İşçilerin Sesi Eylül 2012

Page 1

Sayı: 6 Eylül 2012

ISSN: 2147-1568

1.5 TL

ONLAR SAVAŞ İSTİYOR BİZ BARIŞA SAHİP ÇIKMALIYIZ Bugün, nasıl burjuvazi, hükümetin savaş politikalarının arkasında saf tutmuşsa, işçi sınıfı ve emekçiler tam da bunun tersini yapmalı ve barış politikalarına sahip çıkmalıdır.

Savaş, egemen sınıfların çıkarlarını yansıtmaktadır. İşçi ve emekçilerin çıkarı ise barış ve halkların kardeşliği politikasını, stratejik bir hedef olarak, önlerine koymaktan geçmektedir.

İKTİDARIN SAVAŞ POLİTİKASINA KARŞI BARIŞI SAVUNALIM.......................................2

SURİYE’YE EMPERYALİST MÜDAHALEYE SON VERİLSİN! ...........................................7

ANTEP ZİRVESİ, PATLAYAN BOMBA İLE SINIRLI DEĞİL ..............................................3

DİLENENLER DEĞİL, DİRENENLER KAZANACAK! ...................................................8-9

OKMEYDANI’NDA KENTSEL DÖNÜŞÜMÜN İKİ YÜZÜ...................................................4

GÜNEY AFRİKA DEVLETİ MADEN İŞÇİLERİNİ KATLETTİ! ...........................................10

TÜRK METAL’DEN PATRONLARA YENİ BİR HİZMET DAHA:

UYEK, YENİ MODEL OLABİLİR ................................................................................11

NİTELİKLİ İŞGÜCÜNÜ BİRLİKTE YETİŞTİRELİM!...........................................................4

YASALAR PATRONA KARŞI LAL OLMUŞ DURUMDA ................................................12

KÜRT SORUNUNA ASKERİ ÇÖZÜM YOK! ...................................................................5

SENDİKA BÜROKRASİSİ NEDEN ŞİKÂYETÇİ? ...........................................................14

TOPLU TECAVÜZ SANIĞI BİR POLİS!.........................................................................6

6-7 EYLÜL VAHŞETİ DERİN DEVLETİN SIĞ YÜZÜ .....................................................16


İşçilerin Sesi

BİZ KİMİZ? NE İSTİYORUZ? NE İÇİN MÜCADELE EDİYORUZ? Bugün dünyaya egemen olan anlayış sömürücü, ırkçı, gerici, baskıcı ve cinsiyetçi zorbalığa dayanıyor. Kapitalizm insanlık için son çıkış yolu olamaz. İnsanlığın kurtuluşu, sömürü ve baskıdan; ayrımcılıktan uzak yeni bir toplum olmalı, bu da komünizmdir. Rusya’da, Doğu Avrupa’da, Çin veya Küba’da “komünizm” adına yaşananlar çarpıtılmış, bürokratik ve yozlaşmış deneyimleridir. Bu uygulamalarla komünizmin ortak bir yönü yoktur. Komünizmin işçi sınıfı tarafından uluslararası düzeyde inşa edilebilir. İşçilerin Sesi Gazetesi, insanlığın kurtuluşu olan komünizmi, kadın ve erkeklerin her türlü sömürü, ezmeezilme ilişkisinden; ayrımcı uygulamadan, yabancılaşmadan kurtuluşu olarak anlıyor. Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını savunuyor. İşçilerin Sesi Gazetesi, kapitalistlerin kârı uğruna işçilerin sömürülmesine hizmet eden tüm kurumlara; burjuva devlete, meclise, mahkemelere, orduya ve polise karşı tutum alır. İşçilerin Sesi Gazetesi, sendikaların devletten ve sermayeden bağımsız, demokratik, şeffaf olmasını savunur. İşçilere ihanet eden sendika bürokratlarına karşı mücadele eder. Sendikaların yeniden ve tabandan gelişecek işçi hareketi eliyle, işçilerin birer öz örgütü haline gelmesi için çalışır. İşçilerin Sesi Gazetesi, işçi sınıfının ekonomik ve demokratik hakları gibi, siyasi hakları ve iktidarı için de mücadeleyi zorunlu sayar. Bütün işçilerin, emekçilerin, yoksulların öz çıkarlarını savunacak Enternasyonalist Komünist bir işçi partisinin inşasını amaçlar. Bu aynı zamanda uluslararası işçi sınıfının partisi olacak olan yeni bir Komünist Enternasyonalin inşası demektir. İşçilerin Sesi Gazetesi’nin savunduğu görüşler bunlardır. Bu amacı paylaşan tek tek işçi ve aydınlarla; devrimci örgütlerle birlikten yanadır. Bu gazeteyi savunanlar Marks, Engels, Lenin, Rosa ve Troçki’nin geleneğine bağlıdır; Enternasyonalist Komünisttir.

2

İKTİDARIN SAVAŞ POLİTİKASINA KARŞI BARIŞI SAVUNALIM 2011 seçimlerinin ardından kurulan AKP hükümetinin bir savaş hükümeti olduğunu daha önce de belirtmiştik. Hükümetin, Suriye’de rejim değişikliğini hedefleyen çatışma ortamına doğrudan müdahil olması ile Kürt sorununda “askeri çözüm” politikasına odaklanması ve bu iki “savaşı”, bütünsel ve birleşik bir siyasi proje olarak sürdürmesi, bu tespitin temel gerekçesiydi. AKP hükümeti, Suriye’deki mevcut rejimin yıkılmasında öncü rol üstlenerek, Esad rejiminin taşeronu olarak lanse ettiği PKK’ye karşı mücadelesinde emperyalistlerden artan ölçüde destek alacağını umuyordu. Bu sayede, Esad rejiminin, Libya örneğine benzer şekilde, kısa sürede devrilmesi ve PKK’nin askeri olarak bozguna uğratılmasını başararak, iktidarını pekiştireceğini hesaplıyordu. SİYASİ İKTİDAR, SAVAŞ POLİTİKASINDA BATAĞA SAPLANMAK ÜZERE Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı. Esad rejiminin kısa sürede devrilmeyeceği anlaşıldığı gibi, özellikle Şemdinli’de haftalarca süren yoğun çatışmalar ve PKK’nin yol kesme, milletvekili kaçırma gibi eylemlerinin yoğunlaşması, bu alanda da işlerin yolunda gitmediğini gösteriyor. Esad rejiminin yıkılmasında, emperyalistler adına öncü rol üstlenen Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar’ın siyasi tercihlerinin de sonucu olarak, çatışmanın Sünni-Şii eksenine oturması, Suriye’deki iç mücadeleyi daha da karmaşıklaştırdığı gibi, bölge ülkeleri ve siyasi güçlerinin ŞiiSünni ekseninde saflaşmasını beraberinde getiriyor. Bu durum iki olumsuz sonuca yol açıyor: Birinci olarak, sorunu, Suriye rejiminin devrilmesi boyutundan çıkarıp, bölgesel ve hatta uluslar arası bir mesele haline getiriyor. Bu da tüm bölgeyi içine alacak bir sıcak savaş riskini doğuruyor. İkinci olarak, Suriye’de iç savaş yönünde gelişen çatışmaların SünniŞii eksenine oturması, El Kaide, Selefiler gibi radikal unsurların giderek artan ölçüde sürece müdahil olmalarını ve etkinliklerini arttırmalarını getiriyor. Esad sonrasını siyasi açıdan belirsiz hale getiren bu gelişme, emperyalistleri de tedirgin ediyor ve

“frene basmalarına” yol açıyor. Bunun sonucu olarak, Türkiye’nin kısa sürede zafer umudu gerçekleşmezken, süreç, emperyalistlerin de istekleri doğrultusunda, savaşan tüm tarafların birlikte yıprandığı ve zayıfladığı, uzayan çatışmalar şeklinde gelişiyor. Clinton’un Türkiye ziyaretiyle, siyasi iktidarın Suriye politikasına ayar çekiliyor. ABD yetkilileri, Suriye’deki gelişmeler değerlendirilirken, her iki ülkenin ortak bir fotoğraf üzerinde anlaşmalarına vurgu yapıyor. Hükümet, Suriye’de özerk Kürt bölgelerinin oluşmasından duyduğu kaygıyla, sınırda bir PKK yoğunlaşması riskini öne çıkarırken, ABD, PKK’nin yanına El Kaide ve siyasi İslamcıları da ekleyerek, Türkiye hükümetine uyarıda bulunuyor. Emperyalistlerin bu yaklaşımı, Türkiye’nin bugün kucak açıp desteklediği Suriyeli muhaliflerle, gelecekte karşı karşıya gelmesi, ülke topraklarının onlarla çatışma alanına dönüşmesi riskini ortaya çıkarıyor. Kısacası, Suriye’deki siyasi kriz bağlamında, “davul Türkiye’nin sırtında iken, tokmağın emperyalistlerin elinde olması”, bu siyasi krizin, potansiyel olarak, ülkeyi istikrarsızlaştırma riski taşıdığını gösteriyor. G.ANTEP’TE PATLAYAN BOMBA HÜKÜMETE YARADI İşte tam da bu noktada, Ramazan Bayramında, Gaziantep’te patlatılan ve on sivilin ölümüne, onlarcasının yaralanmasına yol açan bomba, önemli siyasi sonuçlar yarattı. Gerek hükümet ve resmi otoriteler gerekse kamuoyu oluşturucuları tarafından PKK’ye mal edilen, ancak PKK’nin üstlenmediği bu bombalama, siyasi iktidara yaradı. Patlayan bombalar, AKP hükümetinin, gerek Kürt sorununda gerekse Suriye’ye karşı yürüttüğü savaş politikalarına kan verdi. Gaziantep, Türkiye’nin, Suriye sınırındaki en gelişmiş ekonomik merkezidir. Bu özelliğiyle, Suriye tarafındaki Halep’in bir benzeridir. Halep’te, Türkiye’nin de desteklediği, muhaliflerle rejim yanlıları arasında şiddetli silahlı çatışmalar sürer ve kentin önemli bir bölümü tahrip olurken, Gaziantep’te patlayan bom-

balar, kimi çevrelerce, Suriye rejiminin, karşı saldırısı, misillemesi olarak yorumlandı. Kamuoyunda yaratılmaya çalışılan algı, bu kentin Esad rejimi ve “onun taşeronu” PKK tarafından kana bulandığıydı. O nedenle, bu iki güce karşı askeri mücadele vermek meşru bir tutumdu! Yine bu algı yaratılarak, halkın büyük çoğunluğunun onaylamadığı, hükümetin Suriye politikasına destek sağlanması amaçlanıyordu. Ölenlerin cenaze töreninde bir araya gelen ve ulusal birlik görüntüsü veren burjuva siyasi partilerin liderleri ile devlet erkânı, bu algının oluşmasına katkı sağlıyordu. Yine TOBB, TÜSİAD ve MÜSİAD gibi burjuvazinin örgütleri ile onların ve devletin kuyruğundan ayrılmayan işçi örgütlerinin liderlerinin Gaziantep ziyareti, sadece “teröre karşı milli mutabakat” gösterisi özelliği taşımıyor; onun da ötesinde, hükümetin Suriye politikasının burjuvazinin ekonomik çıkarlarını yansıttığını ve o nedenle patronların tam desteğini aldığını gösteriyordu. BUGÜN, BARIŞ STRATEJİK BİR HEDEFTİR Bugün, nasıl burjuvazi, hükümetin savaş politikalarının arkasında saf tutmuşsa, işçi sınıfı ve emekçiler tam da bunun tersini yapmalı ve barış politikalarına sahip çıkmalıdır. Yurtta ve bölgede savaş, egemen sınıfların çıkarlarını yansıtmaktadır. Buna karşı, işçi ve emekçilerin çıkarı, barış ve halkların kardeşliği politikasını, stratejik bir hedef olarak, önlerine koymaktan geçmektedir. Savaş, halkları birbirine düşman edecek, emekçi çocuklarının cephelerde ya da dağlarda ölmesine yol açacak, emekçi kitlelerin yoksullaşmasına neden olacak; buna karşın burjuvazinin kârlarını arttıracaktır. “Arap Baharı” ile birlikte, ABD’li silah tüccarlarının bölgeye yönelik silah satışlarının, üç kat artış göstermesi bunun en önemli kanıtıdır. O nedenle işçi sınıfı ve emekçiler, burjuvazinin temsilcisi ve emperyalistlerin taşeronu AKP hükümetinin savaş politkasına karşı çıkmalıdır. Gerek Kürt sorununa gerekse Suriye’deki anlaşmazlığa, müzakereler yoluyla barışçı ve demokratik çözüm bulunması için mücadele etmelidirler.


İşçilerin Sesi

ANTEP ZİRVESİ, PATLAYAN BOMBA ILE SINIRLI DEĞIL Antep zirvesinin yaldızı ve ajitatif parlak söylemleri kazındığında ortaya çıkacak olan yapılanın bir barış değil savaş zirvesi olduğudur N. CEMAL

İş alemi Antep’te buluştu. Çok sayıda kişinin yaşamını yitirdiği ve yaralandığı patlamanın ardından toplanan Antep Zirvesi’ne katılanlar arasında kimler yoktu ki? TOBB başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu, TÜSİAD başkanı Ümit Boyner, MÜSİAD başkanı Nail Olpak, TÜMSİAD başkanı Hasan Sert, TESK başkanı Bendevi Palandöken gibi iş aleminin bilinen birçok isminin yanı sıra, Türk-İş başkanı Mustafa Kumlu, Hak-İş başkanı Mahmut Aslan, Memur-Sen başkanı Ahmet Gündoğdu gibi emek cephesinin malum temsilcileri de Antep Zirvesi’ne katıldı. Hani, Başbakan Erdoğan’ın kıdem tazminatı sorununu çözmek için bir araya gelemediklerini ve anlaşamadıklarını söylediği işveren ve işçi temsilcileri vardı ya, neredeyse tamamı Antep Zirvesi’nde yer aldı. Meramlarını ise, “bir olalım, iri olalım, diri olalım” diye açıkladılar. Kime karşı? Patlayan bombalara ve savaşa karşı mı?

ğında ortaya çıkacak olan, yapılanın bir barış değil savaş zirvesi olduğudur. Para babalarının örgütleriyle işbirlikçi emek örgütleri, AKP’nin savaş politikalarının karşısında resmi geçit selamına durmuşlardır. Elbette ki kendilerine getirilerini de hesaplayarak.

Başbakan Erdoğan tarafından sıkça tekrarlanmış bir söylem olan “bir olalım, iri olalım, diri olalım” açıklamasının Antep Zirvesi’nin resmi açıklaması ve sloganı olması neyi ifade ediyor? Başbakan’ın diliyle Antep Zirvesi’nde yapılan bu açıklama ile AKP Hükümeti’nin Suriye cephesinde açmış olduğu savaşa resmen destek veriliyor. Meselenin Antep’te patlayan bombayla sınırlı olmadığı ve Antep’te canlar alan bombanın Suriye ve Ortadoğu cephesinde uygulanan

emperyalist savaş politikalarının sadece bir sonucu olduğu tüm çıplaklığı ile ortada. “İri ve diri” olmaktan kastedilen ise, AKP Hükümeti’nin savaş politikalarına taraf olmaktan başka bir şey değildir. Bu durumda da, “Antep vahşeti bir daha yaşanmasın” demenin maalesef hiçbir gerçekliği ve samimiyeti yoktur. Ortaya çıkan acı ve boş temenni, “komşuda savaş bizde barış olsun” demekten öte bir şey değildir. Antep Zirvesi’nin yaldızı ve ajitatif parlak söylemleri kazındı-

Fakir Fukaraya Karşı Bir olalım, Diri Olalım Başbakan Erdoğan’ın kıdem tazminatı sorununu çözmek için bir araya gelmiyor ve anlaşamıyorlar diye şikâyet ettiği bu işveren ve işçi temsilcilerinin Antep Zirvesi’nde kıdem tazminatı fonunu da konuşup karara bağladığını bir düşünsenize? Antep’te patlatılan bombanın kat be kat fazlasını işçi sınıfının bağrında onlar patlatırdı. Üstüne üstlük bir de utanmadan ortaya çıkıp kendi sebep oldukları savaş koşullarını göstererek, “şimdi fedakârlık yapma zamanı” bile derlerdi. Tıpkı AKP Hükümeti gibi, bunların da “bir olalım, iri olalım, diri olalım” deyişleri fakir fukaraya, işçi ve emekçilere karşıdır.

AKP-MHP YAKINLAŞMASI ALEVİLERİ TEHDİT EDİYOR Şube Başkanı Metin Arslan yaptığı açıklamada “İnancımıza, haklarımıza sahip çıkacağız! AKP hükümetine teslim olmayacağız!” dedi.

Son bir yıl içinde belirgin biçimde Alevi toplumuna yönelik farklı düzeylerde saldırılara tanık oluyoruz. Bu saldırılar eğitimin dinselleştirilmesi, dindar gençlik yetiştirilmesi, İmam Hatip Okullarının yaygınlaştırılması, Ramazan ayı nedeniyle TRT dahil tüm televizyon kanallarında İslami filmlerin, dini sohbetlerin artması gibi, fiili saldırılar da arttı. Alevilere yönelik klasik saldırı merkezleri olan İç Anadolu bölgesi (Sivas, Çorum, Malatya) veya Alevilerin azınlıkta kaldığı (Adıyaman gibi) kentlerde değil, İstanbul Kartal’da karşımıza çıktı. Kartal’da Alevi evlerinin işaretlemesi ve ardından Kartal Cemevi’nin kundaklanma girişimi, siyasal atmosferin ne kadar zehirlendiğini gösteriyor. Bu zehir bir yandan AKP-MHP yakınlaşmasıyla diğer yandan hükümetin Suriye politikasını dayandırdığı Alevi-Sünni ekseni eliyle yayılıyor. İşsiz kitlelerin oluşturduğu zemin ise, fii-

li düşmanlığın militanlarını yaratıyor. Alevi örgütleri giderek artan saldırılar karşısında her yıl bir büyük miting düzenlemekle yetiniyorlar. 30 Eylül’de Ankara’da böyle bir miting düzenlenecek. En ilerici, aydın Alevi kitlelerin içinde yer aldığı Pir Sultan Abdal Kültür Derneği (PSAKD) Ataşehir Şubesi 26 Ağustos Pazar günü saat 18.00′de yürüyüş ve basın açıklaması yaparak son saldırıları protesto etti. Şube Başkanı Metin Arslan yaptığı açıklamada “İnancımıza, Haklarımıza Sahip Çıkacağız! AKP hükümetine teslim olmayacağız!” dedi. Açıklamada: “Alevi toplumu, her gün yeni ama olumsuz bir olayla uyanıyor. Yarın hangi olaylarla, saldırılarla, aşağılanmayla karşılaşacağımızı bilmiyoruz. Geçmişte yaşadıklarımızı biliyoruz ve bunların arasında, ibadethanelerimiz olan Cemevleri, Alevi inancımız ve haklarımız

konusunda pek az iyi muamele var. Alevi olmak, Cemevinde ibadet etmek, haklarını arayan onurlu bir yurttaş olmak neden bir suç sayılıyor? (…) Bizim tarihimizde farklı mezheplere kaşı katliam yoktur. Bizim tarihimizde farklı mezheplere inanların ibadethanelerine saldırı yoktur, evlerini işaretlemek yoktur. Biz insanı severiz, yaratandan ötürü. İnsanı en yüce varlıklar arasında sayarız ve onu yaşatmak inancımızdır”. “İçerde ve dışarıda Alevi toplumunu hedef alan, aşağılayan, itibarsızlaştıran söz ve eylemlerinize son verin! Suriye üzerindeki emperyalist politikaları Alevi düşmanlığı üzerinden kurarak, Türkiye’de faşist-ırkçı çevrelerin harekete geçmesine zemin hazırlamaya son verin! İnanç ve kültürlerle; farklı ulus ve kimliklerle oynayarak Türkiye’yi Ortadoğu’da istenmeyen ülke haline getirmenize izin vermeyeceğiz!” denildi. İşçilerin Sesi/Haber

3


İşçilerin Sesi

OKMEYDANI’NDA KENTSEL DÖNÜŞÜMÜN İKİ YÜZÜ Okmeydanı'nda yaşayanlar, bir yandan yıkımlara direnmeye çalışıyor, bir yandan da yitirecekleri evlerin yerine bir ev sahibi olabilmek için tapu mücadelesini sürdürüyor. Aysun KOCA

Hemen hemen tamamı boşaltılan Tarlabaşı’dan, proje çalışmaları devam eden Dolapdere’den sonra kentsel dönüşümde sıra Okmeydanı’na geldi. Anıtlar Yüksek Kurulu 2010 yılında, 14 bölge ve mezarlık alanlarını Okmeydanı Tarihi Sit Alanı olarak ilan etti. Bunun üzerine bu bölgeleri içine alan mahalleler için kentsel dönüşüm projesi hazırlandı. Kurul kararına göre bu 14 bölgenin yapılardan arındırılması, yani bu alanda yaşayan yaklaşık 25 bin kişinin evlerinden taşınması gerekiyor. Fakat yıkım planı yalnızca bu 14 bölgeyi değil, tüm Okmeydanı’nı ilgilendiriyor çünkü kararda, Okmeydanı’nın büyük deprem riski altında olduğu, en kısa zamanda sağlıklı ve planlı bir bölgeye dönüştürülmesi gerektiği belirtiliyor. Kararda, mevcut yapıların güçlendirilmesinin imar mevzuatı açısından mümkün olmadığı da vurgulanıyor. Bu da, binaların yıkılıp yeniden yapılacağı anlamına geliyor. İstanbul’un emekçi mahallelerin-

den olan Okmeydanı’nda neredeyse hiçbir evin tapusu yok. Okmeydanı, Osmanlı'dan bu yana "vakıf tipi arazi" konumunda. Bu nedenle, yaklaşık 100 bin insan ve 4.500 ev ve işyeri "işgalci" konumunda. Bu araziler özellikle son 15 yılda çok katlı apartmanlara dönüştü, bölgeye dönemin iktidarları tarafından devlet hizmeti götürülerek ve tapu tahsis belgesi verilerek bölge meşrulaştırıldı. Bugün Okmeydanı’nda kentsel dönüşüm projesi ile tapu konusu en önemli gündem halinde. Okmeydanı’ndaki Kentsel Dönüşümde Tapu Sorunu Yıkım bu mahallede yaşayanlar için sürekli bir tehdit oluşturuyor. Beyoğlu Belediyesi Okmeydanı’nda düzenlediği mahalle toplantılarında, uygulayacakları kentsel dönüşüm projesinin ne kadar iyi bir proje olduğunu anlatıyor, yapılacak kentsel dönüşüm projesinden önce imara açılan bölgenin tapularını dağıtacağını söyleyerek yaşayanlardan belgeler toplamaya çalışıyor. Belediye başkanı hazırladıkları

kentsel dönüşüm projesini meşrulaştırmak için “Mülkiyet sorunu olmayan, yeşili, otoparkı olan, yaşam kalitesi yüksek, deprem riski azalmış bir evde oturmak istemez misiniz?” şeklinde ifadeler kullanıyor. Bu soruya ‘hayır’ diyecek mahalle sakini azdır, ancak projeye göre semt sakinlerinin tapu alabilmeleri için gerekli evrakları tamamlayıp başvuru yapmaları gerekiyor. Başvuru esnasında yöneltilen, “Okmeydanı’nda olmazsa ikinci yerleşim yeri olarak nerede yaşamak istersiniz?” gibi bir soru ise, burada yaşayanların kazanılmış haklarının korunmama riskini olduğunu gösteriyor. Yıllardır Burada Yaşayanların Kazanılmış Haklarını Korumak Yıllardır Okmeydanı’nda yaşayanlar yaşadıkları konutların bedelini her seçim döneminde zaten ödemiş durumdalar. Bununla birlikte kazanılmış imar afları var ve evlerinin elektrik, su gibi temel ihtiyaçlarını sağlamışlar. Dolayısıyla, bu evlerde yaşayanların tapu sahibi olmak için belediyeye

yeniden bedel ödemeleri gerekmiyor. Okmeydanı’nda tapuların hak sahiplerine bedelsiz verilmesi gerekiyor. Belediyenin duyurduğu toplantılarda, projelerde kiracılara ne olacağı hakkında herhangi bir bilgi yer almıyor. Bu tür kentsel dönüşüm projelerinde en mağdur durumda olanlar kiracılar oluyor. Yakın geçmişte ve günümüzde tanık olduğumuz hatta çeşitli meslek odalarınca yargıya da taşınmış olan bu tür kentsel dönüşüm projeleri, mahallede yaşayan ve kullananları göz önünde bulundurmuyor. Deprem odaklı afet yasası ile beraber yoksul gecekondu sakinlerini yeni bir "dönem" veya “yeni bir göç” bekliyor. Çünkü İstanbul’a ilk göç ettikleri zamandaki mahalleleri artık İstanbul’un merkezi konumunda ve sermaye sahiplerinin gözünü diktiği mekânlar arasında bulunuyor. Yoksul kentliyi şehrin başka uzak semtlerinde TOKİ tarafından bir örnek yapılmış, üstüne borç ödeyecekleri ve deprem güvencesi olmayan “toplu konutlar” bekliyor.

TÜRK METAL’DEN PATRONLARA YENİ BİR HİZMET DAHA:

NİTELİKLİ İŞGÜCÜNÜ BİRLİKTE YETİŞTİRELİM! Ufuk DEMİRCİ

Türkiye işçi hareketinin tarihini bilenler için Türk Metal’in bir işçi sendikası olarak niteliği ve yöneticilerinin “zihniyetinin” ne olduğu bellidir. Türk Metal, sarı sendikadır diyerek geçiştirilebilecek bir sendika değildir. Burjuvazi için çok önemli olan metal işkolunda yetkili sendikadır ve grup toplu sözleşmelerinde diğer sendikalar olan Birleşik Metal İş (DİSK) ve Çelik İş’ten (Hak İş) her dönem bağımsız hareket ederek, metal işçisini birliğini bozmayı başarmıştır. Türk Metal imzaladığı satış sözleşmelerinin ardından, tepki göstererek sendikadan ayrılmak ve DİSK geçmek isteyen işçilere, gangster yöntemleriyle saldırmasıyla tanınır. Emlak ve arsa zengini Türk Metal yönetici kadrolarının MHP’li olmasını, özellikle de Kürt halkına karşı ırkçı ve düşmanca söylemlerini de unutmamak gerekiyor. Türk metal bürokratlarının sınıf işbirlikçi siyasetlerinin nereye varacağını gösteren

4

son örnek geçenlerde bir gazete haberiyle gündeme geldi. Türk Metal ve sektördeki patronların örgütü MESS, toplu sözleşme görüşmeleri öncesinde “Mesleki Yeterlilik” sertifikası verecek ortak bir şirket kurdular. Şirketin yönetim kurulu üyeleri işveren ve işçi kuruluşlarının yöneticilerinden oluştu. Ücretli olacak kurslardan belge alan işçiler iş sahibi olurken, “ortak” şirket de kazanç sağlayacak. Hükümet birçok işkolunu kapsayan

bir uygulamayı dayatıyor: işçilerin çalışabilmeleri için artık “mesleki yeterlilik” belgesine sahip olmaları gerekiyor. Bu belgesi olmayan işçileri çalıştırmamak yükümlülüğü altına giren şirketler bu uygulamadan para kazanmanın yolarını buldu bile: İnşaat sektöründe çok yaygın olan taşeron firmalar işçileri için, bu yeterlilik belgelerini veren kurumlarla pazarlık yapıyorlar. İşçilerin ücretlerinden kesilen “belge parası”, şirket ile eğitim kuru-

mu arasında paylaşılıyor! Türk metal ve MESS, bu ortaklığın Dünya tarihinde bir ilk olduğunu gururla açıkladılar. Üyelerinin hakların korumakla yükümlü olan Türk Metal’in, patron örgütüyle işbirliği halinde hareket ederek, işçi üzerinden para kazanmasından daha iğrenç bir sınıf işbirliği örneği olabilir mi? Esas maksadın metal sektöründeki işçi profilini belirlemek niyeti olduğu görülüyor. Birleşik Metal İş’in yürüttüğü kısmi mücadele ve grevler, hem MESS patronlarını hem de Türk Metal’i rahatsız etmiş görünüyor. İstifa eden ve sendika değiştiren işçilerin sayısı da dikkate alınırsa, Türk Metal, sektördeki gücünü korumak, MESS patronları da üretim sürecini sekteye uğratan grev ve direnişlerden kurtulmak için, işbirliği halinde hareket edecekleri anlaşılıyor. Amaç sektöre nitelikli işçi yetiştirmek olsaydı, MESS bunu tek başına da yapabilirdi. Türk Metal’in işbirliği bundan fazlasının amaçlandığını açıkca gösteriyor.


İşçilerin Sesi

KÜRT SORUNUNA ASKERİ ÇÖZÜM YOK! Barış için öncelikle siyasi yaşamın demokratikleşmesi yönünde ciddi adımlar atılıp yasal düzenlemeler yapılmalı, BDP ile sağlıklı bir diyalog geliştirilmelidir

1 Eylül dünya barış gününde binlerce kişi barış taleplerini haykırmak için bir araya geldiler. İstanbul, Diyarbakır, Ankara ve Van’da kitlesel mitingler gerçekleştirildi; çeşitli illerde basın açıklamaları yapıldı. İstanbul Kadıköy’de yapılan mitinge, BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, BDP İstanbul Milletvekilleri Sırrı Süreyya Önder, Sebahat Tuncel ve BDP Şırnak Milletvekili Hasip Kaplan katıldı. Mitingde; "Ölüm değil çözüm, çatışma değil müzakere", "Ölüm değil yaşam, savaş değil barış", "Halepçe'den Roboski'ye katledenler kaybedecek", "Suriye'deki emperyalist müdahaleye hayır" yazılı pankartlar ve dövizler taşındı.

Aykut ÖZER

PKK ile devlet güçleri arasındaki silahlı mücadelenin ulaştığı boyut, siyasi iktidarın Kürt sorununu askeri yoldan çözme politikasının işlemediğini gösteriyor. PKK’nin, silahlı saldırı, yol kesme, aralarında bir milletvekilinin de bulunduğu çeşitli kişilerin kaçırılması gibi eylemlerinin tırmanması, silahlı mücadelede inisiyatifin PKK’nin eline geçtiği görüntüsü veriyor. Özellikle Şemdinli’de bir ayı aşkın süre devam eden çatışmaların ardından, PKK’nin, Şemdinli-Çukurca hattında 300 kilometrelik bir alanı denetimi altında bulundurduğu yönündeki iddialar, siyasi iktidarın Kürt politikası bakımından durumun vahametini ortaya koyuyor. Haftalar süren Şemdinli’deki çatışmalarının gerçek boyutunun kamuoyuna yansımasının uzunca süre engellenmeye çalışılmasına karşın, çeşitli karakol baskınları sonucu ortaya çıkan asker ölümlerinin gizlenememesinin ardından gelinen nokta, kamuoyunda ciddi olarak tartışılmaya başlandı. Bunun üzerine hükümet, başarısızlığını örtmek ve oluşan tepkiyi yatıştırmak için, çatışmalarda PKK’nin yüzlerce kayıp verdiği yönünde açıklama yaptı. Ancak bu bilgi yerel ve bağımsız kaynaklarca doğrulanmadığı gibi, bunu kanıtlayan objektif veriler de ortada yok. Dolayısıyla, hükümetin açıklamaları, geniş çevrelerce, inandırıcı bulunmadı. AKP hükümeti, Suriye krizini bir manivela olarak kullanıp, emperyalistlerin de desteğini alarak, PKK’yi etkisiz hale getirme politikasını temel aldı. Ancak, Suriye krizi tam tersi bir etki yarattı. Bir yandan hükümetin, Suriye politikası yüzünden, bölgede yalnızlaşması, diğer yandan Suriye’de oluşan si-

yasi boşluktan yararlanan bu ülkedeki Kürtlerin, çeşitli kentlerde fiili özerk yönetimler yaratması, Kürt mücadelesini motive eden bir rol oynadı. Bunun yanı sıra, Kürtler, bölgenin siyasal açıdan yeniden düzenlendiği koşullarda, şimdiye kadar reddedilen taleplerini elde etmeleri için uygun bir ortam oluştuğuna inandılar. Buna bağlı olarak siyasi bir atağa geçtiler. PKK’nin eylemlerinin artmasını da bu koşulların ürünü olarak değerlendirmek gerekir. BİR YANDA SİLAHLI EYLEM DİĞER YANDA BARIŞ SÖYLEMİ Yoğunlaşan son çatışmalar, “savaşın, siyasetin silahlarla sürdürülmesi” anlamı taşıdığı tespitini doğruluyor. Siyasi iktidar, askeri çözüm politikasıyla, PKK’yi ezerek, Kürtlerin, devletin kendilerine verdiği haklarla yetinmeye razı olmalarını sağlamaya çalışırken, PKK de, silahlı eylemlerini arttırarak, “yenilmedim, ayaktayım” mesajını, başta siyasi iktidar olmak üzere, ülke kamuoyuna vermeye çalışıyor. Böylece siyasi taleplerini görüşmek üzere, kendisiyle yeniden müzakereye oturulmasını hedefliyor. Örgütün çeşitli açıklamalarının ötesinde, gerek milletvekili Hüseyin Aygün’ün serbest bırakıldıktan sonraki anlatımları gerekse Şemdinli civarında BDP konvoyunun önünü kesen PKK militanlarının yaptıkları propaganda, bunu doğruluyor. Her iki olayda da, militanlar, milletvekillerini, barış için daha fazla çaba harcamaları, ba-

sın mensuplarını ise, bölgede yaşananları doğru biçimde kamuoyuna yansıtmaları yönünde uyarıyor.

leşmesi öngörülen yerel seçimler öncesi, “BDP de mi aynı akıbete uğrayacak?” sorusu akla geliyor.

SALDIRI BDP ÜZERİNDE Mİ YOĞUNLAŞACAK? Bir yandan BDP’li milletvekillerinin, Şemdinli’de, PKK’lilerle aynı fotoğraf karesi içinde yer almalarının yol açtığı tepki, diğer yandan PKK’ye mal edilen Gaziantep’teki bombalı katliamın yarattığı infial, siyasi iktidar tarafından, BDP’yi tasfiye etmekte kullanılmaya çalışılıyor. Bu partinin binalarına yapılan saldırıların yanı sıra, milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılmasının yoğun olarak tartışılması, Yargıtay Başsavcısının BDP hakkında inceleme başlatması, 1994 yılında DEP ve bu partiye mensup milletvekillerinin başına gelenleri hatırlatıyor. Gaziantep bombalamasının ardından, burjuva siyasi partilerden meslek kuruluşlarına uzanan bir boyutta yaşanan “teröre karşı milli birlik gösterileri”, Meclis Başkanının, büyük tantanayla kamuoyuna açıkladığı “teröre karşı milli mutabakat metni” ile birleştiğinde, siyasi iktidarın Kürt sorununa askeri çözüm politikasının desteklendiği ve bu çerçevede en geniş mutabakatın sağlanmaya çalışıldığı görülüyor. Buradan, söz konusu mutabakata taraf olmayanların bertaraf edileceği anlamı çıkıyor. DEP operasyonunun, 1994 yerel seçimlerine haftalar kala gerçekleştirildiği ve bu partinin seçimlerde aday bile çıkarmasının engellendiği hatırlandığında, 2013 sonu ya da 2014 başında gerçek-

TARİH TEKERRÜR ETMEYECEKTİR Bugünkü ülke ve bölge koşullarında, 1990 lı yıllara dönmek, siyasi iktidar ve tüm ülke için intihar anlamına gelecektir. Askeri çözümde ısrar ve silahlı çatışmaların karşılıklı olarak tırmandırılması, halkların boğazlaşmasına ve birbirinden kesin kopuşuna yol açabilecektir. O nedenle öncelikle silahlar karşılıklı olarak susturulmalı; saldırı ve askeri operasyonlar durdurulmalıdır. Ardından soruna barışçı siyasi çözüm bulmayı amaçlayan görüşmelere yeniden başlanmalıdır. Geçmişte yapılan görüşmelerin başarısız olmasının nedeni, müzakerelerin PKK’nin silah bırakmasına endekslenmesidir; siyasi iktidar bu amaçla görüşmelere oturmuştur. “Siz önce silah bırakın, sonra biz bir şeyler yaparız” tutumu takınmıştır. O nedenle süreç tıkanmış ve müzakereler başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Bugün geçmişte yaşanan başarısız süreç tekrarlanmamalı, doğrudan sorunun çözümüne dönük görüşmeler gerçekleştirilmeli; silahların gömülmesi bu sürecin bir parçası olarak ele alınmalıdır. Bunun için öncelikle siyasi yaşamın demokratikleşmesi yönünde ciddi adımlar atılıp yasal düzenlemeler yapılmalı, BDP ile sağlıklı bir diyalog geliştirilmelidir. Çatışmalarla geçen her gün ciddi bir kayıptır. Yarın, herkes için çok geç olabilir.

5


İşçilerin Sesi

TOPLU TECAVÜZ SANIĞI BİR POLİS! Kadına yönelik taciz ve tecavüzün artmasında hem yasaların yetersizliğini hem de tecavüzü koruyan yapısının ne kadar etkisi olduğunu bir kez daha görmüş olduk Banu PAKER

Sakarya'da geçtiğimiz haziran ayında 14 yaşındaki Ö.C, 34 kişinin cinsel istismar ve tecavüzüne uğradığı gerekçesiyle koruma altına alındı. Sakarya’da 14 yaşındaki Ö.C’nin başına gelen bu saldırı; toplu tecavüz olayı bir ilk değil, hatırlayacaksınız. Daha önce Mardin, Fethiye’de yaşanan tecavüz olayında da onlarca erkek yargılanmış ve suçlular ya serbest bırakılmış ya da az cezayla kurtulmuşlardı. Ayrıca yargılama süreci boyunca sanıkların çoğu tutuksuz yargılanmışlardı. Bir yandan da bu davalarda yargılanan tecavüz suçluları, polisten ilköğretim müfettişine, öğretmenden köy korucularına, kamu görevlilerine kadar uzuyordu.

Sanık Polis Kayıp Sakarya davasında da yaşları 14 ile 19 arasında değişen 20 sanık tutuklu, 14 sanık ise tutuksuz yargılandı. Tutuksuz sanıklar arasında Sakarya Emniyeti'nde görevli iki polis de vardı. Polislerden emniyet şube müdürü olan mekân bulmaktan, diğeri ise küçük kızla “cinsel ilişki kurmak”tan gözaltına alınmıştı. Ancak ifadeleri alındıktan sonra serbest bırakılan polislerden N.Ş. yurtdışına kaçtı. Sakarya davası da, mevcut hukuk sisteminin bile işletilmediği bir biçimde yani tecavüzden yargılanan 19 sanığın tahliyesiyle sonuçlandı. Kadına yönelik taciz ve tecavüzün artmasında hem yasaların yetersizliğini hem de tecavüzü koruyan yapısının ne kadar etkisi olduğunu bir kez

daha görmüş olduk. Son duruma göre, 34 kişilik toplu davanın bir sonraki duruşması 22 Kasımda görülecek. Son yıllarda yaşanan tecavüz davaları arasında, diğer benzer bir nokta da baro başkanlarının sanık avukatlığına soyunması. Sakarya davasında, Sakarya Baro Başkanı Nihat Nalbantoğlu sanık avukatları arasında yer aldı. Fethiye'de görülen toplu tecavüz davasında da Muğla Baro Başkanı Mustafa İlker Gürkan tecavüz sanıklarının avukatlığını üstlenmiş, dava sekiz sanığın beraatiyle sonuçlanmıştı. Mustafa İlker Gürkan feminist avukatlara sözlü saldırıda bulunmuş, Barolar Birliği’ne şikayet etmişti. Feminist platformların, kadın örgütlerinin kadın cinayetlerine karşı yürüttükleri mücadelenin ya-

4+4+4 BAKANI BUYURDU: EŞİ ASKER, POLİS OLANA TAYİN HAKKI VAR Ömer YILDIZ

Başbakan kaç çocuk yapmamız gerektiğini emrettikten sonra 4+4+4 bakanı da öğretmenlerin kimlerle evlenebileceğini açıkladı. Son yaptığı özür grubu atamalarla ilgili açıklamada eş durumundan atamalarda asker, polis, hâkim, kaymakam gibi meslek grupları ile evli olanlara göre düzenleme yapılacağını ve daha da ilginci! Eskiden devlet bankası olan bankalarda eşleri çalışanların da kamu çalışanı ile evli gibi düşünüleceğini lütfetti. Yani öğretmenlerin özel sektörde çalışanlarla evlenmesi tavsiye edilmiyor. Öyle ise öğretmen olduğunuzda bakanlık “öğretmenlere eş bulma genel müdürlüğü” aracılığı ile size uygun bir eş bulacaktır. Bakanlığın bulduğu bu eş 4+4+4 bakanı tarafından uygun görülürse evleneceksiniz ki atamanız istediğiniz yere yapılsın. Sonra canhıraş

6

mesleğiniz yerine başbakanın üç çocuk vazifesini yerine getirin. Yılda elli bin öğretmen özür grubundan yer değiştiriyor buyurmuş 4+4+4 bakanı. Derler ya “sen ya hesap bilmiyorsun ya da ..” İller arasında sınıf öğretmenlerine sadece 7 il ve 160 okul açtınız bakan bey. Özür grubunda müracaat ettiği halde eşinin bulunduğu ilde branşı açılmayan öğretmenler var farkında mısınız? Doğru size sormadan evlendiler, çocuk yaptılar. Size sormadan iş yapan mutlaka cezalandırılmalı. 4+4+4 bakanının eğitime bakışının özelleştirme üzerine olduğunu zaten biliyorduk ama öğrencilere “adet” diyecek kadar insanı “meta” göreceğini tahmin etmemiştim. Zaman gazetesi düzeltmeye çalışmış ama diğer gazeteler tüm çıplaklığıyla bakanın “Yaklaşık 600 bin ADET 60-66 aylık çocuğumuz var.” Cümlesini yazmışlar. Keşke hepsi zaman gibi durumdan vazife çıkarıp düzelt-

seydi de bakanımızın öğretmenlerden, velilerden sonra öğrencileri de “meta” olarak gördüğünü anlamasaydık. Benden size tavsiye; 5 yaşından itibaren istediğiniz nesli yetiştirmek için dolaylı çabalar yerine doğar doğmaz “her üç çocuğun” kafasına birer çip yerleştirin. Sizin istediklerinizi yapsın, istemediklerinizden uzak dursun. Unutmayın ki tarihte istediği ırkı, şekli, tipi oluşturmak için çaba sarf eden “yöneticiler” olmuştur. Hiçbiri başarılı olamamıştır. Arkalarında büyük felaketler bırakmışlardır. Felaketlerinde yok olmuşlardır. Emrinizdekileri “korku” ile bir müddet yönetebilirsiniz. Haklarını gasp edebilirsiniz. Sonuçta hep doğrular kazanmıştır. Sizin “adet” diye bahsettiğiniz çocuklardaki yürek, sevgi dünyayı değiştirecek. O çocukları eşlerinden ayırdığınız, hakir gördüğünüz öğretmenler yetiştirecek.

nısıra, erkek şiddetinin bir veçhesi olan tecavüz davalarını gündemleştirme çabaları, davalara feminist avukatların sahip çıkması, bu davalarda cinsiyetçi sistemi, hukuku eleştiriye tabi tutmalarının yanısıra dayanışma ve mücadele fikrini yaygınlaştırma çabaları çeşitli engellere çarpıyor ne yazık ki. Bir yandan da kadın örgütlenmeleri, kadın avukatlar kadınların hedef olduğu davalara “müdahil” olmak için uğraşıyor. Ancak yasalara göre, davadan doğrudan zarar görmedikleri gerekçesiyle müdahil olma dilekçeleri reddediliyor. Oysa son olarak Sakarya davasında gördüğümüz gibi, sadece hukuk sistemi değil, bazen sanıklar, sanık yakınları doğrudan kadın örgütlerini hedef alıyor ve tehdit edebiliyor. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı görevini yapsın! Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin, yaptığı bir açıklamada, hukuki ihmal ve istismara karşı bakanlık olarak müdahil olarak yer alacaklarını söylemişti. Kadınlara yönelik muhafazakar politikaların giderek arttığını; mevcut yasaların, şiddet, tecavüz mağduru kadınları korumadığı ve hatta kadınların defalarca talep ettikleri koruma tedbirlerinin yerine getirilmediği görüyoruz. Polisin, savcının görevini yapmadığı, “kadının beyanı”nın yeterli delil sayılmadığı tecavüz davalarında, bir de üstelik kadının “rızası” olduğu gibi gerekçeler ileri sürüldüğü durumlarla da çok sık karşılaşıyoruz. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın “müdahil” olması gereken durumlar, siyasi şov yapma yerine bunlar olmalı! Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, “kadının” adını bile geçmediği bakanlık görevlerini önce yerine getirmeli, sonra “müdahil” olmaya girişmeli. Sakarya davasında olumlu sayılabilecek bir gelişme ise, Çağdaş Hukukçular Derneği’nin (ÇHD) davaya müdahil olması ve sanıklar arasında polislerin de olduğu belirterek soruşturmanın genişletilip derinleştirilmesini talep etmesidir.


İşçilerin Sesi

SURİYE’YE EMPERYALİST MÜDAHALEYE SON VERİLSİN! Tampon bölgelerin oluşturulması, hangi gerekçelerle olursa olsun, o ülkenin topraklarının en azından bir bölümünün işgal edilmesi, egemenlik haklarının ihlali anlamına gelir. Mustafa EKER

Suriye’de örtülü bir emperyalist müdahale yaşanıyor. Bu savaş, daha önce Afganistan’da, Irak ve Libya’da yaşanan, dünya enerji kaynaklarının denetimini ele geçirme üzerinden süren, emperyalist rekabet ve hegemonya savaşının bir devamıdır. Yarın İran ile devam etmesi olası emperyalist savaşın bir nevi ön muharebesidir. Ortadoğu’da, ABD’ye dayanarak bölgesel güç olmaya çalışan AKP, Türkiye’yi, Suriye’ye yapılan emperyalist müdahalenin bir aracı haline getiriyor. AKP, Libya’ya düzenlenen “Haçlı Seferine” rötarlı katılmanın etkisi ile olsa gerek, Suriye’de ön almaya çalışıyor. Bu sayede hem Ortadoğu’da nüfuz edinmeyi, yeni hegemonya alanları oluşturmayı hem de muhalif Kürt siyasi hareketini denetim altına almayı planlıyordu. Ne var ki, her iki hedefi de boşa çıktı. Suriye rejiminin direnci ve AKP politikalarının boşa düşürülmüş olması nedeni ile Türkiye’nin bölgede tek başına oynayabileceği bir rolün olamayacağının açığa çıkmış olması, AKP’yi kırılganlaştırıyor. Başarısızlığını örtmek için savaşı daha da derinleştirmeye çalışıyor. Hatay, Suriye’ye Saldırının Üssü Oldu Suriye’ye müdahalede taşeron olarak kullanılan Özgür Suriye Ordusunun (ÖSO) silahlarının ABD’den, parasının Suudilerden sağlandığı Türkiye’nin ise güzergâh ve karargâh olarak kullanıldığı söyleniyor. Suriye’de, ABD’nin geçmişte Nikaragua’da paralı askerler aracılığıyla sürdürdüğü kontra savaşına benzer bir savaş sürdürülüyor. Dünyanın çeşitli ülkelerinden cihatçı-radikal İslamcı guruplar, El Kaide militanları ve paralı askerler bölgeye akın ediyor, Hatay’a geliyor. ÖSO’nun internet sitesinde Hatay açıkça “ana üs” olarak belirtiliyor. Türkiye hatlı telefon ve iletişim adresi veriliyor. Hatay’a mülteci kamplarına yerleştirilen El Kaideci selefi gruplar, buradan Suriye’ye rahatça girip çıkıyorlar. Mülteci kamplarının bir kısmının, ÖSO tarafından, askeri üs olarak kullanıldığı söyleniyor. Zaman gazetesinde yazan AB otoritelerinden Jost Lagendijk, Amerika-

Suriye’deki savaş emperyalist rekabet ve hegemonya mücadelesinin bir devamıdır

lı gazeteci Deborah Amos’a atfen, Türkiye’nin Suriye sınırındaki bir mülteci kampı ile ilgili geçtiği haberde, bir isyancının şu sözlerini aktarıyor: “Aslında artık bir tampon bölgemiz var. Tabi Türkiye hükümeti tarafından resmen ilan edilmedi. Özgürce silah nakliyatı yapabiliyoruz, Türkler buna göz yumuyor. Yaralılarımızı buraya getiriyoruz. Kendimiz de gidip geliyoruz. Kimse bir şey sormuyor”. Mülteci kamplarında inceleme yapmak isteyen CHP heyeti, Apaydın kampına alınmadı. Bu durum da, bu kampın askeri kamp olarak kullanıldığına dair şüpheleri kuvvetlendiriyor. CHP heyeti oradayken, kamptan çıkan ve 50 kişilik bir birliğin komutanı olduğunu söyleyen Ebu Hüseyin, tercümanı aracılığıyla, neden burada olduklarını anlatıyor. Sabahları çatışma alanlarına gittiklerini, Suriye ordusu ile çatışıp akşamüzeri de kampa geri döndüklerini; ihtiyaçlarının Türkiye tarafından karşılandığını söylüyor. Savaştan kaçan sivillere kucak açılması anlaşılır ve olması gereken bir durum. Ne var ki mültecilere insani nedenlerle kucak açma adı altında, ülke topraklarının ve olanaklarının, bir başka ülkeye saldırı üssü olarak kullandırılması, kabul edilemez. BM’den, ısrarla, Suriye’ye müdahale etmesini isteyen AKP, öncelikle kendisi BM’nin mülteciler ile ilgili koyduğu kurallara uymalı; bu askeri kampları kapatmalı ve silahlı unsurları silahsızlandırmalıdır.

Tampon Bölge, İşgal Demektir Mültecilik sorunu sadece Suriye ordusunun yaptığı saldırılardan kaynaklanmıyor. ÖSO’nun yaptıklarının, bu konuda, Esad’ın askerlerinin ve rejime bağlı milislerin yaptıklarından aşağı kalır yanı yok. ÖSO’nun girdiği kentlerde tam bir vahşet yaşanıyor. Bunu BM bile tespit ve teyit ediyor. ÖSO’yu, işlediği cinayetlerden gerçekleştirdiği katliamlardan dolayı kınıyor. New York Times, muhalifler tarafından, Mart ayında sadece Humus’ta evlerinden sürülen Hıristiyanların sayısının 80.000’i bulduğunu, Halep’te binlerce Ermeni’nin ÖSO’nun saldırıları yüzünden kenti terk ettiğini belirtiyor. Savaştan kaçan ve Türkiye’ye sığınan mülteci sayısının da 80.000 civarında olduğu söyleniyor. Dışişleri Bakanı Davutoğlu, yüz binin eşik olduğunu, daha fazlasını Türkiye’nin kaldıramayacağını, Suriye içinde mülteci kampları, güvenli bölgeler oluşturulması, bunun riskleri ve masraflarının paylaşılması gerektiğini söylüyor. Davutoğlu, mülteci sorunu gibi insani bir sorunun arkasına saklanarak, güvenli bölge oluşturma bahanesini öne sürerek, Suriye topraklarının hiç değilse bir kısmının işgal edilmesini öneriyor. Güvenli bölgelerin, tampon bölgelerin oluşturulması, hangi gerekçelerle olursa olsun, o ülkenin topraklarının en azından bir bölümünün işgal edilmesi, egemenlik haklarının ihlali an-

lamına gelir. Bu proje bugün güvenli bölgeler şeklinde savunulurken, bunun yarın tüm Suriye’nin “güvenli bölgeye dönüştürülmesi” adına, işgal edilmesi şeklinde işleyeceğinden kuşku yok. Emperyalistlerin ve AKP’nin, başından beri istediği de bu zaten. Suriye’de mülteci sorununun ortaya çıkmasının sorumlusu emperyalistler ve işbirlikçileridir. Taşeron olarak kullandıkları, silahlandırıp cepheye yani Suriye’ye yolladıkları ÖSO’dur. ÖSO geri çekilir, emperyalist müdahale son ererse, mülteci sorunu da en azından geleceğe dönük, kendiliğinden, ortadan kalkar. ABD Dışişleri Bakanı Clinton’un Türkiye ziyaretinde güvenli bölge sorununun da masaya yatırıldığı, ÖSO’ya desteğin arttırılmasından savaşın daha koordineli götürülmesine kadar, bir dizi siyasi-askeri tedbirin alındığı; bu amaca dönük olarak, Ortak Operasyonel Merkez oluşturulduğu anlaşılıyor. Bu, Suriye’deki savaşın bundan sonra, daha da şiddetlenerek devam edeceği anlamına geliyor. Ne var ki AKP’nin güvenli bölge, tampon bölge vb. adlar altında Suriye’ye asker çıkarılması için ABD’den, en azından Başkanlık seçimlerine kadar, destek bulamadığı, Türkiye’ye, ABD’nin çizdiği sınırları aşmaya yöneldiği her noktada, ayar verildiği anlaşılıyor. Bu da, Suriye’de yaşanan fiili müdahale durumunun derinleşerek devam edeceği anlamına geliyor.

7


İşçilerin Sesi

DİLENENLER DEĞİL, DİRENENLER KAZANACAK! Direniş çadırımız sayesinde taşeron sisteminin İstanbul Üniversitesindeki uygulamalarını tüm Türkiye’ye duyurduk. Emine ERMİŞ

13 Mart 2012’de İstanbul Üniversitesi Çapa Hastanesi’nde işten atılacağı açıklanan sağlık işçilerinden biriyim. TaşİşDer sürecine de işten atıldıktan sonra direniş çadırında dahil oldum. Her gün 8-10 saatimi çadırda geçirdim. Az sayıda dernek üyesinin sahip olabileceği deneyimlere sahip oldum. 20 günlük “Bilgilendirme ve Uyanış Çadırı”nın ardından, bizlerin işten atılmasıyla birlikte “Direniş Çadırı”na dönüşen ve polis operasyonuyla kaldırıldığı sürece kadar da taşeron işçilerinin iradesi ve gücü olan bir mücadeleden geliyorum. Mücadelenin ortaklaştırıldığı ve örgütlendiği tek yer direniş çadırıydı. Hastane yönetiminin en çok uğraştığı yer de direniş çadırı oldu. Çadır, rektörlüğün aldığı işçi düşmanı tüm kararların duyurulduğu ve tartışıldığı yer oldu. İşçi düşmanı kararların önüne nasıl geçilebileceği burada değerlendirildi, tespitler üzerinden de eylem ve etkinlikler hayata geçirildi. İşçi demokrasisinin hayata geçirildiği öğ-

8

retici bir süreç yaşadık. İşçilerin, işten atılanların, destek veren sınıf dostu kurumların, mücadelede elini taşın altına koyan herkesin görüş ve düşünceleri alındı. İşçiler, katıldıkları eylemler sırasında dahi fikirlerini söyleyip oy kullanmak suretiyle, karar alma sürecine dahil oldular. Mücadeleye sahip çıktılar. Bu sayede, Rektörlük tarafından 400 olarak açıklanan atılacak işçi sayısını 196’ya kadar geri çekebildik. Atılanların büyük kısmına da, direniş çadırımızın saldığı korku nedeniyle iş bulmak zorunda kaldılar. Çadır sayesinde taşeron sisteminin İstanbul Üniversitesindeki uygulamalarını tüm Türkiye’ye duyurduk. 11 Mart’ta Türkiye Büyük Sağlık Hakkı Meclisi’nin Ankara toplantısındaydık ve sonuç bildirgesine damgamızı vurduk. 13 Mart’ta TBMM’deydik; siyasi partilerle görüştük ve basın açıklaması yaptık. 22 Nisan’da yine Ankara’da Dev Sağlıkİş’le birlikte “İnsan İhale İle Çalıştırılamaz” ve “Sağlıkta Taşeron Olmaz” şiarını yükselttik. Sağlık Bakanlığı’nın önünde kurulan kürsüye çıktık: “Ya-

şasın Çapa Direnişimiz” dedik. 1 Mayıs günü İstanbul Taksim Meydanı’nda kurulan işçi kürsüsünden binlerce işçiye seslendik. “TaşİşDer içinde örgütlenen ve Çapa’da direnen işçiler olarak buradayız,” dedik. 15-16 Haziran 1970 büyük işçi direnişinin yıl dönümünde Taksim’deki yürüyüşe katıldık. 6 Temmuz’da başlayan iş bırakma ve Grev’imiz dört gün sürdü. Üniversite yönetimi de, hastane idarecileri de gücümüzü gördüler. 1 Ağustos tarihine kadar her gün düzenli olarak açılan, her hafta Çarşamba günleri basın açıklamaları ve bilgilendirme yürüyüşlerinin merkezi olan Direniş Çadırımızın 163. gününde ve sabaha karşı saat 05:00’te Emniyet güçleri, zabıta ve hastane güvenliğinin ortak operasyonuyla kaldırılarak kaçırılması ve boş bir binanın zemin katında hapsedilmesinin nedenleri

bundandır. Genel kurulda, “greve katılan dernek yöneticileri elini kaldırsın” desem, acaba kaç kişi çıkar? Dernek yönetiminden, greve katıldığı gerekçesiyle hakkında tutanak tutulan ve soruşturmaya uğrayan tek bir kişi var mı? Taşeron işçileri her gün yönetim tarafından çağırılarak tehdit edilirken, soruşturma tutanaklarıyla karşılaşırken, sürgün edilirken, iş yerlerinde gözaltına tabi tutulurken, bugünkü dernek yöneticilerine dokunulmaması sizce de garip değil mi? Derneğimiz hiç kimsenin ve hiçbir çıkar grubunun malı değildir. Şeffaf, açık ve her an denetlenebilir olmalıdır. Bunlar ise, genel kurulda bile mali rapor vermekten kaçıyorlar. Genel kurula kadar sakladıkları üye listesini son anda ortaya çıkartıyorlar ve birçok işçi arkadaşımıza -hatta bizim yönetim listemizden aday olanlara dahi- “sen üye değilsin” diyerek seçme ve seçilme hakkını gasp ediyorlar. “Aylardır düzenli olarak aidat ödüyorum” diye itiraz eden işçilere genel kurulda dernek başkanı tarafından verilen cevap ise, “ben senden o paraları aidat olarak değil, bağış olarak alıyordum” oluyor. Dernek yönetimi listemizde kadrolu tek bir işçi yok. Yarın yeni bir greve çıkılacak olursa, “ben kadroluyum ve taşeron işçilerinin grevine çıkamam” diyen bir başkanımız ve yönetim kurulu üyemiz olmayacak. Taşeron İşçilerinin Sesi listesi, rica minnet etmeden fiili mücadeleye devam edenlerin listesidir. Hepsi de, sendikamız olan Dev Sağlık-İş’in üyesidirler. Sendika ve sendikalılaşma düşmanlarına listemizde yer yok. Dilenenler değil, direnenler kazanacak!


İşçilerin Sesi

ALAYINA İSYAN: BİZ, FİİLİ MÜCADELEDEN YANA OLAN TAŞERON İŞÇİLERİNİN SESİYİZ 163 gün sonra polis ve hastane yönetiminin operasyonuyla dağıtılana kadar, direniş çadırı ile fiili mücadelenin gücünü gösterdik. Kadir AĞSU

Olağanüstü genel kurul topladık. Demek ki olağan gitmeyen bir şeyler var. Mali durumun şeffaf olmaması ve israfa varan harcamalar için hesap verilmekten kaçınılması, işverenle işçilerin bilgisi dışında görüşmeler ve pazarlıklar, yönetim kurulu toplantıları yerine 2-3 kişilik dar toplantılarla “aile içi” kararların alınması, üye sayısından mali bilançoya kadar; kimin üye olduğu, kimin aidat verdiği, kimden aidat adı altında aylık ve düzenli “bağış” alındığı keyfi ve bürokratik bir süreç, bizleri zorunlu olarak olağanüstü genel kurula ve hesap sorma noktasına kadar getirdi. Mücadele anlayışı konusunda farklılaşmalarımız oldu. “Dilekçeler yoluyla hak arayalım, Dekanla ve Başhekimle görüşelim ve iyi ilişkiler kuralım, siyaset yapmayalım ki sayın yöneticilerimiz bize kızmasın,” an-

layışlarıyla, “sayın rektörüm, sevgili dekanım, başhekimim ve hocam; Allah rızası için hakkımızı verin!” düzeyinde, merhamet dileyen bir dernek yönetimi ve mücadele anlayışı ortaya çıktı. Oysa biz; Adalet İstiyoruz, Muvazaa ve Mahkeme Kararlarını Hemen Uygulayın, Taşeron İşçisi Değil Sağlık İşçisiyiz, Kadrolu Çalışmak İstiyoruz, diyerek aktif ve fiili bir mücadelenin önünü açtık. 163 gün boyunca, polis ve hastane yönetiminin ortak operasyonuyla yıkılıp dağıtılana kadar, direniş çadırımızla fiili mücadelenin gücünü gösterip sesini duyurduk. İşçi arkadaşlarımıza, 180 günlük direnişimiz boyunca; Uyanmak İçin Uyarmalı, Uyarmak İçin Uyanmalıyız, dedik.Fiili mücadele içinde ise, işçiye tepeden bakan ve “ben başkanım benim dediğim olur, yönetim de benim karar verecek olanda” diyen, reddettiğimiz hiyerarşi anlayışlarıyla

ve bürokratik dayatmalarıyla karşımıza çıkan bir dernek yönetimle yüzleştik. “Siyaset yapmayalım ve yöneticilerimizi kızdırmayalım” diye bize akıl vermeye kalkan dernek başkanımız ve bazı destekçilerinin, işçi sınıfına ve halka zulmeden AKP Hükümeti’nin dümen suyundaki HAS Parti’ye ve politikalarına fiilen destek verdiğini gördük. Sonrası malumunuzdur; Has Partileri de AKP’ye katıldı. Direniş çadırımızı saldırılardan korumaya çalışırken, işten atılan arkadaşlarımızın geri alınması ve atılacak işçilerin de atılmalarının engellenmesi için mücadele ederken, mücadelemizi hiçlemek ve etkisizleştirmek isteyen çabalar içinde oldular; “belediyede, İSKİ’de üye çalışmaları yapalım” diyerek, eylemi bölünmeye çalıştılar. Sağlık ve temizlik işçileri arasındaki ayrımı bilinçlice körüklendiler. Yönetimin istediği ve dayattığı hattı izlediler. Ta-

şeron işçilerinin dernek başkanı ve yöneticisi olan bu arkadaşlarımız, taşeron işçilerinin 4 günlük iş bırakma eylemine “işten atılırım” korkusuyla katılmadılar. Çadır mücadelemizi desteklemediler. Ama boy gösterme ve fotoğraf karelerine girme merakıyla, direniş komitesince düzenlenen haftalık basın açıklamalarımızı 6 ay boyunca neredeyse hiç kaçırmadılar. TaşİşDer’in olağanüstü -yeniden yapılandırılması- kongresine bu koşullar altında geldik. İki liste var: 1“Alayına İsyan” diyen ve fiili mücadeleden yana olanların; Taşeron İşçilerinin Sesi listesi. 2- Başhekimliğin denetimine giren eski Dernek yönetiminin ricacı ve merhamet dileyen listesi. Mücadele, inanç ve dava birliğine ihtiyacımız var. Bu temelde tüm taşeron işçilerini birleşmeye Taşeron İşçilerinin Sesi listesine oy vermeye çağırıyoruz.

ŞEFFAF VE DENETİME AÇIK OLMANIN SİGORTASI Fevzi GERÇEK

Sendika ve dernek gibi işçi örgütlerinin, öncelikle işçiler tarafından talep ve tercih edilir olması gerekiyor. Bunun yolu da, işçi sendikaları ve derneklerinin işçiler tarafından her an denetlenebilir olabilmesinin sağlam ve güvenilir örgüt mekanizmalarıyla tesis edilmesinden geçiyor. İşçiler, sözde değil özde ve bütün açıklığıyla; Söz, Yetki ve Karar sahibi olduğunu görmelidir. Bu durum çekim merkezi olmak ve işçiler tarafından talep ve tercih edilmek için sağlam bir gerekçedir. Bunları savunuyor iddiasında olmak, bazı sendikalarca bunların dillendiriliyor olması ve sanki aynı şeyleri söylüyormuşuz gibi görünmesi bazen aldatıcı olabilir. Mesele, kişisel ve duygusal açıdan, iyi niyet çerçevesinde ele alınamaz. Sağlam ve tutarlı bir örgüt anlayışıyla sağlam mekanizmalar üzerine oturtulmalıdır. Tıpkı insanlar gibi, işçi örgütleri de zamanla yaşlanabilir ve bazı organları iflas edebilir. Bu

durum ise işçi sınıfı pusulasından sapmalarına yol açabilir. Her daim denetlenebilir olması ve seçtiğini geri çağırabilmesi tesis edilir ve garanti altına alınırsa, bozulan pusulayı da pusulayı şaşıranları da düzeltmek zor olmaz. TaşİşDer’in yaşadığı sürece ve Olağanüstü Kongre’ye gitme ihtiyacı duyulmasına da bu anlayışla bakmak ve değerlendirmek gerekir -ki yeni yönetim de yarın aynı hatalara düşmesin. Çapa direnişçisi TaşİşDer’li arkadaşların Dev Sağlık-İş Sendikasında örgütlenme kararları doğru ve isabetlidir. Kelimenin gerçek anlamıyla sendikada örgütlenmek ve o sendikanın gerçekten de kendi örgütleri olmasını istiyorlarsa, kendi işyerlerinden başlayarak gerçek ve sağlam örgütsel mekanizmaları yaratmaları gerekiyor. Çapa’dan başlayarak İstanbul Üniversitesi genelinde işyeri meclislerini oluşturmalılar. Kendi temsilcilerini bizzat kendileri seçmeliler. Diğer hastanelerdeki işçi arkadaşlarıyla da bu temelde temasa geçmeliler. Çapa direnişçisi arka-

daşlarımız elbette ki birtakım deneyimlere sahip oldular. Dernek olarak yaşadıkları sorun ve açmazları, daha üst bir örgütsel norm olan sendikada da yaşamak istemeyeceklerdir. Bunun için iyi örgütlenmeleri ve tek tek işyerlerindeki bölümlerden başlamak suretiyle, bütün hastaneyi kapsayacak bir örgütlenme ağı oluşturmaları gerekiyor. İşyeri meclislerinin ger-

çek zemini de oluşturdukları bu örgütlenme ağı olacaktır. TaşİşDer’in Olağanüstü Genel Kurulu’nda yaşananlara bakarak, böylesi bir yerde gerçek bir işçi örgütlenmesinden ve kurumlaşmasından söz edebilmenin mümkün olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. TaşİşDer’le işçiler söz ve karar sahibi olamamışlardır. Resmi üyelerin %10’unun bile Genel Kurul’a getirilememiş olması bunun göstergesi değimli? Bir örgütü işçilerin kurmuş olması yetmez; işçilerin bizzat seçtiği işçilerce yönetilmeli ve yönetenler her an işçilerce denetlenebilmeli, bir yanlışı görüldüğünde de seçtiği o yöneticiyi oradan indirebilmelidir. Şeffaf ve denetime açık olmanın sigortası budur. Sendikalarda da bu olguya dikkat etmemiz gerekir. 19911996 arasında Başkanı olduğum Tüm Sağlık Çalışanları Sendikası’nda da bu temellerde örgütlenmiş ve mücadele etmiştik. Devrimci Sağlık-İş Sendikası içindeki arkadaşlarımızda bu mücadele sürecini bilirler.

9


İşçilerin Sesi

GÜNEY AFRİKA DEVLETİ MADEN İŞÇİLERİNİ KATLETTİ! Burjuvazi için, işçiler üzerindeki denetimi artırmanın ve sömürü çarkının sürmesini sağlamanın en “ekonomik” ve “akılcıl” yolu; işbirlikçi sendika bürokrasisi. Oya

Güney Afrika’da Lonmin PLC firmasına ait Marikana madeni işçileri, ücret zammı için 10 Ağustos’ta greve çıktılar. Lonmin patronunun çağrısı üzerine, ulusal hükümetin emrindeki polis gücü grevci işçilere saldırdı ve 9 kişi katledildi. İşçiler, saldırı ve katliama rağmen greve ve eylemlerine devam ettiler. 17 Ağustos günü madenin karşısında bulunan bir tepede 3 bin madenci toplandı. Zırhlı polis aracının içinden kendilerine konuşma yapmaya çalışan işbirlikçi Ulusal Maden İşçileri Sendikası başkanını kovdular. Ardından, dağılmalarını isteyen Maden İşçileri Birliği ve İnşaat Sendikası başkanının çağrısına da, “mevcut koşullar altında işe dönmektense ölmeyi tercih ederiz” diyerek karşı çıktılar. İşçilerin protesto yürüyüşüne saldıran polis, atlı birliklerle ve zırhlı araçlarla işçileri dağıtmaya çalıştı. Bir grup işçi ise otomatik silahlarla bekleyen polis hattının içine doğru sürüldü. Polisin ateş hattına sürüklenen işçilere ateş açıldı ve vahşi bir katliam gerçekleştirildi. Resmi açıklamaya göre 34 işçi polis kurşunlarıyla öldü-

netimi artırmasını ve grevi kanla bastırmasını beraberinde getirdi. ANC’nin iktidarını perçinlemek için kurulan üçlü ittifak içinde ise stalinist Güney Afrika Komünist Partisi de var.

rüldü. Gerçek sayının ise 50 olduğu belirtiliyor. Güney Afrika platin ve altın madenlerinin zenginliği ile biliniyor. Marikana madeni de dünyanın en zengin platin madeni. İngiltere’nin “apartheid” adı verilen ırkçı yönetiminin ardından sömürü koşulları artarak devam ediyor. İngiliz beyaz azınlık yönetimi yaklaşık 18 yıl önce sona erdi, ancak yerini Güney Afrikalı yeni zenginlerin yönetimine bıraktı. Özgürlük mücadelesinin önderi olarak kabul edilen Afrika Ulusal Kongresi’nin

(ANC) kimi üyeleri, sermaye sahipleriyle birlikte yeni/yerli bir burjuvazinin doğuşunu başlattılar. Örneğin şimdiki devlet başkanının yeğeni Khulubuse Zuma, eski başkanın torunu Zondwa Mandela gibi isimler bir gecede madenciliğin büyük sermayedarları arasına giriverdiler. Güney Afrika’nın maden yatakları uluslararası sermaye için önemli merkezlerden. Son olarak “sosyalist” Çin de bu sömürü ve talana katıldı. Bu durum ANC’nin işçiler üzerindeki de-

Tanıdık Bir Yüz: İşbirlikçi Bürokratik Sendika Burjuvazi için, işçiler üzerindeki denetimi artırmanın en “ekonomik” ve “akılcıl” yolu; işbirlikçi sendika bürokrasisi. Ulusal Maden İşçileri Sendikası (NUM), 300 bin üyesi bulunan ve hükümet ile siyasi ittifak halinde olan bir sendika. Sendikanın önceki başkanı Cyril Ramaphosa, artık Lonmin maden şirketinin yönetim kurulunda yer alıyor ve Güney Afrika’nın en zenginlerinden biri. Şimdiki Başkan Frans Baleni ise, maden işçisinin aylık ücreti 4 bin rand iken, ayda 105 bin rand kazanıyor. İşçiler, bir kez daha bürokratik ve işbirlikçi sendikanın ihanetinin bedelini canlarıyla ödediler. Hükümetin ekonomik kriz bahanesiyle uyguladığı kemer sıkma politikaları yoksulluğu perçinliyor. Bu durum işçiler üzerindeki baskısının süreceğini, işçi sınıfının grev ve direnişlerinin artacağını ortaya koyuyor.

FUTBOL ARSADA GÜZELDİR, BORSADA DEĞİL! Futbol hayatının sona ermesinin ardından örgütlenmeye ağırlık veren Metin Kurt, Devrimci Spor Emekçileri Sendikalarının kuruluşunda da yer aldı. N. CEMAL

Galatasaray’ın 1970’li yıllarına olduğu kadar futbola da önemli katkılar sunan spor emekçisi Metin Kurt’u kaybettik. Metin Kurt sadece iyi bir futbolcu olmasıyla değil, futbol emekçilerinin örgütlenmesiyle ilgili üstlendiği misyonuyla da futbol tarihimizde önemli ve haklı bir yere sahip oldu. Endüstriyel futbolun sömürücü ahtapot kollarıyla sımsıkı sarmalandığımız ve futbol yıldızlığı yolunun paranın padişahlığından geçmek zorunda bırakıldığı günümüzde, tek yumruk misali tek tük başkaldırı denemelerine şahit olsak bile, bu isyanın Spartaküs’ünün Metin Kurt olduğunu kabul etmek zorundayız; “Futbol arsada güzeldir, borsada değil.” Sosyalist kimliği ve futbol emekçileri-

10

nin örgütlenme mücadelesi ile tanınan Metin Kurt, endüstriyel futbolun en önemli köşe taşlarından birini oluşturan Galatasaray takımından da bu nedenden dolayı uzaklaştırıldı. Futbol hayatının sona ermesinin ardından örgütlenmeye ağırlık veren Metin Kurt, Devrimci Spor Emekçileri Sendikalarının kuruluşunda da yer aldı. Spartak Moskova - Galatasaray maçıyla ilgili bir anısını anlatırken, siyasi kimliğiyle oynadığı futbol arasında espri yapmaktan da geri durmayan Metin Kurt şöyle der; “Kalecimiz Aydın, Spartak Moskovalılara, ‘siz sosyalist, biz sosyalist” deyince adamlar 3-0’da maçı bıraktı, daha fazla atmadı.” “Beşiktaş’tan Etiler’e kadar belediye otobüsüyle yarışarak antrenman yapardım” diyen Metin Kurt’un futbola dair bazı itiraf-

ları da vardır; “Çok doping yaptım. Her önemli maç öncesinde doping yapılırdı. Yapmasan takıma ihanetle suçlanırdın.” Metin Kurt sahada kendine belirlediği oyun mevkiini de sosyalist kimliğiyle açıklar; “Futbol oynarken bile halka yakın olmak isterdim. Bu nedenle şeref tribününün bulunduğu yerde değil, ters taraftaki çizgide oynardım. İkinci yarı kaleler değişince yine şeref tribünü önünde oynamamak için, bir devre sağ açık, bir devre sol açık olurdum.” Sol açık Metin Kurt, 2011 genel seçimlerinde TKP listesinden İstanbul milletvekili adayı da olmuştur. “Öğrendikçe acı çekiyordum, acı çektikçe daha çok sosyalist oldum” diyen Metin Kurt’un yüreği daha fazla dayanamadı ve geçirdiği bir ameliyat sırasında kalp yetmezliği

nedeniyle aramızdan ayrıldı. Geride ise, mücadele dolu tarihini ve “Gladyatör” adlı anı kitabını bizler için bıraktı.


İşçilerin Sesi

Antep, Çapa, THY Mücadelelerinden çıkarılması gerek dersler

UYEK, YENİ MODEL OLABİLİR Yeni bir işçi hareketi, işte bu aşağıdan gelme hareketlerle, sendika bürokrasisini aşan çaba ve girişimlerle ve işçi mücadelelerini birleştirip merkezileştirecek girişimlerle mümkün olabilir. Seyfi ADALI

İşçi hareketi yeni bir çıkışın doğum sancılarını yaşıyor. “Yeni bir işçi hareketi” talebi çeşitli düzeylerde ve birbiriyle bağımsız işkollarındaki mücadeleci işçiler tarafından ifade ediliyor. Haziran ayında THY işçileri, Temmuz’da Çapa taşeron sağlık işçileri, Ağustos’ta Antep tekstil işçilerinin deneyimlerini, “yeni bir işçi hareketi” arayışı perspektifiyle ele alıp değerlendirmek gerekli. Antep Tekstil İşçilerinin 11 Günlük Grevi Gaziantep Başpınar Sanayi Bölgesinde Ağustos ayının ilk haftasında başlayıp yaklaşık 11 gün süren ve yedi tekstil fabrikasında yaklaşık 5 bin işçiyi kapsayan grev gerçekleşti. Bu grev, üç konfederasyona bağlı tekstil işçileri sendikalarından, TEKSİF, Tekstil, Öz İplik-İş’ten bağımsız gerçekleşti. İşçiler, bu üç sendikaya da güvensizlik belirttiler ve oluşturdukları işçi komiteleri aracılığıyla mücadelelerini sürdürdüler. Kuşkusuz ifade ettiğimiz gibi kusursuz bir işleyiş ve süreç yaşanmadı. İşçiler yaptıkları değerlendirmede samimi bir açıklıkla bu durumu şöyle ifade ediyorlar: “Oluşturulan komiteler yeterince işletilemedi, işçiler tarafından denetlenmedi. Her işçiye görev verilmedi. Kamuoyu oluşturmada eksik kalındı. İşçi ailelerinin yeterince greve katılması sağlanmadı. Eylem öncesi hazırlık yapılmadı. Tek tek fabrikalarda yaşanan sorunlar birlikte hareket etmenin önüne geçti. Polisin ve patronun baskısını kıracak tedbirler almada sıkıntılar yaşandı. İşçilerin güvenebilecekleri bir

sendika yoktu.” Ancak eksikliklere rağmen ana eğilim mevcut sendikal yapılara güvensizliktir. Antep tekstil işçileri çeşitli defalar başvurdukları işçi sendikalarından her zaman aleyhlerine sonuçlarla geri dönmenin verdiği deneyimle hareket ettiler. Örneğin 1996 yılında Ünaldı’da yaşanan direniş de “dernek” eliyle yürütülmüştü. Ünaldı direnişinde İşçi Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği işçilerin birleşmesinde önemli bir rol oynamıştı. Bütün bu mücadelelere rağmen işçilerin sorunları kesin bir çözüme kavuşmamış olsa da, Antep tekstil işçileri “yeni bir işçi hareketi” ihtiyacını somut olarak gündeme getiren son işçi hareketi oldu. Mevcut sendikalara güvensizliğini ifade eden işçiler “benim iradem bu” diyebilecek, “yumruğunu masaya vuracak” bir sendikaya ihtiyaç var, demekte. Çapa Taşeron İşçilerinin 4 Günlük Grevi Temmuz ayı başında İstanbul Üniversitesi taşeron işçileri, Rektörlüğün “yüzde 20 oranında işçi çıkartma, yol ücretini kesme ve yüzde 5’ten başlayarak ücretleri eksiltme” kararına boyun eğmeyeceklerini, hak kaybına yol açacak yeni iş sözleşmelerini imzalamayacaklarını ifade ettiler. Kararlılıklarını göstermek üzere dört gün süren ve yaklaşık bin işçinin katıldığı grev gerçekleştirdiler. Grevlerini sendikasız olarak, Taşeron İşçileri Derneği çatısı altında ve Direniş Çadır Komitesinin önderliğinde başardılar. Kuşkusuz sorunlar bir çırpıda düzelmedi. Ancak, işveren de işçi çıkartmayı ertelemek zorun-

da kaldı. Ücret kesintisini en aza indirgemekle yetindi. İşçiler ise, taşeron sistemine karşı kadro talebiyle mücadelelerini DİSK Devrimci Sağlık-İş Sendikasında örgütlenerek bir ileri seviyeye taşıdılar. İşçilerin sendikaya üye olmalarına karşı Dernek içinde yaşanan direnme, olağanüstü genel kurul ile aşıldı. İşçiler 177 günlük çadır direnişi ve bir o kadar deneyimle birlikte dernek yönetimini alarak derneği sürdürme kararı aldılar. Ancak sendikanın mevcut yapısının “grup sendikası” hüviyetini aşarak, mücadeleci işçileri bünyesine alıp almayacağı; bunu kaldırıp kaldıramayacağı bir soru olarak durmaktadır. Çapa taşeron işçileri fiili eylem ve direnişleriyle ve sendikaya üye olarak, işyeri temsilciler meclislerine, işçi komitelerine dayalı aşağıdan bir işçi hareketinin nüveleri olarak, bugün itibariyle geleneksel sendikal yapılardan farklı davranmayan Dev Sağlık-İş bünyesinde yeni bir sendikal deneyim yaşayacaklar. THY İşçilerinin 29 Mayıs Eylemi THY işçilerinin uçucu personeline dayanan ve yaklaşık 3 bin işçinin katıldığı 29 Mayıs eylemi de bir başka açıdan yeni bir işçi hareketinin ortaya çıkmasını aşağıdan zorlayan bir deneyim olmuştur. Hava-İş sendikası işçi ve sendikal kamuoyunda; sosyalist hareketin nezdinde (belki sadece İşçilerin Sesi hariç) “ilerici-devrimci” sayılmaktadır. Ancak bu sendikanın yönetimi 29 Mayıs eyleminin sorumluluğunu almayarak, işçileri yalnız bırakmış ve ardından da hukuk sürecinde avukatlık ücreti talep etmiş, itiraz eden işçileri işverenci ol-

makla suçlayarak, THY Dış Hatlar kapısında parayla direniş örgütleme seviyesine düşmüştür. Aynı zamanda Sendikal Güç Birliği’nin en popüler sendikalarından olan Hava-İş yönetimi, atılan işçileri birleştiremeyen, çalışan işçileri mücadeleye katamayan konuma düşmesi, işçilerle arasındaki güven sorununun en temel göstergesi sayılır. 29 Mayıs Birliği adıyla bir grup işten atılan işçinin sendikadan bağımsız bir arayışa girişmesi ve işe iade davalarını ücretsiz savunulmasını sağlaması da gösteriyor ki, yeni bir işçi hareketine ihtiyaç vardır. Umut Çürüyende Değil Yeşerendedir Antep tekstil işçileri, Çapa taşeron sağlık işçileri, THY işçileri gösteriyor ki, işçiler örgütlüyse mücadele edebilir, işçilerin sorunları ulusal çapta gündeme getirilebilir ve tüm bunlar mevcut sendikal yapılara rağmen gerçekleştirilebilir. Yeni bir işçi hareketi, işte bu aşağıdan gelme hareketlerle, sendika bürokrasisini aşan çaba ve girişimlerle ve işçi mücadelelerini birleştirip merkezileştirecek girişimlerle mümkün olabilir. Nitekim Umut Yeşerende Emek Kolektifi (UYEK) girişimi ve çabası, mütevazı olsa da Antep, Çapa ve THY işçilerinin duygularını ve taleplerini ifade eden, sendikal bürokrasiye karşı aşağıdan gelen işçi hareketini, umudu örgütlemek gerektiğini ifade ediyor. Yeni bir işçi hareketini inşa etmeyi önüne hedef koyan bu girişim henüz çok cılız olsa da, her geçen gün kıymetini artırıyor. Yeter ki, bu çaba ve girişim işçi sınıfının saflarına taşınabilsin, kökleşip yeşerme olanağı bulabilsin.

11


İşçilerin Sesi

YASALAR PATRONA KARŞI LAL OLMUŞ DURUMDA Hükümetin ve yasaların patronlara her türlü esnekliği tanıdığı bir süreçte, Hey Tekstil patronu gibi patronlar işçilerin haklarını vermeyerek hayatlarına devam edebiliyor

TEXİM TRİKO İŞÇİLERİ TEKSİF’TE ÖRGÜTLENİYOR

B. UMUTCAN

Direnişteki Hey Tekstil işçilerin mücadelesi maddi ve manevi zorluklara rağmen devam ediyor. 420 işçi, 9 şubat’ta 3 aylık ücretlerini alamadıklarını, patronun işçilerin kıdem ve ihbar tazminatlarını vermemek için fabrikanın içini boşaltarak kaçtığını, o günden bu güne direnişlerini sürdürmekte kararlı olduklarını vurguluyorlar. İşçiler patron karşısında 1-0 geride başladılar Her direnişte olduğu gibi, Hey Tekstil direnişinde de yaşadığımız bir gerçekliğimiz var. O da direnişe başlayan işçi sayısıyla direnişi korumanın zor olduğu. Bu yüzden işçi hareketi için sınıf dayanışması vurgusu önemli ve anlamlıdır. Hükümetin ve yasaların patronlara her türlü esnekliği tanıdığı bir süreçte, Hey Tekstil patronu gibi patronlar işçilerin haklarını vermeyerek hayatlarına devam edebiliyor. Yasalar patrona karşı lal olmuş durumda. Bu rahatlıkla davranan patronların sayısı artarak devam edecektir. Örneğin Rosa tekstilde de benzer bir süreç yaşanıyor. Hey Tekstil’de İşçiler direnişe zamanında başlayamadıkları için, patron karşısında bir sıfır geride başlamış durumdalar. 3 aydır maaşlarını eve götüremeyen işçiler bu süreç içinde yaşamlarını ya eş-dosttan borç alarak ya da kredi kartlarından çektikleri paralarla devam et-

12

tirmek zorunda kaldılar. Direnişe cepte parasız-pulsuz başlamak, süreç içinde mücadelenin zayıflamasına, işçilerin süreçten teker teker düşmesine neden oluyor. Bizler yaşanan deneyimlerden dersler çıkarmasını bildiğimiz oranda büyüme şansımızın olduğuna inanıyoruz. Hey Tekstil direnişini ele aldığımızda fabrikayı terk eden ve işçilerin alacaklarını vermeyen bir patronla karşı karşıyayız. Parası olmadığından vermemezlik yapmıyor. Hükümetin desteğine ve yasaların kendisinden yana olmasına güvenerek, pervazsızca davranıyor. Bunun yanında yıllardır bu fabrikada çalışmış işçilerin, patrona karşı örgütlenmeyi bir seçenek olarak önlerine almamalarını bir eksiklik olarak hanemize yazmalıyız. Sosyalist hareket, Hey Tekstil ve Rosa’daki gibi sorunlarla karşılaşmamak için sınıf içinde örgütlenmeyi önlerine koymalıdır. Kadrolarını sınıf içinde çalışmaya yöneltmelidir. Mücadeleden Çıkaracağımız Dersler Var Hey Tekstil işçileri, işbaşı için gittikleri fabrikaya alınmadıkları için fabrika dışında direnişe başladılar. Olması gereken de budur. Ama bununla yetinmemek gerekir. Bu işçiler örgütsüz olduklarından dolayı, 3 ay maaşlarını almadıkları halde işverene karşı tepki geliştirememişlerdir. Ne yapacağını, nasıl davranacağını bilemeyen işçiler, dışarıdan gelen desteklere ihtiyaç duymuşlardır. Hey Tekstil direnişinde kar-

Triko işçilerinin sendikalaşma ve iş saatlerini düşürme mücadelesi yeni değil. Üç yıla yayılan mücadeleleri bir dizi kazanımla sonuçlandı. En somut kazanım, 12 saat olan günlük vardiya çalışma saati, Texim işçilerinin direnişiyle 8 saate düşürüldü ve ücretler düşürülmesi bir yana zamlandı. İş saatlerinin düşürülmesi kısa zamanda triko sektöründe ses getirdi ve birer birer fabrikalarda iş saatleri 8 saate çekildi. Bu mücadele Texim’de başladı, Narin Triko ile devam etti ve tüm triko işçilerinin gündemine yer etti. Texim işçileri bu mücadelenin bedelini de işçi arkadaşlarının işten atılmasıyla ödediler. Ardından sendikalaşmaya karar verdiler. Türk-İş’i bağlı TEKSİF sendikasının Yedikule Şubesinde örgütlenme çalışmalarına başladılar. Sendikalaşma konusunda ısrarlı olmalarına rağmen, örneğin Texim’de konfeksiyon bölümünde yeterli üye sayısına ulaşamadıkları için işyeri yetkisini (yüzde 51 işçinin üyeliğini) tamamlayamadılar. Triko patronları “kayıplarını” telafi etmek üzere 5 Ağustos günü 8 saatin kazanıldığı fabrikadan neredeyse tüm triko bölümünü işten çıkarttılar. 12’şer kişilik makineci şılaştıklarımızı başka direnişlerde yaşamamak için, kendimize dersler çıkarmamız gerekir. İşçilerin söylediklerine göre Emek Partisi direnişi başından beri destekliyor. Bu destek yükü tabii ki sadece Emek Partisi’nin sırtına yüklenmemeli. Mücadeleyi birleştirmek, yaygınlaştırmak, direnişin çeperini büyütmek hepimizin görevi. Bu konuda ön açıcı olmak başta işçilere ve Emek Partisi’ne düşen bir görevdir. Direnişler dışarıdan gelecek her türlü maddi dayanışmaya açık olduğu gibi, fikirsel dayanışmaya da açık olmalı. Direnişi sahiplenmekten kastımız ona hükmetmek değil, direnişin kazanılması için büyümesini sağlamaktır. Bırakın sol siyasi hareketleri, kasaları dolu olan sendikaların bile tek kaldıklarında güçsüzleştiğini (THY işçileri) görüyoruz. Hey Teks-

ekipleri 3 vardiyadan 36 işçiyi işten çıkarttılar. Texim patronu işçilere şunu dayattı: Bakmakla yükümlü olduğunuz makine sayısını yüzde 50 artıracağız, isteyen çalışır istemeyen çıkar, dedi. Her işçinin baktığı makine sayısı 4′ten 6′ya çıkartılmak istendi. Patronlar 4 saat daha az çalıştırıp aynı ücreti vermekten pişman olarak, işçilere 6 makine dayattılar. İşçiler bunu kabul etmediler. İşçilerin örgütlü ve sendikalı olması halinde 8 saatlik vardiya kazanımını daha da ilerleteceğinden korkan triko patronları, el birliğiyle Texim işçilerine saldırdı. Bu yazı yazıldığında işçilerin direnişi 23. gününü tamamlamıştı. Bu süre içinde Narin Triko, Cebebici Triko gibi işyerlerinden de sendika üyesi işçilerin çıkışları yaşandı ve Texim işçileri direnişin simgesi olarak bu işyerlerinin önünde eylemler yaptılar. Patronun teklifi ise, tazminatsız çıkardığı işçilere kıdem ve ihbar tazminatının yanı sıra bayram ikramiyesi de vererek direnişi bitirmek yönünde. İşçiler ise sendikalı çalışmak istiyor. Güngören-Merter gibi tekstil sektörünün yoğun olduğu bölgede devam eden çadır direnişi, sendikal örgütlenmeye ilgiyi artırıyor. İşçilerin Sesi/Haber til’de işçilerin sınırları ortada. Direnişe siyasi olarak destek veren anlayış bu direnişte nasıl bir tutum takındı, bakmak lazım. Direniş komitesi olabildiğince geniş tutulmalı Direnişlerde mümkün olduğu kadarıyla direniş komitesini geniş tutulmasında yarar var. Bu hem sorumluluk alanların süreci sahiplenmesini hem iş bölümünü kolaylaştıran bir işlev görür. İşyeri örgütlenmesinde dar komiteler yararlı ve gereklidir. Ama direniş sürecindeki dar komitelerde birkaç kişinin karar sürecine dahil olması sağlıklı olmayacağı gibi “dükkancı”lığın açığa çıktığının bir göstergesi olur. Direnişlerin bir başka sorunlu olan yanı toplanan maddi dayanışmadır. Basit olmasına karşı sıkıntıların yaşandığı bir alan da budur. Bu


İşçilerin Sesi

Nasıl ‘Sararır’sınız? Zerrin AYNAOĞLU*

(…) 90’larda Özal döneminin en büyük işçi eylemi Türk Hava Yolları grevi olmuştu. Grev sonrası 900 kadar işçinin iş akdi fesh edildi. Bu işçi önderleri, baskı içinde geçen on yıla rağmen sağlam kalmış devrimcilerdi. Siyasi bilinci pekişmiş, sınıfsal deneyimleri efsanevi 900 örgütçü, bilinçli, aydın işçi. Bu insanları kaybetmek ordunuzu kaybetmekle eşdeğerdir. Ne kadar 68’lere öykünürsek öykünelim, bırak sınıf mücadelesinin el kitaplarını, herhangi bir romanı bile güçlükle okuyan işçilerimiz, sendikacılarımız var. Bu toplu bilinç kıyımı Hava-İş sendikasının can damarını kesmişti ama iktidarı da değiştirmişlerdi. DYP-SHP iktidarı çok daha gaddardı. Moğultay elbette bu insanların işe iadesini desteklemedi. Sendika çok iyi bir toplu sözleşme imzalamış, işçilerin cebi dolmuş, grevin karanlığı geride kalmış ama kitlenin beşte biri işten atılmış. Hava-İş işçilerinin “işçi kalmama ihtimali” çoğalmış, topluca bir sınıf atlama moduna girilmiş. Ee, kimin umurunda onlara bu olanakları veren kahramanları kollamak. Sınıf atlama moduna geçildikçe, atlanılan sınıf gitgide sizden uzaklaşıyor. Miktarlar yetmiyor. 70’li yıllarda bir arabası ve bir evi olmak bir başka sınıfa delalet ederdi. İki iş hanınız, bir iki eviniz, bir fabrika ya da dükkânınız varsa burjuvaydınız. Kürk giydiniz, mücevher taktınız, burjuvaydınız. Şimdilerde iki, üç milyon dolar servetle siz ancak yeni yetme bir vahşi burjuvasınız. Sermaye birikiminin seyri, havucu öyle bir göğe erdirdi ki Türk Hava Yollarının sendikacıları işçi-küçük burjuva-burjuva tanımlarını nasıl gözden geçiriyorlardır bilmiyorum. Ancak bildiğim 90’lı yıların grevinde kaybedilen 900

konuda işçilerin seçtiği, iki kişiden az olmamak kaydıyla bir ekip oluşturulmalı ve bu ekibin görevi direniş için gelen dayanışmaları kayıt altına almak olmalı. Şeffaf olmak buradan başlar. Toplanan dayanışma, direnişi sürdüren işçilerin kullanabileceği bir imkandır. İşçi hareketinin hafızasının oluşması adına bu deneyimlerin iyi anlaşılması, doğru derslerin çıkarılması gerekir. Örneğin bir direniş belli bir süreçte onu sürdürenlerin kararıyla bitirilebilir. Peki, toplanan dayanışmayı ne yapacağız? Aramızda mı bölüşeceğiz? Eğer direnişi sürdürmeye kararlı işçiler varsa onlara, yoksa direnmeye devam eden herhangi bir işyerine bırakılmalıdır. Hey Tekstil işçilerinin bir kısmı direnişi artık sürdüremeyeceğinin kararını verdiğinde yapması gereken

önderinin bizi bu günlere getirdiği. Hava-İş bu kayıpları kesilen sakal olarak değerlendirdi. Yeni işçi önderleri eskisinden daha gür yerine geleceklerdi. Genel Müdür Tezcan Yaramancı bu aymazlık karşısında çıtasını daha da yükseltti. Kabin memurlarında ve pilotlarda toplu kıyımlara girişti. İşten atılanların rakamları büyüdükçe sendika küçülüyordu. Bugünün Hava-İş iktidarı, 23 yıllık yönetimi süresince tek yetkili organ olduğu sektörde gücünü yitirdi. Sivil Havacılığın kaçta kaçını temsil ediyor? İktidara geldiğinde tümünü temsil ediyordu. 90’ların icadı olan toplu işçi kıyımı karşısında eli kolu bağlı kalan Hava-İş bugün 305 üyesini geri aldırmaya çalışıyor. 90’dan beri grev yapmadı. 90’larda ilk toplu kıyım olduğunda grev silahını kullanmadı. 23 koca yıl geçmiş. Türk Kapitalizminin artık Allah katında da güç kazanmasını, fenafillâh mertebesine ermesini beslemişsiniz. Heyhat, ilk defa bir kitlenin arkasına geçip işe döndürmek için grev silahını kullanacaksınız. Grevi yasaklatmayı da başarıyorsunuz. Siz iktidara geldiğinizde sıkıyönetim kuralları halen daha geçerliydi. Türk Hava Yollarının her organına MHP’liler hâkimdi. THY çalışanları öyle sinmişti ki, baskı öyle yoğundu ki kuş uçuramazdınız. O kitle ne koşullarda örgütlendi ve koca bir grev başarıldı. Demek ki örgütlenme kadroların eseriymiş. Ne oldu? Sakal tutmadı mı? İşine son verilenlerin röportajlarını izlerken eylemde nerdeyse tesadüfen bulundukları izlenimini ediniyor insan. Bilmeden sendikanın maşası olmuşlar. Yirmi üç koca yılda sizler bu kabin memurlarını bilinçlendiremediniz mi? Yoksa bilinçlenmiş her üyeye kuşkuyla mı bakıyorsunuz ve bu seviye sizin için yeterli mi oluyor. “Sarı sendika” derdik işverenin kurduğu sendikalara. Sararmanın bu modelini görmemiştik henüz. Yani yaprak gibi kendiliğinden sararanını…

toplanan dayanışmaları kendileri arasında pay etmek değildir; bu yanlış bir karardır. Tabii ki kararı işçiler verecekler. Ama o harekete destek verenlerin de söz hakkı olmalı. Bu konuda Emek Partisi’nin aldığı tutumun siyasi olarak bir karşılığı vardır. Direnişte bir başka sorun da hukuki sürecin takibi Direnişlerde bir başka sorun ise hukuki sürecin takibi. Eğer atılan işçilerin sayıları çok ise, bu sürece müdahil olan avukat bunu kendisine bir gelir kapısı olarak görebilir. THY’de atılan 305 işçi için davalarına bakmakta olan sendikanın avukatı işçilerden yüzde 10 avukatlık ücreti talep etti. İşçiler zaten işten atılmışlar. Ne zaman iş bulacakları belli değil, bir de sendikanın avukatı yüzde 10 is-

Hep keten perede kalırız. Bak Tayyip bey onu yedirmem, bunu yedirmem, örgütüne mutlak sahip çıkma taktiğiyle gücü eline geçirdi. Eleştiri yapıp Hava-İş’i yıpratmayalım. İyi de ya bu sendika bir iç eleştiri mekanizmasına sahip değilse. İşverence davranıp kendisini eleştirenleri uzaklaştırıyorsa. Tasfiye ediyor, uzlaşmıyorsa. Gökkuşağı gibi kendi içinden çıkmış bir grupla bile konsensüs kuramıyorsa. Eleştirileri düşman yaratıp provoke ederek savuruyorsa. Kendine yeni bir benlik yaratıp 70’lerin Atilay Ayçin’ini hiç hatırlamıyorsa? Sendikasızlaştırılan uçuş ekiplerinin sendikaya üye edilmeleri, o işyeri temsilcilik odaları bizzat dişe diş mücadeleyle sağlandı. Türkiye’nin gelmiş geçmiş en büyük sendika lideri İsmet Demir, sendikacılık adına bahşedilenler ancak bir araçtır derdi. ‘Yapı İş Sendikası günü geldiğinde binalara sığmaz. Günü geldiğinde bir klasöre girer. Olanaklar sonuna kadar kullanılmak içindir. Güç yürektedir’ derdi. Hava- İş Sendikası iktidarın meydan okumasını görüp, mal varlığını ve tüm olanaklarını dişe diş bir mücadeleye hazırlanıyor mu? Topyekun siperden başlayabilecek mi? Yoksa gittiği yere kadar. Bu iktidarda bir gün gider. Ben neler gördüm deyip kuluçkaya mı yatacak? İşe iade konusunda ciddi bir harekâta girişmeyi, gözü kesmiyorsa, yani geçmişte yaptığı hataları yineleyip zaman kazanıyorsa, ‘elimden geleni yaptım’larla ömür boyu da iktidar olur. Sakın ağaca bu sarı yaprağı yapıştıran bizzat kapitalizmin eli olmasın? Düştüğünde kaçacağı bir rögar bile olmayacak. (*)1974'de girdiği THY'den, 1990’ların Hava-İş grevinden sonra iş yeri temsilcisi ve uluslararası ilişkiler sorumlusu iken ilk sırada atıldı. Sol Defter’de yayınlanan yazısını kısaltarak aktarıyoruz.

tiyor. Sendika neden sürecin başında avukatlık ücretlerini karşılamadı, bu soruyu sormak gerekir. Sendikasız bir işyerinde elbette mahkeme masraflarını işçiler karşılayacaklardır. Bu tür durumlarda dayanışma ile işçilere fazla yük bindirmeden nasıl mücadele etmek gerekir, bunu tartışmak gerekir. İşçilere patron bir tekme vurmuş, bir de onların hakları için mücadele ettiğini söyleyen hukukçular vurursa vay halimize! İşçilerin hukuki dayanışmaya ihtiyacı var Yine THY’de örnek vereceğim. Sendika avukatı yüzde 10 avukatlık ücreti istediğinde buna karşı 29 Mayıs Birliği’nin davalarına ÇHD bir ekip oluşturarak atılan işçilerin davalarına bakacaklarını ilan ettiler. Davayı kazanmaları halinde işçilerin cebinden beş kuruş çıkmayacak.

Bu tutum üzerine sendika da belli bir süre sonra “dava ücretlerini sendika karşılayacak” demek zorunda kaldı. Hey Tekstil işçilerin nasıl ki direnişi sürdürmek için dayanışmaya ihtiyacı var ise, hukuksal olarak da dayanışmaya ihtiyacı vardır. Hey Tekstil işçilerinin avukatı aynı zamanda Emek Partisi’nden. Bu konulara daha duyarlı olması beklenir. Avukatlık ücreti için sözleşme yapması değil. Avukat dava açmak için 500 TL alıyor. Kendi avukatlık ücreti için ise işçilere bir sözleşme imzalatıyor. Bu sözleşme neden yapılıyor? Varsayalım işçiler davayı kazandılar, alacaklarının tahsili konusunda bir muhatap bulamadılar. Bu durumda Hey Tekstli direnişçilerinden alacağını tahsil etmek için mi yapıldı? Buna neden gerek duyuldu, merak konusu.

13


İşçilerin Sesi

SENDİKA BÜROKRASİSİ NEDEN ŞİKÂYETÇİ? TekGıda-İş Sendikası Genel Başkanı Mustafa Türkel ile Yönetim Kurulu üyeleri Mecit Amaç, Mehmet Karataş, Recep Ali Çelik, Mustafa Akyürek tarafından, gazetemiz eski sorumlu müdürü Canan Mengüloğul hakkında “suç duyurusu”nda bulunulmuştu. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı ise 03.08.2012 tarihinde “kovuşturmaya yer olmadığına” karar verdi. TekGıda-İş Sendikası’nın kastlaşmış bürokrasisinin 14.10.2011 ve 21.11.2011 tarihli şikâyetlerinde, “Sendikanın 1011 Eylül 2011 tarihli 14. Olağan Genel Kurulu’nu gerçekleştirdiği, bu genel kuruldan önce 8 sayfalık bir metnin sendikanın Adana, Ankara, Balıkesir, Bursa, Diyarbakır, Eskişehir, İstanbul, İzmir, Samsun, Ordu, Rize ve Trabzon’da faaliyet gösteren tüm şubeleri ile Gaziantep, Nevşehir, Antalya, Çanakkale il temsilciliklerine kargo yolu ile gönderildiğini, gönderilen 8 sayfalık metinde Genel Merkez yönetimi ve müştekilere yönelik asılsız ithamlarla suçlamalarda bulunulduğu, yazılanların iftira ve hakaret kapsamında olduğu” belirtilmişti.

Sendika Bürokrasisinin İcraatları: Asılsız olduğunu ve hakaret içerdiğini iddia ettikleri metinde, daha önce altı sendika üyesi tarafından TekGıda-İş Sendikası yönetimi hakkında suç duyurusunda bulunulan ve yargıya taşınan konular yer alıyordu. Bu konular, kovuşturmaya yer olmadığına dair kararda şöyle özetleniyor: “Genel Başkan Mustafa Türkel ve Genel Merkez Yönetim Kurulu’nun gizli bir gündemle ortak hareket ettikleri ve amaçlarının rant ve saltanat olduğu, bu sistemi hayata geçirmek için sahtekarlık ve hile yapıldığı, şubelerin üye sayıları ve şube yöneticilerinin sarflarının usulsüz olarak onaylandığı, bölge yönetimlerinin kapatılması süreçlerinde hile yapıldığı, içki sofralarında sendikaya danışmanlar atandığı, genel merkez yöneticilerinin sendikayı ailesine ve yakınlarına iş kapısı yaptığı, ÇAYKUR, TEKEL ve YÖRSAN örgütlenmelerinde hibe adı altında harcamalar yapıldığı, bu harcamaların usulsüz faturalarla kapatılmaya çalışıldığı, 10 trilyon liranın ÇAYKUR, TEKEL, YÖRSAN ve diğer örgütlenmelerde kulla-

nılmış gibi gösterildiği, genel merkez yönetiminin hileli tüzük değişiklikleri ve usulsüz harcamalar ile kendi saltanatını kurduğu, bu saltanata göz yumulursa pastadan pay almaya devam edileceği…” Yine hatırlanılacağı üzere, bu konuların büyük bir bölümü TekGıda-İş Sendikası 14. Olağan Genel Kurulu’nda yönetime aday olan İstanbul Avrupa Yakası Şube Başkanı Muzaffer Dilek tarafından dile getirilmiş ve Muzaffer Dilek bu nedenle “kara liste”ye alınarak aforoz edilmişti. Demokratik Ve Şeffaf Bir Sendika: Gazetemiz eski sorumlu müdürü Canan arkadaşımızın, çağırıldığı savcılıkta dile getirdikleri ise kararda şu şekilde özetlenmiş; “Sendikal mücadelenin doğru, demokratik ve şeffaf bir şekilde yapılmadığını düşündüğünü, kendisi gibi düşünen arkadaşları ile demokratik sendika isimli bir platform oluşturduklarını, bu platform vasıtasıyla sendikaları, sendikal faaliyetleri takip ettiklerini, TekGıda-İş Sendikası’nın kongresinin bulunması nedeniyle bu sendikaya yönelik eleştirilerini içeren söz konusu metni gönderdiğini, 8 say-

falık metin olarak incelendiğinde demokratik eleştiri hakkını kapsadığını, kimseye hakaret etme kastıyla hareket etmediğini, bu sebeple atılı suçlamayı kabul etmediğini savunmuştur...” Netice olarak; “Şikayete konu ve suç oluşturduğu iddia olunan, şüpheli tarafından gönderilen metin incelendiğinde; zaman zaman sert ve zorlayıcı ithamları da kapsıyor ise de, bütün olarak hakaret ve iftira suçlarının unsurlarını taşımadığı, bu sebeple şüphelinin üzerine atılı suçun yasal unsurlarının oluşmadığı anlaşılmıştır” denilen kararda, TekGıda-İş Sendikası yöneticilerine yönelik bir uyarı notu da dikkat çekiyor; “Kendilerine yönelik kabullenilmesi zor dahi olsa aleyhlerine olan düşünce ve açıklamalara, eleştiri ve ithamlara da gerekli hoş görüyü gösterme zorunlulukları bulunmaktadır…” Sendika bürokrasisinin, kurulu düzenlerine karşı çıkılmasından şikâyetçi olduklarını biliyoruz. Onlar da bizim demokratik ve şeffaf bir sendika için mücadele ettiğimizi biliyor ve saldırıyorlar. Yaşasın işçilerin alın aklığı kardeşliği! İşçilerin Sesi/Haber

FABRİKALARDAN... İŞYERLERİNDEN...FABRİKALARDAN... İŞYERLERİNDEN...FABRİKALARDAN... İŞYERLERİNDEN... METAL

Tutanak neye hizmet ediyor? İşçilere gözdağı vermek isteyen idare, bir işçiye geç kaldığı bahanesiyle tutanak tuttu. Bunu ilk defa yapmıyorlar. Tutanak tutulmasının gerekçesi olarak “işe geç kalmanın diğer işçilere kötü örnek olması” gösterildi. Böylece 5-10 dakikalık gecikmeler bile kasıtlı davranış olarak gösteriliyor. Tutanak yiyen işçinin morali bozuluyor, çıkış tehlikesi altında olduğunu düşünüyor. Diğer işçiler de bundan etkileniyorlar. Tutanak işte buna hizmet ediyor. Patron üretimin kolayını buldu, Çin’den hazır mal getiriyor. Gelen ürünler fabrikada paketleniyor ve etiketleniyor. Ardından da burada üretilmiş gibi piyasaya sürülüyor. Çin mallarının kalitesiz olduğu bilindiğinden tüketicilere piyasanın altında bir fiyatla satmak mümkün oluyor. Patron bu ambalaj dümeniyle, kalitesiz ürünleri daha yüksek fiyatla piyasaya vermiş oluyor. Üretimden de

14

kaçtığı için, işçilik maliyetinden, imalatın zorluklarından kurtulmuş oluyor. Daha birkaç ay önce, işyerine gelen yerel politikacılarla birlikte yaptığı toplantıda, yaptıkları üretim ile “ekonomiyi büyütüyoruz” diye övünüyordu. Yaptıkları ithalatı büyütmek! Buna karşılık işçilerin ücretleri yerinde sayıyor. (L. Demir)

Taşeron üretime de girmiş Metal işkolunda faaliyet gösteren 300 kişilik bir işyerinde yeni işe başladım. Fabrikanın asıl işçilerinin yanı sıra taşeron olarak çalıştırılan işçiler de var. Bu iki grup işçi arasında ücret ve sosyal haklar bakımından farklar var. Kadrolu olmanın bir güvencesi olmadığı gibi, idarenin dayatmaları karşısında da bir karşılığı yok. Zorunlu mesai karşısında “hayır” diyen işçi, “gözden düşersin, zam alamazsın” diye korkutulmaya çalışılıyor. Tehlikeli işkollarına giren bir alanda üretim yapılmasına karşın, iş güvenliği ve işçi sağlığı kuralları uygulanmıyor. İş kazaları için küçük bir sağlık çantası bulunduruluyor, işe

başlatırken doktor kontrolünden geçiliyor ama bir daha doktoru gören olmuyor. Yaşanan haksızlıklar karşısında genç bir işçi olarak isyan etmemek mümkün değil. Neler yapılabileceğine dair bilgi almak için, bölgede faaliyet yürüten bir işçi derneği ile temasa geçtim, deneyimli işçilerle görüştüm. Durumu değerlendirdik, önümüzdeki dönemde neler yapılması gerektiğine dair konuştuk. Bilinçli hareket etmek için hazırlık ve eğitimin şart olduğunu gördüm. (Bir işçiyle görüşme) PLASTİK

Karar almak kolay uygulamak zor! Aylardır cumartesi mesaileri kalkmıştı. Ücretlerin düşük olmasından dolayı mesailerin kalkması işçiler arasında tepki çekmişti. Bir grup işçi (kalifiye olmalarına dayanarak) işyerindeki çalışma düzenini (12 saatlik vardiyalı) değiştirecek kadar idareye tavır almışlardı. İdare birdenbire cumartesi mesailerini yeniden başlattı. Bazı işçiler bu zorunlu mesaiyi

karşı direniş gösterdi. Şefler de tutanak silahına başvurdular. Tutanaklar, “Habersiz ve izinsiz bir şekilde işyerine gelinmedi” gerekçesiyle tutuluyor. Tutanaklarda cumartesi günü gelindiği belirtilmiyor, böylece işçi iş günü işe gelmemiş gibi gösterilmek isteniyor. Bu işçiler, “Haftalık çalışma saatinin 45 saat olarak idare tarafından daha önce açıklandığı” gerekçesini öne çıkartarak ve cumartesi günü gelip gelmemenin kişisel tercihleri oldukların söyleyerek kendilerini savunuyorlar. Bu karşı koyuş nedeniyle idare cumartesi zorunlu mesailerinden beklediği üretimi gerçekleştiremiyor. Karar almak ile uygulamak arasında fark vardır, işçi son sözünü söylemeden konuşmak, patron için hayal kırıklığı oldu. Zorunlu mesai dayatmasını yanı sıra, işçiler bir de farklı bölümlerde çalışmaya zorlanıyorlar. İşçiler bu değişikliği istemedikleri için verilen “geçici görev” kağıtlarını da imzalamıyorlar. İdarecilerin baskıları sonucunda farklı bölümlerde çalışmak zorunda kalan işçiler böylece, “ben imzalamıyorum, sen zorla gönderiyorsun” diyerek idarecileri zor du-


İşçilerin Sesi

Hem PATRONA HEM SENDİKA BÜROKRASİSİNE KARŞI

ELİT İŞÇİLERİ ACI ÇİKOLATAYI YEMEYECEK Elit işçisi yıllardır patron ve sendika genel merkezi tarafından hak gaspına uğradı B. UMUTCAN

Elit çikolata fabrikası, çikolata üreterek insanların ağzını tatlandırıyor. Ama aynı şeyleri çalıştırdığı işçiler için söyleyemeyiz. İşyerinde Tekgıdaİş Sendikası örgütlü. Sendika toplu sözleşme imzalayacak kadar işçiyi sendikalı bırakılıyor. Diğer işçiler hem sendikasız hem de asgari ücret ile çalıştırılıyor. İşçiler, sendikacıların hiçbir zaman işyerine gelmediklerini, sorunlarını dinlemek için çaba harcamadıklarını dile getiriyorlar. Bu işyeri, işçilerin yarısının sendikalı yarısının sendikasız olduğu nadir yerlerden. Acaba neden? İşçilere sendikanın, sendikasız işçileri örgütleme gibi bir niyetinin olup olmadığını sorduğumuzda ise, “işyerine geldikleri mi var ki işçileri örgütlesinler. Hatta işyerinde kimin sendikalı olacağına sendika değil, iş-

yeri yönetimi karar veriyor,” diyorlar. Patron- sendikacı ilişkisi bu işyerinde iyice ayyuka çıkmış durumda. Elit işçisi yıllardır patron ve sendika genel merkezi tarafından hak gaspına uğradı. Yukarıda da belirttiğimiz gibi sözleşmede fazla mesai ücretleri yüzde 100 olarak bağıtlanmasına rağmen patron yıllardır işçilere yüzde 50 üzerinden ödeme yapıyor. Atılan işçilerden birinin bu hak gaspını mahkemeye taşıması, diğer işçilere de cesaret vermesi açısından bir ilk adım oldu. Bunun üzerine işçiler sessiz kalmanın patron-sendika işbirliğine yaradığını anlayan, artık sessiz kalmamak gerektiğine karar veren işçiler hem Kasımpaşa hem de Esenyurt fabrikasında örgütlenmeye başladılar. Bu süreçte tekrar sendika genel merkezine giden işçiler bir defa daha sorunlarını anlatmak ve geriye dönük fazla mesai ücretlerinin

ödenmesi konusunda baskı yaptılar. İşçiler işyerine gittiklerinde hemen yönetime çağrıldılar. Sendikadan umduklarını bulamayan işçiler kendi aralarındaki örgütlülüğü her geçen gün daha da büyüttüklerini ve haklarını alana kadar hem hukuksal hem de yasalardan doğan haklarını kullanmaktan çekinmeyeceklerini belirtiyorlar. Atılan işçinin dava açması hem patronu hem de sendikayı panikletti. Bunun üzerine patron ve sendika yaşanan hukuksuzluğu ve ihaneti gizlemek adına geriye dönük evrak hazırladılar. Hazırlanan protokolleri şube başkanı imzalamayınca bunun üzerine çaresiz kalan genel merkez yöneticileri, patronu işçilerin alacağından kurtarmak adına sahte belgeler imzalayarak kurtarmaya çalıştılar. İşçilerin toplantı yaptığını duyan patron, işçilerin toplantılarına

bir süre ara vermelerini istedi. Patron Elit fabrikasının Genel Merkeze bağlı olduğunu unutmuş olmalı ki Mustafa Türkel’i arayacağına Avrupa Yakası Şube Başkanını aramış! Elit işçisinin sendikalı olmasının kendisine bir iş güvencesi sağlamadığı ortada. İşçi hareketinin sözcülüğüne soyunan, bugünün ihanetçi sendikal anlayışını yıkacak olan güç, işçilerin tabandan gelen örgütlü gücüyle açığa çıkacak. Bunun başka bir yolu yok. Yarın mahkemede patron-sendika işbirliğiyle hazırlanmış protokollerin sahte olduğu ortaya çıkarsa, bu durumda sendika bürokrasisinin pişkinlik yapacağını biliyoruz. Ama bu sendikal anlayışları destekleyenler, sendikal bürokrasi gibi pişkinlik mi yapacaklar, yoksa özeleştiri mi verecekler? İşçi hareketinin filizlenmesi bu yapılacak tercihlere bağlı. Herkesin safını netleştirme zamanı.

FABRİKALARDAN... İŞYERLERİNDEN...FABRİKALARDAN... İŞYERLERİNDEN...FABRİKALARDAN... İŞYERLERİNDEN... rumda bırakıyorlar. Hakkını aramak için tavır almaktan başka bir yol işçiler için gözükmüyor. (L.Ogün) TEKSTİL

İzin hakkını almasını bildik! İşyerinde senelik izinler zaten sıkıntılı alınmış, listeler asılmış, herkes kendini izne göre ayarlamıştı. İzinlerin başlamasına iki gün kala dikimhane şefi panodan listeleri kaldırdı. İzinler iptal edilmiş. İşçiler bu olaya çok tepki gösterdiler. Paydos bitimde bu duruma ilişkin açıklama yapılmasını istediler. Şef, ''Önümüzdeki hafta ağır modeller var, dışarıda dikilemez, patron böyle uygun gördü, izinlere bayramdan sonra aynı şekilde listeye uyularak çıkılacak, izine çıkarmamak patronun yasal hakkıdır” dedi. İşçiler servislerde “bu izinler mutlaka düzeltilmeli, gerekirse tazminatları yakarız ama izine çıkarız” dediler. Bazı işçiler ise “artık biz de mesaiye kalmayız bu da bizim yasal hakkımız” diyerek tepki gösterdi-

ler. Cumartesi mesaiye kalmamayı organize etmek için cuma günü işçilerle konuşma kararı alındı. Cuma günü namaza giden işçiler o gün gitmediler, acil izine çıkması gereken işçiler yeniden tespit edilip 50 kişilik listeyi 25 kişiye indirip, patronla bu arkadaşların izine çıkmasını konuşmak istediler. Patron görüşmek istememiş, “izinlerin iptal emri kesinmiş”. İşçiler öğlen paydosunda işbaşı yapmadan şefle son bir kere daha konuşmak istediler. Şef ''fabrika dışındayım siz işbaşı yapın, biraz geç geleceğim” demiş. Tabi kimse işbaşı yapmayınca yalakalar hemen haber uçurdu. Şef beş dakikaya geldi. Gelişinde barut gibiydi, “neden işbaşı yapmadınız?” diye bol bol fırça attı. İşçiler “izne çıkmakta kararlı olduklarını, yeni liste hazırladıklarını, bu işten dönüş yok” mesajını verince, şef onaylamak zorunda kaldı. İşçi temsilcisini odasına çağırdı, konuşma sonrası 25 kişilik liste 40 kişiye çıktı. İlk grup 14 gün izin kullanacak, ikinci grup 10 gün kullanacak. Bayram tatili ile 14 gün olacak. Dört günlük ücretleri ödenecek açıkla-

ması yapıldı. İşçi kararlı oldu mu istediğini alabiliyormuş. İşçiler bunun farkına vardılar, yeter ki örgütlü olalım. (M. Araslı) GIDA

Ücretsiz izin yasadışıdır! Yıllık izinlerimizi kışın zorunlu olarak kullanmak zorunda bırakılmıştık. Yazın ise ücretsiz izine çıkardılar. Her sene işler bayramlarda çok yoğun oluyordu. Bu yıl da olacak diye patron önlemini kıştan aldı. Ama istediği gibi satış olmayınca, sezon durgun geçti. Bu sefer de yine işine geldiği gibi davranıp, bayram tatiliyle beraber üç günde ücretsiz izine çıkardı. İçerde izin hakkı olan işçiler ses çıkarmadı. Sadece bir kaç işçi müdürle “ücretlerimizin kesilmesini istemiyoruz” diye konuştu, o da “iş yok daha iyi tatil yaparsınız” diye geçiştirdi. Müdür de biliyor parasız tatilin olmayacağını ama işine geldiği gibi davranıyor. Bayram tatiline girmeden bir gün önce üç işçi işten çıkartıldı. İki

işçinin bir yıllık kıdemi vardı, biri de askerden öncede burada çalışmıştı. İşten çıkartılma bahanesi olarak iki işçinin mesaiye kalmaması, diğer işçinin ise paydos saatine 10 dakika kala dışarıda sigara içerken görülmüş olması gösterildi. Patronun gerçek amacı ne bilmiyoruz ama yılbaşında mesaiye kalmak için kağıt imzalattılar. Dört kadın işçi imzalamamıştı, bu işçiler mesaiye kalmamaya devam ediyorlardı. Mesai gerekçesi doğru olsa bu işçilerin çıkartılması beklenirdi. Bu çıkışlara işçiler bir anlam veremediler. Patron kafasına koyduğunu yapıyor. Panoya yazı asmışlar Eylül ayından itibaren ihtar alana ikramiye verilmeyecekmiş. Bayramlarda yarım maaş ikramiye veriliyordu onu da kaldıracaklar. Bahane arıyorlar, en ufak sorunda ihtar verip ikramiyeyi iç edecekler. Patron işçiye para vermemek için aklında 40 tilki dolandırdığı belli. Yapılan bu haksızlıklara işçiler bireysel tepki veriyor. Bireysel tepki patrona geri adım attırmaz, birlikte hareket edersek o zaman hakkımızı alırız. (G. Kemerli)

15


6-7 EYLÜL VAHŞETİ

DERİN DEVLETİN SIĞ YÜZÜ Halkları birbirine kırdırtmaya çalışan işbirlikçilere karşı kanlı tarihter dersler alınarak halkların barış istediği bugün daha yüksek sesle haykırılmalıdır Murat NAZIM

6 Eylül 1955’te radyodan Atatürk’ün Selanik’teki evine bomba atıldığı haberi duyuruldu. İstanbul Ekspres gazetesinin iki ayrı baskısıyla haber tüm şehre kısa sürede yayıldı. Günlerdir bu haberi bekleyen Kıbrıs Türktür Cemiyeti (KTC) olayın duyulmasıyla beraber Taksim’de bir miting düzenledi. Mitingin ardından ise, ellerinde gayrimüslimlere ait ev ve işyerlerinin listeleri bulunan KTC militanlarının önderliğindeki kalabalık, İstiklal caddesinden başlayarak gayrimüslimlere ait işyerlerine saldırdı. Dükkânların camları kırılarak içerdeki eşyalar talan edilmeye başlandı. Zorla girilen evlerde eşyalar yağmalandı. Kadınlara tecavüz edildi. Devlet ise yaşanan vahşeti görmezden geliyordu. Başbakan ve cumhurbaşkanını taşıyan konvoy olaylar sırasında yağma altındaki Taksim’den geçti. Fakat devletin en üstünde yer alan iki yönetici Ankara’ya dönmekte bir sakınca görmedi. Resmi rakamlar İstanbul ve İzmir’de 4214 ev, 1004 işyeri, 73 kilise, 2 manastır, 1 sinagog, 26 okulun saldırıya uğradığını belirtse de gerçek sayının bundan çok daha fazla olduğu aşikardı. Ayrıca aralarında din görevlilerin bulunduğu ondan fazla insan yaşamından oldu. Balıklı hastanesi başhekiminin ifadesine göre 60 kadın tecavüz nedeniyle tedavi görmüştü. Planlı ve organize ekiplerin liderleri yağmacı güruhu insanların canına zarar vermemeleri konusunda uyarsa da olaylar tertipleyenlerin kontrolünden çıkmıştı. İki gün boyunca aralıksız devam eden vahşetin ardından sıkıyönetim ilan edildi. Atatürk’ün Selanik’teki evi Türkiye konsolosluğu ile aynı binada bulunuyordu. Sadece camların kırılmasına yol açan bomba, binanın dışından değil içinden atılmıştı. Olayı tertipleyen Oktay Engin isimli şahıs dönemin istihbarat örgütü olan MAH üyesiydi. Kısa süre hapis yattıktan sonra devletin iyi çocukları arasında yerini alacak, valilik gibi görevlerle devlete hizmetlerini sunmaya devam edecekti. Olayları örgütleyen KTC ise henüz bir yılını doldurmuş bir dernekti. Ancak derneğin kurucularının hükümetle sıkı ilişkileri bulunuyor, dernek yöneticileri başbakan Adnan Menderes tarafından bizzat ağırlanıyordu. 6-7 Eylül olayları-

nın üzerinden yıllar geçtikten sonra eski Özel Harp Dairesi başkanı Sabri Yirmibeşoğlu yaşanan vahşetin “mükemmel bir özel harp operasyonu” olduğunu kendisiyle yapılan bir röportajda övünçle itiraf edecekti. Uluslararası kamuoyunun tepkisi Demokrat Parti hükümetini yaşananlar karşısında çaresiz bırakmış, çareyi komünistleri suçlamakta bulmuştu. Yaşananların “komünist komplosu” olduğu dışında başka yayınlar yapmak yasaklanmış ve ülkedeki tescilli komünistlerin neredeyse hepsi tutuklanmıştı. TC ve GAYRİMÜSLİM AZINLIK Birçok farklı etnisitenin meydana getirdiği Osmanlı’nın mirası üzerine oturan İttihatçılar hayallerinde ki ulus devleti kurmak için epey geç kalmıştı. Bu sorunu da burada yaşayan halkları Türkleştirerek, katlederek ya da sürerek gidermek niyetindeydiler. Daha 1. Dünya Savaşı sırasında Anadolu’nun kadim halklarından olan Ermeniler tehcirle karşı karşıya kaldı. Birçok kaynağa göre bir milyonun üzerinde insan hayatını kaybetti. Cumhuriyet ise azınlık yurttaşlara uluslararası teminatlara rağmen elinden gelen zorbalığı göstermeye devam etti. Varlık vergisi, iskan kanunu, mübadele gibi yasalarla canlarından bezdirilen gayrimüslimler nihayet 6-7 Eylül şiddetinin yarattığı travmayla hızlı bir şekilde göçe zorlandı. Kıbrıs’ta yaşanılan kriz 6-7 Eylül olaylarının başlamasına vesile olsa da gayrimüslimlerin yaşadıkları şiddetin nedenleri daha eskilerde, on yıllardır devletin sürdürdüğü politikada yatmaktadır. Homojen bir ulus devlet yaratma amacıyla palazlandırılan Türk- Müslüman burjuvazisi, gayrimüslimleri ekonomik alandan tasfiye etmek iste-

mektedir. Bunun için ise yoksul kitleleri kışkırtmaktan geri durmayacaktır. Gayrimüslim azınlıklar çeyrek asır süren CHP’nin tek parti diktatörlüğünde yaşadıkları baskılardan sonra Demokrat Parti iktidarına umutla bakmaktaydılar. İktidarının ilk yıllarında gayrimüslim yurttaşlara CHP’ye nazaran olumlu yaklaşan DP, karşısına çıkan ilk sorunda aynı devlet geleneğini sürdürmekten çekinmemiş, 6-7 Eylül tarihini Türkiye Cumhuriyeti’nin kara sayfalarına eklemiştir. Bugün AKP hükümeti de emperyalist taşeronluk için komşu Suriye ile savaşmaya oldukça heveslidir. İktidara geldiğinde komşularla sıfır sorun sloganıyla Suriye diktatörü Esad’la sıkı dostluk kuran başbakan, şimdilerde ABD emperyalizminin sözcülüğünü yaparak Esad’ın kellesini istemektedir. Aynı ortak kaderi paylaştığımız, akrabalıklar kurduğumuz Suriye halkıyla düşmanlık geliştirebilmek adına Alevi- Sünni ayırımı gündeme getirilmiştir. Suriye’de ki Sünni çoğunluğun Alevilerin boyunduruğu altında yaşadığına dair yayınlar yapılmıştır. Bu yayınların ardından önce Malatya’da ramazan davulcusuyla Alevi ailenin kavgasıyla başlayan olaylar Alevi yurttaşları tehditle devam etmiştir. Geçtiğimiz günlerde ise Kartal’da 15 Alevi ailenin evlerinin işaretlenmesi ve Pir Sultan Abdal Kültür Derneği’nin kundaklanmaya çalışılması, Cumhuriyet tarihi boyunca tertiplenen Alevi katliamlarının yanı sıra akıllara yeniden 6-7 Eylül vahşetini getirmektedir. Emperyalist savaş karşılığında alacakları kırıntılardan Türkiye egemenlerinin iştahı kabarmaktadır. Halkları birbirine kırdırtmaya çalışan işbirlikçilere karşı kanlı tarihten dersler alınarak halkların kardeş olduğu ve barış istediği bugün daha yüksek sesle haykırılmalıdır.

İşçi Sınıfının Kurtuluşu Kendi Eseri Olacaktır İşçilerin Sesi - Aylık Süreli Siyasi Yayın - Tarih: Eylül 2012 Sayı: 6 Baskı: Yön Matbaacılık Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi B Blok No: 366 Topkapı - İstanbul Tel: 0212 544 66 34 Sahibi: KCS Yayınevi Kemal C. Sarıoğlu Sorumlu Müdür: Songül Yarar Dede Adres: Söğütlüçeşme Cad. Tulumbacı Asım Sok. Korular İş Hanı No: 48 Kadıköy - İstanbul Web: iscilerinsesi.org e-mail: iscilerinsesi@gmail.com


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.