Sayý: 14 Mart 2012
ISSN: 2146-2151 1,5 TL
GÜVENCELİ İŞ, GÜVENLİ GELECEK İSTİYORUZ!
TAŞERON SİSTEMİNE
DİRENELİM
Rüzgâr Eken Fırtına Biçiyor
2
Barajlar ve Yasaklar Devam Ediyor
“Nefret Söylemi” Her Yerde!
3
Kriz, Kapitalizmin Beşiği Avrupa’yı Sallıyor
10
Kadınlar Özgür Olmazsa…
4
Kongre Hareketi Neden Daraltılıyor?
11
KESK Nereye Gidiyor?
5
DİSK Genel Kurulu Başladığı Gibi Bitti
12
Adımız Taşeron Soyadımız Köle Bir Ömür Böyle Geçmez!
6
Hayrettin Eren ve Gözaltında Kayıplar
16
8-9
İşçilerin Sesi
RÜZGÂR EKEN FIRTINA BİÇİYOR Bu son siyasi kriz, hükümet ve diğer devlet kurumlarının yüzünün açığa çıkmasına yardımcı olmuştur. Emekçiler ve ezilenler bu durumdan faydalanıp barış ve demokrasi mücadelesini yükselterek, otoriter devlet aygıtının tasfiye edilmesini sağlamalıdırlar. AKP iktidarı, son iki ayda, iki büyük siyasi kırılma yaşadı. Birincisi, Uludere-Roboski’de 34 sivil Kürdün, savaş uçakları tarafından bombalanarak öldürülmesiydi. Hükümet olayın üzerinden iki ay geçmesine karşın, ne özür diledi ne de sorumluları açığa çıkardı. Yakınlarını kaybedenlere, nakdi tazminat, bir başka deyişle “kan parası” ödeyerek, olayın üzerini örtmeye çalışıyor. Başta yakınlarını kaybedenler olmak üzere, Kürtlerin büyük tepkisini çeken bu gelişme, AKP iktidarının, Kürt meselesine yaklaşımda, çok övünerek ifade ettiği, PKK ile halkı ayırdığı iddiasının geçersizliğini ortaya serdi. Bu da, Kürtlerin, hem siyasi iktidardan hem de devletten daha da uzaklaşmasına yol açtı. Bu, hükümete ciddi bir siyasi darbedir. İkinci siyasi kırılma, İstanbul Emniyeti İstihbarat Müdürlüğü ile Özel Yetkili Savcıların, MİT Başkanı ve kimi üst düzey eski MİT görevlileri hakkında, “KCK’ye yardım ve yataklık” suçlamasıyla soruşturma başlatması, onları ifadeye çağırması, hatta yakalama kararı çıkarması ile yaşandı. İki güvenlik örgütü arasındaki bu kapışma, devlet ve yönetici sınıflar içindeki bölünmeyi ortaya koyuyor, siyasi iktidarın devleti yönetmedeki aczini gösteriyordu. Bu da, siyasi iktidara yönelik güvensizlik yaratıcı bir gelişmeydi.
“Siyasi Kırılma”nın Nedeni Kürt Sorunu ve Despotik Devlet Aygıtı A Bu iki gelişmenin de, siyasi iktidarın Kürt sorunundaki “askeri çözüm” politikalarının bir sonucu olarak yaşandığını söyleyebiliriz. Bu görüşü kanıtlamak için şu soruyu sormak yeterlidir: Eğer Kürt sorununda müzakere süreci devam etseydi, bu iki olay meydana gelir miydi? Yani ordu savaş uçaklarıyla sivilleri bombalayabilir miydi? Bu uygulama, askeri çözümün dayatıldığı döneme aitti ve geçmişte buna benzer birçok olay yaşanmıştı. İkinci olarak, müzakerelerin devam ettiği bir süreçte, Emniyet ve Özel Yetkili Savcılar, müzakereyi yürüten kişiler hakkında soruşturma başlatabilir miydi? Bu iki soruya da olumlu yanıt vermek mümkün değildir. “Askeri çözüm” fikri, geçmişte yapılan görüşmeleri “suç” haline getirmiş, ayrıca PKK’lilerin bulunduğu alanları bombalayıp, onlarcasını öldürerek hükümetin takdirini kazananlar, bu defa “yanlışlıkla” sivilleri bombalayıp katliam yapabilmişlerdir. Bu gelişmelerin diğer bir nedeni, son yılarda devletin daha da otoriterleşerek, despotik bir yapıya bürünmesidir. Siyasi iktidar her türden muhalifini etkisizleştirmek için devlet aygıtının otoriterleşmesine yol vermiş, onları teşvik etmiş, savunmuş ve takdir etmiştir. Bir yandan, “Ergenekon”, “Balyoz”, “İnternet Andıcı” vb. operasyonlarla sistem içi muhaliflerini, “KCK Operasyonları” ile muhalif Kürt siyasi hareketini, “Devrimci Karargâh” operasyonu ile devrimcileri tutuklatıp, hapse doldurmuştur. Bu süreçte bir yandan bu operasyonları desteklerken diğer yandan toplumun tepkisini çeken uygulamalarda, “yargının bağımsız olduğu” görüşünün arkası2
na sığınmıştır. Çünkü siyasi iktidar, bu operasyonların hukukiliğini sorgulamıyor, kendi işine yarayıp yaramadığına, iktidarını güçlendirip güçlendirmediğine göre değerlendiriyordu. AKP iktidarı, “Dr. Frankeştayn” örneğinde olduğu gibi bir canavar yaratmış, ancak bu canavar kendisini hedef almaya başladığında neye uğradığını şaşırmıştır. MİT yetkilileri hakkında açılan soruşturmanın bir adım ötesi, Başbakan Erdoğan’ın sanık sandalyesine oturtulması olacaktı. Çünkü PKK ve Öcalan ile müzakereler, onun talimatıyla gerçekleştirilmişti. Bu noktada, siyasi iktidar, TCK, TMY gibi yasaların demokratikleştirilmesi, Özel Yetkili Mahkemelerin kaldırılması gibi köklü yasal önlemler almak yerine, Emniyet’in çeşitli birimlerindeki kadroları dağıtmakla, yerlerine yeni isimleri getirmekle yetinmiştir. Ayrıca yapılan yasa değişikliği ile hükümetin verdiği görevleri yerine getirmeleri nedeniyle, suç işlediği iddia edilen MİT görevlileri hakkında soruşturma yapılabilmesi, Başbakan’ın iznine bağlanmıştır. Yasada bu yönde yapılan değişiklik, muhalefet partilerinin de savundukları gibi, teorik olarak, Başbakanın yasadışı işler yapabilmesi için “çete” oluşturmasının, önünü açmıştır. Yeni “Susurluk Çeteleri” için yasal bir zemin yaratmıştır. Ayrıca, emekçileri ilgilendiren yasal değişiklikler konusunda ayak sürüyen hükümetin, kendisine yönelik bir saldırı söz konusu olduğunda, nasıl bir gecede yasaları değiştirdiği ibretle gözlenmiştir.
Kapışmanın Siyasi A Arka Planı Var Polis ve Özel Yetkili Mahkemelerin, MİT ve dolaylı olarak da Başbakan Erdoğan’ı hedef alan saldırısı, “Fetullah Gülen cemaati” ile Başbakan Erdoğan ve “AKP Merkez Kliği” arasında bir iktidar mücadelesi olarak değerlendirildi. Bunun da ötesinde, devletin çeşitli kurumları arasında bir mücadele yaşandığı da söylenebilirdi. Şöyle ki, hükümetin aldığı karara göre, istihbarat faaliyetlerini, esas olarak, MİT yürütecek, buna bağlı olarak, diğer kurumlar, bu alandaki tesis ve olanaklarını MİT’e devredeceklerdi. Bu karar doğrultusunda, Genelkurmay Başkanlığı, istihbarat amaçlı kullandığı “Bayrak Garnizonu”nu MİT’e devretmişti. Genelde “cemaatin” hâkim olduğu iddia edilen Emniyet İstihbarat’ın bu durumdan hoşnut olmadığı, bu gelişmenin, Ergenekon, Balyoz, KCK vb. operasyonları düzenleyen bu kurumun “pabucunun dama atılması” anlamına geldiği açıktır. Bu çerçevede, Emniyet İstihbaratı tarafından yönlendirildiği düşünülen kimi yazarların, Uludere-Roboski katliamından, verdiği yanlış istihbarat nedeniyle, MİT’in sorumlu olduğu yönündeki görüşleri ısrarla dillendirmeleri manidardır. Özetle, ortaya çıkan son devlet krizinin nedeni hakkında çeşitli iddialar ileri sürülebilir, farklı senaryolar gündeme getirilebilir. Ancak, bu güç savaşının siyasi arka planını açığa çıkarmak önem taşımaktadır. Türkiye gibi, uluslar arası kapitalist sistemle siyasi, askeri, ekonomik, kültürel, her açıdan bütünleşmiş bir ülkede egemenler arasındaki mücadele siyasi bir içerik taşır ve yönetici sınıf içindeki güç savaşı daha inceltilmiş bir biçimde alttan alta sürer.
Örneğin yakın zaman kadar ülkenin en güçlü siyasi kurumu olan, sözünün üzerine söz söyletmeyen, ordunun siyasi alandan tasfiyesi, beklenenden çok daha yumuşak ve dirençsiz gerçekleşmiştir. Çünkü bu gelişmenin arkasında siyasi iktidar ve çeşitli devlet kurumlarının yanı sıra iç ve dış egemenler yer almıştır. Ancak son devlet krizi, bir kesimin diğerine kaba ve açık bir saldırısı biçiminde ortaya çıkmıştır. O nedenle, hükümet yandaşlarınca “darbe girişimi” olarak nitelendirilmiştir. Krizin taraflarının siyasi konumlanışları ve MİT’e karşı tavır alanların siyasi argümanları dikkate alındığında, son devlet krizini, emperyalistler tarafından siyasi iktidara yapılan bir uyarı olarak değerlendirmek yanlış olmayacaktır. Kimi olguları alt alta sıralayacak olursak; İsrail askerlerinin “Mavi Marmara” gemisini basıp dokuz sivili öldürmesi, tüm toplumun tepkisini çekerken, Fetullah Gülen bir açıklama yaparak, daha önceden İsrail’den izin alınması gerektiğini belirtmiş, adeta hükümeti ve ölenleri suçlayıcı bir pozisyon almıştır. Yine İsrail’in, MİT’in İran’a bilgi sızdırdığını iddia ederek, Türkiye ile istihbarat işbirliğini kestiğini açıklaması not edilmelidir. Son siyasi krizde, “cemaat çevrelerinin”, Suriyeli muhalif bir komutanın MİT tarafından Esad rejimine teslim edildiğini öne çıkarmaları ve bu konuyla ilgili olarak MİT’in eski bölge yöneticisinin tutuklanması, anlamlı gelişmelerdir. Buradan hareketle, siyasi iktidarın bölgede batı emperyalizmi ile birlikte hareket etmekle birlikte, kısmen özerk bir tutum takınarak, kendi orta vadeli çıkarlarını da gözetmesinin, emperyalist çevrelerde belirli bir rahatsızlık yarattığı söylenebilir. Bu bağlamda, yaratılan krizle, hükümetin bu politik duruşunun hedef alındığı ileri sürülebilir.
Otoriter Devlet Yıkılacak Elbet Son siyasi kriz, iktidarın iç çatışmasının ürünüdür. Burada taraflardan birisi demokrat, barış yanlısı ya da anti-emperyalist değildir. Çatışan taraflar, Kürt sorununda, inkâr, imha ve tasfiye siyaseti izlenmesi konusunda mutabıktırlar. Geçmişte bir kurumun, hükümetin inisiyatifiyle, tasfiye amaçlı müzakereler yürütmüş olması, bu gerçeği değiştirmez. Yine bugün çatışan kurumlar, siyasi iktidara yönelik her türden muhalefeti bastırıp, etkisizleştirmek için, geçmişte elbirliği ile çalışmışlardır. Dış politikadaki kısmi görüş farklılıklarına karşın, emperyalizmin işbirlikçisi politikalarda hemfikirdirler. Dolayısıyla bu çatışmadan barış ve demokrasi çıkmaz. O nedenle emekçilerin ve ezilenlerin iktidar içi bu çatışmada taraf olmaları düşünülemez. Bu son siyasi kriz, hükümet ve diğer devlet kurumlarının yüzünün açığa çıkmasına yardımcı olmuştur. Emekçiler ve ezilenler bu durumdan faydalanıp barış ve demokrasi mücadelesini yükselterek, otoriter devlet aygıtının tasfiye edilmesini sağlamalıdırlar.
İşçilerin Sesi
ERZURUM’DAKİ OKUL MÜDÜRÜNDEN TAKSİM’DEKİ BAKANA KADAR
“NEFRET SÖYLEMİ” HER YERDE! Ufuk Demirci Sağlı sollu burjuva partilerinin Türk milliyetçiliğini kışkırtan siyasetlerinin, toplumda nasıl bir Türkçü-ırkçı damarın oluşmasına hizmet ettiği bir hafta içinde yaşanan iki olay ile kendisini gösterdi. Erzurum'da gerçekleşen “Huzur toplantısı”na (o ilin MGK’sı gibi bir güvenlik toplantısı) katılan bir okul müdürü, hiç bir çekincesi olmadan "Emniyette suçluların kanını alıp gen haritası çıkarsınlar. Çocuk doğduktan sonra analizi yapılsın. Vatana, millete, bu ülkeye zararlıysa yürümeden yok edilsin" diyebildi. Söyledikleri ‘fikir düzeyinde’ de kalmadı, eylem planı da önerdi: “Yıllar önce Brezilya'da sokak çocuklarını yok etmek için bir örgüt kurulmuştu.” Toplantıya katılanlar gülüşerek, dolaylı olarak bu fikirlere yatkın olduklarını gösterdiler! Devletin faşizan uygulamaları (gözaltılar, tutuklamalar, davalar vb.) faşist kafalı yöneticilerin pervasızlığını arttırıyor. Suç işleyen çocuk olmaz, adı üstünde o bir çocuktur. Yalnızca suça itilen çocuklardan bahsedebiliriz. Bu müdür gibi ırkçıların inandıklarının aksine toplumda suç işleyen çocukların tavrı genetik değil; aile, çevre ve yoksul koşullardan geliyor. Hiçbir çocuk anasından hırsız, katil ve suçlu olarak doğmaz. İnsanın yetişmesinde esas olan, sosyal çevre ve eğitimdir. Bu okul müdürü, ırkçı söylemleri dile getiren ilk yönetici değil; Kürt yoksullarının çocukları taş attıklarında, bu çocukların ailelerinden alınmasını öneren valiler olmuştu. İstanbul 7 Nolu Şube Başkanı Emin Ekinci'nin konu ile ilgili yaptığı açıklama, ırkçılığın bir hastalık olarak görülmesi gerektiği ve eğitim sistemiyle olan ilişkisi. “Bu hastalık, yıllar boyunca, vatan ve millet sevgisi adı altında, azınlıkları, toplumun çeşitli kesimlerini, gençleri ve hatta çocukları kategorize edip bir kısmını düşman ilan eden ve ardından da bu düşmanlara karşı en sert sindirme araçlarını ve hatta toptan yok edilmeleri gerek-
tiğini meşrulaştıran eğitim ve yönetim sisteminden kaynaklanan ırkçılık hastalığıdır. Ne yazık ki, bu hastalığı zihninde taşıyan 'eğitimci' ve 'yönetici' sayısı, sadece bilinenlerden ibaret de değildir. Mevcut yönetim ve eğitim anlayışı değişmedikçe, evrensel insani değerlere uygun hale getirilmedikçe bu hastalıktan dolayı ortaya çıkacak uygulamalar da bitmeyecektir". Irkçılığın getirdiği nefret söylemi solon toplantılarını aşarak Taksim Meydanı’nda çirkin yüzünü gösterdi. 26 Şubat 1992'de Hocalı'da 613 sivilin, Ermeni milisler tarafından katledilmesini protesto eden eylemler, Türk milliyetçiliğinin ve ırkçı söyleminin gösteri alanına dönüştü. Yıllardır Azeri derneklerinin sınırlı bir katılımla andığı 26 Şubat, AKP hükümetinin desteği ve Türk ırkçılarının gayretleriyle başta Ermeni toplumunu, diğer azınlıkları ve “Biz Ermeniyiz!” diyerek destekleyenleri hedef alan bir nefret şovuna döndü. Elbette Hocalı’da bir insanlık suçu işlenmiş, Ermeni milisler sivilleri katletmişlerdi. Ermenistan devleti, (Azerbaycan’la itilaflı bir bölge olan Dağlık Karabağ bizimdir diyerek) milliyetçilikle kışkırttığı grupları silahlandırarak, bu katliamı yaptırmıştır. Buna karşılık, Taksim’de öne çıkarıldığı gibi bu katliamdan “7’sinden 70’ne kadar bütün Ermenileri (buna Türkiye’de yaşayan Ermeni toplumunu da eklemek) sorumlu tutmak, gerçekleri saptırmak ve ırkçılık anlamına geliyor. Hocalı katliamı milliyetçilikle zehirlenen kişilerin nasıl ırkçı bir saldırının araçları haline gelebileceklerini gösterdi. Hocalı mitingine katılanlar da, bu ırkçı saldırganlardan farklı olmayan bir üslüpla “ırkçı sloganlarla, ırkçı konuşmalarla” sözde bir insanlık suçunu kınamış oldular. Mitingdeki bazı sloganlar şöyleydi: "Bugün Taksim yarın Erivan, bir gece ansızın gelebiliriz", "Türk'e kefen biçenin ölümü korkunç olur", "Hepiniz Ermenisiniz, hepiniz piçsiniz", "Bozkurt Ogün", "Bozkurt Çatlı"! Bu fa-
ADANA’DA DOĞA VE İŞÇİLER KATLEDİLDİ Haberlerde yine iş ve işçi cinayetleri var. Bu kez işçi katliamı ile doğanın katli iç içe geçti. Adana’nın Kozan İlçesi’ne bağlı Ergenuşağı Köyü yakınlarında bulunan Göksu Irmağı üzerindeki Gökdere Köprü Barajı’nın “kapağının patlaması”, baraj havzasında çalışan işçilerin suya kapılarak ölmesine neden oldu. İlk belirlemelere göre on işçi akıntıya kapılarak kayboldu. Sel suyu 4 iş makinesi, 4 kamyon ve 1 greyderi de sürükledi.
Yine Taşeron Yine Ölüm Baraja işçi taşıyan servis şoförlerinden Zafer Karaca, “Barajda 2-3 ayrı taşeron firma, ayrı yerlerde işçi çalıştırıyor. Gece ve gündüz ayrı vardiyalar var. Tünelde patlama olduğu için orada çalışan işçiler zarar görmüş. Kayıp sayısı konusunda kimse net bir şey söylemiyor” dedi. Doğayı ahtapot gibi sararak katleden hidroelektrik santral (HES) projelerinin bir parçası olan baraj inşaatı, Cengiz-Özaltın konsorsiyumu tarafından yapılıyor ve 145 megawatt güçte. İnşaatta 450 metre uzunluğunda bir tünel var. Çok sayıda taşeron firma tarafından gece gündüz ve iş güvencesi olmadan kölece çalıştırılan işçilerin net ve kesin bir kaydı tutulmadığı için baraj kapaklarının patlaması sonucu suya kapılarak kaybolan işçilerin sayısına dair net bir açıklama yapıla-
madı. Daha sonra ise kayıp işçilerin isimleri açıklandı: Ertan Yeğen, Cumali Değirmenci, Latif Değirmenci, Erdal Demirelli, Eyüp Altıntaş, Mehmet Yılmaz, Hasan Bolat, Veli Damaksız, Selahattin Aral ve Necmettin Karayiğit. Arama çalışmaları sırasında ise yalnızca üç işçinin cansız bedenine ulaşılabildi.
Doğanın ve İşçilerin Katledilmesine Devam Edilecek Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu’nun konuya dair Rize’de yaptığı açıklamalarda yine HES’ler ve HES’lere karşı çıkan doğa savunucuları vardı; "Bazı gruplar var. İstanbul'dan gelen gruplar. Aynı grup dönüp dolaşıyor. Giresun, Rize, Artvin, Erzurum'da dolaştıklarını tespit ettik. HES'ler çevreyi tahrip etmiyor. Dereleri kati suretle kurutmuyor. Fazla suyu alıyor. Taşkını kontrol etmek için faydası var. Santralden çıkan sular zehirlidir, içilmez hatta çaylarınızın bile kökünü kurutur şeklinde yalan söylüyorlar. Sürekli vatandaşa yalan yanlış şeyler söylüyor. HES'lerden sonra vatandaş görecek ve ikna olacaktır. Onların işi gücü yok."
Meslek Örgütleri ve İşçi Yakınları Tepkili Elektrik Mühendisleri Odası, TMMOB İl Koordi-
şist söylem, Hocalı’da yaşananları bir insanlık suçudur diye kınayamaz, şartlar uygun olduğunda o katiller gibi haraket edeceğinin mesajını şimdiden vermiş olur. Bu ırkçı söylem o kadar kuvvetli ki, utanmadan, Hrant'ın katlini protesto edenlerin "Hepimiz Ermeni'yiz", "Hepimiz Hrant'ız" sloganını çarpıtarak taklit ediyorlar. Bu ırkçı tepkilerden anlıyoruz ki, Hrant Dink’in öldürülmesinden sonra ona ve kimliğine sahip çıkılması, bu Türk milliyetçisi kesimleri çok öfkelendirmiş, ilk fırsatta bir hesaplaşma içine girmişler. Meydanda toplananlar, Türk ırkının üstünlüğünü öne çıkartan "Hepimiz Türk'üz" sloganını içten benimsemişler. Toplumdaki ırkçılık bir yere kadar sosyolojik olarak anlaşılabilir bir olgu olsa da, AKP hükümetinin Hocalı mitingine verdiği siyasi destek ve sonuçları daha da tehlikeli olacak. Başbakan “İstanbul'daki mitingde marjinal ve münferit birkaç pankartın olması Hocalı katliamına dair acımızı ve dayanışmamızı gölgelemeye yetmez.” diyerek hem bu ırkçı söyleme hem de mitingde konuşma yapan İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin'e sahip çıktı. "Ermeni yalanına sessiz kalma!" denilerek kastedilenin ne olduğu belli: Fransa’da “Ermeni soykırımını inkar” yasasının çıkmasının ardından çaresiz kalan AKP hükümeti, Hocalı üzerinden Fransa’ya, Ermenistan’a ve Ermeni toplumuna bir masaj vermek istedi. Bir katliamı sözde kınama adına düzenlenen bu ırkçı gösteri de yaşanan, insanlık suçunu tel'in etmek değil, başka milletlere düşmanlık üreterek, insanlık suçu işlemektir. Hükümet yıllardır “nefret suçlarının tanımlandığı” bir yasayı çıkarmaktan imtina ediyordu. Türk milliyetçiliğini kışkırtarak ve sömürerek, bunu oya çevirmek isteyen AKP’nin, bu konuda duyarlı olması beklenemez. AKP hükümeti destekli bu Hocalı mitingi, önümüzdeki dönem yeni ırkçı saldırı ve cinayetlerin müsebbibi olabilir, sorumluluk siyasi iktidardadır. nasyon Kurulu, İnşaat Mühendisleri Odası, Makine Mühendisleri Odası, Ziraat Mühendisleri Odası, Jeoloji Mühendisleri Odası, Harita Mühendisleri Odası ve Mimarlar Odası yaşanan olayla ilgili açıklama yaptı; “Baraj inşaatı tamamlanmadan gövdede su tutulmaya başlanmış olması, mansap (tünelin çıkış ağzı) bölgesinde işçilerin çalışmaya devam etmesi felakete davetiye çıkartmıştır. Doğru olmamıştır. Dolayısıyla, barajın mansabında çalışma yapan işçiler hayatını kaybetmiştir. İşçi sağlığı ve iş güvenliği konusunda dikkatsizlikler can ve mal kaybına yol açmıştır. Barajda su tutulmaya başlandığında, kapaktan su sızıntılarının olduğu ve kum torbalarıyla önlem alınmaya çalışıldığı ifade edilmiştir. Bu denemenin fayda etmediği görüldüğü halde işçiler neden tünelin çıkış ağzında (mansabında) çalıştırılmaya devam edilmiştir?” Kayıp işçilerin yakınları da bu ihmali onayladılar. İşçi yakınları, barajda 9 Şubat'ta su tutulmaya başlandığını, baraj kapağında çatlak oluştuğunu, iki gün önce çatlak olan bölgelere kum torbaları atıldığını, ancak baraj kapağındaki çatlağın çok açıldığını ve ardından da patlamanın olduğu belirttiler. Tıpkı madenlerde ve tersanelerde yaşanan iş cinayetlerinde olduğu gibi, kapitalizmin kâr hırsı bu kez hem doğanın katledilmesine hem de işçilerin ölümüne yol açtı. Baraj inşaatında çalışan on işçinin sel suyuna kapılarak ölmesi “kaza” veya “afet” değil, iş cinayetidir! / İşçilerin Sesi-Haber
3
İşçilerin Sesi
8 MART: KADINLAR ÖZGÜR OLMAZSA… Kadınlar ve erkekler arasında yaşanan cinsiyete dayalı iş bölümü, kadınların her alanda denetlenmesi, ayrımcılığa, baskıya ve türlü türlü şiddete maruz kalması insanlık tarihi boyunca gördüğümüz evrensel bir olgu. Bugünkü kapitalizm koşullarında ise kadınlar ve erkekler arasındaki iktidar ilişkilerinin derinleşip, keskinleştiğini söyleyebiliriz. Hâlbuki tarih bize aslında, bu ezme ezilme ilişkisinin yapısının her zaman hiyerarşik olmadığını gösteriyor.
Kadınların erkeklerle eşit toplumsal statüye sahip olabilmesi ve hem kadınların hem de erkeklerin insani kapasitelerini tam olarak gerçekleştirebilmeleri için cinsler arası ayrımcılığın ortadan kalkması şarttır. Bu da ancak, kapitalizm koşullarında değil, özel mülkiyetin yol açtığı sömürü ve baskının ortadan kalkacağı, toplumun kar hırsıyla değil, insani ihtiyaçlar doğrultusunda yönetileceği bir düzenle yani sosyalizmle mümkündür.
Erkek egemenliği, tarihsel olarak kapitalizmden önce varolmuş ve kendine has dinamiklere sahip olan bir egemenlik. Ancak, erkek egemenliği, kapitalizmle birlikte ve ona çeşitli düzeylerde eklemlenerek özgül bir biçime bürünüyor. Kısaca karşılıklı bir ilişki ve etkiden söz edebiliriz. Böyle bir sistemi sadece kapitalizm olarak tanımlamak ve mücadele hattını kapitalizm ile sınırlamak doğru olmaz.
Özel mülkiyetin ortadan kaldırıldığı, kadınların ezilmesinin ekonomik temellerinin yok edildiği bir toplum, kadınların kurtuluşunun önünü açacak. Kadınların üzerinde büyük bir yük olan karşılıksız ev ve bakım emeğinin ortadan kalkması, ücretlikarşılıksız emek karşıtlığının kırılması, doğurganlık ve erkek cinselliğiyle tanımlanmış cinsellik biçiminin ötesine geçilmesi için yasal bir eşitliğin yetmediği ortada.
Değiştirip, dönüştürülmesi gereken erkek egemen kapitalist sistemdir. Diğer yandan, patriyarkalerkek egemen kapitalist sistemde kadınları ezen sadece devlet ve sermaye değil, erkeklerdir de. Erkekler, egemen toplumsal bir grubu oluştururlar: Kadınların emeğine, kimliğine, bedenine el koyarlar; kadınların bedenini, emeğini, kimliğini denetlerler. Başka bir deyişle, egemen olan toplumsal bir grubun mensupları, yani erkekler, bu egemenlikten somut, maddi ve ruhsal çıkar sağlarlar.
Çekirdek aile düzeni sürdükce, bu durum değişemez. Bu nedenlerle devrimci bir dönüşüme ihtiyaç var. Bu dönüşüm, kadınların da politik bir kolektif özne olarak ihtiyaçlarını, kaynak dağılımından toplumun düzenlenmesine kadar belirleyebildikleri sosyalizm olabilir. Ancak sosyalist devrimin gerçekleştiği SSCB örneğinde gördüğümüz gibi (ki 1917 Sovyet Anayasası, bugün için bile, kadınlar açısından son dere-
DEPREM ODAKLI DÖNÜŞÜME AZ KALDI Aysun Kısaca ‘deprem odaklı kentsel dönüşüm’ olarak bildiğimiz ‘Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun Tasarısı’, geçtiğimiz hafta meclis komisyonlarında kabul edildi. Van depremi gerekçe gösterilerek gündeme getirilen bu yasa tasarısı aracılığıyla, aslında kentlerde inşaat sektörü ile araziden sermaye üretilecek. Deprem riski altında yaşıyoruz ve yaşadığımız evler afet açısından risk taşıyor olabilir. Bu risklere karşı önlem alınması kabul edilir bir gerçektir. Ancak, itirazımız, gündemdeki yasanın sağladığı altyapının, bakanlık ve TOKİ’yi adeta ‘sıkıyönetim’ yetkileri ile donatmasıdır. Yasa, öncelikle riskli binaların tespitinin yapılmasını bekliyor. Bu aşamada, ev sahipleri, yaşadığı binanın afet riski taşıyıp taşımadığını, bu konuda çalışan lisanslı bir kuruma yaptırmalı. Eğer ev sahibi belirlenen süre içinde tespiti yaptırmazsa, devlet tarafından bu tespit yapılıyor. Devlet tarafından yaptırılacak tespitin masrafı ile ev sahipleri borçlandırılıyor. Diğer yanda ise, bahsi geçen yasa tasarısının gündemde yer almasının hemen öncesinde, belediyenin taşeron şirketlerinden birisi internet sitelerinde ‘yapılarınızı depreme karşı test ediyoruz.’ diye ilan ediyor.
Barınma Hakkı İhlali Yaşadığımız ev riskli bina olmasa da, devletin 4
belirlediği riskli alan sınırı içindeyse ‘uygulama bütünlüğü’ gerekçesiyle yıkılabilecek yasaya göre. ‘Uygulama bütünlüğü’ TOKİ için, dönüşüm yapacağı alanda aykırı olarak kalacak yapıların temizlenmesine ve boş alanda yeni mülkiyet dağıtımına imkân sağlayacaktır. ‘Evim deprem riski taşımıyor, barınma hakkım var.’ diyerek bu yasa kapsamından çıkamıyoruz yani. Bütün bir şehir, yasada açıkça belirtilmemiş, üstü örtülü pek çok gerekçe ile deprem için dönüşüme tâbi alan ilan edilebilir. Evin tahliye ve yıkımı için, içinde yaşayanlarla anlaşma yolu tercih ediliyor öncelikle. Anlaşmanın zemini, ev sahiplerine veya kiracılara geçici konut ya da kira yardımı yapılabileceği gibi belirgin olmayan bir ifadeye dayanıyor. Riskli kabul edilip yıkılacak bina için ev sahibine üç seçenek sunulacak. Birincisi, ev devlet tarafından kamulaştırılıp, bedeli ev sahibine ödenecek ve sakinler başka bir yere yerleşecek. Daha önce kentsel dönüşüm uygulamaları için yapılan kamulaştırmalarda, ödenen bedellerin yeni bir ev satın almaya hiçbir zaman yetmediğini biliyoruz. İkincisi, kişilere aradaki farkın taksitle ödenmesi koşuluyla evinin başka bir TOKİ konutu ile takas edilmesi seçeneği sunulacak. Üçüncüsü ise, yine aradaki farkın taksitle ödenmesi koşuluyla yeni yapılacak konuttan daire verilmesi şeklinde olacak. Yani yasa depreme dayanıksız evlerini yıkarak, günümüzün belirsiz ekonomik koşullarında
ce büyük kazanımlar içeriyordu) en çabuk vazgeçilen, ertelenen yine kadınların kazanımları olmuştur. Dolayısıyla sosyalizm kadın kurtuluşunun gerçekleşmesinin önünü açsa bile tek başına yeterli olmayacak. Biz devrimci marksistler olarak kadınların kurtuluşunu doğrudan sosyalizme bağlayan, “kadın sorunu sınıfsal bir sorundur” diyerek, kadınların özerk mücadelesini önemsemeyen, sınıf indirgemeci yaklaşımlarla aramıza sınır çekmeliyiz. Bir yandan da “kadın sorunu kadınların sorunudur” diyerek, kendi yapılarımız içinde cinsiyetçiliğe-heteroseksizme karşı mücadeleyi temel almayan, gelecek hayalinde, kadınların kurtuluşunun olmazsa olmaz olduğunun bilincinde olmayan yaklaşımlarla da aramıza sınır çekmeliyiz. Sol hareketin tarihi cinsiyet eşitsizliklerinden cinsel şiddet, tacize kadar bir dizi olumsuz durumu barındırmaktadır. Ancak kadınların bir cins olarak maruz kaldığı ezilme, aralarında farklılıklar olsa bile, onları bir paydada buluşturur. Bu nedenle kadınların, ezilen bir cins olarak kendi sorunları çerçevesinde bağımsız talepler ve bağımsız örgütlenmeye ihtiyacı vardır. Dolayısıyla, feminist örgütlenmeler ve kadın gruplarıyla destek ve dayanışma içinde olmak temel prensiplerimiz içinde yer almalı. / İşçilerin Sesi insanları kredi kullanmaya yöneltecek ve borçlanmasının önünü açacaktır. Riskli alan ilan edilen bölgedeki evlerin hızlı tahliyesi için yapıların elektrik, su ve doğalgaz hizmetleri kesilebilecek. Yaşam alanlarının en temel altyapı hizmetlerinde yapılacak bir kısıtlama, zorunlu tahliyeleri gündeme getirecektir.
Yargıya Başvurma Hakkı İhlali Depreme karşı risk taşıyan ve yıkılması gereken bir ev için, yargıya başvurup itiraz edilebilir. Ancak bu yasada, normal şartlarda 60 gün olan yargıya başvurma hakkı, 30 güne indiriliyor. Ayrıca, yasada net bir şekilde dava açılsa dahi, yürütmeyi durdurma kararı verilmeyeceğine yönelik düzenlemeler bulunuyor.
Direnme Hakkı İhlali Yasada, riskli yapı olarak tespit edilen yapıların tespit, tahliye ve yıkımı gibi işlemler sırasında yapılacak karşı savunma veya protestoların cezalandırılacağı ifade ediliyor. Bu düzenleme ile kentsel dönüşüm uygulamalarına karşı, örneklerini daha önce yaşadığımız barınma hakkı direnişleri için en başından önlem alınmış oluyor. Deprem odaklı kentsel dönüşüm yasası, Van’daki depremin üzerinden geçen 4 ay içinde hazırlandı ve meclis komisyonlarında kabul edildi. Deprem fırsatçılığının en açık göstergesi olan bu hızlı yasal altyapı, yaşayanlara yönelik temel hak kısıtlamaları, kimi durumlarda belirgin olmayan uygulama kararları içeriyor. Yakın bir zamanda evlerimizin risk testini yaptırmak için lisanslı kurumlarda uzun kuyruklara girmemiz istenebilir.
İşçilerin Sesi
21 ARALIK GREVİNDEN 26 ŞUBAT İSTANBUL MİTİNGİNE
KESK NEREYE GİDİYOR? Alaaddin Dinçer 21 Aralık grevini değerlendirirken, bu grevin ön hazırlığı yapılmamış ve hekimlerin, sağlık emekçilerinin hazırlıklı olduğu belli olan bir greve KESK’in eklemlenmesi olduğunu vurgulamıştık. Kuşkusuz KESK emek hareketinin en ileri sendika bölüğüdür. AKP hükümetinin saldırısının esas hedefidir. Bedel ödemiş bir sendikadır ve kamu emekçilerinin sesi ve vicdanıdır. Ancak hal böyle olmasına rağmen KESK’te ciddi bir yönetim krizi ve pusulasızlık söz konusudur. Bu bağlamda 26 Şubat günü Kadıköy'de gerçekleştirilen KESK bölge mitingi, bir değerlendirme yapmayı zorlaştıracak kadar zayıflıklar içeriyor. Miting KESK Şubeler platformu tarihinde görülmemiş kadar zayıftır. KESK Bölge Mitingleriyle karşılaştırıldığında ise, katılımcılarda önce hayret sonra da hayal kırıklığı yaratmıştır. KESK İstanbul Şubeler Platformunun aldığı miting kararının afişi, mitingden iki gün önce yayınlandı. Mitingin zayıf geçeceği anlaşıldı. Nitekim KESK’in flamaları ve şapkaları, görevlilerin elinde kaldı. Bu durum önceden görülmüş olmalı ki, İstanbul mitingi son anda genel merkezin kararıyla "bölge mitingine" dönüştürüldü. 21 Aralık grevinin ardından gerçekleşen bir mitingin katılımındaki zayıflık apaçıktır. Öte yandan birleşik mücadele ihtiyacı ortadayken, mitingin diğer emek ve
meslek örgütleriyle birlikte örgütlenmemiş olması ayrıca bir sorundur. Miting önce 4688 sayılı sendikalar yasasındaki değişiklikleri ve toplu sözleşme görüşmelerinin başlatılmamasını, ücret zamlarının belirli olmamasını protesto etmek için düşünülmüştü. KESK'e yönelik operasyonların ardından doğal olarak kimi vurgu farkları olması gerekse de, mitingin hazırlanışında, örgütlenmesinde ve KESK yöneticilerinde bir kafa karışıklığı olduğu anlaşılıyor. Basın açıklamasından farkı olmayan bir mitingin, hem de bölge mitinginin caydırıcı bir etkisi olabilir mi? "AKP faşizmi" diye ifade edilen mevcut rejimin geriletilmesi mümkün müdür? Ya da hükümete sendika yasasında geri adım attırmak, toplu sözleşmede Memur Sen'i devre dışına çıkartmak mümkün olabilir mi? KESK'e yönelik operasyonları durdurabilir mi? "Bir mitinge bu kadar anlam da yüklenmez" diyebiliriz. Kuşkusuz bir abartı olsa da bu sorular KESK'in içine düştüğü durumu anlamamızı kolaylaştırıyor. KESK yönetiminin “başarılı” saydığı 21 Aralık grevinin ardından gerçekleşen bir miting böyle mi olur? 26 Şubat mitingini değerlendirirken ister istemez 6 Nisan 2008 İstanbul Bölge mitingini hatırlıyoruz. 25 Kasım 2009 grevini ve ardından 15 Şubat 2010 İstanbul mitingini hatırlıyoruz.
4+4+4 EMEK SERMAYE ÇATIŞMASININ YENİ YÜZÜ Ömer Yıldız Geçmişinde “devşirme” olan ve bu çocuklara “iyilik” yapıldığını savunup, öğünen bir “nesil” evlerinden, yurtlarından sürülürken ölen/öldürülenlerin çocuklarını “evlatlık” alıp bunları okutup “adam” ettiğiyle öğünür. Bu “vicdan”dır sözümona. Çocukların yaşadıkları travma hiç göze görünmez. Zaten çocukturlar, anlamazlar, diye düşünülür. Oysa o kadar çok anlarlar ki travmatik bir nesil bile oluşur. Fakirliğinden sorumlu olduğunuz dilenciye elli kuruş verip vicdan rahatlatmak gibidir bu. Üstelik cennet hayalleri kurulur elli kuruşla.
lamaların yapıldığı dönemler olarak yorumlanıp “hoş görme” çabası olabilir. Tarih olarak o dönemde yapılagelen uygulamalar olduğu konusunda haklıdırlar ama pedagojik açıdan bu yıkımları yaşayan çocukların benliğine işlemiştir bu uygulamalar. Daha da vahimi “doğru” olarak yorumlanır ve tekrarı her zaman gerçekleşir. Kendisine uygulananı başkasına uygulamakta beis görmez.
Köyden kırdan ana kuzusu çocukları toplayıp eğitimde şaha kalkacağız diye anasından babasından farklı insanlar olarak yetiştirirsen sana hayır dua okunmaz. Zaman gelir birileri “beni benden ettin” der ve hesap sorar. Anlatırsın “şöyle iyiydi, böyle yararlıydı” diye. “Bu çocuklar dünya klasiklerini okudu. Vals yapıyor, duvar örüyor” dersin. Çocuğun ailesi ise “benim çocuğum bu değil, ben bana benzeyen evlat isterim” der. Der ve hesabını sorar.
Medreselerde din ağırlıklı eğitim alan bir kısım halkın çocuklarına birden bire farklı bir eğitim sistemi dayatırsan bu hayal kırıklığı dededen toruna aktarılır gider. Sotede hesap sormayı bekler. Sonra da güçlendiğinde tersine işletir çarkı. Herkesi laik gören kafaların tersine herkesi Müslüman görür. Sonra da 4+4+4 gibi bir uygulama “ampul” gibi yanar kafada. Bu bir yüzleşme değil hesaplaşmadır. “Aldım verdim ben seni yendim” diye sayarken tekerlemeyi üstte kalan ayak hakimdir. Onun dediği doğrudur. Çocuklar bunu anlar ama “intikam” hissini anlarsa yanlış yetişir. İntikamcı olursa “nesil” bozuk olur. “Kinine sahip çıkarsa” kindar olur.
Görüldüğü gibi geçmişte, yakın geçmişte bu tür “nesil” şekillendirmeleri olmuştur. Bu dönemler bireysel hakların gelişmediği, dünyada da bu tür uygu-
Tüm dünyada mesleğe yönelme en az on beş yaşlarında gerçekleşirken siz on yaşında mesleğe yöneltirseniz eğitimden anlamıyor sadece intikam alı-
Ya da Herkese Sağlık Güvenli Gelecek Platformu'nun 13-14 Mart 2008'deki iş bırakma eylem ve yürüyüşlerini hatırlıyoruz. Bu eylemler, mitingler hep bir sonraki eylemleri tetiklemiş, itici gücü olmuştu. Öyle ki, Kamu Sen ve Türk-İş'i KESK ile birlikte (hatta sosyalistlerle birlikte) eylem, grev, miting düzenlemeye zorlamıştı. Bugünkü durum nedir? KESK neredeyse tek başına miting yapmaktadır, üyelerini sürece katamamaktadır. Diğer emek bileşenlerini de sürece katma inisiyatifini kaybetmiştir. Mitingin bu derece zayıf olmasının ana nedeni, mitingin taleplerinin işyerlerine ulaştırılacak zamanının olmamasıdır. Hazırlık çalışması yapılamamış bir eylemin zayıf geçeceğini, başarısızlık olarak algılanacağını görmek zor mudur? Diğer yandan emek hareketiyle siyasi partileri birleştirme perspektifi de eksiktir. Mademki AKP “faşist” bir tehdittir, o vakit, iki kez daha fazla çabayla siyasal bileşenleri de mitinge dâhil etmek, birlikte örgütlemek gereklidir. Mitingi siyasallaştırmak sadece sloganını siyasallaştırmak demek değildir. KESK’i yeniden mücadele örgütü yapmanın yolu, işyerleri temelinde hazırlığı iyi yapılmış, planlanmış, diğer emek örgütleriyle birleşik eylemlerden geçiyor. Akis halde daralma ve gerileme devam edecektir. yorsunuz derim. On iki yıla çıkaracağız diyerek tepkileri hafifletip aslında kesintisiz eğitimi ortadan kaldırmak isterseniz belki rövanş alırsınız ama bir gün sizden de rövanş almak isterler ve benim öğrencilerim mağdur olur. Yapılan uygulamada kız çocuklarının okuyamayacağından daha çok fakir çocuklarının okuyamayacağı gerçeği var. İlk dörtten sonra sanayiye çırak olarak yönlenecek çocuklar hem yeterli eğitimi alamayacak hem de çocuk yaşta emek sömürüsünü yaşayacaklar. Önceliği “geçim” olan asgari ücretli işçinin çocuğunu okutamaması egemenlerin de umurunda olmayacak. Yaşanan durum dini eğilimlerden çok liberal öncelikli bir girişimdir. Sağlıkta dönüşüm adı altında parası olanın sağlıktan yararlanabildiği bir sistemi oluşturan hükümet eğitim alanına da liberal dönüşümün en önemli yasalarından olan kamu reformu yasa tasarısının hazırlayıcısı birini bakan olarak getirmesi bu yüzdendir. Niyetinin eğitim olmadığı konuşmalarından ve yaptıklarından belli olan bakan bu görevini tamamladığında eğitimden bahis bile açmayacaktır. Bu yüzden emekçi çocukları değil burjuvaların hizmetinde bir sistem oturtma çabaları yaşanmaktadır. Geçmişteki bazı örnekler şu an ki yönetenlerin kafasındaki düşünceyi bitiremedi. Şu an yönetenlerin uygulamaları da insanların kafalarındaki düşünceyi bitirmez. Doğrusu; eğitimcilerden alınacak görüşler doğrultusunda 2+12 sistemini kurmaktır. Bu düzenlemeyi yaparken ne kadar bilimsel ve pedagojik kurallara uygun davranırsanız fikirlerinizin yaşaması ve bir rövanş ile karşılaşması gerçekleşmez. 5
İşçilerin Sesi
ADIMIZ TAŞERON SOYADIMIZ KÖLE BİR ÖMÜR BÖYLE GEÇMEZ! N. Cemal İstanbul Üniversitesi Çapa Hastanesinden 8, Cerrahpaşa Hastanesinde ise 43 taşeron işçisi işten atıldı. Taşeron İşçileri Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği (Taş-İş-Der) temsilcileriyle görüşen İstanbul Üniversitesi Rektör Yardımcısı Kamil Adalet’in beyanına göre ise 400 taşeron işçisi daha mart ayı sonu itibariyle işten atılacak. İşten atmalara ve 400 işçinin daha işten atılacak olmasına karşı çıkan Taşİş-Der, Çapa Kampüsü Meclisi’nin de desteğiyle direniş hazırlığında. “İşten Atmalar Yasaklansın, Atılan İşçiler Geri Alınsın” şiarıyla, atılacak olan işçilere dair bilgilendirme ve uyarma çalışmalarına başlanıldı. 21.2.2012 tarihinde İstanbul Üniversitesi Çapa Hastanesi Mono Blok binası önünde bulunan parka bilgilendirme ve uyanış çadırı kuran Taş-İşDer’in asli hedef ve talebi ise “taşeron sistemine son vermek ve taşeron çalışmayı tarihe gömmek.” Çadır da bilgilendirme çalışması yapan ve 1998 yılından buyana hastabakıcı olarak çalışan Cemal BİLGİN ile sürece ve yaşadıklarına dair konuştuk:
Taşeron Sistemine Son! “1997 yılında liseden mezun oldum ve 1998 yılında Çapa Hastanesinde işe başladım. Ben işe başladığımda asistan ve uzman konumunda olanlar, doçent ve profesör oldular. Şu anda da yöneticilerimiz konumundalar. Biz ise o gün bu gündür hala taşeron sisteminde kölece çalıştırılıyoruz. Hayatımıza ve çalışma koşullarımıza dair bir gelişme olmadığı gibi, her geçen gün daha fazla hak gaspına uğruyoruz. Adımız taşeron, soyadımız köle oldu ve bu ad üstümüze yapıştı kaldı. Kendi adımızı bile unutur olduk. Öyle ki, kendi çalıştığımız hastanede bile sağlık problemi nedeni ile tedavi için başvurduğumuzda 3. sınıf insan muamelesi görüyoruz ve ‘sen taşeron işçisisin’ diyorlar. Gençliğim buralarda ve bunlarla geçti. Ama biliyoruz ki bir ömür böyle geçmez. Bu nedenle de kölelik düzenine ve taşeron sistemine son, diyoruz. Taş-İş-Der olarak da asıl hedefimiz taşeron sistemini tarihe gömmektir. Derneğimizi de bu amaçla kurduk.
İşten Atmalar A Yasaklansın,
“
A Atılan İşçiler Geri A Alınsın! Şu anki acil talebimiz ve Çapa’da kurduğumuz
çadırın amacı ise atılan işçi arkadaşlarımızın geri alınması ve atılacak olanlar listesinin durdurulmasıdır. İşten atmalar yasaklansın, atılan işçiler geri alınsın, diyoruz. Çadırımızda bu yönde bilgilendirmelerde ve uyarılarda bulunuyoruz. Çalışan arkadaşlarımız bulundukları birimlerde işten atılmakla tehdit ediliyor ve ‘o çadıra gitmeyeceksiniz’ diye uyarılıyorlar. 400 kişinin işten atılacağı o listede kimin olduğunu bilmiyoruz ve arkadaşlarımıza, ‘belki de atılma sırası sende’ diyoruz. ‘Atılmadan, kapı önüne konmadan önce önlemini al. Gel, bu işçi kıyımını birlikte önleyelim’, diyoruz.
Güvenceli İş, Güvenli Gelecek! Artık üç ayda bir taşeron ihalesi yapmaya başladılar. Ortalığı köle pazarına çevirdiler. Bu gidişle sıranın tek tek hepimize geleceğini biliyoruz. Mevcut taşeron sistemiyle, üç ayda bir işten çıkartıp yeniden alarak hiçbir kazanılmış hakkımız kalmasın istiyorlar. Bu ise, iş güvencemizin ve güvenli bir geleceğimizin olmaması anlamına geliyor. Geleceğimiz için, çoluk çocuğumuz için mücadele ediyoruz.
“
Kölelik Düzenine,
Kadrolu Çalışmak İstiyoruz!
1112 taşeron işçisi arkadaşımızın, ad ve soyadları belirtilerek asli işveren olan hastanede kadrolu olarak çalışması gerektiğini bildiren müfettiş ra-
Taşeron çalışma bir sistem sorunu ve kalıcılaştırılmak isteniyor. Yasal alt yapısı hazırlanarak, taşeron kölelik sistemi yasal ve kalıcı kılınmaya çalışılıyor. Bunu başardıklarında ise artık lehimize mahkeme kararları da, müfettiş raporları da olamayacak. Taşeron kölelik sistemi yasal hale gelecek.
6
porları var. Müfettiş raporları mahkeme kararı haline de geldi. Lehimize olan müfettiş raporları ve mahkeme kararı bile aleyhimize uygulanmaya çalışıyor. ‘Yasa dışı bir uygulamayı gideriyoruz ve mahkeme kararını uyguluyoruz’ diyen hastane yönetimi başka bir yasa dışı yola başvuruyor. ‘Artık taşeron işçi çalıştırmıyoruz’ bahanesi ile taşeronda çalışan işçi arkadaşlarımızı işten atıp, KPSS dayatması ile yerlerine başkalarını işe alıyorlar. Müfettiş raporları ve mahkeme kararı ise bizzat bu taşeron işçisi arkadaşlarımızın kadroya alınması yönündedir. Bizlerin talebi de bu, kadrolu çalışmak istiyoruz. Daimi işçi statüsünde çalışmak istiyoruz.
Hiçbir Hak Mücadele Etmeden Kazanılamaz! Derneğimizi kurmadan önce koşullarımız çok daha ağırdı. Çalışma sürelerimiz belli değildi. Fazla mesai ücreti diye bir şey yoktu. Yıllık izin haklarımız kullandırılmıyordu. Mücadele ettik ve çok yol aldık. Bütün bu haklarımızı artık kullanabiliyoruz. Müfettiş raporları ve mahkeme kararları talep ve mücadelelerimiz sonucunda oluştu. Yeterli mi? Hayır! Taşeron çalışma bir sistem sorunu ve kalıcılaştırılmak isteniyor. Yasal alt yapısı hazırlanarak, taşeron kölelik sistemi yasal ve kalıcı kılınmaya çalışılıyor. Bunu başardıklarında ise artık lehimize mahkeme kararları da, müfettiş raporları da olamayacak. Taşeron kölelik sistemi yasal hale gelecek. AKP Hükümetinin çabaları bu yöndedir. Bizim mücadelemiz ise taşeron sistemine ve kölelik düzenine karşıdır. Hiçbir hakkın mücadele etmeden kazanılamayacağını bildiğimiz kadar, kazanılmış haklarımızı korumak ve işler hale getirmek için de mücadelenin şart olduğunu biliyoruz. Kurduğumuz çadırın amacı da budur. Bütün sınıf dostlarını mücadelemize destek vermeye çağırıyoruz. Mücadelemiz mücadelenizdir diyoruz.”
İşçilerin Sesi
İSTANBUL SAĞLIK HAKKI MECLİSİ KURULDU Bir gün herkesin hasta olma olasılığı var ve sağlık hakkı mücadelesi sadece sağlık çalışanlarının mücadelesiyle sınırlı olmamalıdır. Mücadele eden sağlık çalışanları yalnız bırakılmamalıdır. İstanbul Üniversitesi Çapa Hastanesinde taşeron işçilerinin işten atılmamaları için kurulan “Bilgilendirme ve Uyanış Çadırı”nın 9. Gününde de sınıf dostlarının desteği ve yoğun bir ilgi vardı. Saat 12 - 13 arasında yapılacak olan kitlesel basın açıklamasında, kuruluşunu ilan edecek olan İstanbul Sağlık Hakkı Meclisi bileşenleri yer aldılar. Sağlık hakkı meclisinin kuruluşunu ilan etmek için Çapa’da kurulu bulunan taşeron işçilerinin çadırını seçmelerinin önemi ise tüm açıklığıyla ortadaydı. İlk konuşmayı Paşabahçe Devlet Hastanesinde işten çıkarılan ve 128 gün direndikten sonra işine geri dönen Türkan Albayrak yaptı ve “Çapa işçilerinin kararlılığını görüyorum” dedi. Ardından ise Tüm Sağlık Sen eski Genel başkanı Fevzi Gerçek’e söz verildi. Gerçek, “bir gün herkesin hasta olma olasılığı var ve sağlık hakkı mücadelesi sadece sağlık çalışanlarının mücadelesiyle sınırlı olmamalıdır. Mücadele eden sağlık çalışanları yalnız bırakılmamalıdır” dedi. SES Aksaray Şube Başkanı Ersoy Adıgüzel ise, İstanbul Sağlık Hakkı Meclisinin kuruluşu önemlidir. Tek bir işçi bile çıkartılırsa, burada kurulan bilgilendirme çadırımız direniş çadırı olacaktır. Kararlıyız” diye vurguladı. İstanbul Tabip Odası Başkanı Taner Gören İstanbul Sağlık Hakkı Meclisinin kuruluşunu ilan eden basın açıklaması metnini “Bilgilendirme ve Uyanış Çadırı” önünde okuyarak, “Genel Sağlık Sigortası yasasını çıkartan milletvekilleri ve aileleri, Anayasa Mahkemesinin üyeleri bu yasadan muaftır” diyerek, yönetenlerin halka layık gördüklerini kendilerine uygun görmediğinin çelişkisine değindi. Gören, “11 Mart 2012 günü Ankara’da toplanacak olan Türkiye Büyük Sağlık Hakkı Meclisi’ne katılmak için İstanbul’un her yanından temsilcilerimizi belirlemek üzere çalışmalarımızı bugünden itibaren başlatıyoruz. Binlerce bildiriyi dağıtarak ve yüzlerce toplantıyı gerçekleştirerek GSS’nin gerçek yüzünü, bu yasayı çıkaran AKP Hükümeti’nin gerçek niyetini göstereceğiz” dedi. Basın açıklamasının ardından Dekanlığa yürüyen taşeron işçileri, güzergâhlarını Başhekim ile öğretim üyelerinin toplantı yapacağı Kemal Atay anfisi olarak belirlediler. Anfinin bulunduğu binaya topluca ve sloganlar atarak giren işçiler toplantıya da katılmak istediler. Başhekimin toplantıda olmaması ve öğretim üyelerinden Raşit Tükel’in toplantıdan çıkarak taşeron işçilerine hitaben, “işten atılmalara karşı verdiğiniz haklı mücadelenin yanındayız” demesi havayı yumuşattı ve moral verdi. Ardından dekanlığın önünde bir basın açıklaması tapan Taş-İş-Der Başkanı Güneş Cengiz, “400 işçinin çıkartılacağı duyumunun gerçek olması halinde mücadeleyi bırakmayacak ve direnişimizi yükselteceğiz” diye vurguladı. Taşeron işçileri ve sınıf dostları tekrar çadırlarına döndüler. Eylemin ardından, “işçiler nasıl bu kadar cesaretli olabilir ki?” diye panikleyen taşeron firmanın, “öğle paydosundan geç
döndükleri” gerekçesiyle temizlik işçilerine ihtarda bulunduğu öğrenildi. İstanbul Sağlık Hakkı Meclisi kuruluşunu Ça-
pa’da yürütülen mücadelenin içinden ilan etti. “11 Mart’ta Türkiye Büyük Sağlık Hakkı Meclisi’nde buluşmak üzere” diyerek Ankara’ya çağrı yapıldı. / İşçilerin Sesi - Haber
İstanbul Tabip Odası Başkanı Taner Gören: ‘NİHAİ AMACIMIZ SAĞLIK SİSTEMİNDEN SÖMÜRÜNÜN KALDIRILMASIDIR’ Bu direniş çadırının amacı halkımıza nitelikli sağlık hizmeti sunabilmek içindir. Nitelikli sağlık hizmetinde sağlık çalışanlarının önemi büyüktür. Sağlık çalışanlarının içinde hekimler var, hemşireler var, hastabakıcılar var, röntgen teknisyeni ve tüm sağlık elemanlarından oluşan bir ekip var. Sağlık hizmeti ekip işidir. Hepsinin görevi de nitelikli sağlık hizmeti üretmektir.
Sağlıklı Bir Sağlık Hizmeti İçin Mevcut sistemle, yani insan emeğini sömüren taşeron sistemiyle sağlık hizmeti üretiliyorsa, ortaya çıkanın nitelikli bir sağlık hizmeti olduğunu söyleyemeyiz. Emeği sömürülen insanların üzerinden nitelikli bir sağlık hizmeti üretilemez. Bu gerçeğin duyurulması için buradayız ve basın açıklaması yapıyoruz. Hemşire arkadaşlarımızla, memur arkadaşlarımızla ve hekimlerimizle birlikte bu gerçeği dile getiriyoruz; emeğimiz sömürülmeden, emeğimizin hakkını alarak nitelikli ve sağlıklı bir sağlık hizmeti üretebiliriz. Bu sadece bizlerin değil, tüm halkımızın sorunudur. Bu çadırın kuruluş amacı da bunun duyurulması içindir.
Parası Olmayanlar
Sağlık Hizmetlerinden Yararlanamayacak Ben de bir hekim olarak, sağlık çalışanlarının bir parçası olarak bu mücadeleyi gönülden destekliyorum. İstanbul Tabip Odası olarak bu çadırın kurulmasını ve mücadele amacını destekliyoruz ve yanında yer alıyoruz. Herkese, kamuoyuna ve yöneticilere bunu buradan duyuruyoruz. Bu çadırdan da bu duyurulacak. Gün gelecek parası olmayanlar sağlık hizmetlerinden yararlanamayacaklar. Bizim nihai amacımız sağlık sisteminden sömürünün kaldırılmasıdır. Bu da sağlık hizmetlerinden taşeronun kaldırılması demektir. Burada emeği bulunan herkese teşekkür ediyorum ve mücadelemiz devam edecektir diyorum. 11.03.2012’de Ankara’da Büyük Sağlık Meclisi kurulacak ve yapılması gerekenler konuşulup, duyurulacak. * Çapa Hastanesi’nde kurulan çadırda yapılan konuşmadan alınmıştır. 7
İşçilerin Sesi
TOPLU İŞ İLİŞKİLERİ YASA TASARISI MECLİS’E GÖNDERİLDİ
BARAJLAR VE YASAKLAR DEVAM EDİYOR Yasa Meclis’te görüşülürken işçi sınıfının ve sendikaların sürece aktif bir biçimde müdahil olarak, olumsuzlukları gidermeleri gerekiyor. Aksi halde işçi sınıfı mücadelesinin önündeki yasal engeller varlığını sürdürecek. Necdet Seçer
Yeni yasa tasarısıyla, Sendikalar Kanunu ile Toplu Sözleşme, Grev ve Lokavt Kanunu tek bir yasa olarak birleştiriliyor. Avrupa Birliği standartlarına, Uluslar arası Çalışma Örgütü(ILO) normlarına ve uluslar arası sözleşmelere uyum sağlanması iddiasıyla gündeme getirilen Toplu İş İlişkileri Yasa Tasarısı, halen uygulanmakta olan yasalardaki yasak, kısıtlayıcı ve antidemokratik hükümlerin, neredeyse tamamını içeriyor. Sendikal barajlar, grev yasakları ve yetkili sendikanın tespiti sürecindeki olumsuzlukları aynen içinde barındırıyor. Tasarıda, sendikaların tüzüklerinde belirtilen amaçları dışında faaliyet gösteremeyecekleri belirtilerek, bir tür siyaset yasağı getiriliyor. Bu yolla, sendikalar ve işçileri sınıf siyasetinden uzak tutmak, işçi sınıfı yanlısı siyasi partilerle ilişki geliştirmeleri engellenmek isteniyor.
Ayrıca bürokratik sendikal yapıların sürmesinin alt yapısı hazırlanıyor. Üyelerden alınacak aidatlar için bir günlük ücret tutarındaki üst sınır kaldırılıyor. Sendikalara, üye aidatlarını istedikleri tutarda belirleme olanağı getiriliyor. Sendikaların, üyelerine, grev ödeneği dışında bağış ve yardım yapmaları yasaklanırken, nakit varlıklarının yüzde kırkını ticari işlere yatırma imkânı tanınıyor. Böylece, sendikaların sistemle bütünleşmeleri, sendikacıların tüccarlaşması sağlanmak isteniyor. Sendikacılar sağlama alınırken, sendika temsilcilerinin iş güvencesi İş Kanunundaki hükümlerle sınırlı kalıyor. Onların işten atılmalarını engelleyen ya da işten atılmaları halinde yeniden işe alınmaları zorunluluğu getiren bir hüküm yasa tasarısında yer almıyor. Sendika kurucusu olabilmek için o işkolunda işçi olmak, yönetime girebilmek için belirli süre-
SENDİKAL BARAJLAR KORUNUYOR Yeni yasa tasarısında, bir sendikanın toplu sözleşme imzalayabilmesi, yani sendika olarak varlığını sürdürebilmesi için, bağlı olduğu işkolunda çalışan işçilerin toplamının en az yüzde üçünü örgütlemesi gerekecek. Mevcut yasada bu oranın yüzde 10 olduğu ileri sürülerek, durumun iyileştirildiği düşünülebilir. Ancak gerçek hiç de öyle değil. Çünkü daha önce bir işkolunda çalışan toplam işçilerin sayısı, Çalışma Bakanlığı verilerine göre hesaplanıyordu. Birçok küçük ve orta boy işletme çalıştırdığı işçileri Bakanlığa ve Bölge Çalışma Müdürlüğüne bildirmiyordu. Bunun sonucu olarak, bir işkolunda çalışan işçilerin sayısı, gerçek rakamın çok altında gözüküyordu. O nedenle bir sendikanın yüzde on barajını aşması daha kolay oluyordu. Yeni uygulamaya göre, o işkolunda kaç işçinin çalıştığı, SGK’ya verilen bildirgeler esas alınarak belirleniyor. Dolayısıyla kayıt dışı çalışanlar hariç, sigortalı çalışan her işçi bu istatistiklerde yer alıyor. Böylece o işkolunda çalışan işçi sayısı artmış oluyor. Ayrıca şu anda 28 olarak tespit edilmiş olan işkolu sayısı, belirli işkolları birleştirilerek, 18’e indiriliyor. Bu da bir iş-
“
kolunda çalışan işçi sayısını arttıran ikinci bir etken oluyor. Sonuçta baraj oranı düşse de, toplam işçi sayısı arttığından, bir sendikanın toplu sözleşme imzalama yetkisi alabilmesi için örgütlemek zorunda olduğu işçi sayısı artıyor. Sendika üyeliğinde noter koşulunun kaldırılarak, üyeliğin e-devlet kanalıyla, internet vasıtasıyla gerçekleştirilecek olması, sendikaların yapay olarak üye sayılarının şişirilebilmelerini engelliyor. Tasarı, bu değişikliğe sendikalardan gelecek tepkiyi engellemek için 5 yıllık bir geçiş süreci öngörüyor. Yani, bugün toplu sözleşme imzalama yetkisi bulunan bir sendikanın, barajı aşıp aşmadığı, beş yıl boyunca sorgulanmayacak. Sendika faaliyetine eskisi gibi devam edecek. Bu şekilde, sendikaların başının üzerinde “Demokles’in Kılıcı” gibi sallanan baraj koşulunun uygulanması, beş yıl süreyle ertelenmiş oluyor. Hükümet, uygulamayı zamana yayarak, tepkileri pasifize edip, maddeyi geçirmek istiyor.
“
Aykut Özer
Toplu sözleşme imzalayabilmek için sendikalara getirilen baraj koşulu, bir 12 Eylül uygulamasıdır. 12 Eylül’den önce böyle bir sınırlama yoktu. Bu uygula-
Toplu sözleşme imzalayabilmek için sendikalara getirilen baraj koşulu, bir 12 Eylül uygulamasıdır. 12 Eylül’den önce böyle bir sınırlama yoktu. Bu uygulama, işçilerin sendika seçme özgürlüğünü kısıtlaması nedeniyle antidemokratiktir ve ILO normlarına da aykırıdır.
8
den beri işçilik yapma gibi koşullar tasarıda yer almıyor. Bu konuda daha özgürlükçü bir tutum alındığı görülüyor. Tasarıda, sendikaya üye olabilmek için 15 yaşını doldurmuş olmak yeterli görülüyor. Yine, sendikaların hesapları, sendika denetim kurulunun yanı sıra yeminli mali müşavir denetimine açılıyor. Tasarıda kimi ikincil önemdeki konularda sınırlı iyileştirilmeler gözlenirken, temel konularda, 12 Eylül askeri yönetiminin izini taşıyan yürürlükteki yasanın yasakçı, antidemokratik özü korunuyor. O nedenle bu haliyle, AB standartları ve ILO normlarının çok gerisinde kalıyor. Bu durumda, yasanın Meclis’te görüşülmesi sırasında, işçi sınıfının ve sendikaların sürece aktif bir biçimde müdahil olarak, bu olumsuzlukları gidermeleri gerekiyor. Aksi halde işçi sınıfının mücadelesi önündeki yasal engeller varlığını sürdürecek. ma, işçilerin sendika seçme özgürlüğünü kısıtlaması nedeniyle antidemokratiktir ve ILO normlarına da aykırıdır. 12 Eylül askeri cuntası bu koşulu getirirken, işçileri, sisteme entegre olmuş, büyük, bürokratik sendikalara üye olmaya mahkum ederek, sınıf mücadelesini denetim altına almayı amaçlamıştır. Böylece, işçi sınıfının küçük ama militan sendikalarda hak mücadelesi yürütmelerinin önüne geçmeyi hedeflemiştir. Bugün, bu gerçeği gizlemek isteyenler, işçilerin büyük sendikalarda toplanmasının sınıfın birliğini ve mücadelesini güçlendireceğini iddia ederek, sendikal barajları savunmaktadırlar. Ayrıca bu sayede, patronların işyerlerinde, kendi denetimlerinde sarı sendikalar kurdurmalarının önüne geçildiğini ileri sürmektedirler. Sendikal örgütlenmenin ilk yılları için bu tespit doğruydu. O nedenle burjuva siyasi iktidarlar, 1970 yılına kadar, sendikalara baraj uygulaması getirmeyi düşünmemişti. Ancak sınıf mücadelesi yükselip, işçi sınıfı bu sarı sendika zincirini kırarak militan sendikalara ya da bu sendikaları ele geçirerek militan sendikacılığa yöneldiklerinde, yani, küçük, sarı işyeri sendikaları olgusu işlemez hale geldiğinde, baraj konusunu gündeme getirdiler ve ilk uygulamasını 1970 yılında DİSK üzerinden gerçekleştirmek istediler. Ancak bu hesapları 15–16 Haziran Direnişiyle bozulunca geri adım atmak zorunda kaldılar. Baraj konusunu, bir daha ancak, 12 Eylül askeri darbesinden sonra gündeme getirip yasaya yerleştirdiler. Sonuç olarak, sendikal barajlara iki temel nedenle karşı çıkılmalıdır. Birincisi, en sıradan demokratik ilke olan, işçilerin sendika seçme özgürlüğünü kısıtladığı için buna karşı tavır alınmalıdır. İkinci olarak, patron işbirlikçisi bürokratik sendikalarda, antidemokratik işleyiş nedeniyle, işçilerin iradesinin dikkate alınmaması durumunda, buralardan kopup kendi sendikalarını kurmalarının önüne engel çıkardığından, sendikal baraj reddedilmelidir.
İşçilerin Sesi
GREV YASAKLARI SÜRÜYOR Grev yasaklarının yanı sıra, hükümete verilen, “ulusal güvenlik” ya da “halk sağlığı” gibi muğlâk nedenlerle, grevi 60 güne kadar erteleme yetkisi, tasarıda aynen yer alıyor. Daha da ileri gidilerek, hükümetin erteleme kararına, Danıştay nezdinde itiraz edebilme hakkına tasarıda yer verilmemiş. Bugün 2822 sayılı yasada yer alan grev yasakları, yeni yasa tasarısında neredeyse aynen korunuyor. Hatta bunlara yenileri eklenmiş bulunuyor. Birkaç önemsiz alanda grev yasağı kaldırılmakla birlikte, elektrik, doğal gaz, petrol üretimi, petrol rafinerisi, petrokimya tesisleri, bankacılık, şehir içi ulaşım gibi, stratejik ve olası bir grevin kapitalist sistemi kalbinden vuracağı sektörlerde yasak sürüyor. Bunların yanı sıra hava taşımacılığında garip bir uygulama getirilerek, fiili bir grev yasağı ya da üstü örtük bir grev kırıcılığı usulü hayata geçirilmek isteniyor. Tasarı, hava taşımacılığında greve çıkıldığında, işverene, sürdürmekte olduğu faaliyetinin yüzde kırkında grevi uygulatmama, faaliyetine devam etme olanağı getiriyor. Bu çerçevede, faaliyetinin yüzde kırkını aşmayacak şekilde belirli güzergâhlara uçuşu sürdürebilecek, bunun için gerekli elemanları belirleyip grev dışı bırakacak. Böylece kendisi için kârlı ya da diğer şirketlerle rekabet içinde olduğu güzergâhlarda faaliyetini sürdürerek, ticari olarak zarar görmemesi ve grevden ekonomik olarak en alt düzeyde etkilenmesi imkânı sağlanmış olacak. Grev yasaklarının yanı sıra, hükümete verilen, “ulusal güvenlik” ya da “halk sağlığı” gibi muğlâk nedenlerle, grevi 60 güne kadar erteleme yetkisi, tasarıda aynen yer alıyor. Daha da ileri gidilerek, hükümetin erteleme kararına, Danıştay nezdinde itiraz edebilme hakkına tasarıda yer verilmemiş. Yine yürürlükteki uygulama sürdürülerek, bu altmış gün içinde taraflar anlaşamazsa, toplu sözleşme Yüksek Hakem Kurulu tarafından bağıtlanıyor. Bu uygulama da fiilen grev yasağı anlamına geliyor. Kısacası, belirli alanlarda grev, yasa ile yasaklanırken, bunun dışında kalanlar için de hükümete, idari kararla fiilen yasaklama olanağı getiriliyor. İki yıl önce yapılan halk oylaması sonucu gerçekleştirilen değişiklikle, Anayasada “Hak Grevine” yer verilmesine karşın, bu konu tasarıda düzenlenmiyor. Anayasanın tanıdığı hakkın tasarıda yer almaması, siyasi iktidarın işçi hak ve özgürlükleri konusundaki samimiyetsizliğini gösteriyor. Bu durumda, işverenin daha önce imzalamış olduğu toplu sözleşmeyi uygulamaması halinde, işçilerin başvurabileceği önemli bir araç ellerinden alınmış oluyor. Burjuvazinin ve siyasi iktidarın grev ve grevciden korkusu tasarıya yansıyor. Grev yapılan işyerinin önüne baraka, kulübe ve çadır koyma yasağı sürüyor. Grev uygulanan işyerinin giriş ve çıkışlarında, en fazla dörder grev gözcüsü bulundurulabileceği gibi bir detaya bile tasarıda yer veriliyor. Tasarının tamamında olduğu gibi, grev hakkına ilişkin düzenlemelerde de AB standartları ve ILO normlarının yanına bile yaklaşılamıyor. Grev hakkına ilişkin düzenlemeler adeta bir yasaklar manzumesi oluşturuyor. O nedenle yasa tasarısının te-
mel gerekçesi, yani AB ve ILO ölçütleri ve uluslararası sözleşmelere uyma iddia ve hedefi tamamen havada kalıyor. Ülke mevzuatı ile ILO ve AB stan-
dartları arasında ortaya çıkan geniş açıyı kapatmanın, işçi sınıfının vereceği mücadeleye bağlı olduğu görülüyor. / İşçilerin Sesi
HAVACILARA ÖZEL MADDE NEDEN? Gökkuşağı Hareketi Basın Açıklamasından… Yeni yasayı Havacılık işkolu açısından değerlendirirsek, durum vahimdir. Sendikal örgütlülük yerlerde sürünüyor. Ancak bunu bile tehlike gören hükümet ve işverenler yasada değişiklik yaparak, havacılık işkoluna grev sınırlaması getirmek istiyorlar. Yeni yasa maddesi şöyle: “Hava ulaşımı alanında faaliyet gösteren işyerleri veya işletmelerde grev esnasında işveren faaliyetin yüzde kırkını sürdürebilir. Bu durumda, çalışacak işçilerin sayısı, niteliği ve çalışma yerleri, işyerinde veya işletmede çalışan işçi sayısına göre işveren tarafından belirlenir”. Madde her ne kadar “grev yasaktır” demese de, getirilen sınırlamayla fiili olarak işyerinde grev uygulamasından işçiler için başarılı bir sonuç almak neredeyse mümkün değildir.
Öte yandan Havacılık işkolu Ulaştırma Ardiye ve Antrepoculuk iş tanımlaması içerisinde birleştiriliyor. Demiryolları, Denizyolları, Havacılık ve taşımacılık gibi iş tanımlamalarından oluşturulmuş. Bunların içerisinde grev sınırlaması getirilen sadece sivil havacılık işçileridir. Bunun da nedeni açıktır: Ekonomik krizin faturasını havacılık işkolunda çalışan işçilere ödetmek, var olan haklarını ellerinden almak. 23. Dönem TİS için masa da bulunan Havaİş yönetimi büyük bir sorumluluk ile karşı karşıyadır. Çalışanların elinden grev hakkının alınması karşısında sendikanın sessizliği anlayamıyoruz. Sessiz kalmanın onaylamak demek olduğunu herkes bilir. Yeni yasadaki bu anti demokratik uygulamanın bedelini çalışanlar olarak ödemek istemiyoruz. Ödememek için elimizden geleni de yapacağız. 9
İşçilerin Sesi
KRİZ, KAPİTALİZMİN BEŞİĞİ AVRUPA’YI SALLIYOR Kapitalist kriz derinleşiyor. Tüm veriler 2012’de dünya ekonomisinin küçüleceğine işaret ediyor. Emperyalist kapitalist sistemin IMF, OECD gibi kurumlarının ekonomik görünüm raporlarında dünya ekonomisine ilişkin beklentiler gittikçe aşağı yönlü revize ediliyor. Yükselen ekonomiler olarak adlandırılan ülkelerde büyümenin yavaşlayacağı, hızlı büyüyen Çin ekonomisinin soğumaya başladığı söyleniyor. Buna bağlı olarak Avrupa ekonomisinin de küçüleceği öngörülüyor. İngiliz The Economist dergisi Euro bölgesini dünya ekonomisi üzerinde bir kara bölge olarak nitelendirirken AB’nin dağılması olasılığından söz ediyor. Dünyada ve Avrupa’da yaşanan krizin nedeni aynıdır; neo-liberal politikalar. Bunun sorumlusu ise uluslararası mali sermaye ve onun icra komitesi görevini gören hükümetlerdir. Başta Yunanistan olmak üzere Avrupa’da birçok ülkenin finans krizine yakalanması, batma noktasına gelmesinin altında uygulanan bu neo-liberal politikalar ve emperyalist sömürü ilişkileri yatmaktadır. Kapitalist emperyalizm, gelişmiş ülkelerin güçsüz, az gelişmiş ülkelere kendi iradelerini ve sömürü ilişkilerini askeri ve doğrudan siyasi müdahaleye gerek kalmadan, ekonomik yollar-finansal araçlarla dayatabildiği bir durumu ifade eder. Bu açıdan bakınca AB içinde de bir emperyalist ilişkiler zincirinin, egemenlik ilişkilerinin kurulduğu görülmektedir. Dünya ekonomisinin metropolleri ile çevresi arasında son 30 yıllık neo-liberal dönem boyunca gözlenen ilişkilerin bir benzeri son yıllarda Almanya (ve kısmen Fransa) ile çevresi arasında gerçekleşmiştir. Önce metropolden (Almanya ve Fransa) çevreye özelde de Yunanistan’a büyük boyutlu kaynak aktarılıyor. Sermaye ihraç ediliyor. Almanya ve Fransa, Yunanistan dahil az gelişmiş AB üyesi ülkeleri, bankaların elindeki finansal kaynakları uygun koşullu krediler şeklinde sunarak borçlandırıyor. Bu kaynakların bir kısmı kamu açıklarının finansmanında kullanılırken bir kısmı özel sektöre aktarılıyor. Bu kaynaklar istihdam yaratan yatırımlara yönlendirilmek yerine ithalat teşvik ediliyor. Bu dış borç-krediler ve kaynak girişlerine bağımlı, ithalata dayalı ekonomi politikaları sonucu ekonomide bir canlanma ve lakin istihdam yaratmayan bir büyüme dönemi yaşanıyor. Bu sayede bu ülkelerin halklarının yaşam seviyesi, tüketim kapasitesi kısmen korunurken kredilerden yararlanan işbirlikçi burjuva
“
bir kesim palazlanır. Fransa ve Almanya’da kredi kullandırdığı ülkelere kendi üretim kapasitesi fazlasını ihraç etme olanağı elde etmiş olur. Almanya ve Fransa çevre ülkelere mal ve sermaye ihraç ederek kendi krizini bu ülkelerin sırtına yıkar. Merkez ülkeler krizden güçlenerek çıkarken Yunanistan dahil çevre ülkeler dış kaynak girişlerinin yavaşlaması veya durması sonucu yüksek boyutlu dış açıkların sürdürülemediği, borçların çevrilemediği bir noktada krize sürüklendi.
Yunanistan’da Yaşanan Kapitalizmin İflasıdır Dış kaynak girişlerine bağlı büyüme-kriz aşamalarından oluşan çevirim ve acı reçeteler son otuz yıl içinde üçüncü dünyada ve Türkiye’de yaşananlarla büyük benzerlikler gösteriyor. Bu da kapitalist sınıfın ve uygulanan politikaların çaresizliğini ortaya koyuyor. Kapitalist sınıf istese de krizlerden kaçınamıyor. Krizler onun doğasından kaynaklanıyor. Krizlerden kaçınamayacağı için de onun kendi kapitalist emperyalist çıkarları doğrultusunda yönetmeye çalışıyor. Sistem de tehlike sadece Yunanistan’dan kaynaklanmıyor. Yunanistan’ın çökmesi durumunda birçok ülkenin varlığının bulunduğu Yunan bankalarının batışı gerçekleşecek. Bu da bölgede domino etkisi yaratacak. Yunanistan’ın borç ve finansal yükümlülüklerini yerine getirememesi demek, bu ülkeden alacaklı bankaların ki bunlar esas olarak Alman ve Fransız bankalarıdır; bu ülkeler mali sermayelerinin ve onlarla ilişkili reel sektörün krize sürüklenmesi demektir. Yunanistan’da bugün yaşanan süreç ülkenin kurtarılması değil, iflas eden kapitalizmin kurtarılması çabasıdır. Yunanistan’dan alacaklı bankaların kurtarılmasıdır. Bölgenin finansörü Almanya ve Fransa Yunanistan ve diğer zayıf halkalardan derin bir darbe yememek aksine çevreyi de kendine bağlayarak süreçten güçlenerek çıkmak için olabildiğince katı ve saldırgan davranıyor. Krize sürüklediği bu ülkelerin ekonomilerinin tekrar işler, artık değer üretir duruma gelmesi için kemerlerin sıkılmasını krizin faturasının işçi sınıfına ödetilmesini istiyor. Bunun için, alınacak sert tedbirleri acı reçeteleri uygulamak konusunda oy kaygısı ile hareket etmeyen, halka değil sadece kendisine karşı sorumlu iktidarlar istiyor. Bunun için ekonomik zor yoluyla hükümet darbesi yapmaktan, seçilmiş PASOK hükümetini iktidardan uzaklaştırmaktan çekinmiyor.
“
M. Eker
Dünyada ve Avrupa’da yaşanan krizin nedeni aynıdır; neo-liberal politikalar. Bunun sorumlusu ise uluslararası mali sermaye ve onun icra komitesi görevini gören hükümetlerdir.
10
AB’nin liderleri Yunanistan’ın ‘kurtarılması’, 130 milyar Euro’luk yeni bir ‘yardım paketinin’ önünün açılabilmesi için ağır koşullar öne sürüyor. IMF Avrupa Merkez Bankası ve Avrupa Komisyonundan oluşan troyka, özel sektör borçlarının devletleştirilmesini, ekonominin kaynaklarının borçların ödenmesine ayrılmasını kamu harcamalarının-sosyal harcamaların kısılmasını, ücretlerin düşürülmesini, atılan otuz bin işçiye ilaveten yüz elli bin memurun işten atılmasını, sendikasızlaştırılmaların esnek ve güvencesiz çalışmanın yaygınlaşmasını, özelleştirmelerin hızlandırılmasını istiyor. Kısacası Alman emperyalizmi ve mali sermayesi krizden de yararlanarak AB’yi yeniden düzenlemek Yunanistan dahil kimi çevre ülkeleri adeta sömürgeleştirmek istiyor. Avrupa ekonomisini kendi ekonomisinin uzantısı olacak Euro’nun güçlenmesini destekleyecek, dünya ekonomisi içinde diğer gelişmiş ülkelerle rekabet edecek bir emperyalist blok olarak yeniden şekillendirmek istiyor. Bunu da Avrupa işçi sınıfının sırtına basarak yapmak istiyor.
Yunan İşçi Sınıfı Yol Gösteriyor Kapitalizme ve neo-liberal politikalara, kemer sıkma programlarına karşı hem kapitalizmin merkezlerinde hem de dünya çapında tepkiler artıyor. AB üyesi ülkelere AB, IMF ve Avrupa Merkez Bankası tarafından dayatılan kemer sıkma politikaların karşı Avrupa’da işçi sınıfı mücadeleleri yükseliyor. Yunanistan’da AB troykasına ve AB kuklası hükümete ve bunlar tarafından kabul edilen kemer sıkma önlemlerine ek tasarruf tedbirlerine karşı işçi sınıfının öfkesi isyana dönüşüyor. Yunan işçi sınıfı AB ve IMF’nin dayatmalarına karşı gerçekleştirdiği eylemler; genel grevler, sokak gösterileri, işyeri işgalleri ile umudun ve direnişin simgesi haline geliyor. Euro bölgesinin maliye ve ekonomi bakanlarının Yunanistan’a dayatılan ikinci ‘kemer sıkma’ paketini onaylamak için toplandığı sırada Atina’da bu toplantıyı ve kemer sıkma politikalarını protesto eden işçi ve emekçiler geceyi sokakta geçirdi. Aynı gün Avrupa’nın birçok başkentinde Yunan işçileri ile dayanışma eylemleri gerçekleştirildi. Barcelano’da, Marsilya’da, Madrit’te, Brüksel’de ve Avrupa’nın daha birçok şehrinde sokağa çıkan kitleler ‘hepimiz Yunanız’. ‘Yunanistan’ı yağmalamayı bırakın’, ‘Yunan halkı yalnız değildir’ yazılı pankartlarla yürüdü. AB emperyalizminin ve işbirlikçi Yunan hükümetinin kemer sıkma politikalarına Yunan işçi sınıfı aynı sertlikle ve kararlılıkla cevap veriyor. Saldırıyı göğüslüyor. İşçi sınıfının kazanımlarını elinden almayı hedefleyen bu saldırılara karşı birleşik bir işçi kitle hareketinin ortaya çıkmaya başlaması AB emperyalizminin ve işbirlikçi burjuvazinin uykularını kaçırıyor. Bu saldırılar Yunan işçi sınıfına kabul ettirilebilirse sıra diğer ülkelere gelecek. Yunanistan’da başarılı olamaz, acı reçeteyi uygulayamaz, krizin faturasını işçi sınıfına ödetemezlerde aynı reçeteyi ve kemer sıkma politikalarını diğer ülkelerde uygulamaları daha da zorlaşacak. Bunu dost düşman herkes biliyor. Yunan işçi sınıfı Avrupa işçi sınıfına yol gösteriyor. Umut veriyor.
İşçilerin Sesi
KONGRE HAREKETİ NEDEN DARALTILIYOR? Seyfi Adalı
HDK Bileşenlerinin
Kongre Hareketi, kendisinden beklenen siyasal canlılığı henüz yaratamadı. Bunun nedenleri üzerinde durulmalı ve tıkanıklığın yönetimsel ve teknik yanlarından çok (ki, bunlar da önemlidir), Kongre perspektifinin algılanmasından kaynaklanan sorunlar üzerinde durmak gerekli.
Farklı Beklentileri
12 Haziran Seçimleri Milletvekili seçimlerinin ardından yapılan tüm siyasal durum değerlendirmeleri, Emek, Barış ve Demokrasi Bloku’nun başarılı olduğu yönündeydi. Blok, hem milletvekili sayısını artırmıştı hem de sosyalist solun temsilcilerini listesinden aday göstererek seçilmelerini sağlamıştı.
Kürt Özgürlük Hareketi Kuşkusuz bu başarının arkasındaki temel güç, Kürt özgürlük hareketinin ve BDP’nin güçlü kitle bağları ve estirdiği siyasi rüzgardı. AKP’nin seçim politikaları da hem Kürt seçmenlerin hem de sosyalist-sol seçmenlerin oylarını Blok etrafında birleştirmesine yol açmıştı. Seçimlerin hemen ertesinde Blok ve bileşenlerinin sevinçlerini kursaklarında bırakacak gelişmeler yaşandı. Seçilen milletvekillerinin tutukluluğu devam etti, mazbatasını alan Hatip Dicle’nin milletvekilliği düşürüldü ve ardından KCK operasyonları artarak devam etti.
Kongrenin Doğuş Koşulları Kürt özgürlük hareketinin yarattığı siyasal rüzgar, sosyalist hareketle birleşerek kendini yenileyebilirdi. Seçim Blokunun genişletilerek Kongre biçiminde örgütlenmesine dair tartışmalar, 15-16 Ekim tarihinde toplanan Kongreyle noktalandı. Kongre, Blokun seçim başarılarının egemen olduğu bir siyasal ortamda kurulmadı. Geciktiği de söylenebilir. Ancak sonuç değişmez: Kongre, AKP hükümetinin ve kapitalist sistemin sömürdüğü, ezdiği, ötekileştirdiği tüm eğilimleri birleştirmek üzere yola çıktığında, AKP hükümetinin baskı politikaları, KCK operasyonlarıyla oluşan gerici siyasal hava egemen olmuştu. Bu durum, Halkların Demokratik Kongresi’nin (HDK) kuruluş süreci tartışmalarını ve katılımı daralttı.
HDK Baştan Darlaştı Sıkışık bir zaman dilimi içinde ve seçim Bloku dışında pek az grup ve bireyi yanına alarak oluşturulan HDK, kuruluşu sırasında öne çıkan grupçu davranışlar sebebiyle içten daraldı. Kürt hareketi karşısında sosyalist solun bölünmüşlüğü ve kitle bağlarının zayıflığının yarattığı siyasal eşitsizlik, perspektif daralmasına yol açtı. Ortaya demokratik taleplerin öne çıktığı, Kürt sorunu eksenli, program ve tüzüğü olan bir Kongre çıktı ki, “ne deve ne de kuş” yaratılmış oldu. Birleşik mücadele olanakları geliştirilemediği gibi, iktidar hedefi olan bir parti de oluşmadı.
Beş Aylık A Bilanço HDK, kuruluşundan bugüne geçen 5 aya yakın süre içinde siyasal heyecan yaratamadı. Yönelişini belirleyemedi, bileşenlerinin tek tek yürüttükleri etkinlikleri Kongre çatısı altında gerçekleştirdikleri bir harekete dönüştü. Böylece ne birleşik mücadele olanağı yaratıldı ne de siyasal bir çekim merkezi ortaya çıktı.
HDK bir parti mi olacak? Seçim partisi mi olacak? Siyasal iktidarı hedefleyen, program ve tüzüğü olan bir Kongre tarifinin partiden farkı nedir? Yoksa farklı alanlarda ve farklı düzeylerde devam eden toplumsal mücadele girişimlerini birleştirip merkezileştirecek birleşik mücadele platformu; gerçek anlamda bir Kongre mi olacak? Yani, Kongre siyaseti HES’lere, suyun, sağlığın, eğitimin ticarileştirilmesine karşı mücadele eden öbekleri, demokratik hakları için mücadele eden Kürt halkının; kadınların, gençlerin mücadelesiyle ve esnek çalışmaya, kıdem tazminatının kaldırılmasına karşı mücadele eden sendikalarla ve sendikalaşma mücadelesinde yer alan işçilerle birleşmek mi olacak?
Geçici Gerileme mi? HDK, hem değişen siyasal havaya paralel olarak daraldı hem de “parti” ve “birleşik mücadele” seçeneklerinde ortaklık sağlanamamış olmanın yarattığı perspektif daralması içine girdi. Beklentiler azaldıkça, Kongreye ve her hafta düzenlenmesi istenen “Sen de Bir Ses Çıkar” eylemlerine ilgi azalmaktadır.
HDK-BDP İlişkisi BDP ve HDK ilişkileri de sağlıklı oluşmadı. BDP, HDK bileşeni olmasına rağmen, yerellerde BDP’liler Kongre Hareketinden habersiz. “HDK milletvekili” olduğunu söyleyen 4 milletvekilinin 3’ü BDP’li olması-
na rağmen, HDK iç örgütlenmesinde ve meclisinde BDP temsilcileri bulunmuyor. Dolayısıyla HDK’nın BDP’den bağımsız ve farklı bir siyasal alternatif olması sağlanabilmiş değil.
Demokratik İşleyiş ve Demokratizm HDK, ihtiyacımız olan birleşik mücadelenin adresi olmalı. Kuşkusuz yeni bir örgütlenme modeline ihtiyaç var ve bu model “örgüt ittifakı”nı aşan, kadınlara, gençlere, işçilere saflarında yer açmalı. Ancak bu yenilik basit bir tüzük tadilatıyla yapılamaz. Yapılırsa “demokratizm” ortaya çıkar ve örgütlenmeyi tıkar. Nitekim genel meclisin ve yürütmenin oluşmasında kadın, genç, brey kotaları öne çıkartılarak, işlevi olan bir genel meclis ve yürütme oluşturulması sağlanamadı. Örgütlü olmak küçümsendi. Bu da alana ve eyleme yansıdı.
Umudumuzu Kesmiyoruz... Kongre, adına uygun olarak bir parti değil. Birleşik mücadelenin zemini ve çatısı olmalı. Seçim partisi önerisi bile, Kongrenin esas hedefi olmamalı. Kongre hareketi tüm ezilen ve sömürülenlerin küçük büyük eylem ve etkinliklerini merkezileştirecek bir hareket olabilmeli. HDK, sosyal ve demokratik talepleri birleştiren; siyasetin toplumsallaşması için birleşik mücadele olanaklarını yaratan bir perspektifle, yerel meclisleri örgütleyerek yeniden ilgi odağı olabilir.
ULUDERE’Yİ UNUTMAK MÜMKÜN MÜ? Banu Paker 11-12 Şubat’ta İstanbul, Diyarbakır ve Mardin’den toplam 22 feminist kadın Şırnak Zilan Kadın Derneği’nin davetlisi olarak Uludere-Roboski ziyaretini gerçekleştirdiler. Amaçları Uludere’ye yönelik sessizliği protesto etmek, katliamın üzerinden yaklaşık 1,5 ay geçmesine rağmen, hükümetin aralarında çocukların da bulunduğu 34 Kürdün uğradıyı saldırıya kayıtsız kalmasına karşı durmaktı. Sorumluların derhal bulunup, yargılanmasını, gizli soruşturmalar yerine şeffaf bir soruşturma yapılmasını istediler. Devletin kurumlarının, hükümetin ve AKP’nin tam destek verdiği, ‘operasyon hatası’ ya da ‘hiçbir devlet kendi halkını bombalamaz’ gibi açıklamaların inandırıcı olmadığını; Kürt halkının yürüttüğü mücadeleye sadece savaş siyasetiyle cevap verildiğini ve Kürt kadınlara da savaşın en acı sonuçlarının yaşatıldığını söylediler. Bir yandan da bu ziyaretin amaçlarınından birinin de, Kürt halkı ve özel olarak Kürt kadınlarla dayanışma içinde olduklarını göstermek olduğunu vurguladılar. Ziyareti yapan kadınlar arasında ben de vardım. Üçer dörderli misafir edildiğimiz evlerde, bizi gönülden sarmalayarak ağırladılar. Aynı dili konuşamasak da yüzyüze gelebildik ve acı dolu
yaslarına ortak olmaya çalıştık. Kürt kadınları, gözlerinde donmuş yaşlarını akıtmadan kayıplarının sorumlularının bulunmasını istediler. Kadınlar başbakana öfkeliydiler: "Başbakan bir başsağlığı bile dilemedi” ,“Kan parası teklif etti”. Sorumluların saptanıp, yargılanmasını istiyorlar. Böylece biraz da olsa acıları hafifleyecek. Aslında Ortasu’dan Gülyazı ve Taşdelen köyüne kadar herkes, dedelerinin zamanından bu yana, köylerin kaçakcılık dışında başka bir iş yapamadığını, devletin de hükümetin de bu durumu bildiğini ve katliamın bilinçli bir şekilde yapıldığını biliyorlar. Nisan’a kadar bekleyecekler. Eğer istekleri yerine gelmezse, geride kalan katırlarıyla birlikte terk edecekler topraklarını. Kayıpları büyük, bu katliamda sadece çocuklarını, ağabeylerini değil, önemli bir şeylerini daha kaybetmişler. Hatice, Hazal ve diğer isimsiz katırları. “Hadi biz Kürdüz, peki, katırın Türkü, Kürdü olur mu, diye soruyorlar. Katır demek iş demek, tarla demek, fabrika demek. Kendi deyişleriyle onlar ‘kaçakcı” değil, ‘sınır ameleleri’; adına sınır denilen ve bir taşla ayrılmış öte yakada kızları, akrabaları ve yakınlarıyla hep buluşmuşlar. 11
İşçilerin Sesi
DİSK GENEL KURULU BAŞLADIĞI GİBİ BİTTİ 1978 Kongresinden buyana DİSK’te CHP egemenliği var. Abdullah Baştürk’ten Erol Ekici’ye (yeni DİSK Genel Başkanı) CHP’nin tercih ettiği sendika Genel-İş’in genel başkanları olmaları tesadüf değildir. Seyfi Adalı 14. DİSK Genel Kurulu 10-12 Şubat tarihleri arasında Beşiktaş Belediyesi’ne ait Mustafa Kemal Kültür Merkezinde gerçekleşti. Genel Kurula damgasını vuran taşeron belediye işçileri ve belediye işçilerinin sendikası Genel-İş oldu. Kongre başlamadan önce Maltepe Belediyesi taşeron işçileri basın açıklaması yaptı. Bu açıklama Genel İş 2 Nolu Şube Başkanı Nevzat Karataş’ın (aynı zamanda CHP il yöneticisi) küfürlü saldırısıyla karşılandı. Ardından kongre başladı. Sinevizyon ve Grup Yorum konserinin ardından divan seçimi yapıldı. Kongre divan başkanlığına Bank Sen eski genel başkanı Hulusi Karlı getirildi. Karlı’nın kongre boyunca beceriksiz yönetimi bir yana (salon görevlilerini –sanki varlarmış gibi- taşeron işçilerini susturmaya çağırması gibi…), CHP Genel Başkanını anons ederken “Solcu, sosyalist başkan” demiş olması bir başka siyasi gaf sayılırdı. Basitçe bir gaf değildi aslında bu. DİSK tarihi sosyalist ve solcunun birbirine karıştığı ve zeminde CHP’de eşitlenen bir kültüre alışık. Maltepe belediyesi taşeron işçilerinin CHP’li belediye başkanını protesto eden pankartları ve sloganları sebebiyle Kılıçdaroğlu bir süre konuşamadı. İşçilerin taşeronluğu ve sendikasızlaştırmayı protesto eden ıs-
rarlı sloganları “İşçinin babası Kılıçdaroğlu” sloganıyla yanıtlandı. Kongre, seçilen mekandan divan yönetimine, delege çoğunluğundan DİSK eski Genel Başkanı Süleyman Çelebi ve bir önceki dönem yönetim kurulu üyesi Musa Çam’ın CHP milletvekili olarak protokolde yer almasına kadar, CHP tarafından belirlendi. Bu hava kongre sonucunu da belirledi. Esas etkisi CHP’li belediyelerde olan Genel-İş Sendikasının genel başkanı, DİSK Genel Başkanı oldu. Kongrede taşeron işçilerine gösterilen tahammülsüzlük ve açıktan CHP savunusu sonuçta, taşeron işçilerinin örgütlenmesine önem veren ve bu doğrultuda mücadele yürüten Devrimci Sağlık İş Sendikasının Genel Başkanının (Arzu Çerkezoğlu) yönetim kurulunun dışında bırakılmasıyla sonuçlandı.
DİSK’te CHP İktidarı ve Belediyeler 1978 Kongresinden buyana DİSK’te CHP egemenliği var. Abdullah Baştürk’ten Erol Ekici’ye (yeni DİSK Genel Başkanı) CHP’nin tercih ettiği sendika Genel-İş’in genel başkanları olmaları tesadüf değildir. Genel-İş’e hakim olan siyaset anlayışı AKP karşısında CHP’den yana tavır almak şeklinde ortaya çıkı-
HEY TEKSTİL İŞÇİLERİ BİRLEŞİN! B. Umutcan
yıllık kapasitesi 25 milyon adettir.
Yıllık kapasitesi 25 milyon âdete ulaşan bir firma bir gün içinde nasıl iflas eşiğine gelebilir? Tabii ki patronlarda oyunun içinde oyunlar olduğunu biliyoruz. İşte o oyunlarında biri de İstanbul Halkalı’da bulunan Hey Tekstil’de yaşanıyor. Üç aydır maaşlarını alamayan ve aynı zamanda ücretli izne çıkarılan işçiler, izin dönüşünde, kışın ortasında toplu olarak işten atılmayla karşılaştılar. Ortalama 5–11 yılları arasında çalışan işçiler olduğunu düşündüğümüzde, işçilerin alacakları işçiler için büyük, patron için ise küçük bir meblağ olabilir. Ama patron belli ki işçilerin alacaklarını da mümkün olduğunca geciktirme yoluna gidecektir. Tarzı da bunu gösteriyor. Bunun farkında olan işçiler ise, ilk günden beri fabrikanın önünde direnişe geçtiler. Hey tekstil patronun çalışma faaliyetlerine baktığımızda hiç de işlerinin kötüye gittiğini söyleyemeyiz, tam tersine krizle birlikte sermayesini arttırarak yeni yatırımlar yaptığını gazetelerden okuyoruz.
Hey Tekstil, aynı zamanda İstanbul Sanayi Odası’nın 500 Büyük Sanayi Kuruluşu sıralamasında 2000 yılından itibaren yer almaktadır.
Hey Tekstil Nasıl Büyüyor? 1992 yılında kurulan Hey Tekstil firması İstanbul Mahmutbey’de 30.000 m2 kapalı alanda faaliyetlerini sürdürmektedir. 350’si beyaz yakalı olmak üzere 1.450 çalışanı ile örme hazır giyim üretiminde Türkiye birincisi konumundadır. Sektörde en büyük Avrupa pazarı tedarikçilerinden biri olan, yuvarlak örme, ağırlıklı olarak çocuk ve bayan alt ve üst giyim imalatı yapan Hey Tekstil’in 12
Türkiye’nin en başarılı ihracatçı firmaları sıralamasında da ilk 100 içinde yer alıyor. Aynı zamanda Hey Tekstil, dünyanın en yaygın perakende zincirlerine sahip ilk yüz markasına hizmet vermektedir” diye devam eden bir serüven. Hey Tekstil patronu işçilere düşük ücretle çalıştırmanın yanı sıra birde, aylarca ücretlerini vermeyerek de bu parayla başka yatırımlar yapıyor. İşçinin parasıyla yeni fabrikalar açan patron işine gelmediğinde işçileri keyfi bir şekilde kapı önüne koyabiliyor. İşçilerin yaşamlarını sürdürmeleri için ücretlerinin dışında hiçbir gelirlerinin olmadığı bilindiği halde, bu işçilerinin yaşamlarını nasıl sürdüreceklerine dair bir sorumluluk duymadıkları gibi, işçileri kapı önüne atabilme cesaretini kendilerinde görebiliyorlar.
Aynur Bektaş Batman’daki İşçilere de Aynı A Oyunu Oynadı Bilindiği üzere Güneydoğu Anadolu Kalkındırma Projesi adı altında AB’den ve devletten destek alınarak açılan Batman’daki Hey Tekstil’in 2008 yılında Sanayi Bakanı Zafer Çağlayan tarafından açıldı. Görüldüğü gibi Hey Tekstil patronu kendi cenahında hatırı sayılı bir konumda olduğu görülüyor. Aynı patron sadece İstanbul da işçile-
yor. CHP’nin de bir işveren olduğu göz ardı ediliyor. Genel-İş’in CHP tarafından tercih edilmiş olması, Genel-İş için AKP’li belediyelerde örgütlenmesinden daha kolay bir yol olsa da, işçilerin çıkarları açısından CHP ve AKP belediyeleri arasında fark olduğunu söylemek mümkün değil. Hatta bazı bakımlardan aksi bile söylenebilir. CHP’li belediyeler ile Genel-İş’in yürüttüğü ilişkiler hakkında eleştirilerin “bini bir para”dır. İzmir Anakent, Beşiktaş Belediyesine dair yaşananlar İşçilerin Sesi gazetesinin geçen sayısında yer aldı. CHP’li Maltepe Belediyesi taşeron işçileri işe iade talebiyle mücadelelerini sürdürüyor. Genel-İş’in CHP’li işveren karşısında izlediği politika yanlıştır. Genel-İş’in politikası işverenle sözlü anlaşmalar yoluyla sendikayı var etmek üzerine kuruludur. Sendikanın varlığı işçilerin talepleri ve hakları ekseninde ele alınmamaktadır. CHP yöneticileriyle diyalog ve işbirliği mücadelenin yerine geçmiştir. Öyle ki, sendika delegeleri arasında belediyenin şeflerine yer verilirken, Genel-İş’in siyasal çizgisi dışında bir işçinin delege olabilmesi neredeyse olanaksızdır. Özcesi, Genel-İş DİSK’te genel başkanlığı almış olması, DİSK’te CHP’nin egemenliğine son vermemiştir. rin 3 aydır maaşlarını vermediği gibi, bunu bir alışkanlık haline getiren ödüllü patron, Batman’daki fabrikada çalışan işçilerinde ücretlerini aylarca ödemiyor. Bunun için Batman Hey Tekstil işçileri 2011’in sonunda “haklarımızı verin” diyerek eylem yapmışlardı. Evet, bir yandan AKP hükümeti “ileri demokrasi” diyerek toplumu bir baskı cenderesi içine alarak sindirme yolu izlerken, bir diğer taraftan çalışma yaşamına dair saldırılarını yasallaştırarak patronların keyfi davranmalarının önündeki engelleri kaldırıyor. Sadece sendikal örgütlülüğü dağıtmıyor, toplumu kutuplaştırarak muhafazakârlaştırıyor. Sonuç olarak, Hey Tekstil patronu 4 bin civarında işçi çalıştırıyor. Bugün bu işçilerin 420 tanesini keyfi bir şekilde işten çıkarabiliyor. Bu diğer işçilerin üzerinde de bir baskı yarattığını unutmamalıyız. Bizler ya patronun bu baskılarına boyun eğeceğiz ya da buna karşın güven temelinde bir araya gelmenin yollarını bulacağız. Çünkü patrona göre “dışarıda bir sürü düşük ücrete çalışacak işçi var” düşüncesiyle işçilere baskı uygulayacak. Bugün İstanbul’daki Hey Tekstil işçilerine saldıran patron, yarın diğer işçilere de saldıracaktır. Batman işçilerine saldırdığı gibi. Bundan dolayı patron bizleri işten çıkarmadan bizler İstanbul’da atılan işçilere sahip çıkmalıyız. Onların mücadelesine vereceğimiz en ufak bir destek diğer çalışanların iş güvencesi olabilir. Hey Tekstil işçilerinin direnişini selamlıyoruz. Yaşasın Hey tekstil direnişi! Yaşasın işçilerin birleşik mücadelesi!
İşçilerin Sesi
GSS VE SAĞLIKTA ÖZELLEŞTİRME Uygulanan GSS kapsamını kısaca şu cümleyle özetleyebiliriz. Paranız oranında sağlıktan yararlanabilirsiniz, paranız yoksa, kusura bakmayın, hizmet veremeyiz. Deri Kundura Tekstil İşçileri Derneği şubat ayının ilk haftasında Genel Sağlık Sigortası ve Sağlıkta Özelleştirme başlığı altında bir etkinlik düzenledi. Etkinliğe TTB Merkez Konsey Üyesi Hüseyin Demirdizen ve İşçilerin Sesi’nden Aykut Özer katıldı. İlk söz alan Aykut Özer, GSS ve sağlıkta dönüşüm sağlık hizmetlerin kamu hizmeti olmaktan çıkartılarak piyasaya terk edildiğinin, aslında sağlıkta dönüşüm adı verilen projenin uluslararası ayaklarının olduğunu, bununda başında dünya bankası vb sermaye tekellerinin olduğunu, bu projenin Türkiye de hayata geçirilmesi AKP hükümeti tarafından yürütüldüğüne vurgu yaptı. Ardından söz TTB Merkez Konsey Üyesi Hüseyin Demirdizen’e verildi. Hüseyin Demirdizen slâytlı bir sunum yaptı. Genel olarak sağlıkta dönüşümün ardındaki ser-
maye gruplarını bulunduğunu bunlarında aslında hiçbirinin de sağlık sektörüyle yakından uzaktan ilgisinin olmadığını anlattı. Buna örnek olarak Dünya Bankası, İMF, Dünya Ticaret Örgütü bunların uluslar arası sermaye örgütleri olduğunu, türkiyede ise, sağlık sektörüyle ilgilenenlerin başta TÜSİAD, MÜSİAD, TOBB gibi. Bunların ticaret örgütleri olmasına rağmen sağlık sektörüyle ilgilendiğini anlattı. Bu ticaret örgütleri neden sağlık sektörüyle ilgilenirle diye soran Demirdizen, çünkü bugün AKP hükümetinin yürüttüğü sağlıkta dönüşüm adı verilen projenin aslında yoksul kitlelerin cebine daha fazla el atılması olarak belirtti. Demirdizen’in sunumundan önemli noktaları kısaca belirtmekte yarar var. 5510 sayılı Sosyal sigortalar ve GSS 1 Ekim 2008 de yasallaştı. Çalışanlar, emekliler ve bunların bakmakla yükümlü olduğu kişiler o gün
HEY TEKSTİL İŞÇİLERİ DİRENİŞLERİNİN 13’ÜNCÜ GÜNÜNDE ZİYARET EDİLDİ
GSS kapsamına alınmıştı. Yani otomatik olarak maaşlardan kesilmeye başlanmıştır. (1 Ekim 2008 den itibaren) Kapsama alınmayanlar ise şu an sayıları 9400 bin olan yeşil kartlılar ve herhangi bir kişi üzerinden sağlık yardımı almayan, artı işsizler, 1 Ocak 2012 itibari ile kişilerin istek ve iradesine bağlı olmaksızın zorunlu olarak GSS kapsamına alındılar. Özel sağlık sigortası olanlar da yine GSS prim ödemek zorunda. Hayır, benim özel sağlık sigortam var; istemiyorum deme hakkı yok. İlkokul ve lise okuyanlar 18, üniversite okuyanlar 25 yaşına kadar olanların primlerini devlet ödüyor. Fakat eğer üniversiteye hazırlanıyor mastır ya da doktora yapıyorsanız devlet sizi öğrenciden saymıyor. Sizden prim istiyor. Gelirim yok nasıl alınacak diye düşünüyorsanız üzülmeyin, devlet onun formülünü de bulmuş. Birey olarak sizin kazancınıza bakmıyor daha doğrusu gelire bakmıyor gidere bakıyor ve gelir testinde ailenin toplamının gelirine bakıyor. Annenin babanın kardeşin hatta ninenin gelirine bakıp size ne kadar prim ödemeniz gerektiğini belirliyor! Kişiyi birey olarak kabul gören yasa uygulamada aileyi esas alıyor.
420 HEY Tekstil işçisi, alacakları olan 3 aylık ücret ve tazminat haklarını talep eden direnişlerinin 13′üncü günündeler. İşçilerle dayanışma içinde olan birçok kurum var. DİSK Emekli Sen 3 Nolu Şube, Tekstil Sen (20 Şubat) işçileri ziyaret ederek dayanışmada bulundular. Pankartları ve sloganlarıyla dayanışmaya gelen sendikalarla birlikte Tek Gıda-İş Avrupa Yakası Şubesi, Deri, Kundura ve Tekstil İşçileri Derneği de temsilen katıldı. Hava-İş Sendikası ise, öğle yemeği desteği verdi. Yapılan konuşmaların ardından halaylar çekildi. Ses aracı sayesinde halaylarını coşkuyla yan yana gelen işçiler, fabrikanın önüne kadar
yürüyüş düzenleyerek türkülerini söylediler. 13.30′da işçilerle buluşan dayanışmacılar saat 15.30′a kadar işçilerle birlikteydiler. HEY Tekstil patronu Aynur Bektaş işyerinin içini boşaltmış durumda. İşyeri son bir yıldır işçi alacaklarını ödememek için her yolu deniyor. Alacaklılar haciz koydururken işçi alacaklarını “ödeyeceğiz” demelerine rağmen sürekli erteliyorlar. “Haziran ayına kadar bana zaman verin” diyen işverenin amacı işçileri oyalayıp alacak takibinden vazgeçmelerini ummaktır. İşçiler hukuk yoluyla haklarını takip ederken, işyeri önündeki eylemlerini de sürdürmekte kararlılar.
GSS primleri üç kademeli olarak belirlenmiş 36,106 ve 212 lira. Eğer geliriniz 295 den az ise primi devlet ödüyor. Çalışan işçiler GSS primi ödemeyecekler. Fakat dikkat etmeleri gereken şey eğer sigortaları 30 günden yatırılıyorsa sorun yok ama 30 günden az yatırılır ise yani bir ay 30 günden yatıran iş yeri ikinci ay 25 günden yatırmış ise 5 günlük GSS primi ödemek zorunda kalacak. İşçiler her ay SSK’larını kontrol etmek zorunda. Eğer dikkat etmezler ise hanelerine borç işlenirken haberi olmayan işçi borçlandırılırken bir anda devlet tarafından görevlendirilmiş icra memurlarını karşılarında görme ihtimalleri çok yüksek. Diyelim ki 11 ay düzenli GSS priminizi sağa sola borçlanarak ödediniz. 12. ay geldiğinizde GSS prim borcunuzu ödeyemediniz ve hastalandınız. Doğal olarak hastaneye gitmeniz gerekiyor. Hastanede size söylenen ilk şey, “geçmiş olsun neyiniz var” diye sormak değil, “devlete prim borcunuz var, lütfen ödeyin, yoksa sizi muayene edemeyiz” olacaktır. Devlete 1 lira dahi borcunuz olsa GSS yararlanamıyorsunuz. Hani herkes genel sağlık kapsamına alınmıştı! Kısaca uygulanan GSS kapsamını şu cümleyle özetleyebiliriz. Paran oranında sağlıktan yararlanabilirsin, paran yok ise, kusura bakmayın, hizmet veremeyiz. / İşçilerin Sesi Haber 13
İşçilerin Sesi
FABRÝKALARDAN... ÝÞYERLERÝNDEN... FABRÝKALARDAN... ÝÞYERLERÝNDEN... FABRÝKALARDAN... ÝÞYERLERÝNDEN... Gıda Tepki Gösterdik Kazandık Asgari ücrete iki aydır zam yapılmasına rağmen, patron hala bize zam vermedi. Önce birinci ay veririz, dediler. Sonra ikinci ayın 15’inde avansla birlikte zama farklarını veririz dediler, ay sonuna geldik, ses seda yok. Üstelik yüzde kaç zam alıcağımız da belli değil. Gün geçmiyor ki, patron fabrikaya yeni bir kural koymasın. Panoya bir yazı asılmış: bir saat bile izin alırsak, yarım günlük yevmiyemiz kesilecekmiş. Bazı işçiler bu yazıya tepki gösterdi, bir saat için para mı kesilir, dediler. Ustalara sezon zamanı, işler yoğun diye bir saat izin vermiyorken, şimdi di böyle yapıyorsunuz diyerek sinirlendiler. Tartışma maaş bordrolarına kadar vardı. Bazı işçiler eskiden maaşla birlikte, bordro benzeri bir kağıt verildiğini, gelinmeyen günlerin kesintilerinin, mesai saatleri ve mesai parası görülebiliyordu. Oysa şimdi, onu da vermiyor patron, dediler. Ustabaşına, işçiler olarak imza toplayıp vereceğiz, ister sen müdüre ilet, istersen biz doğrudan verelim,
dediler. Ustalar da, yanlış anlama var, ben düzelticem, demiş. İşte bu ustalar böyledir. Kendilerini bir şey sanıp, işçileri daha fazla çalıştırarak, patrona yaranmaya çalışırlar. Öyle ki, yemek paydosuna bile dönüşümlü çıkabiliyoruz. Ustalar makinaların boş kalmasını istemiyor. Geç çıkınca da bazı şeyleri örneğin salata gibi yiyemiyoruz, çünkü kalmıyor. Müdürle bu durumu konuştuk, usta bunu duyunca, idare edin, hemen müdüre neden şikayet ediyorsunuz, dedi. Biz de defalarca söyledik, dinleyen olmadı, dedik. Sonuçta biz kazandık: şimdi geç çıkan işçi için salata ayrılıyor. Küçük bir kazanım olsa da, tepkimizin karşılığını aldık, işçiler memnun. Birlikte hareket edebilirsek, daha fazla hak almak mümkün. (G. Kemerli)
Göçmen İşçiye Sağlık Hakkı Yok! AKP hükümetinin “Sağlıkta dönüşüm” programının faturası sadece işsizler ve yoksullara çıkmadı. Bir de göçmenler bu yasadan çok mağdur oldu. Bir zamanlar, hükümetler, göçmen Türk vatandaşlarımıza her zaman kapımız açık dediler, böylece
TAŞ-İŞ-DER Başkanı Güneş Cengiz:
İŞTEN ÇIKARTMALARA GEÇİT VERMEYECEĞİZ! Sağlık hizmetinin nitelikli verilebilmesi, sağlık işçilerinin güvenceli, kadrolu çalışmasıyla mümkün olabilir. Sağlık hakkını ‘maliyet hesabına’ indirgeyen başhekimlik ve ona izin veren AKP hükümeti, toplum sağlığını hiçe sayıyor. Nitelikli sağlık hizmeti bekleyenleri aldatıyor. Nitelikli sağlık hizmeti almak için Çapa ve Cerrahpaşa’ya başvuran herkes bilmelidir ki, sağlık hakkı sadece sağlık çalışanlarının, taşeron işçilerinin mücadelesine bırakılamayacak kadar önemlidir. Halkımızı sağlık hakkına sahip çıkmaya ve taşeron sistemine son vermek için mücadeleye davet ediyoruz. Sağlık alanı bir bütündür. Temizlikten, kayıt işlemine, hastabakıcısından hemşiresine, röntgen teknisyenine; laboranttan doktora, öğretim üyesine, asistana ve tıp öğrencisine tümünün ahenkli çalışması gerekli. Taşeron sistemi ise, bu bütünlüğü bozuyor. Nitelikli sağlık hakkına ulaşmayı engellediği gibi, tüm kademelerindeki emekçileri tehdit ediyor. Haklarına saldırıyor. Çalışma Bakanlığı İş Müfettişleri’nin 2008 yılında yaptığı değerlendirmenin raporu ‘sağlıkta taşeron işçi çalıştırmayı muvazaalı’ bulmuştur. Bu rapora taşeron firmalar derhal itiraz edip dava açsa da, açılan davaların sonucunda da muvazaa kabul edilmiştir. Taşeron firmalar haksız bulunmuştur. Bakanlığın ikinci müfettiş raporuyla birlikte 1112 işçinin iş ilişkisinin ‘muvazaalı’ olduğu kesinleşmiştir. İşverene, İstanbul Üniversitesi yö14
netimine ve başhekimliğe ‘taşeron işçilerinin derhal kadroya alması gerektiği’ yönünde karar bildirilmiştir. Aralık 2011’den beri de bu karar başhekimlik tarafından uygulanmamaktadır. Mahkeme kararı uygulanmayarak açıkça suç işlenmektedir. Taşeron işçilerinin kazandıkları bu hakkın başhekimlik ve üniversite tarafından uygulanması için, sınıf dayanışmasına ihtiyacımız var. Hastane ve üniversite bünyesinde işçi, memur, öğretim üye-
Bulgaristan’dan bir çok göçmen Türkiye’ye geldi. Ancak, konuştuğunuz her göçmen işçi size şunu söylecek: zor şartlarda, uzun süre oturum almadan çalıştık. Seneler sonra, oturma izni alabildik ve sigortalı çalışabildik. O dönem, eşinin ya da çocuğunun üzerinden sigortalı olan birisi, sağlık hizmeti alabiliyordu. Yeni yasaya göre, bakmakta olduğun kişiye sorun çıkarabiliyorlar. Örneğin hastaneye gittiğinizde, “siz çocuğunuz üzerinden sigortalısınız ama, o sizden iki yıl önce gelmiş, sizin o tarihte oturma izniniz olmadığı için, sağlık hakkından yararnamazsınız, diyorlar. Böylece bir kanser hastası kadını geri göndermişler. Hastane, SSK’ye SSK da Bulgaristan’a evrek için gönderiyor. Hasta için ölüm kalım durumu olduğunu bir düşünün! Nasıl evrak getirmenin peşine düşecek! Kısaca, “paran varsa sağlık al, yoksa öl” diyor bu devlet. AKP hükümeti de zengini kayırıp, yoksulun ölmesine el veriyor. Böyle durumlardan ders çıkarıp, hiçbir düzen partisine oy vermemeliyiz. (A. Altın) si, asistan, öğrenci birlik olursak mahkeme kararının uygulanmasını üniversiteye ve başhekimliğe kabul ettirebiliriz. Bu yasadışı gidişe, hep birlikte dur diyebiliriz. Taşeron İşçileri Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği (Taş-İş-Der) ve Çapa Sağlık Meclisi olarak; bu mecliste yer alan öğretim üyeleri, doktorlar, asistanlar, memurlar, tıp öğrencileriyle birlikte ‘Bilgilendirme Çadırı’ kurarak uğramış olduğumuz haksızlıkları kamuoyuna açıklayacağız. İşten çıkartmalara geçit vermeyeceğiz. Direneceğiz. * Çapa Hastanesinde kurulan çadırda yapılan konuşmadan alınmıştır.
İşçilerin Sesi
HARİBO İŞVERENİ TEK GIDA-İŞ YÖNETİMİNDEN DESTEK ALIYOR 15 Şubat günü Tek Gıda-İş Avrupa Yakası Şubesine bağlı HARİBO şekerleme fabrikası işçilerini ziyaret etmek ve devam eden TİS görüşmeleri hakkında değerlendirme yapmak üzere iş yerine giden şube başkanı işyerine alınmadı. Fabrika yönetimi Tek Gıda-İş Genel Merkezinin talebi üzerine işyerine alınmadığını söyledi. Böyle bir engel çıkartmak yasal olarak suç. Ancak sendika genel merkezi ve HARİBO işvereni aralarında yaptıkları yasa dışı işbirliğiyle yasal şube başkanını işyerine almamayı sağladı. Sendika genel merkezi şube başkanını işyerine aldırmamak için devam eden toplu sözleşme görüşmelerinden birini aynı güne denk getirerek, şube başkanının işyerine girişini engelledi. Bu durum üzerine aynı gün saat 14.30′ta başlayan ve 15.25′e kadar süren (yaklaşık bir saat) vardiya değişimi sırasında fabrika kapısının dışında ses aracıyla protesto eylemi yapıldı. Şube başkanının yaptığı açıklamada, 16 Şubat günü Alman Konsolosluğunun önünde açıklamaya yapılacağı duyuruldu.
Söylendiği gibi Alman Konsolosluğunun önünde bir Alman firması olan HARİBO şekerleme patronu protesto edildi; konuyla ilgili bilgilendirme ise, Alman Konsolosluğuna iletildi.
İlginç olan, basın açıklaması sembolik yapılmış olsa da güvenlik şube ve sendikalar masasından onlarca polis açıklamayı izlemesiydi. / İşçilerin Sesi Haber
TEKEL İŞÇİLERİ YARGILANIYOR! 1 Mayıs 2010 mitingi kürsüsünden söz hakkını kullanan işçilerin yargılandığı davanın ikinci duruşması yapıldı. Duruşma öcesinde Umut Yeşerendedir Emek Kolektifi ile Pir Sultan Abdal Derneği İstanbul Şubeleri bir basın açıklaması yaptılar. TEKEL işçilerinden Metin Arslan ilk savunmasını yaptı. İddiaları reddetti. Kendisinin de temsilci ve delege olduğunu bu nedenle sendikal faaliyeti engellemek gibi bir suçlamayı kabul etmediğini, 2010 1 Mayıs mitinginde kürsüde görevli olarak bulunduğunu, olayları göremediğini, polis ve televizyon kayıtlarında kendisini bulunmadığını, polis ve korumaların da kendisi aleyhine ifade vermediğini, suçlu bulunsa bile ceza erteleme talebi olmadığnı söyledi. Mahkeme heyeti kasetlerinin izlenmesi için 6 Nisan'da toplanacak. Gelecek duruşma 14 Eylül'de yapılacak. / İşçilerin Sesi Haber
ELVAN İŞÇİSİ KALDIĞI YERDEN YOLA DEVAM EDECEK Elvan işçileri Ağustos ayında Tek Gıda-İş sendikasına üye olmaya başlamalarından bir süre sonra işten atılmalar başladı. Bu atılmaların nedeni Elvan patronunun sendika düşmanlığıydı. 80′e yakın işçi atıldı ve bunların 43′ü işe iade davası açtı. Aynı süre içinde Tek Gıda-İş Genel Kurulu oldu. Genel merkez kongresinde işçileri örgütleyen sendika şube başkanı (Avrupa Yakası Şubesi), genel merkezin tepkisini çekti ve şubeyi tasfiye etmek üzere akıl almaz yollara başvurdu. Genel Merkez şube başkanını görevden aldı ancak mahkeme kararı bu yasa dışı kararı bozdu. Genel merkez mahkeme kararına itiraz etti mahkeme bu itirazı da kabul etmeyince şube başkanı görevinin başına döndü. Böylece mücadelenin kaldığı yerden yeniden yürütülmesi için işçilerle birlikte karar alarak, 25 Şubat günü için basın açıklaması yaptılar. Mücadelelerini kaldığı yerden sürdüreceklerini ifade ettiler. / İşçilerin Sesi Haber 15
HAYRETTİN EREN VE GÖZALTINDA KAYIPLAR N. Cemal Gazeteci Faruk Eren, gözaltında polis tarafından kaybedilen Hayrettin Eren’in kardeşi. Cumartesi Anneleri’nin Galatasaray Lisesi önündeki oturma eylemlerinin 361. haftasında görüştük, dünü ve bugünü konuştuk: “Abim Hayrettin Eren 1954 doğumlu ve 1970’li yılların sosyalist gençlerinden biriydi. 1978’de polisçe aranmaya başladı. 12 Eylül darbesinden sonra, 21 Kasım 1980’de gözaltına alındı. Bir yoldaşıyla buluşmaya gidiyor. Giderken kullandığı araba babama ait. Gittiği yere polisçe karakol kurulduğu için Saraçhane’de gözaltına alınıyor. Önce Karagümrük Karakolu’na götürülüyor. Yakalandığını birkaç gün sonra duyduk. Aktif bir militan ve 1978’den itibaren aranıyor olmasından dolayı kendisini zaten her gün göremezdik. O nedenle de ailemiz yoğun polis baskısı altında kaldı, terörize edildi. Ev baskınlarında babamı dövdüler. Beş vakit namazında olan annem tartaklandı. Namaz seccadesini çiğneyip tekmelediler, ‘Moskof uşağının namazı kabul olmaz’ diye hırpaladılar. Bizim 1978’den itibaren yaşadıklarımız, 12 Eylül sonrasında yaygınlaşan, daha sonra da Kürt illerinde uygulanacak olan türden baskılardı. Baskınlar nedeniyle evi taşıdık. Polisi evi bilmiyordu. Taşındıktan sonra abim ara sıra eve gelir oldu. 12 Eylül’ün sürek avı başladı. Abimin yakalandığını duyunca annemle ablam Karagümrük Karakolu’na gittiler. Gözaltı defterinde abimin adını görmüşler. Daha sonra, o dönemin Siyasi Şubesi olan Gayrettepe’ye göndermişler. Annem Gayrettepe’ye gidiyor ve polisler ‘burada öyle birisi yok’ diyorlar. Annem Gayrettepe Emniyet Müdürlüğü’nün bahçesinde bizim arabayı görüyor, ‘oğlum burada bu da bizim arabamız’ diyor. Tartaklayarak dışarıya atıyorlar. Tekrar Karagümrük Karakolu’na gidiyor ve gözaltı defterinden o sayfanın yırtılıp atıldığını görüyor. O süreçte ben de aranıyordum ve abimi arayıp sormaya gidemiyordum. Annem yeniden Gayrettepe’ye geldiğinde arabamızın emniyet müdürlüğünün bahçesinden kaldırıldığını görüyor. Gözaltı süresi o dönem 45 gündü ve savcılıkça 45’er günlük ek uzatmalar yapılıyordu. Abimin alındığı operasyon 6 kişilikti. Diğerleri emniyetten cezaevine gönderildiğinde kendileriyle görüşüp sorduk. Emniyet müdürlüğünde birlikte olduklarını söylediler. Dev-Sol operasyonlarında alınanlar, gruplar halinde ana davayla birleştirilerek yargılanırdı. Abimin operasyonunda alınan 6 kişiye bu uygulanmadı ve hemen başka bir dava açarak yargılamaya başlandılar. Olayı bir an evvel kapatmak istiyorlardı. Arkadaşları, ‘Bu davanın asli faili Hayrettin Eren’dir ve emniyette bizimle birlikte sorgudaydı. Onu da yanımıza getirin’ diyen dilekçeler yazdılar. Dikkate alınmadı. Birkaç ay içinde de davayı bitirip İstanbul’dan yolladılar. Bu da abimin öldürüldüğünün bir başka delaletiydi. Annem ve babam,
Milli Güvenli Konseyi (MGK) de dahil birçok yere dilekçeyle başvurdu. Diyanet İşleri’ne bile, ‘bu Müslümanlığa sığar mı?’ diye dilekçe verdiler. Bir tek MGK’dan cevap geldi, ‘Hayrettin Eren gözaltına alınmamıştır ve aranmaktadır’ dediler. 1982’de ben alındım ve mahkemelerde dile getirdim. Tabi ki yine dikkate alınmadı.1986’da tahliye oldum ve abimle ilgili uğraşmaya başladım. Yeni Gündem ve Nokta Dergileri haber yaptılar. ‘Gözaltında Kayıplar’ diye bir kitap yayımlandı. Bu arada Arjantin ve Şili ile ilgili gözaltında kayıpların haberleri de duyulmaya başladı. Yalnız olmadığımızı ve bizim gibi birçok kayıp yakını olduğunu gördük. Cemil Kırbayır tam 12 Eylül günü kaybedilmişti. Diğerlerini öğrendik. Artık kaderlerimiz birleşmişti. Suç duyurusunda bulunduk, işleme koyulmadı. Savcı, ablamla beni çağırdı ve ‘ben bu davayı açarsam biterim’ dedi. Bize çay ikram etti, ‘yaparlar, bunlar işkenceci’ vs dedi. Sonra bana dönerek, ‘sen örgüte bir sorsan, belki yurt dışına göndermişlerdir’ dedi. ‘Örgütle benim ne alakam var ki’ dedim. Tutuklu yakınları mücadeleler verdi. O süreçten de iki dernek çıktı; Tutuklu Hükümlü Aileleri Yardımlaşma Derneği (TAYAD) ve İnsan Hakları Derneği (İHD). Annem ikisinin kuruluşunda da yer aldı. Ben İHD Kayıplar Komisyonu’nda yer aldım. Süreç sertleşti ve 12 Eylül sürecinden daha fazla insan kaybedilmeye başlanıldı. Yargısız infazlar arttı. Ben o zaman da gazetecilik yapıyordum ama gazetelerde haber olarak bile yer almıyordu. İstanbul, Ankara, İzmir’de sosyalistler infaz ediliyor ve kaybediliyordu. Hüseyin Toraman: 1991, Kenan Bilgin:1994, Hasan Ocak: 1995. Olağanüstü Hal Bölgesi’nde, Kürt illerinde yargısız infaz ve gözaltında kaybetmeler Kürt aydınlarıyla sınırlı olmayıp, halk içindeki sıradan insanlara kadar yayılmıştı. Kayıp sayısının düşündüğümüzden kat kat fazla olduğunu sonradan görebildik. Hasan Ocak, genç bir sosyalist olarak 21 Mart 1995’te Gazi olaylarında gözaltına alındı. Öldürülerek kaybedildi. Ailesi ve arkadaşları inanılmaz bir mücadele verdiler. 55 gün süren mücadeleden sonuç alındı ve ağır işkencelere uğrayan cansız bedeni Beykoz taraflarında bulundu. Mücadele daha da yoğunlaştı ve 27 Mayıs 1995 tarihinde Galatasaray Lisesi önü eylemi başlatıldı. Esin kaynağı -Plaza de Mayo- Arjantin anneleriydi. İlk oturma eylemleri gözaltına alınmalarla sonuçlandı. Alıp, aynı gün bırakıyorlardı. Annelerin eylemi olması dikkatleri çekmeye başlanmıştı. Aydınlar destek sundu. Sezen Aksu, Cumartesi Anneleri’ne şarkı besteledi. Haberlerde yer almaya başladı. İlgi artınca saldırılar da arttı. 1996 Habitat toplantıları sırasında saldırıyı artırdılar ve İstanbul’a gelen yabancı konukların bu durumu görmesini istemediler. Altı yüz kişiyi döve döve gözaltına aldılar. İki buçuk yıl, 30 hafta boyunca terör estirdiler ve Cumartesi Anneleri’ne
oturma eylemi yaptırmadılar. Cumartesi Anneleri’nin o süreçteki eylemlerinde iki bin kişi gözaltına alındı. Kendim de çok dayak yedim ama annemin -annelerin- dayak yemesi bir felaketti. 200. haftada alınan kararla eyleme ara verildi ve 2010’a kadar yapılmadı. Bu arada da hukuk mücadelesine yoğunlaşıldı. AİHM davaları gündeme geldi. ‘Ergenokon’ süreci ile birlikte Cumartesi Anneleri oturma eylemlerine yeniden başladılar. ‘Ergenekon’ denilen davada adı geçen asker ve polisler kayıp yakınlarının bildiği isimlerdi ve çocuklarının failleriydi. Abdülkadir Aygan gibi itirafçıların açıklamaları, ‘öldürdük ve şuralara gömdük’ yönündeki ifadeler 2010 yılı başında oturma eylemi sürecini yeniden başlatmış oldu. 300. hafta büyük yankı yaptı ve basında yer aldı. Abim Hayrettin Eren’in kaybedilişinin yıldönümü etkili oldu. Annem gazete ve televizyon röportajlarında yer aldı. Pazar esnafı bile annemi görünce, ‘Cumartesi Annesi’ diye hitap ediyordu. Bu şekilde referandum sürecine kadar gelindi. Tayyip Erdoğan’ın, ‘Cumartesi Anneleri’ni kullanıyorlar’ gibi tepki çeken sözleri vardı. Referandum öncesinde Erdoğan bizi Dolmabahçe ofisine çağırdı. Annem ve Berfo teyzeyle birlikte 15 kayıp yakını görüşmeye gittiler. Komisyon kurulması gündeme geldi. AKP döneminde kaybedilen Tolga Baykal Ceylan’ın üzerinde özellikle duruldu. Tek kişilik komisyonun üyesi Zafer Üskül oldu. Berfo ananın da etkisi ile ‘Cemil Kırbayır’ı devlet öldürdü’ açıklaması geldi. Mezarının yeri falan da açıklanmadı. Yine de iki buçuk yıl ara verilmesinin ardından bile, mücadeleyle yoluyla bir sonuç alınabileceği görülmüş oldu. Referandum sonrasında topluca bir dava başvurusunda bulunduk. Oturma eylemleri sürüyor ve bugün 361. kez oturma eylemi yapılıyor. Erdoğan’la görüşme yapan annelerimiz yeni bir ziyarete daha hazırlanıyorlar. Kürt illerinde kaybedilenlerin mezarları bulunuyor. Aileler evlatlarının kafataslarını topluyorlar. Gömüyorlar. Bu arada biz de babamı kaybettik.”
İşçilerin Kurtuluşu Kendi Eseri Olacaktır İşçilerin Sesi - Aylık Süreli Siyasi Yayın Tarih: Mart 2012 Sayı: 14 Baskı: Yön Matbaacılık Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi B Blok No: 366 Topkapı-İstanbul Tel: 0212 544 66 34 Sahibi ve Yazıişleri Sorumlusu: Canan Mengüloğul (İS Yayınevi) Adres: Fetihtepe Mah. Fatih Sultan Cad. No: 149 D: 13 Okmeydanı-Beyoğlu/İstanbul E-mail: iscilerinsesi@gmail.com Kadıköy Bürosu: Söğütlüçeşme Cad. Korular İş Hanı No:48 Kadıköy/İST. İzmir Bürosu: 853. Sokak No: 29/228 Konak/İzmir