iki bu癟uk ayda bir fanzin
N o : 3 H a z i ra n 2 0 1 5 Pa ra i l e s a t 覺 l m a z .
i ki b uçuk ayda bi r fan zi n No:3 Hazi ran 2015
m e r h a b a s e v g i l i o k u r, üçüncü kez karşına çıkar ken iki b uçuk ayı geçirdiğimizin far kındayız. taahhüdü verilmiş bir b uluşmaya her şey bi r anda olmasın diye* az da olsa geç kaldık. t e ş e k k ü r e t m e k i s t e d i k l e r i m i z v a r. a t t ı ğ ı m ı z m a i l e h ı z l ı v e i ç t e n c e v a b ı i l e b i z i s e v i n d i r e n o s c a r l l o r e n s* * ’e , k a p a k ç i z i m i i ç i n t e k r a r t e k r a r t e ş e k k ü r e d e r i z . t a s a r ı m i ç i n d i c l e’y e , y a z a r l a r ı n her sözcüğü üzerindeki işçiliği için redaksiyon ekibine, bizimle yazılarını paylaşan her kese ve desteği için gönen abimize içten t e ş e k k ü r l e r. biz bu mecrada yazarken günlüğümüzü tutuyoruz bir yandan. bir a n ı y ı d i n l i y o r s u n u z a r t ı k o k u n d u k ç a n e f e s a l a n . s i z d e y a z ı n /ç i z i n , paylaşın bizimle ki anıları çoğaltalım: ikib ucukaydabir@gmail.com sevgiyle, elifcan.
* “ T i m e e x i s t s i n o r d e r t h a t ev e r y t h i n g d o e s n’t h a p p e n a l l a t o n c e … a n d s p a c e e x i s t s s o t h a t i t d o e s n’t a l l h a p p e n t o y o u . ” / “Zaman her şey bi r anda olmasın diye ve mekan hepsi bizi m başımıza gelmesin diye var” — S u s a n S o n t a g , At t h e S a m e Ti m e : E s s a y s a n d S p e e c h e s * * t h a n k y o u o s c a r. . .
2
iki buçuk ayda bir
kütleni n dayanılmaz ağır lığı 4 oyunun kural ları 6 bi r av uç çökelek iç i n 8 metastaz 11 G BT 12 e n kü çü k çize ri m iz d oğa a d a ka p la n’ı n re sm i
i ki b uçuk ayın r itmi 16 i ki b uçuk ayın çalma li stesi 17 çağla 19 kai ros 20 saklama kabı 22 yeraltından sesler. ya da otobiyo grafi k özel li kli bi r yeraltı yerg i si 24 muz(dar)ipli k 26 ne g<otium 27 şaşırı 29 iğne deliğ i nden foto ğraf çekmek 30 sefer i ler: new yor k 33
iki buçuk ayda bir
3
kütlenin dayanılmaz ağırlığı Koridorda düşüncelere dalmış halde ilerlerken, kır ve kıvırcık saçlarıyla Albert’in yüzünü görünce kan beynine hücum etti. Kendisinden beş yaş küçük olan bu adam artık Nobel ödülü almış ünlü bir bilim adamıydı. Hiç içinden gelmemesine rağmen ona selam vermesi gerekiyordu. Albert Einstein görelilik kuramını bulmasaydı bilim dünyası onu hala keşfedememiş olacaktı. Ancak bu sıçrama, var olandan kopuş, yeni bir paradigmaya geçiş, hiç kolay kabul edilmedi. Ama artık, teorik olarak, evren Einstein’ sız olamaz.
Fo toğraf: Özge M u tl u 4
iki buçuk ayda bir
Hata yapıyor olabilir miyim? Görelilik teorisinin yanlış olduğunu iddia etmek benim harcım mı diye içinden geçirdi. Kendisine güvenemiyordu. Oysa kendisi ukala, kendini beğenmiş biri sayılırdı. Bütün seminerlerde sunum yapan fizikçiler onu görünce tedirgin olurlardı çünkü kendi konusunu çok iyi bilirdi ve fiziğin diğer konularına da yeterince hakimdi. Ama, ama, ama... O zamansız gelen Nobel ödülü tüm dünyayı o sonradan görme köylü herifin tarafına geçirmişti. Şimdi ibre karşı taraftaydı. En azından hafif bir tebessümle, başını da eğerek ve en kötüsü de gözlerine bakarak yanından geçmesi gerekiyordu. Kendi programladığı parça çarpıştırıcı simülatöründe yaptığı deneyler kendi tezini doğruluyordu ama hala zamana ihtiyacı vardı. Tam hazır olmadan Albert’i karşısına alması akıllıca değildi. Şu an zaten herkes ona deli gözüyle bakıyordu ama bir taraftan da fizik dünyasının dayanılmaz kütlesi de her gün onu azar azar eziyordu. Kendi tezine göre E=mc2 güzel ve basit olmakla beraber tamamen gereksiz bir formüldü. Kendi teorisine göre, asıl önemli olan kütle ya da hız değildi; kuarkların o ana kadar bilinmeyen bir özelliği olmalıydı. Eğer bu özellik kuarkta mevcut değilse o parçacık ışıktan bile hızlı hareket edebilirdi. Büyük patlama sırasında saçılan parçacıklarda bu özellik büyük ihtimalle yoktu ve bu yüzden de evren bugünkü boyutuna ışık hızından katlarca hızlı şekilde ulaşmıştı. Tezi ayrıca aralarında büyük mesafeler olan fotonların, ışık hızını hiçe sayarcasına, nasıl eşgüdüm içinde hareket edebileceğini açıklıyordu. Gururunu çiğneyerek artık çekemediği eski çalışma arkadaşına zoraki bir göz selamı verdi. Sanki kafası çok meşgulmüş de, kimseyle ilgilenmiyormuşçasına yoluna devam etmek istedi. Bakışlarını yere yönlendirdi ve hafifçe kamburunu çıkartarak kahve odasına doğru yürüdü. Albert’in hala düzeltemediği o ağır Alman aksanıyla ‘Thomas’ deyince duraksadı. Arkasını döndü. - Bir çalışma grubu kurduk. Enteresan bir konu, senin de ilgini çekebilir. Katılmanı isterim. - Çok memnun olurum Albert. Beni de düşündüğünüz için teşekkür ederim.
Bülent Nomer
iki buçuk ayda bir
5
oyunun kuralları Maçın ortasında oyunun kurallarını değiştirdiler. Halit abi bana bunu söylediğinde gülüyordu. Sanırım olup bitenin farkında olmak insana bir süre sonra gülecek, hayatı tiye alacak bir olgunluk veriyor. Tam olarak kastettiği şeye gelecek olursak: maç, çalışma hayatı süreci, oyunun kuralları da sosyal güvenlik sistemi demek oluyor. Sosyal güvenlik sistemi, üç kelimelik, varoluşuyla sıkıcı bir şey kanaatimce. Hangi sosyalden, hangi güvenlikten bahsediyoruz? İnsan durup düşünüyor; metrobüslerin alev aldığı, üstgeçitlerin yıkıldığı, kadınların akıl almaz bir şekilde öldürüldüğü, silahların aniden patlayabildiği, katırlara merhameti olmayan, türlü deli saçması olayların yaşandığı bu tuhaf memlekette nasıl bir güvenlikten bahsedebilirz? Tabii öyle bir güvenlik değil bu sosyal güvenlik dediğimiz şey. Konu üzerine, bir araştırmam gereği uzun uzun okumuş bulundum. Halit abiyle yaptığım görüşme de ondan; okumanın ötesinde, gerçek hayattan alınan hikayelerle konuyu tamamlamak için. Ama önce dönüp biraz geçmişe bakalım. Uzanıp sosyal güvenlik sistemlerinin tarihçesine baktığımızda 1880’lerin sonunda minik minik kendi aralarında örgütlenmeye başlayan, sandıklar kuran işçilerin elinden bu hakkı alıp, olayı kurumsallaştıran sevgili şanselör Bismarck’ı görüyoruz. Ondan feyzalıp, biraz da işçi sınıfını kalıplarında tutma maksatıyla, sosyal sigortalar sistemleri, orada burada, daha çok da ve hatta en kapsamlılarıyla Batı medeniyetlerinde, harcıalem kurulmuş. Uzun yıllar vatana millete hizmet edip yorulan işçilerin de belli bir yaştan sonra çalışmadan hayatlarının geri kalanını sürdürmeleri için de emeklilik hakkı ortaya çıkmış ve sosyal güvenlik sisteminin 6
vazgeçilmez bir parçası olmuş. Öyleymiş, böyleymiş, yaşlılar sayıca çok da değilmiş o zamanlar. Yani çok da fazla emekli olacak kişi yokmuş. Hem zaten insan ömrü kısaymış. Bu sebeplerden mütevellit refah devletleri sevgili yaşlılarını, 20-30 sene kadar çalışıp devlete hizmet imtihanlarını verenlerini mükafatlandırmak, biraz da yeni çalışma hayatına atılacak olanlara yol vermek amaçlı süpersonik sistemlerini inşa etmişler. Öyle işte, emeklilik dediğimiz, rahata ermek, bahçemde lale yetiştireceğim, Afrika’ya gideceğim, şurada duran kitapları bitireceğimler böyle böyle yeşermiş; dünya dediğimiz tam da sınırlarını her zaman çizemediğimiz yeryüzünde. Ama şimdi uzatmayalım bu tarihçe konusunu. Kendimize dönelim. Yanlışlıkla belediye çukuruna düşüp ölen insanların olduğu güzel memleketimize ve bu memleketteki emeklilik, ya da büyük başlıkla sosyal güvenlik sistemine. Şöyleki, en azından benim naçizane perspektifimden, sosyal güvenlik sistemi iyi niyetli bir yığın çabalarla bu coğrafyada da kurulmuş. İşte hep duyduğumuz, eczanelerin kapılarında büyük puntolarla asılı, küçükken manasız gelen kısaltma ve sözcükler: SSK, Bağ-Kur, Emekli Sandığı; ayrı ayrı kurumlar olarak kurulmuşlar. Peyderpey... Bir kaç eski eczane dışında artık o puntolar yok. Çünkü çok reformist devletimiz tuttu bu 3 kurumu 1 çatı altında topladı bundan 7 yıl önce. Ta ta ta taaam! SGK: Sosyal Güvenlik Kurumu. Çeşitli sebeplerle iyi de oldu, çok da güzel oldu gibi düşünceler mevcut. Bir kısmına ben de katılıyorum. Evet, artık emekli sıraları da yok, kurumsal kafa karışıklığı da. Hastaneler de ayrılmıyor artık SSK hastanesi bilmem ne diye. O tuhaf ayrımcı, sen bağ-kursun yazık daha az olacak maaşın, sen emekli sandığı oh oh oh, bir nebze kalktı. Tabii her şey pat diye birden bire kalkamyor. Bir gün önce 1 milyon deyip, bir gün sonra 1 tl demek ne kadar iki buçuk ayda bir
kolay olmuyorsa, insanların tabi oldukları kuralların değişmesi de o kadar kolay olmuyor. Tam da burada, Halit abinin demeye çalıştığına biraz daha yaklaşıyoruz. Bu ülkede işçi statüsünde, geliri asgari gelir ve biraz üstünde yaşayan yüzbinlerce işçi var. Şanslılarsa şayet taşeron değil de kadrolu ya da uzun dönemli çalışanlar. Fazla mesaiye kalıp, masa başında çok oturmaktan sırtım ağrıdı diye şikayetlenenlerin ötesinde, toz, duman, makina gürültüsü, ağır yük taşıma da dahil türlü fiziksel zorluklar altında fazla mesaiye kalan işçiler var. Gel gör ki sistem beyaz yakalıya da mavi yakalıya da 4/a’lı çalışan diyor, aynı prim gününden, aynı yaştan emeklilik hakkı veriyor. Bu başlı başına anlaması zor bir konu. Eskiden de, yani SSK iken de kurallar mavi yakalılara ve beyaz yakalılara aynıydı. Ama kurallar başlı başına farklıydı. Yaşam süresinin 65 civarında seyrettiği zamanlarda, ki ortalama yaşam süresi açıklanırken gelir seviyesi ve çalışma koşulları göz önünde bulundurulmaz, emeklilik yaşının 40lı yaşlardan 60lı yaşlara çıkarılacak olması büyük tepki yarattı elbette. Sanılmasın ki 45 yaşında emekli olup gönlünü gün ediyor insanlar; yeniden çalışmaya başlıyorlar, hem aktif çalışmayı bırakmak için gerçekten erken bir yaş olduğundan hem de kıt kanaat geçinmeye kimsenin hevesi olmadığından. Ama en azından emeklilik hakkını garantilemiş olarak ya da emekli maaşına da güveniyor olarak. Sosyal devlet gereği... Bu ikinci çalışma hayatında belki daha az yorucu bir işe geçerek, varsa emekli ikramiyesiyle kendine iş kurarak, ya da memleketine dönüp arsa, tarla, üretime el atarak. Biraz daha kafasına göre yani. Velhasıl kelam, emek-yoğun işlerde çalışanlar için çok önemli bir şey sosyalgüvenlik olgusu. Sosyal güvenlikten öte emeklilik maaşı, emeklilik hakkı. Az da olsa gelecekte sırtını dayandırabileceği bir teminatın varlığı. Şimdi bütün bunlar iki buçuk ayda bir
yıkılmış değil tabii ki. Halen devletin çokönemli bir harcama kalemi olarak gelir gider tablosunda yerini buluyor sosyal güvenlik harcamaları. İşte tam da o yüzden problem oluyor! 1999 ve 2008 sosyal güvenlik reformları bu harcama kalemini, devletin omuzlarındaki kangren yükü azaltmak üzere süslü kelimelerle yapıldı. Sırasıyla gerçekleşen reformlar emeklillik hakkını kazanmanın koşullarını baş aşağı etti. Emeklilik yaşının yükseltimesi, doldurulması gereken prim günlerinin artması bir yana, aylık bağlama oranı denilen basitçe emekli maaşını belirleyen parametler düşürüldü. Özellikle 2008 sonrası sosyal güvenliğe giriş yapanların durumu zor; önceki jenerasyonlara göre daha uzun süre çalışacaklar ve daha az maaş alacaklar kuvvetle muhtemel. Nesiller arası yaratılan bu eşitsizliğin neler getireceğini de gelecek gösterecek biraz. Öbür taraftan, maçın ortasında oyunun kurallarının değiştirilmesiyle başbaşa bırakılanlar var ki Halit abi onlardan biriydi. 1999 reformuyla emeklilik yaşı yükseltilince emeklilik hakkına çok yaklaşmışken o da “emeklilikte yaşa takılanlar”dan biri olmuş. Kazanılmış hakların elinden alınması hiç kazanmamış olmaktan daha kötü diye düşünüyorum. Ama Halit abi, yaşça benden çok büyük olmasının verdiği olgunlukla ve pek tabii kibarlığıyla gülümseyerek konuşuyordu koygun hikayelerin gölgesi altında.
Asya Saydam
7
-
Yirmi dört saniyelik hücum süresi dolarken hücum eden takımın en kötü şutörü olduğu için rakip takım tarafından kasten sıkı markaja alınmayan oyuncunun pas verecek arkadaşlarını da müsait bulamayınca çaresizlik, telaş ve panik içerisinde potaya gönderdiği şut misali ilerliyordum bisikletin üzerinde bahçeden köy yoluna doğru inen yokuşu. O son sıkmanın içindeki çökelekle yetinip efendi gibi evden çıksaydım şu anda bu durumda olmayacaktım. Ama ben ne yaptım, sıkmanın içindeki çökelekten daha fazlasını istedim ve çökelek miktarını artırmak ve çökelekleri tereyağı ile taçlandırmak için hazır sıkmayı açtım, sıkmanın içindeki tüm çökeleği sofra bezine döktüm ve yeniden muntazam mukavemete sahip bir sıkma oluşturabilmek adına sofra bezinin başında ter içinde dakikalar geçirdim. Bu esnada teyzem ve annemin ahıra yöneldiklerini idrak etmemi sağlayan diyaloglarını duyunca telaş içinde evden çıkıp merdivenlerden aşağı indim ve can havliyle ahırın hemen yanına bıraktığım kendi bisikletimi almak yerine, eniştemin benim için bir hayli büyük olan bisikletine atlayıp yola koyulmuş bulundum. Esas plan annem ve teyzemin evdeki işleri bitmeden efendi gibi çıkıp, kendi bisikletime atlayıp camiye, Kuran kursuna gitmekti. Yediğim boku ahıra gidip de fark ettiklerinde ben kursta olacaktım ve ben kurstan geri dönene kadar da sinirleri kuvvetle muhtemel geçecek, sakinleşmiş olacaklardı. Ama biraz daha fazla lezzet peşinde koşan nefsimin ve on yaşında olmanın verdiği toyluğun kurbanı olmuştum. Eniştemin bisikletini panik içindeyken düzgün kullanabilmek şöyle dursun, normal zamanlarda 8
b i r avuç çökelek için bile zar zor kullanabiliyordum. Şimdi evin bahçe yolunun köy yoluna uzandığı yokuş ve engebeli yoldan aşağı inerken ise resmen bir kâbus yaşıyordum. Bahçeden köy yoluna çıkan yokuşun sonunda bisikletin hâkimiyetini elime alıp da gidonu sola çeviremez ya da duramazsam, en iyi ihtimalle yolun kenarındaki her biri kürdan büyüklüğünde beyaz dikenlere sahip çalılıklara yuvarlanacak ya da daha kötüsü çalılıkların arasından geçip kanala uçacaktım. Gidonu can havliyle son anda hâkimiyetim altına alıp yolda tutabilmeme ben bile şaşırmıştım. İşlerin yoluna girdiğini düşünerek ve bisiklete ivme kazandırarak sonunda bisiklete az da olsa hükmedebiliyor oluşumun hazzını tatmaya başlamışken, o soğuk zincir şakırtısı ve patırtı ile beraber Tony’nin giderek hızlanan ve yaklaşan ayak seslerini duydum. Bu sesler her zamanki çizgisinden şaşmayan Tony’nin yola doğru attığı rutin deparın habercisiydi. Tony, bizim evin yanındaki evin soluk sarı renkli, simsiyah suratlı ve nispeten ufak sayılabilecek boyutlardaki çoban köpeğiydi. Sahibi Süleyman abinin tüm telkinlerine rağmen hayvan köy yolundan gelen her sese depar atmak sureti ile tepki veriyordu. Tek prensibi, köy yoluna çıktıktan sonra belli bir mesafeden sonra koşmayı bırakması ve kulübesine geri dönmek için kafasını sağa sola sallayıp havlayarak bahçeye geri geliyor olmasıydı. Bu huyunu bildiğimden, Tony köy yoluna varmadan Süleyman abilerin açık bahçe kapısından yeterince uzaklaşabilirsem bu tehlikeden de sadece yaşadığım adrenalin patlaması yanıma kar kalmış bir şekilde kurtulabileceğimin farkındaydım. İstemeye istemeye iki buçuk ayda bir
selede oturduğum pozisyondan ayakta durarak pedal çevirdiğim pozisyona geçiş yaptım ve pedallara var gücümle abanarak iyice hızlandım. Pedalları bu pozisyonda dört-beş tur çevirdikten sonra arkama doğru korka korka baktım ve Tony’yi yola çıkarken gördüm. Artık iyice hızlanmıştım ki birden Tony’nin ayak seslerinin kesildiğini fark ettim. Bisikleti yavaşlatarak bakışlarımı tekrar arkaya çevirince bana götünü dönmüş bir şekilde kulübesine geri dönen Tony’yi görmem, kendimi bisikletin selesine iç çekerek bırakmamı sağlamıştı. Sakin bir şekilde yol kenarındaki sık incir ağaçlarının arasında şimdiye dek gözüme çarpmayan bir dut ağacı var mıdır diye sağıma soluma bakınırken bana doğru yaklaşan bir motor sesi duydum ve uzaktan gelen motoru
ve üzerindeki Ferhat dayıyı fark ettim. Koyu bordo üstüne metalik gri desenli eski motorunun üzerinde kafasında kasketiyle bana doğru hızla yaklaşırken kavruk teni ve tam karşısından gelen güneş sebebi ile metrelerce öteden parlayan bembeyaz dişleri ile halihazırda yeterince sinir bozucu olması yetmezmiş gibi ilave bir gıcıklığa sahip olmuş gülümsemesiyle bana bakıyordu. Beni eksiksiz her gördüğünde kurduğu ilk cümle olan “Ne yaparsın be kopuk Adanalı seni!?” cümlesini gür sesi ile bana doğru bağırdı. Ben de her zamanki “Senden ala kopuk mu olur Ferhat dayı?”cevabımı vermekte bir beis görmedim. Bu sırada köy meydanına varmıştım. Karşıma daha fazla görev bilincine sahip köpekler, asabi kazlar ve ördekler çıkmaması için ilkokul binasının hemen solundaki dar yola sapıp nispeten daha sık ama daha tenha olan rotayı tercih ettim. Derken köyün içindeki bilmem hangi evden yükselen inek feryatlarını ve bu feryatlara eşlik eden “cık cık cık!” seslerini duyunca evden telaşla çıkmama sebep olan Fo toğraf: Özg e M u tl u
iki buçuk ayda bir
9
dün geceki marifetim aklıma geldi ve annemle teyzemin ben kurstan dönene kadar sakinleşmiş olmamaları durumunda yiyeceğim azarı tahayyül ettim. Kuran kursunda her gün bir dua ezberleyip onu okumamız beklenmekteydi. Yaş ortalaması sekiz ya da dokuz olan on küsür erkek ve on küsür kız çocuk karşı karşıya oturmuş aynı duayı sıra ile ezberden okumaya çalışıyorduk. Duayı okuyan herkesin okuma esnasında suratlarını yere paralel konuma getirerek gözlerini yerdeki halıya yöneltip vücutlarını da ileri geri sallamaları sinirlerimi bozuyordu. Sıra bana geldiğinde ise duayı okurken özellikle karşımdaki kızların veya hocanın yüzüne bakmayı tercih ediyordum. Genelde de Şerife’nin yüzüne bakıyordum. Çünkü diğer kızlar onlara baktığımı fark edince kafalarını önlerine eğiyorlar, hoca ise bakışlarımla karşılaşınca gözlerini belerterek bakışları ile beni azarlamaya çalışıyor, önüne bak dercesine jest ve mimikler içerisine girmekten kendini alamıyordu. Şerife ise ona baktığımda suratına oturan gülümsemeyi gizlemeye çalışarak bana bakıyordu. Gözlerini kaçıran taraf olmak istemiyordu, inat ediyordu bunu anlayabiliyordum ama ben de tüm kararlılığımla ona bakmaya devam ederek duanın tonlamasını Meksika dalgası misali bir bağırarak bir sessiz sakin şekilde değiştirince kendini tutamıyordu ve diğer çocukların dua okurken yaptığı gibi bakışlarını halıya yönelterek ve kafasını ileri geri sallayarak gülmeye başlıyordu. Hocanın benden hoşlanmadığının farkındaydım. Derslere en son gelen bendim. Herkes dua kitabını yanında götürürken ben kıvırıp tespihlerin konduğu ahşap kabın arkasına bırakıyordum. Duaları ezberlemek için sıranın bana 10
gelmesine kadar geçen süre yeterli oluyordu ve az evvel bahsettiğim üzere duaları okurken çoğu durumda diğer çocuklardan farklı davranıyordum. Köyde değil şehirde büyümüştüm. Diğer çocukların çoğu davranışlarını anlamakta güçlük çekiyordum. Zaten okuduğum dualardan bir şey anlamıyor olmak canımı sıkıyordu. Adana’da evde Michael Jackson’ın Bad isimli şarkısının klibine televizyonda denk geldiğimde halının üzerinde tepinmeden evvel bile babam etrafta ise önce yanına gidip; “Baba bu şarkıda ne anlatıyor, ne diyor sözlerinde söylesene!?” diye adamın başının etini yiyen meraklı bir velettim. Okuduğumuz dualar ise İngilizce’den daha beterdi. Hiçbir şey anlamıyordum. En son Kureyş ve Kafirun suresinden sonra zaten bende kayış kopmuştu. Tekerleme okur gibi okuyordum duaları ve kurs bir an evvel bitsin diye anlamadığım o duaları umutsuzca ediyordum yine o çocuk aklımla. Metafizik can sıkıntımı kendi silahı ile vurmayı istemeden de olsa deneyecek kadar çaresizdim o yaz. Hocanın kursu bugünlük bitirmesinden hemen sonra oturduğum yerde birden kursa gelirken bisiklete binip yolda ilerlerken yaşadığım üç ya da dört dakikanın günümün en eğlenceli anları olduğunu fark ettim. Tabi bu hislerimde söz konusu yakalanma, düşme, ısırılma tehlikelerini hasarsız atlatmış olmanın getirdiği iyimserliğin de etkisi vardı. Oysa yarın yine kurs vardı, annem ve teyzemin siniri geçmemişolabilirdi ve Tony yedi gün yirmi dört saat yerindeydi. Bisikletime binip eve dönerken, gelirken kaçındığım rotaya doğru pedallara abanarak hızla köyün içine girdim. Suratımda kocaman bir gülümseme, dişlerimin arasında ise hala birazcık çökelek mevcuttu.
Mithat Erdoğan 3 1 Te m m u z 2 0 1 4 P e r ş e m b e /A d a n a B i t e r k e n “ Te m p l e o f t h e D o g – H u n g e r S t r i k e” ç a l ı y o r d u …
iki buçuk ayda bir
metastaz aylardan aralıksa, gecenin bir vakti sokaklarda dolaşmak pek hayra alamet değildir. sıkkın canımı bir nebze eğlemek için çıktığım bu ufak çaplı yolculukta ayaklarımın beni gezdirdiği ölçüde bulunduğum ilçeyi tanımaya çalışıyordum. titrek sokak lambası ışığında kabası henüz atılmış inşaatlara bakıyor, çapraşık sokaklarda boş yolun ortasında zikzaklar çizerek yürüyordum. büyük şehirlerde bunu yapmanın imkanı yoktur, küçük yerlerde ise heyecanı yoktur. yanan kömür kokusu ve is halihazırda puslu olan geceyi biraz daha keyifsizleştirirken gözlerimi yakıyor, görüşümü daraltıyordu. sokak köpekleri bir hırlıyor bir susuyorlardı. gece huzursuzdu, ben huzursuzdum. insan en huzurlu anında etrafında sevdikleriyle ölmeyi diler, ben kendime tam aksini layık görüyordum, bir çöp torbası gibi böylesine bir gecede kaldırıma yığılarak ve sularımı bayırdan aşağıya doğru süzerek. sabah ne düşüneceklerdi kim bilir? işin kötü yanı, düşünülebilecek tüm şeylerin bir şekilde umurumda olması. insanı öyle bağlarla bağlıyorlar ki hayata, halet-i ruhiyesi tetiği çekse de kendisi yapamıyor. sırf canım istedi diye bu gece bu sokakta canıma kıyamıyorum, ne acı. halbuki bilseler baş ağrıma bir faydası dokunacağını belki el ele verir üzerime gazete örterler. aklımdan hiç şüphe etmedim fakat yine de mutluluğa muvaffak olamadım. sürekli elimdeki ipliği diğer elimdeki iğneye geçirmeye çalışırken buldum kendimi. yoruldum, sıkıldım fakat ne ipliği ne de iğneyi bir türlü bırakamadım. salaklığın meşru olduğu bu tuhaf cihan-ı alemde allame-i cihan olamıyorsan salak olmalısın. olmalısın ki kar yağmasın üzerine, bıyıkların sararmasın geceler boyu elin titreyerek içtiğin sigaradan sebep. hengameye atmalısın kendini ve dalgalar boyunu aşmamalı. velhasılıkelam, eğer bilindik tüm bu formları reddedip gerçekten yaşamayı seçtiysen o zaman da hazırlıklı olmalısın. sevişmemelisin ve savaşmalısın yeri gelince. işte kılıçlar böylesine kuşanılmışken ben cam kenarında şehirlerarası otobüs yolculuklarını tercih ettim. ben sokaktaki soğuk bankları sıcacık uykuya yeğledim. zehrimi içime akıttım düşünceli gecelerde, zihnimi bulandırdım. elime silahı da ben verdim namluya mermiyi de ben sürdüm. çok ufak bir nüans, tetiğe ufak bir temas farkı olarak, işte karşınızdayım.
Burak Cem Salay
iki buçuk ayda bir
11
G B T
Fo toğraf: Özg e M u tl u
-“Beyler çişinizi pişinizi yapın, Bolu’ya kadar mola vermeyeceğiz.” diye gürledi Erkan Reyis’in çok sigara içmekten ve tezahürat etmekten kurumları temizlenmemiş soba borusuna dönmüş gırtlağından çıkan sesi otobüsün koridorunda. Tekirdağspor tribünlerinin reyislerindendi. Benden sekiz yaş büyüktü ama sanki tek bir bilinçle dört ömür yaşamış, yine de Tekirdağspor’u seçmiş gibi geliyordu bana. Tribün reyisliği Erkan Reyis’in aile mesleği diyebiliriz. Baba mesleği diyemiyoruz çünkü ne yazık ki Erkan Reyis’in babası Fikret Usta Tekirdağspor’dan nefret eden bir adam. Ne var ki Erkan’ın üç abisi de kendi deli dolu zamanlarında tribün liderliği yapmış ulvi şahsiyetler. Sonra aileydi, çoluktu çocuktu derken bırakmışlar hep. Yoksa çok adam dövmüşler zamanında Kırklareli’nde, Edirne’de. Bugün Tekirdağ için tarihi bir gün. 1. lige yükselme mücadelesinde final maçı var Eskişehir’de. Bütün Tekirdağlılar olarak kenetlendik. Belediye başkanı ve sayın valimiz esnafı harekete geçirdi. Eşrafın önde gelenleri önayak oldular, tam 12 otobüs tutuldu. Normalde başka bakkaldan aldığın biraların boşlarını getirince “İftar çadırı mı burası? Kızılay çadırı mı? Mevlana mıyım ben? Kimden aldıysan git ona götür boşunu!” diye cırlayan Teke Mehmet bile her otobüse birer kasa tombul verdi. Kulüp başkanı (ki kendisi tekstilci kralı olarak bilinir) yeni taraftar forması yaptırdı 500 12
iki buçuk ayda bir
tane. Hepsi de gıcır gıcır, giymeye kıyamazsın. Bugün hepimiz yeşil beyazız. Sabahın altısında otobüsler sahil boyunca dizilmiş, Tekirdağspor’un yüce taraftarları önlerinde kümeler oluşturmaya başlamıştı. Erkan Reyis ve adamları insanları otobüslere bindirene kadar saat dokuz oldu. Erkan Reyis’in ve tayfasının yer aldığı ilk otobüsün önüne flaşörler takıldı. Emniyet müdürü tatsızlık çıkmasın diye (artık ne tatsızlığı çıkacaksa) Tekirdağ-İstanbul bağlantı yoluna kadar motosikletli polislerle kortej yaptırdı. Kudretli Tekirdağspor taraftarı tüm ihtişamıyla Eskişehir deplasmanına gidiyordu. Şampiyonluk kupasını (teknik olarak 3.lük kupasını çünkü Orduspor ve Rizespor zaten 1. lige yükselmişti bile) almaya, şehrimizin güzel takımını 1. lige çıkartmaya gidiyorduk. Ben ilk otobüsün tam ortasında, orta kapının hemen yanında oturuyordum. Hayatında hiç deplasmana gitmemiş olanlar için izah etmek gerekirse bir taraftar otobüsündeki en boktan yerdi burası. Sigara biter, “Metin fırla!” bira biter “Metin bu boşları al, şu elli lirayı da al, şu marketten bira kap gel!” Orta kapı ne zaman açılırsa bilirim ki bir yerlere fırlamam gerekiyor. Hatta öyle ki bazen şehirlerarası normal yolculuklarda bile orta kapı açılınca yerimden kalkmışlığım vardır. Aslında başka otobüste gidecektim ama babam Erkan Reyis’i çevirdi yolda. Sıkı sıkı tembih etti. “Vukuatlıdır!” diye uyardı. Haklıydı da. Size karşı tamamıyla dürüst olmadığım için beni bağışlayın. Bundan sonra gizli saklı yok. Her şeyi olduğu gibi anlatacağım. Tekirdağspor zerre umrumda değil. Futbolu, futbolcuyu ve küçük illerdeki futbol fanatizmini eğreti bulurum. Bu otobüste bulunmamın tek sebebi avucumun içinde sıkıca tuttuğum vesikalık fotoğrafın sahibidir. Dilan’dı adı. İşletme okuyordu. İşletmenin yanı sıra Thomas Mann, Joseph Conrad gibi adamları da okuyordu ama onlar benim pek ilgimi çekmiyordu. Benim ilgimi çeken şey Dilan’ın kara misket gözleriydi. Ve o gözlerinin içine her baktığımda karnımdan ağzıma doğru yükselen ateşböcekleriydi. Kelebek değil ateşböceği evet. Çünkü hiçbir kelebek içimi bu kadar ısıtamaz. Hele karşılıklı bira içerken ıslanan dudaklarını kurulaması yok muydu? Ne diyebilirim ki? Aşığım dilbere. O zaman da aşıktım hala aşığım. O zamanlar üniversite okuyordum. En azından soranlara öyle söylüyordum. Babam da öyle olduğunu düşünüyordu ki aylığımı bir gün dahi aksatmadan yatırıyordu hesabıma. Ev ucuz, oda arkadaşı çoktu. Marka nedir bilmez, happy hour adı altında güneşle birlikte başlardık ucuz ve sulu biraları içmeye. Yarının ne getireceğini hiç mi hiç merak etmediğimiz günlerdi. Ta ki o geceye kadar. Öğrenci evimizde misafirimiz çok olurdu. Geleni gideni sayamazdık. Bazen evde öyle adamlar olurdu ki kimse o adamı tanımazdı. Eli boş gelmediği sürece dert etmezdik. Herhangi bir terör örgütü bizim evi şehir yapılanması amacıyla kullanabilirdi ve biz iki paket makarna, ketçap ve mayoneze sesimizi çıkartmazdık. Dışarıya karşı salak olmamıza rağmen kendi aramızda birer stratejik dehaydık. Yunus (öz kuzenim olur) içkimin ve sigaramın çetelesini tutar ve düzenli olarak yengemleri bana karşı doldururdu. Kendisi içmezdi ama bahis bağımlısıydı. Ben içerek o ise basarak bütün paralarımızı tüketirdik. Diğer iki ev arkadaşımız da kendi çaplarında ev işinden kaçma ve benzeri hinlikler yaparlardı. Ama asıl psikolojik savaş Yunus’la benim aramdaydı. Yunus Keşan’da büyümüştü. Hep telefondan duyardım varlığını. Ben ne zaman teşekkür alsam o takdir alırdı. Ben ne zaman matematikten 68 alsam o 81 iki buçuk ayda bir
13
almayı başarırdı. Muhtemelen kendisi de benim için benzer şeyler hissediyordu. Buraya birlikte gelmiş, sırt sırta vererek bütün zorluklara karşı mücadele edeceğimize ant içmiştik. Bir hafta sonra Yunus benim salonda votka şişesiyle sızdığım fotoğrafı yengeme yollayıncaya kadar da yeminimize sadık kalmıştık. O gece uzun bir aradan sonra evde kimse yoktu. Diğer çocuklar memleketlerine gitmişlerdi. Yunus da arkadaşlarında kalacaktı o gece. Ben de fırsattan istifade ederek Dilan’ı eve davet ettim. O gece benim için gerçekten de “o gece” olacaktı. Odamı toplayıp salonu, mutfağı hatta ve hatta tuvaleti bile temizledim. Ne olur ne olmaz diyerek belki sevişirim duşumu alıp kısmetse sevişirim donumu ve bi ihtimal sevişirim gömleğimi giymiştim. Karpuzlu İstanblue votkası ve badem bile almıştım. Sevdiceğimle votkalarımızı yudumlayıp film izlemeye koyulmuştuk. Ne de güzel kokuyordu omzuma dökülen saçları. Hala dün gibi tazedir burnumda. Film ilerledikçe benim de ellerim ve dudaklarım ilerlemiş Dilan’la sarmaş dolaş olmuştum. Dudaklarını ısırırken kanatmamak için kendimle amansız bir kavgaya tutuşmuştum. Diğer yandan sağ elimi bluzunun altına sokup sutyeninin kopçasını el yordamıyla bulmuştum. Bulmaz olaydım. Tam elim Dilan’ın kopçasındayken salona Yunus daldı. Tohumunu sevdiğimin evladı sırf geldiğini fark etmeyelim diye zile basmamış, öğrencilik tarihi boyunca ilk ve son defa anahtarını kullanıp eve usulca girmişti. Girmesi ve bizi dudak dudağa görmesi yetmemiş gibi bir de pişkin pişkin: -“Ooo Metin! Sen var ya seen!” diye anlamsız bir cümle kurup kapıyı kapatıp çıkmıştı. O an zaman dondu. Dilan gözleri dolduktan sonra koşarak önce tuvalete (iyi ki temizlemişim diye geçirmiştim o an içimden) ardından da çantasını kaptığı gibi sokağa vurmuştu kendini. Bense televizyonun karşısındaki üçlü koltuğa saplanıp kalmıştım. Dünyanın en ağır dartı benim üzerime atılmıştı ve atan adam hedefi tam on ikiden vurmuştu. Kendime gelebildiğimde ortada ne Yunus ne de Dilan kalmıştı. Ben, votkam, kısa Winston’um ve bir avuç badem… Ardından ben de attım kendimi sokağa ve Cengiz Büfe’ye, Yunus’un 7/24 iddia oynayıp karışık tost eşliğinde maçları takip ettiği yere gittim. Tostunu yemiş çayını yudumluyordu paşam. Beni görünce gözleri ilk yarısı 4-0 olup da 4-5 biten maçla kuponu yatan adam gibi belermişti. Tam belerdikleri anda vurmuş olmalıyım ki olayın ardından Yunus’un sağ gözünde %35 görme kaybı yaşandı. O da geçiciymiş gerçi. 3-4 ay sargılı gezip sülaleye kendini acındırdıktan sonra çıkardı attı sargıyı. O geceden sonra babam da beni Tekirdağ’a geri çağırdı ve aşk yaşantım da yarım yamalak ortada kaldı. Benim bu deplasmana giderken gönlümde tek bir amaç var: galibiyet! Yolda bira bile içmiyorum. Sırf O’nu sağ salim görebileyim diye. Benim kupam da ligim de maçım da O! Tüm disiplini hak ediyor. Biliyorum bugün o kupayı kaldıracağım. Ateşböceklerini daha Bolu’dan çıktığım andan beri hissedebiliyordum. Kaynaşlı’yı henüz geçmiştik ki polis kortejin önünü kesti. Duyum almışlar, yola çıkarken yanımıza emanet almışız. Polis müdürüyle Erkan Reyis muhatap oldu: -“Doğrudur amirim emanetsiz yola çıkmayız. Bakın mesela ben bu malı aldım emanet olarak!” diye beni işaret etti. Taraftar topluluğu kahkahaya boğuldu o an. Amir bile gülümsedi. Bari sen yapma be amirim. Kolluk kuvvet idari şefine yakışıyor mu böyle sululuklar?
14
iki buçuk ayda bir
Allem etti kallem etti üst aramasından kurtardı bizi Erkan Reyis. Herkes bir an rahatladı. Sonuçta belki yanında çakı olan bazı tasvip etmediğimiz arkadaşlarımız olabilirdi ama suçlu güçlü kimse yoktu. GBT sorgulamasına fit olduk hepimiz. Polisler sıradan kimlikleri telsizle sorgularken sıra bekleyenler de otobüslerin arkasına saklanıp bira içiyorlardı. Ben de kimliğimi verip bir an önce emniyet güçleriyle yaşadığımız bu talihsiz karşılaşmadan kurtulmak için sabırsızlanmaya başlamıştım. Telsizle konuşan polis bir bana bir kimliğime bakıyordu ve konuşma ilerledikçe adamın yüzü kararıyordu. Yoksa iki sene önce kaybettiğim kimliğimi kullanıp adıma şirket kurup kredi mi kullanmışlardı diye telaşlanmaya başladığım sırada komiserlerden birisi yanıma geldi ve elimi omzuma atıp: -“Arkadaşı alıyoruz” dedi. O sırada betim benzim attı. Sesim içime öyle bir kaçtı ki tüm gücümle haykırmama rağmen kedi miyavlaması şeklinde: -“Erkan Reyis” diyebildim. Başına çakılan problemden huzursuz olan Erkan Reyis komisere: -“Sıkıntı mı var amirim?” diye sordu. Bu sorunun cevabını ben de merak ediyordum açıkçası. Sıkıntı mı vardı yoksa? -“Sıkıntı yok. Hiç sıkıntı yok.” dedi komiser. Pis pis sırıtıyordu. “Hadi jandarmalar gelmeden birkaç kere atıp tutun arkadaşınızı” dedi. Dizlerimin bağı çözüldü o an. Kendimi bıraktım ama yere düşemedim. Etrafımdaki taraftarlar beni dört bir yanımdan tutup havaya atıp tutmaya başladılar. En büyük asker benmişim, öyle diyorlardı. Çok geçmeden inzibat ekip aracı geldi olay mahalline ve beni Bolu Merkez Komutanlığı’nda misafir ettiler. Meğer okulu bırakınca tecilim kalkıyormuş, bilemedim. -“Bakaya kalmışsın” dediler. Avcumun içinde Dilan’ım vardı. Bakakaldığım konusunda haklılardı.
H a k a n Ke s k i n
Not: Bu öykü pek muhterem Mithat Erdoğan’ın seçtiği beş anahtar kelime olan “deplasman, ihtişam, ıslak dudaklı dilber, sütyen kopçası ve GBT” kullanılarak yazılmıştır.
iki buçuk ayda bir
15
İ k İ b u ç u k ay ı n rİtmİ geçirdiğimiz isim geldi. Genç jazz sanatçılarından Fredrika Stahl. Adını hızlıca yazıp bir yandan yolculuğumun ilk 5 dakikasının çoktan geçtiğini fark etmenin verdiği can sıkıntısıyla karşıma ilk çıkan şarkısını başlattım. Sonrasını hatırlayamıyorum. Daha doğrusu hayallerimin netliğinin arkasında kalan gerçek görüntüyü... Üç kelime vardı damağımda kalan: huzur, rengarenk ve pofidik. kaç tane şarkı sığdırmıştım bilmiyorum ama “ W İ l l o w ” ve “ M . O . S . W ” çoktan favori şarkılarım olmuştu bile.
Yine bir gün bir yere bir şey için bir amaçla bilmem kimin bilmem ne yüzünden yaşadığı sıkıntıyı gereksiz yere beynime sığdırıp, yine ne zaman neyle dolduğunu anlamadığım ağır çantamla Kadıköy vapuruna hunharca koşarak yetişmenin verdiği soluk soluğa zaferin eşliğinde suyumu alıp her zamanki yerime oturdum. 25 dakikalık hayal kurma sürem başlar başlamaz açtım çalma listemi. Uzun zamandır yenilemeye fırsat bulamadığım ve noktalama işaretlerine kadar ezberlediğim listemden şarkılar bana kırılmasın diye usulca çıktım. Aklıma hemen birkaç gün önce, önerilerine fazlasıyla güvendiğim kişiyle bahsini 16
Geçtiğimiz günlerde gitme şansını yakaladığım Beyoğlu Hayal Kahvesi konserinde sergilediği canlı performansıyla tüm düşüncelerimin ve tahminlerimin aslında daha da fazlasını hak ettiğini ispat etti kendisi. Yumuşacık sesi, mütevazı tavrı ve kendisine saygı duyduran yeteneğiyle, mekanı dolduran kalabalığa tüm haftanın stresini yok ettirecek bir keyif yaşattı. Sempatik tavırlarıyla da bizi “arkadaşlarla toplandık Fredrika’ya şarkı söylettiriyoruz” havasına sokan sanatçının şimdiye kadar Lionel Richie, Diane Reeves, The Brand New Heavies ve Ron Carter gibi usta müzisyenlerle de aynı sahneyi paylaştığını belirtmek isterim. İsveç’de doğan ama uzun yıllar Fransa’da yaşayan sanatçı, çaldığı piyano ve gitarının yanı sıra güzelliğiyle de renklendiriyor pop-jazz tarzını. Böyle zamanlarda babaannemin de dediği gibi: “Yüzünün güzelliği sesine vurmuş maşallah! ”
Selin
iki buçuk ayda bir
İ k İ b u ç u k ay ı n çalma lİstesİ
t e m a : s ay g ı l ı g ü n e ş İ n karanlık yüzü
-
R a r e B l oom - D a r k S k y L e av e H o u s e - C a r ı b o u Lıghts - CInnamon Chasers L a F ı q u e - R o b o s o NIc & Ad a n a T w ı n s M a d e To S t r a y - M o u n t K ı m b ı e O d e ss a - C a r ı b o u S UUN S - 2 0 2 0 C r y s ta l C a s t l e s - E m pat h y Stıll On Fıre - Trentemøller W or d of W or d - C h l o e Ar e n a
- Suuns
Never Enough - The KVB M o n e y C a n ’ t D a n c e - F ı sc h e r s p o o n e r -
Şarangoz
iki buçuk ayda bir
17
Çizim: Mustafa Çağırgan
çağla Adını ver dediler Kirpiklerimi tek tek yolarak işkence ettiler Bir ellerim, bir kirpiklerim bilirsin Vermedim Sonra bir gün artık kirpiklerim yok Ellerim pes etti sanırken kokun burnuma dayandı Bir kez daha yenilip buyur ettim O zaman kapatıldığım kulede yağmura tutulmuş bir çağla ağacı var sandılar Her deliği deliresiye aradılar ve delirdiklerinde kokundan biliverdiler adını, adresini, sen duymadan başkalarına karışmayasın diye bel oyuğuna koyduğum yara izini Seni bulmadılarsa çoktan Affedemesen de bu şiiri okuduysan Son bir kez yağmurda ıslansan Son bir kez yağmurda ıslansan Son bir kez yağmurda ıslansan
İrem Az 27 Mart 2015
iki buçuk ayda bir
19
kairos -
*kuzguni & Mithat Erdoğan Nisan 2015 / herhangi bir elektronik posta mesajı platformu.
*bkz: Sancho’nun Sabah Yürüyüşü (Haldun Taner- 1964)
Fo toğraf: Özge M u tl u
20
iki buçuk ayda bir
evcil hayvanlarımı defterin arasına sakladım. (böylece) her birine kalpleri kadar temiz sayfalar ayırdım. geçerken boğazdan dün akşamüstü, bir türlü ilerlemeyen trafiğe “tiki tiki praf tiki tiki praf ”ladım.* varoluşumun anlamı karton bardakta yazılı ismim miydi? ki onu bile doğru yazamamışlardı. hani nerde 5binlik imar planları? bu denizi yanlış yere çizmiş tanrı. birlikte uyandığımız her gün 5 dakika daha ertelerdim herhangi bir dine mensup olmak için kurduğum alarmları. mahçup olmak için önüme birkaç fırsat çıksa, soyunmadan yatacaktım misafir yataklara. oysa bu sabah da pijamalarımı itinayla katladım. sarımsak ağır geldi herhalde, kahvaltıyı es geçip öğlen rakısına dadandım.
iki buçuk ayda bir
21
Saklama Kabı Yalnızlıktır Bu bir direniş, yalnızlık, şiddet ve aşağılanma öyküsüdür. Ülkemizdeki aydın insanların maruz kaldığı sosyal linçin ibretlik bir hikayesidir. Her şey spor salonuna yazılmamla başladı. İş çıkışı gittiğim için spor öncesinde yemek yemem gerekiyordu. Bunun için farklı çözümler denedim; kuruyemiş yemek, sandviç yemek gibi. Fakat bu besinlerden aldığım enerji miktarı etkili bir spor yapmama yetecek miktarda değildi. Bu enerji ihtiyacımı karşılamam için makarna, bulgur, pilav gibi karbonidrat oranı yüksek besinler tüketmem gerekiyordu. İşyerine gelirken bu besinleri yanımda getirmeye karar verdim. Uzun arayışlar sonunda saklama kabı edindim. Genç ve bekar bir erkeğin doğru saklama kabını bulması ne kadar zordur bilemezsiniz. İşler buraya kadar gayet normal; saklama kabımda işyerime yemek getirip iş yerinden çıkmadan onu yiyip, spora gidecektim. Fakat aklıma o dahiyane fikir geldi. İşyeri yemekhanesinde makarna barı vardı ve saklama kabımı orada doldurabilirdim! Evde yemek yapmak zorunda kalmayacaktım ve yeterli besini de almış olacaktım! Bu fikrimi arkadaşlarımla paylaştım. Hepsi bunu çok pratik ve dahiyane buldu. Artık saklama kabımı işyerine getirip, yemekhanede makarna doldurup spor öncesi yiyordum, herşey planlandığı gibi çok nomaldi ve hayatım kolaylaşmıştı. Derken o ilk taş geldi. Benim bu fikrimi çok beğenen arkadaşlarım benimle aniden alay etmeye başladı! Başta hafif sataşmalar şeklinde başlayan bu olay adeta sosyal olarak linç edilme seviyesine ulaştı. Allahını seven benimle dalga geçiyordu. Saldırılar gittikçe arttı ve agresifleşti. İnsanlar saklama kabım hakkında yapılan şakalara ve alaylara daha önce hiç gülmemişçesine şevkle gülüyorlardı. Alaylar saklama kabımın rengi ve üzerindeki kelebek desenlerine kadar vardı! Bu buluşum bazı kesimlerin hoşuna gitmemişti ve bir reformcu olarak ötekileştirilmiştim. Yalnız bırakılmıştım. Bu satırları, alaylara artık dayanamayıp erken bitirdiğim bir öğle arasında yazıyorum. Ama korkmuyorum çünkü bu saklama kabının içinde makarna ve sostan çok daha fazlası var!! Aydın fikirler ve devrim var!! HAAAADİİİ GELİİİN ÜSTÜMEE KORKMUYOOORRRUUUMM!!!!
Murat A.
22
iki buçuk ayda bir
Fo toğraf: Özg e M u tl u
‘Müziğin sesini duymayanlar, dans edenleri deli sanıyor’ Friedrich Nietzsche.
iki buçuk ayda bir
23
Fo toğra f : Ö z ge Mut lu
Y e r a ltı n da n S e s le r . Ya da O t o b İ yo g r a f İ k Özellİklİ b İ r Y e r a ltı Yergİsİ.
24 24
“Muhteşemdi”, dedi yerine otururken. “Darvin’in müzik hakkında ne dedİğini hatırlıyor musunuz? Müzik yapma ve dinleme yeteneğinin insan ırkında konuşma yeteneğinden daha önce geliştiğini söylüyor. Müzikten böylesine derinden etkilenmemizin sebebi belki de budur. Dünyanın daha çocukluğunu yaşadığı, üzerlerinde bir sis perdesi bulunan yüzyıllardan, ruhlarımızda birtakım belirsiz anılar kalmış olmalı.”₁ iki buçuk ayda bir
Yerin onlarca metre altına gömülü insanların kulaklıklarından sesler yükselmeye çalışıyordu. Bazılarından gelenler aynıydı; kimilerinde günün en popüler şarkısı çalıyor, bazılarında daha deneysel parçaları yeraltına gömülü kulaklara iletiyordu. Pembe kulaklığın sahibi genç kadın yeraltına ineli 45 dakika olmuştu; yeraltına inmek için 2 vasıta değiştirmiş ve bu da yaklaşık 35 dakika sürmüştü. Daha da yeraltında gidecek 12 dakikası olduğuna göre güne 35 dakika yeryüzü, 57 dakika yeraltıyla başlıyordu. Kolunu oynatamayacak kadar sıkışık bir yerde duruyordu. Müziği değiştirmek için elini telefona atarken daha yeraltına ineli 8 dakika olmuş, genç gözüken ama daha yaşlı olduğu belli olan adama çarptı. Adamın bir 33 dakikası daha vardı ama yine de şanslıydı. Toplamda 41 dakikada bitiyordu yeraltı hapsi. Hadi yukarı çıkması-inmesi derken 46 dakikada yeryüzündeydi.
Durdular. Camdan dışarı baktıklarında onların geldiğini gören insanların bir adım daha kapının duracağı yere yanaştığını gördüler. Kapı açıldı. İçeride bazıları yeraltı zamanının sonuna gelmişti. Dışarıdakiler içeri girmeye çalışırken zamanı bitenler de dışarı çıkmaya çalıştı. İtiştiler. Birkaç küçük bağırtı duyuldu ama kapı kapandı. İçerdekiler içerde, dışardakiler dışarda kaldı. İlerlediler. 2 Arabesk eksilmiş, beklenmedik bir şekilde 1 Klasik artmıştı. Rock-Pop dengesi aynıydı. Birkaç da Reggae vardı kalp atışı ritminde; uslu görünümlü, kısmen asık suratlı adamlar ve kadınların kulaklarında. Tam üstlerinde hem yer hem deniz varken, yani hem deniz hem yeraltıyken konumları, büyük siyah kulaklıklı Makina Mühendisliği okuyan çocuk düşündü- aslında bunu her gün düşünüyordu, yeraltı yolculuğunun takribi 15-16 dakikasına denk geliyordu bu düşüncenin zerk etmesi. Meslek hastalığı gibi bir şeydi belki de. ‘’Hiçbir ses kaybolmadığına ve uzayda bir yerde hapsolduğuna göre, yerin yedi kat altında beynime beynime giden bu müzik de uzaya gitme şansı bulacak mı?’’ İç geçirdi. Nefesinin sesi mutlaka uzay boşluğundaki yerini alacaktı da, müzik biraz muallak haldeydi, sanki 10 santimetreden daha öteye yolu yoktu o güzelim şarkının: ‘’ Rule dem, grab dem, beat them all, show them...2’
iki buçuk ayda bir
O sırada aynı denizin üstünden geçen bıyığı badem amca, ‘’Of!’’ dedi, ‘’İstanbul ne güzel memleket! Havasına, suyuna, hizmet verenine kurban!’’ O amcanın kulağında müzik yoktu, hiç de olmamıştı. Başkalarının kulaklıklarından taşan müziklere ortak olmaya çalışırdı hep, kendi kendine mırıldandığı şarkı bile olmazdı. Yeraltındaki pembe kulaklıklı kız bu adamı görse ‘’Yerüstünde bu kadar müziksiz olmaktansa müzikle yeraltına gömülürüm daha iyi!’’ derdi. Yeraltında, yerüstünde... Haftanın en az 5 günü bu saatte, bu yerde, hastalıkta sağlıkta; ölüm onları ayırana dek buluşacaklardı (ama ölüm onları birbirinden aldığında hiçbirinin haberi olmayacaktı). Yeraltındakilerin üstündeki delicesine şehir onları gömdükçe gömecekti yerin altına, yerüstündekiler de zaten hiç yeraltına inmeyecekti.
Ezgi
1. Si r Arth u r Co nan D oyle, Sh erlo ck H o lm es , Kızıl So ruştu rma . Avru pa Yak ası Yayın cı lık , İstan b u l, 2012.
2. Sattas Reg gaeban d - Ru le dem
25
muz(dar)iplik
Sonunu bir şekilde sana bağladığım saçma sapan rüyalar görüyorum son zamanlarda. Geçen gece mesela; Viyana kuşatmasındaydım. Düşman askerlerine saplamak üzere hançerime davrandığımda seninle birlikte aldığımız battal boy metal kerata ile karşılaştım. “Sonra ne mi yaptım?” Ağızlarına kerata ile vura vura canımı zar zor kurtarıp ormanın içine depar attım. Terler içinde uyanmadım. O kadar abartmayacağım. İnsan gibi yataktan doğrulup tam bir tiryaki gibi sigara tabakama uzandım. Ağzımda yarım bir sigara, aklımda demlikte hiç çay kalıp kalmadığı… Üstelik kibriti yine ilk seferde yakamadım.
Mithat Erdoğan
N o t : B u ş İ İ r , Ha k a n Kes k İ n ta r a f ı n da n r ast g e l e se ç İ l e n ; k u ş a t m a , k e r a t a , d e m l İ k , z a r v e s İ g a r a t a b a k a s ı k e l İ m e l e r İ n İ İ ç e r ece k ş e k İ l de y a z ı l m ı ş tı r .
26
iki buçuk ayda bir
Neg < Otium
O TIU M : B o ş Z a m a n N e g o t I u m [ n e g ( o l u ms u z l u k ö n e k i ) + o t I u m ( b o ş z a m a n ) ] : İ ş
Bir yaza nazır günde, Latince hocası derste, aslolan şeyin “boş zaman” olduğunu, “iş”in de boş zamanı tırpanladığı için olumsuz görüldüğünü büyük bir ciddiyetle anlatırken, biz hep bir ağızdan basmıştık kahkahayı. Üfürükten teyyare bir olay olsa da şöyle geniş geniş bi festival yapsak diye aranan Latinler zaten her daim mimliydi gözümüzde ama anlayışa sirayet etmiş bu negotium kelimesi de fazlaydı artık. Hoca bütün ciddiyetini koruyarak bizi ikna etmeye çalışıyordu: “Ama arkadaşlar üretmek için boş zamana ihtiyacınız var, çalışmak üretimi keser”. Bu cümle bile görünürde yeterince çelişkiliydi. Fakat işte “Zamanın eli değdi bize,” Sonra hepimiz “iş” yapmaya başladık, yazdık, çizdik, konuştuk, tartıştık… Düşünmemiz bile işti bizim, nihayetinde üretimin bir parçasıydı. Sabah akşam ürettik. Ardından “boş zaman” geldi çattı, bir şarkı koyduk, maksat sadece çok sıradan olan o “boş zaman”ı doldurmaktı. O şarkı, fikir değil de duygu anlattı, halden bahsetti. Biz güya insanları bir yere “götürmeye” çalışırken, o bizi hiç de öyle bir iddiası olmadan “kendimize getirmişti”. Zira kendisi bir sanat eseri. Aslolan boş zamanı sanat üretimiyle dolduran sanat eseri. Biz ise “yabancılaşma” denen şeyi negotium ile yıllar önce anlamamız gerekirken anlamamışız.
Adem Beyaz
N o t : İ ş m o l ası n da M ü s l ü m G ü r ses ’ İ n İ r t İ ca l e n a ç ı l m ı ş “ N İ l ü f e r ” p a r ç ası ç a l a r k e n , s İ g a r a e ş l İ Ğ İ n de a k l a sı r a l ı g e l e n d ü ş ü n ce l e r d İ b u n l a r .
iki buçuk ayda bir
27
28
Çizim: Mustafa Çağırgan
iki buçuk ayda bir
şaşırı
mümkünlerin mümkünlerle kesiştiği kıyıda boş bir tiyatro (yüzleşerek kendimle hiç bu kadar yüzleşmemiştim) binlerce olasılık biniyor öylesine çoklu icat edilmiş (güneş saatleri gibi şaşmaz hesapların içindeyim) Koro: herkes hiç kimsedir sayısızca kendi yaşamımdan biliyorum (ama annemleri düşünüyorum büyük çoğul şaşırmıyorum) fakat ellerimiz ellerimize şaşırıyor hızlıca (bu dünyada sen nereye ben oraya koşuyorum) düşünüyorum da fazla toplayamıyoruz kafaları (şaşırmıyoruz fişleri elektrikleri çekemiyoruz) adliyede hastanede şaşı bakmadan şaşır
Duygu Gündeş & Z a f e r Ya l ç ı n p ı n a r Mart 2015
Solo: ay lar yıl lar hek im ler hak im ler Koro: yalandan medet adalet metanet sağa dön düğünler büyük istikamet (şu an bir şey geliyor gibi aklıma) çünkü hep bir ağızdan şaşırmıyoruz erik ağaçları beyazlanıyor sırtımızdan devriliyor dağlar yavaşça sırtımızdan güneş doğuyor balık sırtımızdan (sonuçta şaşırmayı düşünmeyelim)
iki buçuk ayda bir
29
İğne Deliğinden Fotoğraf Çekmek
İnanması güç ama #bubikamera Merhaba! Bu sayıda size 17 Mayıs’ta İstanbul’un göbeğinde iki saatliğine harikalar diyarında olma hissini tattıran Bitti Gitti’de katıldığımız pinhole kamera yapım atölyesinden gözlemlerimizi yazmak istedik. Bitti Gitti kendini Keyifler Atölyesi olarak tanımlayan ve yaklaşık bir yıl önce Asmalımescit’te kurulmuş pek tatlı bir yer. Defter yapımından serigrafiye, pinhole kamera yapımından kaleydoskop yapımına kadar pek çok farklı atölye seçeneği bulunuyor. Biz sosyal medya yoluyla bu oluşumdan haberdar olup atölyeden bir gün önce ani bir kararla mail atarak kaydolduk. Oraya gittiğimizde bizi bütün güler yüzlülüğüyle Erbil ve Gizem karşıladı ve bize atölye boyunca hem çok şey öğrettiler hem de onlarla çok keyifli anlar paylaştık. Buket & Vildan 30
iki buçuk ayda bir
Şimdi gelelim işin ciddi ve teknik kısmına yani pinhole nedir? Pinhole kamera nasıl yapılır? Ve çektiğimiz fotoğrafı ev şartlarında nasıl banyo edip negatiflerinden pozitif elde edebiliriz? Doğruyu söylemek gerekirse ilk tatlı sohbetten sonra yapım kısmına geçtiğimizde biraz endişeye kapıldık el becerimiz çok iyi olmadığı için. Ancak atölye yürütücülerimizin yönlendirmeleriyle ve yardımlarıyla öncelikle pinhole kameramızın ahşaptan mı yoksa teneke kutudan mı olacağına karar verdik ve boyamaya başladık. Boyutları kolayca taşımaya daha uygun olduğu için, biz kare ahşap kutuları tercih ettik. Kameranızın nasıl gözükeceği konusunda yaratıcılık size kalmış, Gizem ve Erbil’in sağladığı teknik destekle seçtiğimiz ahşap kameraları sprey boyalarla renklendirip kurumaya bıraktık. Daha sonra deneme amaçlı orada bulunan kameralarla fotoğraf çekme işine giriştik.
Pinhole’u bugün kullandığımız fotoğraf teknolojisinin en ilkeli olarak tanımlamak mümkün. Pinhole Kamera Obscura mantığıyla iğne deliği kadar bir açıklıktan karanlık bir kutuya giren ışığın yardımıyla dışarıdaki görüntüyü ters bir şekilde fotoğraf kağıdına yansıtıyor. Bu kamera ile fotoğraf çekerken her pozdan önce yeni bir fotoğraf kağıdını kameranın içine yerleştirerek çekim yapmaya devam edebiliyorsunuz. Kameranın içine koyulan fotoğraf kağıdının ışığa maruz kalmadığından emin olmak gerekiyor. Fotoğraf kağıdını yerleştirdikten sonra işin zor kısmına geçiliyor yani iğne deliğinden geçecek ışığın miktarı ve süresini ayarlamaya. Ancak endişeye gerek yok! Erbil bu durumu pek marifetli bir mobil uygulama geliştirerek kolaylaştırmış. Telefona indirilen PinholeStore iki buçuk ayda bir
Rengarenk boyalarla hayalinizdeki kamerayı yaratmak size kalmış. uygulamasıyla bulunduğunuz ortamda kameranızın iğne deliğinden kaç saniye ışık alması gerektiği kolaylıkla belirleniyor. Ancak akıllı telefonunuz yoksa da üzülmeyin. Bulutsuz, parlak ışıklı dış ortamda 5-8 saniye, normal derecede aydınlatılmış bir iç mekanda ise 15-45 saniye arası göz kararı bir süreyle iyi kalitede fotoğraflar çekebilirsiniz. Zaman içinde deneme yanılma yoluyla ışık miktarını ayarlama konusunda daha tecrübeli hale gelmek kaçınılmaz tabi! Kamera iğne deliği boyutundaki açıklıktan yeteri kadar ışık aldıktan sonra deliğin kapağını kapatıp ağız alışkanlığıyla karanlık oda dediğimiz ama aslında kırmızı lambalarla aydınlatılmış, güneş ışığı girmeyen bir odaya giriyoruz. Burada fotoğraf kağıdını kameradan çıkarıyoruz ve akabinde fotoğrafın negatifini elde etmek için banyosuna başlıyoruz. Kağıdı önce suyla belirli oranda seyreltilmiş developer solüsyonunda görüntüler belirene kadar bekletiyoruz. Bu aşamada kritik olan kağıdın her yerine eşit miktarda solüsyon değdiğinden emin olmak. Aksi takdirde fotoğrafta dalgalı izler oluşuyor (bir denememizde başımıza geldi oradan biliyoruz!). Developerdan çıkardığımız fotoğraf kağıdını akan suyun altında yıkayıp bu defa aynı şekilde suyla seyreltilmiş fixer solüsyonunda bir süre bekletip fotoğraf kağıdını yine suyun altına tutuyoruz. Bu işlemler tamamlandığında elimizde fotoğrafımızın negatifi oluyor. Erbil’in geliştirdiği 31
uygulama sayesinde fotoğrafın pozitifini görerek fotoğraf kağıdı, solüsyon ve daha önemlisi emek tasarrufu yapabilirsiniz. Fotoğrafın ekranda gördüğünüz pozitifi iyi değilse, ya da kare hoşunuza gitmemişse bu aşamada işlemi bırakabilirsiniz. Ama fotoğrafı sevdiyseniz negatiften pozitif alma aşamasına geçme zamanı gelmiş demektir. Evde kullandığınız eşyaların dışında hiç bir ek malzeme gerektirmeyen bu işlem için annelerimizin en sevdiği eşyalardan olan, zigon da denilen camlı sehpaya ve güçlü bir masa lambasına ihtiyaç var. Yine kırmızı odada (ki bu ortamı evde ışık görmeyen bir banyoya kırmızı ampul takarak elde etmek mümkün) masa lambasını zigonun altına koyarak başlıyoruz. Sonrasında sehpanın camına alta fotoğrafın negatifini üste boş bir fotoğraf kağıdını yerleştirip 30 saniye süreyle masa lambasını açık tutuyoruz. Süre dolduğunda fotoğrafın negatifini almak için uyguladığımız banyo işleminin aynısını yaparak adeta 1900lerin başında çekilmiş gibi görünen şahane siyah-beyaz bir fotoğraf elde ediyoruz.
Kırmızı odada fotoğraf banyosu zamanı!
Atölye sona erdiğinde bir süre fotoğraf çekmeye ve banyo etmeye yetecek malzemelerden oluşan bir kit de bizim oluyor. Fotoğraf kağıdı, banyo için kaplar ve kırmızı ampule kadar çok ince düşünülerek hazırlanmış kitlerimizi alıp Bitti Gitti’nin muzurlarıyla (kendilerini böyle adlandırıyorlar) başka atölyelerde buluşmak üzere sözleşip vedalaşarak Keyifler Atölyesi’nden ayrılıyoruz. Dönüş yolunda yüzlerimizdeki kocaman gülümseme ve kameralarımızla bir an önce güzel kareler çekme hevesi bize eşlik ediyor.
İlk çekim ve banyo denememizin meyvesi
32
iki buçuk ayda bir
. s e f e r i l e r . New York Ü r e t İ m
O d a k l ı B İ r D e n e y İ m : C oo p e r H e wi t t , S mi t hso n i a n T a s a r ı m M ü z e s İ
İnsanların günlük hayatta karşılaştığı sıkıntılara çözüm aramak isterseniz New York’taki Cooper Hewitt, Smithsonian Tasarım Müzesi tam sizin için. “İnsanlar beni ilgilendirmez, ben her gün nelerle uğraşıyorum biliyor musun”cular için daha bile yararlı bir yer. Peki, Cooper Hewitt, Smithsonian Tasarım Müzesi nedir? Özetle ilk olarak 1897 yılında, endüstriyalist Peter Cooper’in torunları Amy, Eleanor, ve Sarah Hewitt tarafından, “Bilim ve Sanatta Gelişme için Cooper Union” projesinin bir parçası olarak, Andrew Carnegie Mansion’da kurulup yakın zamanda yeniden açıldı. İlk bakışta aklımıza gelmeyip günlük hayatta başımıza gelen sıkıntılara çözümler sunan, herkes için yaratmaya olanak sağlayan bir yer burası. Büyükler için anaokulu da diyebiliriz. Cooper Hewitt’in amacı da sizi New York’un tüketim dolu sokaklarından alıp üretim ve fikir odaklı düşünme sürecine davet etmesi. Çok zeki bir iki buçuk ayda bir
S ü re ç La b o ra tu va rı
yaklaşımı var. Mimari duruşu ve binanın stilinden dolayı ilk bakışta zannediyorsunuz ki komşuları Metropolitan Sanat Müzesi veya Amerikan Doğa Tarihi Müzesi gibi ciddi bir yerdesiniz; halbuki amaç fikir sunmanıza destek olan aygıtları size sağlayıp bulduğunuz çözümleri görmek. Hem sergi hem de interaktif “sosyal buluş” bölümleri bulunan bu alandaki ilk odamız Process Lab, “Süreç Laboratuvarı”. Dijital ve fiziksel temasla tasarım projelerine katkıda bulunuyorsunuz. Bu laboratuvarın oda planı gerçek hayatta, en azından okulda öğretildiği kadarıyla, bir tasarımcının cevap ararken geçtiği yollarla neredeyse aynı. Tasarım düşünmek, planlamak, çözüm üretmek ve fikirlere açık olmaktır. Yaratılan süreç alanı sizi bu şekilde düşünenlerin beyinlerine ve metotlarına davet ediyor. Diğer deyişle “tasarımcıyı oynuyorsunuz”. Süreç Laboratuvarı’na girdiğinizde “Güzel Kullanıcılar” kısmıyla öncelikle biraz tasarım tarihi ve insan odaklı düşünme mantığıyla kaynaşıyorsunuz. Tasarımcılar Henry Dreyfuss ve Alvine R. Tilley savaş sonrasında “Joe” ve “Josephine”i oluşturup kullanıcı odaklı çalışmalarına başlıyorlar. Günümüzde 33
giydiklerimizden kullandıklarımıza kadar karşılaştığımız çoğu boy ve form tercihini işte bu belirlenen, kullanıcıdan gelen standartlar oluşturuyor. Vücut ölçüleri ve hareket biçimleri kadar insanların nerden geldikleri, ne bekledikleri, nereye gittikleri ve ne görmek istedikleri de temel sorular haline geliyor. İlerleyince Lindsey Adelman’ın, kendisi Brooklyn’de başlayan bir ışık tasarımı stüdyosudur, “deneme alanı” karşımıza çıkıyor: Işık ile Prototip” oluşturma bölümünde ışığın efektlerini bir grup değişik opaklık ve doku özelliklerine sahip materyalle test ediyorsunuz. Konu insan odaklı tasarım ise, hitap edilen algı sadece görsel bir deneyim değildir. İkinci aşamada, “Daha İyi Tasarla” bölümünde,sizi 2 metrelik çoklu dokunma özelliği olan bir medya masası bekliyor. Ziyaretçiler günlük hayatlarında kullandıkları ürünler veya yaşadıkları durumlar için yeni fikirler üretiyor. Bu bir alışveriş sepetinden tutun da içtiğiniz bir içeceğin şişesine kadar her şey olabilir. Kurduğunuz empatinin sonucu olan bu fikirlerinizi işaret parmağınızla ekrana aktarıyorsunuz veya seçtiğiniz konunun şekillerine yerleştirip oklarla açıklamaya başlıyorsunuz. En sonunda da müzenin arşivine kaydediyorsunuz. Tebrikler, bugün toplum için bir fikir ürettiniz. En azından bakış açınızı sunarak var olan ürünlerin etkilerini geliştirme yolları aradınız.
“A l e tl e r H a kkı n d a: Eri şi m i G e n i şl etm e” e n s ta la s yo n u 34
“ G üze l Ku l la n ı cı la r” ı m ız Jo a e ve Jo se p h i n e
Bir başka bölüm ise “Fikir Alma” düzeneği. Burada günlük hayatta yanınızda taşıdığınız anahtar, gözlük kabı veya kalem gibi ürünlerin özelliklerini birleştirip yeni bir tür oluşturabilir, hatta manyetik paylaşım özelliğiyle paylaşabilirsiniz. Ya da “Giyilebilir Teknoloji” fikirlerinizi geniş ilham duvarında eskize dökmek de bir opsiyon. Bu etkinlik ve düzenekler sadece eğlenceli zaman geçirmek için değil aynı zamanda müzenin üst kısmındaki sergilere doğru bir gözle bakıp, temellerindeki fikirleri anlamak için de hızlandırılmış bir kurs aslında. Hepimiz eleştiririz ama karşı tarafın düşünce yolunu anlamadan ne kadar yerinde olur çıkardığımız sonuçlar çok emin değilim. Bu yanıyla tasarım müzesi üretmeyi bir meslekten çok bir algı biçimi olarak sunuyor. Üretim aşamasında fikrimizi, sistemimizi fiziksel ve mekanik olarak hayata geçirmek adına ihtiyacımız olan araç-gereçler var. “Aletler Hakkında: Erişimi Genişletme” bölümü vücudumuzun karşılayamadıklarına çözüm olan eklenti parçalarımız haline gelen araçlarla dolu. Cebimizdeki akıllı telefonlar gibi hizmet etmişler kendi dönemlerine. Bu bölüm değişik coğrafyalardan, kültürlerden ve iki buçuk ayda bir
zamanlardan gelen 175’den fazla araçla, onların 1.85 milyon yıllık tarihine göz atma fırsatı veriyor ziyaretçisine: Eskimo koşullarından 3D printer üretimi cisimlere, el yapımı kesici aletlerden İkinci Dünya Savaşı’ndan kalma bir haritaya kadar insanoğlunun bir sürü ihtiyacı gibi. Cooper Hewitt’in bir başka yaratıcı alanı da duvar kağıtları koleksiyonundan sonra geliyor. Dört duvarlı karanlık bir medya odasında dokunmatik bir ekranın önüne varıyorsunuz. İstediğiniz şekil, boyutları, yarattığınız desenin kompozisyon içindeki tekrar oranı gibi kararlar vererek kendi duvar kağıdınızı tasarlayıp kaydedebiliyorsunuz. En önemlisi de işinizin 2 boyutludan 3 boyutluya geçmesi yani fikirden çok gerçek boyutlarında yaşanması. Bu müzenin beni en çok heyecanlandıran yanı etrafımızı fark etmemizi sağlamasıydı. İnsana değer veren ve sürekli onu aklında tutarak üretmeye çabalayan bir tasarımcı
D u va r kağı d ı d e se n ta sa rı m e kra n ı ve aya rla rı n so n u n d a d u va rd a ki g ö r ü n tü sü
olarak, mesleğimin lüks ile değil ihtiyaç ile bir müze tarafından insanlara sunulması ve onları da bu üretici topluluğun bir parçası haline getirmesi bende buraya aidiyet duygusu yarattı galiba. Çünkü aslında hepimiz günlük hayatta kendi çözümlerimizi buluruz: Bir insana verdiğimiz cevap “ne söylemeliyim” sorusuna beynimizin bulduğu veya bulamadığı, bir çözümdür; seçtiğimiz bir kıyafet de, geçici olarak bantla astığımız bir tablo da. Anı kurtarırız, ya da en azından hayatımızı kolaylaştırmaya çabalarız verdiğimiz kararlarla. Bir cumartesi öğleni keyif için, rahatça fikir yürütmemizi sağlayan bir alanda, bakış açımıza değer verildiğini hissetmek kadar basit ama güçlü bir duyguyla müzeden ayrıldık bu deneyimin sonunda. Dünya daha güzel bir yer değildi, insanlığın sorularına cevaplar bulmamıştık ama güzel beyinlerimizi bireysel çıkarlarımız yerine toplumun günlük hayatına çözümler üretmeye yorduk. Bunun için bir müzeye gerek bile yok, biraz empati yeter. -
iki buçuk ayda bir
Gülev Bulut N e w Yo r k
35
h az i ran geldi # yü r ü ayo l
iki buçuk ayda bir fanzin