandan yaklaşık yedi kat daha iyi koku alabilirler. Koku ve tat alma duyularının bir karışımı gibi iş gören, insanda bulunmayan ekstra bir duyu organına sahiptirler: Jakobson organı. Bu sayede adeta havadaki kokuların tadını alabilirler. Dört aylıktan itibaren dört ayak üstüne düşme refleksinesahiptirler. Tüm bu özellikler kediyi çok iyi bir avcı yaparken hayatta kalma becerilerini de en üst düzeye çıkarır. “Dokuz canlı” olmaları bundandır. Yani bu çerçeveden bakınca aslında ne insanın sağlayacağı barınağa muhtaçtırlar ne de vereceği yemeğe. Peki bu nankör nitelemesi nereden gelmiş yapışmıştır kedinin yakasına? Aslına bakarsanız bunda biraz da köpeğin parmağı vardır. İnsanoğlu bekçilik, koruma, sürü gütme, yük taşıma, kızak çekme gibi işler yüklediği köpek hayvanıyla (canis familiaris), “faydasız” kedi hayvanından çok daha önce tanışmıştır. Köpek çok daha fazla önemsenmiş, morfolojik, fizyolojik ve davranışsal özellikleri çok daha fazla araştırılmıştır. Bu nedenle insanoğlu hayatına sonradan giren kediyi hep ilk göz ağrısı olan köpekle karşılaştırmıştır. Köpek hayvanı besin zincirinde son halkadır. Doğal düşmanı yoktur, av olmamıştır. Avlanamadığı zaman karnını bitkisel besinlerle de doyurabilir ya da bir süre aç gezebilir. Bu avantajın köpeğe sağladığı özgüven evrim sürecinde davranış biçimini oldukça etkilemiştir. Köpeklerin davranışları oldukça basittir, sebep sonuç ilişkileri çok belirgindir. Oysa kedi katı etçildir ve açlığa toleransı yoktur; hiçbir avlanma fırsatını kaçırmamalıdır. Öte yandan besin zincirinde ara halkadır; büyük etçiller için av konumundadır ve sürekli arkasını kollamalıdır. Her daim bir “savaş ya da kaç” hali içinde olan kedi hayvanının davranışları tahmin edilemez olmalıdır. Hayatta kalmak için fırsatçı olmak zorundadır. İşte kedinin bu doğal davranış özelliklerini köpeklerinkiyle karşılaştırdığımız için yapıştırmışız nankör yaftasını. “Ne soyledim ne soyledim sana Ne söyledim ki, vurdun kapıyı gittin Be vicdansız, be insafsızın kızı be nankör kedi” Yusuf Hayaloğlu (1953-2009) İbrahim Akyazı iki buçuk ayda bir
39
kaybettiklerimize atılma çiçek öyle öne renklerini sökerler e.
yazılarınızı ve çizimlerinizi bizimle paylaşın: ikibucukaydabir@gmail.com
iki buçuk ayda bir fanzin