Sayı: 9 Aralık 2012
ISSN: 2147-1568
1.5 TL
TAŞERONU DÜZELTMEK DEĞİL ORTADAN KALDIRMAK LAZIM! 3 3 Samsun’da 5 işçinin ölümüne yol açan iş cinayetinde olduğu gibi, taşeron işçisinin hiçbir güvencesi yok. Sermaye elde ettiği bu fırsatı en iyi şekilde kullanıyor. Düşen kârlarını, ucuz işçi çalıştırarak geri kazanıyor.
Çalışma Bakanlığı taşeronu kaldırmak yerine, asıl işlerde de taşeronun önünü açmak istiyor. Taşeron sisteminden tek çıkış yolu, bütün taşeron işçilerinin örgütlenmesi Sayfa >>> 2 ve mücadele etmesidir.
n Ağsu: Taşeron sisteminin tedavisi
n İstanbul Üniversitesi hastanelerinde
n Ken Loach, Torino Film Festivali’nin
kadrolu çalışma düzenidir!
kaç türlü çalışma biçimi var?
“Ödülünü” neden reddetti?
>>> 8
>>> 9
>>> 8
DİRENİŞ ZİNDANA SIĞMADI .....................................................................................3
4+4+4 SİSTEMİ, DİNİ BASKILARI ARTIRDI ................................................................6
RANTSAL DÖNÜŞÜME GEÇİT YOK ............................................................................3
EMPERYALİSTLER SURİYE’DE “ÇUVALLIYOR”!.........................................................10
AİLE DEĞİL KADIN KORUNMALI ................................................................................4
AVRUPA’DA BİRLEŞİK İŞÇİ HAREKETİ ŞEKİLLENİYOR ...............................................11
SERMAYE TAKSİM’DE 1 MAYIS’IN RÖVANŞINI İSTİYOR ..............................................4
İŞÇİ SINIFININ İKTİDARI MI, SINIF ADINA İKTİDAR MI? ..............................................12
HDK'NİN 2. KONGRESİ YAPILDI ................................................................................5
BİR ÖMÜR GEÇMEZ BÖYLE…................................................................................14
MUSTAFA TÜRKEL TEKEL İŞÇİSİNE SALDIRIDAN ‘SANIK’ ...........................................5
İZELMAN’DA İHALE BİLMECESİ ..............................................................................15
ASİSTANLARIN DİRENİŞİ SÜRÜYOR........................................................................6
TARİHİN EN ÖNEMLİ SİYASİ BELGESİ: KOMÜNİST MANİFESTO .................................16
İşçilerin Sesi
BİZ KİMİZ? NE İSTİYORUZ? NE İÇİN MÜCADELE EDİYORUZ? Bugün dünyaya egemen olan anlayış sömürücü, ırkçı, gerici, baskıcı ve cinsiyetçi zorbalığa dayanıyor. Kapitalizm insanlık için son çıkış yolu olamaz. İnsanlığın kurtuluşu, sömürü ve baskıdan; ayrımcılıktan uzak yeni bir toplum olmalı, bu da komünizmdir. Rusya'da 1917 Ekim İşçi Devriminden kısa bir süre sonra, Doğu Avrupa, Çin ve Küba'da daha en başından itibaren "işçi sınıfı" ve "komünizm" adına yaşananlar, işçi sınıfının çıkarlarından uzak, bürokratik ve yozlaşmış rejim deneyimleri olmuştur. Bu rejimlerle "işçi demokrasisinin" ve "komünizmin" doğrudan ilgisi yoktur. Komünizm, işçi sınıfı ideolojisidir; onun tarafından ve dünya seviyesinde inşa edilebilir. İşçilerin Sesi Gazetesi, insanlığın kurtuluşu olan komünizmi, kadın ve erkeklerin her türlü sömürü, ezme-ezilme ilişkisinden; ayrımcı uygulamadan, yabancılaşmadan kurtuluşu olarak anlıyor. Kürt ulusunun kendi kaderlerini tayin hakkını savunuyor. İşçilerin Sesi Gazetesi, kapitalistlerin kârı uğruna işçilerin sömürülmesine hizmet eden tüm kurumlara burjuva devlete, meclise, mahkemelere, orduya ve polise karşı tutum alır. İşçilerin Sesi Gazetesi, sendikaların devletten ve sermayeden bağımsız, demokratik, şeffaf olmalarını savunur. İşçilere ihanet eden sendika bürokratlarına karşı mücadele eder. Sendikaların yeniden ve tabandan gelişecek işçi hareketi eliyle birer işçilerin öz örgütü haline gelmesi için çalışır. İşçilerin Sesi Gazetesi, işçi sınıfının ekonomik ve demokratik hakları gibi, siyasi hakları ve iktidarı için de mücadeleyi zorunlu sayar. Tüm işçilerin, emekçilerin, yoksulların öz çıkarlarını savunacak Enternasyonalist Komünist bir işçi partisinin inşasını amaçlar. Bu aynı zamanda uluslararası işçi sınıfının partisi olacak olan yeni bir Komünist Enternasyonalin inşası demektir. İşçilerin Sesi Gazetesi,’nin savunduğu görüşler bunlardır. Bu amacı paylaşan tek tek işçi ve aydınlarla; devrimci örgütlerle birlikten yanadır. Bu gazeteyi savunanlar Marks, Engels, Lenin, Rosa ve Troçki’nin geleneğine bağlıdır; Enternasyonalist Komünisttir.
2
TAŞERON SİSTEMİNİ İYİLEŞTİRMEK DEĞİL, YOK ETMEK GEREKİYOR Başı bozuk çalışma sistemi demek olan taşeron düzeninin bugüne kadar gelebilmesinin nedeni işsizliktir. Sermaye bu fırsatı en iyi şekilde kullanıyor. Bu sistemden tek çıkış yolu, bütün taşeron işçilerinin birleşerek mücadele etmesidir... Çalışma Bakanlığı, taşeron sisteminde ısrarcı olduğunu bir kez daha açıkladı. Bakanın bu ısrarına patronlar da destek veriyor. Öte yandan, hükümete yakınlığıyla bilinen kimi taşeron işçi dernekleri de, “iş bulma”nın arkasına sığınarak, sistemi savunuyorlar; ancak, taşeron işçilerinin iş yasasına tabi olmasını istiyorlar. Bakanlık da onlarla hemfikir. TAŞERON ÇALIŞMA SİSTEMİ NEDİR? Taşeron işçilik hiçbir güvencenin ve kuralın olmadığı çalışma sistemidir. İş saatlerinden, ücrete; kıdem tazminatı hakkından yıllık izin hakkına, sigortadan sendikaya kadar iş kanunlarında, yasalarda ve Anayasa’da yazılı bulunan işçi haklarının uygulanmadığı çalışma sistemidir. Çalışma Bakanlığının kendi açıkladığı rakamlara göre bir milyon 76 bin taşeron işçisi vardır. Bu rakam, son 10 yılda bu seviyeye geldi. Hükümetin, patronların çıkarlarını nasıl kolladığını, “kölelik” sistemini nasıl yaygınlaştırdığını ortaya koyan somut bir örnektir. Taşeron çalışma düzeni, “başı bozuk” çalışma sistemidir. Sistemin bugüne kadar devam etmesinin ve taşeron işçi sayısının bir milyonu geçmesinin bir sebebi, işsizliktir. Evine ekmek götürmek zorunda olan her işçi, işsizliğin büyük boyutlarda olması sebebiyle en kötü çalışma koşulları altında çalışmaya razı olmaktadır. Bu nedenle taşeron çalışma sistemi giderek genelleşmiştir. Ücretlerin asgari ücrete çekildiği bugün, taşeron işçilik ana çalışma biçimi haline gelmektedir. İşçi sınıfının mecbur kaldığı taşeron çalışma ilişkisi, işçilere işsizlik baskısıyla zorla dayatılmıştır. Normal şartlarda hiçbir işçi güvencesiz ve düşük ücretle çalışmak istemez.
HİÇBİR SOSYAL GÜVENCE YOK Patronlar, ekonomik kriz ve işsizlik faktörlerini işçi sınıfına karşı kullanıyorlar. Sermaye elde ettiği bu fırsatı en iyi şekilde kullanıyor. Düşen kârlarını, ucuz işçi çalıştırarak geri kazanıyor. Patronların doymak bilmez kâr dürtüleri öylesine soyguncu ve kapkaça dayalı sermaye sahiplerini “işveren” yapmıştır ki, işçiler çıplak ücret dışında hiçbir hakka neredeyse sahip değildir. Samsun ETİ Bakır işletmelerinde 5 işçinin ölümüne yol açan iş cinayetinde de görüldüğü gibi, taşeron işçisinin hiçbir güvencesi ve sosyal hakkı bulunmuyor. Taşeron işçi çalıştırma biçimine yönelik itirazların Bakanlık müfettişlerine, iş mahkemelerine ulaşmasıyla birlikte, taşeron işçi çalıştırma biçiminin çoğu işyerinde hileli (muvazaalı) çalışma biçimi olduğu tescil edildi. Muvazaa raporları, Çalışma Bakanlığı Müfettiş incelemeleri, İş Mahkemesi kararları birbiri ardına taşeron işçi çalıştırmanın iş yasalarına ve mevzuata uygun olmadığını ortaya koydu. TEK YAPTIRIM PARA CEZASI Özel sektörde taşeron işçi çalıştırmanın tek yaptırımı, ana işverene para cezası kesmekle sınırlı kalırken, kamu işyerlerinde; özellikle de üniversite ve devlet hastanelerinde taşeron işçi çalıştırılmasının hileli oluşu hem tazminat ödenmesine hem de bizzat kanun koyucunun sorumlu olduğu kamu işyerlerinde iş yasalarının çiğnenmesine yol açıyor. Bakanlığı harekete geçiren de binlerce işçinin taşeron sisteme karşı dava açması ve kazanmasıdır. Çalışma Bakanlığı içine düştüğü durumdan çıkmak üzere
harekete geçtiğinde, mahkeme kararlarını uygulayarak, taşeron işçilerine “kadro” vermeyi seçmedi. Tam aksine, “taşeron sistemden vazgeçemeyiz” diyerek, İş Yasasının 2’inci maddesinde yer alan ve taşeron işçi çalıştırmayı özel durumlarla “işletmenin ve işin gereği ile teknolojik nedenle uzmanlık gerektirme” koşuluna bağlayan maddeyi yasadan çıkartmak istiyor. Böylece asıl işlerde de taşeron çalıştırılması mümkün olacaktır. SIRADA KİRALIK İŞÇİ VAR Çalışma Bakanlığı, taşeron çalıştırmanın önündeki engellerin kaldırılmasının ardından kiralık işçilik, kıdem tazminatı fonu, bölgesel asgari ücreti devreye sokacaktır. Diğer yandan ise, geçtiğimiz ay yasalaşan sendikalar ve toplu sözleşme kanununda yer alan “30 kişiden az işçi çalıştıran işyerlerinde sendikalaşma sebebiyle işten çıkartılanlar işe iade davası açamayacak” hükmü bulunmaktadır. Böylece ana işlerde 30’dan az işçi çalıştıran taşeron şirketler kurulmasıyla birlikte, ne işe iade davası açmak ne de sendikalaşmak mümkün olacaktır. Konfederasyonlar, taşeron işçi çalıştırma konusuna bugüne kadar uzak durdular ve taşeron işçilerinin sendikalaşmasını dikkate almadılar. Şimdi koltuklarını tehdit eden bir yasayla karşı karşıyalar ve yine de harekete geçme konusunda aceleleri yok! Taşeron işçilerinin oyalanmaya ve aldatılmaya karnı tok. AKP hükümeti gibi CHP ve MHP’nin de taşeron işçi çalıştırılmasına itirazları bulunmuyor. Taşeron sisteme karşı mücadele ve bu sistemden tek çıkış yolu, bütün taşeron işçilerinin birleşmesi, örgütlenmesi ve mücadele etmesidir.
İşçilerin Sesi
DİRENİŞ ZİNDANA SIĞMADI Tayyip Erdoğan’ın şantajları, onur kırıcı demeçleri, yalanları beklediği etkiyi sağlamadı. Aksine açlık grevi eylemleri zindanlardan taştı, sokaklara ulaştı. Kürt halkı, zindanlarda bedenlerini eriten direnişçilerini meydanlarda selamladı. Murat NAZIM
Başladığı ilk günlerde kamuoyu tarafından görülmeyen, medyanın gizlediği açlık grevleri kritik bir aşamada sonlandırıldı. İnsan ölümünden kendine çıkar sağlamayı düşünen, “gebersinler” narası atan azınlık dışında herkesi memnun eden bu gelişme, PKK lideri Abdullah Öcalan’ın çağrısıyla yaşandı. 68. gününde, ölümün kıyısına varılmışken sonlandırılan açlık grevleri zindanlarda başladı. AKP iktidarının darbe günlerini aratmayan, Kürt halkını inkâr ve imha politikası neticesinde cezaevlerine atılan Kürt siyasi tutsaklar, seslerini duyurabilmek için 12 Eylül günü bedenlerini açlığa yatırdılar. Açlık grevi eylemcilerinin talepleri , yaklaşık bir buçuk yıldır çeşitli bahanelerle tecrit altında bulunan Abdullah Öcalan’ın avukatlarıyla görüştürülmesi, anadilde eğitim ve savunma hakkıydı. Yasal hiçbir engel bulunmayan, bu makul talepler bile hükümet tarafından görmezden gelindi. Erdoğan, eylemcilerin taleplerini görmezden gelmekle yetinmedi. Seçim meydanlarına yağlı urganlarla çıkan faşist parti önderinden bir adım öne geçti. Kendisine her mikrofon uzatıldığında idamı geri getirecekleri blöfünü oynadı. Açlık grevindeki direnişçilere “gizliden yiyorlar” diye iftira attı. Almanya’da, açlık grevi yapan kimse yok, diye yalan söyledi. Zindanda, tecritte kalan, son silahları olan
bedenleriyle mücadele eden direnişçilerin onurlarını kırmaya çalıştı. Ancak Tayyip Erdoğan’ın şantajları, onur kırıcı demeçleri, yalanları beklediği etkiyi sağlamadı. Aksine açlık grevi eylemleri zindanlardan taştı, sokaklara ulaştı. Kürt halkı, zindanlarda bedenlerini eriten direnişçilerini meydanlarda selamladı. Direniş yükseldikçe devletin korkuları büyüdü. Açlık grevlerine destek olmak için yapılan her eylem şiddetle bastırılmak istendi. Öyle ki Diyarbakır’da iki kişi beraber yürüse polisin saldırısına maruz kaldı, BDP milletvekilleri polis şiddetinin mağduru oldu. Başlangıçta onlarla başlayan açlık grevi eylemi kısa zamanda yüzlere, binlere, on binlere ulaştı. BDP milletvekilleri de zindandakilere destek için açlık grevine başladı. AKP hükümeti yıllardır kendisini
resmi ideolojiden ayırdığını, Kürtleri tanıdığını söylese de yaptıkları bunun tersini kanıtlamaktadır. Ülke genelinde uygulanan yüzde onluk seçim barajına rağmen meclise girmeyi başaran BDP milletvekillerine tehditler hız kesmeden sürmekte, kimi seçilmiş vekillerin hakları gasp edilmektedir. Seçimlerin hemen ardından başlayan KCK tutuklamaları, Kürt illerinde yapılan askeri operasyonlar, Uludere’de devlet eliyle yapılan katliam bunun en açık göstergesi olmuştur. Yargılanan siyasi tutsaklar savunmalarını kendi anadilleri olan Kürtçe olarak yapmak istemiş, en temel insan haklarından olan savunma hakkı anadil gerekçe gösterilerek yok sayılmıştır. Yüzlerce yıldır türlü baskılara maruz kalan Kürt halkının siyasi tutsakları, direnişin başka yolu olmadığına karar vererek açlık grevine başlamış-
tır. Zindanlarda ölüme yatan bedenlerin eylemi dışarıda muazzam bir destek bulmuş kısa zamanda eylem kitleselleşmiştir. Açlık grevi eylemine, PKK lideri Öcalan’ın inisiyatifi ile ölümler yaşanmadan son verilmiştir. Bu durum Kürt halkının lideri Abdullah Öcalan’ın barış için ne denli önemli olduğunun göstergesidir. Açlık grevinin sonlanmasının ardından başbakan “Bizim Öcalan’a verilmiş hiçbir sözümüz yok” diyerek, kendi çaresizliğini göz önüne sermiştir. Aklını başkanlık sistemine ve bu sistemin getireceği “tek adam” yönetimine takan başbakan, Kürt siyasi temsilcilerini tanımalıdır. Ortadoğu’da Kürtler olmadan kalıcı barışın sağlanması imkânsızdır. Tutuklamalar, şehirlere atılan bombalar, şantajlar, blöfler yıllardır mücadele eden, acının her yüzünü görüp türlü bedeller ödeyen bu halkı yıldıramaz. 68 gün sonra sona eren açlık grevleri göstermiştir ki Kürt halkının mücadelesi artık sadece kendi mücadelesi değildir. Bu halkın onurlu mücadelesi toplumun her kesiminden geniş destek bulmakta ve gün geçtikçe yaygınlaşmaktadır. Devlet, değişik hükümetlerce fakat hep aynı yöntemlerle uygulanan baskı politikalarına son vermeli, barışın tarafı olan Kürt halkı önderliğini tanımalı ve yaşam için ölmekten bir an bile vazgeçmeyecek Kürtlerin taleplerine kulak vermelidir.
RANTSAL DÖNÜŞÜME GEÇİT YOK Çiğdem ÇİÇEK
Beyoğlu ve Şişli ilçesine bağlı Mahmut Şevket Paşa Mahallesinin bir bölümünü kapsayan kentsel dönüşüm adı altında rantsal dönüşüm çalışmaları devam ediyor. Bilindiği üzere İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin çıkarmış olduğu 1/5000'lik imar planına iki ilçeden de halkın tepkisi vardı. Yapılan plana itiraz dilekçeleri Büyükşehir Belediyesi'ne verilerek sürece müdahil olundu. İtirazların sonucu belli olmadan Beyoğlu Belediye Meclisi 1/1000'lik planlarını çıkardı. Beyoğlu Belediyesi yangından mal kaçırırcasına acele ediyor. Belediye başkanının bu planları aceleye getirmesinin nedeni halktan kaçırmak. Çünkü 1/5000'liklerin itiraz sonuçları belli olmadan 1/1000'lik planları çıkarmaları bunun bir göstergesi. Şişli Belediyesi, Büyükşehir Belediyesi'nin 1/5000'lik planlarına itiraz ettiği için
1/1000'lik planlarını ilçe meclisinin gündemine almış değil. AKP hükümetin kentsel dönüşüm adını verdiği bu yapılaşmalar aslında AKP'nin yeni kaynak arayışı ihtiyacından doğuyor. Bundan dolayı da tüm engelleri ortadan kaldırmak için seferberlik içinde; yasaları da bu temelde değiştiriyor. Hükümet, kendisine bağlı olmayan belediyeler başta olmak üzere kendi belediyelerine güvenmeyerek tüm yetkileri Çevre ve Şehircilik Bakanlığına bağlamış durumda. Örneğin Şişli ilçesi 1/5000'lik planlara itiraz etti. İtiraz sonuçları değişmediğinde 1/1000'lik planları en geç iki ay içinde yapması gerekiyor, aksi durumda Bakanlık süreci devralıyor. Önümüzdeki süreç belirsizlik içinde geçecek. Bu süreci iyi izleyip iyi bir örgütlenme yapısı oluşturmak önümüzdeki acil görevlerden biridir. Kentsel dönüşüm adı verilen yapılaşmaların yoksul halk kitlelerini mağdur edeceği ortada. Bizler bu bilinçle kendi so-
kaklarımızdan başlayarak örgütlenmeliyiz. Geçmiş yıllarda devrimcilerin gecekondu yıkımları sürecindeki mücadeleleri zor yoldan geçmiş, haklarını alan halk, devrimcileri dışlamıştı. Devrimciler halka evlerinin yapımında yardımcı olmuş, kendileri evsiz kalmıştı. Bizler birileri adına değil, halkın kendisiyle birlikte konut ve barınma hakkı için mücadele edersek kazanma ve örnek olma şansımız var. Öncelikle sokak sokak ve ada ada örgütlenmeli, kooperatifleşmeyi hedeflemeliyiz. Ada kooperatiflerin merkezi olması için de bir üst birlik kurabiliriz. Başka bölgelerdeki kentsel dönüşüm projelerini yakından takip etmeli bilgi ve deneyimleri paylaşmalıyız. Bu çalışma birlikte hareket etmemizi ve davranmamızı sağlayacak. Ortak davranma alışkanlıklarımızı devam ettirip zamlara, taşeron çalışmaya, yoksullaşmaya karşı da direnebiliriz.
3
İşçilerin Sesi
AİLE DEĞİL KADIN KORUNMALI Koruma kararı çıkartmayı başaran az sayıdaki “şanslı” kadının ise, çocukları için yasada yer alan gizli kayıt uygulaması hayata geçmediği için, hayati tehlikeleri devam etti. Banu PAKER
25 Kasım dünyada ve Türkiye’de kadın örgütleri tarafından her yıl Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Dayanışma ve Mücadele Günü olarak anılıyor. 1960lı yıllara, diktatörlük yönetimi altındaki Dominik Cumhuriyeti’nde Mirabel kardeşleri diktatörlük karşıtı mücadeleleri sırasında 25 Kasım 1960'da da tecavüz edilip öldürüldüler. Mirabal kardeşlerin mücadelesine kadın hareketleri ve insan hakları için mücadele eden eylemciler sahip çıktı. AKP Hükümeti, kadınlara karşı şiddeti gündemine alarak, geçen 25 Kasım’dan bu yana Türkiye adına İstanbul Sözleşmesini imzaladı ve 6284 Sayılı kadına karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun çıkardı. Hatta bu kanun kadınlara “8 Mart hediyesi” olarak sunulmuştu. Kadın örgütleri, "kadına yönelik şiddetle mücadelenin ailenin korunması kapsamında" değerlendirilmesine itiraz etmiş, "Kadın değil aile korunuyor" demişlerdi. Kadın örgütlerinin haklı kaygısı doğrulandı ve yasanın kadınların uğradığı şiddeti önlemediğini, hemen hemen her gün kadınların şiddete uğradığını, öldürüldüğünü görmeye başladık. Son bir yıl içinde çok sayıda kadın, koruma kararına ve savcılığa başvurmasına rağmen erkek şiddetine maruz kaldı. Sığınaklara başvuran bir çok kadın ise, “yer yok” denilerek geri çevrildi. Kadından sorumlu olması gere-
ken Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı ise gündemine aldığı projelerle kadını korumaktan çok aileyi koruyor. Kadına yönelik şiddetle mücadeleyi fon alarak proje yapmaya indirgeyen bakanlık, Beyaz Kurdele kampanyası gibi, “ünlü”lerin davet edildiği siyasi şovunu sürdürüyor. Eğer bir bütçe ayrılacaksa bunun yeri, kadın sığınakları olmalı. Her yıl bin kadının öldürüldüğü Türkiye’de sığınak kapasitesi sadece 1800. Yasanın çıkmasının ardından Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı da kadın cinayeti davalarına müdahillik (suçtan zarar görme iddiasıyla) başvurularında bulunmaya başladı. Bazı davalarda, kadın örgütlerinin başvuruları kabul edilmezken, bakanlığın başvuruları yerinde bulundu. Bakanlığın müdahil olduğu davalara bakalım:
Fatma Şen, evliliği içinde kocası tarafından sistematik olarak şiddet gören bir kadın. Maruz kaldığı şiddeti polise bildirdiğinde, polis, hiçbir şey yapamayacağını söyledi, Fatma’nın mahkemeden aldığı tedbir kararından feragat etmesi için Fatma’yı zorladı. Fatma şiddet gördüğü evde yaşamaya mecbur bırakılırken, son olarak, sanık olan kocası, “ben seni öldürüp hapse girmem sen kendini öldür” dedi. Aslında bütün kadın cinayeti davalarında olduğu gibi burda da sanık cinayetin her aşamasını tasarlamıştı. Son olarak Fatma’yı balkondan aşağı atarak onu öldürmeye teşebbüs etti. Dava, doğrudan öldürmeye teşebbüs etmekten açılması gerekirken, intihara teşvik suçlaması ile açıldı ve Büyükçekmece’de görüldü. Yapılan duruşmalarda, kadın örgütleri sanık ta-
rafından türlü tehdit ve hakaretlere maruz kaldı. Kadın örgütleri, 6284 Sayılı Yasa’nın yapım aşamasında, “kadın örgütlerinin kadına karşı şiddet davalarında müdahilliğinin (suçtan zarar görme iddiasıyla) tanınması” için düzenleme yapılmasını talep ettiler. Ne var ki, kadın örgütlerinin talebi kabul edilmedi, ancak Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın müdahilliği düzenlendi. Ne oldu? Koca Çetin Şen cezaevinden gönderdiği tehdit mektuplarına rağmen, delil yetersizliğinden, tahliye edildi. Üstelik bakanlık kadını korumaya almıştı ve davasını da takip ediyordu. Yine bakanlığın müdahil olduğu Sakarya davasında, Ö.C’ye tecavüz eden 34 sanık, serbest bırakıldı. AKP hükümeti, giderek artan muhafazakar politikalarıyla, erkek egemen sisteme güç veriyor. Bir yandan kürtajı fiilen yasaklanıyor, diğer yandan kadınları ikincil bir biçimde istihdam ediliyor, kadınlar ise hiçbir şekilde desteklenmiyor, güçlendirilmiyor. Sadece yasa çıkarmakla da kadınların durumunda bir iyileşme olmuyor. Kadına yönelik şiddetin, tarih boyunca bir “aile meselesi” olarak kabul edildiği erkek egemen toplumda, aile politikalarını güçlendirmek niyeti ile göreve gelen, boşanmaları engellemek için hareket ettiklerini söyleyen, her fırsatta aile güzellemesi yapan Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın müdahilliği, erkek şiddetine karşı etkin olamıyor tabii ki.
SERMAYE TAKSİM’DE 1 MAYIS’IN RÖVANŞINI İSTİYOR Aysun KOCA
Tüketim ve yağma kültürünün çıkarları uğruna, toplumsal belleğimizin izlerini taşıyan, hepimizin en önemli buluşma noktası Taksim Meydanı yok ediliyor. Taksim Meydanı’nı yayalaştırma adı altında insansızlaştırmaya götürecek projenin uygulanması için iş makineleri artık kazıya başladı. Taksim’i yayalaştırma adı altında yapılanlar Taksim Meydanı etrafına dalış tünelleri ve istinat duvarları, Gezi Parkı’na Topçu Kışlası’nın ihyası olarak yapılacak alışveriş merkezi projesidir. İşin aslı ise, Taksim'i beton bir zeminle kaplayıp otobana dönüştürmek, tek yeşil alan olan Gezi Parkı’nın asırlık ağaçlarını yok etmektir.
4
Yayaların kullanacağı alanları yok edecek proje ile yaya olarak meydana girişler zorlaştırılacağı için Taksim’de eylem, şenlik, kutlama yapılamayacak. Yani, emekçilerin mücadele tarihinde önemli bir simge olan Taksim, kimliksiz ve insansız, betondan bir meydana dönüşecek. İnsanların Taksim’le bağlantısı kesilecek, meydana ulaşmak için yürüyecekleri daracık kaldırımların bir ucunda uçurumlarla karşılaşacaklar. Taksim emekçilerin gerekirse barikatları aşarak zorla girdiği bir mücadele alanıdır. Toplumsal refleksin ilk adresi olan Taksim Meydanı’nda artık 1 Mayısların kutlanamayacak olması, kuşkusuz AKP’nin işine gelecektir. Taksim bugün yok edilmek amacı ile şantiyeye dönüştürülmüştür. Böylece bu proje ile AKP, hâkim ideolojisinin simgesini
meydana yerleştirmiş olacaktır. Taksim Meydanı ekonomiyi canlandırmak için sermayenin önüne sunulmak ve bir tüketim alanına dönüştürülmek istenmektedir. Taksim insandan ve küçük esnafından arındırılıp, özel sektöre ‘taksim’ edilecektir. Bu proje ile meydanda gösteri ve yürüyüş yapanların yerini, lüks kafe ve restoranlarda, mağazalarda para harcayan tüketiciler alacaktır. Taksim gibi yayaların en fazla kullandığı bir mekânda araç trafiğini azaltmak yerine, trafiğin bu alana yönelmesini teşvik edecek araç alt geçişleri inşa etmek, sorunu çözmek yerine daha da fazla büyütecektir. Çünkü İstanbul’da bir yere yol yapmak, trafiği oraya çağırmak anlamına gelir. Kent merkezinde trafiği rahatlatmak
amacıyla yolları yer altına almak, 2012 yılı meydan projelerinde komik bir çözüm olmaktadır. Kent merkezlerinin yayalar için, yaya öncelikli olarak planlanması gerekirken, yayaları binalar ve uçurumlar arasına sıkıştıracak tünel girişleri kabul edilebilir değildir. Bu denli büyük yer altı tünelleri ancak trafiğin çok hızlı aktığı kent çeperlerinde yapılabilir. Bu proje ile, Taksim'le özdeşleşen 'ideolojik' hatıralar temizlenecek, yerine büyük 'rant projeleri' ile buz pisti ve tarihi Topçu Kışlası kılığına sokulmuş bir alışveriş merkezi gelecektir. Taksim Meydanı’nın kazanılması ve 1 Mayısların artık Taksim’de kutlanabiliyor olması AKP’nin kaybettiği bir el olmuştu. Bu proje ile rövanşını almak istiyor sadece…
İşçilerin Sesi
HDK'NİN 2. KONGRESİ YAPILDI HDK içinde yer alan kurumların, kendi bildikleri usulde ve örgütlenme anlayışında yollarına devam ettikleri ve kongreye özel bir anlam yüklememiş oldukları görüldü. Oya
Halkların Demokratik Kongresi ikinci yıllık kongresi 10 ve 11 Kasım’da Ankara’da yapıldı. İlk gün, HDK çalışmasını yürüten milletvekilleri Levent Tüzel, Sabahat Tuncel ve Ertuğrul Kürkçü’nün konuşmalarıyla başladı. Üç konuşmanın da öne çıkan vurgusu, Kürt halkının demokratik taleplerinin karşılanması ve müzakerelerin başlatılması çağrısı olarak özetlenebilir. Ardından gündemde olmamasına rağmen, açlık grevlerinde gelinen kritik eşik ve hükümetle yapılan görüşmeleri aktarmak üzere BDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş konuşma yaptı. Konuşmanın temel vurgusu, “halkın verdiği vekalet sebebiyle birisi ölecekse önce biz öleceğiz” oldu. Böylece bu konuşmalarla Kongre’nin gündemi de şekillenmiş oldu. Bu bölümdeki konuşmalardan en dikkat çekici olanı Mısır Demokratik Devrimci Koalisyonu Basın Sekreteri Assam Şaban’ın söyledikleriydi. Şaban özetle, Mısır’da Hüsnü Mübarek’i yıkarken öncü güçlerin yan yana gelmesini önemsediklerini, Mübarek’in yıkılıp Müslüman Kardeşler’in başa geçtiğini, şimdi ise İslami hareketin bu devrimi çalmak istediğini, iktidardaki Mursi ve yandaşlarının iktidarı ve ekonomik güçleri önceki iktidar güçleriyle paylaştığını, Mursi iktidarının da aynı şiddet yöntemlerini kullandığını, geçen hafta Tahrir meydanında yap-
tıkları protestoya polisin saldırdığını anlattı. Assam sözlerini, siyasal İslam’a karşı alternatif yaratmaya çalıştıklarını, bunun için devrimci/demokrat partilerle koalisyon oluşturduklarını, kapitalizme karşı zafere kadar mücadeleye devam edeceklerini söyleyerek bitirdi. Ancak bu konuşma, iki gün boyunca sözlerine atıf yapılan ve konuşmaları sık sık alkışlarla kesilen Anti Kapitalist Müslüman Gençler kadar etki yaratmadı. Aksine, Assam’ın siyasal İslam’a karşı mücadeleyi öne çıkaran sözleri, Anti Kapitalist Müslüman Gençleri önemli bir ittifak unsuru olarak gören HDK bileşenleri arasında bir parça rahatsızlık yaratmış gibi görüldü. Günün sonunda açlık grevlerinin desteklenmesi, Kürt sorununa acil çözüm, işçi ve emekçilerin gasp edilen haklarına karşı mücadele, Suriye halkına destek, ekoloji konusunda acil yapılacaklar, kadın ve gençlik meclisinin görüşleri içerikli yedi adet karar tasarısı okundu. Ancak bu karar tasarıları, saat 18:30’da açlık grevleri için yapılacak olan eyleme katılabilmek amacıyla aceleyle okundu ve hiçbir tartışma yapılamadan oylamaya sunuldu. İkinci gün ise örgütlenme komisyonunun raporu okundu. Arkasından delegeler bir yıllık birlikteliğin önemli olduğu, önemli bir başlangıç yapıldığı vurgulandı. Sonrasında da eleştiriler sıralandı; Yerel meclislerin ve halk içinde örgütlenmenin gerçekleştirilemediği, HDK yoldaşlığını yaratmanın önem-
li olduğu, HDK bileşenlerinin her alanda güçlerini birleştirmesi gerektiği, HDK’nın belirlediği iki merkezi kampanyanın da başarısız oluğu, Türk emekçilerine ulaşılamadığı, kadın katılımını artırmak gerektiği, bireylerin dikkate alınmadığı, kurumların baskın olduğu, engellilerle ilgili hiçbir çalışma yapılmadığı, mevcut delegelik sistemiyle yol almanın mümkün olmadığı ve kurumların delegelik yarışına girdiği yönünde eleştiriler yapıldı. İki günlük kongre sürecini değerlendirirken, 12 Eylül günü açlık grevleri başlamamış olsaydı HDK Kongresi’nin gündemini neyin oluşturacağı ve hangi konuların tartışılacağı bir soru işareti olarak kaldı. İkinci kongre, HDK’nin asli amacı olan ve öz örgütlenme niteliği taşıyan meclisler temelindeki örgütlenmenin yerine getirilmediğini ortaya koydu. HDK içinde yer alan kurumların, kendi bildikleri usulde ve örgütlenme anlayışında yollarına devam ettikleri ve kongreye özel bir anlam yüklememiş oldukları görüldü. Bu süreçte işçi ve emekçilere yönelik ortak bir faaliyet şekillendirilemedi ve örgütlenme anlayışı oluşturulamadı. "kentsel dönüşüm" saldırıları karşısında ciddi bir örgütlenme hedefi de ortaya konulamadı. Kadın hareketine dair ortak bir perspektif geliştirilemedi, kadın örgütleriyle yapısal bir bağ kurulamadı ve eylemlikler içinde yer alış göstermelik kaldı. Ekoloji mücadeleleriyle dayanışma gösterilmiş olsa da, bütünleşme
ve örgütlenme iddiaları gerçekleştirilemedi. En "iyi" yapılan iş olarak ise siyasi kurumlar arasındaki delege yarışları ve rekabet öne çıktı. Halkların Demokratik Partisi konusunda ise birbirinden farklı yaklaşımlar bir kez daha açığa çıktı. Esas olanın parti değil kongre olduğunu, partinin seçim süreci için gerektiğini söyleyenler olduğu gibi, seçim partisi sınırlılığında kalınmaması gerektiği, kurumların kabuğunu kıracak bir partiye dönüşmesinin umut edildiğini söyleyenler de oldu. Halkların Demokratik Partisi’nin kuruluşunu hızla tamamlayarak önümüzdeki üç seçime (yerel seçimler, cumhurbaşkanlığı seçimleri, genel seçimler) hazırlık yapması gerektiği vurgusu ise önümüzdeki süreçte kongre çalışmalarının yerini parti çalışmalarının alacağını gösteriyor. Bu ise seçimlere odaklı bir seçim partisi süreci demektir. Sonuç olarak, hayatın her alanına meclisler temelinde ve öz örgütlenmeler niteliğinde yerleşme ve yerlileşme fikrinin fiyaskoyla sonuçlandığı söylenebilir. Meclis niteliğinde örgütlenmelere ve tabana dayanmayan HDK'nın bu anlamda bir kongreleşmeyi başaramadığı görülmektedir. Onca iyi niyetli çabanın ardından dönüp dolaşıp gelinen kısır nokta, "çatı partisi" sınırları ve açmazlarıdır. Bugünün delege yarışlarının ve dar grup rekabetlerinin daha çetrefillisinin önümüzdeki günlerin seçim pazarlıklarında görülmesi mümkündür.
MUSTAFA TÜRKEL TEKEL İŞÇİSİNE SALDIRIDAN ‘SANIK’ Saldırıya uğrayan TEKEL işçisi Metin Arslan’la ilgili davada Tek Gıda - İş Sendikası Genel Başkanı Mustafa Türkel “sanık” sıfatıyla ifade verdi. 21Kasım’da görülen duruşmaya "sanık" olarak katılan Türkel mahkeme hakimi tarafından sorulan "mesleğiniz?" sorusuna, "sendika başkanıyım" cevabını verdi. Türkel aylık gelirini ise "8 bin TL" olarak bildirdi. 2. TEKEL Direnişi sürecinde Tek Gıda-İş Sendikası Genel Merkezi önünde direniş çadırları kuran TEKEL işçilerine yönelik saldırıda direnişçilerden Metin Arslan yaralanarak hastaneye kaldırılmıştı. "Sanık" Mustafa Türkel duruşmadaki ifadesinde, "demokratik haklarını kullanan sendika üyeleri bana yumurtalı saldırı yapmışlardı. Bu saldırının önlenmesi için güvenlik görevlilerine talimat verdim. Sadece bana değil, iş yerine de sal-
dırı söz konusu idi. Bu nedenle bir arbede yaşandı. Ben orada olanları görmedim, kimseyi azmettirmedim, hakaret etmedim" dedi. Mustafa Türkel'in ifade verdiği sırada, TEKEL işçisi Metin Arslan'ın avukatının talebi üzerine kamera kayıtlarındaki görüntülere istinaden soruldu; "Aracınızla sendika bahçesine girmenizin ardından önce 2 kişi, ardından da 1 kişi sendika bahçesinin dışına ve işçilere doğru koşuyor. Siz talimat vermediyseniz eğer, sendika çalışanları bahçe dışına doğru niye koşuyor?" Mustafa Türkel’in bu soruya verdiği cevap ise; "Talimat vermeme gerek yok. Görevlerini yaptılar" oldu. Bilirkişi raporunda eksiklikler tespit eden Metin Arslan’ın avukatının talebi üzerine, kayıtların hakim huzurunda yeniden izlenmesine karar verildi. Kayıtlarının izlenmesi esnasında
görüntüdeki kişilerle karşılaştırabilmek için sanıklardan 6X9 boyutlarında fotoğrafları talep edildi. Saldırı sırasında sendika önünde bulunan direniş çadırındaki TEKEL işçilerinin tanıklığı
talep edildi. Mustafa Türkel’in salona korumaları eşliğinde gelmesi ise dikkatleri çekti. Duruşma 22. 3. 2013 tarihine ertelendi. İşçilerin Sesi - Haber
5
İşçilerin Sesi
ASİSTANLARIN DİRENİŞİ İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ), doktorada 6 yılını dolduran asistanlarını işten atmaya başladı. Asistanlar 18 Ekim’den bu yana okulda kurdukları çadırda eylemlerine devam ediyorlar. Şimdiye kadar, okul içinde rektörlük binasına kitlesel bir yürüyüş, iş bırakma eylemi ve sınav boykotu yaptılar. 7 Kasım'da duyurulan 33/A kadrosuna geçiş koşullarıyla asistan kıyımı resmiyet kazandı ve yaklaşık 15 asistan işten atıldı. 426 asistan daha işten atılma tehlikesi ile karşı karşıya. İTÜ Maslak kampüsünde direniş çadırında eylemlerine devam eden asistanlardan Aykut Kılıç ile bu süreci görüştük. Aysun KOCA
İstanbul Teknik Üniversitesi’nde asistanların 18 Ekim’de başlattığı direnişe destek verenler arasında sanatçı Erkan Oğur da bulunuyor. n 50/D ile ilgili sorunlar ne zamandır var? 2008 yılında çıkarılan YÖK Yürütme Kanunu Kararı’nda 6 yılını doldurmuş 50/D kapsamındaki asistanlar için yeniden kadro şartı aranır diyordu. Yani bu asistanlar 6 yılı doldurduklarında işsiz kalacaklar, yeniden asistanlık kadrosuna başvuracaklar, gerekli şartları sağladıkları zaman tekrar asistan olabilecekler. O zaman başlayan bu uygulamalarla “Doktoralı işsiz olmayacağız.” sloganı ortaya çıkmıştı. O zamanlar, bu işin lokomotifi İstanbul Üniversitesi’ydi. En büyük tepkiyi İÜ’den aldı ve direniş 6-7 ay sürdü. YÖK Yürütme Kurulu Kararı’nın iptal edilmesiyle, bu hareket sona erdi. 2011’de kabul edilen ve kamuoyunda torba yasa olarak bilinen 6111’in getirdiği yeni düzenleme ile 50/D yeniden gündeme geldi. Bu sefer piyango İTÜ’ye vurdu. Aslında Yıldız Teknik Üniversitesi’nde karar bu yıl senato kararı olarak uygula-
nıyormuş, bizim haberimiz yoktu. Orada anlamlı bir tepki oluşmadı. İTÜ’de rektörlük seçimlerinin olduğu sırada, YÖK’ten 6 yılını doldurmuş asistanlara ne olacağı ile ilgili bir görüş yazısı geldi. Yeni yönetim YÖK’ün kararını uygulayacağını söyledi. Biz de o günden beri yani Haziran sonundan bu yana bu konu ile uğraşıyoruz. n İTÜ’de son birkaç haftadır bu konunun gündemde olmasının sebepleri nedir? İşine son verilecek olan 82 kişinin listesi rektörlükte vardı. Rektörlük hepsini bir anda işten çıkarıp çıkarmamayı görüşürken, direniş başladı ve işten çıkarırsa çok büyük bir tepki toplayacağını gördü. Bunun üzerine dekanlıklar inisiyatif kullanarak arkadaşlarımızı işten çıkarmaya başladılar. 15 Kasım’a kadar bu sayı 15 civarındaydı. Rektörlük işten çıkaramayacağı asistanlara 33/A’ya geçmeyi teklif etti ve yeni kriterler belirlemek istedi. Yeni 33/A kriter-
4+4+4 SİSTEMİ, DİNİ BASKILARI ARTIRDI Kaya İLHAN
Eylül ayından beri uygulamaya konan yeni sistemin olumsuz sonuçları artarak kendisini gösteriyor. Okulların dönüştürülmesinin ardından ilk olarak öğretmen ve öğrencilerin sürgün edilmesi yaşandı. Ardından da 5 yaşındaki çocukların ilkokul eğitimine uygun gelişimlerini tamamlamadan okula başlatılması, çok sayıda öğretmenin "norm fazlası" haline gelmesi, yeni müfredat hazırlığının olmadığı gibi sonuçlar görüldü. Kargaşa sona erdi mi? İstanbul örneğinden bakıldığında bile bunun katlanarak devam edeceği anlaşılıyor. Yetkililer, İstanbul’da yasaya uygun dönüşümün dörtte birinin bile gerçekleşmediğini, önümüzdeki yıl da okul dönüşümlerinin devam edeceğini açıkladılar. Bu yıl gerçekleşen okul dönüşümüne göre öğretmenler ve öğrenciler yer değişikliklerini yapmışlardı (İstanbul’da öğretmenlerin bu yasadan kaynaklı olarak yer değiştirmesinin oranı yüzde 30’dur). Şimdi Bakanlık, okulların durumunun yeniden değişeceğini söyleyerek, bu konudaki mağduriyetin yeniden yaşanacağını söylemiş oluyor. Yeni sistem ayrımcıdır ve esas olarak da İmam Hatip Okullarını cazip göstermek için uygulanmaktadır. İstanbul’da bazı okullarda ilkokul, ortaokul ve İmam Hatip Ortaokulu aynı çatı altında toplanmış durumda. İmam Hatip Ortaokulunda çalışan bir öğretmene 18 hizmet puanı verilirken, ilkokulda çalışan öğretmene 12 hizmet puanı verilerek ayrımcılık yapılmakta, imam hatiplerde
6
öğretmenlik yapmak cazip hale getirilmektedir. Uygulama, birçok okulda müdür yardımcısı ve müdür kadrosunun boşalmasına ve bu okullarda idari sorunların yaşanmasına neden oluyor. “Fazla” olan sınıf öğretmenleri “alan değişikliği” yapmak zorunda kalmışlardı. Binlerce öğretmenin yer değişikliği yüzünden ilkokul ve ortaokullarda, öğretmen açığı ortaya çıktı. Dersler asgari ücretin altında bir maaşla çalışan ücretli öğretmenler tarafından verilirken, Bakanlık yüz binlerce öğretmenin atamasını yapmayarak “öğretmen boşluğu” yaratmaktadır. Ucuz işgücüyle doldurmaktadır. Bu yıl birinci sınıflara 60 ile 81 aylık çocukların başlamasının bir sonucu olarak aynı okulda bulunan birinci sınıflar arasında ciddi farklılıklar görülüyor. Bazı sınıflarda hala çizgi çalışmasına devam edilirken bazılarında harflere geçilmiştir. Bu durum öğretmenlerin yetersizliği olarak anlaşılmakta, veli ile öğretmenler arasında tartışmalara neden olmaktadır. 4+4+4 sistemi ders saatlerini artırdı. Okulların çoğunda sabahçı-öğlenci adı verilen ikili sistem uygulandığı için, ortaokul olarak kabul edilen beşinci sınıf öğrencileri saat 07:00 gibi okula gelmek zorunda kalıyorlar. Ortaokullarda 30 saat olan ders yükü 36 saate yükseltildiği için, son saatlerde öğrencilerin uyukladıkları görülüyor. Yaşanan gelişmeler okullardaki gerginliğe, disiplin olaylarının ve şiddetin artmasına neden oluyor (öğretmenlere yönelik şiddet olayları artıyor). Yeni sistemin amaçlarından biri de eğitim sistemini dinselleştirmekti. Bu siyaset, okul müdürleri ve öğretmenler tarafından
uygulanmaktadır. Yasayı bahane eden bazı öğretmenlerin türbanla derse girdikleri görülüyor. İdareciler ise bu durumu “kişisel özgürlük, hak” gerekçeleriyle göz yumdukları ve teşvik ettikleri anlaşılıyor. Okullarda din dersi müfredatı gerekçe gösterilerek, dini etkinlikler “proje uygulaması” adı altında yapılmak isteniyor. Birçok okulda öğrencilerin derslere türbanla girdiği görülüyor. Okul yönetimleri seçmeli ders olarak din derslerini seçmeyen öğrenci ve velileri bu derslere kayıt etmek üzere zorluyorlar. Bu öğrenciler sınıf içinde “Niye seçmiyorsunuz, siz dinsiz misiniz?” diyerek teşhir edilmekte, bu dersler sırasında zorla sınıfta tutulmaktadır. Okullara mescit açma girişimleri var. Dini içerikli derslerin artması yüzünden, öğretmen yokluğu bahane edilerek, cami imamları derslere çember sakallarıyla girmektedir. Hükümetin eğitim siyaseti bellidir; toplumdaki muhafazakârlığı büyütmek için eğitimin dinselleştirilmesi, antidemokratik bir işleyişle, ırkçı ve gerici bir müfredatla, asimilasyoncu uygulamalarla mezhep baskısı kurmak ve okulları ticarethaneye dönüştüren piyasacı anlayışı yaygınlaştırmak. Bu büyük “dönüşüm” ve topyekun saldırı karşısında, Eğitim Sen ve destek verdiği veli inisiyatifleri, okulların dönüşümüne ve sonuçlarına karşı bir mücadele yürütüyorlar. Bazı okulların imam hatip olması engellenmiş olsa da, AKP hükümetinin eğitim alanında aldığı mesafenin yanında bu “başarı”lar çok etkisiz kalıyor. Yeni sistem, mağdurların sayısını artırıyor ve yarattığı olumsuz sonuçları gittikçe büyüyor.
İşçilerin Sesi
SÜRÜYOR leri bir facia; yeni asistan kıyımına resmiyet kazandırıyor. Şu an İTÜ’deki 527 asistanın 426’sı işten çıkarılma tehlikesi ile karşı karşıya. Çünkü yasa, bölümlerde 33/A kadrolu asistan sayısı, bölümlerdeki diğer hocaların sayısının %33’ünü geçmemeli diyor. n Direniş çadırında kaçıncı gününüz? Direniş çadırını 18 Ekim’de kurduk. Yani bugün [21.11.2012] itibariyle çadırda 34. günümüz oluyor. n Hocalardan ve öğrencilerden destek var mı? Son iki haftalık dönemde artık hocaların da gerçek anlamda gündemine girdik. Bir kırılma oldu. Bu uygulamaların köklü bir dönüşümün bir parçası olduğunu görmeye başladılar. Yürüyüş eylemimize 1.500 civarında katılım oldu. Bunun 200’ünü hocalarımız oluşturuyordu. n Diğer üniversitelerin asistanlarından destek var mı? Şu an diğer üniversitelerde 6 yıl uygulaması muğlâklık taşıdığı için, direniş şeklinde bir hareket yok. Daha çok İTÜ ile dayanışma şeklinde bir tutumları var. Ancak yeni yasanın geçiş hükümleri mevcut 33/A kadrolarını da tahrip edecek. Dolayısıyla diğer üniversitelerdeki asistanlar da yakında bundan etkilenecek. n Başka kimler destek oluyor? Eğitim-Sen şubeleri ziyarete geldiler. TMMOB odaları, çeşitli STK’lar, öğrenci grupları destekçilerimiz ve ziyaretçilerimiz arasında. Geniş bir toplumsal muhalefet eylemimizden haberdar, ancak diğer sendika ve siyasal partilerin henüz özel bir ziyaretleri olmadı. n 17 Kasım’da yaptığınız iş bırakma eylemi ve sınav boykotu ne derece etkili oldu? Asistanların, hocaların dahi yapmaya cesaret edemeyeceği eylemi ilan edip, bir de gerçekleştirmeleri cüret göstergesi oldu. Bu eylem Türkiye’de bir ilk. İÜ’de 2009’da denenecekti fakat koşullar uygun olmamıştı. Üç sınavın boykotuna katılım asistanlar arasında yüzde 75’e yakın oldu. Sınavlar, uzun zamandır sınav gözetmenliği yapmamış hocaların apar topar çağırılmaları ile yapıldı. Sınavların yapılmış olmasından memnunuz, öğrencilerimiz mağdur olmamış oldu. Biz zaten sınavları iptal ettireceğiz demedik, biz ‘iş bırakıyoruz’ dedik. Çok iyi bir teşhir oldu. Sınav haftası boyunca öğrencilerimize neden bu boykotu yaptığımızı anlatan, onları bize desteğe çağıran broşürler dağıttık. n Çözüm için öneriniz nedir? Bize en çok sorulan soru, ”Bu okul 6 yılda niye bitmez?” sorusudur. Bu soru bile neoliberalizmin ideolojik zaferinin gerçek bir ifadesidir. Biz çok açık bir şey söyledik. Danıştay, yasa her şey bizim burslu öğrenci değil; kadrolu, sözleşmesi yıllık olarak yenilenen, bordrolu, sosyal hakları olan devlet memuru olduğumuzu gösteriyor. Bu yeni SGK yasasında da var. Biz, sözleşmeli kamu çalışanlarıyız. Haklarımızın gasp edilmesine kesinlikle izin vermeyeceğiz. Bizim işimiz kimin akademisyen olacağını tartışmak değil. Biz bunun yukardan aşağı YÖK veya rektörlük tarafından baskı ile belirlenemeyeceğini söylüyoruz. Bunun bölümlerde, başka oylama biçimleri ile belirlenmesi gerektiğini düşünüyoruz. n Bundan sonra ne gibi eylemleriniz olacak? Bundan sonra çadırımızın devamlılığı ve varlığımızın kalıcılığı için yeni bir şeyler yapmayı planlıyoruz. Bu yeni 33/A kriterlerini iptal ettireceğiz, işe iade davalarını takip edeceğiz. Her işten çıkarmada tepki vermeye devam edeceğiz. Bütün bu sürecin yeni YÖK yasasının provası olduğunu ilan edip, yasaya karşı mücadeleyi sürdüreceğiz. Bu nedenlerle çadırda daha kalıcı olmak gerekiyor. Üniversitelerde bugün yapılanlar ileriki aşamalarda üniversitelerin satılmasını gündeme getirecektir. Özelleştirilecekler yani “Üniversite AŞ” olacaklar. Şu an Bilgi Üniversitesi’nde kısmen bu yapılıyor zaten.
Sendikal mücadelenin ABC’si Bahadır ALTAN
eçen sayıda Gökkuşağı Hareketi'nin önerdiği sendikal model Ters Piramidi anlatarak bir çağrıyla noktayı koymuştuk: "Gelin lafı dolandırmadan profesyonel sendikacılığı sorgulayalım..." Kaldığımız yerden devam ediyoruz... İşçilerin arasından sendikacılığa "terfi" edenler, kitlelerle ilişkilerinde kendilerini yukarılarda konumlandırıyorlar. Ellerindeki nasırlar düzleşip, takım elbiseler içinde (şimdilerde kravatı terk ettiler!) makam arabalarından indiklerinde, işçiden çok, seçim bölgesinde "halkıyla buluşan" parlamenterlere benziyorlar! Sendika yöneticiliğine geldikten sonra koltuklarını genç işçilere devretmeleri bu yüzden kolay olmuyor. Alıştıkları rahatlığı bırakıp çalıştığı atölyeye dönmek, ya da Hava İş Genel Başkanı Atilay Ayçin'in ifadesiyle "taksi şoförlüğü yapmak!" bu beyzadeler için mümkün değil! Devlet de sendikaların, işçilerin parasıyla kurdukları işletmelere, otellere, çiftliklere izin verirken onlara sadece sınıfın yanında siyaset yapmayı yasaklıyor. Patronlar ise bu devşirme sendikacıları kendi sınıflarına memnuniyetle kabul ederek iş yerlerinde istedikleri gibi at oynatıyorlar... Bu sendikacı tiplemesi işçilere de benimsetiliyor. Sendikasının başında, patronundan "aşağı kalmayan" birisinin oturmasını neredeyse kendileri ister hale geliyorlar. Makam arabalarını bırakın "başkanlarına" helikopteri layık görenler bile çıkabiliyor! "Patronlar lüks arabalara binerken benim başkanım neden binmesin" diyerek tepki gösteren işçiler görmek mümkün! Bu genel yapının tersine pırıl pırıl örnekler var kuşkusuz, ama ne yazık ki bir elin parmaklarını geçmiyor. DİSK ASİS, Tüm Sağlık Sen gibi istisnalar kaideyi bozmuyor. Günde 5 işçinin iş cinayetine kurban edildiği ülkemizde çark böyle dönüyor... Ters piramit olarak tanımladığımız sistemde ise işçilerle aynı koşulları paylaşan sendika yöneticileri, işçiye dokunmayan bir yerden değil, onların arasında, yanında, onlarla birlikte çalışarak ilişki kuruyor. Bu ilişki, süreç içinde sendikacı-işçi ilişkisi değil sınıf kardeşliği, yoldaşlık ilişkisine dönüşebiliyor. İşte kapitalist sistemin sendikal bürokrasiyi besleyip korumasının altında yatan nesnel gerçeklik budur. İşçilerin sendika yönetimine gelmesini ve orada işçi kalmasını istemeyen kapitalizmdir.
G
Amatörlük tek başına bütün sorunları çözecek sihirli değnek değil kuşkusuz. Bu sendikal yapının işlerliği ilkelere dayalı demokratik mekanizmaların işletilmesine bağlı, uzun soluklu bir süreç. Gökkuşağı Hareketi’nin hedeflediği modelde demokratik işleyişin mekanizmaları Hava-İş örneğinde aşağıdaki ilkelerle kurulmaktadır: 1- Örgüt İçi Demokrasi: Başkan ve yanındaki birkaç kişiyle kotaran anlayışa son verilecektir. 2- Mali ve Yönetsel Şeffaflık: Mali durum sendika dergisinde düzenli yayınlanacaktır. 3- Temsilcilerin işçilerin oylarıyla seçilip yine onların oylarıyla görevden alınması sağlanacaktır. 4- TİS görüşmelerinin sonuna kadar işçilere açık tutulması yani karar alma ve imza, çalışanlarla birlikte gerçekleşecektir. 5- İşçi Meclisi: Karar almada temel olacaktır. İşçilerin yönetime ve sendikal mücadeleye katılımının önü açılacaktır. 6- “Tek Adam” yönetimi değil, “Kolektif Liderlik”: İşbirliği ruhu geliştirilecektir. 7- İşçilere 24 saat hizmet, dayanışma ve ücretsiz hukuk desteği mümkündür. İşten atılan 305 işçi, 29 Mayıs Birliği ücretsiz hukuk desteğinin mümkün olduğunu gösterdi. 8- Meslek gruplar arası Dayanışma ve Birleşik Mücadele kültürü oluşturulacaktır. 9- Sendikalar kadınlarla daha güçlüdür. Cinsiyetçiliğe, şiddete, mobbinge taviz verilmeyecek, ağır disiplin suçu sayılacaktır. Sendikanın tüm organları için yüzde 50 kadın kotası mümkündür. 10- Doğrudan Demokrasi, işçilerin yönetime meclisler aracılığıyla katılımı demektir. Mevcut tüzük ve yasalar ne yazık ki işçilerin sendikal sürece doğrudan müdahalesinin önüne engeller koymaktadır. Sendikal bürokrasinin de “yasa böyle, tüzük şöyle ben ne yapabilirim” türünden mazeretler ardına sığınmak işine gelmektedir. Oysa demokratik davrandığı gerekçesiyle yargılanan bir sendikacı yoktur! Demokrasiyi içselleştiren devrimcilerin bu engeli aşmak için çözümler üretmesi mümkündür. İşte bu çözümün ilk adımı işçilerin sendikaların gerçek sahipleri olarak yönetime gelmeleri ve orada işçi olarak var olmalarıdır.
7
İşçilerin Sesi
TAŞERONUN ‘TEDAVİSİ’ 13 Kasım’da İMC TV’de Haberler programına katılan TAŞ İŞ DER Yönetim Kurulu Üyesi Kadir Ağsu, İş Yasasında yapılmak istenen değişiklikleri ve taşeron işçilerinin mücadelesini anlattı:
KEN LOACH ÖDÜLÜ REDDETTİ İşçi filmleriyle tanınan ve birçok ödülün sahibi olan Britanyalı film yönetmeni Ken Loach, İtalya’nın en prestijli festivallerinden Torino Film Festivali tarafından verilen “yaşam boyu onur ödülü”nü reddetti. Nedeni ise, festivali düzenleyen Ulusal Sinema Müzesinde çalışan işçilerin taşeron şirket aracılığıyla güvencesiz ve düşük ücretle çalıştırılmaya karşı direndikleri için işten atılmış olmaları. Ken Loach basın açıklamasıda şunları dile getirdi: “Torino Film Festivali tarafından bana layık görülen ödülü büyük bir üzüntü ile reddetmek zorundayım. Torino, sinemaya olan tutkusu ve aşkı ile bunun belirgin ve iyi bir örneği. Ancak şu anda ciddi bir sorun söz konusu. Torino’da Ulusal Sinema Müzesi’nin temizlik ve güvenlik hizmetleri Rear adlı kooperatife verilmiş. İlk olarak maaşlarda kesinti yapıldı. Çalışanlar bundan şikâyetçi oldular ve kötü muameleye maruz kaldılar. Birçoğu da işten atıldı. Düşük maaş alan ve zor durumda olanlar işlerinden oldular. Hizmetleri ihaleye vermiş olan yapı bu duruma gözlerini kapayamaz. Hizmetleri dış kooperatiflere verme fikrini bir daha düşünmelerini bekliyorum. Bu konuyla ilgili ‘Bread and Roses’ adlı bir film gerçekleştirdik. Nasıl olur da hakları için mücadele eden ve işlerinden olan çalışanların dayanışma çağrısını duymazlıktan gelirim? Bu ödülü kabul etmek ve birkaç küçük eleştiri ile durumu geçiştirmek zayıf ve ikiyüzlü bir davranış olurdu. Bu sebeple, bu ödülü reddetmek zorundayım.” İşçilerin Sesi - Haber
8
n Ana işler de dâhil bir işyerinin tüm birimlerinde taşeron çalıştırılabilecek. Öncelikle, hükümetin bu girişimini değerlendirir misiniz? Ne anlama geliyor? Ocak ayından beri Çalışma Bakanlığı taşeron işçi çalıştırma sistemini değiştirmek üzere bir dizi girişimde bulunuyor. İş yasası başta olmak üzere, kimi değişiklikler yaparak, taşeron işçi çalıştırılması hakkında yasal düzenleme yapmak istiyor. Çalışma Bakanlığı ilk olarak Ocak ayında (2012) taşeron işçi dernekleriyle Ankara’da bir toplantı yapmıştı. Bu toplantı, dernekleri ikna etmek üzere planlanmıştı ve zaten derneklerin büyük bölümü de Bakanlık gibi düşünüyordu. Bu görüşe göre, taşeron sistemindeki sorunlar, taşeron şirketlerin yasa tanımaz ve vicdansız uygulamalarından doğuyordu. Dolayısıyla taşeronluk iyileştirilebilir, düzeltilebilir, tedavi edilebilir bir sistemdi. Eğer iş yasalarına uyulursa; işçi işine bakacak ve çalıştığı sistemin taşeron olup olmadığıyla ilgilenmeyecekti. Taşeron işçi dernekleri arasında yalnızca İstanbul’dan giden ve İstanbul Üniversitesi Hastanelerinde; özellikle de Çapa’da 900’e yakın üyesi bulunan Taşeron İşçileri Dayanışma ve Yardımlaşma Derneği (TAŞ İŞ DER) olarak farklı bir tutum aldık. Derneğimizin de çağrılı olduğu toplantıda Çalışma Bakanı Faruk Çelik taşeron işçi derneklerine şunu söyledi: “Taşeron şirketler iş yasalarına uymuyorlar, bunu biliyoruz. Bunları düzelteceğiz. Siz taşeron sistemini kabul edin, Bakanlık da taşeron şirketleri kontrol etsin”. TAŞ İŞ DER hayır dedi. Bakanlığın görevi işverenlerin iş yasalara uymasını sağlamaktır. İş yasalarına uyulması için, biz neden kadrolu çalışma hakkımızdan vazgeçelim? Bakanın teklifine taşeron işçi derneklerinin büyük kısmı onay verdi. Çünkü bu dernekler taşeron sistemine karşı değiller. İş Yasalarının uygulanmamasına karşılar. Bu çok önemli bir farktır. Onlar da Bakanlıkla aynı görüşte. Taşeron sistemine iş buldukları için ses çıkartmıyorlar. İş Yasalarına uyulmamış olmasına kızıyorlar. Oysa taşeron sistemi köleliktir. İşçinin güvencesiz çalışmasıdır. Taşeron işçilerin yarını yoktur. İş yasalarında olan hakları yoktur. Ücretleri düşüktür. 14 yıldır taşeron işçi olarak çalışan bir kişi olarak söylüyorum. TAŞ İŞ DER ile diğer
taşeron işçi dernekleri arasındaki temel fark biz taşeron sistemine karşıyız, diğer dernekler hak ihlallerine karşılar. Bakanlık derneklerle yaptığı toplantıdan 10 ay sonra, sendikaları ve işveren kuruluşlarını çağırdı. Ekim ve Kasım ayında birer toplantı yaptılar. Bu toplantılarda Çalışma Bakanının söylediği şu: Biz işçi dernekleriyle konuştuk, onaylarını aldık. İşçi İş Yasalarına uyulsun istiyor. Sendikalar da onay verirse, yasanın ilgili maddesini değiştirelim. Taşeron işçilerin uygulamadan doğan sorunlarını çözelim. Dikkat edilsin taşeron çalıştırma sisteminin yarattığı tahribatın sorunlarını çözelim denmiyor. Taşeron işçilerin bireysel sorunlarını çözelim diyor. İzin hakkını kullansınlar vs. diyor. Bu teklife sendikaların tamamının “hayır” demiş olması sevindirici. Çünkü bakanlığın istediği değişikliğikle çalışma sistemi tamamen parçalanacaktır. Asıl iş ayrımı ortadan kalkacaktır. n Hükümetin çalışmalardan sızdırdığı bilgilere bakılırsa, bu yolla işverenler her birimde taşeron çalıştırabilecek ama çalışanların haklarından da sorumlu olacak... Dolayısıyla da taşeron çalıştırmak avantajlı olmaktan çıkarılacak... Siz ne diyorsunuz? Bu geçerli bir argüman mıdır? Taşeron işçi çalıştırmak neden avantajlı olmaktan çıksın? Taşeron sistemi yalnızca ucuz işçi çalıştırmaya dayalı değildir. Taşeron olmayan bir işveren, çalışanlarının haklarından sorumlu mudur? Yasa karşısında evet. Peki, işçilerin hakları ödenir mi, verilir mi? Hayır. İş mahkemeleri tazminatı, yıllık izin hakkı ödenmemiş on binlerce davaya tanıktır. Asıl işveren çalışanın
haklarından sorumlu oldukları halde ödemezken, taşeron şirketler yasal olarak sorumlu olsa ne olur ki? Büyük şirketler bile “zarar ettim” diyerek, eskisini kapatıp yenisi açarken, taşeron şirketler işçi haklarından sorumlu olsa ne olur? Bugün ihaleye giren şirketlerin hep isimleri değişir, şirket sahipleri değişmez. Üstelik bugün de taşeron şirketler çalışanların haklarından sorumludur. Ancak bu şirketler öylesine kap kaç şirketlerdir ki, işçilerin haklarını vermemekte, parasal haklarını ödememektedir. Sorun şudur: İşçilerin hakları ödenmediğinde asıl işveren olsun taşeron işveren olsun hiçbir ciddi yaptırım yoktur. İşçilerin alacakları ve hakları hiçbir güvenceye sahip değildir. Dolayısıyla, Bakanlığın ileri sürdüğü ve bir yenilik gibi gösterdiği “taşeron şirket işçi haklarından sorumlu olacak” lafı, kâğıt üzerinde bir yeniliktir. Uygulamada hiçbir yaptırımı olmayacaktır. Biz işçiler güçlü olmadıkça, işverenler bildiklerini okuyacaktır. n Hükümet aynı çalışmayla, kamudaki işyerlerinde de benzer uygulamayı hedefliyor... Örneğin, kamu hastaneleri de dâhil, doktorlar ve cerrahlar da taşeron şirketler aracılığıyla çalıştırılabilecek. Bu düzenlemeye ne diyorsunuz? Böyle bir düzenleme nelere neden olabilir? Hastanelerde, temizlik işçisinden ameliyatı yapan cerraha kadar ekip işi yaparız. Biri olmadan diğeri olmaz. Hijyen olmazsa cerrahın ameliyatı başarılı da olsa hasta enfeksiyon kapacaktır. Bu da istenmeyen sonuçlar doğurabilir. Dolayısıyla işin yapımı, denetlenmesi ve başarılı bir hizmetin üre-
İşçilerin Sesi
KADROLU ÇALIŞMADIR tilmesi için ekibin birlikte çalışması, ekip ruhunun oluşması, ekip güvencesinin sağlanması gerekir. Her işi bir şirkete verirseniz ve bunlardan üst işveren, hastane ya da üniversite yönetimi sorumlu olmazsa, şirketleri kim denetleyecek? Sadece çalışanların hakları değil, hastaların ve hasta yakınlarının da hakları elden gidecek demektir. Özellikle sağlık hizmetlerinde taşeron işçi çalıştırılması, hizmetlerin şirketlerden satın alınması demek tam bir felaket demektir. n Son olarak, taşeronlaştırmada bugünkü durumu anlatır mısınız? Taşeron işçileri dayanışma derneği ne gibi çalışmalar yürütüyor? Hangi alanlarda, ne gibi mücadeleler veriliyor? Bakanlığın rakamlarına göre taşeron işçi sayısı bir milyonu geçti. Yeni düzenleme eğer yasalaşır ve meclisten geçerse, taşeron işçi çalıştırılmasının önündeki tüm engeller kalkacaktır. İş Mahkemelerine, Bakanlık Müfettiş raporlarına gerekçe olan İş Yasasının 2’inci maddesindeki değişiklikle “işletmenin ve işin gereği ile teknolojik nedenle uzmanlık gerektirme” koşulunun kaldırılması sağlanırsa, böylece en küçük bölümler bile taşeron şirketlere ihale yoluyla verilebilecektir.
Hak alabilmek için örgütlemenin, birlikte hareket etmenin zemini ortadan kalkacak demektir. Örneğin, her işçi kendisini bir başka şirketin işçisi sayacağı için, bizim şirket-sizin şirket ayrımı çıkacaktır. Şirketler arası ücret, yıllık izin, çalışma saati farkı çıkacaktır. İşin idaresinde farklılık olacaktır ve bu işçilerin birleşmesi yönünde değil, ayrılığı yönünde bir etki yapacaktır. Yeni çıkan sendikalar kanununda 30 kişiden az işçi çalıştıran şirketlerde sendikalaşma sebebiyle işten çıkartılan işçilerin işe iade davası açma hakkı ortadan kaldırıldı. Taşeron şirketler 30 kişiden az işçi çalıştırmaları halinde istedikleri gibi işçi alıp çıkartacaklar. İşte bakanlığın ısrarla asıl işlerde de taşeron çalıştırılmasına olanak veren değişiklik talebi, sözünü ettiğim yasayla birlikte düşünülmelidir. Ve tabii ki peşinden kiralık işçi büroları, kıdem tazminatının fona devri, bölgesel asgari ücret uygulaması gündeme gelecektir. TAŞ İŞ DER olarak biliyorsunuz 6 ay süren bir direnişimiz, direniş çadırımız oldu. Bu sayede işçiler arasında bilinçlenme ve örgütlenme zemini güçlendi. Temmuz ayında ortak bir kararla DİSK Devrimci Sağlık-İş Sendikasına üye olmaya karar verdik.
Taşeron sağlık işçilerinin mücadelesini sendika çatkısı altında büyütmeyi seçtik. Sendikaya yönelişimiz ve direniş çadırı kurmamız hastane idaresini rahatsız etti. Bu rahatsızlık sebebiyle TAŞ İŞ DER olağanüstü bir genel kurul yapmak zorunda kaldı. Yeni yönetimi seçtik. Derneğe işverenin yaptığı müdahale sonucunda, sendikalaşmayı ve fiili mücadeleyi savunan dernek anlayışının dışına düşen, işverenle işbirliği yapan eski dernek yönetimiyle yollarımızı ayırdık. Önümüzdeki dönemde hem dernek hem de sendikamızla birlikte taşeron sistemine karşı mücadele edeceğiz. Taşeron sistemine karşı çıkmak ve kadrolu çalışma hakkını savunmakta ısrar etmek zorundayız. Taşeron işçilerinin kurtuluşu mücadele etmekte. Yeniden direniş çadırlarını kurmak zorunda kalabiliriz. Yeniden grevlere başvurabiliriz. Bu kez sadece İstanbul Üniversiteleri Hastaneleriyle sınırlı kalamayız. İstanbul ve Türkiye çapında eylemlere ihtiyaç var. Sendikaların hep birlikte itirazlarının eylemli bir mücadeleye dönüştürmeleri halinde onlara destek vereceğimizi herkesin bilmesini isteriz.
İSTANBUL ÜNİVERSİTE HASTANELERİNDE KAÇ TÜRLÜ ÇALIŞMA BİÇİMİ VE İLİŞKİSİ VAR? Yunus ÖZTÜRK
İstanbul Üniversitesi bünyesinde ve özellikler de hastanelerde bizim tespit ettiğimize göre en az 10 farklı iş ilişkisi ve çalışma biçimi var. Çalışanların (öğretim üyesi, memur, kadrolu işçi ve taşeron) farklı seviyelerde farklı örgütlenme biçimleri altında toplandıklarını görüyoruz. Dolayısıyla işçiler çalışma biçimleri ve ilişkileri sebebiyle bölünmüş durumdalar ve bu bölünmüşlük örgüt biçimlerine ve örgütlenme tarzına da yansıyor. Genel olarak söylemek istersek, üniversitede 2914 sayılı Yüksek Öğretim Personel Kanunu, 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu, 4857 sayılı İş Kanunu ve bu kanunların dışında (kayıt dışı) çalıştırma biçimleri vardır. Kamuda çalışma biçimi esas olarak 657 sayılı devlet memurları kanununa göre düzenlenmekle birlikte, 657 sayılı kanunun 4’üncü maddesi A, B, C, D bentleriyle birden çok iş ilişkisi tarif etmektedir. Öyle ki, kanun devlet memurlarıyla ilgili olmakla birlikte “işçi” çalışmasını da idari olarak düzenlemektedir. Yani, iş ilişkilerinde İş Yasası, disiplin ve işin idaresinde devlet memurları kanuna tabii olan, her iki kanun kapsamında çalıştırılan işçiler de vardır. Üniversite bünyesinde çalışma biçimlerişöyle sıralanabilir: 1. YÖK gereği çalıştırılan üniversite personeli, öğretim üyeleri. İstanbul Tabip Odası’na üyeler. 2. 657 sayılı devlet memurları kanuna göre, 4/A statüsünde çalışan kadrolu memurlar. SES ve diğer kamu emekçileri sendikaları üye yapıyorlar. 3. Aynı yasanın ilgili maddesinin B bendiyle (4/B), 12 ay süreyle sözleşmeli çalışanlar.
4. Yasanın C bendiyle (4/C) çalışan ve “özel teknik beceri gerektiren, geçici” işçiler ya da özelleştirme sebebiyle işsiz bırakılan kamu işçilerinden Sağlık Bakanlığı bünyesinde çalışanlar. 5. Yasanın D bendine göre (4/D), kamu işçisi olarak çalışan, sendikalı ve toplu sözleşmeli işçiler. Tezkoop-İş sendikasının 600’e yakın üyesi bulunuyor. 6. İhaleyle, dışarıdan hizmet alımı yoluyla çalıştırılan 4857 sayılı iş yasasına tabi çalışan sağlık işçileri. Dev Sağlık-İş ve TAŞ İŞ DER üyesiler. 7. Gündelikçi/yevmiyeli çalıştırılan işçiler (geçtiğimiz aylarda klima takarken düşüp ölen işçi gibi); boya, badana, bahçe işleri. 8. Kayıtdışı, dernekler eliyle ya da sponsor kurumlar (örneğin, ilaç şirketleri) eliyle çalıştırılan; daha önce işten çıkartılan veya bölümlerinden emekli olmuş eski işçi/memurlar. 9. Özel güvenlik, yemekhane ve temizlik işçileri (ihaleyle ve taşeron firmalar eliyle çalıştırılıyorlar). Temizlik işçileri arasında bir dönem Belediye-İş sendikası üye çalışması yapmış, yetki aşamasına kadar gelmişti. 10. Kayıtları hastanede olup, kendileri ortada görülmeyen “meçhul” memur ve işçiler… Bugün kamuda1 milyonu bulan, sağlık bakanlığı bünyesinde sayıları 200 bine dayanan “ihaleyle hizmet alımı ve taşeron işçi çalıştırılması” hukuku, esas çalışma ilişkisi durumuna getirimleştir. İşçilerin asgari ücretle, güvencesiz, hiçbir sosyal hakka sahip olmaksızın, sendikasız çalıştırılmaları, sağlık gibi bir hizmet alanında yalnızca işçilerin değil, hizmet alanları da riske atmaktadır. Nitelikli hizmetin yerine maliyet hesabının geçtiği bu çalışma sistemi, hem hasta ve hasta yakınını hem de taşeron işçisini ezmektedir.
SAMSUN’DA KAZA DEĞİL CİNAYET Samsun Eti Bakır A.Ş gübre fabrikasında meydana gelen çökme sonucu 5 işçi öldü, 14 işçi yaralandı. Samsun Tekkeköy’de bulunan Cengiz A.Ş’ye ait Eti Bakır gübre fabrikasında 350 tonluk amonyak tankının kapağı çöktü. Ölen işçilerin taşeron şirket bünyesinde güvencesiz ve düşük ücretle çalıştırılan işçiler olduğu ve çökme sırasında fabrikada 70 işçinin bulunduğu söyleniyor. Kapağın yerleştirilmesi sırasında işçilerin de kapağın altında olduğunu ve taşeron firmanın “işin aksamaması için” işçilerin kapağın altından çekilmelerine izin vermediği, çalışmaya devam etmelerini istediği belirtiliyor. “İş Kazaları” sicili oldukça kalabalık olan Cengiz Holding’in aynı fabrikada ekim ayında da kamyon kasasının devrilmesi sonucu bir işçinin ölümüne sebep olduğu belirtiliyor. Cengiz Holding, 24 Şubat 2012 tarihli Adana Gökdere HES Barajı inşaatının derivasyon tünelinin çöküşünden de sorumlu. Adana’daki çökme sırasında 10 işçi sulara kapılarak ölmüştü. HES barajının sahibi ise EnerjiSa’ydı. Adana’daki “kaza” da, Samsun’da olduğu gibi; işin hızlı ve ucuza bitirilmesi için işçilerin hayatının feda edilmesi sonucunda oldu. AKP Hükümeti eliyle yaygınlaştırılan taşeronlaştırma önümüzdeki dönemde tamamen yasal hale getirilmek isteniyor. Bütün bunların ardından bunca ölüme “kaza” deyip geçilemeyeceği bir gerçek. Kaza değil bu bir cinayet. Failleri ise ortada. İşçilerin Sesi - Haber
9
İşçilerin Sesi
EMPERYALİSTLER SURİYE’DE “ÇUVALLIYOR”! Emperyalistler ve bölgede hegemonya peşinde koşan devletler, rejime karşı halkın demokratik ve ekonomik taleplerle başlattığı ayaklanmaya dışarıdan müdahale ederek, süreci kendi çıkarları için kullanmak istemişler ve Suriye Devrimini yoldan çıkartmışlardır. Aykut ÖZER
Beşar Esad ve Baas rejimini devirmek için yürüttükleri çabalardan sonuç alamayan emperyalistler, “dereyi geçerken at değiştirdi”. Bu çerçevede, Esad karşıtı muhalifleri yeniden yapılandırma yoluna gitti. Muhaliflerin çatı örgütü olan Suriye Ulusal Konseyini (SUK), başarısız olduğu gerekçesiyle, devre dışı bıraktı. Bunun yerine, Katar’ın başkenti Doha’da yapılan bir dizi toplantı ve müzakereden sonra, “Suriye Devrimci ve Muhalefet Güçleri Ulusal Koalisyonu” adı verilen yeni bir yapı oluşturuldu. Bu girişimin başını çeken ABD’nin Dışişleri Bakanı Clinton, SUK’un, ülke içinde savaşan gruplar üzerinde etkisi olmadığını, muhalif yapıları örgütlemek ve koordine etmede yetersiz kaldığını belirtti. Yeni yapının başına, daha önce Şam’da bir camide imamlık yapmış olan, “ılımlı İslâmcı”, Şeyh Moaz El Hatip getirildi. SUK’a ise, sandalyelerin sadece üçte biri ayrıldı. Emperyalistlerin, muhalifleri yeniden örgütlemesinin bir nedeni isyanın kitle tabanını genişletmek ise, diğeri, istenmeyen muhalifleri, özellikle de radikal İslâmcı yapıları, merkezi muhalif örgütlenmenin dışına atmaktı. Bunun farkında olan El Kaide ve Selefi silahlı gruplardan 14’ü, yeni yapıyı tanımadıklarını açıkladı. İSYANCILAR DAĞINIK VE HALK DESTEKLERİ ZAYIF Baas rejiminin despot ve totaliter yapısı, ülkede örgütlü muhalif yapıların oluşmasını önledi. Rejime karşı ayaklanmanın başlamasının hemen ardından, emperyalistler ve bölge ülkeleri, ayaklanmayı kendi siyasi çıkarları için kullanmak üzere, sürece müdahale ettiler. Bu yüzden ülkede onlarca silahlı grup oluştu. Radikal İslâmcı gruplar, ülke dışından gelerek, silahlı çatışmalarda yerlerini aldılar. Merkezi siyasi otoritenin zayıflaması, eski suçlulardan oluşan silahlı başıbozuk çetelerin türemesine yol açtı. Aşiretler silahlanarak kendi silahlı güçlerini oluşturdular. Dolayısıyla, işbaşındaki rejimi devirmenin
10
ötesinde, bu kargaşadan maddi ve toplumsal çıkar elde etmek isteyen ya da bu süreçte zarar görmek istemeyen farklı toplumsal gruplar silahlandı. Muhalif savaşçıların çatı örgütü olan Özgür Suriye Ordusunun (ÖSO) bünyesinde yetmişten fazla silahlı grubu barındırdığı söyleniyor. Merkezi bir komutanlık ve işleyen bir askeri hiyerarşinin bulunmadığı koşullarda, bu silahlı guruplar, birçok katliam ve insanlık suçuna bulaştılar. Yine süreçten maddi çıkar sağlamak için bölge devletlerinin oyuncağı haline geldiler. Bir bölge siyasetçisinin ifade ettiği gibi, her bölge ülkesi, Suriye’de savaşan çetelere sahip bulunmaktadır. Bu çeteleri silahlandırıp finanse ederek, rejimin yıkılması durumunda, bunlar vasıtasıyla, yeni oluşacak siyasi yapıda etkin olmayı amaçlıyorlar. Bir yandan rejime karşı yürütülen silahlı mücadelenin, büyük ölçüde, başıbozuk çetelerin sürdürdüğü kuralsız çatışmalara dönüşmesi diğer yandan siyasi programları ve kadroları bakımından güven vermemeleri nedeniyle, muhalifler, ne egemen sınıflardan ne de halk kitlelerinden gerekli desteği alamıyorlar. Çatışmalar sonucu yaşanan siyasi ve ekonomik kargaşa ve yıkıma karşın, ge-
rek burjuvazi gerekse ordu ve devlet bürokrasisi Esad rejiminin arkasında durmaya devam etmektedir. Geniş halk kitleleri de rejime karşı olmalarına karşın, muhalifleri ve isyancıları desteklememektedir. Bu koşullarda, emperyalistlerin, muhalif yapıları yeniden düzenlemek yoluyla, süreçte bir ilerleme beklemeleri tam bir hayaldir. Mevcut durum onların eseridir. Onlar için önemli olan, Suriye’de demokrasi ve halk egemenliğinin kurulması değil, bölgedeki hegemonyalarını güçlendirmektir. Bu nedenle, emperyalistler ve bölgede hegemonya peşinde koşan devletler, rejime karşı halkın demokratik ve ekonomik taleplerle başlattığı ayaklanmaya dışarıdan müdahale ederek, bu süreci kendi çıkarları için kullanmak istemişler ve Suriye Devrimini yoldan çıkartmışlardır. Bir çeteler savaşına dönüştürmüşlerdir. Bu müdahale devam ettiği sürece, Suriye’deki çatışmaların, dışarıdan güdümlü azınlıktaki güçlerin iktidarla boğazlaşması biçiminde sürmesi kaçınılmazdır. TÜRKİYE’NİN HEDEFİ KÜRT YAPILANMASINI DAĞITMAK Baas rejiminin kısa sürede yıkıla-
cağını umarak, muhalifleri, özellikle de El Kaide, Müslüman Kardeşler gibi siyasi İslâmcı örgütleri destekleyen, bu sayede “yeni Suriye’de” hegemonik bir güç olmayı hedefleyen Türkiye’nin hesapları tutmadı. Bu politika, İran, Irak, Rusya gibi bölgesel güçlerle arasında sorun yarattığı gibi, özellikle radikal İslâmcı gruplarla yaptığı işbirliği, müttefiki olan emperyalistlerin de tepkisini çekti. Başından itibaren SUK’a ev sahipliği yaparak, Suriye muhalefetini yönlendirmeye çalışan Türkiye, SUK’un “pabucunun dama atılması” ve yeni muhalif yapının karargâhının Doha’ya taşınmasıyla, Suriye’ye emperyalist müdahale sürecinde, mevzi ve inisiyatif kaybetti. Bununla birlikte, en büyük korkusu olan, bu ülkedeki Kürt yapılanması ve kurumlaşmasının gelişmesine karşı saldırgan tutumunu sürdürüyor. Kürt kurumlaşmasının dağıtılması için siyasi ve askeri faaliyetlerini arttırıyor. Bu çerçevede, Urfa-Ceylanpınar’ın tam karşısında yer alan ve kısa süre önce Baas güçlerinden temizlenen, Kürtler ve Arapların birlikte yaşadığı, Serekaniye (Resulayn) kasabasındaki PYD varlığını ortadan kaldırmak için, işbirliği yaptığı çeteci güçlerin sınırdan geçerek, Kürtlere saldırmalarını teşvik etti. Saldırıda Kürt Halk Meclisi Başkanı ve birkaç Kürt savaşçı ile çok sayıda çete mensubu öldü. Türkiye’nin desteklediği grubun bunun ardından yaptığı birkaç saldırı da, Kürt güçleri tarafından püskürtüldü. Suriye’deki Kürtleri hedef alan bu düşmanca tavır, sınırın bu tarafındaki Kürtlerin de tepkisini çekiyor. Açlık grevlerinin sona ermesinin ardından bir ölçüde yumuşama eğilimi gösteren Kürtlerle AKP iktidarı arasındaki ilişkiler, hükümetin bu saldırgan ve Kürt düşmanı politikası yüzünden, yeniden gerginleşebilecek, yeni ve daha geniş boyutlu çatışmalara yol açabilecektir. O nedenle, siyasi iktidarın Kürt düşmanı politikalarına karşı, tüm emekçiler ve demokrasi güçleri de aktif tavır almalı, iktidarın bu tür kışkırtmalarını engellemelidir.
İşçilerin Sesi
AVRUPA’DA BİRLEŞİK İŞÇİ HAREKETİ ŞEKİLLENİYOR Avrupa genel grevi, işçi sınıfı içinde enternasyonalist bir bilinç ve örgütlenmenin gelişmesi için uygun bir iklim oluşturmaktadır. Mustafa EKER
Kapitalist kriz kapitalizmin beşiği Avrupa’yı sarsıyor. Kapitalist sınıf adına krizi yöneten troykanın krizi çözmek adına aldığı tedbirler sadece büyük burjuvazinin işine yarıyor. Kemer sıkma politikaları milyonlarca işçinin işini kaybetmesine, ücretlerin aşağı çekilmesine, eğitimin-sağlığın paralı hale getirilmesine, emeklilik yaşının yukarı çekilmesine, güvencesiz, düşük ücretle part-time çalışmanın yaygınlaşmasına yol açıyor. Her hafta binlerce insan kirasını veya taksitlerini ödeyemedikleri için evleri tahliye ettirilir, barınma hakları ellerinden alınırken İspanya ve Yunanistan’da hükümetler, vatandaşından sakındığı evleri yabancılara satmak için harekete geçiyor. Oturma iznini de bonus olarak veriyor. Yunanistan’da kamu hizmetleri çökme noktasına geldi. Yunan krizi aynı zamanda bir borç krizi. Alacaklı bankalar da Fransız ve Alman bankaları. Merkel ‘AB’nin kaderi Yunanistan’da tayin edilecektir’ derken boşuna demiyor. Yunanistan’ın iflası zincirleme alacaklı bankalar ve ülkelerin açığa düşmesine, krize yuvarlanmasına yol açacak. Yunanistan iflasın eşiğinde. Onu Portekiz, İspanya ve hatta İtalya izliyor. Avrupa’da resesyonun sona ereceğine dair bir işaret olmadığı için Ford üç fabrikasını, Peugeot Citroen ve General
Motor ise bir fabrikasını kapatıyor. Bu durum diğer sektörler için de geçerli. Bu binlerce işçinin daha işten atılacağı anlamına geliyor. Tüm veriler krizin derinleştiğini gösteriyor. Sermaye daha da tekelleşir ve merkezileşirken, işçi sınıfı köleleştiriliyor. Avrupa’da Kemer Sıkmaya Karşı Genel Grev Avrupa’da kriz derinleştikçe sınıf mücadelesi de sertleşiyor. Kemer sıkma politikalarından en fazla etkilenen Yunan işçi sınıfı mücadelenin de en önünde yer alıyor. Geçen iki yıl içinde Yunan işçileri 20’den fazla genel grev, sayısız direniş gerçekleştirdi. Troyka ve işbirlikçi burjuva hükümetler tarafından uygulanan saldırı politikalarına karşı mücadele tüm kıtaya yayıldı, en çok da Güney Avrupa’da yoğunlaştı. İtalyan, İspanyol ve Portekiz işçileri, Yunan sınıf kardeşlerinin yolunu izledi. Genel grevler, çeşitli yürüyüş ve protesto eylemleri gerçekleştirdi. Kendi ülkelerinde genel grev ve sokak eylemleri konusunda deneyim kazanan, birleşik bir işçi hareketinin imkan ve olanaklarını fark eden işçi hareketinin ve taban örgütlerinin de basıncı ile Yunan, İtalyan, İspanyol, Portekiz sendikaları ve Avrupa Sendikalar Konfederasyonu (ETUC) Avrupa çapında kemer sıkma politikalarına karşı 14 Kasım ‘Avrupa Eylem Günü’ kap-
YUNANİSTAN’DA 330 BELEDİYE İŞGAL EDİLDİ 14 Kasım ile doruğa çıkan işçi sınıfı hareketi bugün çeşitli parçalara dağılıp güç toparlamaya ve yeniden siyaset sahnesine çıkmaya hazırlanıyor. Bu genel grevin de verdiği moral ve özgüven ile çeşitli ülkelerde ve sektörlerde kavgaya tutuşuyor. Taban iradesi ve inisiyatifi gelişiyor. Mücadele Yunanistan’da süresiz eylem kararı alan farklı sendikalara üye belediye işçilerinin 330 belediyeyi işgal etmesi ile sürüyor. Troykanın ve işbirlik-
çi Samaras hükümetinin saldırı politikalarını protesto ediyor, işten çıkarmaların son ermesini, konu ile ilgili kararların geri alınmasını istiyor. İşgal yüzünden belediye hizmetleri aksıyor. İşgalci işçiler üzerine saldıran polis, işçilerin ısrarlı ve kararlı direnişi sayesinde geri çekiliyor. Yunanistan’da hükümet, 27.000 kamu işçisini işten atmayı planlıyor. Bu durum mücadelenin daha da sertleşerek süreceğini gösteriyor.
samında genel grev kararı aldı. İspanya, Yunanistan, Portekiz ve İtalya’da genel grev başarı ile hayata geçirildi. Grev kapsamında olmamasına rağmen Londra ve Brüksel arası tren seferleri durdu. Uçak seferleri aksadı. 23 ülkeden işçi kitleleri, sendikalar ve sol-sosyalist örgütler greve destek verdi. Gün boyu sokak gösterileri sürdü. Çoktandır hükümet tarafından ‘tembel Yunanlılar’a karşı kışkırtılan Alman işçi sınıfı yürüyüşlerinde ‘hepimiz Yunanız’ pankartları taşındı, bildirileri dağıtıldı. 14 Kasım genel grevine katılımın Güney Avrupa ülkeleri dışında sınırlı kalması önemini ve başarısını eksiltmez. Bu Avrupa işçi sınıfının tarihinde gerçekleştirdiği ilk genel grevdir. Bu eylem işçi sınıfının kendine olan güvenini arttırmış burjuvazinin yüreğine korku salmıştır. Bunun izlerini Angela Merkel’in aynı akşam yaptığı basın açıklamasında görmek mümkündür. Merkel açıklamasında ‘göstericilerin endişelerini dikkate alacaklarını, daha fazla istihdam yaratılması için bir program hazırlanması gerektiğini ve bunun için sendikalarla görüşüleceğini’ söyledi. Merkel’in sözünde durup durmaması, neo-liberal saldırı politikaları ve kemer sıkma programlarının geri püskürtülmesi, krizin faturasının burjuvaziye ödetilmesi, bu genel grevin yeni genel grev ve direnişlerle desteklenmesi bağımsız bileşik bir işçi kitle hareketinin inşası ile mümkündür. İşçi sınıfı hareketi genelleştikçe siyasallaşır. Ulusal dar görüşlülük aşılmaya, Alman işçilerinin yaptığı gibi milliyetçilik sorgulanmaya başlar. Hareket siyasallaşabildiği ölçüde sosyalizme açık hale gelir. Avrupa’da yükselen işçi hareketi ile birlikte Yunanistan dahil kimi ülkelerde solun yükselişe geçmesi tesadüfi değildir. Sosyalizm işçi sınıfının kendi eylemi ve örgütlenmesidir. İşçi hareketi sosyalizmi, sosyalizm işçi
sınıfı hareketini besler. Bu, iki ayrı hareketin birleşmesi değil tek bir sürecin farklı evrelerinin birbirini tamamlamasıdır. Avrupa genel grevi, işçi sınıfı içinde enternasyonalist bir bilinç ve örgütlenmenin gelişmesi için uygun bir iklim oluşturmaktadır. Avrupa’da; Yunanistan’da, İtalya’da, İspanya’da vb. işçi hareketi gelişiyor. Her hareket kendi zıttını yaratır. Avrupa’da işçi hareketi geliştikçe burjuva devlet de yetkinleşiyor. Demokrasi kılıfından sıyrılıyor. Burjuvazinin bir diktatörlüğü ve baskı aygıtı olduğu gerçeği her gün daha da açığa çıkıyor. Polisi ile, panzeri ile ve gaz bombaları ile devlet her geçen gün sokakta daha görünür bir hale geliyor. Yunanistan dahil bir çok Avrupa ülkesinde faşist hareket güç kazanıyor. Burjuvazi ile işçi sınıfı ve örgütleri arasındaki kararsız dengenin sermaye lehine bozulması için devlet güçlerinin yanında faşist hareket de harekete geçiriliyor. Solun parlamentoculukla işçi sınıfının öz örgütleri ve mücadelesi arasında bir yere sıkışıp kalması ya da sınıfın çıkarları yerine kendi grup-parti çıkarlarını temel alması ve öne çıkarması önderlik krizine yol açıyor. Bu durum işçi sınıfının var olan durumu kendi lehine çevirmesini engelliyor. Krizin uzaması tabanda moral bozukluğuna yol açıyor. Bu durumdan yararlanan ve demagojik bir anti-kapitalist retorik kullanan faşist hareket, krizin sorumlusu olarak göçmen işçileri ve işçi sınıfı örgütlerini gösteriyor. Bu sayede krizden bunalan küçük burjuva kitleleri işçi sınıfı hareketine ve örgütlerine karşı örgütlüyor. Buradan elde ettiği kadrolarla sola ve işçi örgütlerine saldırıyor. Bu durum solun önüne kapitalizme ve kemer sıkma politikalarına karşı mücadele ile faşizme karşı mücadelenin birleştirilmesi görevini koyuyor.
11
İşçilerin Sesi
İşçilerin Sesi, Söz ve Eylem ve Sosyalist Demokrasi Partisi, 18 Kasım’da Maltepe’de Ekim Devrimi toplantısı gerçekleştirildi. SDP, İşçilerin Sesi ve Söz ve Eylem temsilcileri on beşer dakikalık sunum yaptılar. Üç saat süren toplantıya katılım yüksekti. İşçilerin Sesi adına konuşan N. Cemal, “Devrimci partinin inşası için ‘komünistlerin birliği’ şiarını sık sık tekrarlamanın tek başına bir anlamı yok. Yirmi yıldır bunu söyleyenler var ve yirmi yıl daha tekrarlasalar sonuç değişmez. Devrimci parti üç beş aklı evvelle ve masa başlarında kurulamaz. Ancak ve ancak sınıf içinde ve öncü işçilerle birlikte inşa edilebilir” dedi.
İŞÇİ SINIFININ İKTİDARI MI, SINIF ADINA İKTİDAR MI? N. CEMAL
Ekim Devrimi, işçi sınıfının ve topyekûn ezilen yığınların aydınlanma feneri olmayı hala sürdürüyor. Ekim Devrimi’ni teorik ve politik olarak tartışmaya devam etmemiz de bu nedenledir. Marksizmi, Bolşevik Leninizm tarafından politikaya tahvil edilen devrimci sonuçlarıyla birlikte ne kadar iyi anlarsak, Ekim Devrimi’ni de o kadar anlarız. Marx’ı ne kadar iyi anlarsak Lenin’i, Troçki’yi, Kollontay’ı, Zinovyev’i, Kamanev’i, Buharin’i ve Stalin’i daha anlaşılır kılabiliriz… Marx, “Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini koşullandırır” tespitinden hareketle; “İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır. Gelişmelerinin belli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da, bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan, mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelir. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar” diye vurgular. Devrimin ve devrimci süreçlerin alt yapısını, entelektüel bilinç, küçükburjuva aydınlar ve “öncüler” üzerinden açıklamaz. Marx, devrimci süreci “maddi hayatın çelişkileriyle, toplumsal üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çatışmayla açıklamak gerekir” der. “Çünkü sorunun kendisi, ancak onu çözüme bağlayacak olan maddi koşulların mevcut olduğu ya da gelişmekte bulunduğu yerde ortaya çıkar” diye vurgular… Paris Komünü ile ilk işçi iktidarı denemesi hayat bulduğunda Marx, Ko-
12
münist Manifesto’da bazı değişikliklere gerek duydu. İşçi sınıfı, küçükburjuva aydınlardan öğrenmeye “mahkûm” bir sınıf olmadığını, öğretici ve değiştirici bir sınıfsal niteliğe sahip olduğunu fiilen göstermişti. Tıpkı 1905 Devrimi’nde Lenin’in ve Bolşeviklerin işçi sınıfından öğrendikleri gibi. Öncü işçiler artık devrimci partinin olmazsa olmazı konumunda, devrimci parti ise sınıfın içinde ve sınıfın öncüleriyle inşa edilmek zorundaydı. İşçi sınıfının belirleyiciliği sonraki yıllarda Ekim Devrimi, Sovyetlerin İktidarı ve Devrimci Parti’nin rolü başlıklarıyla irdelediğinde daha da iyi anlaşılacaktı. Şüphesiz ki doruk noktası 3. Enternasyonal’in kuruluşu oldu. “İnsanlık kendi önüne ancak çözüme bağlayabileceği sorunları koyar” diyen Marx’ı Lenin “Devlet ve Devrim” adlı eserinde, “Marx’ta ütopyacılığın zerresi yoktur” diye değerlendirir. Paris Komünü’nden hareketle; “Marx’ın kendisi için saptadığı görev, bu deneyi analiz etmek, ondan taktik dersler çıkartmak, kendi teorisini sıkı bir eleştiriden geçirmek üzere ondan yararlanmaktı. Proleter kitle hareketinin somut deneyimini dikkate alır ve bundan pratik dersler çıkarmaya çalışır. Amacına ulaşmadığı halde, kitlelerin devrimci hareketinde önemli bir tarihsel deney, evrensel proleter devrim yolunda ileriye doğru bir çeşit adım, yüzlerce programdan ve akıl yürütmeden çok daha önemli gerçek bir adım görüyordu” diyen Lenin’in Ekim Devrimi’nde yaptıkları da bundan başka bir şey değildi. Paris Komünü ve 1905 Devrimi’nin deneyimleri üzerinden ilerlemek. Bu derslerin üç temel sacayağını şöyle özetlenebiliriz: 1-İşçi sınıfının kendi öz örgütleriyle doğrudan iktidarı 2-Devrimci parti 3-Devrimin enternasyonalist
karakteri. “Fransız proletaryası, belirgin bir biçimde, bir eylem partisine sahip değildi” diyen Troçki ise “Paris Komünü Dersleri”nde 18 Mart 1871’le 7 Kasım 1917’yi karşılaştırır: “Paris’te, devrimci yönetici çevrelerin eylemi konusunda mutlak bir inisiyatif koyma eksikliği vardı. İktidarı almak için top ve tüfek gibi bütün maddi imkânlara sahipti ama farkında değildi. Burjuvazi bu devden silahını alma girişiminde bulundu. Girişim başarısız oldu. Hükümet Paris’ten Versailles’a kaçtı. Alan özgürleşmişti, ama proletarya ancak ertesi gün Paris’in efendisi olduğunun farkına vardı. ‘Önderler’ olayların kuyruğuna takılmışlardı… Petrograd’da ise her yerde adamları bulunan, her mevzisini güçlendiren, işçilerle bir taraftan garnizon, diğer taraftan da hükümet arasındaki çatlakları derinleştirmeye çalışan parti, iktidarı almak için ciddi, azimli ve kararlı bir biçimde ilerliyordu. Petrograd Sovyeti nezdinde Devrimci Savaş Komitesi kurduk. Böylece, silahlı ayaklanmanın yasal organı olan Petrograd garnizonunda askeri bir organa sahip olduk. Askeri birimlere, askeri depolara komünist komiserler tayin ettik... Proletarya Paris’te duruma hakim olduğunu ancak gerçek zaferin ertesi günü anladı. Ayrıca zaferi bilinçli olarak yaratmaya çalışmamıştı… Petrograd’da ise tam tersi oldu. İşçilere ve garnizona dayanan partimiz, daha önceden iktidarı ele geçirmişti. Parti, devrimi kendi keyfine göre gerçekleştiremez. İktidarı ele geçireceği zamanı kendi isteğine göre seçemez. Ancak olaylara aktif olarak müdahale edebilir. Devrimci kitlelerin ruhuna nüfuz edip, düşmanın direnme gücünü değerlendirir ve kesin eylem için en uygun anı belirler...”
Devrim ve devrimler çağı bahsinde, “değerlendirmeleri maddi hayatın çelişkileriyle, toplumsal üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çatışmayla açıklamak gerekir.” İşçi sınıfı kendiliğinden hareketinin yıkıcı gücüyle iktidarı almış, Komün’le birlikte iktidar olmaya muktedir olduğunu göstermiştir. Fakat iktidarı elinde tutamamıştır. Paris Komünü’nün dersleri Ekim Devrimi’nde somutlanmış ve “kendi keyfine göre devrim gerçekleştiremez” olsa da, Devrimci Parti’nin hayati önemi ortaya konmuştur. İşçi sınıfının kendi öz örgütleri olan Sovyetler, “sınıfın iktidarının embriyonları” olmaktan çıkıp, Ekim Devrimi’nin sancıları arasından iktidar olarak doğmuştur. Öz örgütlenmeler işçi sınıfının kendi örgütleri, iradi-devrimci örgütler ise işçi sınıfına yol gösteren öncü örgütlerdir. Ekim Devrimi’nin başarısının altında bu imza vardır. Ekim Devrimi ve Sovyetlerin iktidarı işçi sınıfının iktidarıdır. Fakat, Ekim Devrimi’nin deneyimli öncü işçi kuşağının savaş ve iç-savaş sürecinde elimine olması, partinin birikimli ve tecrübeli sınıf önderlerinden mahrum kalışı sonucunda yozlaşma başlamış, sınıfa ihanetle yüz yüze kalınmıştır. Sınıfın kendi iktidar organları olan Sovyetler işlevsizleştirilmiş, yerini “sınıf adına iktidar” olan parti bürokrasisi almıştır. Paris Komünü ve Ekim Devrimi deneyimleriyle ikirciksiz bir şekilde cevap vermemiz gereken soru ise şudur: İşçi Sınıfının İktidarı Mı, Sınıf Adına İktidar Mı? Shakspeare’in dediği gibi; “Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu!” İşçi Sınıfının Kurtuluşu Kendi Eseri Olacaktır! (*) 18 Kasım tarihli Ekim Devrimi toplantısında yapılan konuşmadan özetlenmiştir.
İşçilerin Sesi
İşçilerin Sesi gazetesi etrafında bir araya gelen enternasyonalist komünistlerin, yürüyüş hatlarını belirleyen bazı konularda; “işçi sınıfı ve parti, Kürt sorunu, kadın mücadelesi” hakkındaki görüşlerini ifade eden metinleri paylaşıyoruz…
I. İşçi Sınıfı İçinde İnşa Edilmesi Geren Bir Parti 1- Enternasyonalist Komünist bir parti, işçi sınıfı içinde inşa edilmelidir. Bu genel doğrunun ifade edilmesi, bu görevin yerine getirilmesine yetmiyor. Komünist hareket, “işçi sınıfı”na vurguyu sık sık yapılmış olsa da, çoğunlukla kadrolar, sınıfın dışından gelmiş, sınıfın dışında bir hareket oluşmuştur. Dünya’da ve Türkiye’de durum esas olarak budur: Küçük burjuva aydınlar arasında kalan bir enternasyonalist komünist akım. 2- İşçi sınıfının devrimci mücadeleye kazanılması için verilmesi gereken uğraş, geleneğimizin sınıfsal durumundan kopmayı gerektiriyor. Komünist fikirleri işçi sınıfı zemininde yaymak için, işçi sınıfının günlük mücadelelerine katılmak ve bunda ısrar etmek gerekiyor. 3- İşçi sınıfı içinde inşa edilecek enternasyonalist komünist partinin faaliyetlerinin çok farklı düzeylerde olması gerekir. Bunu kabul etsek bile, mevcut durumumuzda önceliğimizin
büyük işyerleri/fabrikalar ve sanayi işçileri olması gerekir. Bu yönde planlı, programlı bir faaliyeti örgütlemek ve bunda ısrar etmek, bugün bizi diğer komünist ve sosyalistlerden; siyasi akımlardan ayıracak belirgin bir farktır. 4- Toplumun devrimci dönüşümünü ancak sınıf çıkarları için bilinçli ve örgütlü biçimde mücadele eden işçi sınıfı başarabilir. İşçilerin Sesi gazetesi etrafında bir araya gelen küçük bir devrimci eğilimin/grubun görevi de böyle bir mücadele için gerekli olan enternasyonalist komünist partisinin inşasını gerçekleştirmek; en azından bu inşaya katılmaktır. 5- İşçilerin Sesi gazetesi, eğer bir parti inşa faaliyetini gerçekleştirmek iddiasında olacaksa, kendisini temellendireceği biricik toplumsal sınıf, işçi sınıfı olmak zorundadır. Devrimci bir parti, işçi sınıfından gelen militanlarla, devrimci aydın militanları bir araya getirmelidir. Sınıfın devrimci partisi, yetenekleri işçi militanlar ka-
zanmak olan, faaliyetlerinin büyük bölümünü bu amaca dayandıran devrimci aydın militanlara da ihtiyaç duyar. 6- İşçi sınıfının “bilinçli bir parçası” olmak için militan bir faaliyet yürütmemiz gerekiyor. İşçi sınıfının bilinçlilik düzeyini yükseltmek üzere yürüteceğimiz propaganda ve faaliyetlerimiz, militan bileşimimizi de bu yönde seçmek ve yetiştirmek konusunda ısrarlı olmamıza bağlıdır. Aksi halde, hangi fikirleri savunmuş olursak olalım, pratikte giderek işçi sınıfından ideolojik olarak da ayrı durulmasına hizmet etmiş oluruz. Bu da ana hedefimizden sapmamıza yol açar. İşçi Sınıfı İçindeki Pratik Yönelişimiz 7- Sınıf hareketi içinde bir inşa faaliyeti, esas olarak kendi gücümüze bağlı olarak yürütülmelidir. Faaliyetlerimizde işçilerin yoğunlaştığı büyük işyeri/fabrikaları seç-
meli ve işçilerin bütününe seslenmeliyiz. 8- Fabrika/işyeri Bültenleri gibi, Platformlar, Dernekler, Sendikalar da birer araçtır. Bu faaliyetlerde ve alanlarda, işçilerle birlikte ve onların desteğiyle yer almak esastır. 9- Sendika, Dernek ve Platformlarda esas sorumluluk ve yük, sendika, dernek ve platformlardaki işçilerdedir. İşçi sınıfından, aşağıdan gelme girişimlerin birleştirilmesi ve merkezileştirilmesi için çalışmalıyız. Sınıf mücadelesinin ikame edilmesine karşı mücadele edilmelidir. 10- Sendikal bürokrasiye karşı mücadele tek başına sermaye karşısında devrimci bir içerik taşımaz. İşçilerin söz ve karar sahibi olduğu, demokratik, şeffaf ve temiz sendika taleplerine, işçi sınıfının çıkarlarını savunan ilkeli sendikal muhalefet hareketlerine destek veririz. Sendikalarda ve diğer işçi kitle örgütlerinde yer alacak militanların iki kat daha fazla denetime açık olması gereklidir.
II. Kürt meselesine politik yaklaşım 1- Kürt meselesi, bir ezilen ulus ve sömürge sorunudur. Bir yandan, Kürt halkının, dil, kültür, kendi kendini yönetme gibi en doğal ulusal hakları gasp edilmişken diğer yandan ülkesi sömürgeleştirilmiştir. Bu nedenle, Kürt halkının, ulusal taleplerini elde etme ve kendini yönetebilme doğrultusunda, sömürgeciliğe karşı verdiği mücadele, haklı ve meşru olduğu gibi, aynı zamanda demokratik içeriğe sahiptir. 2- İşçi sınıfı sosyalistleri, Kürtlerin, devlete ve siyasi iktidara karşı yürüttüğü bu mücadeleyi desteklerler. Bu desteğin iki temel siyasi gerekçesi vardır. Birinci olarak, ezilen ve sömürgeleştirilmiş bir ulusun, ezen ulus ve sömürgecilere karşı verdiği mücadele demokratik bir karakter taşımaktadır. Dolayısıyla bu mücadeleyi desteklemek işçi sınıfının demokratik görevidir. İkinci olarak, Kürtlerin taleplerini desteklemek, Kürt işçilerine güven vermenin ve bu yolla işçi sınıfının yani Kürt ve Türk işçilerinin birliğini sağlamanın ön koşuludur, olmazsa olmazıdır. 3- İşçi sınıfı sosyalistleri, ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesinin gereği olarak, Kürt halkının müca-
delesine koşulsuz destek verirler. Bu, Kürt halkının taleplerinin içeriği, Kürt siyasi hareketinin ideolojisi, siyasi çizgisi, programı ile strateji ve taktiklerinden bağımsız olarak, mücadeleye destek verilmesi olarak anlaşılmalıdır. Bunun nedeni, bütün bu özelliklerinden bağımsız olarak, mücadelenin demokratik bir karaktere sahip olmasıdır. Doğal olarak, Kürt mücadelesine verilen bu koşulsuz destek, kendiliğinden, bu mücadeleye öncülük edenlerin ideolojisini, siyasi programını, strateji ve taktiklerini benimsemek anlamına gelmez. 4- Buna bağlı olarak, ezen ulusun bir parçası olarak Türkiye işçi sınıfı ve onun siyasi temsilcileri, Kürt mücadelesini yönlendirmeye ve belirlemeye çalışmazlar. Kürt siyasi hareketini eleştirmek ve onlara akıl vermek, işçi sınıfı sosyalistlerinin işi değildir. Böylesi bir tutum, politik bir değer taşımadığı gibi, içselleşmiş bir sömürgeciliğin dışa vurumu olarak değerlendirilecektir. İşçi sınıfı sosyalistlerinin görevi, ezen ulusun siyasi temsilcisi olan siyasi iktidarların, Kürtlere yönelik baskıcı ve sömürgeci politikalarını teşhir etmek, işçi sını-
fının bu politikalara karşı çıkmasını sağlamak olmalıdır. 5- Kürt siyasi hareketini biçimlendirmeye kalkışmamak, Kürt işçilere yönelik sınırsız bir propaganda, ajitasyon ve örgütlenme çalışması yürütülmesini engellemez. İşçi sınıfı sosyalistleri, Türkiye işçi sınıfının birliğinin tavizsiz savunucularıdır. O nedenle işçi sınıfının etnik temelde bölünmesine kesinlikle karşı çıkarlar. 6- Ancak bu bölünmenin önüne geçmenin öznel nitelikte iki ön koşulu olduğunu bilirler. Birinci olarak, işçi hareketi ve sınıfın siyasi örgütü şovenizmden kesinlikle arınmış olmalı, enternasyonalist bir karakter taşımalıdır. İkinci olarak ise, işçi sınıfı içinde kayda değer bir siyasi güce ve örgütlülüğe sahip olmasıdır. Bu iki koşuldan birisinin bile eksik olması halinde, Kürt işçilerin, sınıfsal mücadele yerine ulusal mücadeleyi tercih etmesi sürpriz sayılmayacaktır. 7- Bugün Kürt mücadelesi karşısında alınacak doğru politik tutumun ne olacağına, iki temel yanlış politikanın olumsuzlanması yoluyla, ulaşılabilir. Birinci yanlış politika, Kürt mücadelesi ve siyasi hareketinin Türkiye siyasetindeki ağırlığının
cazibesine kapılarak, bu harekete eklemlenmek, onun uzantısı haline gelmektir. Bu yaklaşım, en hafif deyimle, “demokratizme” düşmek, işçi sınıfından ve onun nihai programından uzaklaşmaktır. Kürt mücadelesi içindeki pratik politik önemi ise “odun kırıcının ‘hıh’ deyiciliğinden” öte bir şey değildir. İkinci yanlış politika ise, Kürt mücadelesinin ulusalcı özelliği ve Kürt hareketinin siyasi niteliğini gerekçe göstererek, ama esas olarak Türkiye işçi sınıfının şoven koşullanmasına taviz vererek, sınıftan kopmamak adına, Kürt mücadelesine karşı mesafeli bir tutum takınmaktır. Bu yaklaşım, “sosyalizm” ve “işçi sınıfından yana olmak” adına, ulusalcılığın ve sosyal şovenizmin batağına düşmek anlamına gelir. Doğru tutum, bir yandan ortak bir haklar ve demokrasi programı etrafında işçi hareketi ile Kürtlerin birlikte mücadelesini savunmak; buna yönelik Halkların Demokratik Kongresi gibi örgütlenmeleri desteklemek, diğer yandan işçi sınıfının sosyalizm hedefine dönük bağımsız mücadelesini ve örgütlenmesini geliştirmeye çalışmak olmalıdır.
13
İşçilerin Sesi
DEBA işçileri hakkını arıyor DEBA işçileri 2009’dan beri alamadıkları 10 aylık maaş, kıdem ve ihbar tazminatı alacakları için İzmir’deki Esat Sivri’nin sahibi olduğu Enda Holding binası önünde eylem yaptı. Lozan Meydanı'nda toplanan 50 kadar DEBA işçisine, İzmir'de bulunan çeşitli sendikaların temsilcileri de destek verdi. Yaklaşık 100 kişi Lozan Meydanı'ndan başlattıkları yürüyüşü Vasıf Çınar Bulvarı üzerinden Enda Holding'in merkezinin bulunduğu Cumhuriyet Bulvarı'nda sonlandırdı. Holding merkezinin bulunduğu binanın girişinde toplanan işçiler, çeşitli sloganlar atarak Enda Holding'i protesto etti. Yürüyüş sırasında "DEBA işçisi direnişin simgesi”, “Biz Haklıyız Biz Kazanacağız”, Zafer direnen emekçinin olacak”, “İşçiler burada Sivri nerede" sloganları atıldı. 2009’da DEBA Tekstil fabrikası patronu Esat Sivri, fabrikaya ipotek konulmasını gerekçe göstererek işçileri işten çıkarmıştı. 10 aylık ücretleri ve kıdem tazminatlarını ödemeyen işveren, başka bir isim altında faaliyetlerini sürdürüyor. Mahkemede olumlu sonuç almalarına rağmen alacaklarını tahsil edemeyen işçiler Denizli’de her hafta eilem yaparak haklarını işverene bırakmayacaklarını söylüyorlar. İşçilerin Sesi - Haber
BİR ÖMÜR GEÇMEZ BÖYLE… Asgari ücretle çalışıyoruz. Bu ücret çok az. Yetmiyor, yetişmiyor. Her evde aynı sorun. Kira, taksitler, faturalar, kredi kartı borçları,. Elektrik, telefon, doğal gaz veya kömür… Market, pazar alışverişi… Kalırsa sağlık ve eğitim giderleri… İnsanca yaşamaya yetecek ücretimiz hiç olmadı. Gönül ferahlığıyla ailemizi, çocuklarımızı yaşatacak kadar maaş hiç almadık. Ya patronların durumu? Her yıl dolar milyarderleri sayısı artıyor. Ekonomik büyüme rakamları hep fazla çıkıyor. Biz çalışıyoruz, onlar kazanıyor. Bu işte bir terslik yok mu? Fabrika sahiplerine, gazete ve televizyon kanallarına, hükümet temsilcilerine sorsak, desek ki: “Bir işçinin insanca yaşamaya hakkı yok mu?” “Var tabii, neden olmasın” diyeceklerdir. Peki, “hadi öyleyse, işçinin hakkını verin” diye sözümüzü tamamlasak… Bu sefer, lafı değiştireceklerdir. Akıl vereceklerdir: Vasıfsız olmaz, kalifiye olmalısın. Ortaokul mezunusun liseyi bitirmelisin. Lise bittiyse KPPS’ye girmelisin, açık öğretimi okumalısın… Yani hep bizden bir şey isteyecekler, sırtımızdan kazandıklarından pay vermemek için, “kırk dereden” su getireceklerdir. Diğer yandan, her işçi ücretinin yetersiz olduğunu kabul eder. Daha yüksek ücret almak, daha
iyi yaşamak ister. İşçi arkadaşımıza “Hadi öyleyse, hakkımızı isteyelim”, desek, “biz mi, bu fabrikada mı” diye hayretle soruyor. “Kırk dereden” su getiriyorlar. Yani herkes hakkımızı almadığımızı kabul ediyor. Ama sonuç yok! Biz diyoruz ki, “iki, birden büyüktür”. Yani “bir” iken “iki” olup hakkımızı patronlardan almak için bir araya gelmeliyiz. Kendimizi eğitmeliyiz. Bizim gibi düşünen işçileri arayıp bulmalıyız. Bu işin içinden çıkmak için el ele, kafa kafaya vermeliyiz. Bir’i iki, iki’yi on yapmadan, davamıza ve hakkımıza sahip çıkmadan; güvenecek işçi arkadaşlarımızı bulmadan, yani mücadele etmeyi göze almadan, kimse bizim ücret ve çalışma koşullarımızı iyileştirmeyecektir. “Düşük asgari ücretle bir hayat geçmez böyle” diyorsak, sorunlarımıza sahip çıkıp yoksulluktan kurtuluşun yolunu birlikte arayalım. Çıkış yolu arayan her işçi, ilk adımı atmış sayılır. Bu adımı atan işçilerle birleşerek, her düzeyde örgütlenerek hakkımızı patronlardan alabiliriz. İnsanca yaşayacak ücret, insanca yaşayacak bir iş saati istiyoruz! Çok mu? Değilse, harekete geçmek için neyi bekliyoruz? Plastik/Ambalaj İşçilerinin Sesi Bülteni Aralık 2012 Başyazısı
FABRİKALARDAN... İŞYERLERİNDEN... FABRİKALARDAN... İŞYERLERİNDEN... FABRİKALARDAN... İŞYERLERİNDEN... GIDA
Hemşehri dayanışması mağdur etti Tek Gıda -İş Sendikasının İstanbul Avrupa Yakası Şubesi Elvan Çikolata’da 120 işçiyi üye yapmıştı. Patron çalışmayı fark etti. 80 işçiyi işten attı, direniş başladı. Direnişe “ses aracı” desteği veren genel merkez, ne hikmetse geri çekti. Sadece hukuki destek verdi. Vermez olaydı. Sendikanın avukatı bizlere "patronun verdiği kağıdı imzalayın" dedi. Biz de imzaladık. Patron imzaladığımız kağıdın tarihini iki ay önce atılmış gibi gösterdi ve işe iade davası “bir ay içinde açılmadığı” için, kaybettik. Patron Kastamonu Taşköprülü... sendikalaşan işçilerin çoğunluğu da... Sendikalaşma sürecinde arabuluculuk yapan eski Çalışma Bakanı şimdinin MHP milletvekili Murat Başesgioğlu da Taşköprülü... Yetmiyormuş gibi sendikanın avukatı da Taşköprülü. Şimdi anlaşılıyor avukatın neden “patronun verdiği kağıdı imzalayın” dediği. Sendika ve avukatı patrona o kadar güvenmiş olacak ki, şahit olduğumuz işçiler davayı kazanırken, şahitler mağdur oldu. Bu mağduriyeti gidermek de Tek Gıda-İş Sendikasına düşmez mi? (Bir işçi)
14
Birlik olup tepki gösterelim Geçen yılki üretimin beş katı fazla sipariş alındığı söyleniyor. Her gün 12 saat vardiyalı ve mesaili çalıştığımız halde işler azalmıyor. Kadın işçiler kendi aralarında isyan ediyorlar ama birlik olup idareye tepkilerini gösteremiyorlar. Çünkü erkek işçiler maaşları az olduğu için mesaiye kalmak istiyorlar. Birlik olup haklarını almak yerine çok çalışıp az para almayı tercih ediyorlar. İşlerin yetişmeyeceğini anlayan idare hemen işçi alımına başladı. Önceden tanıdık akraba almazken şimdi kim gelirse alıyorlar. İşe giren geri çıkıyor, az para çok iş olunca kimse durmuyor. Bir haftada 50’den fazla işçi alındı. Çoğu kadın... Ne giyinme dolabı, ne iş kıyafeti var. Yemek tabakları küçüldü, servis güzergahları değişti. Kadın işçiler evlerine yakın yerde dahi indirilmeyip duraklarda bırakılıyorlar. Kadın işçilerden birisi "evime yakın yerde bırakın" deyince, sorumlu küstahça susturmaya kalkıştı. Bu kadar olumsuzluğa rağmen işçiler hala patrona ses çıkartmıyorlar. Böyle nereye kadar gidilir bilinmez ama bir gün işçilerin canına tak edince, patron ve yalakaları oturdukları yerde ne kadar durabilirler? (G.Kemerli)
PLASTİK
Müdürden senetli yolsuzluk Şebeke şöyle çalışıyor: Müdürler işten çıkarılacak işçiyle önce pazarlığa oturuyor. Seneliği bin liradan fazla vermiyorlar. İtiraz edersen doğru sürgüne. İş Yasasındaki hakkımız umurlarında değil. Pazarlık sonucunda müdür, ne kadar aşağıya bağlarsa, yasal tazminatla pazarlık arasındaki fark kadar, 3-5 bin liralık bir senedi işçiye imzalatılıyor. İşçiyle müdürün adamı bankaya gidiyor. İşçi parayı çekiyor, senedi geri almak için parayı ödüyor. Para kime gidiyor? Doğru kardeşlerinin yanına, müdürün cebine!
Para yetmiyor yeterli ücret istiyoruz İşyerinde sözde adil bir yönetim var. Bu tamamıyla yanlıştır. Önce ücretler çok düşük. Sonra kişiler arasında bazen bölümler arasında ayrım yapılıyor. Neye göre zam veriliyor? İnsan “bu işyerinde zam veriliyor mu” diye hatırlamaya çalışıyor. Hatırlamak zor! İnsanca yaşayacak, yeterli bir ücret için 12 saat çalışmanın dışında daha ne yapalım? (Onur)
Hız istemek kazayı çağırmaktır Biryandan iş kazalarını önlemek için eğitimler veriliyor. Diğer yandan eğitimde öğrendiklerimizi uygulamaya fırsat verilmiyor. Eğitimlerde işin şekline göre “kişisel koruyucu ekipman” kullanmamız söyleniyor. Usta, şef ve müdürler ise, hız istiyor. Onların istediği hızda çalışmak sadece dikkatsizliğe ve iş kazalarına yol açıyor. Kazalarda yüzde 90, işçi değil, hız isteyen yönetim suçludur.
Senelik izin çıkacağımız gün belli oluyor Ne zaman izne çıkacağımıza müdürler, şefler karar veriyor. İşçinin söz hakkı yok. İşe geliyoruz, paydosa bir saat kala, ertesi gün yıllık izinde olduğumuzu öğreniyoruz. Bu da genellikle kışın ortasına denk geliyor. Fabrika yazın izne çıksın, ya da bizim de fikrimiz sorulsun. (Lütfü)
Ver hızı, ver hızı… Nereye kadar? Makinelere hız verdiğimiz kadar ücretlerimize de hız verseler çok iyi olurdu. Onlar hız istedikçe, gelsin iş kazası, gelsin müşteri şikâyeti. Hız
İşçilerin Sesi
İZELMAN’DA İHALE BİLMECESİ İlkay ÖNGÖREN
İzmir Büyükşehir Belediyesinin şoför ve personel ihalesi bu defa Türkiye gündemine oturdu. Zira 3317 otobüs şoförünü ilgilendiren ihalenin, her defasında olduğu gibi Belediye şirketi olan ve işçilerinin sendikalı olduğu İzelman’a değil, daha düşük bir teklif veren başka bir taşeron şirkete verilmesi gündeme geldi. İhalenin İzelman dışındaki bir şirkete verilmesi halinde İzelman işçilerinin ocak itibariyle sözleşmelerinin sona ermesi durumu ortaya çıktı. Her biri 15-20 yıllık işçilerin birden işsiz kalmaları söz konusu oldu. Belediye Başkanı Kocaoğlu’nun “3317 işçi işsiz kalacak” açıklamasıyla ülke gündemine de taşınan ihale süreci siyasi tartışmalara konu oldu. Zira Belediye şirketi İzelman’dan daha düşük teklif veren Etkin-İdeal Şirketleri Ortaklığının, Deniz Feneri davası sanıklarından Beyaz Holding sahiplerine ait olduğu ortaya çıktı. Bu şirketin AKP’ye yakınlığının altı çizilerek, siyasi iktidarın İzmir üzerinde ayak oyunları ile huzuru bozmak istediği dillendirilmeye başlandı. DİSK Genel İş’te örgütlü İzelman işçileri, ihale sürecini protesto etmek için işe sivil kıyafetle gelme ve sakal bırakma eylemlerinden sonra 14 Kasımda 10 bin kişinin katıldığı kitlesel toplantı ve yü-
rüyüş gerçekleştirdi. Eylemde sık sık “İzelman işçisi yalnız değildir” “Taşerona geçit vermeyeceğiz” “AKP halka hesap verecek” sloganları atıldı. Basmane Meydanı’ndan başlayan yürüyüşün ucu Konak Meydanı’na ulaştığında Fevzi Paşa Meydanı tamamen işçilerle doldu. İhale süreci CHP ve AKP karşıtlığı üzerinden yürüyen siyasi bir tartışmaya evrilirken işçi sendikasının, CHP destekli eylemliliği ses getirdi. Bu arada ihale komisyonu ihaleyi kazanan Etkin – İdeal şirketinin yeterlilik belgelerinde eksiklik buldu ve şirketi ihale dışı bıraktı. İzelman şirketinin ihaleyi tekrar kazanması ile işçiler rahat bir nefes aldı. Altı çizilmesi gereken nokta ise İzelman işçilerinin eylemlerine belediyenin diğer şirketinden İzenerji işçilerinin de tüm güçleri ile destek vermesiydi. Oysa izenerji işçilerinin taşaron döneminde sendikalaşmak ve belediyenin her hangi bir şirketine alınmaları için verdiği mücadeleye izelman işçileri destek olmamıştı. Sürece sınıfsal dayanışma bakış açısıyla yaklaşan İzenerji işçileri, kendilerine yapılanları unutmayacaklarını belirterek ancak tüm güçleriyle taşeronlaştırma saldırısına karşı olacaklarını gösterdiler. Bu süreçte İzenerji işçisinin sınıfsal dayanışma hakkında verdiği örnek sınav akıllara kazınmış oldu.
İşçiler patronun korkulu rüyası B. UMUTCAN
Elit çikolata fabrikasında patronun ve müdürlerin yoğun baskıları devam ediyor. İki işçinin yan yana gelmesinden korkan yönetim hemen işçileri odalara çekerek baskı uyguluyor. Hatta işçilere muhbirlik teklif ediliyor. Bilindiği gibi elit çikolata fabrikasında Tek Gıda-İş sendikası örgütlü ama bu örgütlülük bütün işçileri kapsamıyor. İşçilerin sendikalı olma talebine sendika yöneticileri kulaklarını tıkamış durumundalar. Tek Gıda-İş’ten hayır gelmeyeceğini gören işçiler, Hak-İş'e bağlı Öz gıda-İş’e üye olmaya karar verdiler. Patron ve Tek Gıda-İş yöneticileri ortak pozisyon alarak Öz Gıda-İş’e üye olma ihtimali olabilecek işçileri işten atmaya başladılar. Yönetimin atma gerekçesi "yeniden yapılandırma.” İşçiler hem Kasımpaşa hem de Esenyurt fabrikasının önünde hak arayışlarını sürdürdüler. Bu süreçte Tek Gıda-İş sendikasının yöneticileri işçilere hukuksal destek vermediler. İşçilerle görüşmeyen sendikacılar bayramda fabrika yöneticilerinden çikolatalarını alıp arabanın arkasına koyarak geldikleri gibi gittiler.
FABRİKALARDAN... İŞYERLERİNDEN... FABRİKALARDAN... İŞYERLERİNDEN... FABRİKALARDAN... İŞYERLERİNDEN... verince üretimi de kendimizi de kontrol etmek mümkün olmuyor. İşçi de müşteri de şikâyetçi, müdürler hala ver hızı, ver hızı diyor!
Soğuk ve sıcak yer değiştirsin! Yazın 45 derece sıcakta çalışırken müdür ve şefler klimalı odalarında rahatlar, rahatlıktan sohbet bile ediyorlar. Görüyoruz. Kışın ise, biz soğuktan donarken; bir yelek bile vermeden çalışıyoruz. Onlar klima ayarını sıcağa alıp, yine rahatlarını bozmuyorlar. Üreten, çalışan biziz “rahat” onların. Yer değiştirme zamanı gelmedi mi? (Bülent)
teğet geçmedi: Aylık kaybımız olan 128+136+82+47=393 TL’yi geri istiyoruz.
Vergi yıllık, iş 2’şer günlük! Kesintilerle birlikte taşeron çalışanların cebinden çıkan paralara şimdi bir yenisi daha eklendi. Gelir Vergisi. Yıllık gelirimiz kağıt üzerinde arttığı için yüzde 15’lik vergiler bir üst basamağa çıktı, yüzde 20 oldu. Bizleri, iki günlük, on beş günlük ihalelerde çalıştıran devlet vergi alırken, yıllık gelir hesaplıyor. İşçiyi güvencesizliğe iten hükümet yıllık vergi hesabı yapıyorsa, kadromuzu da versin! (Ayşe)
SAĞLIK
Rektörlükten geri istiyoruz! 1. 2010 yılına kadar 128 TL olan yemek parasını; 2. 2012 Temmuz ayına kadar 136.84 TL olan yol parasını; 3. 2012 Temmuz ayına kadar asgari ücretin yüzde 40 – yüzde 60 fazlasından oluşan ücretlerimizi; 4. 2012 yılı Temmuz ayında tüm işçilerin aldığı yüzde 6.09’luk asgari ücret zammını geri istiyoruz. Ekonomik kriz taşeron işçisini
İş kanununun 2. maddesi yeni mi? Çalışma Bakanlığı uzun süredir İş Yasasının 2. Maddesinde değişiklik yaparak, tüm çalışanları kölelik denen taşeronluk sisteminde birleştirmenin yolunu arıyor. Bakanlığın, 11 Ocak’ta Taşeron İşçi Dernekleri ile yaptığı toplantıda TAŞ İŞ DER olarak “kölelik sistemini kabul etmeyeceğimizi” söyledik. Dinlemediler. Biz de diğer hastanelerdeki taşeron işçileriyle mücadeleyi birleştirmek üzere Dev Sağlık-İş’e üye olmaya karar verdik.
İşçileri birleştirmek ve bölmek? Hastanede çalışan tüm işçi ve memurları birleştirmeliyiz. Memurlarda üç, işçilerde üç sendika var. Bir Oda, onlarca meslek derneği, taşeron işçi derneği. Bir de hiçbir sendika ve derneğe üye olmayan çoğunluk var. Bunları birleştiren ve ayıran ise, farklı çıkarlardır. Bizim geleneğimiz, fiili mücadele ve direniş çadırıdır; işçiyi birleştirmek istediğimiz hat budur. İşçiyi, işveren ve idareden “ayırıp”, mücadelede birleştireceğiz! (Elvan)
İstenince kadro alıyorlar! İstenilen kadrolar bir türlü gelmedi. Rektör Hoca, 30 kişilik bilişim kadrosunu istemiş ve almış. Sadece 16 kişi yerleştirmiş bu kadrolara. Bu da demek oluyor ki istediğinde, devletten ve maliyeden kadro alınabiliyor. Sıra taşeron çalışana gelince, bu kural uygulanmıyor. Kadro yok deniyor. Öyleyse kadro talebimizi daha güçlü ve karalı hissettirmemiz gerekli.
“Bu değil, bu da değil” yıkımları! Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları binası ile başlatılan yıkım dekanlık binası ve kütüphanelerle devam edecekmiş.
Esnaf Hastanesine birkaç bölüm taşınacak, boşaltılan yerlere de Dekanlık ve Öğrenci İşleri gelecekmiş. Hastayı da çalışanı da düşünmeyen yıkım, kentsel dönüşümü geçecek! Sizce sıra kime gelecek? (Mahmut)
Faturaları görmek istiyoruz Geçen dönem TAŞ İŞ DER yöneticiliği yapanların, yönetici oldukları tarihler arasında yaptıkları harcamalar hala işçiden gizleniyor. Aidatlarının nerelere harcandığını öğrenmek istiyoruz: Faturaları görmek istiyoruz: 2010 yılında 4 bin 504 TL, 2011 yılında 10 bin 073 TL, 2012 yılında 3 bin 262 TL harcandığı söylenen yemek, telefon, kırtasiye faturalarını işçilere açıklayın! Açıklamazsanız suçlayacağız!
Ankara’nın yolları taştan... Bakanlık ve Meclis’e 11 Ocak ve 13 Mart’ta iki kere gittik. İlkinde Bakan çağırmıştı, ikincisinde biz görüşmeye gittik. Meclisteki partileri ayırmadan görüştük. Meclis TV’de açıklama yaptık. O gün Ankara’ya götürmediğimiz arkadaşlar bugün Meclis’e gidip “merhamet” dilenmiş. Fotoğraf çektirip gelmişler. Bizim döndüğümüz yola, onlar yeni gidiyor (Kemal)
15
TARİHİN EN ÖNEMLİ SİYASİ BELGESİ:
KOMÜNİST MANİFESTO “Bugün burjuvaziyle karşı karşıya gelen tüm sınıflar içinde sadece proletarya gerçekten devrimci bir sınıftır. Öteki sınıflar modern sanayi karşısında çürürler ve nihayet yok olurlar; proletarya ise, modern sanayinin özel ve temel ürünüdür”. Tam ismiyle Komünist Parti Manifestosu, Türkçe’de çeşitli defalar farklı yayınevleri tarafından yayınlandı. Versus Yayınları, Marx ve Engels’in kaleme aldığı Manifesto’yu tam metni ile birlikte ve Marksist akademisyen Phil Gasper’in “Tarihin en önemli siyasi belgesi için yol haritası” başlığı altında giriş yazısı ve “kenar notları/açıklamaları” ile birlikte yayınlanıyor. Kitapta Manifesto’dan (Şubat 1848) bir yıl önce Engels’in 25 soruda görüşlerini açıkladığı “Komünizmin İlkeleri” ile “Komünist İman Yemini Taslağı”da bulunuyor. Ayrıca Marx’ın çeşitli kitaplarından seçilmiş parçalar, “Manifesto Sözlü-
ğü”, “İnceleme Soruları”, Kaynakça bölümleri de var. Komünist Manifesto herhangi bir modern metinden çok daha fazla dile çevrilmiştir. Yasaklanmış, sansürlenmiş, yakılmış ve “öldüğü” ilan edilmiştir. Ne var ki, metnin etkisi yıldan yıla artmaktadır. ABD’de yayımlanan dünyaca ünlü New Yorker dergisi, kısa bir süre önce, Karl Marx’ı çağımızın “Yeni Düşünürü” olarak nitelendirdi. Phil Gasper’in çalışmasına giriş yazan Marshall Berman ise, Manifesto’nun önemi hakkında bir anısını hatırlatarak şunları söylüyor: “Komünist Manifesto’yla ilgili bugüne kadar duyduğum en iyi hi-
kâyeyi, 1980 yılında ölen büyük uluslararası ilişkiler teorisyeni Hans Morgenthau’dan dinledim. Margenthau, I. Dünya Savaşı öncesinde, Bavyera’daki çocukluk anılarını anlatıyordu. Coburg’ta bir işçi mahallesinde doktor olan babası, hasta evlerine yaptığı ziyaretlerde, çoğu zaman onu da alıyordu. Hastaların birçoğu veremden ölüyordu; bir doktorun bu insanların yaşamlarını kurtarmak için yapabileceği hiçbir şey yoktu, ama onların onurlu bir biçimde ölmelerine yardımcı olabilirdi. Babası son arzularını sorduğunda birçok işçi öldükleri zaman, yanlarında bir Manifesto ile gömülmek istedikleri-
ni söylüyordu. Doktordan, papazın gizlice sokulup Manifesto’nun yerine bir İncil yerleştirmediğine dikkat etmesini rica ediyorlardı… (…) Yirminci yüzyılın şafağında Komünist Manifesto ile ölmeye hazır işçiler vardı. Yirmi birincinin şafağında, onunla birlikte yaşamaya hazır olan daha fazla sayıda işçi olabilir.” “İşçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır” diye başlayıp, “Bütün ülkelerin işçileri, birleşin” diye son bulan Manifesto, komünistlerin görüşlerini ve ilk programlarını ifade eden siyasal metin olarak, bugün de önemini fazlasıyla korumaktadır. İşçilerin Sesi - Haber
KARANLIK ÇÖKERKEN BÜROKRASİNİN YÜKSELİŞİ VE BOLŞEVİZM’İN YENİLGİSİ Karanlık Çökerken, bir devrimi zafere ulaştıranların başına gelebilecek en beklenmedik şeyin ne olduğuna siyasi cevap veriyor. Devrim sonrasında muhalefete düşen devrimcilerin, siyasal nedenlerini açıklıyor. 1921 yılında, Sovyetler içinde diğer partilerin, Rusya Komünist Partisi bünyesinde de hiziplerin yasaklanması tek başına karanlığa doğru atılmış bir adım değildi ama yine de bir ışık söndürülmüş oldu. İç savaşın ardından yıkım, tarımın ülkeyi beslemekten aciz durumu, konut sorunu, emperyalist kuşatma, dünya devriminin “gecikmesi,” muhalefeti bastırmanın gerekçesi olurken asıl düşman kapitalizme kapıyı aralayan Yeni Ekonomi Politikası’na (NEP) geçişin de koşulları ilân edildiler.
İşçi-Köylü kimliği heykellerde, resimlerde yüceltilirken, sahne gerisinde proletarya ve küçük toprak sahibi köylü “sosyalist” ilkel birikimin “şanlı” kurbanlarına dönüştürülüyordu. Batı Avrupa’da 17. yüzyılda yaşanan ilkel birikim evresi 20. yüzyılın başında Rusya’da tekerrür ediyordu; ancak bir farkla: Sancak, proleter devrimin kızıl rengiydi. Karanlığın habercisi bulutlara dikkat çekilmesi için beklenilmedi: 1923’ten itibaren son nefesini verirken Lenin’in ve ardından devremi yapan diğer Bolşeviklerin bağrından yükseldi sesler. Muhalif sesler bir muhalefete dönüştü. Ancak devrimin üzerinden sadece on yıl geçmişti ki devrimcilerin muhalefeti de son nefesini verdi. Bir on yıl sonra bizzat devrimi yapan Bolşevikler ölüm mangasının
karşısına çıkarılıyordu. Bolşeviklerin mimarı oldukları devrimin ellerinin arasından kayıp gitmesine karşı direnişlerinin öyküsünü değil bizzat bu mücadelenin belgelerini; konuşmaları, yazıları, mektupları bulacaksınız bu kitapta. Aynı zamanda, yükselen bürokrasinin “devrimci” bir mevkiden seslenen sesini. Bolşevikler yenilirken bürokrasi yükseliyordu. Bolşevik devrimin yenilgisi kişilerin kötülüklerine, hainliklerine, kariyer düşkünlüklerine indirgenemeyeceği gibi uluslararası kuşatma ya da komplo iddialarıyla da açıklanamaz. Sınıf savaşımı sınıflar ortadan kalmadıkça bitmeyecekti. Karanlık, bir güneş tutulması gibi gün ortasında gelmemişti. İşçilerin Sesi - Haber
Halil Çelik’in derlediği ve H2O yayınlarından çıkan Karanlık Çökerken kitabı, bir devrimi zafere ulaştıranların başına gelebilecek en beklenmedik, en korkunç şeyin ne olduğuna siyasi cevap veriyor.
İşçi Sınıfının Kurtuluşu Kendi Eseri Olacaktır İşçilerin Sesi - Aylık Süreli Siyasi Yayın - Tarih: Aralık 2012 Sayı: 9 Baskı: Yön Matbaacılık Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi B Blok No: 366 Topkapı - İstanbul Tel: 0212 544 66 34 Sahibi: KCS Yayınevi Kemal C. Sarıoğlu Sorumlu Müdür: Songül Yarar Dede Adres: Söğütlüçeşme Cad. Tulumbacı Asım Sok. Korular İş Hanı No: 48 Kadıköy - İstanbul Web: iscilerinsesi.org e-mail: iscilerinsesi@gmail.com