Sayý: 5 Haziran 2011
ISSN: 2146-2151 1,5 TL
Ýþçi ve Emekçilerin, Kadýnlarýn, Kürt Halkýnýn ve Bütün Ezilenlerin Birleþik Mücadelesi Ýçin
OYLAR EMEK, DEMOKRASÝ VE ÖZGÜRLÜK BLOÐU’NA!
2
9
5
11
6
12
7
14
8
16
Ýþçilerin Sesi
SERMAYE PARTÝLERÝNE OY YOK! EMEK, ÖZGÜRLÜK VE DEMOKRASÝ BLOÐUNUN ADAYLARINA OY VERELÝM! Bloða verilecek her oy, mevcut siyasi ve ekonomik sisteme itirazý ifade edecek. Bu itirazý çoðaltmak için ezilen ve sömürülenleri baðýmsýz adaylara oy vermeye çaðýrýyoruz! 12 Haziran seçimleri esas olarak iki düzen partisi (AKP-CHP) ile bunların karşısında üçüncü seçeneği oluşturan Emek, Özgürlük ve Demokrasi Bloğunun bağımsız adayları arasında geçecektir. Diğer burjuva partileri işçi sınıfının sorunlarını çözmek için hiçbir ciddi program ifade etmedikleri gibi, burjuvazi de onları ciddiye almıyor. AKP alacağı her oyu hükümete güvenoyu sayacak. CHP oylarını artırırsa, kendisini başarılı sayacak. Bağımsız adayların alacağı oylar ise, düzene karşı çıkanların sayısını ifade edecek.
Buna karşılık hiç kimse, işçi sınıfının yaşamının geçen yıllara göre daha güvenceli, daha refah dolu olduğunu ve ekonomik “büyüme”den hak ettiği payı aldığını ileri süremez! İşçi sınıfı cephesinde asgari ücretle çalışanların sayısı artıyor. Sigortasızların sayısı, sigortalılar kadar. 10 milyondan fazla sigortalı varken 9 milyon kişi sigortasız çalışıyor. Patronlar sigortalı çalıştırdıkları işçilerin yarısının pirimini asgari ücretten ödüyor; çift bordro uyguluyor. Hükümetin politikaları hekimleri, mühendisleri, avukatları, öğretmenleri, kadınları ve liselileri sokağa döküyor. 1 Mayıs’ta yüz binlerce işçi alanlarda AKP hükümetinin esnek ve güvencesiz çalışma sistemine, taşeronlaşmaya isyan etti.
“
Kürt halkı artık eskisi gibi yönetilmek istemiyor. Taleplerini sivil itaatsizlik eylemleriyle ifade ediyor. Devletin Kürt kimliğini inkâr eden politikalarına boyun eğmiyor. ÖSYM skandalının seyri bile AKP hükümetinin gençlik ve toplum karşısında izlediği kadrolaşma politikalarını gözler önüne seriyor. Kadınlar, giderek artan ve hükümetin ciddi hiçbir önlem almaya yanaşmadığı kadın cinayetlerine karşı her gün eylem yapıyor, isyan ediyor. Hükümet, giderek artan muhafazakâr politikalarıyla kadınları birey olarak yok sayarak “aile”yi ön plana çıkartıyor. Diğer yandan, taşeronlaşma, ucuz ve esnek çalışma kural haline getirilerek, kadın emeğine göz dikiliyor.
“
AKP’ye oy vermeyeceğiz! Çünkü AKP hükümetinin dokuz yıllık iktidarı zenginleri daha zengin yaptı. İşsizlik artarken, yoksulları yardıma muhtaç bıraktı. AKP, sermayenin talepleri doğrultusunda işçi sınıfının son 50 yıllık kazanımlarını geri almak için yasalar çıkarttı. Sağlık başta olmak üzere, eğitim paralı hale geldi, ulaşım zamlandı, kiralar yükseldi ama ücretlerin satın alma gücü azaldı. Dolar milyonerlerinin sayısı 280’i buldu; 2023 yılında dolar milyonerinin sayısının 500’e çıkarılması hedefleniyor!
AKP’nin muhalifi olan CHP de, işsizlere iş ve iş güvencesi için bir program sunmaktan çok uzak. Yeterli ücret ve sigortalı çalışma, sendika hakkı ve taşeronlaşmayı yasaklamak
AKP’ye karþý CHP’ye oy vermek sömürü düzenine karþý çýkmak anlamýna gelmiyor. CHP’nin sermaye politikalarýna esastan karþý çýkmadýðýný, adaylarý arasýna saðcý politikacýlarý alýrken, eskisi gibi yaþamak ve yönetilmek istemeyen iþçi sýnýfý ve Kürt yoksullarýný temsil eden adaylara listesinde yer vermediðini görüyoruz.
2
yerine, AKP’nin sosyal yardım politikasına “ek yapmak”tan öteye gitmiyor. AKP 400 veriyor, CHP 600! Fark içerikte değil, miktarda. Yoksul yoksul kalacak, işsiz de işsiz; ama 600 TL para alacak! AKP’ye karşı CHP’ye oy vermek sömürü düzenine karşı çıkmak anlamına gelmiyor. CHP’nin sermaye politikalarına esastan karşı çıkmadığını, adayları arasına sağcı politikacıları alırken, eskisi gibi yaşamak ve yönetilmek istemeyen işçi sınıfı ve Kürt yoksullarını temsil eden adaylara listesinde yer vermediğini görüyoruz. 12 Haziran seçimlerinde bir başka seçeneği ifade etmek üzere yan yana gelen ezilen ve sömürülenler üçüncü seçeneği oluşturmak üzere Emek, Özgürlük ve Demokrasi Bloğunu kurdu. Blok, yüzde 10 barajı nedeniyle seçimlere bağımsız adaylarla katılıyor. Bloğa verilecek her oy, mevcut siyasi ve ekonomik sisteme itirazı ifade edecek. Bu itirazı çoğaltmak için ezilen ve sömürülenleri bağımsız adaylara oy vermeye çağırıyoruz! Herkese İş, İş Güvencesi, Yeterli Ücret! Herkese Sendika, Sigorta Hakkı! Kürt Halkının Talepleri, Taleplerimizdir! Özgürlük İşçilerle Gelecek!
Ýþçilerin Sesi
KASETLERLE SÝYASET YENÝDEN DÜZENLENÝYOR AKP iktidarý, bu kaset operasyonlarýnýn planlayýcýsý olmasa da, bunlara siyasi destek vermekte ve siyasi çýkarlarý doðrultusunda kullanmaktadýr. Siyasi destek vermektedir, çünkü bu operasyonlarla diðer muhalefet partileri de, siyasi çizgileri itibarýyla, kendi çizgisine gelmektedir. Seks skandalları, diğer kapitalist ülkelerde olduğu gibi, Türkiye’de de, siyasi mücadelenin ve ülke siyasetini yeniden düzenlemenin bir aracı olarak kullanılıyor. Geçen yıl, zamanın CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın, partideki sekreteriyle olan özel görüntüleri medyaya yansımış; bunun üzerine Baykal CHP Genel Başkanlığından ayrılmak zorunda kalmıştı. Bundan sonraki süreçte CHP’de, hem yönetici kadrolar hem de söylem düzeyinde değişiklikler yaşanmış, parti, bürokratik sınıfın sözcülüğünü büyük ölçüde terk ederek, siyasette daha liberal, ekonomide ise daha popülist bir söylem tutturmuştu. Bu çizgisi ile uluslar arası ve yerli sermayenin arzuladığı çizgiye yaklaşmış, AKP’ye alternatif görülür hale gelmişti. Seks kasetlerinin son haftalardaki hedefi ise MHP oldu. Partinin yaklaşık on üst düzey yöneticisi hakkındaki seks kasetleri medyaya sızdırıldı. Bunun üzerine, söz konusu politikacılar hem parti yönetiminden hem de milletvekili adaylığından istifa ettiler. Bu gelişmeler, kamuoyunda ses çıkarırken, MHP’de deprem etkisi yarattı. Ayrıca, siyasette milliyetçi şoven bir söylem tutturan ve emperyalistlerin bölge politikalarına mesafeli bir tutum takınan bu partinin de,
CHP gibi, egemen sınıflar tarafından yeniden düzenlenmek istendiği yönündeki yorumları beraberinde getirdi. AKP iktidarının, seçimlerin ardından Meclis’te anayasayı tek başına değiştirecek bir çoğunluğa sahip olmayı hedeflediği, bunun için de MHP’yi seçim barajının altında bırakmaya çalıştığı bilindiğinden, son gelişmeler bu strateji ile de ilişkilendirildi. MHP’ye yönelik yıpratma saldırısının, egemen sınıfların çıkarlarını yansıttığı ve bu komplonun arkasında devlet içinde yer alan kimi güçlerin bulunduğu genel kabul gören bir görüştür. Ne bu son kasetlerin ne de Deniz Baykal’a ilişkin olanın faillerinin bulunmaması, bu görüşü destekler niteliktedir. On yılların deneyimi ortaya koymaktadır ki, sadece devlet içindeki güçlerin yine devlet konsepti doğrultusunda işlediği suçlar, “faili meçhul” kalmaktadır. Yoksa gerek “Ergenekon Davası” gerekse “Balyoz Davası”nda görüldüğü üzere, istenildiğinde, belge ve kanıtlar, denizin dibinde ya da döşemelerin altında da olsa, bulup çıkarılmaktadır. AKP iktidarı, bu kaset operasyonlarının planlayıcısı olmasa da, bunlara siyasi destek vermekte ve siyasi çıkarları doğrultusunda kullanmaktadır. Siyasi destek vermektedir, çünkü bu
KAPÝTALÝZM YIKIYOR, KÝRLETÝYOR, ÖLDÜRÜYOR Mustafa Zeybekoðlu “Son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık tutulduğunda; paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacaksınız” diyor bir Kızılderili atasözü. Yüzyıllarca doğayla iç içe yaşadıkları toprakları işgal edilen, üzerine dünyanın en büyük endüstri toplumunun inşa edildiği, şimdi dünyanın en büyük kirliliğinin üzerinde üretildiği toprakların eski sahibi Kızılderililerin sözü. Neden Kızılderililerin binlerce yıldır kirletmedikleri, kirletmeyi düşünmedikleri, kendilerinin bir parçası olarak gördükleri çevreyi, nasıl oldu da “beyaz adam”lar iki yüzyıl geçmeden dünyanın en çok kirlilik üreten ülkesine dönüştürebildiler? Farklılığımız, kapitalizmin ideologlarının kitaplar dolusu yazdığı ve kutsadığı özel mülkiyet ve kâr olgusunda yatıyor. Kâr nedir? Kapitalist teoriye göre eğer özel mülkiyet var ve kutsalsa, insanlar, ancak ve ancak kâr elde etmek için üretim yaparlar. Dahası, bu insanlar yahut onların kurduğu işletmeler, vahşi bir rekabetin içinde yaşarlar; o kârı edemeyen ölür! Öyleyse mümkün olan en yüksek kar elde edilmeli ve rakipler ekarte edilmelidir. Bunu sağlamanın en temel koşullarından biri ise üretim maliyetlerinin mümkün olan en düşük düzeyde tutulabilmesidir. Rekabet herhangi bir sektörde kar o-
ranlarını eşitleyeceğinden, maliyetleri yüksek olan işletmeler hayatta kalabilecek kadar kârlı olamazlar. Daha sistemin temelinde insanın karakteri böyle çıkarcı resmedildiğinden, herhangi bir üretimi gerçekleştirmenin ya da bir şirket kurmanın tek amacı kar etmektir; batmasanız da kar etmedikten sonra o şirketin yaşamasına zaten gerek yoktur. Kızılderililerde işsizlik yoktu, yabancılaşma sorunu yoktu, çevre problemleri yoktu, çünkü onlar ihtiyaçlarını karşılamak için ürettiler, bizler ise kâr etmek için üretiyoruz. Tabiat harikası bir vadide kurulmuş bir fabrikanın, bilanço ve envanter hesabında, doğal güzellikler yer almaz, alamaz. Ancak, fabrikadaki bir makinenin arızalanması, ya da duvarın yıkılması yer alır, çünkü bunlar kar zarar hesabına dâhil olan olgulardır, ama nehrin kirlenmesi fabrikanın karlılığını etkileyecek bir olgu değildir ve o defterde yer almayan hiçbir şey, hiçbir kapitalisti ilgilendirmez. İyi yürekli ve çevreye duyarlı bir fabrika sahibi varsayalım. Eğer “kirletilen” nehrimizin kenarında bizim ahlaklı ve çevreyi kirletmemeye özen gösteren kapitalistimizle birlikte üretim yapan başka kapitalistler varsa, ahlaklı olanın maliyetleri diğerlerininkinden yüksek olacağından (çevreye dost üretim, bilindiği üzere pahalıdır) adamımız batacak ve
operasyonlarla diğer muhalefet partileri de, siyasi çizgileri itibarıyla, kendi çizgisine gelmektedir. Ayrıca, Başbakan, partisinin düzenlediği mitinglerde yaptığı konuşmalarda, bir yandan hukuka saygılı olduğunu ifade ederek, “belden aşağı vuruşlara” karşı olduğunu söylerken, diğer yandan “eline, diline, beline” söylemiyle kaset skandallarını rakiplerini yıpratmakta kullanmaktadır. Kılıçdaroğlu’nu, “kaset darbesi” sonucu parti başkanı olmakla suçlamaktadır. Kısacası, AKP iktidarı bu komploların siyasi sorumlusu olduğu gibi, bu süreci iki tarafı keskin bıçak gibi kullanmaktadır. Sonuç olarak, son kaset skandalları burjuva siyasetin kirli yüzünü açığa çıkarmıştır. Bir yandan ahlâk lâfını ağzından düşürmeyen “milliyetçi-muhafazakârların”, nasıl ahlaken iflas ettiklerini ve ikiyüzlülüklerini sergilerken, diğer yandan amaca ulaşabilmek için her türlü komployu mubah gören bir anlayışın, burjuva siyaset anlayışına egemen olduğu net bir şekilde açığa çıkmaktadır. Egemen sınıfların iç çatışmalarının ortaya çıkardığı bu kirli görüntü, emekçilerin burjuva siyasi partilerden ve kapitalist siyaset sisteminden uzaklaşmalarını sağlama potansiyelini taşıması bakımından önem arz etmektedir. sahneden çekilecektir. Çevreyi kirletmeye devam edenlerin maliyet avantajı, bu ortamda sadece onların yaşamalarına müsaade eder, öyleyse ahlaklı kapitalistten söz etmeye gerek yok, o (varsa da) yok olmaya mahkûmdur. Son örnek Kütahya’daki gümüş madeninin baraj gölüne bıraktığı ve şimdi civardaki insanların sağlığını tehdit eden siyanür, sanırım. Daha modern ve tedbirli olmak, doğayı ve gelecek nesilleri düşünerek davranmak daha masraflı olacaktı, madeni işleten şirket için. Daha masraflı olması, kendisiyle beraber ihaleye giren şirketlere karşı onu daha dezavantajlı kılacaktı ve o şirket zaten halis duygularla orada olamazdı. Zonguldak’ta grizu patlaması yüzünden ölen işçiler, Maraş’ta göçük altında kalanlar, hep “tedbir” daha pahalı olduğu için, “ihmal” sebebiyle öldüler. Soru öyleyse, “bütün bu işçiler neden insanlık dışı koşullarda, uzun saatler boyunca, can güvenliği olmadan çalışıyorlar?” değildir. Soru, “neden devlet, ihalelerle(en düşük fiyatı verenin aldığı, en düşük fiyatı verenin en acımasız üretim koşullarını dayattığı ihalelerle!) bizim madenlerimizi bize rağmen işletenlere veriyor?”, olmalıdır. Soru, “neden o madeni, o fabrikayı, o şirketi biz, kurduğumuz konseyler vasıtasıyla yönetmiyoruz?” olmalı. “Neden biz, kendimiz için, kendimize yetecek kadar ve sadece ihtiyacımız olduğu için üretmiyoruz?” olmalı sorumuz. Ve cevabımız hakça, insanca bir düzen için, insanın insana kul olmadığı düzen için, sosyalizm olmalı.
3
Ýþçilerin Sesi
CASPER ÝÞÇÝSÝ TEM YOLUNA ÇIKTI:
BU DAHA BAÞLANGIÇ! Ümraniye’de bulunan Casper Bilgisayarın işten atılan direnişçi işçileri 78. günlerinde TEM oto yoluna çıkarak yoğun akşam trafiğinin akışını kestiler. Direnişçi işçiler, “Sendikalı Olduk İşten Atıldık - İşimizi Geri İstiyoruz” pankartlarıyla kestikleri TEM yolunda, “eylemlerimiz ve direnişimiz sürecek” diyerek, Casper patronuna “koltuğunda rahat oturma” tavsiyesinde bulundular. “İşçilerin Birliği Patronları Yenecek!” diye haykıran direnişçi Casper işçilerinin yanına akşam mesai bitiminden sonra çalışan arkadaşları da geldiler. İşten atılan arkadaşlarıyla birlikte Ümraniye Çakmak köprüsüne kadar yürüyen işçiler, “Köle Değil İşçiyiz Sendikayla Güçlüyüz!”, “Sendika Hakkımız Engellenemez!”, “İş Ekmek Yoksa Barış da Yok!” sloganları attılar. Daha sonra TEM otoyoluna çıkan Casper işçileri yoğun akşam trafiğinin kestiler. Tıkanan TEM otoyolundaki araçlarından çıkan sürücülerin de eyleme destek verdiği görüldü. Sınıf dayanışmacı dostları ise “Casper İşçisi Yalnız Değildir!” sloganlarıyla yanlarındaydı. TEM otoyolunun bir şeridi 15 dakikalığına trafiğe kapatan işçiler, tekrar Ümraniye Çakmak köprüsüne dönerek basın açıklaması yaptılar. Basın açıklamasının hedefinde Casper patronu kadar AKP Hükümeti ve Tayyip Erdoğan’da vardı. Sıklıkla, “Gün Gelecek Devran Dönecek AKP İşçiye Hesap Verecek!” slogan-
ları atıldı ve “Başbakan Erdoğan, Casper işçisi sana ileri demokrasiyi gösterecektir” uyarılarında bulunuldu.
ğini kestik, gerekiyorsa bundan sonra bu otoyolu saatlerce trafiğe keseceğiz” denildi. “Baskılar Bizi Yıldıramaz!” sloganları atıldı.
“Casper bilgisayar patronu yaklaşık üç ay önce 10 arkadaşımızı işten atarak sendikalaşmayı engellemeye kalktı. Casper işçilerini sendikalarından istifa ettirmeye çalıştı. 200 Casper işçisi sendikalarına ve işten atılan arkadaşlarına kararlılıkla sahip çıkıyor. İşten atmalara, her türlü baskıya, şiddete ve hukuksuzluğa karşı direniyorlar” denilen açıklamada, “sesimizi duyurmak amacıyla bugün TEM otoyolunun trafi-
Basın açıklaması sırasında görüştüğümüz Casper işçileri, “bu daha başlangıç” diyerek yeni eylemlerin işaretini verdiler ve Casper patronunu uyardılar, “seni yumuşak koltuğunda rahat oturtmayacağız…”
EÐÝTÝM-SEN GENEL MERKEZÝ YENÝLENDÝ, ÝKTÝDAR ODAKLI POLÝTÝKA DEÐÝÞMEDÝ… Yunus Öztürk 13-14-15 Mayıs tarihlerinde gerçekleşen Eğitim Sen 8. Olağan Genel Kurulu tamamlandı. Genel Merkez yönetimi üç Demokratik Emek Platform, iki Devrimci Sendikal Dayanışma, bir Sendikal Birlik ve bir de Devrimci Kamu
Çalışanları gruplarının gösterdiği adaylardan oluştu. Emek Hareketi grubu ise, Eğitim Sen Genel merkezinin oluşumunda yer almadı. Eğitim Sen olağan kongresiyle, KESK ve Eğitim Sen genel başkanlıklarında ve yönetimlerde yer alan EDP eksenli Demokratik Emek Meclisi, yönetimlerin dışında kaldı. Eğitim Sen ve KESK Genel Merkez Genel Kurulları (şube genel kurulları gibi) esas olarak siyasetlerin sendikal alandaki örgütlenmeleri arasında yürütülen pazarlıklar sonucunda belirleniyor. Sendikaların kuruluşundan beri değişmeyen tek kural bu. Yönetimler değişse de bu kural değişmiyor. Sendikal süreci cansız kılan da yine bu durum. Kongrede en tartışmalı an, listelerin belli olması üzerine konuşmak isteyenlerin konuşmalarına kısıtlama getirilmek istenmesi üzeri-
4
Casper işçilerinin direnişi sürüyor ve sınıf dostlarını dayanışmaya bekliyor. / İŞÇİLERİN SESİ - HABER ne çıktı. Listeler kesinleştiğine göre artık konuşmaya da fazla gerek yoktu! Her ne kadar şiar olarak parasız, nitelikli, demokratik, anadilde eğitim ileri sürülmüş olsa da, eğitim ve eğitim emekçilerinin sorunlarıyla ilgili bir tartışma da yapılmadı. Güvencesizlik, ücretli öğretmenlik, kadrolaşma konularına şöyle bir değinildi, geçildi. Diğer yandan sendikal grupların oluşturduğu tüzük komisyonunun tüzük değişikliği önerileri her zamanki gibi pek ilgi görmedi. “Anadilde eğitim” maddesinin yeniden tüzüğe yazılması dışında tüm bileşenlerin üzerinde anlaştığı tüzük değişiklikleri ortaya çıkmadı. Yapılan diğer tüzük değişiklikleriyle yönetim kurulu, yürütme kurulu oldu; başkanlar kurulu karar organı yapıldı, metropollerde yeni şube açılması kolaylaştırıldı. KESK ve Eğitim Sen’in geleneksel yöntemlerle, yönetim belirlemeye devam etmesi, delegelerin ve üyelerin iradesini köreltmekte, örgütün yenilenmesini engellemekte. Aynı zamanda bir siyasi gruba ait olmaksızın yönetime girme şansını ortadan kaldırmakta.
Ýþçilerin Sesi
KADIN CÝNAYETLERÝNE KARÞI 14 ÝLE YAYILAN ÝSYAN:
“7-24 NÖBETTEYÝZ!” Leyla Durusu Ayşe Paşalı, boşandığı kocası tarafından öldürülen kadınlardan sadece biri. 11 yerinden bıçaklanarak öldürüldü. Yine diğer yüzlerce kadın gibi, öldürülmeden önce kocasından defalarca şiddet görmüş, tehditler karşısında can güvenliği bulunmadığını belirtip savcılıklara başvurmuş, Aile Mahkemesi’nden koruma kararı çıkartmaya çalışmıştı. Ancak girişimleri hep sonuçsuz kalmış, eski kocaya herhangi bir yaptırım uygulanmamıştı. Cinayet basına yansıyınca Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Aliye Kavaf, “Olay karşısında yasalarımızda eksik yok, cinayet münferit” demişti. 11 Mayıs akşamı, 14 ilde feminist kadın örgütlerinden kadınlar, Ayşe Paşalı’nın katili İstikbal Yetkin’in yargılandığı dava devam ederken kadın cinayetlerine ve kadın katillerinin serbest kalmasına karşı sokaklarda nöbet tuttular. İstanbul Taksim meydanında bir yandan oturma eylemi yaparken bir yandan da eylem yapılan illerle canlı bağlantı kurarak, eşzamanlı olarak kadın cinayetlerini protesto ettiler. Kadınlar, “7/24 nöbetteyiz” başlıklı eylemlerinde başlıca talepleri şunlardı: “Haksız tahrik indirimi istemiyoruz”, “karakola başvuran kadınları evine döndüren polisler istemiyoruz”, “tecavüz
mağdurlarını bekleten adli tıp istemiyoruz”. Taksim’de nöbet tutan kadınlar, devlet kurumlarının kadın cinayetlerini dikkate almadığını, bu nedenle de öldürülen kadınların seslerini ve hikayelerini duyurmak için eylem yaptıklarını dile getirdiler. Kadın örgütlerinin eylemi etkisini gösterdi ve Ayşe Paşalının katili, İstikbal Yetkin, ağırlaştırılmış müebbet cezası aldı. Aile mahkemeleri aslında kadınları koruyan her türlü tedbiri alma yetkisine sahipler. Saldırganı takip etmek ve tutuklamak da mümkün. Olaylara baktığımızda, şiddete uğramış ya da her an öldürülme tehlikesi olan bir kadının karakollar, sav-
“GÖRMEDÝÐÝN HALDE SANA ÝÞ VERMÝÞÝZ. DAHA NE YAPALIM?” Yunus Öztürk Maliye Bakanı Mehmet Şimşek ile Sağlık Bakanı Recep Akdağ, Batman Bölge Devlet Hastanesinde ziyaretleri sırasında karşılarına çıkan görme engelli bir taşeron işçisinin (Nurullah Mehmetoğlu) yakınmasına tahammül etmediler. Engelli taşeron işçisi bütün taşeron işçilerinin sorunu olan düşük ücret ve güvencesizliği ifade etti: “Biz burada asgari ücretle çalışıyoruz. Koşullarının iyileştirilmesini istiyoruz. Müteahhit şirketlerin elinden ne zaman kurtulacağız?” dedi. Bakanların suratına bir tokat gibi çarpan bu sözler üzerine, Sağlık Bakanı Recep Akdağ Başbakan gibi “Ananı da al, git” demedi ama ondan aşağı kalır yanı olmayan ve bir bakana yakıştırılması da mümkün sayılmayacak bir tepki gösterdi: Bakan engelli taşeron işçisine sınıfsal öfkesini kustu ve “Gözlerin görmediği halde sana iş vermişiz. Daha ne yapalım. Müteahhit şirketlerin yanında çalışmaya devam edeceksin”” dedi. Yani… Engelli işçiyi nankörlükle suçladı, müteahhit (taşeron) şirketlerde asgari ücretle
ve güvencesiz işçi çalıştırılmış olmasının üstünü örtmeye kalktı! Bakanın bu açıklaması her şeyden önce görme engelli taşeron işçisi Nurullah Mehmetoğlu’nu aşağılamaktadır. Engellilere yasa gereği iş verilmiş ise, bir lütuf sayılamaz. Bakanın bu konulardaki cehaleti ve işçi düşmanlığı aslında uygulayıcısı olduğu politikanın savunusudur: Sağlık Bakanlığı hastanelerde düşük ücretle (asgari ücret) taşeron çalışmayı teşvik etmekte ve uygulamaktadır. Öyle ki, taşeron işçilerin ücretlerinin asgari ücretten 50 TL daha yüksek olmasını da yasaklayacak kadar ileri gitmiştir. Herhangi bir taşeron şirket yanında bakanlığın koyduğu sınırlardan yüksek ücretle işçi çalıştıramaz. Sağlık Bakanı Recep Akdağ, AKP’nin her dönem bakan yaptığı temel direklerden biridir. Hekim eylemlerine karşı insafsız soruşturmalar açan, tehditler savuran ve hastanelerde taşeron sistemini yerleştiren bir bakandır.
cılıklar arasında mekik dokumasına dayalı yürürlükteki sistemin işe yaramadığı görülüyor. Ancak, şiddet mağduru kadınların ya da yakınlarının, görevini yerine getirmeyen, emniyet görevlileri, savcı ve hakimleri, görevlerini ihmal ettikleri için dava açma hakları var. Başta İstanbul olmak üzere bir çok ilde, feminist kadın örgütlenmeleri, kadın cinayetlerinin önlenmesi için kampanya yürütüyorlar. Kuşkusuz bu kampanyanın etkisi yavaş da olsa olumlu sonuçlar alıyor. Kadınlar “yasta değil, isyandayız!” diyorlar. Kadın cinayetlerini önlemek için isyanı büyütmek gerekiyor. Yani, adı ne olursa olsun toplum için ve tabii ki önce sağlık çalışanları için “sağlıksız” bir kişi olduğunu son yaptığı açıklamayla da ortaya koymuştur. AKP hükümetinin İş Kanununda her defasında yeni düzenlemelerle sayıları azaltılsa da (daha önce her 100 işçi için 5 engelli ve hükümlü çalıştırma zorunluluğu vardı; bu sayı 3?e indirildi), yasa gereği işyerlerinde belirli sayıda engelli çalıştırmak zorunludur. Ayrıca Ceza Kanunu 122?inci madde ise, engellilerle ilgili ayrımcılığı suç saymaktadır. Dolayısıyla engelli çalıştırmak ne bir lütuftur ne de bir kimsenin engellilerin engelleriyle (kör olmalarıyla) ilgili ayrımcılık yapma hakkı vardır. Yasalar herkes karşısında eşitse, o zaman Sağlık Bakanı açıkca suç işlemiştir. Televizyon kameraları da bu durumu tespit etmiştir. Batman’da yaşanan bu çirkin olay, taşeron çalışmanın, düşük ücretle güvencesiz çalışma olduğunu, herkesin görebileceği gibi ortaya koymuştur. AKP hükümetinin istihdam politikasının özü, Recep Akdağ ile görme engelli taşeron işçisi Nurullah Mehmetoğlu arasında geçen diyalogda gizlidir. Özür dilemiş olmak, durumun vahametini değiştirmiyor. 5
Ýþçilerin Sesi
15 - 16 HAZÝRAN 1970: ÝÞÇÝ SINIFININ GÜCÜNÜ TÜM AÇIKLIÐIYLA ORTAYA KOYAN BÝR BAÞKALDIRI 15-16 Haziran Türkiye’de bugüne kadar yaþanmýþ en kitlesel iþçi eylemidir. Önderliði bulunmayan, kendiliðinden ama iþçi sýnýfýnýn gücünü tüm açýklýðýyla ortaya koyan bir baþkaldýrý olarak tarihteki yerini almýþtýr. Canan Mengüloðul 15-16 Haziran 1970’de işçi sınıfı ayağa kalkarak yolları ve meydanları zaptetmiş, iki gün için de olsa parababalarını derinden sarsmıştı. 15-16 Haziran’da, DİSK’i etkisiz ve yetkisiz kılmak için çıkarılan sendika yasasına tepkinin ürünü olarak başlayan başkaldırıya sadece DİSK’te örgütlü işçiler katılmadı. O dönem genç bir inşaat işçisi olan H. Adnan da sınıf mücadelesinin içindeydi. H. Adnan’la 15-16 Haziran 1970’de yaşananları, güvencesiz çalışan bir inşaat işçinin gözünden konuştuk. 15-16 Haziran’a katılışınızı ve kendi sürecinizi anlatır mısınız? İstanbul’a 1950’lerde Karadeniz’den göç eden bir ailenin çocuğuyum. Ziverbey’in Fikirtepe’ye bakan yoksul bir mahallesinde oturuyorduk. İlkokuldan sonra yatılı okul sınavını kazanıp eğitim sürecime devam ettim. Öğrenciliğimin yanı sıra inşaat işçiliği yapıyordum. 15-16 Haziran eylemlerine bireysel olarak katıldım. 1965’den itibaren günlük gazete okuma alışkanlığımız oluştu. Türkiye İşçi Partisi’nin “Köylüye Toprak, Herkese İş!” sloganı ve afişleri ilgimizi çekiyordu. Akşam gazetesi okuyorduk ve Çetin Altan, İlhami Soysal yazıyordu. Kendimizi yetiştirmeye çalışıyorduk. Ardından, Ant dergisini takip etmeye başladım. Önümüze çıkan tüm dergi, gazete ve kitapları okumaya çalışıyorduk. Abur cubur, sistemsiz bir şekilde okuyorduk. Bir yanda okul diğer yanda politik birikim süreci, yazları ve boş zamanlarda da inşaat işçiliği yapıyordum.
Yoğurtçu Parkı’nda bir kişinin öldüğü haberi geldi. Kadıköy’ün birçok bölgesinde parça parça işçiler bekliyordu. Yeni haberler geliyordu. Ankara asfaltında, Otosan’ın bulunduğu yerde işçilerin panzerlere karşı çatıştığı haberleri geliyordu. Çatışmaların olduğu yerde bir akrabam inşaat işçiliği yapıyordu. İşçilerin panzerlere karşı taşla sopayla nasıl E-5 yolunu trafiğe kapattıklarını aktardı. Eylemler gün boyu nasıl bir seyir izledi, mücadele eden kitleye önderlik edenler var mıydı? 15-16 Haziran eylemliklerinde mücadele gün boyu aralıklarla sürüyordu. Bulunduğumuz bölgede polisle çatışma sonrası dağılma yaşanmıştı. Dağılan kitleyi toparlayan bir kadındı ve günlük ev kıyafetiyle sokağa çıkmıştı. “Bu nasıl bir şey, ne hakla işçilere saldırıyorlar, işçilerin karşısına nasıl tankları çıkarıyorlar, bu saldırı cevapsız mı kalacak?” diyerek kitleye seslenerek yeniden toparladı. Harekete geçirdi. Harekete geçen kitleyle Altıyol’a yürüdük. Gebze’den kamyonlara gelen işçileri gördük. Cevizli Tekel işçilerinin topluca geldiklerini gördüm. Tekel işçilerinin en önünde kadın işçiler vardı; işyeri kıyafetleriyle Tekel’in kadın işçileri eylemin en ön safındaydı.
15-16 Haziran eylemlerinden nasıl haberiniz oldu, eylemlere nasıl katıldınız? 15 Haziran’da haberim olmadı. 16 Haziran’ı ise inşaat işçiliği yapan bir akrabam aracılığıyla öğrendim ve işçilik yapan kuzenlerimle birlikte katıldım. Kadıköy Yoğurtçu Parkı’nda kitleyle polis arasında çatışma yaşanmıştı. Kadıköy merkezden Yoğurtçu Parkı’na vardığımızda çatışma bitmişti. İşçiler dipçik darbeleri almış, kafaları yarılmıştı. Kafalarında bandajlar vardı.
Altıyol göbekte bir kişi, gelen kalabalığı Kaymaklığa doğru yönlendirmeye başladı. Adalet Parti’sinin Kadıköy ilçe teşkilatı yolun üstündeydi. İşçilerin uğrak yeri olan parti binasının camları kırıldı, bayraklar yırtıldı. Siyasi iktidara karşı öfkelerini “Morison Süleyman” sloganıyla dilendiriyorlardı. Adalet Partisi’nin lideri Süleyman Demirel, Amerikan Morison firmasında mühendislik yaptığı için işçiler iktidar partisi liderine bu şekilde sesleniyordu. Dikkatimi çeken isimlerden biri Atilla Sarp’tı. Kitle, Atilla Sarp’ın yönlendirmesiyle Altıyol’dan aşağıya doğru akarak Kadıköy Meydanı’na indi. Meydanı’nda, bugün Beşiktaş İskelesi’nin bulunduğu yere geldik. Karşısında kaymakamlık binası vardı ve alt katı polise aitti. İşçilerin amacı, çatışmalarda gözaltına alınan işçilerin serbest bırakılmasını sağlamaktı. Polis işçilerin taleplerini yerine ge-
6
tirmedi. Bunun üzerine işçiler öfkeyle binanın alt tarafına molotof attılar ve yangın çıktı. İşçi kitlesinin içinden bir kişi yaşananları kameraya çekiyordu. İşçiler kameraya çeken kişiyi önce polis sandı daha sonra kameranın TİP adına kayıt yaptığı anlaşıldı. Yangın sonrası polis işçilere saldırdı, ateş etti. Kadıköy’deki kitlenin üzerinde helikopterler dolaşmaya başladı. Bir ara kitleye açılan ateşin nerden geldiğini anlayamadığımız için acaba helikopterlerden mi ateş ediyorlar diye düşündük. İşçi kitlesinin üzerine yapılan silahlı saldırı sonrası etraftaki tüm camlar kırıldı. İşçiler yine dağıldılar. Bir kısmımız dağılırken, bugünkü İDO iskelesinin bulunduğu yerde eskiden ikinci mevki bekleme salonu vardı, oraya doğru savrulduk. Kaçmaya çalışırken düştüğüm için geride kaldım. Kitle dağılarak uzaklaştı. Kadıköy’deki vapur seferleri iptal edilmişti ve işçilerin karşıya geçmesi engelleniyordu. Öğrendiğimize göre, Avrupa yakasında Bakırköy’den, Unkapanı’ndan ve diğer bölgelerden gelen işçilerin Taksim’de buluşmasını engellemek içinde Eminönü’ndeki köprüler açılmıştı. İşçilerin bir araya gelmesi, birleşmesi istenmiyordu. Akşamüstü saat 17:00-18:00 gibi haber ajansından sıkıyönetim kararını duyduk. Bugünden baktığınızda sizin için 15-16 Haziran neyi ifade eder? 15-16 Haziran sadece sendika yasasına karşı oluşturulmuş bir eylem değildi. 15-16 Haziran’da örgütlü işçilerin dışında güvencesiz çalışanlar, işsizler, ev kadınları kısacası geniş halk kitleleri de vardı. DİSK’in başı çektiği iddia edilse de, işçilerin başkaldırısı DİSK yönetimini aştı. Kadıköy, Moda, Bağdat Caddesi gibi yerleşimlerden burjuvaların kaçtığı haberleri geliyordu. Ayaklanan işçilerin evlerini basacakları korkusu yayılmıştı. Otobüs ve buldukları tüm araçlarla şehri terk ettiklerini gördük. 15-16 Haziran Türkiye’de bugüne kadar yaşanmış en kitlesel işçi eylemidir. Önderliği bulunmayan, kendiliğinden ama işçi sınıfının gücünü tüm açıklığıyla ortaya koyan bir başkaldırı olarak tarihteki yerini almıştır.
Ýþçilerin Sesi
HAVA-ÝÞ YÖNETÝCÝLERÝNÝN GELDÝÐÝ SON NOKTA:
POLÝS MUHBÝRLÝÐÝ Gökkuþaðý Günlüðü THY ve bağlı işyerlerinde, işçilerin dağıttığı bültenin başlığında şöyle deniyor: “Sivil havacılıkta büyümenin faturası neden çalışanlara çıkartılıyor?” Bültenin alt başlıkları da işyerlerinde yaşanan sorunları dile getiriyor: -THY’de işçi kıyımı sürüyor; “verimsizsin savunmanı ver!” -Uçucular birbirini gammazlamaya zorlanıyor! -Engelli haftası engelleri! -İşçiler zorunlu mesaiye bırakılıyor ücret ödenmiyor! -Mazeret izinleri kullandırılmıyor! vb... * İşçiler bu bültenle THY ve bağlı iş yerlerinde çalışanların sorunlarını dile getiriyor ve sendikalarını da göreve çağırıyor. Peki sendika ne yapıyor? Bunun anayasal demokratik bir hak olduğunu bilmesine rağmen bülten dağıtan işçileri “İzinsiz bildiri dağıtılıyor!” diye polise ihbar edip, kamera kayıtlarını isteyip birlikte tutanak tutarak, şikayette bulunuyor! Ülkemizde kendi üyelerini polise ve işverene ihbar eden başka sendikalar da oldu. Ancak
bunu sendikanın ücretli çalışanlarını kullanarak yapan, onları işbirliğine alet eden ilk sendika sanırız Hava İş olmuştur. THY işçilerinin işyeri sorunlarını, baskıları ve sendika yönetiminin bunlara ilgisizliğini dile getirip göreve davet eden “Gökkuşağı Günlüğü” isimli bülten, işçilerin ortak görüşlerini yansıtmakta ve onları birbirlerine destek olmaya, örgütlenmeye ve dayanışmaya çağırmaktadır. Bu bültenden sendikanın rahatsız olmasının tek nedeni işçilere gerçeklerin anlatılmış olmasıdır. Uçuş işletme temsilci odasında görevli, sendikanın ücretli personeli sendika yönetiminin emriyle yaptığı ihbarı bir de utanmadan çalışanlara söylüyor. Çünkü amaç çalışanların üzerinde işverenin yarattığı korkuyu, baskıyı pekiştirmektir. İşçilerin birbirleriyle iletişimi ne zamandan beri suçtur? Kuşkusuz gelen polis memuru durumu görüp bülten örneğini alarak geri dönmüştür. Sendika görevlisi bununla da yetinmeyip dinlenme odasında konuk olarak bulunan eski eğitim sekreterine saygısızlık yapma hakkını kendinde görüyor. “Kartınız yok buraya giremezsin!” “Burada ne işin var?” diyerek jandarmalığa soyunuyor! Buna itiraz edilince, “Karı gibi konuşma!” diyerek olay çıkarmaya çalışıyor.
THY çalışanları işveren baskılarına eklenen sendika jandarmalığını ibretle izliyorlar. Bu işbirlikçi ve devlet destekli sendikacılık tavrının, işçilerin demokratik, şeffaf, temiz sendika mücadelesini daha kararlı kılmaktan öte bir etkisinin olmayacağı açıktır. Hava İş yönetiminin bu tavrını protesto ediyor ve kamuoyunun değerlendirmesine sunuyoruz.
Sadece sendika yönetiminden aldığı talimatları uygulayan ve kendisi de bir kadın olan sendika çalışanına bu dili kullandıran nedir? Ça-
* Tamamı için bakınız: http://gokkusagihareketi.com/2011/05/21/sivil-havacilikta-buyumeninfaturasi-nedencalisanlara-cikartiliyor/
SÝVÝL HAVACILIKTA BÜYÜMENÝN FATURASI NEDEN ÇALIÞANLARA ÇIKARTILIYOR? Gelişmekte olan ulusal pazarımız doğal olarak uluslararası dev tekellerin iştahını kabartmaktadır. Siyasal iktidarın özelleştirme politikaları tekellerin işini kolaylaştıran bir işlev görüyor. Bu pazarda pay sahibi olmaya çalışan şirketler işletme giderleri içerisinde en kolay kırpacakları rakam olarak işçi ücretlerini görmekte ve nerede ise asgari ücret civarında paralarla personel çalıştırmakta, üç işçinin işini bir işçiye yaptırmanın hesabı içinde kuralsızlıklar görülmektedir. Resmi otorite gerek çalışma bakanlığı gerek SHGM bu uygulamalara seyirci kalmaktadır. Hava iş sendikası sivil havacılıkta 1962 den beri var olan tek yetkili sendika olmasına rağmen THY AO ve Teknik AŞ dışında, taşerona devredilen diğer birimlerde toplu sözleşme düzenini kaybetmiştir. Sendikanın daha önce TİS yapma yetkisi olan; Yer Hizmetleri, İkram, Teknik ve bağlı bazı birimler ile Call Center, yemekhaneler, özelleştirilerek taşeronlara devre-
dildi ve buralardaki çalışanlar artık sendikasız ve örgütsüz durumda. Bu işyerlerinde hizmetler sendikasız ve örgütsüz işçiler tarafından daha düşük ücretlerle ve daha zor koşullarda yürütülmektedir. Sivil havacılık patronlarının daha fazla büyüme, daha fazla kar mantığı ile geliştirdiği bu sürece karşı sendikalar bu gelişimi görememiş, üyesi olan ama örgütsüz hantal bir yapıya dönüşmüştür. Hava İş sendikası yönetimi de bu alanda sıkışıp kalmıştır. Geleneksel Türk-İş çizgisindeki bürokrat ve tepeden inmeci sendikal yapının içerisine kendini hapsetmiştir. Şimdi artık sıra, ana gövdenin de diğer birimler gibi daha az ücretle çalışsan, (sendikalısendikasız) ama örgütsüz bir yapıya dönüştürülmesindedir. Çünkü şirket büyümüş ama hala sosyal hakları olan mazeret izni kullanan, ikramiyesi, yıllık izni 30 işgünü olan bir personel yapısı vardır. Bunlar patronlara göre insani bir hak
lışanlarının yarısı kadın olan THY’de bu anlayışla sendikacılık yapan Hava İş, kadınların haklarını nasıl savunacaktır? Geçmişte, artık çok gerilerde kalsa da kendilerinin de benzer baskılarla karşılaştıklarını nasıl unuttular? Demokratik haklarını kullanan işçileri polise ihbar eden bir sendika olabilir mi?
değil tahammül edilmez bir durumdur! O zaman bu hakları talep etmeyen, verilene razı, sesini çıkarmayan ve bu koca makinaları dünyanın bir ucundan bir ucuna gidecek şekilde hazırlayan ve götüren robotlara ihtiyaç vardır! Onun için işverenler Türk-İş tipi sendikacılık anlayışına sahip sendikacılardan oldukça faydalanmaktadırlar. Statüko sürsün, şirketler büyüsün, fatura çıkacaksa bunu da çalışanlar üstlensin…! Durum acıktır. Çalışanlar kendi öz örgütleri olan sendikalar tarafından patronlara karşı yalnız ve çaresiz bırakılmaktadır. Sendikacılar, işçilere bir müşteri gibi bakmakta gelen aidat oranı onlar için önemli olmaktadır. İşverenler ise bizleri daha az ücrete daha fazla çalıştırmanın hesabını yapmaktadır. Yani karlar arttıkça şirketler büyüdükçe kaybedenler işçilerdir. Büyümeden hak ettiğimizi payı almak ve kazanılmış haklarımızı kaybetmemek istiyorsak, işçiler olarak bireysel değil, örgütlü davranmalıyız; sendikalaşmayı büyütmeliyiz, kazanılmış haklarımızı koruyacak mücadeleler geliştirmeliyiz ve tabii ki sendikamızı çürüten, köhnemiş 22 yıllık yönetimi değiştirme iradesini güçlendirip yaymalıyız. Gökkuşağı Günlüğü’nden özetlenmiştir. 7
SEÇÝMLERDEN SONRASI TUFAN Aykut Özer
şiddetten başka bir aracın kalmadığı görülüyor.
Gerek siyasi gelişmeler gerekse ekonomik göstergeler, seçim sonrası için bir kaosa işaret ediyor. Bu kaos, ekonomik alanda ekonominin küçülmesi ve enflasyonun yükselmesine bağlı olarak, artan hayat pahalılığı ve yoğunlaşan işsizlik biçiminde ortaya çıkarken, siyasi alanda, emekçi ve ezilenlere yönelik baskı ve şiddetin hız kazanması biçiminde görülecek. Kısacası, kitlelerin yoksullaşmasına siyasi rejimin sertleşmesi eşlik edecek.
Baskı sadece Kürtlere yönelmiyor. “Kaset skandalları” ile siyaset “belden aşağıya” taşınarak siyasi rakipler bertaraf edilmeye çalışılıyor. “Kaset skandallarının” özellikle MHP’yi hedef alması, siyasi iktidarın bu partiyi seçim barajının altında bırakarak, Meclis’te, Anayasayı tek başına değiştirebilecek çoğunluğa ulaşabilme amacıyla bağlantılı olarak değerlendiriliyor. Bu denli kapsamlı bir siyasi operasyonun ancak devlet içinde örgütlü kesimler tarafından gerçekleştirilebileceği düşünülüyor.
Siyasi iktidar, yeni bir anayasal rejim kurmak istiyor. Ancak buna engel gibi görünen bir dizi unsur var. Kürt halkının her geçen gün daha da yükselen mücadelesi, egemenler içindeki bir kesimin kurulmak istenen yeni anayasal sisteme direnç göstermesi, ayrıca Arap halk hareketlerinin kapıya dayanmış olması, siyasi istikrar açısından risk oluşturuyor. Buna karşılık, siyasi iktidarın bu engelleri, despotik bir rejim inşa etmek suretiyle, aşmaya çalışacağı görülüyor. PKK’ye karşı yoğunlaşan askeri operasyonlar, son bir ayda 43 kişinin ölümüne yol açtı. Ayrıca Bölgedeki sivil ve barışçı eylemlere yönelik polisin engelleme ve saldırılarının şiddetlenmesi, her gün onlarca gösterici ve militanın hapse atılması, seçimden sonra ortaya çıkacak şiddet ortamının ilk işaretleri olarak görülüyor. Seçimlerden başarıyla çıkması muhtemel Kürt siyasi hareketinin, 2009 yerel seçimlerinden sonrasına benzer bir saldırıyla karşılaşması sürpriz olmayacaktır. Buna ek olarak, silahlı çatışmaların yoğunlaşmasıyla ölümlerin artması tüm Bölgeyi germe ve 1990 lı yılların koşullarına geri dönme riskini beraberinde getiriyor. Çeşitli Kürt siyasetçiler bu olasılığa dikkat çekiyor. “Kürt sorunu yoktur” noktasına gelen ve “torbasında” Kürtlere “verecek” hiçbir şeyi olmayan siyasi iktidarın, Kürtlerin mücadelesini bastırmakta, elinde,
22 Ağustos’ta yürürlüğe gireceği söylenen büyük internet sansürü, totaliter bir rejim kurma hevesinin yansıması olarak görülüyor ve bu plan, gerek ülke gerekse uluslararası kamuoyunda yoğun bir tepki ile karşılanıyor. Emekçilerin, çevrecilerin, öğrencilerin en sıradan muhalif gösterilerinin bile engellenmesi, göstericilerin gözaltına alınıp haklarında ağır hapis istemleriyle davalar açılması, totaliter bir rejimin ayak sesleri olarak değerlendiriliyor. 12 Eylül rejimi uygulamalarının, askeri darbenin çok öncesinden, 1979 yılı sonundan itibaren hayata geçirilmeye başlanıldığını, bu tarihten itibaren, muhalif örgütlere dönük kitlesel tutuklamaların görüldüğünü, devrimcileri hedef alan işkencelerin yaygın ve sistematik hale geldiğini bilen sosyalistler için, bugünkü gelişmeleri anlamlandırmak zor olmuyor.
Emekçileri de Zor Günler Bekliyor Ekonomik göstergeler olası bir enflasyon artışı ve ekonomik daralmaya işaret ediyor. ÜFE ile TÜFE arasındaki makasın açılması, maliyet artışlarının fiyatlara yansıtılamadığını, temel maddelerdeki fiyat artışlarının seçimler nedeniyle frenlendiğini gösteriyor. Seçimlerden sonra bu engelin ortadan
İşçi sınıfının tepkisini çekecek diğer bir gelişme ise, seçimler öncesinde, sendikaların bastırmasıyla “Torba Yasa”dan çıkarılan işçi aleyhine hükümlerin yasalaştırılmaya çalışılması olacaktır. Kamu kesimi ve özellikle belediyelerde çalışan işçilere sürgün dayatan hüküm Ağustos ayından itibaren uygulamaya geçirilecektir. Ayrıca esnek çalışmaya ilişkin hükümler ile alt işverenin(taşeron) üretim sürecinin tamamında yer alabilmesi, kiralık işçi uygulamasının yaygınlaştırılması ve nihayet kıdem tazminatının budanması siyasi iktidarın seçim sonrası gündeminde yer almaktadır. İktidarın bu saldırılarını püskürtebilmek, ancak militan, örgütlü bir mücadeleyle mümkün olabilecektir. Siyasi iktidarın, işçi, emekçi ve Kürtlere karşı yoğunlaşacak saldırıları ve totaliter bir sistem kurma çabalarına karşı, emekçiler ve ezilenler, ortak bir mücadele yürütmelidirler. Bugün seçimlere dönük olarak oluşturulan “Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu” bu amaç için kullanılacak uygun bir araçtır. O nedenle Bloğun işlevi ve programını seçimlerle sınırlandırmayıp, iktidarın seçimler sonrası beklenen saldırılarına karşı koyacak şekilde geliştirip derinleştirmek, Bloğun bileşenlerini daha da genişletmek ve bu yapıyı daha sıkı örgütlenme haline getirmek, emekçilerin, Kürtlerin ve demokratların önünde önemli bir görev olarak durmaktadır.
TEK ÝSTEDÝÐÝMÝZ BÝZÝ EVLATLARI GÝBÝ GÖRMELERÝDÝR
rinden biri olacak. Tüm bunlar ışığında bu ittifak üzerinde ortaklaştığı insanlardan biri ben oldum.
“OÐLUN GÝBÝ EVER, KIZIN GÝBÝ GELÝN ET”
Adaylığınızın kesinleşmesiyle medya başta olmak üzere, birtakım eleştiriler aldınız. ‘Her şey iyi ama keşke Kürtlerin adayı olmasaydı’ anlamına gelen söylemler dillendirildi. Bu söylemleri nasıl karşıladınız?
Emek, Özgürlük ve Demokrasi Bloðu’nun Ýstanbul 2. Bölge Milletvekili Adayý yönetmen, oyuncu ve yazar Sýrrý Süreyya Önder, adaylýðýna iliþkin sorularý þöyle yanýtlýyor: Kamuoyu sizi sinema ve sanat disiplinlerindeki üretimlerinizle tanıyordu. Siyasete atılmak hangi ihtiyaçlardan ortaya çıktı? Sol koordinatlarda duran, durmaya özen gösteren ve bütün üretimi politik olan bir insanım. Bu dönemin iki açıdan özel olduğunu görüyorum. Birincisi, ilk defa son 7 yıldır aşağı yukarı denenen, tökezlenen ama yürüyen bir ortaklaşma süreci var. Bu ilk kez bir seçim ittifakı olmasının ötesine taşındı ve bir stratejik ortaklık hedeflendi. İkincisi, savaş artık bir halkın var olması, yok olması noktasına evrildi. Bu anlamda siyasal alanda millete dayatılan anayasa, özgürlük vaadiyle kotarılan anayasa, üç ay geçmeden bütün dikişlerini patlatmış durumda. Yeni dönemde bu mesele birincil gündem maddele-
8
kalkıp, temel girdilerde önemli fiyat artışları gerçekleşmesi bekleniyor. Bunun anlamı hayat pahalılığının artmasıdır. Ayrıca bu yılın ilk üç ayında cari açığın 22 milyar doları aşması, önümüzdeki aylarda ekonomideki büyümenin yavaşlayacağını ortaya koyuyor. Çünkü bu sürdürülebilir bir açık değildir. Bunun anlamı ise işsizliğin daha da artmasıdır. Hayat pahalılığı ve işsizliğin birlikte artması emekçilerin hoşnutsuzluğunu arttıracak ve siyasi iktidara karşı muhalefetini yükseltecektir.
Eleştirilerden rahatsız değiliz. O anlamda bir yönüyle kendi koordinatlarının teşhir edilmesi işlevi gördüğüme inanıyorum. ‘Bana ne olacak ki, beni oradan vuramazlar. Niye Kürtlerin yanında durayım’ deniyor. Ben dünya halklarının mücadelesini savunan bir insanım. Onlar insanların güncel meseleler hakkında fikir bildirmesini sıkıntılı bulmuyorlar, fakat böyle kalıcı ve net şekilde yan yana duruşlar onların yürütmekte oldukları bu kara propaganda politikalarını sekteye uğratıcı bir şeydir. Bunun izahını yapamıyorlar. Çatışmalar şiddetleniyor. Sınır boylarında çoluk çocuk ceset arar hale geldi. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz bu yaşananları? Bir ara çok kullanılan bir slogan vardı, ‘Êdî Bese’ diye. Bu slogan ilk kez bu kadar görünür oluyor.
Ýþçilerin Sesi
KÜRT HAREKETÝ BASKILARA RAÐMEN GÜÇLENÝYOR Aykut Özer Kürt siyasi hareketi, siyasi iktidarın her saldırısından daha da güçlenerek çıkıyor. Bu başarısını, güçlü, militan bir örgütlülüğe sahip olmasına ve halkın nabzını sürekli elinde tutmasına borçludur. Siyasi iktidar, Kürtleri bölerek teslim almaya çalışıyor. Bu amaca yönelik olarak çeşitli oyunlar tezgâhlıyor. Böylece Kürt siyasi hareketini ehlileştirip rejime entegre etmeye, olmazsa, onları marjinal hale getirmeye çabalıyor. Ancak Kürt siyasi hareketi, bu saldırılar karşısında, daha da kitleselleşiyor ve birliğini pekiştiriyor. Kürt siyasi hareketinin 2009 yılı yerel seçimlerinden güçlenerek çıkmasının hemen ardından düzenlenen “KCK Operasyonu” ile içlerinde seçilmiş Belediye Başkanlarının da yer aldığı yüzlerce Kürt siyasetçi hapse atıldı. İktidar çevreleri, bu operasyonun, legal alanda siyaset yapan Kürt siyasetçileri özgürleştirmeye, kendi ifadeleriyle, “güvercinleri” “şahinlerin” baskısından kurtarmaya yönelik olduğunu savunmuştu. Aslında bu operasyon, Kürtleri sindirmeyi hedefliyor ve geride kalan Kürt siyasetçilere uyarı olma özelliği taşıyordu. Ancak, farklı siyasi eğilimlerden Kürtler tutuklanan siyasetçilere sahip çıktı. Bu operasyon Kürtler arasında ayrışmayı değil, tersine, birleşip, bütünleşmeyi getirdi. Siyasi iktidar, Kürtleri, radikaller, ılımlılar, liberaller, İslamcılar olarak bölmeye, aralarındaki farklılıkları öne çıkarmaya uğraştı. Buna karşılık Kürt siyasi hareketi, farklı siyasi eğilimlerden Kürt siyasetçileri, ortak siyasi talepler etrafında birleştirdi ve bunları seçimlerde “Emek, Demokrasi ve Öz-
gürlük Bloku” altında bir araya getirdi. Siyasi İslamcı Altan Tan, KADEP Genel Başkanı Şerafettin Elçi, Süryani halkından Erol Dora, DTP-BDP çizgisine başından beri mesafeli duran Kürt siyasetçi Murat Bozlak gibi farklı görüşten birçok siyasetçiyi kapsayan bir listeyle seçimlerde halkın önüne çıktı. Yakalanan bu birlik çizgisinin yarattığı sinerji ile Blok, rant düşkünü bir avuç işbirlikçi dışında, Kürtler için çekim merkezi haline geldi. Hatta devletin silahlı gücünü oluşturan korucuların bile önemli bir kesimini kendisine çekti. Gelinen nokta, Kürt siyaseti açısından büyük bir başarıdır ve seçimlerin de ötesinde, Kürt mücadelesinin geleceği açısından belirleyici bir önem taşımaktadır.
Blok Demokrasi Güçlerini de Birleþtirdi Kürt siyasi hareketinin çabasıyla oluşturulan “Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu” sadece Kürtleri birleştirmekle kalmadı, Kürt siyaseti ile sosyalistler, demokratlar, kimi “sol liberaller” ile başta kadın hareketi olmak üzere çeşitli muhalif yapıları bir araya getirdi. Bu kesimlerden çeşitli isimleri aday listelerine dâhil ettiği gibi, geniş bir aydın ve demokrat çevrenin desteğini aldı. Henüz başlangıç aşamasında olmasına ve çeşitli eksiklikler ve sorunlar taşımasına karşın bu birliktelik, emek, barış ve demokrasi mücadelesi açısından önemli olanaklar sunmaktadır. Birinci olarak, Blok, iktidarın Kürt siyasetine karşı uyguladığı tecrit ve yalnızlaştırma politikasını etkisizleştirecek, toplumdaki milliyetçi şoven koşullanmayı sarsacak dolayısıyla barış mücadelesine katkı sunacaktır. Kürt sorununun barışçı, siyasi çözümünün önünün açılmasında
Bu kadar ete kemiğe büründü. Kürtler artık topyekûn bir halk olarak, korku duvarını aştılar. Kimsenin kimseden nasihat dinlemeye mecalinin kalmadığı, kendi bildikleri gibi bir eyleyiş içine girme iradelerinin artık bir hayat memat meselesi olduğunun dayatıldığı fotoğraftır bu. Bunu hem Kürt devrimcilerinin, hem egemenlerin çok iyi okuması lazım.
yeterli bir sebeptir ve böyle icra edeceklerdir.
Seçime doğru ortam iyiden iyiye gerildi. Seçime giderken ne tür kaygılar taşıyorsunuz? Seçimlerin güvenliği var mı?
Bu bir bireysel hareket değil, bir blok hareketidir ve bir manifestosu var. Seçimden sonra -tabi seçim olabilirse- bu bir grup disiplinine girecek. Hepimiz buna tabi olacağımızı deklere ederek katıldık. Grup disiplini demek bir sorumluluk ve işbölümü demektir. Öncelikle bu görev bölüşümünde bana ne düşecekse bunu bu günden kestiremem ama o görev her neyse onu layıkıyla ve bihakkın (iyi bir şekilde) yapmak birinci önceliğim. Ama onun dışında ya da bunu yaparken, aynı zamanda bu halk kitlelerinin dezenformasyonunu teşhir etmek en iyi yapacağım, en yatkın olduğum işlerden biriymiş gibi geliyor bana. Bu makyajı sökmek, bu maskeleri teşhir etmek, indirmek ve bir iki fiskeyle bunları gülünç duruma düşürmek benim aklıma gelen ve bugüne kadar yapa geldiğim bir durum.
İki anlamda da seçim güvenliği bu topraklarda 40 yıldır hiç yok. Ama bu dönemin özel bir önemi var. İlk defa emekten, demokrasiden, özgürlükten yana olan bu kadar geniş ve gönüllü çevre yüksek bir coşkuyla yan yana durdu. Bunun egemenleri çok fazla tedirgin ettiğini, telaşa kapıldıklarını ve ne pahasına olursa olsun bu ortaklaşma halini tasfiye etmeyi amaçladıklarını düşünmek iddialı bir yorum olmaz. Kürtlerin ulusal demokratik kimliklerine ve buradan kaynaklanan tespitlerine sahip çıkma biçimleri ve iradesi hiç bu kadar yaygın ve net olmamıştı. Bu iki şey onların seçimin bilinen anlamdaki güvenliğini, her türlü provokasyona uğratma için
Geçtiğimiz dönem Ufuk Uras için sizin bugün arkanızdaki desteğin bir benzeri söz konusu oldu. Ortaklaşmanın her anlamda mana bulduğu bir durumdu bu. Siz Meclis’te kendi durduğunuz yerden önce nereyi bozma, ya da nereyi yapma yoluna gideceksiniz?
önemli bir rol oynayacaktır. İkinci olarak, çeşitli demokrasi güçlerini aynı çatı altında toplaması sayesinde demokrasi mücadelesinin yükselmesine yardımcı olacaktır. Üçüncü olarak, Kürt siyasi hareketi ile sosyalistler arasında temel siyasi hedefler etrafında siyasi bir birliğin oluşmasının önünü açacaktır. Dördüncü olarak, Kürt ve Türk işçi ve emekçilerin bir araya gelmesini sağladığından, işçi sınıfının birliğine hizmet edecektir. Kürt siyasi hareketi, seçim sürecinde, tarihsel bir rol oynayarak, hem Kürtlerin kendi aralarındaki hem de Kürtlerle diğer demokrasi ve emek güçlerinin birliğini sağlama yönünde önemli bir işlev üstlenmiştir. İşçi sınıfı sosyalistleri ve emekçiler de bu süreci desteklemeli, işçi sınıfı ve emekçilerin kısa vadeli ekonomik ve siyasi taleplerini Bloğun seçim çalışmalarında öne çıkarmalıdırlar. Bu sayede, seçim süreci, işçi sınıfı mücadelesinin yükseltilmesi yönünde değerlendirilmiş olacaktır. Peki sinema ne olacak? Herhalde Meclis’te olduğunuz sürece sinema yapamayacaksınız? Valla arkadaşlar beni herhalde kandırdılar. Sinema yapabilirsin dediler, fakat sinema başka bir iş yaparken, bir yandan da yanında yapılabilecek bir iş değil. Şartlar el verirse evet sinema yapmaya devam etmeyi isterim ama bu belki artık yönetmenlik olarak olmaz ama senaristlik olarak devam eder. Son olarak, seçmeninize neler söylemek istersiniz? -Meşhur bir atasözü vardır, ‘oğlun gibi ever, kızın gibi gelin et’. Bunun bambaşka bir anlamı var. Öyle cinsiyetçi bir söylem falan değil yani. Şimdi biz kendimizi bu halkın, ezilenlerin, yoksulların, yok sayılanların çocukları gibi görüyoruz. Onların gerçek umudu ve yarınları olarak mecliste olacağız. Tek istediğimiz bizi evlatları gibi görmeleridir. İşte o sözün karşılığı gibi o şekilde sahiplenmek, oğulları gibi evermeleri, kızları gibi gelin etmeleridir. (ANF News Agency haberinden özetlenerek alınmıştır.)
9
Ýþçilerin Sesi
ÝKTÝDAR MÜCADELESÝ “BELDEN AÞAÐIYA” KAYDI! IMF Başkanı Dominique Strauss-Kahn’ın (DSK), ABD’nin New-York kentinde kaldığı otelin temizlik görevlisine cinsel saldırıda bulunması ve bunun yol açtığı gelişmeler, günlerce uluslar arası kamuoyunu meşgul etti. Saldırının polise duyurulmasının ardından, Kahn havaalanında gözaltına alınarak hapse konuldu. Dar bir bakışla yaklaşıldığında, bu gelişme, uluslar arası toplumda önemli ve saygın bir yere sahip olsa dahi, kişi suça bulaştığında, bileklerine kelepçe takılıp hücreye atılmaktan kurtulamaz, şeklinde yorumlanabilir. Böylece herkesin yasalar önünde eşit olduğu ve suç işleyenin, toplumdaki konumu ne olursa olsun, gerekli cezaya çarptırılacağı sonucuna varılır. Bunun sonucu olarak da, başta ABD olmak üzere, kapitalist hukuk sistemi, dolayısıyla modern kapitalist düzen aklanıp, yüceltilebilir. Oysa “kazın ayağı” hiç de öyle değil! Daha bu olay ortaya çıkar çıkmaz, DSK’nın IMF Başkanı konumu tartışmaya açıldı. Artık bu görevi sürdüremeyeceği belirtilerek, yerine yeni isim arayışlarına girildi. Bu süreçte emperyalist ülkelerin farklı isimler üzerinden süren rekabeti ortaya çıktı. Ayrıca DSK’nın, gelecek yıl yapılacak olan Fransa Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Sosyalist Partinin Cumhurbaşkanı adayı olması bekleniyor, Sarkozy’yi yenilgiye uğratmasına kesin gözüyle bakılıyordu. Son gelişme ile bu plan da suya düşmüş oldu. İşin ilginci, kefaletle serbest bırakılma talebi önce reddedilen DSK, IMF Başkanlığından istifa ettiğini açıklamasından sonra, yüksek bir kefalet ücreti ödemek suretiyle serbest kaldı. Yani, “yorgan gitmiş, kavga bitmişti”! Bu süreçte ilginç bir gelişme de Kemal Derviş konusunda yaşandı. DSK’nın IMF Başkanlığından istifa etmesinin ardından, bu makam için Kemal Derviş’in de adı geçmeye başladı. Çeşitli çevreler, Derviş’in adını öne çıkarıp, onu pazarlamaya soyundu. Hatta “bahislerde” Kemal Derviş’in önde gittiği ve IMF Başkanlığı için en fazla ona şans verildiği yazılmaya, duyurulmaya başlandı. Tam da bu sırada ABD’nin “saygın” gazetelerinden NYT,
“
Kemal Derviş’in uygun bir aday olmasına karşın, yıllar önce henüz bekârken, Dünya Bankasında kendisine bağlı olarak çalışan evli bir kadınla ilişkisi olduğunu duyurdu. Bu haber, aslında, ABD ekonomi çevrelerinin Kemal Derviş’in IMF Başkanlığına sıcak bakmadığını vurgulama amacına yönelikti. Nitekim “kirli çamaşırlarının” ortaya döküldüğünü gören Kemal Derviş, hemen, IMF Başkanlığına aday olmadığını ve bu makama seçilmek için çaba göstermediğini açıklamak zorunda kaldı.
“Belden Aþaðýya Vurma” Politikasý Yeni Deðil Aslında, seks skandallarının siyasi amaçlarla kullanılması kapitalist sistem için yeni bir olgu değil. Daha geçen yıl, Wikileaks internet sitesinin yöneticisi Julian Assange’ın, benzer suçlamalarla hapse atılarak, pasifize edildiği unutulmamalıdır. Wikileaks internet sitesi, ABD’nin gizli diplomatik yazışmalarını deşifre ederek yayınlamaya girişmiş ve uluslar arası kamuoyunu bunlardan haberdar etmişti. Bu gelişme, ABD’yi, gerek müttefikleri gerekse diğer ülkeler nezdinde zor duruma düşürmüştü. Bu yolla bir yandan ABD diplomasisinin ikiyüzlülüğü ortaya konurken diğer yandan diplomatik iletişimdeki güvenlik açıkları sergilenmişti. Tam da bu internet sitesinin yayınladığı belgelerin içeriği uluslar arası kamuoyunun birinci gündem maddesi haline gelmişken, sitenin yöneticisi Julian Assange hakkında, “güvenli olmayan cinsel ilişkiye girdiği” iddiasıyla, İsveç’te dava açılmış ve bu ülkenin talebi üzerine İngiltere’de tutuklanmıştı. Hatta kendisinin İsveç’e, oradan da ABD’ye iadesi konuşulur oldu. Bir süre tutuklu kalan Assange, daha sonra yüksek bir kefaletle serbest bırakıldı. İsveç’e ya da ABD’ye gönderilmedi ama bu arada Wikileaks söz konusu belgeleri yayınlamaya son verdi. Böylece, emperyalistler amaçlarına ulaşmış oldu. Yine İsrail’in bundan önceki Cumhurbaşkanı Moşe Katsav, tecavüz suçuyla yargılanarak hüküm giydi. Katsav, Cumhurbaşkanlığının son yıllarında, Turizm Bakanlığı yaptığı sırada, emrinde çalışan iki kadına tecavüz etmekle suçlandı. Moşe Katsav’ın
“
Aykut Özer
Kapitalist devlet, sömürücü, erkek egemen, cinsiyetçi ve komplocu özelliðiyle baþtan aþaðý pisliðe bulaþmýþtýr ve temizlenmesi mümkün deðildir.
10
yıllar önce işlediği suçlar neden daha önce açığa çıkarılmayıp, tam da Cumhurbaşkanlığının son yıllarında gündeme getirilmişti? Bunun siyasi konjonktürle ilgisi olabilir mi? Bilindiği üzere, Moşe Katsav İran doğumlu, Farsçayı anadili gibi konuşan bir Yahudidir. Çocuk yaşlarda iken İsrail’e göç etmiştir. Acaba İsrail ve batılı emperyalist devletlerin, İran’a karşı kılıçlarını çektikleri bir konjonktürde, bu niteliklere sahip bir kişinin İsrail devletinin başında bulunması riskli mi görülmüştür? Bill Clinton’un, Monica Lewinsky skandalı unutulmuş olamaz. Ancak bu skandalın açığa çıkarıldığı zamanlamaya dikkat etmek gerekiyor. Clinton yönetimi, Demokrat Partinin Vietnam Savaşından bu yana yürürlükte olan dış politika ilkesine bağlı olarak, yabancı ülkelere doğrudan askeri müdahaleden kaçınıyordu. Oysa o sıralarda Yugoslavya İç Savaşı son günlerini yaşıyor ve Sırbistan, Kosova’nın bağımsızlığını engellemek için bu ülkeye karşı askeri güç kullanıyordu. ABD devlet çıkarları, Sırbistan’ın askeri olarak yenilgiye uğratılıp, siyaseten teslim alınarak sisteme entegre edilmesini gerektiriyordu. Buna karşın, Clinton’un tutumu bu çıkarlara hizmet etmiyordu; o nedenle değişmeliydi. Merak eden, yaklaşık yirmi yıl öncesinde olan bitenleri araştırıp, ABD’nin, Kosova’nın bağımsızlığına giden süreci açan Sırbistan’a askeri müdahalesinin, Monica Lewinsky skandalının açığa çıkmasının hemen ardından gerçekleştiğini doğrulayabilir.
Sistem Hem Tecavüzcü Hem De Komplocudur Seks skandallarının yönetici sınıflar içi rekabette kullanılması, bu süreçte zarara uğrayan şahsiyetlerin, masum ve mağdur olduğunu göstermez. Kapitalist sistemin sömürücü, komplocu ve erkek egemen bir sistem olduğunu ortaya koyar. Birinci olarak, suçluların tamamı erkek, mağdurların tamamı kadındır. İkinci olarak, suçlu ve saldırgan olanlar yönetici sınıftan, mağdurlar ise onlara bağlı ve tâbi olan emekçilerdendir. Yani egemenler, emek sömürüsüyle yetinmemekte aynı zamanda kendilerine bağımlı olan kadın emekçileri cinsel açıdan da istismar etmektedirler. Üçüncü olarak, baştan aşağı kirlenmişliklerine, içlerinde pisliğe bulaşmamış kimse kalmamış olmasına karşın, bu durumu, kendi iç iktidar mücadelelerinde birbirlerine karşı kullanmaktadırlar. Bu yanlarıyla da komplocudurlar. Böylece, “bir taşla iki kuş vurmayı” hedefliyorlar. Bir yandan bu kirlenmişliği siyasi rakiplerini alt etmenin ve yola getirmenin aracı olarak kullanıyorlar. Öte yandan, konumları ne olursa olsun, sistemin suça bulaşanları devre dışı bıraktığını göstererek, yönetim tarzlarını kitleler gözünde aklamaya çalışıyorlar. Kapitalist devlet, sömürücü, erkek egemen, cinsiyetçi ve komplocu özelliğiyle baştan aşağı pisliğe bulaşmıştır ve temizlenmesi mümkün değildir.
Ýþçilerin Sesi
ÝÞ GÜVENCEMÝZE SAHÝP ÇIKALIM (1) Giriþ Kırsal kesimdeki işsizlik ve yoksullaşma sonucu kentlere göçün sürmesi, ayrıca hızlı nüfus artışı, her geçen gün artan sayıda kadın ve erkek işçinin işgücü piyasasına girmesine yol açıyor. Geçmişte işçilik deneyimi olmayan bu kitle, kendisini işyerlerinde, örgütsüz bir yapı ve işçiler arasında süren kıyasıya bir rekabet ortamı içinde buluyor. Bir yanda işyerlerindeki bu yapı diğer yanda dışarıda giderek büyüyen işsiz ordusu, patronların işçilere kuralsız çalışmayı dayatmasını beraberinde getiriyor. Patronlar mevcut yasaları bile uygulamıyor. İşçiler de, hem yasalarda kendilerine tanınan hakları bilmemelerinden hem de patrona karşı çıkıp işini kaybetme ve milyonlarca işsizin arasına katılma korkularından, bu duruma sessiz kalıyorlar. Bu yazı dizisi ile işçileri, yasal hakları konusunda bilgilendirmeyi hedefliyoruz. Ancak bu bilgilenmenin, tek başına, işçiler içinde bir haklar mücadelesinin yükselmesine yol açmayacağını da biliyoruz. Birincisi, işçi sınıfı mücadelesi örgütlü yürütülür. Bu bilgiler ete kemiğe bürünmediği, örgütlü bir işçi kitlesinin yol göstericisi olmadığı takdirde, ölü bilgiler olarak kalmaya mahkûmdur. İkincisi, bu bilgiler sınıf bilincinin bir unsuru olması gerekir. Sosyal, kültürel, siyasi ya da dinsel bağlarla kendini patrona bağlı hisseden, kendi çıkarını patronların çıkarlarından ayıramamış işçiler için, yasal haklarını bilip bilmemek fazla önem taşımaz. O nedenle bu bilgiler ancak sınıf bilinci kazanma sürecinde, işçiler için bir anlam ifade edecektir. Ülkede milyonlarca işsizin bulunduğu ve bunlara her geçen gün yenilerinin eklendiği koşullarda, iş güvencesi yaşamsal bir konu haline gelmiştir. İşçinin işini kaybetmesi, ailesiyle birlikte açlığa ve sefalete mahkûm olması anlamına gelmektedir. İşçinin iş güvencesine ilişkin hakları, 4857 sayılı İş Kanununun özellikle 18–21. maddelerinde düzenlenmiştir. Bu kanunun 18. maddesinde “Otuz veya daha fazla işçi çalıştıran işyerlerinde en az altı aylık kıdemi olan işçinin belirsiz süreli iş sözleşmesini fesheden işveren, işçinin yeterliliğinden veya davranışlarından ya da işletmenin, işyerinin veya işin gereklerinden kaynaklanan geçerli bir sebebe dayanmak zorundadır” denmektedir. Yasa maddesinden de anlaşılacağı gibi, işçinin iş güvencesi hakkı, işyeri büyüklüğü, çalışma süresi ve çalışma biçimi dikkate alınarak sınırlandırılmıştır. Şimdi bunları tek, tek ele alıp yorumlayacağız.
Küçük Ýþyerlerinde Çalýþanlara Ýþ Güvencesi Yok Otuzdan az işçi çalıştıran işyerlerinde, patronlar, işçiyi işten atarken bir neden göstermek zorunda değiller. İhbar tazminatını ve eğer hak ediyorsa, kıdem tazminatını ödeyerek, keyifleri öyle istediği için, “görülen lüzum üzerine”, işçiyi kapının önüne koyabilirler. Oysa
sadece üç ay yürürlükte kalabilen 4773 sayılı yasaya göre, 10 ve üzeri işçi çalıştıran işyerlerinde çalışan işçiler iş güvencesi kapsamındaydı. Yeni İş Kanununda patronların lehine değişiklik yapılarak, küçük işyerlerinde çalışan işçiler iş güvencesinin kapsamı dışında bırakıldı. Ancak yasa maddesinin bir cümlesini de hatırlatmak gerekiyor. Otuz işçinin tespitinde aynı işverenin ülke çapında, aynı işkolunda çalıştırdığı işçilerin toplamı temel alınıyor. Yani Bay A nın İstanbul’daki konfeksiyon atölyesinde 15 işçi, Şırnak’taki konfeksiyon atölyesinde de 15 işçi çalışıyorsa, her iki işyerinde çalışan işçiler de yasanın iş güvencesine ait hükümlerinden yararlanabilir. Çünkü her bir işyerinde otuzdan az işçi çalışmasına rağmen, toplamda çalışan işçilerin sayısı otuza ulaştığından, patron Bay A, burada çalışan işçilerden birini işten çıkarmaya kalkıştığında, yasaya göre geçerli bir neden göstermek zorundadır. Bu durumun geçerli olabilmesi için, işyerlerinin aynı işkolunda olmasının gerektiğinin altını bir kez daha çizelim. İşçinin iş güvencesinden yararlanması için işyerinde en az otuz işçinin çalışması yetmiyor; bir de işçinin söz konusu işyerinde en az altı aylık kıdeminin olması, yani altı aydan beri o işyerinde çalışıyor olması gerekiyor. Yoksa işçi, iş güvencesi hükümlerinden faydalanamıyor. Ancak burada da, eğer işçi daha önce o işyerinde çalışmışsa, altı aylık kıdemin tespitinde o işyerindeki çalışmalarının toplamı dikkate alınıyor. Örneğin işçi daha önce o fabrikada dört ay çalışmış ve işten çıkmış ya da çıkarılmışsa, ikinci kez aynı fabrikada işe girdiğinde henüz iki aylık kıdemi bulunsa dahi, altı aylık hizmet süresini tamamlamış sayılacağından, yasanın iş güvencesine ilişkin hükümlerinden faydalanabilecektir.
Belirli Süreli Ýþ Sözleþmesi Ne Demektir? Yasanın iş güvencesi hükümlerinden yararlanabilmek için, otuz ve daha fazla işçinin çalıştığı işyerinde en az altı aydan beri çalışmak ta yetmiyor, işçinin iş sözleşmesinin belirsiz süreli iş sözleşmesi olması gerekiyor. Yani işçiyle yapılan sözleşmede bir süre olmaması gerekiyor. Belirli süreli iş sözleşmesi, çalışma koşullarının esnekleştirilmesinin sonucu yasaya girmiş ve patronlar tarafından bir hayli istismar edilen bir konudur. 4857 sayılı İş Kanunun 11.maddesinde “Belirli süreli işlerde veya belli bir işin tamamlanması veya belirli bir olgunun ortaya çıkması gibi objektif koşullara bağlı olarak işveren ile işçi arasında yazılı bir şekilde yapılan iş sözleşmesi belirli süreli iş sözleşmesidir” denilmiştir. Aynı maddede “Belirli süreli iş sözleşmesi, esaslı bir neden olmadıkça, birden fazla üst üste yapılamaz. Aksi halde iş sözleş-
mesi başlangıçtan itibaren belirsiz süreli kabul edilir” ibaresi yer almıştır. Bu maddeyi açıklayacak olursak, belirli süreli iş sözleşmesi ancak belirli sürede tamamlanıp bitirilecek işler için düzenlenebilir. Örneğin bir inşaat taahhüt işi, bir fabrikada makinelerin montajı, genel bakımı, bir ürünün hasadı vb. işler bu kapsama girer. Ancak patronlar, süreklilik arz eden imalat işinde çalışan işçilerle de belirli süreli iş sözleşmesi yapmaktadırlar. Bizim gündelik dilde kullandığımız ifade ile “geçici işçi” çalıştırmaktadırlar. Sonra duruma göre bu sözleşmeleri yenileyip duruyor ya da canları istediğinde feshediyorlar. Böylece işçinin, sözleşmesinin uzatılması için, kölece çalışıp patrona boyun eğmesi sağlanıyor. Ayrıca patronlar, bu yolla, bir yandan işçiyi işten çıkardıklarında ihbar ve kıdem tazminatı vermekten kurtulmayı, diğer yandan konumuz olan iş güvencesi hükümlerinin dışında kalmayı amaçlıyorlar. Bu durum yasanın hem lafzına hem de ruhuna aykırıdır. Mahkemeler bu tür belirli süreli iş sözleşmelerini kabul etmiyor ve daha başından itibaren belirsiz süreli iş sözleşmesi sayıyor. Bu konuda Yargıtay kararları vardır. Bu nedenle yapılan işin niteliği, işçi ile belirli süreli iş sözleşmesi yapmaya uygun değilse, kendileriyle bu tür bir iş sözleşmesi yapılmış olsa dahi, işçiler, yasanın iş güvencesi hükümlerinin dışında kaldıklarını düşünmemeli ve haklarını aramalıdırlar. Bu arada konumuz dışında kalmakla beraber, belirli süreli iş sözleşmesinin, patronlar tarafından süresinden önce feshedilip, işçinin işten çıkarılması halinde, işçinin kalan süre için tazminat hakkının saklı olduğunu da hatırlatalım. Yine bizi doğrudan ilgilendirmemekle birlikte, işletmenin bütününü sevk ve idare eden işveren vekil ve yardımcıları ile işyerini yöneten ve işçiyi işe alıp, çıkarma yetkisi bulunan işveren vekilleri ve yardımcılarının iş güvencesi hükümlerinden faydalanamayacakları yasada öngörülüyor. Yani yasa, onların patronlar karşısında iş güvencelerini korumuyor. Eğer aralarında özel bir sözleşme yapılmamışsa onları işe alıp çıkarmada patrona eksiksiz bir yetki veriyor. Gelecek sayıda ilgili yasa maddesinde işten çıkarma gerekçesi olarak kabul edilen, işçinin yeterliliği ve davranışları ile işin, işletmenin ve işyerinin gerekleri ile ne anlatılmak istendiğini açıklayacak, bu genel geçer ve muğlâk ifadelerin uygulamada nasıl kullanıldığını irdeleyeceğiz. 11
Ýþçilerin Sesi
FABRÝKALARDAN... ÝÞYERLERÝNDEN... FABRÝKALARDAN... ÝÞYERLERÝNDEN... FABRÝKALARDAN... ÝÞYERLERÝNDEN... TEKSTÝL
TEKSTÝL
Patronlar Hep Ayný: Ýþleri Bitene
Mücadele içinde öðrenmek
Kadar Ýþçiye Yalvarýyorlar… Fabrika senelerdir ha taşındı ha taşınacak diye söyleniliyordu nihayetinde Çerkezköy’e taşındı. Buradaki fabrikanın en az iki katı kadar büyüklükte bir fabrika almışlar. Çalışan dokuma işçileriyle beraber buradan da önce dokuma ve iplik bölümünü götürdüler sonradan da diğer bölümlerle konfeksiyon bölümü gitti dokuma bölümü giderken gelmek isteyen gelsin istemeyeninde tazminatını veririz dediler ve işçiyi gitmeleri için fazla zorlamadılar. Çünkü aldıkları yeni fabrikada dokumada çalışan kalifiye işçi olduğu için buradan gidecek işçiye gerek duymadılar. Konfeksiyon bölümünü taşırken müdür toplantı yaptı: İşçilere, önce gitmek isteyen gelsin diye, öylesine çağrı yaptı. İşçi de eğer gideceksek bize bir yazı verin ne zaman işten çıkarılacağız; bütün haklarımız verilecek mi? Müdür bunu duyunca çok kızdı “bana güvenmiyor musunuz, ben söz veriyorum, gelmezseniz siz bilirsiniz” deyip gitti.
İşçiler aralarında söz birliği yaparak o gün işe gelmediler. Bunu üzerine bir gün yevmiyemiz kesildi. İşçilerin çoğunluğu bir araya gelerek ortak bir imza ile bir dilekçe hazırladık ve Bölge Çalışma Müdürlüğüne, işyerini şikayet ettik. Ardından da bu birliği güçlendirmek için sendikaya üye olmaya karar verdik. Patron, işçideki huzursuzluğu ve hareketliği fark etti, hem psikolojik hem de sayı baskısı yapmaya başladı. Dört ay sonra işyerine müfettişler geldi. Şikayet dilekçesinde adım olduğu için ben de şahit olarak onlarla görüştüm. Resmi yetkililerle görüşmeden önce, idari bölüme çağırıldım, müdürler tarafından müfettişlere nasıl konuşmam gerektiğini üzerine bilgilendirildim!
Baktılar ki, müşterinin istediği kaliteyi tutturamayacaklar; çünkü orda işi bilen işçi yoktu, bu sefer müdür tekrar toplantı yapıp “tamam istediğiniz yazıyı vereceyiz, yeter ki gelin yerinize eleman yetiştirin, sonra çıkın; bu fabrikanın sizin üzerinizde hiç hakkı yok mu, senelerdir buradan ekmek yiyorsunuz, onun hatırı için gelin” diye neredeyse yalvardı.
Bu baskılara rağmen, işten çıkarılan ve kalan işçilerin haklarını savunmam gerektiğini biliyordum. İdarecilere, doğru olan neyse onu söylerim diyerek karşılık verince, klasik tehdit geldi: İşten atılırsın. Fikrimi değiştirmedim ve müfettişlere işyerinde bütün yaşadıklarımızı aktardım. Çıkışta, idarecilerin önümü kesip ne anlattığımı sordular, ben de içeride ne söyledimse, onlara da aynısı söyledim. Çaresizlik içinde beni rahat bıraktılar.
Bazı işçiler bir iki aylığına gitmeye ikna oldular ve gittiler. Bir ayı dolduran işçilerin çoğu yerine eleman yetiştirip işten çıktılar. İşten çıkmak için bir kaç ay daha bekleyen işçilere ise, aynı müdür bu sefer baskı yapmaya başladı.
Bir süre sonra patron işçilerin sendikaya üye oldukları duydu, Bir grup işçi işten çıkarıldı. Patron işyerine bir noter getirdi, işçilere baskı yaptı ve yasadışı bir şekilde sendikadan işçilerin ayrılmalarını sağladı.
Şöyle demeye başladı “Eğer anlaştığımız tarihte işten çıkmazsanız tazminat vermeyiz, servisleri de kaldırırız”. Hatta bir işçi arkadaş raporlu olduğu halde yerine adam almışlar; raporu bitip iş başı yaptığı gün hemen ona çıkış vermişler.
Sendikaya üye oldukları için işten çıkarılan bir grup işçi, patronu mahkemeye verdi. Bu işçiler benden şahitlik yapmamı istediler. Başta biraz tereddütlüydüm, idarecilerin hemen beni işten çıkaracaklarını düşünüyordum. Şahitlik yaptığım gün, işyerine gittiğimde idareciler neredeydin diye sorduklarında mahkemede olduğumu söyledim. Bir süre sonra patron beni çağırdı ve hesap sormak istedi. Ekmek yediğim yere ihanet etmekle suçladı, yalancı şahitlik yaptığımı iddia etti. Bağırıp çağırmasının fayda etmediğini görünce, avukatını aradı hem beni işten atmak hem de tazminat davası açmak istediğini söyledi. Herhalde avukatı bunların doğru olmayacağını söyleyince, yeniden üretime dönmemi söylemek zorunda kaldı.
İşçilerin hepsi şunu görüyor: Yalaka müdür işi oturturdu ya artık buradan gidenleri bir an önce çıkmasını istiyor; çünkü buradan giden eski işçi olduğu için maaşı daha yüksek; 4 ikramiye var yeni giren işçiye asgari ücret ve iki buçuk ikramiye veriyorlar… Patron ve müdürler sendikanın imzaladığı sözleşmeyi işçiye karşı kullanıyor ve fabrikada sendikanın varlığı bile belli olmadığı için itiraz da gelmiyor. Tazminatları muhasebeciler hesaplıyor temsilcilerin haberi bile olmuyor. Bu düzenin değişmesi için, genç işçilerin eski işçi haklarının neler olduğunu, fabrikanın taşınmasından sonra bu haklardan neleri kaybettiklerini fark ettikçe, yeni mücadele yollarını aramaya başlayacaklardır. (Bir İşçi) 12
Beyoğlu Tekstilde çalışıyordum. İki yıl önce idare, işçilerle bir toplantı yapıp, 29 Ekim Cumhuriyet Bayramında çalışmamızı istemişti. İşçiler, o gün çalışma mı yoksa mesai mi diye sormuşlardı. Müdür, orasını karıştırmayın diye yanıt vermişti.
İşçilerin sandığını aksine hakkını arayan, işyerini şikâyet eden ve patron aleyhine şahitlik yapan bir işçi, hemen kendisini kapının önünde bulmuyor, idare bu işçiler karşısında daha temkinli hareket ediyor. Aradan aylar geçti, birçok işçi işten çıkarıldı ama beni işten atmaya çekindiler. Bu deneyimimi başka işyerlerindeki işçilerle de paylaştım, işçilere birbirlerine sahip çıkmalarını ve şahit olmalarının önemini anlattım.
Sonunda patronu mahkemeye veren işçiler davayı kazandılar. Patron, 4 aylık ücret tutarında haksız yere işten çıkardığı için, 12 aylık ücret tutarında ise, işçilerin sendikal haklarını kullanmalarına engel olduğu için ceza aldı. Sendikalaşmaya engel olma yüzünden, maddi olarak ceza almış oldu. İşçi kesimi olarak bu başarımıza tahammül edemeyen patron, bir grup işçi ile birlikte sonunda çıkış sebebimi bile söylemeden beni de işten çıkardı. Patron mahkemeden yenilgi ile ayrılınca, acısını böyle çıkarmak istedi. Çıkarılan işçiler olarak yasal mücadelemizi başlattık, hak alma mücadelesinin peşini bırakmayacağız. (Bir işçi)
Mücadele de yeni bir aþama… Kot üzerine imalat yapan bir işyerinde çalışıyoruz. Patronun bu işyerinden başka iki tane daha fabrikası var. Marka olan işyerinde geçen yıl işçilerin, sendikalaştıklarını biliyorduk. Patronu baskıları karşısında bu işyerinde işçiler geri adım atmak zorunda kalmışlar, sendika üyeliklerinden istifa etmek zorunda kalmışlardı. Buna karşılık işin başına çeken işçilerin kararlı tutumları işten atıldıktan sonra da devam etmiş, işveren resmi kurumlara şikâyet edilmiş, mahkemeye verilmişti. Hakkını arayan bu işçilerin tutumu bizlere de moral verdi. İşyerindeki düzensizlikler bizleri de bir şeyler yapmak için hareketi geçmeye zorladı. Son üç yılda ancak bir kere zam alabildik, eskiden yılda iki zammımız vardı. İzin kullanmak patronu insafına kalmış, resmi tatillerde bile çalıştırılıyoruz. Makinelerin üzerinde sayaç var, her paydos da sayılar alınıyor, performans baskısı altında çalıştırılıyoruz. Hafta içi 11 saatlik mesaimiz var ama fazla mesai almadan çalıştırılıyoruz. Bir grup işçi olarak bu gidişata dur demek için bir araya geldik ve bölgeden tanıdığımız deneyimli bir işçiden destek istedik. Daha önceki deneyimlerin bilgisiyle hareket edip, haklarımızı almanın ve örgütlenmenin bir yolunu bulacağız. (Bir grup işçi ile görüşme)
Çýkýþlar ve baskýlar sürüyor Patron, işten çıkardığı her işçini hakkını aramak için karşısına dikildiğini gördükçe, dengesi büsbütün bozuldu. Baskıyı artırarak işçiye geri adım attırmaya çalışıyor. Gücünü göstermek için bölüm bölüm işçiyi karşısına alarak, onlardan ne kadar şikayetçi olduğunu anlattı. “Zarar ediyormuş, üretim düşükmüş” vb. Buna karşılık yeni açtığı işyerinden ve lüks otomobilinden bahsetmedi. Bu tek taraflı suçlamalara dayanamayan bir işçi itiraz etti, üretim artarsa işçiler için ne vereceğini sordu. Bu karşı çıkış karşısında patron kendini kaybetti ve müdürlere bu işçini çıkışını verin diye bağırmaya başladı. Bu işçiye, alacağı tazminatın yarısı teklif edildi (geçen yıl idareciler bizde tazminat olmaz diyorlardı). Bunu kabul etmeyen işçi arkadaşımız, yasal olarak hakkını arayacağını söyleyerek fabrikadan ayrıldı. Sendikaya üye olan işten çıkarılan ve çalışan işçiler olarak bir değerlendirme toplantısı yaptık.
Ýþçilerin Sesi
FABRÝKALARDAN... ÝÞYERLERÝNDEN... FABRÝKALARDAN... ÝÞYERLERÝNDEN... FABRÝKALARDAN... ÝÞYERLERÝNDEN... Çıkışların ardından baskıların artığı görüldü. Patron, yine üretimden şikayetçiymiş ve işçiyi yatıştırmak için zam yapacağını söylemiş. Zammı da, farklı farklı yapacağını açıklamış. En azından bugüne kadar gündemde olmayan zam, işçinin hakkını araması sayesinde ortaya gelmiş oldu. (Bir grup işçi ile görüşme)
GIDA Hakkýný Arayan Ýþçiden Duyulan Korku… Fabrikada gün geçmiyor yeni bir kural çıkmasın. Güvenliğe talimat vermişler, bütün işçileri tek tek arayın. İş çıkışı güvenlikte erkek görevliler olduğu için, kadın işçilerin üzeri aranamıyor ama çantaları karıştırılıyor. Bazı kadın işçiler, güvenliğe tepki gösterdiler, çantalarımızda özel eşyalarımız var açamayız diyerek. Buna karşılık, yine de açmak zorunda kalıyorlar. Bizde kadın arkadaşlarla konuştuk, bu durumu idareye bildirmeye karar verdik. Ertesi gün müdüre şikayetlerimizi bildirdik. Müdür, tabii ki, haklısınız kadınların çantasını kadın görevli araması gerekiyor, diyerek birkaç günü bizi oyaladı. Sonunda kimsiyi bulamıyoruz diyerek, işin içinden çıktılar. Müdürün, çözüm bulmak istemiyordu, bugün işçilerin her istediklerini yaparsak yarın başka taleplerle karşımıza çıkarlar diye bilinçli olarak yapmıyordu.
Geçtiğimiz ay bazı bölümlerden işçiler, yetersiz zamma itiraz ettiler ve iki ay gecikmeli de olsa fark aldılar. Bütün işçilere aynı oranda düzeltme yapılmamış ama 20 ile 50 TL arasında fark verilmiş. Bu iyileştirme, işçilerin birlikte hareket etmesiyle oldu. Patron bunu farkında olduğu için her soruna çözüm getirmiyor. Bir hafta izine çıkıcağız gerekçesiyle, bugünden mesai ve vardiya başladı. Stok çalışıyoruz, bazı bölümler 12 saat vardiyalı çalışıyor. Bazı bölümlerdeki işler el emeğine dayandığı için, mal yavaş çıkıyor ve siparişlerde yetişmiyor. Yeni işçi de alınıyor ama gelen işçi bir ay sonra işten ayrılıyor. İş zor, baskı var, ücretler düşük ve sürekli mesai olduğunda, yeni işçi de kalmak istemiyor. Yalaka ustalar, prim almak için işçiye baskı yapıyorlar ama kendi aralarında da tartışıp, daha çok yalakalık yapan yerini koruyor diğerine de işten çıkmak kalıyor. Yalakaların görmediği patronun işine gelen kimse o kıymetidir, işi biterse yaptığı yalakalık yanında kalır, kendisine kapı gösterilir. Yalakalığın sonu olmaz. (Bir işçi)
PLASTÝK Ýþçilik Onurunu Korumanýn Bedeli Var! İşçileri, patronun sömürüsü ve işyerindeki baskıları kadar, ağzının bozuk olması da çok ra-
EDÝRNE GÝYÝM SANAYÝ, ÝÞÇÝLERÝ SENDÝKA ÜYELÝÐÝNDEN ÝSTÝFAYA ZORLADI, HAPÝS CEZASI ALDI Edirne Giyim Sanayi işyerinde yaklaşık bin 100 işçi çalışıyor. İşçiler Türk-İş’e bağlı TEKSİF Sendikasında örgütlüydüler. Edirne Giyim Sanayi patronu sendika düşmanlığına yöneldi. İnsan Kaynakları Müdürü ve postabaşılarla birlikte oluşturulan 7 kişilik ekip işe koyuldu. Sendikanın yetkisini düşürdü ancak bu kişiler hem hapis hem de para cezasına çarptırıldı. Sendikanın işyeri yetkisini düşürmek üzere yapılan plana göre işçileri zorla sendika üyeliğinden istifaya zorlayacaklardı. İstifa etmeyenlere doğmamış izin haklarını kullandırarak işyerinin dışına gönderdiler. İşyerinin dışında tuttukları işçileri işten çıkarttılar. 13 işçi bu yollarla işten çıkartıldı. Sendika konuyla ilgili açtığı davayı kazandı. İnsan Kaynakları Müdürü ve altı postabaşı olmak üzere yedi sendika düşmanı 5 ay ile 1 yıl 3 ay arasında hapis cezası ve 3 ile 4 bin lira arasında para cezası verildi. Hapis cezaları beş yıl içinde benzer suç işlememek kaydıyla ertelenmiş olsa da para cezaları uygulanacak.
Şüphesiz, sendika düşmanlığına karşı daha
hatsız eder. Sırtımızdan zenginleştikçe daha mı terbiyesiz oluyorlar bilemiyoruz. İşçilere küfür etmeyi bir marifet sana patron, enjeksiyondan çıkan malları götüren işçinin yolunu kesmiş. Malların çapaklı oldukları bahane etmiş, “bu malı çıkaranı…” diyerek bizlere olmadık hakareti etmiş. Bundan dolayı morali bozulan işçi, bölüme geldi ve bizlere olanları anlattı. Yılların birikimiyle artık dur demek ve patrondan hesap sormak için fabrikada peşine düştük. Kendisine bu küfürleri kime söyledin diye hesap sorduğumuzda, bu çıkışımız karşısında şaşırdı, lafını çevirmeye çalıştı. Araya müdür girdi, bizleri yatıştırmaya çalıştı. Ona ve patronu, bu hakaretleri kabul etmeyeceğimizi söyleyerek, bölümümüze indik ve ortak bir karar alarak ustabaşı da dahil olmak üzere dört işçi mesaiye kalmadık. Cuma sabahı toplu olarak bizi işe almadılar, tek tek içeri alarak çıkışlarımızın verildiğini söylediler. Ortalama 4-5 yıl kıdemi olan işçilerdik, olayın sıcaklığıyla çıkışlarımızı imzaladık ve ihbar paramızı alarak fabrikadan ayrıldık. Yaşadıklarımızdan ardından artık o işyerinde çalışmak istemesek de, patronun yaptıkları karşısında susmaya da niyetimiz yoktu. İşten çıkarılan dört işçi olarak birlikte hareket etmeye karar verdik. Bölgeden tanıdığımız işçi sayesinde, bir sendikanın avukatıyla temasa geçtik ve haklarımızın yasal yollardan alınması için hazırlık yaptık. Gecikmiş de olsa patronla hesaplaşacağız, işçileri işten atmanın bir bedeli olduğunu göstereceğiz. (Bir grup işçi ile görüşme)
etkili cezalar gerekli. Cezalar caydırıcı olmalı. Mevcut yasalar kapsamında bile sendika düşmanlarının cezalandırılmış olması, işyerinin ve kişilerin siciline işlenmiş olması bile önemlidir. / İŞÇİLERİN SESİ - HABER
DERÝ, KUNDURA VE TEKSTÝL ÝÞÇÝLERÝ DERNEÐÝ MERKEZÝ AÇILDI Deri, Kundura ve Tekstil İşçileri Derneğinin açılışında yaklaşık 100-150 işçi buluştu. 21 Mayıs cumartesi günü gerçekleşen açılışa kundura işçilerinin yanı sıra, işçilerin aileleri, Esenyurt işçileri, Casper Bilgisayar işçileri, mobilya cila işçileri, Eğitim Sen üyeleri de katıldı. Oldukça coşkulu ve eğlenceli geçen açılışta, birçok dernek ve işçi grubunun imzası bulunan Casper işçileriyle dayanışma bildirisi dağıtıldı. Açılışa gelen işçileri konuşma yapan dernek başkanı Uğur Parlak, niçin böyle bir dernek kurma ihtiyacı hissettiklerini anlatan kısa bir konuşma yaptı. Konuşmasında, bu işkolunda yaklaşık 40 yıldır mücadele eden, 20 yıl önce benzer bir derneği kuran, sendikal faaliyette DİSK Deri-İş’te yer alan işçilerin bugün bu dernek etrafında bir araya geldiğini belirtti. Deri, kundura ve tekstil sektöründe çalışan işçilerin, emekçilerin yaşadığı yoğun sömürü ve kayıt dışı çalışma koşullarına dikkat çekti. Sektörlerde yüzde 90’lara varan kayıt dışılığın ö-
nüne geçmek ve fazla çalışma ile parça başı çalışma koşullarını düzeltmek üzere bu derneği kurduklarını söyledi. Güngören Sanayi Mahallesinde açılan derneğe ilgi gösteren işçiler, Roman havasıyla coşup birliklerini kutladılar. Derneğe ilk kez gelen kimi işçiler ise, kundura işçileri arasındaki dağınıklığa rağmen böyle bir derneğin açılmış olmasından duydukları sevinci ifade ettiler ve derneğe hemen üye oldular.
13
Ýþçilerin Sesi
KAPÝTAL / KARL MARX - 2
14
Versus Yayınları’nın Kapital (Karl Marx-Yeni Başlayanlar İçin) ismiyle yayınladığı ve David Smith tarafından hazırlanan kitaptan alınmıştır.
Ýþçilerin Sesi
EMPERYALÝZM UÞAKLIÐINDAN KÜRESEL TERÖRÝSTE USAME BÝN LADÝN Murat Nazým 11 Eylül saldırılarının mimarı olduğu iddia edilen, El Kaide örgütünün lideri Usame Bin Ladin, ABD güçleri tarafından, Pakistan’da düzenlenen bir operasyonla öldürüldü. 11 Eylül 2001 de Dünya Ticaret Örgütü ve Pentagon’a yapılan saldırılardan sonra Ladin, ABD tarafından tüm dünyada en çok aranan kişi olmuştu. Usame Bin Ladin, 2007 yılında idam edilen Saddam Hüseyin gibi ABD tarafından yetiştirilmişti ve yine Saddam gibi ABD tarafından öldürüldü. Bin Ladin ile ABD arasındaki derin ilişki, Afganistan’ın SSCB tarafından işgal edildiği 1979 yılına dayanıyor. Ladin, CIA tarafından eğitilmiş, Afgan mücahitlerinin örgütlenmesi ve eğitimiyle ilgilenen Suudi bir ajandı. SSCB’nin Afganistan’ı işgal ettiği 1980li yıllar boyunca ABD ve Bin Ladin arasından su sızmıyor milyonlarca dolar ve silah ABD tarafından Bin Ladin’e aktarılıyordu. Sovyetler Birliği’nin Afganistan’dan çekilmesiyle ABD’nin Bin Ladin’e artık ihtiyacı kalmamıştı. Fakat SSCB’nin dağılması ve soğuk savaşın sona ermesi ABD için yeni bir düşman ihtiyacı doğurmuştu. ABD’nin bir zamanlar “özgürlük savaşçısı” olarak beslediği Ladin artık “azılı terörist” olarak ABD’nin yeni düşman ihtiyacını karşılayacaktı. ABD yeni bölgeler işgal etme bahanesini bu eski CIA ajanı sayesinde bulacaktı. Ladin’in başında olduğu El Kaide örgütü Afrika’daki ABD büyük elçiliklerine yapılan terör sal-
dırıları ile gündeme geldi. ABD çok geçmeden El Kaide’yi bitirmek için ülkede ki iç savaşı da bahane ederek 1993 yılında Somali’yi işgal etti. İnsanların ölmesi için bombalara gerek kalmayan, açlık ve hastalığın kol gezdiği bu yoksul Afrika ülkesi yıllarca ABD tarafından bombalandı. 11 Eylül saldırılarından sonra ise Bin Ladin tüm dünyada en çok tanınan adam haline geldi. Saldırılardan hemen sonra ABD başkanı Bush yeni düşmanları terörizme karşı uzun soluklu bir savaş vereceklerini açıklıyordu. Bush’un “Haçlı Seferi” adını verdiği bu savaşın ilk cephesi ise Afganistan’da açılacaktı. Afganistan’da bir mağarada saklandığını iddia ettikleri Ladin’i bulmak için ülke 10 yıldır ABD işgali altında. Binlerce masum sivil Bin Ladin’e başlattıkları cadı avının kurbanı oldu.
Deðiþen Ortadoðu, Yeni Düþmanlar Bin Ladin Afganistan’da bir mağarada değil Pakistan’ın başkentine 65 km uzaklıkta bir evde bulundu. Ev, yüzlerce subayın eğitim gördüğü bir harp okuluna komşuydu. Oldukça sıradandı ve çok az korunuyordu. Operasyonu gerçekleştiren Amerikalılar herhangi bir direnişle karşılaşmadan herkesi öldürdüler. Sadece Ladin’in 12 yaşındaki kızını ayağından vurarak yaralı ele geçirdiler. Üzerine binlerce suç yükledikleri Ladin’in yargılanmasına izin vermedikleri gibi cesedinden bile ürkerek okyanusa gömdüler.
1 MAYIS 2011: TAKSÝM KAZANILMIÞTIR! KALICI KAZANIMLAR ÝÇÝN DEVRÝMCÝ SINIF EYLEMLERÝ ÞART! Seyfi Adalý 1 Mayıs 2011 “şiddet” beklentilerini boşa çıkararak, polis saldırısının olmadığı alanlarda gerilimin de olmayacağını bir kez daha göstermiştir. Artık Taksim 1 Mayıs Alanı kazanılmıştır. Şimdi sıra asli görevimiz olan ve kazanımlar elde edeceğimiz devrimci sınıf eylemlerindedir.
Kitlesel ve genç 1 Mayýs Başbakan Tayyip Erdoğan’ın, liseli gençlerin YGS protestolarına cevaben söylediği “karşılarına 5-10 bin liseliyi dikeriz” lafı 1 Mayıs meydanında çürümüştür. AKP Hükümeti’nin, 1 Mayıs’ta alanları dolduran yüz binlerce işçinin karşısına çıkarabileceği başka işçi kitleleri de yoktur. 1 Mayıs 2011’de işçi sınıfı, başta liseliler olmak üzere genç nüfusla kucaklaşmıştır. Newroz alanlarında tanık olduğumuz görüntüler Taksim 1 Mayıs alanında da yaşanmış ve kitle sirkülasyonuyla alan birkaç kez dolup boşalmıştır.
Kürt ve Türk iþçiler Devletten, sermayeden ve sendika bürokrasisinden bağımsız bir sınıf hattı oluşturmak
isteyenler için önemli kazanım göstergeleri var. Taksim 1 Mayıs Alanı’nda 2011 yılında kurulan kürsü adeta sendika bürokratlarından arındırılmıştır. Hiçbir konfederasyon başkanı bu kürsüye çıkma cesareti gösterememiş ve işçiler adına konuşmaya yeltenememiştir. 1 Mayıs 2011 Taksim mitinginde, Kürt ve Türk işçilerinin, devrimcilerin sesi yükselmiştir. Şüphesiz ki bunda, 1 Mayıs 2010 kürsüsünün TEKEL işçileri öncülüğünde işçileştirilmesinin önemli bir etkisi var. Ayrıca, Kürt özgürlük hareketi nezdinde 1 Mayıs 1978’in yasaklı Kürtçe pankartlarının da bir nebze olsun özeleştirisi yapılabilmiştir. Dün bir avuç TEKEL işçisinin demokratik uyarısını “teşhir ve tecrit” etmeye kalkan sendika bürokratları, bugün yüz binlerce TEKEL, İtfaiye, İSKİ işçisiyle yüz yüze kalmış ve ezilmiştir. 1 Mayıs 2011’de Taksim’e 4-C’li on binlerce taşeron işçisi, güvencesiz olarak geri dönmüştür. Güvencesiz, esnek ve taşeron çalışma sisteminin esas çalışma sistemi haline getirilmiş olduğu açık bir biçimde ifade edilen mitingde taşeron işçilerinin örgütsüzlüğünde sendikaların rolü gözler önüne serilmiştir.
ABD başkanı Obama, Ladin’in öldürülmesi ile yaklaşan seçimler öncesinde önemli bir hamle yapmış oldu. Obama, operasyondan sonra yaptığı açıklamada, Ladin’in bir terörist olduğunu İslam’la savaşlarının olmadığını belirtti. Selefi Bush’un aksine sözlerini daha seçici kullansa da ABD’nin Ortadoğu’da ki savaş politikasının değişmeyeceği gerçektir. ABD, düşmansız ve savaşsız yaşayamayacak bir emperyalist güçtür. Kuzey Afrika’da başlayıp kısa sürede Ortadoğu ülkelerine sıçrayan devrimler emperyalistleri hazırlıksız yakalamıştır. ABD güçleri, NATO desteği ile Libya’daki muhalefeti fırsat bilerek bu ülkeye girmiştir. Elbette amaçları Libya’ya demokrasi getirmek değil, devrimi kontrol altına almak ve bu ülkede bulunan enerji kaynaklarını yağmalamaktır. Suriye ise Libya’dan sonra emperyalist işgalin gündeminde olacak ikinci devlet gibi gözükmektedir. Ortadoğu’da değişen dengeler ABD’yi yeni cepheler açmaya zorlamaktadır. Libya işgali ve Suriye’ye yönelik tehditler emperyalist vahşetin artarak devam edeceğinin göstergesidir. ABD başkanlarıyla sıkı dostluklar kuran, ülkelerinin kaynaklarını emperyalistlerle birlikte sömüren diktatörler şimdi ABD’nin yeni düşmanları olmuşlardır. Ortadoğu’da hal böyleyken bir zamanlar ABD için özgürlük savaşçısı daha sonra binlerce masum insanın katili Usame bin Ladin’e dost ya da düşman olarak gerek kalmamıştır.
Mücadele bitmiþ deðil! Bazı sendika bürokratları 1 Mayıs 2010’un mesajlarını iyi okumuş ve ileri sıçrama imkanlarını geri kazanmak üzere bu yıl geri adım atmıştır. Devletçi, milliyetçi, sınıf ihanetçi ve bürokratik sendikal kimliklerini koruyan bu yapıların başını tutanların önümüzdeki mücadele süreçlerinde karşımıza çıkabileceklerini bilmeliyiz. Sınıf mücadelesinin rüzgarı şu an onlardan yana değil. Bu nedenle Süleyman Çelebi CHP, Salim Uslu ise AKP vekilliğiyle süreçten çekilme yönünde adımlar atarken kimileri de 3 Nisan mitinginden başlayarak yeniden kendilerini cilalamaya çalışıyor. Ama inandırıcılıktan uzaklar. Türk-İş’e bağlı 11 genel merkez “sendika içi demokratikleşme”den söz ediyor. İktidar olmanın çıkar ve avantajlarını kaybetmemek için her yolu deneyeceklerinden ise eminiz… 1 Mayıs 2011’in bu göstergelerinin kendiliğinden ortaya çıkmadığının bilinciyle süreç iyi değerlendirilmeli, devletten, sermayeden ve sendika bürokrasisinden bağımsız bir sınıf hattı oluşturulmalıdır. Sosyalistlerle ve Kürt özgürlük hareketiyle birleşik bir mücadele programının örülebilmesi, gelecek 1 Mayıs’ın coşkusunu da sınıfsal anlamını da artıracaktır. Böylece sadece miting alanıyla sınırlı kalmayarak, devletten, hükümetten, sermayeden ve sendika bürokrasisinden bağımsız hak alıcı bir sınıf hareketi yaratılmış olacaktır. Bunun mütevazı nüveleri 1 Mayıs 2011’de vardır. İşçi Sınıfının Kurtuluşu Kendi Eseri Olacaktır! 15
1 MAYIS 2011: BAÐIMSIZ SINIF MÜCADELESÝ HATTINI YARATMAK ÝÇÝN N. Cemal Deri, kundura, tekstil, çorap, temizlik, sağlık, gıda, plastik, büro, sivil havacılık gibi alanlarda çalışan işçiler 1 Mayıs 2011’de yan yana yürüdüler. Kortej pankartları şunlardı: “İşçi Sınıfının Kurtuluşu Kendi Eseri Olacaktır”, “Sigortalı 8 Saat, İnsanca Yaşam Koşulları için Mücadeleye - Deri Kundura ve Tekstil İşçileri Derneği”, “Güvenceli İş Güvenli Gelecek - Taşeron İşçileri Dayanışma ve Yardımlaşma Derneği”, “Demokratik, Şeffaf, Temiz Sendika - Gökkuşağı Hareketi”, “Kahrolsun Sendika Ağaları Tez Koop İş İstanbul 2 Nolu Şube”, “Yaşasın 1 Mayıs! İnsanca Çalışma Koşulları Yaşanabilir Ücret İstiyoruz - Terazidere İşçileri”, “Sendikaya Üye Ol, Sahip Çık, Denetle - Esenyurt İşçileri” ve “İşçi Sınıfının Kurtuluşu Kendi Eseri Olacaktır - İşçilerin Sesi” Bu pankartlarla bir araya gelen işçiler, saat 9.00’da Unkapanı eski TEKEL binası önünde ortak kortej oluşturdular ve Taksim 1 Mayıs Alanı’na yüründüler. Kortejde kızıl bayraklar dalgalanıyor ve ellerde somut talepler içeren dövizler taşınıyordu. 250 kişilik mütevazı ama anlamlı bir bileşendi. Meramları ise devletten, hükümetten, sermayeden ve sendika bürokrasisinden bağımsız bir sınıf mücadelesi hattı yaratmaktı. 1 Mayıs 2011’e sınıf karakterini veren, ne sendikaların bürokratik yönetimleriyle yol almaya çalışan sığ kortejleri, ne de dar siyasal grup çıkarlarını ifade etmek üzere flamalarını alana taşımaya çalışan “sol” kortejler oldu. 1 Mayıs’a gerçek anlamını verecek olan işçiler ve somut talepleriyse eğer, 1 Mayıs 2011 “Güven-
cesiz Çalışmaya Hayır, Kadrolu Çalışmak İstiyorum, Taşeron Sistemine Son Verilsin, 8 Saatlik İşgünü, İş Saatleri Düşürülsün, İşsizlik Son Bulsun, Varolan İşler Yaşanılır Bir Ücretle Herkese Paylaştırılsın, Güvenceli İş Güvenli Gelecek” talepleriyle birlikte değerlendirilmelidir. Bu açıdan bakıldığında da 2011, 1 Mayıs’ındaki mütevazı ama siyasal açıdan oldukça anlamlı olan bu çabayı iyi irdelemek gerekiyor. Eksiklikleri, hataları ve biraz geç kalmışlığı olsa da, sınıf gerçeği
ÝZMÝR’DE 1 MAYIS İzmir’de son yılların en coşkulu ve en yüksek katılımlı 1 Mayıs’ı yaşandı. On binlerce kişi Gündoğdu Meydanında buluştu. Meydan defalarca doldu, boşaldı. Kortejin bir ucu Konak Meydanındayken diğer tarafı Alsancak’ta limana kadar ulaşmıştı. Bu yılki 1 Mayıs’ın en önemli özelliği, çok farklı kesimlerden geniş bir katılımın olmasıydı. Kadınlar, gençler, çevreciler, sanatçılar hatta spor kulübü taraftarları alanda idi. İzmir Büyükşehir Belediyesi Park ve Bahçeler İşçileri, bu yıl ilk kez sendikalı olarak, 1 Mayıs’a katılarak, “Sadaka değil, toplu sözleşme” sloganı ile Toplu İş Sözleşmesi görüşmelerindeki sıfır zam dayatmasına karşı tepkilerini dile getirdiler. Sendika üyesi
olan İşçilerin Sesi okurları, üye oldukları sendikaların kortejlerinde, diğerleri ise İşçilerin Sesi pankartı altında 1 Mayıs’a katıldılar. İşçilerin Sesi pankartı arkasında elli kişiyi aşkın bir kalabalık yürüdü.
olarak kendini ifade edebilmiş ve işçilerin sesini duyurabilmiştir. Bu birliktelik, aynı amaçla faaliyet yürüten işçilerin öz örgütlenme deneyimlerinin buluşmasıdır. “İşçi Sınıfının Kurtuluşu Kendi Eseri Olacaktır” ortak pankartıyla, bağımsız bir sınıf mücadelesi hattı yaratmak için yürüdüler. Önemli bir ayrıntı ise, taşıdıkları ortak pankartta 1871 yılında Paris’in devrimci işçilerinin “Vive la Commune!” (Yaşasın Komün!) bayrağı taşıyan resimlerinin olmasıydı. TEKEL işçilerinin Ankara ve İstanbul direnişlerine sahip çıkmanın sembolü olarak mücadele şehitlerinden TEKEL işçisi Hamdullah Uysal’ın fotoğrafı da en önde taşındı. Yan yana yürüyen bu işçi gruplarıyla, gelecek döneme damgasını vurması beklenen öz örgütlenme perspektifinin işçi demokrasisi sergilenmiştir. Bu işçi gruplarının bileşeni kelimenin dar anlamıyla siyasal bir grubun örgütü niteliğinde değildir. Ortak bir perspektifin ve sınıf mücadelesi deneyimlerinden ders çıkartarak öğrenen işçi önderlerinin oluşturduğu mütevazı bir devrimci örnektir. Özgürlük İşçilerle Gelecek!
İşçilerin Kurtuluşu Kendi Eseri Olacaktır İşçilerin Sesi - Aylık Süreli Siyasi Yayın Tarih: Haziran 2011 Sayı: 5 Baskı: Yön Matbaacılık Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi B Blok No: 366 Topkapı-İstanbul Tel: 0212 544 66 34 Sahibi ve Yazıişleri Sorumlusu: Canan Mengüloğul (İS Yayınevi) Adres: Fetihtepe Mah. Fatih Sultan Cad. No: 149 D: 13 Okmeydanı-Beyoğlu/İstanbul E-mail: iscilerinsesi@gmail.com