Eylul 2013

Page 1

AKP’nin Mısır sendromu

Emperyalist savaşa hayır

Mısır’da Müslümanlara yapılan zulümden bahsedip, Rojava’daki katliamlarına sessiz kalmak AKP’nin cevap veremeyeceği olgulardır. Mustafa EKER > 9

Özgürlük ve demokrasinin Orta Doğu’ya emperyalist devletlerin savaş uçaklarıyla, kara harekatlarıyla gelmeyeceğini bilecek kadar çok örnek gördük. > 8

İşçilerin Sesi İşçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır

ISSN: 2147-1568

Eylül 2013 / Sayı 18 Fiyatı: 1.5 TL

Kıdem tazminatıma dokunma Önümüzdeki günlerde uluslararası

ilişkiler bakımından tökezleyen ve kırılgan hale gelen ülkelerden (Mısır ve Ortadoğu’dan) geri dönecek büyük sermayenin, azalan karlarını güvence altına almanın onlar için tek yolu, işçi sınıfının kazanılmış haklarının ellerinden alıp, kemer sıkma kararlarını dayatmaktır. Kıdem tazminatı üzerindeki işverenin yükümlülüğünü kaldırmak isteyen hükümet, kıdem tazminatının fona devredilmesini yasalaştırmak istiyor. Böylesine büyük bir saldırı için işçi sınıfının ikna edilmesi gerekiyor ki, bu noktada hükümet ve sermaye medyası iki şeyi öne çıkartabilir. Birincisi, ekonomik kriz; diğeri savaş. Her iki gerekçe de işçilerden fedakarlık istemeye bahane edilebilir. Seyfi ADALI > 1 1

Tekstil işçileri 1972 yılında topluca greve gitmişlerdi. 41 yıl sonra ikinci kez topluca greve çıktılar.

‘Eylül’ korkusunun ecele faydası yok! Tayyip Erdoğan’ın kurmaca “Eylül Sendromu”nun gerçek olması için çalışmalıyız. Gezi İsyanının başlattığı “ayağa kalkma” günlerini fabrikalara taşıyarak işçi sınıfının hak kayıplarını geri almak üzere mücadeleye katılmalıyız.

Memur-Sen emekçiyi krize teslim etti Brüt 175 liralık zamma canı

gönülden ‘evet’ diyen Memur-Sen, bir gün önce hükümetin 3+3 zam teklifini kabul etse kamu emekçisi daha yüksek maaş alacaktı. Hâlbuki hükümetin, verdiği 2014 için yüzde 3+3, toplamda yüzde 6,1 oranında zam teklifine, Memur-Sen, “bu teklifin kabul edilemez” diye yanıtlamıştı. 20142015 toplusözleşme görüşmelerinde hükümetin teklifinin bile altında bir sözleşmeye imza atan Memur-Sen işyerlerinde daha sık eleştirilecektir. Memur Sen’in ihanetinin boyutları, önümüzde iki yılda patlayacak ekonomik krizle birlikte kolaylıkla görülecektir. Kaya İLHAN > 13

İçte ve dışta sermaye ve büyük devletler

Paranoya, hükümete yönelik tehdit algısı

zemininde itibar kaybeden hükümetin, “en iyi savunma saldırıdır” demek için bulduğu “Eylül’de gelecekler” söylemi ve yaratmak istediği “tehdit algısı” yavaş yavaş gerçeklik halini almaya başladı. Tayyip Erdoğan kendi söylediğine kendi inanıyor ve yarattığı heyulanın peşine takılmış gidiyor. Bizce de bir sakıncası yok!

ve dışta ve içte yalnızlık hali, Tayyip Erdoğan hükümetinin geleceğini daha da baskıcı ve otoriter yönde şekillendirecektir. Bu nedenle futbol sahalarına, seyirciye konan siyasi yasaklardan, parklarda çadır kurma yasağına kadar bir dizi “önlem” üst üste getirildi. Sahalardaki önlemler 34. dakikada tuzla buz oldu.

Gezi ruhu AKP hükümetinin tepesinde dolaşmaya devam ediyor. Yeni olan, 11 yıllık AKP iktidarına destek veren sendikal bürokrasinin son atağıdır. Yıllardır işçi haklarından verdikleri tavizleri geri almak üzere “grev”lere başvuruyorlar. Bürokrasinin niyeti ne olursa olsun, “grev”ler AKP iktidarı için yeni bir kırılma noktası, yeni bir dönemin işareti olabilir. İŞÇİLERİN SÖZÜ > 2

Gezi yeni bir ‘16 Haziran’ direnişidir Toplumsal muhalefetin ülke tarihindeki en kitlesel ve militan eylemleri olarak değerlendirilebilecek bu iki olayın ciddi benzerlikler taşıdığı görülebilir. Her iki olay da kendiliğindendir:

Her iki eylem de işçi sınıfı eylemidir:

Toplumun siyasi bakışı değişmiştir:

15-16 Haziran’da eylemci işçiler, birkaç saatliğine de olsa, devletin otoritesini kırarak, İstanbul’a egemen oldular. Gezi Olayında ise yine, parktaki ağaçların sökülmesine karşı çıkan bir avuç insana uygulanan yoğun devlet şiddeti, çeşitli eğilimlerden toplumsal muhalefeti sokağa döktü.

16 Haziran’ın bu özelliği tartışmasızdır. Gezi’nin esas kitlesini de, eyleme hangi kimlikle katılırlarsa katılsınlar, işçiler oluşturmuştur. Taksim’deki fiili hâkimiyet süresince, gündüzleri birkaç bin olan kitlenin mesai saati bitince on binlerin meydanı doldurması bunun en somut kanıtıdır.

16 Haziran’dan önce, işçi sınıfına önemli bir rol biçmeyen siyasetçiler, bu direnişle birlikte sınıfın gücünü görmüşlerdir. Gezi Olayı ise, başta “beyaz yakalılar” olmak üzere, güvencesiz ve düzensiz işlerde çalışan işçilerin nasıl önemli bir siyasi aktör olabileceğini göstermiştir. Aykut ÖZER > 4


2

İŞÇİLERİN SÖZÜ

İşçilerin Sesi

Eylül 2013/18

Biz kimiz? Ne istiyoruz? Ne için mücadele ediyoruz? Bugün dünyaya egemen olan anlayış sömürücü, ırkçı, gerici, baskıcı ve cinsiyetçi zorbalığa dayanıyor. Kapitalizm insanlık için son çıkış yolu olamaz. İnsanlığın kurtuluşu, sömürü ve baskıdan; ayrımcılıktan uzak yeni bir toplum olmalı, bu da komünizmdir. Rusya'da 1917 Ekim İşçi Devriminden kısa bir süre sonra, Doğu Avrupa, Çin ve Küba'da daha en başından itibaren "işçi sınıfı" ve "komünizm" adına yaşananlar, işçi sınıfının çıkarlarından uzak, bürokratik ve yozlaşmış rejim deneyimleri olmuştur. Bu rejimlerle "işçi demokrasisinin" ve "komünizmin" doğrudan ilgisi yoktur. Komünizm, işçi sınıfı ideolojisidir; onun tarafından ve dünya seviyesinde inşa edilebilir. İşçilerin Sesi Gazetesi, insanlığın kurtuluşu olan komünizmi, kadın ve erkeklerin her türlü sömürü, ezme-ezilme ilişkisinden; ayrımcı uygulamadan, yabancılaşmadan kurtuluşu olarak anlar. Kürt ulusunun kendi kaderlerini tayin hakkını savunur. İşçilerin Sesi Gazetesi, kapitalistlerin kârı uğruna işçilerin sömürülmesine hizmet eden tüm kurumlara burjuva devlete, meclise, mahkemelere, orduya ve polise karşı tutum alır. İşçilerin Sesi Gazetesi, sendikaların devletten ve sermayeden bağımsız, demokratik, şeffaf olmalarını savunur. İşçilere ihanet eden sendika bürokratlarına karşı mücadele eder. Sendikaların yeniden ve tabandan gelişecek işçi hareketi eliyle birer işçilerin öz örgütü haline gelmesi için çalışır. İşçilerin Sesi Gazetesi, işçi sınıfının ekonomik ve demokratik hakları gibi, siyasi hakları ve iktidarı için de mücadeleyi zorunlu sayar. Tüm işçilerin, emekçilerin, yoksulların öz çıkarlarını savunacak Enternasyonalist Komünist bir işçi partisinin inşasını amaçlar. Bu aynı zamanda uluslararası işçi sınıfının partisi olacak olan yeni bir Komünist Enternasyonalin inşası demektir. İşçilerin Sesi Gazetesi’nin savunduğu görüşler bunlardır. Bu amacı paylaşan tek tek işçi ve aydınlarla; devrimci örgütlerle birlikten yanadır. Bu gazeteyi savunanlar Marks, Engels, Lenin, Rosa ve Troçki’nin geleneğine bağlıdır; Enternasyonalist Komünisttir.

İşçi Sınıfının Kurtuluşu Kendi Eseri Olacaktır İşçilerin Sesi Aylık Süreli Siyasi Yayın Tarih: Eylül 2013 Sayı: 16 Baskı: Yön Matbaacılık Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi B Blok No: 366 Topkapı - İstanbul Tel: 0212 544 66 34 Sahibi: KCS Yayınevi Kemal C. Sarıoğlu Sorumlu Müdür: Songül Yarar Dede Adres: Söğütlüçeşme Cad. Tulumbacı Asım Sok. Korular İş Hanı No: 48/2 Kadıköy - İstanbul Web: iscilerinsesi.org e-mail: iscilerinsesi@gmail.com

AKP hükümetinin gidişatından kendilerine de zarar geleceğini gören sendikal bürokrasi, yıllarca işçi haklarından verdikleri tavizleri geri almak üzere “grev”lere başvuruyorlar. Çelik-İş de 24 yıl sonra İSDEMİR’de greve çıktı.

Hükümetin ‘eylül’ sendromu: Korkunun ecele faydası yok!

Ü

zerinden 3 ay geçmesine rağmen, “Gezi İsyanı”nın etkisinden kurtulamayan Tayyip Erdoğan ve AKP hükümeti, Mısır’da siyasi kardeşi Mursi’nin devrilmesiyle yüz yüze geldi. Sözde darbe karşıtlığı ve demokrasi söylemiyle, Gezi’deki cinayetlerin ve bizzat emrini verdiği polis terörünün üstünü örtmeye çalışarak “Rabia”ya sarıldı. General Sisi’nin sahtekârlığını ve siyasal hırsızlığını öne çıkartarak, halkın öfkesini “darbe” çağrısı saydı, göz boyacılığıyla “Ergenekon” davasıyla benzerlik kurdu, kamuoyuna sundu. Tayyip Erdoğan, burada da kalmadı “Ey Birleşmiş Milletler, İsrail, ABD… ” diyerek başlayan her açıklamasını, Dışişleri adına yaptı; kişisel rolünü önde tutarak “siyasal şef” rolünü sürdürdü. Geçtiğimiz bir ay içinde Suriye’de muhalefete verilen siyasi ve askeri destek arttı, bu desteği arkasına alan El Nusra adlı caniler Rojava’da Kürt katliamına başvurdu. PYD ve Kürtler büyük bedel ödeyerek bu katliamı geri püskürttü. Suriye politikası, ABD ve büyük devletlerin desteğini almazken, AKP’nin güvenilmez “Barış” politikası PKK ile yürütülen görüşmelere olumsuz yansıdı. “Geri çekilme ve demokratikleşme paketi” makası giderek açıldı. Karşılıklı tehdit açıklamaları yapıldı. Son olarak Dolar 2 lirayı aştı, ekonomideki kırılganlık yeniden gündemde. Burjuvazinin cephesinde bunlar yaşanırken, işçi sınıfı içindeki huzursuzluk yeni patlamalara yol açmadan, sendikal bürokrasinin çeşitli kesimleri “grev” uygulama kararlarıyla, Tayyip’in inişe geçen siyasi yaşamına bir katkı yapmış oldular. Özetle, içte ve dışta sermaye ve büyük devletler zemininde itibar kaybeden hükümetin, “en iyi savunma saldırıdır” demek için bulduğu “Eylül’de gelecekler” söylemi ve yaratmak istediği “tehdit algısı” yavaş yavaş gerçeklik halini almaya başladı. Tayyip Erdoğan kendi

söylediğine kendi inanıyor ve yarattığı heyulanın peşine takılmış gidiyor. Bizce de bir sakıncası yok! Paranoya, hükümete yönelik tehdit algısı ve dışta ve içte yalnızlık hali, Tayyip Erdoğan hükümetinin geleceğini daha da baskıcı ve otoriter yönde şekillendirecek. Bu nedenle futbol sahalarına, seyirciye konan siyasi yasaklardan parklarda çadır kurma yasağına kadar bir dizi “önlem” üst üste getirildi. Sahalardaki önlemler 34. dakikada tuzla buz oldu. Gezi ruhu AKP’nin tepesinde dolaşmaya devam ediyor Yeni olan, 11 yıllık AKP iktidarına destek veren sendikal bürokrasinin son atağıdır. Tayyip Erdoğan ve AKP hükümetinin gidişatından kendilerine de zarar geleceğine görerek, yıllarca sundukları destekle işçi haklarından verdikleri tavizleri geri almak üzere “grev”lere başvuruyorlar. İşçilerin gözünde hiçbir itibarı kalmayan sendikal bürokrasi, elindeki mevzileri yitirmemek için işçilerin biriken öfkesini kullanıyor. Çelik-İş’in 24 yıl sonra İSDEMİR’de, TEKSİF’in 41 yıl sonra 30 işyerinde greve çıkmasının esas nedeni, işçilerin kayıplarının karşılanmasından çok, kendi gelecekleri için iyi olanı yapma dürtüsüdür. Tabii ki işçiler için de birkaç hakkın kazanılmasına yol açıyorlar. Bürokrasinin niyeti ne olursa olsun, “grev”lerin gündeme gelmiş olması, 11 yıllık AKP iktidarı döneminde yeni bir kırılma noktası olacak. 11 yıllık dönemde yılda ortalama 2 bin 500 işçinin greve çıktığı düşünülürse, bu yıl grev kararı alınan 40 bine yakın işçinin 22 bine yakının greve çıkmış olması, yeni bir dönemin işareti olabilir. 2007 yılında 25 bine yakın işçinin 44 gün süren Telekom grevi hariç, ilk kez bu çapta bir grev dalgası gündemde. 2011 TEKEL Direnişi, 1 Mayıs Taksim Alanı için 2007-

2009 yılları arsındaki üç yıllık direnişler, tek tek işyerlerinde yaşanan direniş ve mücadeleler dışında “grev” başlı başına bir sınıf tepkisini ifade etmektedir ve işçilerin en son başvurduğu bir silahtır. AKP hükümetinin siyasal sonunu getirecek tek toplumsal güç, işçi sınıfının talepleri için, geçmişte elinden alınan haklarını geri almak üzere grevlere başvurmasının yol açacağı siyasal deprem olabilir. Grev silahının Çay-Kur ve THY’de tutukluk yapması, mekanizmasının karıncalandığını ve bu sendikaların TEKEL’de ve geçen yıl grev hakkını protesto eylemlerinde 305 işçinin işten atılmasına fırsat veren politikalarında işçilere sıkça ihanet ettiğini gösteriyor. Sendikal yapıların temizlenip yeniden işlevli hale getirilmesi için sözleşme dönemleri ve genel kurul süreçleri birer olanak olsa da, işyerlerinde gün be gün faaliyete dayalı devrimci sınıf çalışması yapılmıyorsa, sendikal bürokrasiden bağımsız bir örgütlenme ve mücadele hazırlığı yoksa sözünü ettiğimiz temizliğin gerçekleşmesi de mümkün olmuyor. 1989 Bahar Eylemlerinin ardından esas olarak Türk-İş’te olmak üzere genel merkez ve şubelerde yüzde 50’den fazla sendikacının yeri değişse de, 25 yıl sonra sendikaların daha demokratik ve kitlesel hale gelmesinin garantisinin bu değişimlerin olmadığını söylemek abartılı olmayacak. Öyleyse, Tayyip Erdoğan’ın kurmaca “Eylül Sendromu”nun gerçek olması için çalışmalıyız. Sınıf cephesinden devrimci işçiler de hamle yapmalı, Gezi İsyanının başlattığı “ayağa kalkma” günlerini, fabrikalara taşıyarak AKP’nin 11 yıllık dönemine son vermek için, işçi sınıfının hak kayıplarını geri almak üzere mücadeleye katılmalıyız. Sınıfın bağımsız siyasal hareketini inşa etmek için kolları sıvama zamanı. Bu aynı zamanda AKP’nin Suriye’deki savaş ve işgal politikalarına onay vermemek, Kürt halkının demokratik taleplerine ise destek anlamına gelecek. p


Eylül 2013/18

SİYASET

İşçilerin Sesi

3

‘Ergenekon Davası’nda AKP kiminle hesaplaştı? Ergenekon davası ile gözden çıkarılan bir kısım asker ve çevresi tasfiye edilmekte, bugüne kadar yapılan tüm illegal işler bu gruba ihale edilmekte ve böylece devlet bu kirli işlerden temizlenmeye çalışılmaktadır.

G

eçtiğimiz ay başında Ergenekon davasının ilk aşaması sonuçlandı. Sanıklardan emekli Genel Kurmay Başkanı İlker Başbuğ ile emekli kuvvet komutanlarına müebbet hapis cezaları verildi. Diğer sanıklar da farklı miktarlarda ağır hapis cezaları aldılar. Aslında farklı bir karar da beklenmiyordu. Tartışmalı yargılama süreci, gizli tanıklar, tutuklu milletvekilleri, birleştirilen davalar derken yaklaşık 6 yıl süren bu siyasi davanın ilk aşaması tamamlandı. Kararın temyiz edilmesi ve Yargıtay aşaması ise bekleniyor. Verilen karar kesin hüküm değil. Karardan sonra Başbakan konu hakkında geçiştirici cümleler kurarken siyasi danışmanı Yalçın Akdoğan davayı “Cumhuriyet tarihinin en büyük (hukuki) hesaplaşması” olarak niteledi. Aslında hukuki kelimesine takılmamak lazım zira bu davanın siyasi olduğu, hukukla ilgisi olmadığı açık. Zaten yargılama esnasında evrensel hukuk ilkelerinin değil siyasi kararların dikkate alındığı herkesçe malum. Asıl konu Başbakan danışmanının darbecilerle, darbe zihniyetiyle hesaplaşıyoruz demesine aldanmamak AKP'nin kimle hesaplaştığını tespit etmek meselesidir. Zira bu konudaki belirleme bu büyük operasyon hakkında alınacak pozisyonu da belirlemektedir. AKP'nin derdi ne darbe ne darbeciler ne demokrasi Lafı dolandırmadan söylemeli; AKP sadece kendine yönelik tehditleri ve muhalefeti yok etmek üzere harekete geçti. Zira dosya içeriğine, yargılananlara ve cezalara bakıldığında durum net bir şekilde ortaya çıkıyor. Bu cezalandırılanların suçsuz olduğu anlamına gelmiyor. Ancak yapılanın bir demokrasi mücadelesi olmadığı açık. Yargılamanın karmaşık ve bağlantısız delillerle örülmüş yapısı ise gerçek suç ve faillerin tespit edilip edilemediğini anlamayı oldukça zorlaştırıyor. Dava ise en başında Susurluk sürecinin bir devamı olarak algılandı. Faili meçhul cinayetlerin faillerinin ortaya çıkarılacağı, popüler ifade ile derin devletin deşifre edileceği zannedildi. Oysa ilerleyen süreçte, hükümet muhalifi tüm siyasi figür, kurum, gazeteci vs. hepsi birden terör örgütü üyesi olarak yargılanmaya başladı. AKP davayı kendisine karşı muhalefet eden tüm kesimlere karşı bir ideolojik savaş aygıtı olarak kullandı. Emekli generallerle gazeteciler, avukatlarla üniversite rektörleri hepsi aynı davanın sanıkları, aynı örgütün üyeleri olarak cezalandırıldılar. İlker Başbuğ ile Sedat Peker'in aynı dava ile cezalandırılıyor olması ancak

Ergenekon’da müebbet hapis cezasına çarptırılanlar Alparslan Aslan: İki defa ağırlaştırılmış müebbet hapis Em. Org. Şener Eruygur: Müebbet hapis Org. Mehmet Eröz: Müebbet hapis Em. Albay Fikri Karadağ: Ağırlaştırılmış müebbet hapis Metal-İş eski başkanı Mustafa Özbek: müebbet hapis Sevgi Erenerol: Müebbet hapis

Danıştay saldırısının azmettirici sanığı Osman Yıldırım hakkında beraat kararı verilmesi, davanın tutarsızlığını ortaya koyuyor. Ergenekon neyi çözdü? Aslında hiçbir şeyi çözmedi. Bu dava ne İtalya'daki Temiz Eller operasyonuna ne de Arjantin ve Yunanistan’daki cunta yargılamalarına benzemiyor. Medyada bilinçli bir şekilde yaratılan Türkiye'de derin devlet temizliği yapılıyor algısının da yanlışlığı ortada. Hangi faili meçhul cinayetin ardındaki sır perdesinin kaldırıldığı, hangi suç çetesinin çökertildiği anlaşılamıyor. Aslında yapılan çok derin bir soruşturma yapılıyor gibi gösterip asıl gerçeğin üstünü örtmekten fazlası değildir. 90'lı yıllarda Kürtlere karşı yürütülen kirli savaşın, öldürülen, kaçırılan, toplu mezarlara atılanların hakkında herhangi bir soruşturma yapılmaması asıl amacın bu olmadığını ortaya

Kemal Kerinçsiz: Ağırlaştırılmış müebbet hapis Em. Org. Nusret Taşdelen: Müebbet hapis

Em. Org. Hasan Iğsız: Müebbet hapis Dursun Ali Özoğlu: Müebbet hapis Fuat Selvi: Müebbet hapis Hasan Ataman: Ağırlaştırılmış müebbet hapis Albay Dursun Çiçek: Ağırlaştırılmış müebbet hapis

seriyor. Zira AKP'nin bu kirli savaşta kullanılan islami örgütlerin ortaya çıkarılmasını istemediği açıktır. AKP'nin Ergenokon'u devleti aklama operasyonudur Erdoğan'ın dönemin Genel Kurmay Başkanı Büyükanıt'la yaptığı Dolmabahçe görüşmesi ve ardından yaşananlar gösterdi ki, Ergenekon davası ile gözden çıkarılan bir kısım asker ve çevresi tasfiye edilmekte, bu güne kadar yapılan tüm illegal işler bu gruba ihale edilmekte ve böylece devlet bu kirli işlerden temizlenmeye çalışılmaktadır. Derin devlet diye anılan ancak devletin asli görev olarak gerçekleştirdiği bir kısım karanlık işler, bu işi bitmiş, gözden çıkartılmış gruba atfedilerek, gerçeklerin üstü örtülmeye çalışılmaktadır. Hrant Dink davasının ısrarla Er-

Em. Tuğg. Veli Küçük: İki kez müebbet hapis ve 99 yıl hapis Doğu Perinçek: Ağırlaştırılmış müebbet hapis Gazeteci Tuncay Özkan: Ağırlaştırılmış müebbet hapis Eski Gen. Bşk. İlker Başbuğ: Müebbet hapis Yzb. Muzaffer Tekin: 2 kez ağırlaştırılmış müebbet hapis

genekon davası ile birleştirilmemesinin asıl nedeni budur. AKP'nin hedefinin ne 28 Şubat ne de 12 Eylül olmadığı sadece kendi iktidarını perçinlemek olduğu ortadadır. Türkiye'de darbelerden en çok mağdur olan işçi sınıfıdır. Her darbeden sonra kazanımları elinden alınmış, tüm örgütleri dağıtılmış, sınıf bilinci ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır. Tüm darbelerden sonra sağ hükümetler iktidara gelmiş, Türkiye işçi sınıfına yönelik baskı ve sömürü katmerlenmiştir. Bu sebeple askeri darbelere karşı demokrasi mücadelesi işçi sınıfının en güncel görevidir. Gerçek işçi demokrasisi ancak işçi sınıfının kendi mücadelesi ile gerçekleşecektir. Demokrasi mücadelesinde burjuva partilerine bel bağlamak değil, kendi tarihsel görevini yerine getirmek işçi sınıfının borcudur. p İlkay ÖNGÖREN


4

GEZİ DİRENİŞİ

İşçilerin Sesi

Eylül 2013/18

Gezi olayı yeni bir 16 Farklılıkları olsa da her iki direniş de antidemokratik siyasi iktidarların “ben

1

İzmir Güzelyalı Park Forumu izlenimleri

6 Haziran Büyük İşçi Direnişi gibi sınıfsal özelliği ve talepleri belirgin bir eylemle, bu yanlarıyla tartışmalı olan “Gezi Olayı” arasında paralellik kurmak, ilk bakışta fantezi gibi gelebilir. Ancak temel özellikleri dikkate alındığında, toplumsal muhalefetin ülke tarihindeki en kitlesel ve militan eylemleri olarak değerlendirilebilecek bu iki olayın ciddi benzerlikler taşıdığı görülebilir. 1-Her iki olay da kendiliğindendir. Ulaştıkları boyut itibariyle hiçbir iç ya da dış odak tara-

İlk günlerde gündüz ve akşam

yürüyüşler yapılıyor, Göztepe köprüsünde toplanılıyor, halk kürsüsü kurulup duygu ve düşünceler belirtiliyordu. Halk sahil yolunu kapatıyor, bu eylemlilikler gece saat üçlere kadar sürüyordu. “Faşizme Karşı Omuz Omuza”, “Mustafa Kemal’in Askerleriyiz”, “Gün gelecek, devran dönecek, AKP halka hesap verecek” sloganları atılıyor, İstiklâl Marşı söyleniyor, alkış tutuluyordu. Akşam 21’den itibaren mahalle aralarında tencere tava çalınıyordu. Katılım ve coşku çok yüksekti. İnsanlar, “Yaşadığımızı hissediyoruz” diyordu. Bütün muhalifler ayakta, tek yumruk olmuştu. İlk günler, eylemin sürüklenmesinde, taraftar gruplarının katkısı çok oldu. Haziranın sonundan itibaren sosyalist grupların katkısıyla forumlar başladı. Forumların en büyük problemi olan, bayrak, slogan ve alkış rekabeti zamanla aşıldı. İsçi Partililer, Güzelyalı parkında halk meclisi pankartı açıp, “biz de varız” dediler. Bizler de, “Kurallara uyduğunuz sürece sorun yok” dedik. Uygulama mümkün olmadı; parti propagandası yaptılar. Halk rahatsız oldu. Bizler de perşembe akşam forumlarını onlara bıraktık. Forumlar önceleri, karar alma süreçleri olarak işletildi. Her akşam çocuk atölyeleri, haftada bir gün takas pazarı düzenleniyor. Her Perşembe el fenerleriyle “Adalet arıyoruz” yürüyüşleri yapıldı. Sokak aralarından ve sahildeki kahvelerden, yürüyüşü tencere ve tavalarla, alkışlarla destekliyorlar. “Expo’yu, Kent Ormanı’nda istemiyoruz” eylemi için kamp kuruldu. Haftada bir gün, gündemli forum yapılıyor. İlk uygulamaya bir hukukçu çağrıldı; hukuki konularda bilgi verildi. Çevre konusunda, Karaburun Çevre Platformu’ndan bir kişi bilgi verdi. Gezi tutsaklarıyla kitap vb. konularda dayanışma, diğer forumlarla bağlantı kurup, bilgi paylaşımında bulunma, forumun diğer faaliyetleri arasında. Ayrıca bir Facebook sayfası oluşturuldu. Forumdaki etkinlikleri katılımcılar buradan izliyor. Bir de bülten çıkartıldı. p B. ÇAKIR

Gezi ve 16 Haziran direnişleri sınıfsal yapısı, kitleselliği, kendiliğinden ve militan özellikleriyle benzerlik gösterir. fından organize edilmemişlerdir. Bu noktada, 16 Haziran Direnişinin DİSK tarafından planlandığı yönünde bir itiraz ileri sürülebilir. Oysa 14 Haziran günü yapılan DİSK Genişletilmiş Temsilciler Kurulu Toplantısında, 15 ve 16 Haziran günlerinde, işçilerin fabrikalarından çıkarak toplu yürüyüşler yapmaları, 17 Haziran’da ise Taksim’de kitlesel bir miting gerçekleştirilerek, DİSK’in kapatılmasına yol açacak yasal değişikliği protesto etmeleri kararlaştırılmıştı. Olaylar planlanan şekilde gelişseydi, bu üç günlük eylem dizisi, sınıfın tarihindeki yüzlerce yürüyüş, miting ve eylem arasında yerini alacak ve ayırt edici bir yanı olmayacaktı. Ancak özellikle İstanbul’un Anadolu yakasında, işçi yürüyüşünün engelleme ve devlet şiddetine maruz kalmasının ardından, eylem o güne kadar görülmemiş bir içerik ve boyut kazandı. Eylemci işçiler, birkaç saatliğine de olsa, devletin otoritesini kırarak, İstanbul’a egemen oldular. Gezi Olayında ise yine, parktaki ağaçların sökülmesine karşı çıkan bir avuç insana uygulanan yoğun devlet şiddeti, çeşitli eğilim-

lerden toplumsal muhalefeti sokağa döktü ve Gezi Olayını yarattı. Eylemciler, iki hafta boyunca kentin bu en önemli meydanında kontrolü ellerinde tuttular. 2- Her iki eylem de işçi sınıfı eylemidir. 16 Haziran direnişinin bu özelliği tartışmasızdır. Büyük çoğunlukla, DİSK üyesi, özel sektör fabrikalarında çalışan “mavi yakalı” işçiler bu direnişin kahramanıdır. Gezi Olayının esas kitlesini de, eyleme hangi kimlikle katılırlarsa katılsınlar, işçiler oluşturmuştur. Taksim Meydanındaki 15 günlük fiili hâkimiyet süresince, gündüzleri kitlenin sayısı sadece birkaç bin iken, mesai saatinin ardından on binlerce kişinin meydanı doldurması bunun en somut kanıtıdır. Doğru tutum, kimliklerini ve andaki siyasi görüşlerini göz ardı etmemekle birlikte, bu kitlenin sınıfsal konumunu öne çıkarmak ve onlara bu temelde yaklaşmaktır. 16 Haziran Direnişinde öne çıkan “yeni işçi sınıfı idi”. Devlet işletmelerinde çalışan yüz binlerce işçi, fabrikalardan dışarı adımını atmaz iken, özellikle 1960’lı yıllarda gerçekleştirilen sanayileşme hamlesi ile özel sektör fabrikalarında çalışmaya başlayan bu “genç” işçi sınıfı, direnişin esas aktörü olmuştur. Bu durum Gezi Olayında da böyledir. Burada da, sınıfın yeni kesimi olan “beyaz yakalı işçiler” öne çıkmıştır. 3- Her iki eylem de toplumdaki temel siyasi bakış açısını değiştirmiştir. 16 Haziran Direnişinden önce, işçi sınıfına önemli bir rol biçmeyen siyasetçiler, bu direnişle birlikte sınıfın gücünü görmüşlerdir. Sosyalistlerin bile önemli bir çoğunluğu, devrim sürecinde işçi sınıfına fiili öncülük rolü yakıştıramazken, direniş, sosyalist cenahta bu yanlış varsayımları yıkmıştır. Kısacası, 16 Haziran Direnişi, işçi sınıfının, toplum nezdinde “rüştünü ispat etmesi” sonucunu yaratmıştır. Gezi Olayı ise, “orta sınıf” içinde sayılan ve önemli bir toplumsal role sahip olamayacağı düşünülen, başta “beyaz yakalılar” olmak üzere, güvencesiz ve düzensiz işlerde çalışan işçi kesimlerinin nasıl önemli bir siyasi aktör olabileceğini göstermiştir. 4-Her iki direnişte de kitleler devrimci bir bilinç sıçraması yaşamıştır. Gerek 16 Haziran

Direnişi gerekse Gezi Olayını, eylemlerde öne çıkan motiflerle değerlendirmek, bunlara özel bir siyasi önem atfederek, eylemlerin siyasi yapısına ilişkin karar vermek yanıltıcı olacaktır. Çünkü her iki direnişte de işçi kitlelerinin eyleminin siyasi içeriği, andaki bilinç düzeylerinin çok üzerinde devrimci bir özellik taşımaktadır. 16 Haziran Direnişinde, ellerinde Türk bayrakları taşıyan ve sadece 8 ay önce, büyük bir çoğunlukla, S.Demirel’in Adalet Partisine oy vermiş olan işçi kitleleri, bu defa “Hükümet İstifa”, “Demirel İstifa” sloganı atıyor ve iktidar partisinin Kadıköy ilçe binasına saldırıp, tahrip ediyordu. Gezi Direnişinde ise, yine o güne kadar sistem içinde “uyumlu vatandaşlar” olarak görünen on binlerce kişi, siyasi iktidar ve hatta devlete karşı baş kaldırma noktasına gelmiştir. 16 Haziran Direnişi, artçı eylemlerle birlikte, bir hafta kadar sürmesine karşın, etkileri 1970’li yıllar boyunca

Gezi direnişine katılma nedeni

B

ağımsız haber sitesi Soldefter ile İşçilerin Sesi gazetesi, park forumlarına katılanların eğilimlerini ve beklentilerini belirlemek amacıyla ortak anket düzenledi. 25 Haziran- 15 Temmuz arasında, Okmeydanı, Kanarya, Esenyurt, Cihangir semtlerindeki forumlarında katılımcılarla yüz yüze gerçekleştirelen ankete yanıt verenlerin yüzde 71’ini ücretli çalışanlar oluşturdu. Ankete katılanların yüzde 66,4’ü herhangi bir örgütlü yapıya üye olmadığını bildirirken, üye olmama nedenleri sorulduğunda yüzde 26’sı “beni ifade eden bir oluşum bulamadım” cevabını verdi. Ankete

katılanların yüzde 52,8’i bir önceki seçimde CHP’ye oy verdiğini belirtirken, BDP ve Bağımsız adaylara oy verdiğini söyleyenlerin oranı yüzde 30,7 oldu. Gezi Parkı hareketi nasıl değerlendiriyorlar? Ankete katılanların yüzde 41’i Gezi hareketini “direniş”, yüzde 35,2’si ise “halk ayaklanması” olarak nitelendirdi. Herhangi bir yapıya üye olma durumuna göre bakıldığında örgütlü olmayanların yüzde 43,4’ü “direniş”, yüzde 33,7’si “halk ayaklanması”, yüzde 20,5’i ise “isyan” der-

ken, örgütlülerin yüzde 38,5’i “halk ayaklanması”, yüzde 35,9’i direniş ve yüzde 20,5’i de “devrim” olarak niteledi. Neden forumlara katılıyorlar? Anketi cevaplayanlar, forumlara katılmalarının en önemli nedeni olarak yüzde 81,1 ile “Özgürlüklerin kısıtlandığını düşündüğümden” seçeneğini işaretledi. Polisin orantısız şiddet uygulamasının da yüzde 74 ile halkı forumlara katılmaya yönelten en önemli nedenlerden biri olduğu ortaya çıktı. Forumlardan beklentileri sorulduğunda katılımcıların yüzde 61,5’i “Gelecek için, ço-


Eylül 2013/18

GEZİ DİRENİŞİ

İşçilerin Sesi

5

Haziran direnişidir yaptım oldu” dayatmacılığına karşı gerçekleştirilen demokratik direnişlerdir. GEZİ TARTIŞMALARI Gezi isyanı, toplumsal muhalefetin bu ülkede gerçekleştirdiği en önemli direnişlerden birisi. 27 Mayıs’tan bu yana geceli, gündüzlü içinde yer aldığımız bu yeni gündemi herkes gibi biz de tartışıyor, yorumluyoruz. İşçilerin Sesi gazetesi olarak Gezi’den park forumlara kadar bir dizi konuya farklı yaklaşımları bu sayfada ifade ediyoruz. Yazılar imza sahiplerinin görüşlerini ifade ediyor. Önümüzdeki sayıda bu değerlendirmeleri sürdüreceğiz.

yükselen militan işçi hareketinde gözlenmiştir. Gezi direnişinin ardından da, milyonlarca kişi ve tabii siyasi iktidar için, “hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır.” Toparlayacak olursak; Gezi Direnişi, talepleri ve kitlesiyle saf bir işçi eylemi olan 16 Haziran Direnişinden farklılıklar taşımakla beraber, ikisi de antidemokratik siyasi iktidarların, “ben yaptım oldu” dayatmacılığına karşı gerçekleştirilen demokratik direnişlerdir. Ayrıca her iki direniş, sınıfsal yapısı, kitleselliği, kendiliğinden ve militan özellikleriyle benzerlik göstermektedir. Gezi direnişinden çıkarılacak dersler Katılımcılarında bilinç sıçraması yaratan Gezi Direnişinin, her türlü toplumsal mücadeleyi ilgi alanı içinde gören, sosyalistlerin görüş ve yaklaşımlarını da etkilemesi kaçınılmazdır. Direnişe aktif olarak katılıp,

siyasi ağırlıklarını hissettirmeye ve mücadeleyi yönlendirmeye çalışan sosyalist çevre ve guruplar, direnişten bir şeyler öğrenmiş olmalıdır. Sosyalistlerin direnişten çıkarması gereken dersleri kısaca şöyle sıralayabiliriz. Birinci olarak, politika ve eyleminin merkezine işçi sınıfını koyan sosyalistler, işçi sınıfı denildiğinde, genellikle, fabrikalarda çalışan “mavi yakalı” işçileri anlarlar. Oysa bir yandan üretim teknolojisi ve organizasyonunda yaşanan gelişmeler, diğer yandan hizmetler sektörünün kapitalist ekonomi içinde giderek büyüyen bir yere sahip olması, (örneğin bugün ülkedeki ücretlilerin yarısı hizmet sektöründe çalışmaktadır) “beyaz yakalı” işçilerin nicelik ve nitelik olarak önemini arttırmıştır. Bugüne kadar, çoğunlukla “orta sınıf” içinde değerlendirilen bu “yeni işçi sınıfının” toplumsal ağırlığı, Gezi Direnişinde açığa çıkmıştır. Gerek devlet

güçlerine karşı direnirken gerekse, alanın direnişçilerin kontrolünde kaldığı iki haftalık süreçte, oradaki yaşamı örgütlerken gösterdikleri yetenek ve başarı dikkat çekicidir. O nedenle sosyalistlerin, “mavi yakalı” işçilerin katılmadığı bir işçi mücadelesinin başarılı olamayacağı gerçeğini akılda tutmakla beraber, sınıf içinde öne çıkan bu kesim üzerinde çalışmalarını yoğunlaştırmaları, işçi sınıfının öne çıkan bu kesimine özel önem vermeleri gerekecektir. İkinci olarak, Gezi Direnişi, aynı zamanda, genç kuşağın toplumsal mücadeledeki rolünü ortaya koymuştur. O nedenle, sosyalist grupların, gençlerle “aynı dili konuşan”, onlara hitap edebilecek, onların nabzını elinde tutacak önderliklere sahip olmaları elzemdir. Buna bağlı olarak, sosyalist örgüt, grup ve çevrelerdeki “yaşlı kuşak” “bir adım geri çekilmeli”, genç unsurlarının önünü açmalıdır. Burada kastedilen, göstermelik bir vitrin değişikliği değil, özde yapılacak bir yeniden yapılanmadır. Genç kuşaktan önderliğe sahip olmayan sosyalist grup, çevre ve örgütlerin geleceği olmadığı gibi, bugünün siyasi görevlerini kotarmaları bile çok güçtür. Üçüncü olarak, Gezi Direnişinin gerçekleştirilmesi ve örgütlenmesi, ardından park forumlarının yürütülmesi, siyasi açıdan, bağımsız inisiyatiflerin önemini açığa çıkarmıştır. Toplumsal mücadelelerin çeşitliliği dikkate alındığında, bunların tek merkezden yürütülüp, yönetilmesinin olanaksızlığı görülür. Bu iddiada olan örgütlenmeler, Gezi Direnişinde “nal toplamıştır”. Kafalardaki mutlak gerçekliğin yaşamla çeliştiği ve gündelik mücadelelerin “derdine derman olmadığı” ortaya çıkmıştır. O nedenle sosyalist guruplar, alanların özgünlüğünü dikkate alarak, buralardaki siyasi inisiyatifleri teşvik etmeli; onları denetim altına almak şöyle dursun, özerk çalışmalarını temin etmelidir. Merkezin görevi, bu inisiyatiflerin, belirlenen siyasi ilkeler etrafında koordine edilmesi olmalıdır. Önerilen bu çerçeve, siyasi likiditasyon değil, doğru ve sonuç alacak siyasi çalışmanın “olmazsa olmazıdır.” p Aykut ÖZER

“özgürlüklerin kısıtlanması” cuklarım için daha kalımcı bir toplumsal yapı oluşması” yanıtını verdi. “Çıkan sonuçların yöneticiler tarafından dikkate alınması” ve “Yeni bir siyasi/toplumsal oluşum için zemin oluşturması” aynı oranda tercih edildi: Yüzde 47,5. Katılımcıların forumların sonuçlarından beklentileri oy verdikleri partiye göre bakıldığında CHP’lilerin en çok “Gelecek için, çocuklarım için daha kalımcı bir toplumsal yapı oluşması” ve “Çıkan sonuçların yöneticiler tarafından dikkate alınması”nı (%58,7) işaretlediği gözlendi. BDP ya da bağımsız adaya oy verenler ara-

sında ise ilk sırada yüzde 60,5 gibi büyük bir oranla “Birlikte ne yapabileceğimizi görmek için” seçeneği yer aldı. Aynı grupta ikinci sırada gelen oran, yüzde 57,9 ile “Gelecek için, çocuklarım için daha kalımcı bir toplumsal yapı oluşması” ve üçüncü sırada yüzde 55,3’le “Yeni bir siyasi/toplumsal oluşum için zemin oluşturması”dır. Forumlardan siyasi/toplumsal bir oluşum çıkar mı? Forumlara katılan kişilerin yarısı,yüzde 50,8’ siyasi /toplumsal bir oluşum ortaya çıkacağını düşündüğünü söyledi. “Bilmiyorum” yanıtı

verenlerin oranı yüzde 36,7 ile “herhangi bir siyasi/ toplumsal oluşumun oluşmayacağını” düşünenlerden fazlaydı. Forumlar sonucunda siyasi/toplumsal bir oluşum çıkacağını düşünenlere bu oluşumun en önemli özellikleri ne olmalıdır sorusu soruldu ve en çok 86,7’lik bir yüzde ile “demokratik haklar ve özgürlükleri korumak” işaretlendi. Katılımcıların 77,3’i forumlar sonucunda geniş tabanlı bir parti kurulması durumunda bu partiyi destekleyeceğini söyledi. p *Haberde yer alan anketin detaylı sonuçlarına soldefter.com’dan ulaşabilirsiniz.

Karadolap parkını forum aydınlatıyor Eyüp ilçesinde park forumları

Karadolap ve Akşemsettin mahallelerinde yapılıyor. Bazı haftalarda karşılıklı dayanışma ziyaretleri gerçekleştiriliyor. Karadolap forumunda pazartesi günleri komisyon toplantısıyla gündem değerlendirilip öneriler yapılıyor. Belirlenen konu çarşamba günleri afiş, ozalit ve el bildirileriyle halka duyurulup cuma günleri Forum’a katılım sağlanmaya çalışılıyor. Forumlara halkın geniş katılımın için 20.30’da yürüyüş yapılıp slogan atılarak Karadolap parkına gelinir, 21.00’de foruma başlanır, bazı zamanlarda komisyonun geç toplanması veya teknik aksaklıkların olması sebebiyle yürüyüşler yapılamayabiliyor. Forumlar akşam karanlığında yapıldığından ışık sorunumuz oluyor, çünkü Eyüp belediyesi AKP yönetiminde olduğundan parkta bulunan ışıklar kapatılıyor, projektörle ışıklandırmaya çalışıyoruz. Ağustos ayı tatiller ve bayram nedeniyle yoğun geçmedi, 16 Ağustos’taki forumda Esnek Çalışma ve Güvencesizlik konusunu Panelist olarak davet ettiğimiz Disk Ar. Müdürü Serkan Öngel’in konuşmasıyla başlandı (45 dakikalık konuşma uzun bulunduğu için sonradan komisyonda eleştirildi). Kısa bir süre soru cevap oldu. Ve ardından Bedaş İşçileri direniş süreçlerini anlatıp destek çağrısı yaptılar. Bekri Sinan Gündoğdu’nun müzik dinletisiyle forum sona erdi. 23 Ağustos forumunda Ortadoğu (Mısır, Suriye, Tunus, Lübnan…) konusu işlendi, panelist olarak Birgün Gazetesi Haber Müdürü İbrahim Varlı davet edildi, Ortadoğu konusu farklı yönleriyle değerlendirildi, AKP hükümetinin ülkemizi de bu kan gölünün neferi yapmaya çalıştığı, mezhepçi dış politikaların ülkeyi “değerli yalnızlık”a sürüklediği tespitinde bulundu. Forum Grup Sılam’ın müzik dinletisiyle sona erdi. İleriye dönük park forumlarında kentsel dönüşüm, baz istasyonları ve zararları, kadın sorunu, uyuşturucu bağımlılığı ve okulların açılmasıyla beraber eğitime ilişkin sorunların konuşulması planlanıyor. p


6

KENTSEL DÖNÜŞÜM

İşçilerin Sesi

Eylül 2013/18

Kiracıyı da düşünen Gülsuyu-Gülensu mahalle meclisi, ada bazlı planlama ile kiracının da tapusu

Mecidiyeköy toplanma merkezi Ali Sami Yen Stadı’nın yerinde şimdi Torun Center yükseliyor.

Deprem oldu şimdi alışveriş zamanı! 17 Ağustos depreminin üzerinden

geçen 14 yıldan sonra, İstanbul’un olası bir depremde toplanma ve çadır kurulacak alan olarak belirlenen 470 noktanın büyük çoğunluğuna alışveriş merkezi, gökdelen ve lüks konutlar inşa edildiği gerçeği ortaya çıktı. Üsküdar’daki çadır alanında artık Medeniyet Üniversitesi bulunuyor. Zeytinburnu Eski Karpuz Hali’nin bulunduğu toplanma alanında KİPTAŞ konutları yükseldi. Şişli’de Ali Sami Yen Stadı da deprem sonrası toplanma alanı idi, şimdi AVM ve lüks konut alanı inşaatı devam ediyor. Depremi kentsel dönüşüme ve evlerimizin yıkımına kılıf uydurmak için kullanan AKP’nin bir deprem sonrasında nasıl hayatta kalacağımızla ilgilenmediği çok açıktır! AKP, milyonların hayatta kalmak için ihtiyacı olan yerleri daha milyonlarca lira para kazanılacak yerler olarak görüyor. p İşçilerin Sesi Haber

Olimpiyatlar sadece yıkım getirecek Türkiye’nin de aday olduğu 2020

Olimpiyatlarına ev sahipliği yapacak ülke, 7 Eylül’de Arjantin’de açıklanacak. Olimpiyatlar’ın 3. Köprü, 3. Havalimanı ve çevresinin yapılaşmaya açılmasına iyice bahane olacağını belirten Kent Hareketleri Platformu, "Olimpiyatlara Hayır" kampanyası nedeniyle hedef gösterilmesine ilişkin açıklama yaptı. Açıklamada, şu görüşlere yer verildi: “Oyunlar bahanesiyle sermayeye inşaat alanları açarken yoksula, mahalleye yıkım getirmekte, 10'a katlanan bütçelerle ülke bütçelerini zora sokmaktadır. Kent Hareketleri, ülkenin gelecekte başına gelebilecek sosyal ve ekonomik maliyetlere ve de sosyal patlamalara karşı uyarı yaparken, ülkenin geleceğini düşünmekte ve siyaseti sadece bugün olarak gören politikacıları ikaz etmeyi demokratik bir görev bilmektedir.” p İşçilerin Sesi Haber

G

eçtiğimiz ay basında çetelerin halka saldırısı haberleriyle gündemde olan Gülsuyu Mahallesi’nden, Gülsuyu Gülensu Yaşam ve Dayanışma Merkezi (GÜLDAM) yöneticisi Erdoğan Yıldız ile görüştük. Mahallenizin kentsel dönüşüm sürecini anlatır mısınız? Maltepe belediyesinin planlarına göre bizim mahallemiz yenileme alanı ilan edilmişti ve planda bizim evlerimizin çoğu yeşil alan ve park alanı idi. Çok açıktı ki evlerimiz yıkılacaktı. Bu plan yukarıdan ve dayatmacı bir plandı. 2004 yılında biz bu planlara itiraz ettik. Türkiye’de ilk defa bir planlama sürecine bu kadar yoğun bir itiraz olmuştu. 6000’e yakın itiraz dilekçesi verildi. 32 tane plan iptal davası açıldı. 10.000 kadar imza toplandı. Bu itirazlar sonucunda bu planı iptal ettirdik. Büyükşehir belediyesi, siz bu planı istemiyorsunuz madem, burayı kentsel yenileme alanı ilan edelim, dedi ve 1/1000’lik planları hazırladı. Bunun için de iki tane durdurma davası açtık. Bunlar kabul edilmedi. Biz şöyle bir özgünlük yaptık: Bu planlara mahalleli, sivil toplum kuruluşları ve belediye ile birlikte hazırlanır notu eklettik. Böylece mahalleli bu planlama sürecinin içinde aktif olacaktı. Bir diğeri, yerinde dönüşüm olacaktı. Mahalleli başka bir yere gönderilmeyecek ve TOKİ bloklarına mahkûm edilmeyecek, uzun vadeli borçlanma ile evlerinde çıkarılmayacak. Biz mahalleli olarak bu sürecin aktif özesi olmak, söz ve karar sahibi olmak istediğimizi söylemiştik hep. Ama mahallede planlamayı istemeyenler ve plan taraftarları şeklinde ikili bir yapı vardı. Planlamayı istemeyenler her türlü planın yıkım getireceğini, her türlü planın mahalleliyi yerinden edeceğini savunuyorlardı. Sonra Maltepe belediyesini CHP aldı. Seçim propagandalarında biz AKP gibi yapmayacağız, mahalleli nasıl

Kurucu komiteden ihtiyacı olana ev... Mahalle 1950-60’larda kurulan bir mahalle. Tarımda makineleşme ile birlikte büyük şehirlerde de işgücüne ihtiyaç olmasından kaynaklı göç süreci Gülsuyu-Gülensu Mahallesi için de geçerliydi. Gülsuyu 5060’larda, Gülensu 70’lerin sonlarında kuruldu. Mahalle sürekli bir arada olmayı, bir arada tepki vermeyi gelenekselleştirmiş bir mahalle. O dönem mahallede bir kurucu komite varmış. Komite eve ihtiyacı olanları tespit ediyormuş, evi olanlara izin vermiyormuş, emlak mafyasına karşı duruyormuş. Onlar bu sürecin derli toplu olmasını

bir plan isterse ona uygun davranacağız demişlerdi. Ama belediye üç yıldır görev yapmasına rağmen, 1/1000’lik planlar yeni yapılmaya başlandı. Bizler yine de kuşkuluyuz, çünkü yerel seçimler yaklaşırken hızlandırılan bir çalışma bu. Plan mahalleli ile tartışılarak yapılmıyor belediye kendi planlama ekibi ile yapıyor çalışmasını. Mahallenizdeki kentsel dönüşüm süreci

sağlamış. 1980 darbesi ile özgünlüğünü kaybetmiş. Gecekondulara kat çıkılmaya başlanmış. Özal döneminde tapu tahsis belgesi verilmiş.

yaklaşık 9 yıldır sürüyor. Süreç sizce nasıl ilerliyor? Bugün mahalleli çok örgütlü ve bir arada duruyor görünmesine rağmen kendi içinde çok farklı sorunlar yaşanıyor. Örneğin, çok yakın zamanda Gezi eylemleri olmuştu. Gezi eylemleri sırasında mahallede 5 bin6 bin kişilik yürüyüşler yapıldı, farklı gruplar bir aradaydı. 6-7 kez E5 trafiğe kapatıldı. Gülsuyu köprüsünden Maltepe

Hayırsızada’da rant şahane

H

er ikisi de ıssız olan ve Hayırsızada olarak bilinen Yassıada ve Sivriada demokrasi bahanesiyle inşaata açılıyor. Yassıada 27 Mayıs darbesinden sonra dönemin başbakanı Adnan Menderes ve Demokrat Partili bakanların yargılandığı ada olduğu için, burada yapılacak inşaat faaliyetleri için de ‘demokrasi’ bahanesini kullanıyorlar. 2011 yılında Adalar Belediyesi’nin hazırladığı planlarda Yassıada ve Sivriada inşaata kapalı ve korunması gerekli alan olarak gösterilmişti. Adalar 1970’lerden bu yana doğal, arkeolojik ve tarihi sit alanı yani bir çivi bile çakılamaz diye bilinen sit alanı bir değil, tam üç tane… Adalara inşaat yapmanın yolunu yapmak

için 2012 yılında bu adalar tarihi sit alanı kapsamından çıkarılıyor. Çok beklenmiyor, 2013 yılında Kamu Finansmanı ve Borç Yönetiminin Düzenlenmesi Hakkında Kanun ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’a eklenen “Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından yap-işlet-devret modeli ile Yassıada ve Sivriada’da kültürel ve turizm amaçlı yatırım ve hizmetler, kıyı kanunu hükümlerine ve diğer mevzuatta yer alan kısıtlama ve prosedürlere tabi olmaksızın planlama-imar ve inşaat uygulamaları kapsamında yaptırılabilir.” hükmü ekleniyor. Bir yasa hükmü, yapılacak inşaat alanı için mevki belirliyor, yönlendiriyor ve doğal

alanları koruyan temel yasalardan muaf tutuluyor. Yani bu adalar için özel yasa çıkarılıyor. Tıpkı Sulukule yıkımları için Deprem Yasası’ndan önce çıkarılan Kentsel Dönüşüm yasası gibi… İki ay sonra da Çevre ve Şehircilik Bakanlığı nam-ı diğer İnşaat bakanlığı bu sefer plan işini belediyeye bırakmıyor, kendi istediği inşaat alanlarını yaratmak üzere adaların yeni planını hazırlıyor. İki yıl önceki planda “yapılaşma yapılamaz, korunması gereken alan” olan adalar yeni planda “turizm ve kültürel tesis” yapılabilecek alanlar oluveriyor. Hemen üzerine Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar “Yassıada ve Sivriada müze ve demokrasi adası olacaktır. Buralara


Eylül 2013/18

KENTSEL DÖNÜŞÜM

İşçilerin Sesi

7

bir çözüm var olmayanın da mağdur olmayacağı görüşünde...

Yargı kararına rağmen iş makineleri AKM’nin önünde çalışmaya başladı.

Belediye yeniden Taksim’i kazıyor Köprüsüne kadar yürüyüşler düzenlendi ve yol 1 saat trafiğe kapatıldı. Ama çetelere karşı yürüyüş organize edildiğinde 300400 kişi katıldı. İktidara karşı tepkisini gösteren 5-6 bin kişilik kitle, mahallenin kendi içinde olan bir olay için aynı düzeyde katılım göstermedi. Sulukule’de yıkım sürecinde mahallede önceden var olmadığı kadar uyuşturucu trafiğinin döndüğüne, şiddet olaylarının arttığına şahit olmuştuk. Kamuoyunda, bunun kentsel dönüşüm sürecini hızlandırmak için bilinçli yapılan şeyler olduğu düşünülmüştü. Mahallenizdeki çete saldırılarının kentsel dönüşüm süreciyle alakası olduğu düşünüyor musunuz? Bu çok tartışmalı bir durum. Uyuşturucu ve çeteleşme sorunu eskiden de vardı. Çetelerin kentsel dönüşüm lobisiyle alakası olduğunu sanmıyorum. Bu olmadığı anlamına da gelmez. Mahallenin geleceğini nasıl görüyorsunuz, sizce süreç nasıl ilerlemeli? Gülsuyu-Gülensu’nun potansiyeli ne Başıbüyük’e ne Sulukule’ye ne de Tarlabaşı’na benziyor. Bizim içinde mahalle derneklerinin, muhtarların, mahallenin ileri gelen-

lerinin, sözü geçenlerin bulunduğu bir mahalle meclisimiz var. Bu meclis her an bir araya gelebilecek ve ilişki kurabilecek yaklaşık 150 kişilik bir topluluk. 2004 yılında bu süreçle karşılaştığımızda hiç birimiz planlama nedir bilmiyorduk. Bugün en sıradan insan bile planlama sürecinde neye karşı duracağını, neden karşı duracağını biliyor. Hele mahalle meclisimiz bu konuda oldukça yetkin kişilerden oluşuyor. Kimsenin mağdur edilmediği, başka bir yere gönderilmediği, TOKİ konutlarına mahkûm edilmediği, kendi içinde, kendi sosyal ve politik ilişkilerini de koruyan bir planlamanın olabileceğine inanıyoruz. Bunu maalesef Maltepe belediyesi hala idrak etmiş değil, planlamayı kendi uzmanları ile yürütmeye devam ediyor. Mahalleli hiç tapusu olmayanlar, hatta kiracılar için de çözümler düşünüyor toplantılarda. Kiracılar yok sayılan ya da hiçbir hakkı olmayan kesimdir. Her kentsel dönüşüm projesinde, kentsel muhalefet savunucuları tarafından sorulan sorudur ya bu. Hiç akla gelmezler ya da onların ne olacağına dair cevap yoktur. Biz diyoruz ki bu mahallede ada bazlı çözüm olursa, kiracılar da mağdur olmaktan kurtulur. p İşçilerin Sesi Haber

demokrasi bahane gelenler bir gece kalmak isterlerse bir butik otel yapılabilir.” diyerek asıl niyetlerini açıklıyor. Gezi Parkı’na Şehir Müzesi, Adalar’a Demokrasi Müzesi Bakanlığın yaptığı planlara göre yaklaşık 3,7 ha alan yani yaklaşık üç futbol sahası büyüklüğünde bir alan fuar alanı, kongre merkezi, sergi salonu, marina, kulüp, dernek, kafe, restoran gibi alanlar önerilerek yapılaşmaya açılmış oluyor. İnşaat bakanlığının eko-sistemi korumaktan anladığı, sermayeye hizmet edecek yeni alanlar açmak. İnşaat bakanlığı, Gezi Parkı için de müze yapılacak diye bir şey yumurtlamıştı.

Adalar Forumu (Heybeliada, Burgazada, Kınalıada, Büyükada) öncülüğünde yaklaşık 1000 kişi Yassıada’ya çıkıp eylem yaparak Yassıada ve Sivriada’ya sahip çıktıklarını, bu adaların imara açılmasına müsaade etmeyeceklerini açıkladı. “Beton lobisi defol” ve “Ada’nın tepesini attırma” sloganları, İnşaat bakanlığına karşı adalıların mücadele edeceğinin göstergesi. Bu planlara, adalara çok fazla insanın gelmesine ve yoğun kullanımına yol açacağı, sermaye için ayrıcalıklı imar koşulları yaratacağı ve adaların sahip olduğu doğal ve kültürel değerleri tahrip edeceği için itiraz ediyoruz, adalıların dediği gibi “bırak ıssız kalsın”. p Aysun KOCA

İstanbul Büyükşehir Belediyesi, mahkemenin oybirliği ile iptal ettiği planı uygulamayı sürdürüyor.

T

MMOB'a bağlı Mimarlar Odası, yargı kararlarına rağmen “Taksim Yayalaştırma Projesi" kapsamında Taksim'de iş makinelerinin çalıştığını belirterek bunun hukuk dışı olduğunu belirtti.27 Ağustos’ta Taksim'e yeniden iş makineleri girdi. İstanbul Büyükşehir Belediyesi yaptığı açıklamada, yayalaştırma projesinin tamamlanması kapsamında Sıraselviler ve Gümüşsuyu istikametlerinden Taksim Meydanı'na ulaşımı sağlamak amacıyla yol düzenlemesi yapıldığını belirtti. Bu çalışma ile Sıraselviler ve Gümüşsuyu Caddeleri'nden gelen araçlar AKM önünden geçerek Mete Caddesi'ne bağlanacak. İstanbul 1. İdare Mahkemesi 6 Haziran 2013'te Taksim Meydanı yayalaştırma Projesine ilişkin 1/5000 ölçekli Koruma

Amaçlı İmar Planı ve 1/1000 Ölçekli Koruma Amaçlı Uygulama İmar Planı değişikliklerinin koruma kurul karar ve ilkeleriyle planlama esaslarına uygun bulmadığı için iptaline oy birliği ile karar vermişti. Bu karar Taksim’de yayalaştırma, battıçıktı, Gezi Parkı ve Topçu Kışlası gibi tüm projeleri kapsıyor. Oda yaptığı açıklamada, bu karar ile Taksim Yayalaştırma Projesi’nin hukuki dayanağı kalmadığını belirterek iş makinelarının çalışma yapmasının suç teşkil ettiğini belirtti. Sorumlular hakkında derhal işlem yapılması talep edildi. Mimarlar Odası 15 Temmuz'da bu inşaatlarla ilgili suç duyurusunda bulunmuştu. p İşçilerin Sesi Haber

Van’da depremzedeler barınma hakkı için açlık grevine başladı Van'da Anadolu konteynır kentte yaşam mücadelesi veren depremzedeler barınma hakları ve koşullarının düzeltilmesi açlık grevine başladı. Zor koşullarda kalan çoğunluğu işsiz depremzedelere yaklaşık yirmi gündür elektrik de verilmiyor. Konteynır kent girişinde açlık grevine başlayan depremzedeler, sorunlarının çözümüne kadar dönüşümlü olarak açlık grevini sürdüreceklerini söyledi. Bianet'e konuşan Halkların Demokratik Partisi (HDP) Van il yöneticilerinden insan hakları savunucusu Cevahir Yiğit Böke, konteynır kentte elektrik olmadığı zaman yaşamın imkansız hale geldiğini belirtti. "Burada 110 hane yani yaklaşık dört yüz depremzede var. Çoğunluğu işsiz, pek çok yaşlı var, eşini ailesini kaybetmiş insanlar var. Yasal olarak depremden sonra beş yıl boyunca bu konteynır kentlerde yaşama hakları var ancak burada bir yıldırma politikası uygulanıyor.

Depremzedeleri buradaki koşullardan yıldırarak çıkarmak istiyorlar. Oysa burada yaşayanlar gidecek başka bir yerleri olmadığı için burada yaşamaya devam ediyorlar" Böke elektriğin kesilmesiyle ilgili Vali'nin "Elektriği biz kesmedik TEDAŞ kesti" açıklaması yaptığını belirterek "Oysa buranın elektrik faturasını ödemek de valiliğin sorumluluğunda" diyor. "Depremzedelerin talepleri çok net; barınma hakkı. 'Ya bize yaşayacak bir yer bulun ya da buradaki koşullarımızı yaşanabilir hale getirin' diyorlar. Depremzedelere barınmak için verilen bu konteynırlar dışında herhangi bir yardım yok. Çoğunluk işsiz ama iş bulmalarına destek olunmuyor. Depremzedeler bugün başlattıkları açlık grevini talepleri dikkate alınana dek sürdüreceklerini açıkladılar. p İşçilerin Sesi Haber


8

MISIR / SURİYE

Mısır’da darbe ve demokrasi 25 Ocak 2011’de Mübarek’in

devrilmesi ile başlayan, Yüksek Askeri Konseyin iktidara el koyması ve uzun pazarlıklar sonucu iktidarı Müslüman Kardeşlere (İhvan’a) ve Mursi’ye devretmesi ile kesintiye uğrayan Mısır (burjuva demokratik) Devrimi, 30 Haziran 2013’de yeniden ayağa kalkmıştı. İşçi sınıfı ve halk kitleleri bu defa da MK ve Mursi’ye isyan etmişti. Ordu hem bu isyanı geriletmek ve önüne geçmek hem de kendisi ile mutabakatı bozan, ordunun rejim üzerindeki vesayetine son vermeye kalkan Müslüman Kardeşler iktidarına son vermek için, askeri müdahalede bulunmuştu. Mısır devrimine damgasını vuran, demokratik bir içerik ve karakter kazandıran işçi-emekçi kitleler ile sol-sosyalist partiler, siyasal İslamcı MK iktidarı karşısında olduğu gibi, askeri darbe karşısında da dik duramadı. Darbeye karşı devrimi ve demokrasiyi savunamadı. Burjuvazinin iki fraksiyonundan da bağımsız bir siyasal çizgi izlemek ve mücadele geliştirmek yerine, içinde Stalinist Komünist Partisinin de bulunduğu birçok milliyetçi sol sosyalist parti, siyasal İslamcılara karşı, cuntayla işbirliği yaptı. Darbecilerin arkasına dizildi. Bu durum, devrimin kendi içinde kırılması ve yarılmasına, kendi mecrasından çıkmasına ve güç kaybedip geri çekilmesine yol açtı. Bunda eski rejimin yandaşlarının da önemli payı oldu. Mübarek sonrası gözden düşen eski rejim artıkları, yeni süreçte sureti haktan gözüküp muhalefet hareketi içinde yer almış sonra da hareketin rayından çıkması, pusulasını kaybetmesi ve cuntanın dümen suyuna girmesinde önemli rol oynamıştır. 6 Nisan hareketinden Emir Ali, Birgün gazetesine bu durumu, “Mısırlılar yapılan darbeyi desteklemek için sokağa dökülmediler. Zaten sokakta olanlar Mursi’nin devrilmesini kutladılar. Ancak daha sonra sokak hareketine öncülük edenler, kayıtsız şartsız askerlerle işbirliği yapar hale geldiler” diye açıklıyor. “MK ve ordu, ülkedeki en organize iki kurum; ikisi de muhafazakâr yapılar ve eski düzenin devamını istiyorlar… Cuntaya da siyasal İslamcılara ve din devletine de hayır diyoruz, sivil demokratik bir hükümet istiyoruz” diyerek, kendi politik duruşlarını özetliyor. p işçilerin Sesi Haber

İşçilerin Sesi

Eylül 2013/18

Sadece darbeye karşı çıkmakla demokrat olunmaz Mısır’da, sistemin de, emperyalistlerin de temel dayanağı uluslararası emperyalist-kapitalist sistemle bütünleşmiş olan ordudur. Mısır ordusu, emperyalizm ve uluslararası tekellerin ülkedeki en önemli temsilcisi ve ortağıdır.

S

osyalistler her zaman ve her yerde askeri diktatörlüğe karşı demokrasi, hak ve özgürlüklerden yanadır. Mısır’da sınıf bilinçli işçilerin ve işçi sınıfı sosyalistlerinin tutumunun da bu yönde olduğu görülüyor. Ne var ki, bu güçlerin bu gün hareket içindeki etkilerinin oldukça sınırlı olduğu da anlaşılıyor. Mısır’da süren sınıf mücadelesi bu gün çarpıtılmış, egemen sınıfların kendi içlerinde

Darbeyi ABD’nin bölge planlarından, İsrail’in güvenliği sorunsalından bağımsız düşünmek saflık olur. süren iktidar mücadelesi tarafından baskılanmıştır. Darbeye karşı yegâne tutarlı demokratlar, işçi sınıfı sosyalistleri, devrimci Marksistlerdir. Generaller, emekçi halkın istemlerini yerine getirmek için değil, kendi çıkarlarını korumak için darbe yapıyor. Darbe demokrasiye karşı bir müdahaledir. Ne var ki müdahale de bulunulan demokratik hareket,

Mursi ve Müslüman Kardeşler (MK) hareketi değil, yükselen işçi sınıfı hareketi ve (burjuva) demokratik devrim mücadelesidir. Çağımızda demokrasiyi savunmak işçi sınıfının omuzlarındadır. Darbeciler Mısır’ın en büyük kapitalist fraksiyonudur Mursi ve MK iktidarı demokratik bir iktidar değil, otokratik bir rejimdir. Mursi’nin seçimle geldiği ve milli iradeyi yansıttığı ise koca bir yalandır. Halkın iradesi, birçok grubun seçimleri boykot etmesi nedeniyle, sandığa yansımamıştır. MK, seçmenin ancak % 25’inin oyu ve ordunun icazeti ile iktidara gelmiştir. 13.2 milyon oy ile başkan olan Mursi’nin istifası için, 30 Haziran’da toplanan imza sayısı 22 milyon, sokağa çıkan insan sayısı ise 27 milyondur. Mısır’da yaşanan gerçek, Mısır işçi ve emekçilerinin isyanının ikinci defa ellerinden çalındığıdır. İşçi hareketi kendiliğindenci bir karaktere sahip olduğu için, hükümeti alaşağı etme yeteneği gösterebilmiş; ne var ki tam da bu kendiliğindenci karakterinden, örgütsüzlüğünden ve kendi iktidar alternatifini yaratamadığı için, iktidarı bir başka güce kaptırmıştır. Darbeciler Mısır’ın en büyük kapitalist sınıf fraksiyonudur. Mısır ordusu, 50 milyar dolara yaklaşan ekonomik varlığı ve yatırımlarıyla, ülke ekonomisinin neredeyse

% 40’ını kontrol etmektedir. Bu haliyle ordu ülkenin adeta sahibi gibidir. Dolayısıyla darbeyi, ülke ekonomisine egemen olan bu kapitalist sınıf fraksiyonunun siyasete de el koyması olarak okumak mümkündür. Mısır’da, sistemin de, emperyalistlerin de temel dayanağı ordudur. Ordu, hem ekonomik hem de askeri-siyasi ilişkileri vasıtasıyla uluslar arası emperyalist-kapitalist sistemle bütünleşmiştir. Emperyalizm ve uluslar arası tekellerin ülkedeki en önemli temsilcisi ve ortağıdır. Darbe lideri Sisi, ABD Harp Akademisinde eğitim görmüş, ABD’nin “iyi çocuk”larındandır. Darbecilerin sivillere yönelik saldırılarına ve kitle katliamlarına rağmen, batının darbeyi kınamaması, tarafları itidale davet etmesi, Mısır ordusuna her yıl ABD tarafından yapılan 1,3 milyar dolarlık yardımın iptal edilmemesi, dahası Amerika’nın iyi ilişkiler içinde olduğu Orta Doğu’nun despot rejimlerinin, Suudi Arabistan’ın, Kuveyt ve Katar’ın, darbecileri ekonomik olarak finanse etmek üzere 12 milyar dolar kredi açması, darbenin batının bilgisi ve icazeti dâhilinde gerçekleştirildiğine işaret ediyor. Darbeyi ABD’nin bölge planlarından, İsrail’in güvenliği sorunsalından bağımsız düşünmek saflık olur. Ki ordunun darbe sonrası alelacele Sina Yarımadasındaki İslamcı militanlara operasyon başlatması da bu tespiti doğrular niteliktedir. Mı-

Suriye’ye savaş, Alevi, Kürt ve

B

aşını ABD, İngiltere ve Fransa’nın çektiği emperyalist blok, geçtiğimiz hafta Suriye’de patlayan kimyasal bombaların sorumluluğunu Esad rejimine yükleyerek, askeri bir operasyona girişebileceğinin sinyallerini veriyor. Operasyonun ne zaman yapılacağı konusunda ise, kimyasal silah kullanımını araştırmak üzere Suriye’de bulunan Birleşmiş Millet (BM) heyetinin ülkeyi terk etmesinden sonraki en yakın tarihten söz ediliyor. Kimyasal silahın kimin tarafından patlatıldığının artık bir önemi yok; çünkü aranan adalet değil, sadece bir bahane. Büyük devletler her zaman BM veya NATO’yu da beklemiyorlar. Libya’ya askeri müdahale Fransa’nın atak hareketiyle ger-

çekleşti ve hiçbir uluslararası kuruluşun onayı da bulunmuyordu. Hiçbir uluslararası kuruluş da Fransa’yı bu hareketinden dolayı yargılamadı. ABD ve diğer emperyalist devletlerin Ortadoğu’ya ilgisinin çok farklı sebepleri olması, askeri müdahale seçeneğinin uygulamaya geçirilmesinde tereddütler yaratıyor. Aynı zamanda Rusya, Çin ve İran bloğunun askeri operasyona karşı durması, ülke içindeki muhalefetin çok parçalı ve aşırı dinci siyasi çetelerden oluşması, muhtemel bir askeri harekâtın sonrasındaki Suriye’nin nasıl bir siyasi zemin doğuracağına dair belirsizlikler taşıyor. Kimyasal silah kullanmak ya da kimyasal silaha sahip olmak, Irak savaşı ve işgali sı-

rasında da emperyalist Batı ülkelerinin temel teziydi. Saddam diktatörlüğünün antidemokratik yapısı Kürtlere karşı Halepçe’de kimyasal silah kullanılması gibi somut göstergeler, Irak savaşına “demokrasi ve özgürlük” gibi adlar verilmesine yol açmıştı. 1990 Körfez krizi ve Irak’ın işgalinin üzerinden geçen yıllar içinde Irak’a demokrasi gelmediği gibi, ülke “küçük Saddam”larca yerel siyasal diktatörlükler biçiminde parçalandı. Neredeyse her gün patlayan bombalar, 30, 40, 50 insanın ölümüne yol açıyor. Suriye rejiminin siyasal niteliği ve Esad ailesinin halk üzerindeki baskıcı rejimini savunacak değiliz. Suriyeli emekçilerin ve başta Kürtler olmak üzere farklı halk ve dini mezheplerin, iktidarca ezilip yok sayıldığını,


Eylül 2013/18

MISIR / SURİYE

İşçilerin Sesi

9

AKP’nin Mısır sendromu Suriye’den sonra Mısır politikası

sır’daki gelişmeleri, emperyalizm ile siyasal İslam arasındaki ilişkilerin kopması olarak nitelendirmek yerine, onları yeniden biçimlendirme çabası olarak görmek daha doğrudur. MK’nın burjuva karakteri uzun soluklu direnişe izin vermez Ordunun MK’ya yönelik saldırılarının her geçen gün sertleşerek devam etmesi, MK’nın da aynı kararlıkla direnişi sürdürmesi, ilelebet devam edebilecek bir durum değildir. MK’nın burjuva sınıf karakteri, onun bu düzeyde ve kitlesellikte, uzun soluklu bir direnişi sürdürmesine izin vermeyecektir. Hareket ya daha da radikalleşerek illegal duruma düşecek ve marjinalleşecek ya da kendi içindeki radikal unsurları dışlayarak, rejimle uzlaşacak; bu iki burjuva fraksiyon arasındaki güç dengesi, siyasal İslam’ın gücünün törpülendiği koşullarda yeniden kurulacaktır. Bu yolla, Müslüman Kardeşler sisteme yeniden entegre edilecektir. Mücadele henüz bitmedi. Dolayısıyla önümüzdeki dönem asıl mücadele, hâkim sınıflar içindeki çelişkiler bir yana, egemen sınıflar ile işçi sınıfı arasındaki yoğunlaşacaktır. Çarpıtılan ve burjuva fraksiyonlar arasına sıkışan sınıf mücadelesi, yeniden kendi mecrasında akmaya başlayacaktır. p Mustafa EKER

İslamcılar sadece kendilerine karşı yapılan darbeye karşılar Siyasal İslamcılar ve Mısır’ın Müslüman Kardeşleri darbeye ilkesel olarak karşı değil; sadece kendilerine yönelik darbeye karşıdırlar. Darbeye karşı parlamenter demokrasiyi savundukları da söylenemez. Zaten Mısır’da olan sistem parlamenter demokratik bir rejim de değildir. Dolayısıyla Müslüman Kardeşlerin darbeye karşı mücadelesi demokratik bir mücadele değil, bir başka baskıcı –otokratik rejim içindir. Siyasal İslamcılar için, darbe, kendilerine karşı ise kötü, kendilerine iktidar yolunu aralıyorsa iyidir. Bunu, Mısır’ın yakın tarihine bakarak da anlayabiliriz. Müslüman Kardeşler, 25 Ocak 2011 devriminin önünün kesilmesini ve iktidarın kendilerine devredilmesini sağlayan askeri darbeye ve Yüksek Askeri Konseye o dönem hiç de karşı çıkmamıştı. Aksine Mübarek karşıtı gösterilere son anda katılarak ve cuntayla işbirliği yaparak, devrimi, asıl sahipleri olan işçi sınıfı ve emekçi halk kitlelerinin elinden çalmış; bir yıllık iktidarı süresince de demokrasiyi, hak ve özgürlükleri

baskılamıştı. Böylece, izlediği baskıcı ve otoriter politikalarla, cuntadan aşağı kalır yanı olmadığı açığa çıkmıştır. Bundandır ki, Mübarek rejimine karşı ayaklanan kitleler, bu defa da aynı taleplerle, demokrasi ve özgürlük şiarı ile Mursi iktidarına isyan etmiştir. Mursi’nin ve MK’nın alaşağı edilmesi askeri darbenin başarısı değil, işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesinin sonucudur. Devrimin ikinci aşamasıdır. Bu mücadele ve devrimci atılım olmasaydı askeri müdahale gerçekleşmezdi. Yükselen ikinci devrimci dalga ile devrimin derinleşmesi ve toplumun demokratikleşmesinden korkan, ayrıca Müslüman Kardeşlerin, iktidarı tek başına belirlemeye yönelik tutumundan rahatsız olan ordu, hem devrimin önünü kesmek hem de yığınların Mursi ve Müslüman Kardeşlere olan tepki ve öfkesini kendi iktidar alanı ve kitle desteğini genişletmek için kullanıyor. Yaşanan isyanla iktidar etme yeteneğini zaten tüketmiş olan Müslüman Kardeşler iktidarına son darbelerini vuruyor.

yoksullara karşı savaştır! kapitalist sömürü altında canlarının çıkartıldığını biliyoruz. Örneğin Kürtler, Esad rejimleri boyunca resmi bir kimlik belgesine bile sahip değildi. Rojava’daki ayaklanma ve Kürtlerin kendi özerkliklerini sağlayacak adımlar atması işte bu nedenle gündeme geldi, gerçekleşti. Esad rejimine bakarak, emperyalist Batı’nın demokrasi ve özgürlük taşıyıcısı ülkeler olduğuna inanacak hiç değiliz. Özgürlük ve demokrasi gibi ezilen ve sömürülenler için gerekli olan siyasal hedeflerin, emperyalist devletlerin savaş uçakları, hava bombardımanları ya da kara birliklerinin uzun, orta ve kısa menzilli toplarıyla, mermileriyle gelmeyeceğini bilecek kadar Ortadoğu tarihinde bir çok örnek var.

Tayyip Erdoğan hükümeti Suriye krizini kendi siyasal ve emperyal hevesleri için bir av sahası haline getirmek istediğini gizlemiyor. Hükümet sözcüleri “gücümüz olsa Suriye’ye gireriz” diyorlar. Hükümet hem de gizlemeden Suriye muhalefetinin eşgüdüm toplantılarının Antep, Ankara ve İstanbul’da düzenlenmesini sağlıyor, El Nusra ve Özgür Suriye Ordusu adıyla katliamlar gerçekleştiren çetelere askeri, siyasi ve maddi destek veriyor. Askeri bir harekât halinde Türkiye’nin bin kilometreyi bulan kara sınırının emperyalist işgal için kullanılmasına hükümet itiraz etmeyecek. 20 milyondan fazla Alevinin yaşadığı Türkiye’de, mezhep farklılığına dayanan politikaların içte de yansımaları olacağını düşünmek abartılı olmaz. Aynı şekilde Ro-

java’daki Kürt halk inisiyatifinin yenilgisi, Türkiye devletinin ve AKP hükümetinin hedefleri arasına çabucak girecek. İşçiler ve emekçiler, emperyalistlerin Suriye’ye askeri müdahalesine ve Türk hükümetinin bu müdahaleye destek vermesine karşı çıkarak, hem büyük bir gözyaşı ve kanın dökülmesini önlemiş olacaklar hem de halkla ve işçilere karşı baskı kuran Ortadoğu rejimleri karşısında siyasal güç toplayarak, onların yenilgisi yönünde yeni olanakların yaratılmasına zemin hazırlayacaklar. Alevi, Kürt, yoksul kanı dökülmesine izin verme! Emperyalist saldırganların Suriye savaşına hayır! Ortadoğu’da barış, demokrasi ve özgürlük işçilerle gelecek!

da çöken AKP, başarısızlığının üstünü örtmek için daha da hırçınlaşıyor. Başbakan Erdoğan, Mısır’daki darbeden ve gerçekleşen katliamlardan Batı’yı sorumlu tutarken, Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ, AB’yi ve İHD’yi suçluyor. “Uluslararası sözleşmeler, öldürülenler Müslüman olunca, ihlal edilmiş olmuyor mu?” diyerek, Mısır’da ki darbeyi iç politika malzemesi olarak kullanıyor. Gezi direnişini bir darbe girişimiymiş gibi sunarak, tam bir çarpıtma yapıyor. Mısır’daki darbe üzerinden kendisine mağduriyet çıkarıyor. Darbe ve katliamlar kuşkusuz lanetlenmeli ve protesto edilmelidir. Ne var ki orada insanlar ölürken burada kendisine mağduriyet çıkarmak, oradaki zulmün, daha düşük düzeyli de olsa, bir benzerini kendi muhaliflerine; Kürt muhalefetine ve Gezi direnişçilerine reva görürken kendisini o mazlumların yanına koymak, normal insan aklının kabul edebileceği bir durum olmasa gerek. Mısır’da Müslümanlara yapılan zulümden bahsedip dünyaya demokrasi dersi vermeye kalkarken, İslamcı militanlar tarafından Rojava’da yapılan katliamlara sessiz kalmak; daha da ötesi bu İslamcı militanları, El-Kaide unsurlarını silahlandırmak ve Kürtlerin üzerine sürmek, AKP’nin ve siyasal İslamcıların inkâr edemeyeceği ancak cevap da veremeyeceği olgulardır. Stadyumlarda, Gezi eylemlerine destek gösterilerine asla izin verilmeyeceği söyleniyor. Lakin siyasal İslamcıların ve AKP’lilerin, statlarda Müslüman Kardeşlerle dayanışma eylemleri düzenlemesi için her türlü kolaylık sağlanıyor. Gezi direnişi AKP’ye korku saldı. Gezi eylemlerinin sonbaharda yeniden başlayacağı ya da benzer gösterilerin düzenleneceğine yönelik söylentiler, AKP liderliğinin uykularını kaçırıyor. Batı’nın, işine geldiğinde, seçimle işbaşına gelen iktidarlardan vazgeçebileceği, darbeye kapı aralayabileceğini gören Erdoğan, Mısır sendromu yaşıyor. Başbakan Erdoğan, silahsız Kürt muhalefetinin güçleri ile Gezi ruhunun ve direnişinin, AKP iktidarının sonunu getirebileceğini görüyor. Batı’ya karşı dik duran lider imajı çizip, İslamcı retoriği de kullanarak, kitle tabanını pekiştirmeye; bu yolla seçimlere güçlü girmeye çalışıyor. p işçilerin Sesi Haber


10

ÇALIŞMA YAŞAMI

100 kişiden 4’ü kamuda çalışıyor Türkiye'de 2 milyon 188 bin 763'ü

memur olmak üzere 3 milyon 112 bin 651 kişi kamuda istihdam ediliyor. Bu rakamlar, yaklaşık 75,6 milyon nüfusa sahip Türkiye'de her 100 kişiden 4'ünün kamuda çalıştığını ortaya koyuyor. Devlet Personel Başkanlığı (DPB) verilerine göre, kamu kurum ve kuruluşlarında devlet memuru, hakim ve savcı, öğretim elemanı, sözleşmeli personel, sürekli ve geçici işçi, geçici personel, kapsam dışı personel, askeri personel, özel hükümlere tabi personel dahil kamuda toplam 3 milyon 112 bin 651 kişi çalışıyor. Temmuz 2013 itibarıyla, DPB'nin görev alanına giren kurumlarda 2 milyon 188 bin 763 devlet memuru, 13 bin 889 hakim ve savcı, 113 bin 78 öğretim elemanı, 185 bin 823 sözleşmeli personel, 293 bin 690 sürekli işçi, 31 bin 814 geçici işçi, 21 bin 408 geçici personel, bin 961 kapsam dışı personel, 205 bin 978 askeri personel ve 56 bin 247 özel hükümleri tabi personel olarak istihdam ediliyor. Bu personelin 2 milyon 376 bin 435'i bakanlıklar ve bakanlıkların bağlı, ilgili, ilişkili kuruluşlarında, 159 bin 149'u KİT'lerde, 265 bin 803'ü mahalli idarelerde, 255 bin 17'si Türk Silahlı Kuvvetlerinde, 56 bin 247'si de Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası ve kamu bankalarında (Ziraat Bankası, Halkbank, Vakıfbank) çalışılıyor. Devlet memurlarının yaklaşık yüzde 64'ünü erkek, yüzde 36'sını da kadın çalışanlar oluşturuyor. Müsteşar, müsteşar yardımcısı, vali, genel müdür, genel müdür yardımcısı, daire başkanı, bölge müdürü, bölge müdür yardımcısı, il müdürü gibi üst düzey devlet memurlarına bakıldığında ise Türkiye'de toplam 6 bin 197 üst düzey devlet memuru bulunuyor. Üst düzey devlet memurlarının sadece 585'i, başka bir deyişle yüzde 9,44'ünü kadınlar oluşturuyor. Öte yandan Türkiye'de Haziran 2013 tarihi itibariyle 346 general ve amiral, 38 bin 938 subay istihdam ediliyor. Türkiye'de en fazla devlet memuru, eğitim-öğretim hizmetlerinde istihdam ediliyor. Halen eğitim-öğretim hizmetleri sınıfında 778 bin 423, genel idare hizmetleri sınıfında 417 bin 671, sağlık ve yardımcı sağlık hizmetleri sınıfında 338 bin 485, emniyet hizmetleri sınıfında 242 bin 630, yardımcı hizmetler sınıfında 107 bin 464, din hizmetleri sınıfında 98 bin 18, teknik hizmetler sınıfında ise 96 bin 436 dolu kadro bulunuyor. p İşçilerin Sesi Haber

İşçilerin Sesi

Eylül 2013/18

Pilotlar teferruat mı? Sadece pilotlar derneği TALPA da değil, THY yönetimi de işi devlete havale eden "emret komutanım!" tutumundan vaz geçmelidir.

İ

ki meslektaşımızın İstanbul-Beyrut uçuşu sonrasında havaalanından kalacakları otele giderken silah zoruyla kaçırılmalarının üzerinden 3 hafta geçti. Olayın hemen ardından, THY yönetiminin, daha birkaç ay önce Beyrut bürosu basılıp darmadağın edilerek tehdit edilmesine rağmen "Bize yönelik hiç bir tehdit söz konusu değildi, pilotlarımız neden kaçırıldı anlamıyoruz!" şeklindeki açıklaması, bu eylemi adeta çağıran bir aymazlığın varlığını ispatlıyor. Devlet'in ise pilotları geri almaktan çok, olayın kamuoyunda gündem oluşturmasını engellemeye yönelik çaba sarf ettiği bir gerçek. Ailelerini, arkadaşlarını ve meslek kuruluşlarını, kendi başlarına birşeyler yapmaya kalktıkları zaman kurtarma çabalarına zarar verecekleri konusunda sürekli baskılayıp oyalıyorlar. Ancak biz yarayı kaşımaktan yanayız. Madde madde ilerleyelim: 1- Pilotlarımızı kaçıranların bu işi fidye, para vs için yapmadıklarını ve serbest bırakılma için öne sürdükleri tek koşulun, Suriye muhaliflerince daha önce kaçırılan Şii Hacıların bırakılması olduğu biliniyor. Eylemi bu hacıların ailelerinin Hizbullah desteğiyle yaptığı da artık gün ışığına çıktı. 2- Başka bir ülkenin değil de bizim pilotlarımızın kaçırılmasının nedeni Şii Hacıları kaçıran Suriyeli muhaliflerin baş destekçisinin Türkiye Cumhuriyeti olmasıydı. Daha sonra Kahire'de tutuklanan, kaçırılan gazetecilerimiz de düşünüldüğünde, dış politikadaki saldırganlığın karşılığı olarak ABD ve İsrail gibi giderek daha fazla hedef olacağız. 3- Türk Hükümeti Pilotların serbest bırakılması için hacıları kaçıranlara baskı yaparak bunu sağlayabilir. Ancak, bu yapıldığında Türkiye'nin hacıların kaçırılmasındaki rolü itiraf edilmiş olur. AKP dış politikasının yanlışlığını savunanların ço-

ğaldığı bir ortamda bunun sonuçları ise hiç de "iyi" olmaz. 4- Lübnan Hükümet sözcüsü, Şii Hacılar için Türkiye'ye başvurduklarında hiç de ilgi görmediklerini, ancak kendilerinin büyük çaba sarf ettiğini açıkladı. Bu da pilotlarımızın bırakılması için eylemcilere samimi olarak baskı yapılmayacağını gösteriyor. Çünkü her devlet gibi, o da, bu olaydan kendi dış politikası için yararlanma çabasında ve dış ilişkilerde insani duygular değil çıkarlar geçerli oluyor! "Yerlerini tesbit ettik," "tam müdahale edecektik ki yer değiştirmişler" vb oyalayıcı açıklamaların yanında, silahlı bir operasyonla pilotların sağ kurtarılma olasılığının da düşük olduğu bir gerçek. 5- Eylemi gerçekleştiren Şii Hacıların ailelerinin Hizbullah desteğinde olduğu ve son günlerde Suriye'ye yönelik emperyalist saldırganlığın baş destekçisi AKP iktidarının aksine Hizbullah'ın, Esad'a yönelik dış müdahaleye karşı olduğu da diğer bir gerçek Yani Suriye'ye karşı müdahale, pilotlarımızın durumunu daha da içinden çıkılmaz bir hale getiriyor. Şimdi can alıcı soruyu soralım: Pilotlarımızı kaçıranlar onlara zarar verir-

lerse, hiç aklımıza getirmek istemediğimiz sonuçlar doğarsa ne olur? Bu hedef olma halinin baş sorumlusu hükümetin dış politikası tam tersi olarak içerde "aklanır," eylemcilerin ( ve Esad taraftarlarının) vahşilikleri ve onlara karşı izlenen politikanın ne kadar isabetli olduğu, hatta fazlasının yapılması gerektiği bir güzel anlatılmış olur. Başbakanımız, içerde de göz yaşı dökecek birilerini bulmanın rahatlığıyla pilotların ailelerine sarılır Yani söz konusu olan devletse pilotlar teferruattır! Aileleri ve arkadaşlarının konuyu devlete havale edip seyretme lüksü bu nedenle yoktur. Sadece pilotlar derneği TALPA da değil, THY yönetimi de işi devlete havale eden "emret komutanım!" tutumundan vaz geçmelidir. Vakit geçirilmeden sivil insiyatifler geliştirmeli, başta aileler olmak üzere meslektaşları uluslararası kamuoyunu harekete geçirmeli ve eylemciler üzerinde baskı oluşturmalıdır. Rehinelerin zarar gördüğü bir sonucun öncelikle kendi aleyhlerine olacağını görmelerini sağlayacak bir sahip çıkış, arkadaşlarımıza kavuşmamızın tek yoludur. p Bahadır ALTAN

Sanayide istihdam ikinci çeyrekte yüzde 3.4 arttı Sanayide istihdam 2013 yılının ikinci çeyreğinde geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 3.4 oranında artışla 115.2 oldu. Sanayide çalışılan saat yüzde 2.7 artışla 113.6 düzeyinde gerçekleşirken, sanayide brüt ücret-maaş yüzde 14 artışla 149 değerini aldı. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), 2013 yılı 2. Çeyrek Sanayi İşgücü Girdi Endeksleri’ni açıkladı. Sanayi İstihdam Endeksi (2010=100 temel yıllı) 2013 yılı 2. çeyreğinde geçen yılın aynı çeyreğine göre yüzde 3.4, bir önceki çeyreğe göre yüzde 1.6 arttı. Üç Aylık Sanayi İstihdam Endeksi 115.2 oldu. Sanayide Çalışılan Saat Endeksi (2010=100 temel yıllı) 2013 yılı 2. çeyreğinde geçen yılın aynı çeyreğine göre yüzde 2.7, bir önceki çeyreğe göre yüzde 1.6 arttı. Üç

Aylık Sanayide Çalışılan Saat Endeksi 113.6 oldu. Sanayide Brüt Ücret-Maaş Endeksi (2010=100 temel yıllı) 2013 yılı 2. çeyreğinde geçen yılın aynı çeyreğine göre yüzde 14, bir önceki çeyreğe göre yüzde

5.3 arttı. Üç Aylık Sanayide Brüt ÜcretMaaş Endeksi 149 oldu. Ana sanayi grupları (MIGs) sınıflamasına göre 2013 yılı 2. çeyreğinde istihdam endeksinde geçen yılın aynı çeyreğine göre en yüksek artış yüzde 4.6 ile dayanıksız tüketim malı imalatında gerçekleşti. Ana sanayi grupları (MIGs) sınıflamasına göre 2013 yılı 2. çeyreğinde çalışılan saat endeksinde geçen yılın aynı çeyreğine göre en yüksek artış yüzde 3.5 ile dayanıksız tüketim malı imalatında gerçekleşti. Ana sanayi grupları (MIGs) sınıflamasına göre 2013 yılı 2. çeyreğinde brüt ücretmaaş endeksinde geçen yılın aynı çeyreğine göre en yüksek artış yüzde 15.6 ile dayanıklı tüketim malı imalatında gerçekleşti. p İşçilerin Sesi Haber


Eylül 2013/18

İşçilerin Sesi

ÇALIŞMA YAŞAMI

11

Kıdem tazminatıma dokunma Çalışma Bakanlığının, kıdem

Gece vardiyası için kadına yeni düzen

2

4 Temmuz 2013 Tarihli Resmi Gazete’de yayınlanan yönetmelikle kadınların gece vardiyalarında (gece 20:00’den başlayan ve en erken 06:00’ya kadar geçen süre) çalışmalarına yönelik yeni bir düzenleme getirildi. Kadınların geceleri 7.5 saatten fazla çalışmasını yasaklayan yönetmelik, gebelik-analık gibi özel durumlarda uygulanabilecek vardiya düzenleri ve süreleri ile ilgili uygulamalara yer veriyor. Basında bir kazanım gibi sunulan, gece vardiyalarında 7,5 saatten daha fazla çalışmama hali, 2004 yılında yayınlanmış ve yenisinin yayınlanmasıyla şu an yürürlükten kaldırılan eski yönetmelikte de aynı şekilde belirtiliyordu. Bu ikisini karşılaştırdığımızda birçok maddenin aynen korunduğunu, kısmi iyileştirmeler yapıldığını görmekteyiz. Dilerseniz önce, bu yönetmelikte geçen önemli başlıklara kısaca değinelim: Kadın çalışanlar, işverene talep ederek eşi ile aynı gün gece mesaisinde çalışmayacak. Bunun için eşlerin aynı işyerinde çalışıyor olmasına gerek yok, koca başka bir işyerinde çalışıyor olsa bile kadın işçiler bu haktan faydalanabiliyor. Anne olan tüm çalışanların en büyük problemi çalıştıkları süre boyunca çocuklarının bakımının karşılanması. Özellikle gece çalışmaları sırasında babanın da evde olmadığı durumlarda evdekilerin güvende olması kaygısı da ekleniyor. Eşlerden biri işten çıkıp eve geldiğinde diğeri işe giderek daha az birlikte zaman geçirmiş oluyor ancak çocuklar geceleri en kötü ihtimalle ya anneleri ya da babalarıyla kalabiliyor. Bu madde ile ilgili bir diğer durum ise aynı yerde çalışan eşlerle ilgili. Kadın çalışan, işverene eşiyle aynı gece postasında çalışmayı talep edebiliyor. İstek, işverence uygun bulunduğu ölçüde karşılanır. Bu maddede bir değişiklik sözkonusu değil. Eski yönetmelikte de aynı biçimde tarifleniyordu. Gebelik sırasında ve doğumdan itibaren 1 yıl süre ile gece çalıştırılmaları mümkün olmayacak. Sağlık açısından düşünüldüğünde hamile işçilerin gece çalışmaları çeşitli riskler barındırıyor. Örneğin tıbbi müdahale gerektiği durumlarda çoğu işyerinde geceleri hekim bulunmuyor. Bu durumda hızlı bir şekilde

en yakın hastaneye ulaştırılmaları gerekir. Ancak gece vardiyalarında, araç temin etme, hastaneye sevk etme, sevk edilen hastanede konuyla ilgili hekimin bulunmaması (nöbetçi doktor uygun olmayabilir) gibi durumlarla karşılaşılabilir. Gece çalışması, doğum yapmış ve izin süreleri bitip işe dönmüş kadınlar açısından da sıkıntılı. Evde olduğu süre boyunca bebeğinin bakımı, beslenmesi ve ev işleri ile meşgul olup geceleri de işe gittiğinde kadına dinlenecek zaman kalmıyor. Aşırı yorgunluk ve sonucunda dikkatsizlik, çeşitli kazalara da davetiye çıkarıyor. Eski durumda bu süre 6 ay ile sınırlı idi. İşyerlerinde böyle koşullarda çalışmak zorunda kalan kadınları düşündüğümüzde bunun bir kazanım olduğunu düşünebiliriz. Yıllardır işçi sınıfının ve feministlerin gebe ve anne çalışanlar için daha fazla iş güvenliği talepleri karşısında kısmi bir iyileştirme yapılmıştır. Sağlık gözetimi ile ilgili 7. maddede ‘çalışmak için herhangi bir hastalığın olmadığına ya da olduğuna dair rapor’, eskiden işyeri hekimi dışında, işçi sağlığı dispanserleri, sağlık ocağı, hükümet ve belediye doktorlarından alınabiliyordu. Ancak yeni yönetmelikte bu yetki sadece işyeri hekimlerine veriliyor. İşyeri hekimleri rahatlıkla patronlar tarafından yönlendirilebilir ve kadın işçi aleyhine raporlar ortaya çıkabilir. Bu durum da kadınlar açısından ciddi bir hak kaybı yaratır. Gece çalıştırılacak kadın işçilerin isimleri iş müfettişlerince yapılacak denetimlerinde sunulmak üzere saklanacak. Sanırız bu zorunluluk ile gece çalışan kadınların 7.5 saatten fazla çalışmaması kontrol altına alınmak isteniyor. Önceden işveren, bu kayıtların ilgili bölge müdürlüklerine gönderilmesi ile sorumlu idi. Şu an sadece işyerinde saklanması yeterli. Kadınlar açısından ne gibi bir avantaj sağlar bilemiyoruz ancak uygulamada nelerle karşılaşabileceğimizi tahmin etmek pek güç değil. Örneğin, siparişlerin fazla olduğu dönemlerde fazla mesai yaptırılıp, siparişin az olduğu dönemlerde de kısa çalıştırılabiliriz. Ya da fazla mesai yerine hiç de ihtiyacımız olmayan bir gün için izne çıkartılırız, ama puantaj defterlerine her gün için normal mesai yazılır. Yönetmeliğe genel olarak baktığımızda kadınların lehine sayılabilecek tek yenilik ge-

be-emzikli olma durumunda gece vardiyası yasağının 6 aydan 1 yıla, bu sürenin doktor raporuyla uzatılmasının da 1 yıldan 1,5 yıla çıkması. Ancak tam da bu nedenle kimi işyerlerinde, özellikle üretim kapasitesi üç vardiya düzenini uygulayan yerlerde kadın işçi alımlarının şimdiden durdurulmuş olması cinsiyet ayrımcılığını daha da körüklüyor. Fazla mesai, işverenlerin tercih ettiği bir çalışma düzeni. Bu sayede az işçi ile daha çok üretim ve neticede daha çok kar elde edebiliyorlar. Belli bir zamanı yok, patron ne zaman gerekli görürse o zaman yapılması gerekiyor. Öte taraftan işçiler için çok yorucu olması ve işten arta kalan zamanın daha da azalması nedeniyle çok istenmese de tercih edilen bir zorunluluk. Çünkü bu sayede ay sonunda alınan maaş bir nebze daha fazla oluyor. Ödenecek borçları, kredileri düşününce biraz daha rahatlatıyor. Hiçbir işçi sırf lüks olsun diye borca girmiyor, ancak ücretlerin hayat pahalılığı karşısında son derece düşük olması bizi bu zorunluluğa itiyor. Geçinmek için borç yapıyoruz, borç yaptığımız için fazla mesaiye kalıyoruz. Dolayısıyla hiçbir patron da bundan vazgeçemez. İşçi, kadın ise ne olacak peki, gece fazla çalıştırmayacak mı? Bu durumda patron da kadın işçi çalıştırmaz olur biter! En iyisi kadın evinde çalışsın. 3 de yetmez 5 çocuk yapsın, kocasına, çocuklarına baksın. İnsan yetiştirme fabrikasının ağır işçisi olarak kalsın. Sadece koca ile aynı gün gece vardiyasında çalışmamak ya da 1 yıl süre ile sadece gündüzleri işe gitmek görüldüğü gibi tek başına yeterli değil. Geleneksel bir aile kurumuna dahil olmadığından olsa gerek, bekar annelerin koşullarının iyileştirilmesine yönelik herhangi bir çabayı da göremiyoruz. Kadın ve erkekler için gebelik izinlerinin artırılması, bedava kreş ve bakımevlerinin açılması, işyerlerinde kadın kotasının uygulanması, ailenin kutsallığından dem vurup, her yerde annelik edebiyatı yapan AKP politikaları karşısında daha da büyük bir önem kazanmıştır. Bize düşen görev, bu talepler etrafında örgütlenip kadın dayanışmasını yükseltmektir. Yaşasın kadın dayanışması! Yaşasın örgütlü mücadelemiz! H. KAYA

tazminatı fonu ile ilgili yeniden çalışma başlattığı haberleri, konunun Eylülde gündeme getirileceğini gösteriyor. İşçiden ve işverenden kesilecek tazminat oranları yeniden belirlenecek. İşverenlere “sonradan ödeme” hakkı tanınacağı gibi, prim ödeme yükümlülüğü de, kanunun yayımından 6 ay sonra başlayacak. Kıdem tazminatı fonunun en büyük zararı ise, işsizlik sigortası fonuna olacak. Fonun prim gelirleri kısılacak. Her işçinin bir hesabı olacak ve eğer bir tercihte bulunmazsa, fonda biriken paranın yüzde 40’ını devlet kaynak olarak kullanacak. Hak kazanılan kıdem hesabı 10 yıl boyunca talep edilmezse, Maliye’ye aktarılacak. Önümüzdeki günlerde uluslararası ilişkiler bakımından tökezleyen ve kırılgan hale gelen ülkelerden (Mısır ve Ortadoğu’dan) geri dönecek büyük sermayenin, azalan karlarını güvence altına almanın onlar için tek yolu, işçi sınıfının kazanılmış haklarının ellerinden alıp, kemer sıkma kararlarını dayatmaktır. Kıdem tazminatı üzerindeki işverenin yükümlülüğünü hafifletmek ve eğer mümkün olursa kaldırmak isteyen hükümet, kıdem tazminatının fona devredilmesini yasalaştırmak istiyor. İşçilerin kıdem tazminatı hakkının şu veya bu isim altında en az 10 yıl ortadan kaldırılması, sermayenin elini rahatlatacaktır. Tamamen olmasa da belirli bir düzeye kadar bu hakkın eksiltilmesine gidilecek. Ancak hem kanundan önceki tazminatların durumu, hem de kanundan sonraki hak kayıplarına işçi sınıfının vereceği tepki önemli. Türk-İş ve diğer sendikaların “kırmızı çizgi” saydıkları kıdem tazminatı hakkını savunmak üzere nasıl bir yol izleyecekleri de henüz belirsiz. İşçi sınıfına yönelik bu büyük saldırının yönetilmesi kolay olmadığı için, hükümet ve sermaye hedeflerini zamana yayarak ve işçi sınıfının zayıf anını kollayarak hareket ediyor. Böylesine büyük bir saldırı için işçi sınıfının ikna edilmesi gerekiyor ki, bu noktada hükümet ve sermaye medyası iki şeyi öne çıkartabilir. Birincisi, ekonomik kriz; diğeri savaş. Her iki gerekçe de işçilerden fedakarlık istemeye bahane edilebilir. İşçi sınıfının taviz vermesi için siyasal zemin yaratmak için kullanılabilir. Bu nedenle sermayenin ve hükümetin stratejik hedeflerini ve işçi sınıfına dayatacakları çalışma rejimini teşhir etmek ve işçilerin mücadeleden başka güvenebilecekleri yolun olmadığını açıklamak, bilinçli işçilere ve devrimci sosyalistlere düşüyor. p Seyfi ADALI


12

SENDİKA / TİS

İşçilerin Sesi

Eylül 2013/18

Tek Gıda-İş’te Türkel rejimi devam edecek Tek Gıda-İş Genel Merkezi 4 Ağustos

günü, basına ve kamuoyuna kapalı bir olağanüstü kongre yaptı. Kongre 5 Genel Merkez Yönetim Kurulu üyesinden 3′ünün tasfiyesiyle sonuçlandı. “Kapı altına” giden bu üç yönetici yıllarca Türkel’in hem işçi sınıfına hem de sendika üyelerine karşı işlediği suçların ortaklarıydı. Türkel “tereyağından kıl çeker” gibi 3′ünün de hesabını gördü. Tasfiye edilenler kongreye de gelmedi, Türkel’in karşısına bir başka liste de çıkmadı. Bu üç yönetici Çay-Kur grevinin başarısız olmasının ardından sözleşmeyi imzalamak üzere hükümetle görüşmüş, görüşmeye kimi Türk-İş yöneticileri de aracı olmuştu. Mustafa Türkel’in de istifasını isteyen yönetim kurulu çoğunluğuna karşı Türkel, Mayıs sonunda Başkanlar Kurulu’nu toplamış, şube başkanlarının desteğiyle olağanüstü genel kurul kararı alıp, 3 yöneticiyi disiplin kurulana vermişti. Türkel’in itirazı hükümetle işbirliğine değil, kendi iktidarına kafa tutulmuş olmasınadır. TEKEL işçilerinin 4-C statüsüne geçişi sırasında nasıl işbirliği içine girdiğine TEKEL işçileri tanıktır. Dolayısıyla sözkonusu olan işçi sınıfına ihanet eden ve etmeyen sendikacıların varlığı değil, Tek Gıdaİş yönetiminde hangisinin kalacağına dair bir tasfiye girişimidir. Tasfiyeye girişen ekip tasfiye olmuştur. Genel Merkez yönetiminin çoğunluğunu azınlık ekibi tasfiye etmesiyle sonuçlanan kongre Türkel ekibinin sendika aygıtı içinde daha güçlü olduğunu ortaya koymuş, tasfiyeye kalkan 3 yöneticinin ise, örgütle ve işçi tabanıyla bir ilişkisinin olduğu ortaya çıkmıştır. Olağanüstü kongre ile 3 yeni yönetici göreve başladı: Kemal Köse İzmir’den; özel sektör tütün işyerlerinden geliyor. İbrahim Ören Eskişehir Eti’den ve Aslan Şirin Evyap-Kent işyerlerinden yönetime girmiş oldular. Sonuç olarak, Tek Gıdaİş’te bir şey değişti mi, sorusuna olumlu bir cevap verilemez. Mustafa Türkel ve Mustafa Akyürek koltuklarını korudular. Türkel güç gösterisi yaptı ve diğer sendikalardaki meslektaşlarına anlatacağı yeni birçok hikayesi oldu. Hiçbir vaadi ve programı olmayan, geçmişin suçlarını üzerinde taşıyanların “temiz” sendikacılar gibi aday olmalarının, muhalefet yürütmelerinin işçi sınıfının çıkarları açısından bir değeri yoktur. İşçilere, işyerlerine; demokratik, temiz ve şeffaf sendikal anlayışa dayanmayan hiçbir sendikal muhalefetin, gerçek bir değişimi temsil etmeyeceği gibi, başarıya ulaşma şansının da olmadığını bir kez daha görmüş olduk. p İşçilerin Sesi Haber

Bugüne kadar patronlar güldü sıra şimdi işçilerde! Ciddi bir grev hazırlığı ve bilgilendirme olmadığı halde, sendika üyesi olmayan işçilerin bile yoğun biçimde greve sahip çıktıklarına ve katıldıklarına tanık olduk.

T

ürk-İş’e bağlı Türkiye Tekstil Örme ve Giyim Sanayi İşçileri Sendikasının (TEKSİF), Türkiye Tekstil Sanayi İşverenleri Sendikası ile yürüttüğü 23. Dönem Toplu İş Sözleşmesi anlaşmazlıkla sonuçlanmış, 15 ve 19 Ağustos’ta iki grupta, toplam 30 işyerinde 12 bin işçi greve çıkmıştı. 23 Ağustos’ta anlaşmaya varılan grev, ilk grup için 9 gün, ikinci grup için 5 gün sürdü. İlk grupta greve çıkılan işyerleri arasında Akın Tekstil, Altınyıldız, Orta Anadolu Mensucat, Saray Halı, Söktaş Tekstil, Vakko ve Yünsa gibi büyük işyerleri vardı. İkinci grupta Broderinarin, Epengle, Öztek, Mithat Giyim gibi işyerleri bulunuyordu. Tekstil işçileri 1972 yılında topluca greve gitmişlerdi. 41 yıl sonra ikinci kez topluca greve çıktılar. Bu süre içinde tek tek işyerlerinde grev ve direnişler oldu. Ancak tekstil işçileri topluca greve bu süre içinde çıkmamıştı. Sendikadan yapılan açıklamaya göre, işçilerin tartışmasız istediği 4 ikramiye talebi kabul edildi. İkramiye uygulaması aşamalı olarak; ilk yıl 96, ikinci yıl 108, üçüncü yıl 120 gün ikramiye olarak uygulanacak. Fazla mesai ücretleri de yeniden düzenlendi. Hafta içi fazla mesai ücretleri yüzde 100, hafta sonu yüzde 200, dini bayramlarda ise çalışılan günle birlikte 4 yevmiye üzerinden ödenecek. Kıdemlerde ise ilk yıl için 7 TL artış sağlandı. Bunun üzerine 01.04.2013 tarihinden başlamak üzere 1.6 ay %5, 2.6 ay %3, 3.6 ay %3, 4.6 ay %4, 5.6 ay %3 ve 6.6 ay %4 oranlarında zam uygulanacaktır.23. dönem sözleşmesi 01.04.2013 – 31.03.2016 tarihlerini kapsıyor. Tekstil işverenleri 12 Eylül’ün mirasçıları Hatırlayanlar olacaktır, 12 Eylül 1980 askeri darbesine mal olmuş ünlü “Bugüne kadar

işçiler güldü, bundan sonra gülme sırası bizde” sözü Tekstil İşverenleri Sendikası Genel Başkanı Halit Narin’e aittir. İşçilere duyduğu öfkeyi de ifade eden bu düşmanca ifade, son 30 yılda tekstil işçileri üzerinde büyük bir sermaye baskısının oluşmasına yol açtı. 12 Eylül düzeninin “ihracata yönelik sanayileşme” politikası ve 1994 yılından itibaren Gümrük Birliği uygulamaları, ilk etapta tekstil işçilerinin hem sendikalaşma oranını hem de ücret ve sosyal haklarını geriye itti. Öyle ki, TEKSİF Genel Başkanı Nazmi Irgat’ın ifadesiyle tekstil işçilerinin ücret durumu şöyle: Üyelerimizin ortalama brüt

Greve çıkıldığı gün sendikacılar hemen önlem alarak işçileri evlerine gönderdiler. ücreti ne yazık ki hâlâ 1.165 lira düzeyinde. Çalışanların yüzde 55’inin çıplak saat ücretlerinin asgari ücret düzeyinde. Tekstil işçisi yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Nitelikli işçilerin, bu düşük ücret ve sosyal haklar karşısında, işten ayrılmakta, işkolu değişikliğine gitmeye zorlanıyor. Sektörde işçi giriş çıkışı oranı yüzde 37’ler civarında”. 2001 krizinden bu yana ise önce yeni işe giren işçiler için ikramiyelerin 4’ten 2,5’a düşürülmesi kabul edildi, ardından ikramiyelerin ücretlere ilavesi yönüne gidildi, hatta grevin hemen öncesinde, işçilerin istifa ettirilip yeniden işe alınarak, ikramiye haklarının ellerinden alındığı örnekler yaşandı. 2001’den 10 yıl önce de, Irak işgali/savaşı bahane edilerek tekstil işçilerinin haklarında budanma yaşanmış ve sendikacıların işyer-

lerine girişlerinde “işverenden izin alınması” kuralı sözleşmeye konmuştu. İşçiler greve sahip çıktı TEKSİF’in genel olarak izlediği TİS politikası, grev içermez. Yasa gereği toplusözleşme süreçlerinde grev kararı almak zorunda kalsa ve uygulama tarihini ilan etse de, çoğunlukla ertesi gün greve çıkılacak tarihte ve genellikle de “sabaha karşı” (saat 05.00 ideal saattir) sözleşme imzalanırdı. İşçiler de bunu bildikleri için, grev olacağına inanmazlardı. Bu nedenle sendikanın aldığı grev kararı şaşırtıcı oldu. Grevle ilgili birkaç toplantı yapılması ise, bu kez grev ihtimaline biraz daha yakın olunduğu izlenimini verdi. Ama işçiler arasında ciddi bir grev hazırlığı ve bilgilendirme olmadığı halde, sendika üyesi olmayan işçilerin bile yoğun biçimde greve sahip çıktıklarına ve katıldıklarına tanık olduk. Çay-Kur ve THY grevlerinde gördüğümüz gibi işçilerin grevlere katılmaması gibi bir manzara ortaya çıkmadı. Greve çıkıldığı gün sendikacıların işçilerden daha kararlı oldukları görüldü. Hemen önlemini de aldılar ve işçileri evlerine gönderdiler. Sadece sendikacılar ve grev gözcüleri kaldı. Kimi işyerlerinde “içeriden” uyarılar da geldi: Fabrika müdürleri grev ziyaretine gelebilecek siyasi gruplar konusunda dikkatli olmalarını özellikle de (isim vererek) bazılarına çok dikkat etmeleri gerektiğini söylediler. Grev işçilerin taleplerini içermekle birlikte esas olarak “tepeden”, sendika yönetiminden gelen bir karar olarak gündeme geldi. Kimi işverenlerin “greve saygı” göstermesi de, işçilerin greve beklenenden fazla sahip çıkmalarının sonucudur. İşçilerin birlik olması ve greve katılımının yüksek olması, grevden sonuç alınmasını ve patronların karşısında işçilerinin yüzlerinin gülmesini sağladı. p Seyfi ADALI


Eylül 2013/18

SENDİKA / TİS

İşçilerin Sesi

Memur-Sen emekçiyi krize teslim etti 2014-2015 toplusözleşme görüşmelerinde hükümetin teklifinin bile altında bir sözleşmeye imza atan Memur-Sen işyerlerinde daha sık eleştirilecektir.

K

amu emekçileri, 12 Eylül 2010 referandumunun ardından “grevsiz toplusözleşme”ye, aynı zamanda AKP hükümetinin eliyle büyütülen Memur Sen konfederasyonuna da teslim edilmiş oldu. 11 işkolundan 10’unda yetkili olan Memur Sen, 10 yıl önce 3’üncü konfederasyondu, diyanet işleri dışında yetkisi bulunmuyordu. Yıllar içinde birinci konfederasyon oldu ve KESK üçüncülüğe geriledi. Geçen yıl olduğu gibi, 2014-2015 yılları için de toplusözleşme görüşmelerine 10 işkolunda Memur Sen, 1 işkolunda da KESK (Kültür Sanat Sen) yetkili olarak masaya oturdu. Memur Sen, yetkili konfederasyon olduktan sonra, kamu çalışanlarının sıkça sordukları “ücretler” konusuna, “siz bu yıl görün” diye yanıt veriyordu. Memur Sen’in ne olduğunu bu yıl görmüş olduk: Hükümetin teklifinden aşağıda bir sözleşmeye imza attı. Bu demektir ki, işyerlerinde daha sık sorgulanacak ve eleştirilecektir. Hükümetle işbirliği açıkça yüzlerine söylenecektir. AKP hükümeti “memura toplu sözleşme hakkı verdik” diye övüne dursun (bu söylemin

Memur Sen’in ihanetinin boyutları, önümüzde iki yılda patlayacak ekonomik krizle birlikte kolaylıkla görülecektir.

2010 yılında KESK Genel Başkanı olan Sami Evren ve çevresi de tekrarlamış, referandumda “yetmez ama evet” demişlerdi), anayasal düzenlemenin “grev” hakkını vermedi. Sonraki yasal düzenlemeler de çoğunlukta olan sendikanın bütün kamu emekçilerinin kaderini belirleyecek biçimde yapıldı, Memur Sen tek yetkili oldu. Örneğin 1 milyon kamu emekçisinin olduğu eğitim işkolunu alalım: Bu işkolunda 28 sendika var. Memur Sen’e bağlı Eğitim Bir Sen’in 251 bin, Kamu Sen’e bağlı Türk Eğitim Sen’in 225 bin, KESK’e bağlı Eğitim Sen’in 124 bin üyesi bulunuyor. Dörtte birini üye yapan Eğitim Bir Sen, geriye kalan dörtte üç çalışan adına da sözleşme imzalıyor. Bu durumdan hükümet de Memur Sen de memnun, kamu emekçilerinin ise, memnun olmadığı açık ancak, henüz bunu açıkça ve eylemli biçimde ifade etmiyorlar. Yalnızca KESK’in 16 Ağustos’ta başlayan ve dört koldan Ankara’ya doğru bir yürüyüşü oldu ki, bu yürüyüş de hem illerde (örneğin Hatay’da) hem de Ankara merkezde polisin saldırısıyla karşılaştı. Memur

KAMU GÖREVLİLERİ KONFEDERASYONLARININ ÜNVANI ÜYE SAYISI KESK(Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu) 37.180 TÜRKİYE KAMU-SEN (Türkiye Kamu Çalışanları Sendikaları Konfederasyonu) 444.935 MEMUR-SEN (Memur Sendikaları Konfederasyonu) 707.652 BASK (Bağımsız Kamu Görevlileri Sendikaları Konfederasyonu) 3.020 BİRLEŞİK KAMU-İŞ (Birleşik Kamu İşgörenleri Sendikaları Konfederasyonu) 40.041 HAK-SEN (Kamu Çalışanları Hak Sendikaları Konfederasyonu) 4.072 DESK (Demokratik Sendikalar Konfederasyonu) 4.699 TÜM MEMUR-SEN (Tüm Memur Sendikaları Konfederasyonu) 8.047 BAĞIMSIZ SENDİKALAR 18.375 GENEL TOPLAM 1.468.021 Sen’in işbirlikçiliğinin eleştirilmesi ve hükümetin anti demokratik 4688 sayılı sendikalar yasasının arkasına sığınmasını protestoya izin verilmedi. Memur Sen sattı Hükümet destekli “hormonlu” Memur-Sen, geçen yıl olduğu gibi, daha önce açıklanan ve her zaman kâğıt üzerinde kalan enflasyon kadar bir yüzdelik zammı kabul etmesi bekleniyordu. Bu işbirlikçi sendikanın değil diğer konfederasyonlarla ortak bir tavır alması, göstermelik bile olsa bir muhalefet sergilemesi beklenmiyordu. Memur-Sen yönetimi, toplu görüşmelerin yasal süresi bitene kadar (bir ay), sendikal tiyatro da, esas oyuncu olan hükümetin yanında, yardımcı rolde oynamaya çoktan gönüllüydü. Hükümetle yapılan toplu görüşmenin ilk oturumunda, diğer sendikalardan ayrı bir şekilde, sendika yöneticilerinin hükümet temsilcisiyle yan yana oturması bile, tarafını belli etti. Görüşmeler devam ederken, bayram tatili için ara verilmesine ortak olarak karar alınmışken, Memur-Sen, bir bayram sürprizi yaparak, hükümetle “mutabakata vardıklarını” açıkladı. Bu gelişme üzerine kaça satıldıklarını anlamaya çalışan kamu emekçileri, MemurSen’in imzaladığı toplu sözleşme sonuçlarıyla şaşkına döndüler. Sendika, 2014 için brüt 175 lira, 2015 içinde beklenen enflasyon oranları kadar bir artışı kabul etmişti. Brüt 175 liralık zamma canı gönülden ‘evet’ diyen Memur-Sen, bir gün önce hükümetin 3+3 zam teklifini kabul etse sayıları 2 milyon 135 bin kamu emekçisi daha yüksek maaş alacağı ortaya çıktı. Böylece, kamu emekçilerini büyük bir kısmının, hükümetin vermek istediği yüzde 3+3 zam oranından bile daha düşük maaş artışı almış oldu. Hâlbuki hükümetin, verdiği 2014 için yüzde 3+3, toplamda yüzde 6,1 oranında zam teklifine, Memur-Sen, “bu teklifin kabul edilemez” diye yanıtlamıştı. Masadan kalkmıştı. Hükümetin teklifini 1’er puan yükseltmesi bekleniyordu. Sadece 1,5 milyon kamu çalışanı için brüt 175 liralık zam, net olarak 123

lira olarak maaşlara yansıyacak. Bu ise yüzde 6,1’lik zammın ancak yarısına ulaşabiliyor, yılın toplamı için yüzde 3 civarında bir artış anlamına geliyor. Bunu matematiksel karşılığı şu oldu, maaşı bin 600 lira üzerindeki kamu çalışanları, en az ayda 100 lira daha az para alacaklar (bir yılda yaklaşık bir maaş zarar). Mutabakata göre, 2014 yılında enflasyon ne olursa olsun maaşlara ek fark yansıtılmayacaktır. Oysa en basit toplusözleşmede bile enflasyon farkı yansıtılır; sendikalı olmanın gereğidir bu. 2014 yılı için ek ders, aile yardımı, çocuk parası, özel hizmet tazminatı, fazla mesai ücreti artışı yapılmadı. KESK’in ikramiye, kira, ulaşım, giyecek, yiyecek yardımı talebi, Hükümetin "kaynak yok" bahanesi ve Memur Sen hükümete desteğiyle görmezden gelindi. Hükümetinin aceleciliği Memur-Sen’in pervasızlığı Kamu emekçilerinin önümüzdeki iki yılı parasal ve özlük haklarıyla ilgili maddeler açısından kazanımdan çok kayıp vardır. Özellikle kabul ettirilen, enflasyon farkının artık ödememesi uygulaması, önümüzdeki dönemin kriz yılı olma ihtimali karşısında, kamu emekçilerinin kayıplarını daha da artıracaktır. Doların fiyat artışı, fiyat artışlarını ve enflasyonu artıracak bir etkendir. Anlaşılan Hükümet, kamuoyundan gizlemeye çalıştığı olası bir ekonomik krize ve onun sonuçları karşısında, bugünden tedbirler almaya çalışmaktadır. Kriz doğal olarak enflasyonun tırmanmasını getirecek, hükümet enflasyon farklarının ödenmesinin önüne geçerek, bütçe kaynaklarından tasarruf yapmayı amaçlıyor. Dünyada ve Türkiye’de önceki örneklerden bildiğimiz gibi, hükümet bütçe kaynaklarını, ücretlerden başlayarak tasarrufa giderek kısacak, ekonomiyi döndürmek adına sermayenin karlarını korumak için kullanmak isteyecektir. Memur Sen’in ihanetinin boyutları, önümüzde iki yılda patlayacak ekonomik krizle birlikte kolaylıkla görülecektir. p Kaya İLHAN

13

Finansta da sendika operasyonu Temmuzda açıklanan istatistiklere

göre, 267 bin 312 çalışanın bulunduğu 9 nolu banka, finans ve sigorta işkolunda Öz Finans-İş adıyla yeni bir sendika kuruldu. Henüz herhangi konfederasyona katılmayan sendikanın Hak-İş Konfederasyonu’na üye olması bekleniyor. Sendikanın kurucu başkanı Halk Sigorta Genel Müdür Danışmanı Ahmet Eroğlu, Ziraat ve Halk Bankası çalışanlarına mektup göndererek “Ne kurumlarımıza, ne devletimizin bekasına, ne de milletimize karşı bir duruş ve tutum sergilememiz bizlerden beklenemez” dedi. AKP iktidarı, 2000’li yılların başından bu yana, sendikal yaşama müdahalesini yandaş sendikaları büyüterek gerçekleştiriyor. Bu süreçte en dikkat çekici gelişme Anadolu Ajansı’nda örgütlü Türkiye Gazeteciler Sendikası’na karşı kurulan Medya-İş olmuştu. AKP hükümetinin baskısı ile AA çalışanları zorla TGS’den istifa ettirilek, yeni kurdurulan Medya-İş’e üye yapılmış, ardından bu sendikaya toplu iş sözleşmesi yetkisi verilmişti. Öz Finans-İş’in kuruluşuna ilişkin DİSK’e bağlı Devrimci Banka ve Sigorta İşçileri Sendikası (Bank-Sen), “Faaliyet alanlarını kamu bankaları olarak anladığımız Öz Finans-İş sendikalaşma girişiminin, kendilerinin de belirttiği gibi sendikacılık konusunda deneyimlerinin yetersizliği nedeniyle, çalışanları sendikalı olma ve hak arama mücadelesinde bir dizi riskle karşı karşıya bırakma tehlikesi vardır” dedi. p İşçilerin Sesi Haber

TCDD’de 25. dönem TİS imzalandı Türkiye Cumhuriyeti Devlet

Demiryolları ile Demiryol-İş ve Türk Ağır Sanayi ve Hizmet Sektörü Kamu işverenleri Sendikası (TÜHİS) arasındaki 25. Dönem Toplu İş Sözleşmesi imzalandı. TCDD ve bağlı ortaklarında çalışan toplam 16 bin işçiyi ilgilendiren sözleşmeye göre bin 850 TL’nin altında maaş alan işçilerin tamamına seyyanen 200 lirayı geçmemek üzere ücret artışı sağlandı. Bunun üzerine birinci yılda yüzde 4 artı 4 ve ikinci yılda ise yüzde 3 artı 3 olmak üzere artış yapıldı. Ayrıca, enflasyonun bu oranların üstünde gerçekleşmesi üzerine de enflasyon farkı ücretlere ilave edilecek. TCDD çalışanlarının sözleşmeden doğan maaş farklarının en geç 15 Eylül’de ödeneceği açıklandı. p İşçilerin Sesi Haber


14

İŞYERLERİNDEN

Bültenin medyatik ettiği İdareciler Bazı idarecilerin düzenli olarak

yayınlanan bültenden şikâyet ettiklerini biliyoruz. Çevrelerindeki işçilere, “bültene haber olmuşum, ben bu durumlara düşecek biri miyim?” diye dert yanmışlar. Bir de utanmadan “biz de işçiyiz” diyerek kendilerini savunuyorlar. Madem işçiler, o zaman işçi gibi davranmalılar. Üretimi arttırmak için işçiye eziyet yaparsan, elbette bültenlere “konu” olursun. Bu gelişme bültenin hem işçiler üzerinde hem de patron ve idareciler üzerinde etkili olduğunu gösteriyor. Tekstil sektöründe ütü-paket, en ağır çalışma koşullarının yaşandığı bölüm. Zorunlu mesainin olmadığı gün yok gibi. Bu bölüm zaten hafta içi tam mesaili çalışıyor. İşçilerin rahat ettiği tek gün Cumaydı. Onu da bırakmadılar: Yükleme gerekçesiyle zorunlu mesai koydular. Zulüm ütü paketle sınırlı kalmadı, o gün bütün bölümler yarım saat servis içinde bekletildi. İşçileri kendi istekleri dışında geç kaldıklarında bile suçlayan, ücretlerinden kesinti yapmakla tehdit eden idareciler, zorla işyerinde tuttukları bu işçilere karşı hem maddi hem manevi olarak borçlular. Bu durumun telafisi için yarım saat mesai parası verilmesi gerekmiyor mu? p M. ARASLI / Tekstil

Yemekler her zaman şikâyet

konusudur. Bütün gün çalışıp öğlede önümüze konan tabldotun yenecek gibi olmadığı çok günümüz geçmiştir. İyi yemek çıktığında az verilir. Yazın kış yemekleri (malum nohut ve kuru fasulye) tipik özensizlik örneğidir. Akşam mesailerinde yemek yerine verilen ekmek arası ya da poğaçalarla 12 saat çalışan işyerleri de var. Yemeğin kalitesi, azlığı ya da akşam mesailerinde verilmemesi dışında, Ramazan ayında oruç tutan işçiler, işyerinde yemek yemedikleri için, yemek parası almayı hak ederler. Hemen söylemeliyiz ki, yemek parası işçinin ücretinden kesilir ve dolayısıyla tazminat dâhil her türlü alacak hesabında bir kalem olarak yer alır. Ama 5 lira, ama 8 lira! Ramazan ayı geçti ve işyerinde yemek yemeyen işçilere yemek parası verilmedi. Bu düpedüz, 100-150 liramızın çalınması demektir. Her işçi bu parayı işverenden istemesi doğal bir haktır. İşverenlere neden haklarımızı bırakalım? p O. AKSOY / Plastik

Eylül 2013/18

İşçiden korkuyorlar korkacaklar korksunlar! Eskisi gibi yaşamak ve çalışmak istemiyoruz, bu durumu değiştirmek için işten çıkartılmak dahil her şeyi göze alan işçilerin sayısı hızla artıyor.

D

üşünün, 12 saat çalışınca 1.300 TL alıyoruz, 8 saat çalışınca AGİ ve ikramiye dahil 950 TL alırız; 300400 TL için neden 12 saat çalışalım? İki saat yol, 14 saatimizi karşılığını almadan niye harcayalım? İsyan eden işçiler de böyle düşündü. Temmuz zamlarının verilmemesi üzerine, İdeal ve Lider’den bir grup işçi, iki fabrikada “zam” talebiyle önce imza topladı. Sadece bir bölüm gündüz vardiyasında “8 saat bastı”. Bin 500 çalışanı olan bir fabrikada 15-20 işçinin düşük ücretlere isyan etmesi işverenin ödünü patlattı. Zam yok denmesine rağmen, bütün işçilere yüzde 3,5 zam yapıldı. Ocak ayında da iyileştirme yapılacağı sözü verildi. Patron, patronluğunu yaptı ve hakkını arayan işçileri cezalandırmayı seçti. Zammın bedelini bir grup işçiye ödetti. İşçileri Beylikdüzü fabrikasına gideceksiniz dedi, sürgünü kabul etmeyen işçileri de ihbar tazminatlarını vermeden çıkarttı. Zaten bekliyorduk. İşten çıkartma asgari ücretle çalışan işçiyi korkutmaz. Her yerde hem de daha iyi şartlarda asgari ücretle iş bulup çalışma olanağı var. Günde

yol dâhil 14 saatimizi verip, haftada 6 gün çalışıp karşılığında asgari ücret alıyoruz. Şirket fazladan ne veriyor bize? Yıllık izinlerimizi tam mı kullanıyoruz? Sosyal bir hakkımız mı var? Canımızı çıkartıncaya kadar çalışıyoruz, karşılığında ancak karnımızı doyurabiliyorsak, buna yaşamak mı denir? Bu küçük isyan bile göstermektedir ki, bir avuç işçinin harekete geçmesi, patronları derinden sarsmaya yetiyor. Onları telaşa düşürüyor. Canını yakıyor. Öyleyse, biz de daha ciddi hazırlanmalıyız. Tek tek ya da küçük gruplar halinde isyan etmek yerine, çoğunluk olarak hareket etmeliyiz, bunun için örgütlenmeliyiz. Sonuçta bin işçiye karşılık, patronun ve ya-

lakalarının toplamı kaç kişidir ki? İnsanca yaşamak istiyoruz ve günlük 8 saat karşılığında insanca yaşamamıza yetecek ücreti hak ediyoruz. Bu sağlanana kadar işçinin isyanı son bulmayacaktır. Şundan eminiz: Eskisi gibi yaşamak ve çalışmak istemiyoruz, bu durumu değiştirmek için işten çıkartılmak dahil her şeyi göze alan işçilerin sayısı artıyor. Ölümden öte köy yoksa eğer, Korozo yönetimi de taleplerimize Ocak ayında tatmin edici bir cevap vermelidir. Cevap vermediği sürece, isyan da sürecektir! p Ambalaj İşçilerin Sesi Bülteninden alınmıştır

Tazminatımız tam hesaplanıyor ama eksik ödeniyor! Konuya baştan girelim: Fabrikanın Kıraç,

Ramazan’ın yemek parasını ödeyin!

İşçilerin Sesi

Beylikdüzü ve İzmir’de de bölümleri var. Ana fabrikada ise, dört ayrı şirkette iş yapılıyor. Her şirket kendi içinde benzer bölümlere sahip ve bunlardan üçü, aynı işleri yapıyor. Fabrika daha önce Sefaköy’de ve Petrol-İş sendikasında örgütlüyken, yaklaşık 300 işçi çalışıyormuş. Buraya taşınalı neredeyse 25 yıl olacak ve çalışan işçi sayısı bin 500’e çıkmasına rağmen sendika yok. İşe ilk girişte söylenen ücretlerin bin 350 lira olması. Çalışmaya başlayınca bu parayı 6 gün 12 saat çalışmanın karşılığında alabildiğimiz ortaya çıkıyor. İşe çok ihtiyacı olan kalıyor, diğerleri çıkıyor. Çalışma düzenine alışan işçiler ise, genellikle emekliliğine az kalmış, orta yaşın üstünde işçiler. Bütün zorluklarına rağmen, eski işçiler diye tabir edilen

işçiler 7-8-10 yıllık. Bunlar da işyerinin çalışma koşullarına razı olmuşlar veya itiraz edeceklerse, “8 saat çalışmak istiyorum” diyerek kart basıp, çıkışlarını verdiriyorlar. Son bir yıldır ise, değişik olan fabrikada sendikalaşma ve buna bağlı faaliyetlerin artması. İşten çıkmak isteyen birkaç genç işçi, fabrikanın kapısında ellerine geçirdikleri bir bildiriyi fotokopi yapıp dağıtarak çıkışlarını aldılar. Tazminatların ödenme şekli ise, ilginç: İki yol deneniyor. Birincisi, 8 saat çalışmak isteyen işçilere Beylikdüzü fabrikası adres gösteriliyor. Ancak 8 saate servis verilmediği söyleniyor ve isterse 4 gün 12 saat çalışıp, Cuma-Cumartesi ve Pazar boşa çıkabilirsin deniyor. Mesaiye de bırakılmıyor. Böylece asgari ücrete talim et deniyor. Eğer Beylikdüzü

fabrikasına gitmezsen, o zaman kıdem tazminatını verelim çık diyorlar. Kıdem tazminatı ise eksik ödeniyor. Önce tam hesaplanıyor, sonra size bir senet imzalatılıyor. Bankadan gidip paranızı çektikten sonra, pazarlık sonucu kaça anlaştınızsa o kadar tazminat alıyorsunuz. Farkı şirkete geri ödüyorsunuz. Bu geri ödemenin bir kaydı yok, gerçekten şirketin kasasına mı, muhasebecinin cebine mi gidiyor orası belli değil. Son çıkışlarda bir işçi Beylikdüzü fabrikasına gitmeyi kabul etti ve peşinden de sendikal çalışma yapacağını söyledi. Bunun üzerine işçinin hem kıdem hem de ihbar tazminatı ödendi. Demek ki işveren işçinin sendikalı olmasını önlemek için, tazminatı tam ödüyor. p B. TUNÇ Plastik

Yıllık izin, vazgeçilmez ve devredilemez bir haktır Yıllık izin, bir yılını dolduran her işçinin

hakkıdır. Bu hakkı gerektiği gibi kullanan işçi pek azdır. Patronlar iş yasalarına çoğunlukla uygun davranmıyorlar. Yasaya uymadıklarında karşılığında bir ceza ve baskı görmüyorlar. Uygulama şöyle oluyor: Ya izin hakkının tamamı birden verilmez ya da işçinin istediği zamanda değil patronun iş plana uyduğu zaman verilir; bazen hiç verilmez. Yıllık izin keyfi bir hak değildir. Dünyada en çok çalışan işçiler olarak (Alman bir işçiden yılda 500 saat daha fazla çalışıyoruz), yıllık izin her işçinin hakkıdır. İnsan olarak vücudumuzun ve beynimizin; psiko-

lojimizin iş dışında dinlenmesi gerekli. Aslında işverenlerin verim almaları bile, bizim izinlerimizi tam ve gerektiği gibi kullanmamıza bağlı. Fakat onlar iliğimizi, kemiğimizi sömürmek istedikleri için, izin kullandırmadan çalıştırmayı tercih ediyorlar. Yıllık iznimizi keyfi biçimde ve çoğunlukla da ustaların adamı olma durumuna göre kullanmamız, işyerlerinde ayrımcılığa, işçi arkadaşlarımızın birbirine kırılmalarına yol açıyor. Oysa ki, bu bölünmeyi başaran işyeri yönetimidir. Yasa gereği yıllık izin hakkımız şöyle olmalı: 1-5 yıl (dahil) 14 işgünü, 5-15 yıldan az 20 işgünü, 15 yıl (dahil) ve daha fazla çalışanlar

26 günden az izin kullandırılamaz. Bu süreler toplusözleşmeyle artırılabilir. (İş Yasası madde 53). Bu süreler, bir bölümü 10 günden az olmamak kaydıyla en çok üçe bölünebilir. İşveren “izin kayıt belgesi” tutarak bu izinlerin kullanıldığını belgelemekle yükümlüdür. İzin kullanımında yaş da önemlidir. 18 yaşından küçük ve 50 yaşından büyük işçiler için izin süresi 20 günden az olamaz. İzine çıkmadan önce izin paramız ödenmeli, izin yerine parasının ödenmesi teklifi kabul edilmemelidir. İzin hakkımızı kullanma konusunda bilinçli olalım. p G. KEMERLİ / Gıda


Eylül 2013/18

İŞYERLERİNDEN

İşçilerin Sesi

15

Joker işçilere sorulan soruya bakın!(*) Aşağıda sıraladığımız sorular,

Demokratik, şeffaf temiz sendika talebi Gökkuşağı Hareketi: “sendikamızı eşit ve demokratik ilişkilerle çalışacak yönetim kuruluyla hak ettiğimiz yapıya dönüştüreceğiz”

H

ava-İş sendikası içindeki muhalefet olarak ortaya çıkan Gökkuşağı Hareketi yaptığı basın toplantısında hareketlerinin güçlendiğini belirterek demokratik, şeffaf ve temiz sendikacılık taleplerini yineledi. Toplantıda okunan bildiride “Sendikamızı sivil havacılık zincirinin parçaları meslek gruplarının sayısal ağırlığına uygun olarak eşit ve demokratik ilişkilerle çalışacak yönetim kuruluyla hak ettiğimiz yapıya dönüştüreceğiz. Bu demokratik yapıyla kısa sürede sadece THY değil, bütün sivil havacılık işçilerini sendika çatısı altında birleştireceğiz” denildi. “THY’deki durum sendikasız olmaktan farksız” Bildiride sendikal mücadeleye çeşitli kademe ve sürelerde emek veren Hava-İş üyesi işçiler olduklarını vurgulayan Gökkuşağı Hareketi, birliktelik nedenlerini “24 yıldır Hava-İş’i yöneten ve her geçen gün daha fazla işçinin mağdur olmasına yol açan anlayış” olarak belirtti. “Gökkuşağı Hareketi bu köhne ve kirli anlayışa son vererek, üretenlerin yönetip denetlediği, dolayısıyla güvenip desteklediği demokratik, şeffaf, temiz bir sendikaya kavuşmayı amaç edinen işçilerin gönüllü birliğinin adıdır.” Açıklamada sendikalı, toplu sözleşme ve toplu pazarlık olanağına sahip olmanın önemli bir kazanım olduğu belirtildi, Türk Hava Yolları (THY) işyerlerindeki mevcut durumun sendikasız olmaktan farksız olduğu söylendi. Açıklamada şu görüşlere yer verildi: “THY dışındaki şirketlerde çalışan kardeşlerimizin bizlerden daha kötü koşullarda çalıştığının bilincindeyiz. Ancak THY işyerle-

rindeki şu andaki durum sendikasız olmaktan farklı değildir.” “Bu durumun bir ayağı patronların örgütlenme ve sosyal haklara saygı duymayışı ise, diğeri de sendikal bürokrasidir.” Mevcut Hava İş yönetimin çalışandan kopuk olduğunu ifade eden Hareket sözcülerinden Bahadır Altan, “ şunları söyledi: “Biz 2009’daki seçime de giren bir grubuz. O seçimi tartışmalı bir oy ile kaybettik. Amacımız sadece kişileri değil sendika mantığını da değiştirmek olacak. Mantık değişmezse aynı şeyler yaşanmaya devam edecek. Öncelikle sistemin doğrudan demokrasiyle idare edilmesi gerekli. Bu da işçilerin karar almaya doğrudan katılmasıyla olacak. Yönetim karar alırken, çalışan da o kararın içinde olacak. Tepede 9 kişilik bir yönetim kadrosu olacak. Bu 9 kişinin içinde kaptan, kabin memuru ve teknisyenler de olacak ki, işçiler doğrudan yönetimin içinde olsun. Hava İş Sendikası demek, sadece THY demek değil. Özel sektörün çalışanları da büyük sıkıntılar yaşıyor. Biz onları da sendikalı yapmaya söz veriyoruz. Sistemi tamamen değiştireceğiz. Makam arabalarını ortadan kaldıracağız. Çünkü makam arabası kişiyi bambaşka bir insan yapıyor. İşçiden koparıyor. Biz bunu kaldıracağız ki, yönetici personelin yanında olsun.” Personele sağlacanak hukuk desteğinin de ücretsiz olacağını belirten Altan, Hava İş Sendikası’nın 29 Mayıs’taki eylemden sonra personeli sahiplenmediğini, mahkemede bile “işçi kendi hareket etmiştir. Bizimle ilgisi yok” dediğini hatırlattı. İşten çıkarılan personel için tazminattan yüzde 10 avukat parası istendiğine dikkat çeken Altan, “Böyle birşey olamaz. Bizim dönemimizde hukuk desteği

ücretsiz olacak’ şeklinde konuştu. Yönetimde bulunanların dilinin de çok önemli olduğunu vurgulayan Altan, “İşçi küfür ve hakaret eden yönetici istemiyor. Bu konu son derece hassas bir konu. İşverenle kavga eden bir yönetim tarzını benimsemeyeceğiz. Bizim dilimiz bu olmayacak” dedi. Yönetimde kalma süresi üç dönemle sınırlı olacak Bahadır Altan yönetimde kalma süresini sınırlandıracaklarını vurgulayarak, ‘Biz yönetimde kalma süresini 3 dönemle sınırlandırıp, genel kurulu da 3 yılda bir yapacağız. Temsilcileri de işçilerin kendisi seçecek” diye konuştu. Uçucu personelin haklarının korunması konusunda yasaların yetmeyeceğini sözlerine ekleyen Altan, bu konuda en önemli hususun örgütlenmek olduğunu ifade etti. Geçmiş dönemde TALPA’nın kararıyla greve benzer bir uygulamayla pilotların iş bıraktığını belirten Altan, “böyle bir örgütlenme ile sorunlar çözülür” dedi. Gökkuşağı Hareketi bu düşüncelerle dört yıl önce başlattıkları muhalefetin güçlendiğini belirterek bu yıl içinde yapılacak genel kurulda “Hava-İş’i özlenen Demokratik, Şeffaf, Temiz yapısına kavuşturacağımıza yürekten inanıyoruz” dedi. Gökkuşağı Hareketi THY’de çalışan iki pilotun Lübnan’ın başkenti Beyrut’ta kaçırılmasını kınarken, Dışişleri Bakanlığı, THY yönetimi ve başta Türkiye Havayolu Pilotları Derneği olmak üzere meslek kuruluşlarını göreve çağırdı, pilotların serbest bırakılmasını istedi. p İşçilerin Sesi Haber

taşeron firmanın joker işçiler arasından bir grup işçiyi sürekli işe almak için yaptığı mülakattaki sorular: “Hangi partiye oy veriyorsun?”, “Hangi dergiyi ve diziyi takip ediyorsun?”, “Evli misin? Kaç çocuk düşünüyorsun?”, “ Hastane ile ilgili düşüncelerin neler?” Bu, işe göre adam değil adama göre iş yapıldığının sözlü bir belgesi. Partizanlık ve işçiler arasında ayrımcılık yapanları kınıyoruz! Anestezist doktorlar nöbet, yoğun bakımlar ve ameliyathanede izinsiz, hiç eve uğramadan 82 saate kadar çalışıyor. Böyle çalışma düzeni olur mu? “Sağlık da taşeron ölümdür” derken, bunu anlatmaya çalışıyorduk. Şimdi hep beraber #direnanestezist diyoruz. Ocak’ta ve Temmuz’da tüm çalışanlara verilen zam farkı, temizlik işçilerine bugüne kadar verilmedi. Taşeron firma değişince, yeni firma “bu farklar bizim yükümlülüğümüzde değil, giden firmayla halletmeniz gerekir” dedi. Tüm çalışanlara gelen asgari ücret zamları neden Çapa taşeron işçilerine verilmiyor? İş Yasası’na göre esas işverenimiz olan İstanbul Üniversitesi bu alacaklarımızdan sorumludur. Hastane yönetimi, bazı bölümlerin gelir getirmediğinden şikâyetçi. Özel sektörde de patronların böyle ağlaştığını görmüşüzdür. Bakanlık sağlık hizmetlerini piyasalaştırdıkça, idareciler de patronlar gibi düşünmeye başlıyorlar. Gelirlerin azlığından şikâyet edenlerin, bu bölümlerdeki çalışan sayısının yetersizliğinden ve tamir ettirilmeyen bozuk aletlerden şikâyet ettiklerini görmedik. Çapa taşeron işçilerinin arasında, çalışanların çıkarlarının sözcülüğünü yapacağı bir sendika talebi daha çok dillendirilir oldu. Bu sese kulak veren, “işçilerin söz ve karar sahibi oldukları” bir sendikal anlayışın yanımızda olmasını hem talep hem de arzu ediyoruz. Hastane gelirleri, hizmet bedellerine yapılan artışlarla yüzde 180’e kadar arttı. Buna karşılık, döner sermayeden pay alan, öğretim üyelerinin, memurların ve işçilerin ücretlerine yüzde 1 olarak bile yansımadı. Neden mi? Hastane yönetimi “Hala borçluyuz, borçlarımız bitmedi” diyor. Sizce inandırıcı mı? Neden sendikalar bu haksızlık karşısında taraf olmuyorlar? “SES”imizin çıkması gerekmez mi? p Bir Grup Taşeron Sağlık İşçisi


16

TARİH

İşçilerin Sesi

Eylül 2013/18

‘6-7 Eylül’ vahşeti... Homojen bir ulus devlet yaratma amacıyla palazlandırılan Türk- Müslüman burjuvazisinin gayrimüslimleri ekonomik alandan tasfiyesi vahşete dönüştü.

Troçki’yi saygıyla anıyoruz! Lev Troçki (1879-1940): 1905 ve 1917yıllarında devrimin başkenti Petrograd şehrinin, işçi-asker ve köylü meclisi (Sovyet) Başkanı. Devrimin yol göstericisi Bolşevik Partisinin Merkez Yöneticisi. Karşıdevrimci Beyaz ordularına karşı, 4 yıl boyunca devrimi savunan Kızıl Ordunun kurucusu ve komutanı. Devrim hükümetinin Dışişleri Komiseri (Bakanı)… Rus Devrimi’nin Lenin’den sonraki lideri. Yaşamının bilinçli geçen 43 yılını komünizme adamış, materyalist. Marksist bir devrimci, enternasyonalist. Rus Devriminin yalnız kalması ve bürokratik çarpılmaya uğramasının ertesinde, ulusalcı “tek ülkede sosyalizm” ihanetine karşı, enternasyonalizmi ve dünya devrimini hem Marks-Engels ve Lenin’in teorik mirasını izleyerek savunan hem de parti içinde Sol Muhalefeti ve uluslar arası alanda Dördüncü Enternasyonal’i kurarak örgütsel olarak sürdüren devrim işçisi. Bolşevizmin devamcısı. Bu nitelikleriyle, bürokrasinin temizlik harekatlarından önce sürgün cezasıyla bir süreliğine uzak kalsa da, Meksika’da sürgündeyken infaz edilen bir devrimci komünist. Onbinlerce işçi ve parti militanını, devrimin önderi partinin merkez yönetimini bir kalemde katleden bürokrasi ve onun siyasi lideri Stalin karşısında bir vicdan ve geçmiş geleneğin temsilcisi olma onurunu taşıyan Troçki, önce dört buçuk yıl kalacağı Büyükada’ya oradan da çeşitli Avrupa ülkelerinin ardından Meksika’ya geçmek zorunda kaldı. Çok az ülke onu kabul etti. Stalinizmin tahrifatları ve tahribatlarına karşı genç işçi ve aydınların eğitimi için yazdığı son çalışma “Stalin” biyografisi oldu. Yine çalışma masasının başındayken, İspanyol kökenli bir Rus ajanının buz kırma baltasıyla ve arkadan kafasına vurulması sonucu 20 Ağustos 1940’ta ağır yaralandı, ertesi gün 21 Ağustos’ta öldü. Henüz 61 yaşındaydı. 73 yıl önce, Lev Troçki’nin infazına karar verenler, onun büyük emekleriyle ve işçi sınıfı sayesinde iktidara gelip, sonra işçi sınıfına ihanet eden Rus bürokrasisiydi. İşçi sınıfı devrimcileri, ihaneti ve bürokrasiyi yakından gören, ona hedef olan Troçki ve Sol Muhalefetin enternasyonalist ve komünist geleneğini sürdürerek, hem burjuvazi hem de bürokrasi karşısında daha az hata yaparak, başarılı olabilirler. p

6

Eylül 1955’te radyodan Atatürk’ün Selanik’teki evine bomba atıldığı haberi duyuruldu. İstanbul Ekspres gazetesinin iki ayrı baskısıyla haber tüm şehre kısa sürede yayıldı. Günlerdir bu haberi bekleyen Kıbrıs Türktür Cemiyeti (KTC) olayın duyulmasıyla beraber Taksim’de bir miting düzenledi. Mitingin ardından ise, ellerinde gayrimüslimlere ait ev ve işyerlerinin listeleri bulunan KTC militanlarının önderliğindeki kalabalık, İstiklal caddesinden başlayarak gayrimüslimlere ait işyerlerine saldırdı. Dükkânların camları kırılarak içerdeki eşyalar talan edilmeye başlandı. Olayların şiddeti gittikçe artıyor, başta Rumlar olmak üzere şehirde yaşayan gayrimüslimlerin evlerine saldırılar düzenleniyordu. Zorla girilen evlerde eşyalar yağmalandı. Kadınlara tecavüz edildi. Devlet ise yaşanan vahşeti görmezden geliyordu. Başbakan ve cumhurbaşkanını taşıyan konvoy olaylar sırasında yağma altındaki Taksim’den geçti. Fakat devletin en üstünde yer alan iki yönetici Ankara’ya dönmekte bir sakınca görmedi. İki gün süren olaylarda yağmalanan yalnızca ev ve işyerleri değildi. Kiliseler, gayrimüslimlere ait okullar, hastaneler ve hatta mezarlıklar yaşanan barbarlıktan nasibini alıyordu. Resmi rakamlar İstanbul ve İzmir’de 4214 ev, 1004 işyeri, 73 kilise, 2 manastır, 1 sinagog, 26 okulun saldırıya uğradığını belirtse de gerçek sayının bundan çok daha fazla olduğu aşikardı. Ayrıca aralarında din görevlilerin bulunduğu ondan fazla insan yaşamından oldu. Balıklı hastanesi başhekiminin ifadesine göre 60 kadın tecavüz nedeniyle tedavi görmüştü. Planlı ve organize ekiplerin liderleri yağmacı güruhu insanların canına zarar vermemeleri konusunda uyarsa da olaylar tertipleyenlerin kontrolünden çıkmıştı. İki gün boyunca aralıksız devam eden vahşetin ardından sıkıyönetim ilan edildi. Atatürk’ün Selanik’teki evi Türkiye konsolosluğu ile aynı binada bulunuyordu. Sadece camların kırılmasına yol açan bomba, binanın dışından değil içinden atılmıştı. Olayı tertipleyen Oktay Engin isimli şahıs dönemin istihbarat örgütü olan MAH üyesiydi. Kısa süre hapis yattıktan sonra devletin iyi çocukları arasında yerini alacak, valilik gibi görevlerle devlete hizmetlerini sunmaya devam edecekti. Olayları örgütleyen KTC ise henüz bir yılını doldurmuş bir dernekti. Ancak derneğin kurucularının hükümetle sıkı ilişkileri bulunuyor, dernek yöneticileri başbakan Adnan Menderes tarafından bizzat ağırlanıyordu. 6-7 Eylül olaylarının üzerinden yıllar geçtikten sonra eski Özel Harp Dairesi başkanı Sabri Yirmibeşoğlu yaşanan vahşetin “mükemmel bir özel harp operasyonu” olduğunu kendisiyle yapılan bir röportajda övünçle itiraf edecekti. Uluslararası kamuoyunun tepkisi Demokrat Parti hükümetini yaşananlar karşısında

çaresiz bırakmış, çareyi komünistleri suçlamakta bulmuştu. Yaşananların “komünist komplosu” olduğu dışında başka yayınlar yapmak yasaklanmış ve ülkedeki tescilli komünistlerin neredeyse hepsi tutuklanmıştı. Polis amirliklerinin ellerindeki suçlu listeleri öylesine gelişi güzel yapılmıştı ki hayatta olmayan insanlar bile tutuklanmak istenmişti. TC ve gayrimüslim azınlık

Birçok farklı etnisitenin meydana getirdiği Osmanlı’nın mirası üzerine oturan İttihatçılar hayallerinde ki ulus devleti kurmak için epey geç kalmıştı. Bu sorunu da burada yaşayan halkları Türkleştirerek, katlederek ya da sürerek gidermek niyetindeydiler. Daha 1. Dünya Savaşı sırasında Anadolu’nun kadim halklarından olan Ermeniler tehcirle karşı karşıya kaldı. Birçok kaynağa göre bir milyonun üzerinde insan hayatını kaybetti. Hayatta kalabilenlerin hemen hepsi yüzlerce yıldır yaşadıkları toprakları terk etmek zorunda bırakıldı. Cumhuriyet ise azınlık yurttaşlara uluslararası teminatlara rağmen elinden gelen zorbalığı göstermeye devam etti. Varlık vergisi, iskan kanunu, mübadele gibi yasalarla canlarından bezdirilen gayrimüslimler nihayet 6-7 Eylül şiddetinin yarattığı travmayla hızlı bir şekilde göçe zorlandı. O vakte kadar Türkiye egemenleri için önemsenmeyen Kıbrıs ise ancak adadaki İngiliz hakimiyeti tehdit edildiğinde ülkenin gündemine girmiştir. 1954 yılında Yunanistan, Kıbrıs halkının kendi kaderini tayin hakkını Birleşmiş Milletlere taşımıştır. Adanın ellerinden gideceğini düşünen İngilizler adadaki Türk azınlığı bu mesele için öne çıkartıyor, Türkiye ise emperyalist taşeronluğa dünden razı görünüyordu. Türkiye, İngiliz emperyalizminin isteği doğrultusunda, yeniden iyi ilişkiler kurduğu komşu Yunanistan’la bu mesele için savaşmaktan dahi çekinmeyecekti.

Kıbrıs’ta yaşanan kriz 6-7 Eylül olaylarının başlamasına vesile olsa da gayrimüslimlerin yaşadıkları şiddetin nedenleri daha eskilerde, on yıllardır devletin sürdürdüğü politikada yatmaktadır. Homojen bir ulus devlet yaratma amacıyla palazlandırılan Türk- Müslüman burjuvazisi, gayrimüslimleri ekonomik alandan tasfiye etmek istemektedir. Bunun için ise yoksul kitleleri kışkırtmaktan geri durmayacaktır. Gayrimüslim azınlıklar çeyrek asır süren CHP’nin tek parti diktatörlüğünde yaşadıkları baskılardan sonra Demokrat Parti iktidarına umutla bakmaktaydılar. İktidarının ilk yıllarında gayrimüslim yurttaşlara CHP’ye nazaran olumlu yaklaşan DP, karşısına çıkan ilk sorunda aynı devlet geleneğini sürdürmekten çekinmemiş, 6-7 Eylül tarihini Türkiye Cumhuriyeti’nin kara sayfalarına eklemiştir. Bugün AKP hükümeti de emperyalist taşeronluk için komşu Suriye ile savaşmaya oldukça heveslidir. İktidara geldiğinde komşularla sıfır sorun sloganıyla Suriye diktatörü Esad’la sıkı dostluk kuran başbakan, şimdilerde ABD emperyalizminin sözcülüğünü yaparak Esad’ın kellesini istemektedir. Aynı ortak kaderi paylaştığımız, akrabalıklar kurduğumuz Suriye halkıyla düşmanlık geliştirebilmek adına Alevi- Sünni ayırımı gündeme getirilmiştir. Suriye’de ki Sünni çoğunluğun Alevilerin boyunduruğu altında yaşadığına dair yayınlar yapılmıştır. Emperyalist savaş karşılığında alacakları kırıntılardan Türkiye egemenlerinin iştahı kabarmaktadır. Halkları birbirine kırdırtmaya çalışan işbirlikçilere karşı kanlı tarihten dersler alınarak halkların kardeş olduğu ve barış istediği bugün daha yüksek sesle haykırılmalıdır. p 30 Haziran 2013’te kaybettiğimiz yoldaşımız Murat NAZIM’ın bu yazısı Eylül 2012’de yayınlanan 6. sayımızda yer almıştı. Murat NAZIM, her direnişte, her devrimde aramızda olacak ve sonsuza kadar mücadelemizde yaşayacak.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.