iki buçuk ayda bir
Kapak: Nice Uysal
fanzin
No:1
Eylül 2014
2
iki buรงuk ayda bir
seferiler ergani’den sevgilerle
4
yersiz yurtsuzum a dostlar
7
çok rahat
8
film kritik yorgun uzun zaman aşıkları için övgüsel bir çalışma yazı
içindekiler
iki buçuk ayda bir
10
kazova’ya
12
büyük
16
küpür
18
hülyanın evrenselliği
20
koku kokudaşını arıyor
22
yananı görür mü anto?
24
şiir otobiyografik yazar
28
yergi
29
mutlu parça bir
30
parça iki
31
iki buçuk ayın listesi
ve kısa kısa
4
32
merhaba
bir sıcak ses getirdik: merhaba! kısa ve öz bir yazı olacak, sadece teşekkür edeceğiz. yazan, çizen, emek veren herkese, kapak için nice’ye, grafikler için pınar’a, fotoğrafları ve desteği için özge’ye tekrar tekrar teşekkürler. bu ilk sayımız, heyecanlıyız. heyecanımızı paylaşan herkese ve en çok da gönen abimize teşekkürler. sürçü lisan eylediysek affola. bu sayıyla hele bir tanışalım, önümüzde konuşacak nice sayılarımız olması dileğiyle. sevgiyle, e.
yazın bize: ikibucukaydabir@gmail.com
5
iki buรงuk ayda bir
6
seferiler
ERGANİ’DEN SEVGİLERLE... TOMA, evine hoş geldin.
E
rgani, Diyarbakır’a da Elazığ’a da 60 km uzaklıkta Diyarbakır’ın başlıca ilçelerinden biri. Biz Ergani’de göreve başladıktan sonra müdürle tanıştık. Camiadan biri oluşu sayesinde bizde henüz üç aydır çalışıyor olmasına rağmen hemen benimsemiş kurumu ve işi. Görevli diğer personel gibi o da Diyarbakırlı. Büyük şehirlerde okumuş, Ankara ve İstanbul’u objektif karşılaştırabilecek kadar bulunmuş her iki şehirde de. Kendi anlattığına göre tarihe ve siyasete özel bir ilgisi var. Öğrenciliğinde çok okurmuş ama iş hayatı, evlilik, çocuk derken vakit bulamaz olmuş, hepimiz gibi. Eşi sosyolog, kamuda çalışıyor. Kadın personelin narinliğinden şikayetleri konusu açılınca “eşim feministtir” diyor şivesiyle, “hayatta anlatamam ona böyle şeyleri.” Etraf toprak rengi burada. Kent grisi yok, orman yeşili ya da deniz mavisi yok. Toprak rengi işte. Poşulu şalvarlı amcalar da var ilçede, gayet hoş giyimli ve alımlı kadınlar da. Kentte normal bir polis aracı göremezsiniz, ya akrep ya toma var. Malumunuz yerel seçimler yakın, Ergani’de de iki parti ön plana çıkmış, her yer BDP bayraklarıyla dolu, diğeriyse yeni bir parti, Hüda Par. “Allah’ın partisi demektir” diyor müdür bey. Hizbullah’ın oluşumuymuş, “artık onlar da politize oldular”. Ne kadar renk vermekten itinayla kaçınsa da BDP’nin seküler yapısından ve Osman Baydemir’in dindarlığından bahsediyor yolda. Öğle yemeğine Elazığ yolunun üzerinde bir yere götürüyor bizi. Kavurmacı Hasan’la tanışıyoruz. 17 yıl Çamlıca’da yapmış mesleğini. Sonra memleketine dönmüş, kendine otoban kenarında, tepeden hallice bir yer almış. Severek yapıyor işini, lezzetli de yapıyor. Bürokratlar, polisler de varmış müşterileri arasında. Zamanında bedavaya çok polis doyurduğunu kastederek “polislerle çok samimi olmayacaksın” diyor, “samimi olursan sana zarar verirler.” Vadinin ortasında, otoban kenarında dışarıya atılan masada yemek yiyoruz. Hava ceketle dışarıda oturulacak kadar güzel. Hemen yakınlardan bir çay bir de demir yolu geçiyor. Çayda balık tutup yanına rakı açarlarmış hava güzel olunca. Balığı pek sevmezlermiş tatlı su balığı olduğundan. Civarda da çok güzel çilek yetişirmiş. Yemeğin üzerine masadaki demlikten çay koyup cebinden paketini çıkararak bana bir 7
iki buçuk ayda bir
Gauloises tutuyor. Bir yandan da anlatıyor, “medyaya baksanız buralara gelemezsiniz” diyor, “terör var ya hani.” Burası politik bir yer. Ama bizim bildiklerimiz yerine kültürel siyaset söz konusu burada, beklentiler farklı, beklentiler insancıl. Bazen içeride çalışırken kalabalık bir grup geçiyor önümüzden, sloganlar eşliğinde. Ama beni şaşırtmıyor Diyarbakır, temiz ve düzgün insanları var. Erganili çaycımız mesela, tam bir atom karınca. Şoförümüz de o, rehberimiz de o, fotoğrafçımız da o. Hilar mağarasını heyecan ve şaşkınlıkla anlatıyor bize, boy boy pozlarımızı çekiyor telefonuyla, “bana hatıra olur” diyor. Müdür, Diyarbakır’ın Kulp ilçesinden olduğundan Erganili çaycımıza takılıyor arada. “Senin bu hemşerilerin yüzünden” diyor, “koskoca Zülküf peygamber Makam Dağı’na kaçmış.” İlk defa Güneydoğu’ya gelmeme rağmen Anadolu insanını evvelden tanıyor olmak huzurlu hissettiriyor bana kendimi. Yatmadan önce de hafiften bir düşündürtüyor, “ev” acaba neresi? Burak C. Salay
8
seferiler
YERSİZ YURTSUZUM A DOSTLAR!
B
u yazıyı sevdiği şehri bilmeyenlere, sevip de kavuşamayanlara, gurbet eldekilere ithaf ediyorum… Bu ne bir İstanbul güzellemesi ne de bir Ankara lânetlemesi. Bu göçebeliğe selam yola devam temalı bir iç döküş; dünya dönerse dönsün, fırtınalar koparsa kopsun, benim küçük dünyamdaki fırtına benim en büyük derdim temalı bir kişisel serzeniş. Ve biraz da herkes aynısını yaşadığı halde ilk kez ben yaşıyormuşumcasına büyük gelen bir hadisenin özeti. Hep gezip tozabilen, evden uzaklaşıp uzaklara gidip dönebilen, yani kısacası “bir yere bağlı olmayan insan” karizmasında olmak istedim. Bir gaz geldi sonra, dünyanın pek tercih edilmeyen yerlerine gitmeye başladım, sonra ‘’Yaparım’’ dedim doğup büyüdüğüm ve içinde sevdiğim sevmediğim, hayatıma dair her şeyi barındıran İstanbul’u bıraktım, Ankara’ya gittim. Manyakça. Gözüm hep arkada, hep başka yerlerde, içimde ‘’ama kendi ayaklarım üstünde duruyorum’’ yalanı. Ne Ankara’da yaşadığımı düşündüm ne İstanbul’a dönebildim. Kendi düdüğümün öttüğü ev çok hoşuma gitti bazen, ama çoğu zaman o evden de başka bir eve dönmek istedim. Geçen fark ettim de zamanımın çoğunu Ankara’da geçiriyor olsam bile sevdiğim giysilerimi özellikle almıyorum yanıma. Simdi yanlış anlaşılmasın; sorun “İstanbul süper, ıyy Ankara’da deniz bile yok” değil, içimde gizliden gizliye bir Ankaralı yatıyor hatta bence, hep bir İstanbul’a karşı Ankara’yı savunasım geliyor ama sürekli aklında dönmek olması çok fena. Dönünce de ‘’E nolduk ya hadi gitmiyor muyuz?’’ sorusu. Şehirler ülkeler arasında gidip gelirken arafta kaldım sanki şimdi. Ankara’yı bırakma fikri rahatlatıyor, İstanbul’a dönme fikri tam istediğim değil, aklıma onlarca şehir, onlarca ülke, gitmek istediğim ücra köşelerin fotoğrafları beni ağlatacak kadar duygulandırıyor. Ergenliğimi yeni yaşıyorum; Cure’un Love Song’unda bahsettiği o his var ya iste; evde olmak filan, o bile duygulandırıyor azizim, lise günlerinden kalma bir melankoliyle. Velhasıl kelam hikaye sonra benim bir bakıp da bildiğiniz yetersiz yurtsuz olduğumu fark etmemle sonlanıyor. Hüzünlü. Bir Mamak türküsü değil, yollarda olmak iki şehir arası güzel değil ama bu sefer. Maalesef. Dünya dert şanpiyonu ben mi oldum noldu şimdi? Ezgi Karaoğlu
9
iki buçuk ayda bir
Çok Rahat
T
arih 25 Ekim 2013. Yanlış hatırlamıyorsam cuma günüydü. Büyük gün, askerliğimi yapacağım yer açıklanacak. Heyecan dorukta tabii, gece uyuyamadım. Bekliyorum bilgisayar başında. Zaman geldi, doğal olarak site kilitlendi. Yoğunluktan. Bir türlü öğrenemiyorum, telefon susmuyor, sevdiklerim merakta benim gibi. Beraber başvuru yaptığımız bir arkadaş aradı, Murat dedi Kıbrıs çıktı, senin ne? Dedim bilmiyorum öğrenemedim. Bir diğeri aradı dedi Bornova, dedim çarşıya çıkarsan babama uğra 10
mutlaka. Her neyse bekledikçe heyecandan burama hale geldim, sürekli tekrar tekrar tıklıyorum. Açılmıyor. Sonunda bir kez daha tıkladım, açıldı. Büyük harflerle yazmışlar, HAKKARİ. Üç kere yazmışlar bir de, inandırmak için sanırım. Belki değişir diye tekrar yükledim sayfayı. Değişmedi. Annemi aradım hemen, dedim ‘Anne, Mordor’a çıktı askerliğim.’ Annem anlamadı tabi. Söyleyince soluğu kesildi kadının. Moralimi de bozmak istemiyor, sadece ‘çüş’ dedi. Haber çabuk yayıldı. Hayatımda
seferiler
hiç aramamış akrabalarım aramaya başladı. Bu aramalar, tebrikler, hayırlı olsunlar, geçmiş olsunlar arasında söylentiler başladı. Doğuda askerlik çok rahat olum! Kral gibi askerlik yapacaksın! Benim bilmem kim orda yaptı askerliğini, çok rahatmış, sakalına saçına karışan olmaz, komutanlarla kanka olursunuz zaten sabaha kadar yer içersiniz, yemekler süper iyi bakıyorlar orada, maçını izlersin, playstation oynarsın, zaten sen kısa dönemsin karakola vermezler seni, ya yazıcı (masa başı) olursun ya Çavuş (yönetici), ne devriyesi nöbet bile tutmazsın, hatta benim Hakkari’de bir arkadaşım bıyık bırakmış askerde o kadar rahat! Gittim teslim oldum. Söylentiler acemilikte de devam etti, gittikçe de arttı. Diyorum ki kendi kendime Hakkari’ye gitsem de rahatlasam. Acemilik bitti, gün geldi, indik Van havaalanına. Oradan aldılar bizi doğru Van KTM ye(katılım toplama merkezi) götürdüler. Konvoy beklemeye. Van KTM ye giden bilir burada anlatmayacağım sadece filmlerde gördüğünüz toplama kamplarını düşünün. Eksiği yok fazlası var. Ağızlarda hala ‘ abi Hakkari’ye gidince rahatlayacaz, sabredin.’ Gün geldi, konvoy var. Bindik zırhlılara ver elini Hakkari. Geldiğinizi zaten araca atılan taşlardan anlıyorsunuz. Girdik komutanlığa, dediler yatacak yer yok yemekhanede kalın bir kaç gün, kura çekeceksiniz, dağıtım olacaksınız. Zaten yemekhanenin ve mutfağın kokusundan, ne uyuyabilirsin ne de yemek yiyebilirsin. Yemek dediysem, ortaya bir tencere konuyor, çatal bıçak tabak yok. Elle ekmekle herkes kapışıyor. Ben şahsen ekmek arası yoğurt yedim. Neyse vakit geldi kuralar çekildi. Bilmem ne karakolu,Yüksekova. Bindik gene zırhlılara , ver elini karakol. Hakkını yiyemem karakol o zamana kadar gördüğüm en temiz en güzel yerdi. Otel gibi geldi 10 günlük yolculuk ve sefaletten sonra. Uyuduk uyandık, görevlerimiz belli olacak. Dediler 8 saat yolda nöbet arama sorgulama yapacaksınız. Dedik tamam. Yalnız bir sıkıntısı var çok soğuk ve de nehir kenarı. Esiyor. Başladık nöbetlere, bu sırada sabah tıraş olmamış bir arkadaşımız komutanımız tarafından küfür kıyamet karakol ortasında dayak yedi. Telefon yakalatan yumruklandı, üstüne mahkemeye verildi. Hava soğuk, zatürre olanlar havale geçirenler sabah akşam kusanlar oluyor. Komutanım doktor? Yok. Komutanım hastane? Mazot yok. Komutanım n’olcak bu çocuklar? Tamam, nöbete çıkmasınlar yarın. Ve de bir sürü tatsız filmlerde tanık olabileceğiniz olaylar. ( bu satırları yazarken 3 gündür su kesik 15 güne gelir anca diyorlar). Bunları yaşayan ben bu devletin Jandarmasıyım, buradaki kanunu uygulayan temsilcisiyim. Burada devlet bana bile böyle muamele ediyor. Burada doğup büyümüş olan yerel halkın gördüğü muameleyi ve yaşadıkları imkânsızlıkları düşünmeyi, tahmin etmeyi size bırakıyorum. Neyse ne diyordum, doğuda askerlik çok rahat, hatta bir arkadaşım bıyık bıraktı, valla bak. Poyraz Efe Aksu 11
iki buçuk ayda bir
Yorgun Uzun Zaman Aşıkları için Övgüsel bir Çalışma (dikkat spoiler etkisi yaratabilir!)
K
oyu Jarmusch hayranları ne hissetmiştir bilemem ama Only Lovers Left Alive öyle bir sarıp sarmaladı ki beni, normalde sinir bozucu olabilecek bir sürü basit ayrıntıyı ya görmedim ya da unuttum çoktan. Filme birlikte gittiğim arkadaşım sağ olsun çıkışta, kendi deyimiyle “filmdeki gereksiz cheesy’likleri” bana hatırlatıp dursa da, hemen sinema çıkışı gittiğimiz hoş ve loş mabedimizde kıpkırmızı sıcak şaraplarımızı alengirli kadehlerden içerken, kendimi bir anlığına Eve gibi hissetmekten alıkoyamadığımı itiraf etmek isterim. Zaten oldum olası sevmişimdir vampir temalı filmleri, kitapları, dizileri; elimde değil bundan nasibini alamayan bir Twilight oldu (gündüz ortalarda dolaşan vampir mi olurmuş, peh!). O serin ve karanlık ruh hali, sonsuz yaşamın cazibesi(!), fazla görmüş geçirmişliğin alaycılığı derken kaptırıveririm kendimi hemen. Bu sefer, bunların hiçbirine gerek kalmadan, film daha başlamadan girmiştim havaya. Tutkulu bir Jarmusch hayranı olmamama rağmen uzun zamandır bir filmini izlemek için yanıp tutuşmanın heyecanı vardı içimde. Bu heyecanın doğru zaman ve mekânla buluştuğunu düşünün; ani bir kararla filme gitmeye karar vermenin ardından akşamüstü bastıran yağmurun İstiklal’deki asla kaldırılmayan yılbaşı aydınlatmalarını etrafa yayışındaki keyfe kederlikle birleşimi. Bir de dışarının soğuğundan salonun, beklentimin oldukça üstünde bir insan kalabalığınca ortaya çıkan sıcağına geçmenin mayışıklığıyla yerleştim koltuğa. Ve ilk sahneden, ilk plaktan sonra, yeterince izlenmeye değer bir film olduğuna karar vermiştim artık ( hani şimdiye kadar anlaşılmadıysa ne kadar yanlı bir yazı olduğu belli olsun artık!).
12
Tam Charlie Feathers’dan Can’t Hardly Stand It çalmaya başladığındaydı sanırım, içimden “favori Adem ve Havva çiftimsiniz” gibi garip bir cümle geçirdiğimi bile hatırlıyorum. Yine de Tom Hiddlestone’un tüm büyüleyiciliğini bir kenara koyarak, Tilda Swinton’ın
film kritik
sempatik/karizmatik Eve yorumlamasına bayıldığımı söylemek çok abartı kaçmaz sanırım. Hâlihazırda pek (hiç?) başvurmadığı büyük hikâyeler, büyük oyunculuklar yerine, yine “sevdiğim bir iki iyi oyuncuyu toplayayım da bir tutam ‘cool’ vampir tozunu bolca güzel müzikle muhteşem mekân kazanında şöyle bir karıştırayım” demiş gibi yönetmenimiz. Kendini binlerce yıllık bir monotonluğa kaptırmış gibi görünse de film, aslında zaman zaman ritmini yenilemeyi ihmal etmiyor. Detrot’in ve “zombilerin” karanlık, bıkkın ama yine de asi duruşuyla deri ceket ve güneş gözlüklerimizi takıyoruz. Tanca’nın rengarenk karanlığı ve yoğun sıcağıyla gelen esrarengiz havasında ise çalgıcıenstrüman-şarkıcı üçlemesinden çıkan ezgilerle sanki boşlukta salınmaya başlıyoruz. (Burada karşımıza çıkabilecek oryantalizm çukuruna ise hiç girmiyor, sakince kenarından dolanıyoruz). Yeri geldiğinde fazlaca gündelik ve sıradan hayatlarına gömülen ölümsüzlerimizin, bir zamanlar abartılı bir şekilde dünya tarihini etkilediklerini varsaymak, izlerken sersemce bir gülümseye neden oldu. Bir yandan da “filmin sadece bir film olarak kalmasını sağladığı için” güzel geliyor. Only Lovers Left Alive, görme, duyma ve dokunma duyularımıza sesleniyor kana kana. Yeri geldiğinde saçmalamış olmaktan keyif alarak ve hayata belli bir son nokta koymaya çalışmayarak. Siz yine de fazla heveslenmeyin ama soundtrack’leri çıkarırsak hayvanlara, ağaçlara, bitkilere Latince isimleriyle hitap eden, eski kumaşlara dokunmaktan keyif alan, yüzyıllık dedikoduları unutmadan bu kirlenmiş dünyada hayatta kalmaya çalışan modern âşık vampirlerden daha fazlası olmayabilirler de aslında… Merak edenler için bir de şöyle bir soundtrack linki ekleyelim bakalım (filmden sonra dinlenmesi tavsiye olunur yine de): Wanda Jackson Funnel Of Love Filmin Türkçe adı: Sadece Aşıklar Hayatta Kalır Yönetmen: Jim Jarmusch Senaryo: Jim Jarmusch Yıl: 2013 Oyuncular: Tilda Swinton, Tom Hiddlestone, Mia Wasikowska, John Hurt, Anton Yelchin Güldeniz Şensoy 13
iki buçuk ayda bir
Kazova’ya
H
akim bir umutsuzluk ve çamura kaplanmışlık var. Konuşurken, tartışırken, oflayıp puflarken. Olmaması halini düşünemiyorum aslında, çünkü içimizdeki tedirginlik ve huzursuzluk kabına sığmıyor artık, gizlenecek gülüp geçilecek ve oyalanacak hali kalmadı. Kendini öyle ve ya böyle dışa vuruyor. Bir yandan gökyüzünden çamur yağdığını görüyorum, sanki bütün o atılan sloganlar ses izolasyonu yapılmış bir odacığın içinde hapis kalmış gibi. O çamur izole etmiş, bizim içinde bulunduğumuz odacığı. Ne kadar çok bağırırsan faydasız yani. Bu balçık içinde ellerimiz de buz tutmuş , kaskatı. Uzanamıyor erişmek istediği yerlere, erişip yerinden etmek, sarsmak istediği kişilere belki de. Sonra o buz yavaş yavaş ellerden kollara ve daha da yukarıları tırmanıyor, küçük beyin hücreciklerimizi kaplıyor ve ardından anlaşılması güçleşiyor herşey. Bu düzeni, ben, bu buz tutmuş aklımla anlayamıyorum. Kimsenin de kolay kolay anladığını sanmıyorum. Onları da buz tutmuş olmalı, çünkü yalnız olmadığımı biliyorum. Ruhumuzu da yavaş yavaş kaplıyor bu bir takım buz kütleleri. Bundan emin olmak için geçmişe bakıyorum; karelere, yıllar önce yazılanlara.. Çok daha duygulu ve anlamlı, gerçekten. Artık ruhumuz da derin dondurucuda. Nerden geldi bu buzlu metafor bilmiyorum, son zamanlarda çok fazla seri katil dizisi izliyorum, ondan heralde. Katillerin elinden kaçıp gidemiyor zavallı kurbanlar, gerçi bazıları zavallı değil, hakettikleri için öldürülüyorlar. Biz de o kurbanlar gibi miyiz? Hakettiğimiz için mi bu buz tutmuş küreden kaçamıyoruz, gidemiyoruz, ve başımıza gelecekleri bekliyoruz? 14
yazı
Öyle olmasa gerek. İşte bu giriş gelişme sonuç içeren bir yazının, filmin, oyunun ya da kurgunun umut ile tanıştığı yer. Sevgili umut, pandoranın kutusundan çıkalı epey oldu ve bir daha tekil bir halde bulunamadı. Sanırım kendi kendine çoğalmanın bir yolunu buldu amip misali. Bulaşıcı da olduğu için havada küçük zerrecikler halinde gezerken beni de bulmuş anlaşılan. Bulduğu başka kişileri de biliyorum, sizi de tanıştırmayı düşünüyorum, bulaşsın diye. Hani anlattım ya buz tutan bizlerin hikayesini, işte umut da tahmin edebileceğiniz üzere ateş parçacıkları taşıyor haznesinde. Ve bir kere başladı mı körüklenmeye, harlı harlı her tarafınızı sarabiliyor. İki devin çarpışması gibi de düşünebiliriz, buz ve ateşin karşılaşmasını. Bizim hikayemizde yakın zamanda karşılaştılar. Çok uzun zamandan sonra, ya da kendi kişisel tarih künyemde demeliyim, epey körüklendik, dışına çıktık bildiklerimizin ve belki bir ömür boyu hafızalarımızdan silinmeyecek bir takım olaylar silsilesi yaşadık. Yan yana dizilmiş odun parçacıkları gibi alev aldık birbirimizden, umut dolduk. Sanki ondan sonra o geçmişte kaldığını düşündüğüm karelere ve yazılanlara geri döndüm ben. Mesela, daha duyarlı biri oldum, daha kalabalık bir duygusal. O duygular içinde rastladım Kazova işçilerinin bana umut veren hikayesine. Ateşimi körüklemesi için ihtiyacım vardı hem de. Umut da beslenmesi gereken bir şey değil miydi? Kazova işçilerinin direnişinin başlaması Gezi’den 4-5 ay öncesine dayanıyor aslında. Patronların çekip gitmesiyle başlıyor serüvenleri. Daha önceden tadılmayan bir direniş ve mücadele pratiği gelişiyor Bomonti’nin iplik fabrikalı sokağında. Önce çadırlarını kuruyorlar kapısına kilit vurulan fabrikalarının önüne, derme çatma bir hal içinde bugüne kadar apolitik olduklarını düşündükleri benlikleri basın açıklamaları peşinde, seslerini duyurmaya çalışıyorlar. Geceleri zor oluyor nöbetler karanlıkta. Bir gece elektrik çekiyorlar karşı fabrikadan gizlice. Ve bir gece cesaretlerini toplayıp giriyorlar fabrikalarına, yıllardır emeklerini dokudukları makinelere tekrar yağ dolduruyorlar. Bir kısmı kaçırılmış makinelerin, iplikler dağınık her tarafta ama çalışıyorlar, tamir ediyorlar. Sessizce besliyorlar
15
iki buçuk ayda bir umutlarını, daha huzurlu sabahlara uyanmak için. Umut zerreciklerinin tüm dünyayı dolaştığını, sıkı bir gezgin olduğunu tahmin edebiliriz. Bizim Kazova İşçilerinin sayısal ifadelerle pek çok fazlası zamanında taa Arjantin’de benzer bir hikayeye kalem kağıt olmuştular. 2001 krizinden sonra fabrika işgalleri Arjantin’de sık sık rastlanan bir vaka oluverdi, hatta işgalcilere ithaf edilen şarkılar bile yazıldı (meraklılara The Take belgesi önerilir). Makineleri kullanmayı biz biliyoruz, patronlar kaçmışsa işsiz kalacak değiliz ya diyerek yavaş yavaş ete kemiğe büründürdüler direnişlerini Arjantin işçileri. Önce işgal ettiler. Sonra kooperatifleştiler ve onları işlerinden, gururlarından eden yerleşik düzenin üstesinden geldiler. Buraya yazdığım kadar kolay olmasa gerek, hukuksal sorunlar bir yana, ücretli işçi olma halinden çıkıp kooperatif bir kimlik dönüşümü gerçekleştirmek, kararları beraberce almak, demokrasinin olabilirliğini gerçekleştirmek... Bilinmeyen bir yolu yürüyerek inşaa etmek adeta. İşte Kazova işçilerinin hikayesi de böyle başladı, umutla ve destekle ve direnişle bugünlere geldiler. Sırt sırta vermenin gücünü hissederek, tanımadıkları bir biçime girerek 12 kişi üretime devam ettiler, kazakları dokuya dokuya aslında kendi direnişlerini, yeni kimliklerini dokudular günlerce. Geziyle beraber filizlenen forumlarda tamir ettikleri kazakları sattılar, Van’daki depremzedeler için yeniden ürettiler. Kazova İşçileri üretici kooperatiflerini kurmak, katılımcı bir ekonomik model yaratmak üzere direnişlerini sürdürüyorlar halen. İlk günden daha kalabalıklar ama; seslerini duyurmalarına yardımcı pek çok sanatçı, akademisyen, yazar ve umutlu insanlar var şimdi etraflarında. Umudun bulaşıcı olduğunu da söylemiştim değil mi? Yakın zamanda mağazalarını açtılar; “Diren! Kazova Kazak ve Kültür”. Halen tam anlamıyla kooperatifleşebilmiş değiller; eksikler var, ama olsun. Kendi makinelerini alıp üretimi sürdürmek istiyorlar. Bu da ancak dayanışmayla olabilir; bizlerin, sizlerin, onların dayanışmasıyla. Arjantin’deki fabrika işgallerinin süregelmiş ve ayakta olabilmelerinin başlıca nedenlerinden biri komünitenin desteği ve daha eşitlikçi, daha dayanışmacı bir ekonomik düzene olan bakış açıları. Çünkü bu düzen içerisinde insani değerleri koruyarak yaşamak, ayakta durabilmek, tek başına mümkün değil. Ancak yan yana birbirimizin ateşini körükleyerek... Haydi hep beraber gidelim toptan satış kazak alalım eşe dosta demeyeceğim bu fabldan ders çıkarmak ister gibi, ama yazarken kulağa çok da saçma gelmedi doğrusu. Toptancılık yapmayalım ama, mesela yakın gelecekte doğumgünü olan birine, anneler- babalar- sevgililer -sümüklüböcekler günlerinin hediye sahibelerine, ya da umut bulaştırma günü adına, Kazova işçilerinin emeği, alacağımız bir sonraki hediye paketi olamaz mı? Bulaşa bulaşa buzları eritmek için, hem kazaklar sahiden ısıtır. Asya Saydam
16
yazı
Kadıköy - Moda, graffiti no:9. Ağustos 2014, (ağacın alfında uzanan adam)
17
iki buรงuk ayda bir
18
yazı
Büyük. Sabah küçük siyah terliklerinin çıtı pıtı topuklarından çıkan sesten anlaşılırdı varlığın. Evde eskinin “Sümerbank” havası. O siyah tel toka her gün o denli özenle takıldığını bilse, güzel saçlarından belki de hiç ayrılmazdı. Parfümlerin seni son kez misler gibi yapma hakkını gül suyuna vermek istemezdi eminim. Yüzüğün çekmecemden şikâyetçi olmaz, kremlerin ellerini aramazdı. Ben de seni bu kadar aramazdım belki de. Malatya kurabiyesi teyzeme dargın olmazdı, ben de sana. Hasan Çavuş helvası köşe fırının sıcak pidesine daha da hızlı koşardı, biz de sana. Gözün görmediği için ısrarla ters koyduğun çerçeve taklalar atardı sandığın üstünde. Evde eskinin “Bayram” havası. Telgrafın tellerine kuşlar konar, ayva çiçek açardı. Gitmeden serdiğin çarşafla hiç bozulmama anlaşması yapılırdı, gecelerce salonda yatmayayım diye. Neticesinde, ne serdiğin çarşaf kırlentlere kıyardı, ne de ben yanımızda kal diye seni rica minnet oturttuğumuz koltuğa. Televizyonun beklerdi odanda, o yüzden aranın nane molla olduğu tek şey salondu, sen de haklısın. Hava durumu odanla aramızın bu denli soğuyacağını bilse seni bu kadar yüksek sesle odana çağırmazdı. Belki biz ondan da yüksek sesle kal derdik. Evet, biz sana hep kal derdik ve sen de hep kalırdın. Aşure de kaşığın elinde kalacağını bilse taş keserdi eminim. Kırık tahta sandalyemiz tatlı yiyip tatlı konuşmaya devam edeceğini bilse küçük bir ambulansa dönüşüverir miydi dersin? Ya da sen bunu gerçekten ister miydin? Biz isterdik. Zaten biz istediğimiz için sen hiç bize kıyamazdın. Kimse sana, sen kimseye. Her zaman ve belki de artık hiçbir zaman. Hepimiz, hiçbirimiz, yüklemsiz olduğumuz kadar öznesiziz. Küçük. Serenad Kahraman
kısa kısa # Karibu chakula! Swahilice’de afiyet olsun demek, hani şu Kenya, Tanzanya gibi ülkelerin konuştuğu dil 19
iki buçuk ayda bir
Küpür “Evcilik oynarız seninle
Sen erkek olursun
Ben kadın yine...
Portrem: Sağımda keder
Solumda keder
Beni çerçevelemişler
20
Rüya: Kokladım saçlarını dün gece
Gözlerini yıldızlarla donattım
İstanbul’u serdim üstüne
Dün gece yine keyfimle
Seninle bir sene yaşadım.”
yazı
Y
ılını, ayını, gününü, adını, yazarını bilmediğim bir gazete küpüründe yazıyordu bu dizeler. Yıllardır görmeye çalıştığım senin, yıllardır özlemini çektiğim, hayalini kurduğum senin, yaşadığı evdeki bir kutuda buldum bu küpürü. İlaçlarının olduğu, faturaların, boş sigara paketlerinin, yanmayan çakmakların olduğu bir kutuda. Senden bana kalan şeylerden farklıydı. Beraber olduğumuz ama birimizden birimizin mutlaka mutsuz olduğu fotoğraflardan mesela. Ya da bana aldığın taşı düştüğü için sana bir şey olduğunu düşündüğü bileklikten farklı. Kokunun yayıldığı evde, gömleklerine sarılıp uyuduğum evde, sigaranı söndürdüğün küllüğe dokunduğum evde sanki elini tutuyormuş gibi, okurken belki beni ya da bizi düşündüğü için saklamıştır diye hayal ettiğim küpürü aldım sana sormadan, gizlice.
Bugünse beni inciten; benim eksikliğimi yaşamazken bir gazete küpürünün eksikliğini yaşama ihtimalin. Soyutluğundan korkup, unutmaktan korkup; seni somutlamaya var etmeye çalışırken ben, bulduğum bir gazete küpürü doldururken bu boşluğu, şimdi ben sana yazılar biriktiriyorum. Senin hiç okumadığın, ismini bilmediğin, yerini bilmediğin.
Berçem Göktürk
21
iki buçuk ayda bir
Hülyanın Evrenselliği Çocukluğundan beri yazı Ege’de bir balıkçı kasabasında, dedesinin yanında geçirirdi. Galiba en sevdiği mevsimin yaz olması güneş ve dondurmadan ziyade kasabada denize girdiği o küçük koya kavuşma hissiydi. Koy, iki dar kıyının ortasında sonsuzluğa uzanan bir güzel mavilikti ve Ela bu yüzden denizleri sonsuz bilirdi. Ayaklarını yakan kum tanelerini hızlıca geçerek güvenli kıyılardan sonsuz maviliğe kendini bırakır ama çok açılmaktan korkardı. Çünkü sonsuz denizlerde rengarenk balıklar ve dans eden mercanlar olduğu kadar fırtınalar, girdaplar ve deniz canavarları da olduğunu düşünür, ötesini merak etmekten başkasını yapamazdı. Bu bir öyküyse eğer, betimlemeden olmaz karakteri. Bu seferlik, kumral olduğu ipucusuyla yetinelim. Balıkçı 22
yazı
kasabasında çocukluğunu birlikte geçirdiği arkadaşı Mehtap şafak vakti babasıyla balığa çıkardı. Mehtap ve Ela ilk aşklarını, ilk hayal kırıklıklarını, ilk evden gizlice kaçışlarını hep birlikte yaşamış bundan mütevellit ilk dayaklarını bile birlikte yemişlerdi. Ancak bu bir gençlik hikâyesi değil, Ela’nın öteye gitmesinin, gidebilmesinin öyküsü. Kalmak yerine gidebilmelerin hikâyesi... Kasabada Mehtap’ın babasının balıkçı kulübesinde gizli gizli sigara içerlerken bir gün Mehtap Ela’ ya uzakları anlattı. Denizinin sonsuz olmadığını uzakta başka kıyılar olduğunu söyledi durdu. O zaman kafasındaki dünyadan uzaklaşmayı reddeden inatçı Ela’nın bilinç enkazının altından yeni soru işaretleri göğe doğru yükseldi. Sahi o akşam bir de yıldız kaymış, iskeledekiler istisnasız dilek tutmuştu. Mehtap sigaradan derin bir nefes aldığını sanarak: -Hafta sonu nereye gittim bil? dedi Ela’ ya. -Çarşıya ya da koya gitmişsindir ancak, yoksa Kenan’ın mekanına mı gittin bensiz! -Yok kızım. Koydan türet bakalım. -Koydan sonrası açıklık. Kıyı yok ki sonrasında. -O senin saçmalıklarından biri. kıyı var ötesinde hem de ne kıyı. Yunanistan orası Elamu. aç gözlerini artık. çocukluk hayallerin dedim bozmadım şimdiye kadar ama coğrafyadan yine kaldın be anam. Üstelik sonsuzluk kadar karşı kıyılar da güzel. Yalnız değiliz düşünsene. Aradan yıllar geçti. Düşündüler, büyüdüler, düşündüler, yaşadılar, düşündüler, özlediler, düşündüler. Ve bir gün Ela, uzak kıyıların müziğini duydu. İlk otobüse atlayarak kasabaya vardı. Koya vardığında müziğin tınısı yükseldi. Kalbinin çarpışlarını kulaklarında hissetti ve müziğe bir söz yazdı, “Daha fazla yaşamalı” ve sandala atladı. Sandalın adı Hayyam’dı. İpini çözüp sonsuz denize açıldı. Deniz ona “Hoş geldin” dedi, o denize kadeh kaldırdı. Sonra uzandı sandala, esti geçti bir şeyler üzerinden. “Her tercih bir kazanış,” dedi ve yaşamaya karar verdi. Kendiliğinden... Ece Özsaraç
23
iki buçuk ayda bir
Koku kokudaşını arıyor Kozmetik sanayi üretimi kokudan değil, insan kokusundan bahsediyorum. Bilirsiniz, yıkanma alışkanlığı olmayan ve bu nedenle de başkalaşam (!!!) beden kokusunu bastırmak için üretilmiş parfüm. Paris’te doğmuş ve hızla yayılmış Avrupa ve dünyada. Doğal çiçek ve bitkilerin aroması ve hacmi yetmeyince de sanayileşmiş. Ardından da tüm varyasyonları gelmiş; deodorantlar, stickerlar, türlü türlü kokular. Bastırıldıkça bastırılmış bedenin doğal kokusu; kokuyla cilalandıkça beden, salgılayamaz olmuş kendi kokusunu. İnsan nasıl kokar? Yeni doğmuş, birkaç haftalık bebeği kucağımıza aldığımızda, bebeği öpmeden severken, “misler gibi kokuyor” tekrarıyla koku üzerinden ifade ederiz sevgimizi. Koklaya koklaya sarmalarız burnumuzla bebeği. Büyüdükçe bebek uzaklaşır “misler gibi”. Yetişkin olunca da koku ve adı başkalaşır, uzaklaşır “misler gibi” belleğimizden. Gelir yerine ter kokusu. Ve artık kozmetik sanayi devrededir.
24
Tanıklığım çoktur ama yine de sormak isterim: koltuk altınızı koklar mısınız ter kokuyor muyum diye? Nedense bu kanının pekişmesi için burun ile koltuk altı arasında jimnastik hareketiyle ilişki kurulması gerekiyor. Hem de günde birkaç kez. Çevremdeki çoğu kadın, az sayıdaki erkeğin, sağı solu gözetleyerek bu jimnastik hareketini şıpın işi yaptığını görmüşümdür. Ya apış arasını parmak uçlarıyla çaktırmadan test edip koklayanı? Ağız kokusu ile ayak kokusunu karşılaştırdınız mı? Yok yok devam etmeyeceğim, yoksa “iğrenç” diyebileceğiniz cümleler okumak zorunda kalacaksınız. Sonra bana koku fetişisti diyebilirsiniz. İtirazım yok, hatta itirafım var! Çok severim koltuk altını koklamayı dediğimde “oha” çekebilirsiniz. Oysa, eskilerin “koklaşmak” dediği duyu ile dokunmak eylemi, hayvansı güdüleri çağrıştırsa da bana son derece insani gelir. Yoksa siz sevişmenin yalnızca bedenlerin hemhal olmasıyla cinsel organlarla yapıldığına inananlardan mısınız? Oysa koklayarak dokunmak olduğuna inanırım sevişmenin. Gözleriniz kapalı ve karanlıkta buluşan vücutları, hazzın doruklarında yükselten kokunun ve koklamanın baştan çıkarıcı ve frenlenemeyen kışkırtıcılığıdır. Gündüz ve gece, bakışmalar sonrası bedenleri yaklaştıran, salgılanan kokuların buluşmasıdır. Önce kokular elektriklenir, çekim gücünü başlatır; sonra burun mesafesinde test edilir ve
yazı
“kanım kaynadı” dersiniz. Kaynaşan kokudur. Her gün yeniden, her sabah, gün arası birkaç kez, akşamları, kozmetik kokuyla örtünerek çıkıyoruz dışarı. O örtüyle çalışıyor, yiyor, içiyor, sevişiyoruz. Kozmetik örtümüz neredeyse cilamız. Nefes alıp da bedenimiz, salgılayacağı koku ile elektriklenemiyor, bulamıyor kokudaşını. Çoğaldıkça kozmetik kokular, azalıyor kokudaşlık, arıyor bedenler diğer bedenleri, ama hep deodorant, hep stick, hep kimyasal koku. Sevdiğinizi, sevgilinizi, boynunu, kokusunu hissederek öptünüz mü? Omzuna dudaklarınızla dokunurken geçti mi burnunuzun direğinden kokusu? Finali koltukaltını öperek yaptınız mı? Deneyin, hak vermezseniz stickinize devam edersiniz! imza: “demek istedim”
iki buçuk ayda bir
“Yananı Görür Mü Anto?” Cuma akşamı dişimi çektirmeye gittim. Yattım koltuğa birazcık kurcaladı doktor “hava sıktım kan geldi” dedi. Ağzım hassaslaşmışsa. Göz ağlıyor et ne yapsın? Kanıyor. Uyuşturucu iğnelerle ağzımı yok etti. Bir tuhaf büyücü bu doktorlar, sivri dokunuşla özel iksiri yediriyor etin içine, damarlardan vücuda. Kimse artık bir ağız içim olduğuna beni inandıramaz. Dokunuyorum dokunuyorum, yok! Dilimin bile yarısı yok. Özel okullara gidiyorlar tabi. Diyelim ki biz okuyoruz 4 sene, bunlar okuyor 6 sene – 8 sene. İksircilik diye özel dersleri var hatta, çok iksir verirse masaya yatırdığı bir daha kalkamıyor. Komaya giriyor. Artık başka bir dünyada, daha doğrusu iki dünya arasında, arafta yaşıyor. Bunun için de bir fiş geliştirmiş bilim insanları; diyelim ki öbür dünyada çok uzun süre kaldı, çekiyorlar fişi, vücudunu da yanına yolluyorlar. Artık arının çiçekten topladığı bal mı olur, yoksa filize can veren toprak mı olur gerisi doğanın takdirinde.
26
Ahiret inancı olanların üzülmesine hiç gerek yok. Madem öbür tarafta şelaleler falan var, daha ne? (içinden çikolata akanlar mı dersin, serin kaynak suları mı dersin – birini içip susayınca kana kana ötekini içiyorsun). Sevdiklerin orda beyaz fonda bulutların üstünde, erotik kanatlı giysilerle huşu içinde bir o yana bir bu yana uçuyor. Böyle azıcık
yazı
sekseler, yer çekimi istedikleri yöne indirip kaldırıyor bedenlerini. Yüzlerine sinmiş tatminkar bir gülümseme. Gözler yarı açık yarı kapalı. Ellerinde kadehler, her gün her gece bulutsu eğlence. Daha dünyada hiçbir damağın tatmadığı lezzetler, koklamadığı çiçekler, sarılmadığımız cinste ağaç gövdeleri… Mantarlar desen boy boy… Çok da infected. Bütün bu refah, bolluk, doğallık ve güzelliklerin ötesinde ise bir tepe var. Orada da tanrı ikamet ediyor. İş bölümü yapmışlar, kendisi sorumluklarına paralel olarak en büyük ve güzel yeri almış. Etrafını da çitlerle çevirmiş. Kendisi tanrı olduğundan kapıda “girilmez” yazmıyor. Denilen o ki, oranın rüzgarı da bir başkaymış, suyu da. Ama bilinen her şey her yerde konuşulmuyor. Hemen sınırın öte tarafında ateşlerin olduğu ecel sıcağındaki kötü yeri de iblislere bırakmış. Ne de olsa soyu sopu ne olursa olsun, tüm ilahi varlıklara bir yaşam alanı verilmesi gerektiği düşüncesinde. Zaten ateş onları yakmaz, onlar susamaz. Burada da bu böyle değil mi doktor? Yoksulların, aykırıların, seks işçilerinin, eşcinsellerin, evsizlerin, kimsesizlerin, fikri dikiş tutmayanların işte bütün bu “diğerleri”nin bir şekilde sözde barınma hakkı var. Ama gözde geri kalanlardan çok uzaklarda. Gözden uzak oldu mu gönülden de uzak olunuyorsa demek. Şehir hızla çirkinleşirken eğer ki onlar güzel yerlerde kalmışsa hemen dönüşüm başlatılıyor. Ama doktorların büyülerinden farklı bir büyüyle: ilahi dönüşüm! Mesela geçenlerde cehennemin cennete komşu bir parselinde ilahi dönüşüm ilan etmişler. Bu ilahi dönüşüm denilen mevzu cehennem ateşinde sıcaktan bunalmış çoraklaşmış cehennem topraklarına, gerçekten de “ilahi” bir dönüşüm geçirterek cennete katmak. Modernleşiyor pis fakirler. Cehennemdekilerin günden güne dar alanda kısa paslaştıklarını, daha yüksek katlar kurmak zorunda bırakıldıklarını söylüyorlar doktor. Bir kanal tedavisi de oraya uygulasan da yeni yollarla biraz daha ferah alanlara geçebilseler. Güncel manzara şöyle: çok sıcak, fena sıcak ama, Ağustos ayında Antalya’dayız, 5 saattir yatıyoruz göğü açık hamamdaki göbek taşının üstünde. Çıplak etimizi güneşe kurban vermişiz. Yerimiz de çok dar. Sıkış tıkış avluya serilmişiz. İşte bunlar da böyle. COKİ mimarisine uygun yapıtlar. Cehennem Organize Konut İdaresi. 27
iki buçuk ayda bir Kazanlardan nasibini alamamış günahkar ruhların azabı için özel olarak inşa edilmiş alanları, yanmaya ve sıkışmışlığa uygun olarak tasarlayıp herkesin iyiliği için çalıştırıyorlar. Yap-işlet-devret modelini uyguladıkları da var, bizzat memur zebaniler tarafından işletilenler de var. Yerlerde de hep sıçanlar… Yere kapaklanmış, yüzü kızgın toprağa çevrili vücutlardan küçük ısırıklarla kan akıtıyorlar. Böylece bir yenilenme yaşanacağı inancındalar. Günah yuvası vücutlardan akan her kan yerine azap içinde haykıran dersini almış pişman yeni kanlar doluşuyor. Hani sen birinin dişini çekip implant koyuyorsun ya doktorcum, bu hadise de onun gibi. Kemiğine kadar çakıyorlar, monte edilmesi icap eden cıvatayı bir yerine oturtuyorlar. Ama cennette bu böyle mi? Bildiğin sıçan, cennette oluyor sana parlak tüylü minik bir hamster. Cehennemin de kendi arasında hiyerarşisi var doktor. Çok yanmışlar, kömür olmuşlar, yeni yetme beyazlar, kazan taşıyan kamburlar, deliler, yanlışlıkla kendini burada bulanlar, başkasının günahını üstüne alanlar, diktatör olanlar, diktatöründen hesap sormaya varanlar, büyük azap çektirmişler, büyük azap çekmişler, krallar, kraldan çok kralcılar, köleler, her gün 3 saat evde televizyon mesaisi harcayan sıradan insanlar, evinde 8 televizyonu olan yalnızlar, televizyonsuz kalabalıklar, jiplere binenler, bisiklete binenler, tahterevalliyle gidenler, ayakkabıdan başka bineceği at – tutacağı dal kalmamışlar, çevreciler, çevreye felaketler, hayvan yiyenler, küçük hayvanların etine sütüne göz dikenler, hayvan besleyenler, şişe devirenler, devrimciler, faşistler, diktatörler, patronlar, patroncular, hiçbir şeyciler, yok ben almayayım efendimciler, şark kurnazları, edep aymazları, el öptürenler, eli öpülenler, bu ikisini aynı sanıp farkı görmeyenler, farkı görenler, körler, sağırlar, üç maymunlar, daha dünyada yananlar, tapesi montaj olanlar, sözü dublaj olanlar, falanlar flianlar… Kısacası cennetin düzenini bozma potansiyeli olan herkes burada. Dünyadan ahiretin kapılarına varasıya kadar devasa bir fişleme operasyonundan sağ çıkamayan herkesler… Dünyevi endişelerin, ahiretin dehşetini unutturduğu nice bedenler. Tanrı da dengeleri korumak zorunda öyle değil mi doktor? Üstten dişimi çektin mi altta karşılığı yoksa onu alan sen değil misin? Cennete gitmiş olup da cehennemdekilerin haklarını koruyacak kimseler bu dengeye karşı tehdit unsuru değilse ne peki? Elini vicdanına koy da söyle.
28
yazı
Cennete giden şükretmeyi bilecek! Kendinden geçmişlerle birlikte kendinden geçecek! Cehennemdekiler oradalarsa bir sebebi vardır elbet. Öyle değil mi? Öyle tabi ama artık burasına kadar gelen cehennem ahalisinden bir grup genç cehennemin ortasına bir park kurma kararı almış. Bak deyyuslara! Kulaklarına gelenlere aklın kapı açıyor mu doktorcum? Vay efendim neymiş, cennette bağlar bahçeler, bir elleri yağda öbürleri baldalar, zevkten karakter gözü şaşılaşmış ruhlar varmış ama cehennemde neden bir yeşil kalmamışmış… Yahu zaten cezanı çekmek için gönderiyorlar seni oraya, bunda anlamayacak ne var? Ağaç senin neyine! Ağaç koyulacak olsa, gerekli olsa, zaten tanrım koyardı ağacı oraya, demek ki sana gerekmiyor ağaç mağaç. İki parça canlı odunun kavgasını veriyorlar, oysa orası odunları yakıp ateşi körükleme yeri. Üç beş tanesi bir araya gelse bir anda çok mühim bir şey varmış gibi bağır çağır kendilerini parçalıyorlar. İblisler de illallah etti artık bunlardan doktorcum, daha beter yansınlar diye cennetten cehenneme oksijen ihraç eder olmuşlar. Milletin oksijeninden çalıyorlar. Oksijen tüpleriyle kafalarından avlıyorlar cehennem ahalisini. Oysa ölen bir daha ölmüyor. Cennete kurulmuş devasa ekranlarda her gün cehennemdekilerin günahları anlatılıyormuş bu esnada. Bu ekranlarda yan taraftakilerin yaptığı büyük haksızlıklar, zulümler, işkenceler, kötülükler anlatılır, onların neden ıslah edilmesi gerektiğine dair sebepler banner şeklinde her gün ekranın altından üstünden su gibi akar gidermiş. Zamanın olmadığı mekanda günler geceler birbirinin peşi sıra böyle geçermiş. Yok yok, sandığın gibi değil. Cennete gitmişliğim yok doktor. İksiri biraz fazla kaçırıp sınırdan dönenlerden dinlediklerimi aktardım. Bir ayaklarını tam atacakken öte tarafa, yok daha senin vaktin gelmedi diyip şutlanmışlar. Dünyada bu kadar sınır varken öbür dünyada yok mu sandın? Ah doktor ah, ne kadar da safsın. Anto’ya Sevgilerle, Elifcan Çelebi
29
iki buçuk ayda bir
Otobiyografik Yazar “Kâğıt banknotlara lalettayin yazılmış yazılar bile şu yazdıklarımdan daha çok kişiye ulaşmaktadır bencileyin!” diye kendi kendine söylenip, paranın dolaşım hızına bir anda duyduğu öfke usul usul dinerken varlığına behemehâl inanmadığı ilham perilerinin ortaya çıkmalarını beyhude beklemeye devam etmekteydi farkında bile olmadan. Mithat Erdoğan Moda- Kadıköy/İstanbul
şiir
yergi
1
boğaz üzerine giydiğin gömleğin yakasıdır yakanın, boynundan yüzüne tırmanan açık tarafı tarihi yarım adaya göğsüne doğru kararan düğümlenmiş tarafı Karadeniz’e varır bir yakadan ötekine geçerken açık tarafa doğru oturursun vapurda sanki istesen gidebilecekmişsin gibi nah gidersin.
2 başkalarının ayıbına utanan mor bir dağsın sen aydınlıkta soyunup karanlıkta oturursun bir kamyonun arkasından başka bir kamyona ağlarsın cesaretin zamansız suskunluğun anlamsızdır bu yüzden gözündeki müthiş ağlamak ihtiyacı
diyeceğini bilip de susmak, gözünü görüp de yummaktır yaptığın kötü kopya bir solcusun.
3
daima kapanmayan bilgisayarın yanında duran tuvalet kağıtların evden çıkarken cüzdan almak, anahtar almak gibi bir şeydir peçeteni asla unutmazsın ağlayacağından değil ama her an akabilir burnun, içlidir giysilerin cebinde unutulup yıkanan peçeteler hiç elini cebine atma, bok gibidir. 4 gerçek hayatı konuşmaya değer bulmayacak kadar gerçekçisin yaşanmamış hikayeler anlatır ondan bundan aldığın inceliklerle karakterlerine yeni bir yüz eklersin ne gözün ne yüzün sen yazdıkların kadar güzelsin azıcık kenara çekil de biraz hava gelsin kuzguni* 31
iki buçuk ayda bir
-mutlu parça 1“Alışırsın” dedi. “O zaman, sokaklarda geniş yüreklilikle gezinip, anı yakaladığımız zamanlara geri dönebiliriz.” Bense inancını yitirmek, “inancını, -neredeyse- herkesle geçirilecek yeni zamanlara, yaratılacak yeni anılara karşı BÜYÜK HARFLERLE yitirmek” konulu o dönemdeydim ve “masum/içten” inançlarına en buruğundan bir gülümseme ile cevap verdim. “Bak işte böyle, gülümse hep” diyip, üstelik bir de sırtımı sıvazlayıp yoluna devam etti, kalan yine bendim.
Özge Mutlu
32
mutlu
-mutlu parça 2“Ama artık çok geç” diye geçirdi içinden. Hayatı boyunca başkalarının başına gelen güzellikleri sadece izlemiş -gerçekten kıskanmamış, insanın çoğunlukla hak ettiğini yaşadığına çok inanmıştı. Şimdi ise: İnanmak=?- hayal kırıklıklarının bir gün azalarak biteceğini umutla beklemişti. Ve şu an vardığı tek nokta: “Ama artık çok geç”ti. Sanki o bir şeylerin düzelmesini beklerken zaman onu bir köşeye atmış, o izleyici olma durumundan hiç çıkamamış gibiydi. Bir şeylerin “iyileşmesini” beklerken zaman akıp gitmişti işte. Kaç yaşındaydı, ilerde neler neler olacaktı -ya geçmişte neler olmuştu, bir de “Anı yaşa” diye tutturmuşlardı, sanki çok kolaymış gibi“herkes” neredeydi şimdi? Kafası oldukça karışmıştı ama “hayat akıyor”, bu karışıklığa şefkatle yaklaşmıyordu işte. İnsanlar sıkılıyor, gidiyorlardı. Hep dedikleri gibi “Kalan sağlar bizim” falan da değildi. Varlıklarıyla yoklukları çoğunlukla benzer hisler uyandırıyordu maalesef. “Herkes”e bir zamanlar anlatmaya çalıştığı gibi, “o kadar erken gözükmesine rağmen bu kadar geç oluşuna” gülümsedi (işte şimdi, haklı olmak yerine mutlu olmayı tercih ederdi) ve uzaklaştı. Özge Mutlu
33
iki buçuk ayda bir
iki buçuk ayın çalma listesi #1
•
Interpol – All Of The Ways
•
Yasmine Hamdan – Wadeh
•
Nym – Et Moi
•
Melody Gardot – If I Tell You I Love You
•
Submotion Orchestra – Finest Hour
•
Chromatics – Tick Of The Clock
•
Brock Berrigan – Drinking In A Snow Storm”
•
Odjbox – Sepia Sky
•
The Architect – Les Pensées
•
Poldoore – But I Do
Mehmet Özer & Vildan Özer
34
iki buçuk ayın çalma listesi
35
iki buรงuk ayda bir 36