İşçilerin Sesi Şubat 2012

Page 1

Sayý: 13 Şubat 2012

ISSN: 2146-2151 1,5 TL

SENDİKAL HAK VE ÖZGÜRLÜKLER KURTLAR SOFRASINDA! SAĞLIK HAKTIR HARACA BAĞLANAMAZ!

12 Eylül Sendikal Yasaklarla Sürüyor!

2

AKP İktidarı Haklarımıza El Koyuyor

“Katil Devlet” Hesap Vermiyor!

3

Suriye: Bir Koyundan Birkaç Post Çıkarmak

10

Diyarbakır İçkale’de JİTEM Kazısı: Kemiklerin Tarihe Tanıklığı

5

Biz Karşı Çıkarsak “Kıdem Tazminatı Fonu, Kıdem Tazminatının Sonu” Olmayacak!

12

Bir Kent Kimindir?

6

Fabrikalardan... İşyerlerinden... Fabrikalardan... İşyerlerinden...

Sendikal Bürokrasiye ve Milliyetçiliğe Karşı Tutarlı Bir Mücadele Gerekli

7

Uludere-Roboski Katliamı

8-9

14-15 16


İşçilerin Sesi

12 EYLÜL SENDİKAL YASAKLARLA SÜRÜYOR! DİSK'i tasfiye kararı alındı: Hrant’ta örgüt bulamayan savcılar 6 bin BDP’liyi KCK’dan tutukluyor! Sermayenin ve AKP hükümetinin aralıksız yorlar. süren saldırılarına karşı birlikte örgütlenme AKP hükümeti, dün, sağlık alanında ulaşıve mücadele etmeye daha çok ihtiyacımızın labilir ve nitelikli sağlık hizmeti alabilmek için olduğu günleri yaşıyoruz. “nüfus cüzdanı” yetecek diyordu. Sekiz yıl Uludere Katliamı, Kürt halkına yönelik sonra, Aile Hekimine gidip reçete yazdıranulusal ve uluslararası bir planın çerçevesi dan bile 3 lira alınacak; sonraki her adımda içinde korkutma, sindirme, ezme politikala- para vermeden bir sonraki hizmeti alma olarından toplu imhaya varan bir çizginin somut nağı kapanacak. Olan şudur: Hükümet bubir ifadesi olmuştu. Diyarbakır JİTEM saha- gün bize kısaca “ paran kadar sağlık sistemi” sında yapılan arkeoloji kazılarından çıkan ve diyor. sayısı henüz kesinleşmemiş kafatasları, ke12 Eylül askeri darbesini hakkında iddiamiklerle aynı adresi işaret ediyor. name hazırlayan savcılar, iki generali yargılaYoksullara ve işçi sınıfına yönelik saldırı- maya hazırlarken, çalışma hayatında 12 Eylül ların örneklerinden biri olan Genel Sağlık Si- devam ediyor. Tayyip Erdoğan her fırsatta gortasının zorunlu prim ödeme dayatması 1 sendikacıları suçlarken, “özel sektörde örOcak'tan itibaren yürürlükte, sendikaların gütlenmiyorlar, ellerinden mi tutuyoruz” ditoplusözleşme yetkilerini düşüren yasa Mec- yerek iki genel kurul önce Türk-İş’e sesleliste. Kıdem Tazminatı hakkının sonunu geti- nirken, 12 Eylül rejiminin dayattığı anti derecek düzenlemeler, kiralık işçi büroları uy- mokratik sendikal yasaların özünü koruyor. gulamaları vb. bir dizi yeni saldırının ifadesi. İşkolu ve işyeri barajlarının devamına onay veren yeni yasalar çıkartarak, başta DİSK olHrant Dink davasında, “örgüt” bulama- mak üzere sendikaların faaliyetlerine son veyan savcılar, gazeteci Ahmet Şık’ı örgüt üye- recek engelleri korumaya devam ediyor. Nisi iddiasıyla yargılıyor. İzmir’de DİSK Genel- tekim Mecliste olan Toplu İş İlişkilerine Daİş üyesi tutuklu sendikacıların “ihaleye fesat ir Kanun Tasarısı, özgür sendikal örgütlenkarıştırmak” için örgüt kurdukları iddia edi- me ve toplu sözleşmenin önündeki engelleri liyor. Ahmet Şık polis örgütü içindeki Fetul- koruyor. Yalnızca DİSK’i hedef alıyor. Barajlah Gülen örgütlenmesini deşifre etmişti. ları kaldırmayarak, sendikaların toplusözleşSendikacılar ise, taşeron çalışma ihalesinin me imzalayarak, örnek oluşturup sendikasız iptal edilmesi için mücadele yürütüyorlardı. işçileri üye yapma olanaklarını engellemeye devam ediyor. Tayyip Erdoğan ve AKP hükümeti Kürt halkının haklarını tanıyacağız, JİTEM’in üstüSermayenin hükümet eliyle izlediği sosne gideceğiz, derken bir yandan da Ulude- yal politikada son derece “uzman” bir taktik re’de katliam emrini verenleri korumakta, var: Önce olumsuz olanı ifade edip, geçmişi istihbaratı ve uygulamayı gerçekleştirenleri suçlamakta; Alevilerin, Kürtlerin, işçilerin, açıklamıyorlar. 1990’larda faili meçhulleri yoksulların mağduriyetini en açık dille ifade kabul ederken, 6 bine yakın BDP yöneticisi, eder görünmekte. Bu çerçevede Dersim belediye meclis üyesi, belediye başkanı, baş- Katliamının sorumlularını bulmadan, Kürtlekan yardımcısını tutukladığından söz etmi- rin kimlik haklarını tanımadan, sağlık hakkına

İşçi sınıfının enternasyonalist ve komünist siyaseti, işçi sınıfı ve Kürt düşmanlığına karşı üçüncü bir politikayı inşa etmeli; işçi sınıfıyla Kürt halkının mücadelesini sermayeye ve emperyalizme karşı birleştirmenin yollarını aramalıdır.

2

parasız herkes ulaşamadan, alay edercesine mağdurların yüreğine su serper konuşmalar yapmanın anlamı nedir? Aslında AKP, yeniyi temsil etme iddiasıyla ortaya çıkarak ABD emperyalizminin ve sermayenin çıkarları neyi gerektiriyorsa onu Kürt halkına ve emekçi sınıflara dayatmaktadır. Bu nedenle, bugün DİSK’i ve BDP’yi birlikte savunma zamanı. Uludere Katliamına ve GSS’ye birlikte karşı çıkma zamanı. İşçi sınıfının haklarını ve çıkarlarını Kürt halkının demokratik haklarıyla birlikte talep etme ve savunma; birlikte mücadeleyi örgütleme ve yürütme zamanı. Kışı bahara çevirecek olan birleşik mücadeledir; görevimiz de birleşik bir mücadeleyi örgütlemektir. Bilinçli işçiler, “kıdem tazminatı başka Kürt sorunu başka” demeden; her ikisinin kaynağında ulusal ve uluslararası sermayenin, AKP hükümetinin, geleneksel Türkiye devletinin tekçi, inkarcı ve sömürücü politikalarını açığa çıkartarak saldırıları geri püskürtebilir. Burjuvazi ve AKP hem işçi sınıfına ve yoksullara hem de Kürt halkına bir arada vurmaktadır. Bu gücü de işçi sınıfıyla Kürt halkı arasında yaratılmak istenen ayrılıktan almaktadır. Bu ayrılıkta milliyetçilik kadar sosyal demokrasinin Kürt halkına yönelik politikalarında şovenist, inkârcı geleneksel devlet çizgisini devam ettirmesi vardır ki, CHP’yi MHP’ye yaklaştırmaktadır. İşçi sınıfının enternasyonalist ve komünist siyaseti, işçi sınıfı ve Kürt düşmanlığına karşı üçüncü bir politikayı inşa etmeli; işçi sınıfıyla Kürt halkının mücadelesini sermayeye ve emperyalizme karşı birleştirmenin yollarını aramalıdır. İşçi sınıfı arasında her seviyede örgütlenmesini yayıp derinleştirirken, birlikte mücadele olanaklarını da değerlendirmelidir. Halkların Demokratik Kongresi, bunun için fırsatlardan biridir. Sermayeye ve AKP hükümetine karşı son kararı verecek olan, işçi sınıfının, emekçilerin ve yoksulların birleşik siyasal gücü, iradesi ve mücadelesi olacaktır.


İşçilerin Sesi

“KATİL DEVLET” HESAP VERMİYOR! Ermeni meselesi söz konusu olduğunda, inkârcı mantık ve ırkçı nefret söylemi, devletin her kesimine ve tüm kadrolarına egemendir. Hrant’ın katilini üreten ve cinayetin adım adım gerçekleşmesini yaratan, tam da bu gerçekliktir. Aykut Özer Hrant Dink cinayeti davasında, beş yıl boyunca, “havanda su dövüldü” ve sonuçta sadece iki tetikçi cinayetten sorumlu tutularak cezalandırıldı. Olayla ilişkisi olan polis muhbiri, beraat ettirilerek cezaevinden salıverildi. Hrant Dink’i İstanbul Valiliğine çağırarak tehdit eden Vali Yardımcısı ve MİT görevlileri, cinayet planından haberdar olmalarına karşın hiçbir önlem almayan ve “geliyorum” diyen cinayeti engellemeyen jandarma ve emniyet yetkilileri hakkında hiçbir işlem yapılmadı. Hükümet bunların hakkında soruşturma izni bile vermedi. Olay yeri kamera kayıtları ve iletişim bilgileri mahkemeye ya gönderilmedi ya da muhtemelen üzerlerinde oynandıktan sonra, çok geç gönderildi. Bütün yargı süreci, asli faillere ulaşılmasının engellenmesi ve devletin olaydaki sorumluluğunun gizlenmesi üzerine inşa edildi. Bu gerçek bilindiğinden, mahkemenin kararı kamuoyu vicdanını tatmin etmedi, toplumun önemli bir kesiminin tepkisine yol açtı. Yargıç bile verdiği kararı savunamadı. Kararın ardından, davanın savcı ve hâkimi, kamuoyunun önünde, karşılıklı olarak birbirlerini suçladılar. Savcı ve hâkimin birbirine girmesinin yanı sıra, Cumhurbaşkanı, bazı bakanlar ve iktidar partisinin kimi yetkilileri bile mahkeme kararını eleştirdi. Özellikle iktidar ve yargı çevrelerinden gelen karara dönük eleştiriler, aslında kendi sorumluluklarını gizlemeye yönelikti. Devlet, “minareyi çalmış” ancak “kılıfını hazırlayamamıştı.” Cinayetten aklanamamıştı. Bu gerçeği, lâf kalabalığı ve sözde eleştiri ile örtmeye çalışıyordu. Başbakan Erdoğan, bir yandan olayın faillerini 32 saat gibi kısa bir sürede yakalayarak görevlerini yerine getirdiklerini iddia ederken, diğer yandan dosyanın “Ankara’nın dehlizlerinde kaybolmayacağı” yönünde güvence vererek, tepkileri yatıştırmaya çalışıyordu. Ancak bu açıklama hiç kimseyi tatmin etmedi. Birinci olarak, yakalananlar sadece tetikçilerdi. Oysa ortada, içinde polis ve jandarmanın da yer aldığı örgütlü bir cinayet vardı. Bu görevliler soruşturulmadığı gibi, bu konuda gerekli izin hükümet tarafından verilmemişti. Dolayısıyla cinayetin karartılmasından hükümet de sorumluydu. İkinci olarak, mahkeme kararına bakıldığında, “Ankara’nın dehlizlerinde kaybolacak” bir şey yoktu. Aksine ortaya çıkarılması gereken bir sürü gerçek vardı ki; bu da ancak demokratik kamuoyunun çabasıyla gerçekleşebilirdi.

Cinayette devletin kolektif sorumluluğu var Mahkeme kararının ardından, farklı görüşlerden siyasetçi ve yazar, kendi siyasi meşrebine göre, cinayetin arkasındaki “örgütü” keşfetmeye kalkıştı! Liberal ve sol-liberaller, bu tür musibetlerin arkasında “Ergenekoncuların” olduğuna inandıklarından, Hrant Dink cinayetinin arkasında da bunla-

rın olduğunu kanıtlamaya çalıştılar. “Ergenekon Davası”ndan hapiste olan Veli Küçük, Kemal Kerinçsiz gibi isimlerin Hrant’ın yargılanması sırasında yaptıkları protestoları, tezlerine kanıt olarak sundular. Ancak “Ergenekoncuların” belalısı(!) Özel Yetkili Mahkemenin nasıl olup da bu gerçeği açığa çıkaramadığını açıklayamadılar. Buna karşılık bir başka gurup, cinayetin AKP iktidarı döneminde işlenmesini ve cinayet ihbarının bu iktidarın atadığı üst düzey emniyet yetkilerince “sumen altı” edilmesini dikkate alarak, ayrıca bu cinayetin arkasındaki güçleri açığa çıkarmaya çalışan ve bu konuda bir kitap da yazan gazeteci Nedim Şener’in Oda TV davasından hapse atılarak susturulmaya çalışıldığını öne sürerek, cinayetin arkasında “İmamın Ordusu”nun olduğunu savundular. Egemen sınıflar içindeki bölünme paralelinde siyasi tutum alanlar, cinayetteki devletin kolektif sorumluluğunu göremezler. Önce şu gerçek bilince çıkarılmalıdır: Asker, polis, diplomat, siyasetçi, yargı mensubu, yani hangi kesimden, ya da muhafazakâr, liberal, Kemalist, yani hangi siyasi eğilimden olursa olsun, yönetici sınıf mensupları “Ermeni Meselesi”nde aynı görüşü savunmaktadırlar. Yine olaylar dikkatle incelendiğinde, “Ermeni Konferansı” katılımcılarına karşı “Ergenekoncular” ile AKP ileri gelenlerinin nasıl ortak bir tavırda birleştikleri görülecektir. “Ergenekoncular”, konferans katılımcılarını yumurta ve domates atarak protesto ederken, dönemin AKP’li Adalet Bakanı, bugünün Meclis Başkanı Cemil Çiçek, konferans katılımcılarını, “ülkeyi arkadan hançerlemekle” suçluyordu. Ermeni Soykırımının kabulünü öngören yasa tasarısı ABD Kongresinin gündemine geldiğinde, Başbakan Erdoğan, yasa tasarısı geçerse, kendilerinin de Türkiye’de kaçak olarak çalışan yüz bin Ermenistan vatandaşını sınır dışı edeceklerini açıklıyordu. Bütün bunlar göstermektedir ki, Ermeni meselesi söz konusu olduğunda, inkârcı mantık ve ırkçı nefret söylemi, devletin her kesimine ve tüm kadrolarına egemendir. Hrant’ın katilini üreten ve cinayetin adım adım gerçekleşmesini yaratan, tam da bu gerçekliktir.

döküyordu. O nedenle “katli vacipti”! Buna bağlı olarak, farklı noktalardan “düğmeye basıldı”. Bir yandan, yazıları nedeniyle, ırkçılık yaptığı suçlamasıyla hakkında dava açılırken, diğer yandan gerek medya gerekse davalara katılıp linç psikolojisi oluşturan faşistlerce hedef haline getirildi. Buna paralel olarak bir başka yerde, cinayet planları yürürlüğe koyuldu. Jandarma ve Emniyet’in kilit noktasında bulunan üst düzey isimler, cinayet planlarını, görmezden gelmek suretiyle, zımnen onayladılar. Sonunda cinayet, devletin gözleri önünde gerçekleşti. İşte bu yüzden mahkemeden, cinayeti çözen değil, örtbas eden bir karar çıktı. Irkçı nefret söylemiyle hesaplaşmadan daha fazlasını yapması, devletin cinayetteki kolektif sorumluluğunu ortaya koyması mümkün değildi. Çünkü “bir taşı çekse, bütün duvar yıkılırdı”. Ağırlıklı olarak, liberal ve sol-liberallerden oluşan “Hrant’ın Arkadaşları”, olayı devlet içindeki bazı kesimlerle sınırlı olarak algıladıklarından ve cinayetteki devletin kolektif sorumluluğunu kavrayamadıklarından, mahkemenin, özellikle de AKP iktidarının, cinayeti tüm yönleriyle açığa çıkaracağını umuyorlardı. O nedenle kararın ardından adeta yıkıldılar. Marksist devlet teorisini içselleştirmiş olan sosyalistler için ise, bu beklenen bir sonuçtu. Devrimci Marksistler, bir yandan Hrant Dink davasından çıkan sonucu, kapitalist devleti teşhir etmek için kullanırken, diğer yandan cinayetten doğrudan sorumlu olan devlet yetkililerinin açığa çıkarılıp cezalandırılması için mücadele etmeyi sürdürecekler.

Hrant neden hedef seçildi? İnkârcı bir zihniyet ve ırkçı nefret hisleri taşıyanlar için, Hrant Dink, “aykırı” ve “tehlikeli” bir kişiliktir. Çünkü Hrant Dink, sayıları çok azalmış ve toplumda “görünmemeye” çalışarak varlığını sürdüren Ermenilerin aksine, Türk toplumu ile diyalog geliştirerek, ırkçı-şoven resmi görüşe cepheden saldıran bir solcu Ermeni aydındı. O, daha da ileri giderek, resmi görüşün putlarına saldırıp parçalıyor, efsanevi isim, Atatürk’ün manevi evladı Sabiha Gökçen’in soykırımdan sağ olarak kurtulmuş bir Ermeni çocuk olduğunu ortaya çıkarıyordu. Kısacası, bir yandan, içeriden, bir Ermeni olarak, Ermeni meselesini siyasi iktidarın gözüne dayarken diğer yandan devletin “kirli çamaşırlarını” ortaya 3


İşçilerin Sesi

DENKTAŞ: KIBRIS’TA BÖLÜNMENİN MİMARI Rauf Denktaş, Kuzey Kıbrıs’ı askeri, siyasi ve ekonomik açıdan Türkiye’nin vesayetine soktu. Hayatı boyunca bir Kıbrıslı gibi değil, Türkiye Cumhuriyeti’nin üst düzey yöneticisi gibi davrandı. İşte o yüzden, cenazesinde, Türkiye’nin egemenleri ve devlet erkânı tam kadro saf tutup, ona şükranlarını sundu. M. Eker Kıbrıs Türk toplumu eski lideri Rauf Denktaş, 13 Ocak’ta öldü. İktidarı ve muhalefeti ile tüm burjuva partileri ve Türkiye’nin devlet erkânı, ölümünün ardından, Denktaş’a övgüler dizdiler. Denktaş bu övgüleri hak edecek ne yapmıştı? Denktaş, Türkiye egemenlerinin ve Kuzey Kıbrıs’taki işbirlikçi yönetimin dediği gibi, Kıbrıslı Türklerin kurtarıcısı olan bir kahraman mı; yoksa Kıbrıs’ın bölünmesi, iki halkın birbirine düşman edilmesi ve Kuzey Kıbrıs’ın Türkiye’ye bağımlı hale getirilmesinin mimarı mıdır? 1924 yılında Baf’ta doğan Rauf Denktaş, İngiltere’de hukuk eğitimi görür. Döndükten sonra, 1949–1957 yılları arasında, İngiliz sömürge yönetiminde savcı olarak görev alır. Türkiye, 1950’lere kadar, adadaki İngiliz hâkimiyetini kabul eder. 1955 Londra Konferansı ile birlikte Kıbrıs sorununa taraf olur. 1956’da İngilizlerle işbirliği halinde “taksim”(adanın Türkler ve Rumlar arasında bölünmesi) savunulmaya başlanır. Bu süreçte, Özel Harp Dairesi eliyle, Türkiye’de 6–7 Eylül olayları tertip edilip Rum düşmanlığı körüklenirken, Kıbrıs ta milli bir dava haline getirilir. Denktaş, Kıbrıs’ın bölünmesi ve emperyalizmin Kıbrıs’a yerleşmesinin sorumlularından biridir. Adadaki İngiliz üslerinin varlığına hiçbir zaman karşı çıkmamıştır. Türk tarafında TMT (Türk Mukavemet Teşkilatı), Rum tarafında ise EOKA, halklar arasında milliyetçiliği ve şovenizmi körükler. Birbirine karşı saldırılar düzenleseler de, bu iki örgüt, daha çok kendi tarafındaki muhalifleri, solcuları ve sendikacıları hedef alır. TMT’nin adayı bölmek ve ayrı bir devlet yarat-

mak uğruna, 1950lerin sonunda ortaya çıkarılmış bir derin devlet projesi olduğunu söyleyen Yeni Kıbrıs Partisi Sekreteri Murat Kanatlı, bunun için halka çok baskı uygulandığını, “vatandaş Türkçe konuş” kampanyası ile insanların Türkçe konuşmaya zorlandığını anlatır. Ayrıca Türk çarşısı yaratmak için Rumlarla alışverişin yasaklandığını, buna uymayanların cezalandırıldığını, TMT’nin bu işleri kotaracak bir silahlı örgüt olarak yapılandırıldığını aktarır. 1950’lerden bu yana Kıbrıs’ta yaşanan bütün trajedilerde Denktaş’ın rolü vardır. Denktaş sol muhaliflere karşı yaptığı baskı ve saldırılarla hızını alamaz, kendi işbirlikçi-burjuva cephesindeki muhaliflerine bile acımasız davranır. TMT’nin kuruluş aşamasında Burhan Nalbantoğlu TMT’nin silahlı kanadını, Denktaş ise siyasi kanadını oluşturur. Denktaş, Nalbantoğlu’nu ilk fırsatta tasfiye eder. Aynı şekilde 1970’lere gelindiğinde, zamanın Kıbrıs Türk Toplumu lideri Dr.Fazıl Küçük’ü de tasfiye edip yerine geçer. Bu tasfiyeleri gerçekleştirirken, esas desteğini Türkiye’deki derin devletten alır. Çünkü derin devlete, rakiplerine göre, daha fazla güven vermiştir. Faili meçhullerin, muhaliflere yapılan baskıların ardında hep Denktaş’ın olduğundan söz edilir. O bakımdan Kıbrıs’a ilişkin onsuz bir yakın tarih tartışması ve sorgulaması eksik ve yanlış olur. Denktaş yaşamı boyunca birleşik Kıbrıs fikrine karşı çıktı. EOKA’cılar adanın Yunanistan’a bağlanmasını savunurken, Denktaş ta adanın bölünmesi ve Kuzeyin Türkiye’ye bağlanması için çalıştı. EOKA saldırılarını bahane ederek, Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahalesine davetiye çıkardı. Adanın bölünmesinde ve Kuzeyde ayrı bir devletin, KKTC’nin,

ŞEFİKA ETİK DAVASI: KATİL KOCA! PEKİ, SUÇ ORTAKLARI KİM? Banu Paker Şefika Etik, erkek şiddetinin mağduru durumunda olan kadınlardan biri. Boşanmak istediği için, bir çok başka kadın gibi cezalandırıldı ve kocası tarafından öldürüldü. Biz Şefika Etik’in acı sonunu, çıplak bedeninin üzerine saplanmış bıçaklı fotoğraflarına yer veren basından öğrendik. Kolayca unutamayacağımız görüntüler Habertürk’ün medya şiddetine öncülük etmesiyle bir anda yayıldı. İstanbul Feminist Kolektif, Habertürk’ün önünde, şiddeti özendirdiği ve çıplak kadın bedenini kullanarak haber yaptığı gerekçesiyle bir protesto eylemi yapmıştı. 4

20 Eylül 2011’de, kocasından o güne kadar gördüğü türlü türlü şiddete son vermek niyetiyle karakola başvurdu ve şikayetçi oldu. Şikâyetinin ardından, Kadın Sığınma Evi'ne yerleştirildi. Şefika Etik'in yeri ise kocası tarafından tespit edildi ve sığınaktan çıkmaya ikna edildi. Oysa sığınma evlerinin nerede bulunduğu ve kimlerin kaldığı gibi bilgilerin son derece gizli tutulması ve tanımı gereği, bu tür merkezlere sığınan kadınların kendilerini güvende hissetmeleri gerekli. Ancak Şefika Etik’in kocası, sığınak görevlilerini “ikna” ederek, Şefika Etik’i dışarı çıkarabiliyor ve evine götürüyor. Evde de bıçaklayarak öldürü-

kurulmasında belirleyici bir rol oynadı. Barış görüşmelerinde “çözümsüzlük çözümdür” diyerek birliğin önünü tıkadı. 1974 yılından sonra, fiilen gerçekleşmiş olan taksimin hukukileşmesini savundu. AKP ile birlikte gözden düştü. Aktif siyasetten çekildi. AKP ile yıldızının barışamamasının esas nedeni, Kıbrıs sorununda AKP iktidarı ile yaşadığı görüş ayrılığından çok, Türkiye’de yönetici sınıflar arasındaki iktidar mücadelesinde, bürokratik sınıf ve “eski derin devlet” yanında saf tutmasıdır. Denktaş, Kıbrıslı Türkleri kurtarmadı. Aksine onların köleleştirilmesine, Kıbrıs’ta yaşayan iki halkın arasına ayrılık tohumları ekilmesine ve Adanın emperyalizmin ihtiyaçlarına uygun bir uçak gemisi olarak yeniden şekillendirilmesine ve sömürgeleştirilmesine yol açtı. Rauf Denktaş, Kuzey Kıbrıs’ı, askeri, siyasi ve ekonomik açıdan Türkiye’nin vesayetine soktu. Hayatı boyunca bir Kıbrıslı gibi değil, Türkiye Cumhuriyeti’nin üst düzey yöneticisi gibi davrandı. İşte o yüzden, cenazesinde, Türkiye’nin egemenleri ve devlet erkânı tam kadro saf tutup, ona şükranlarını sundu. yor, evi de yakmaya teşebbüs ediyor. Katil koca, peki, suç ortakları kim? Devlet, karı ve kocayı barıştırmak, uzlaştırmak adına, kadınların öldürülmelerine yol vermiyor mu? Ya da başbakanın, kadın örgütleriyle yaptığı (18 Temmuz, 2010, Dolmabahçe toplantısı) bir toplantıda, bir katılımcının, Türkiye’de kadın sığınma evlerinin yetersizliğine vurgu yapmasına karşılık olarak , “Bu ‘sığınma’ kelimesinden rahatsız oluyorum. Bizim kadınımız sığınamaz” diyebilmesi, kadınlara yönelik şiddete göz yummak değil mi? 23 Ocak 2012’te başlayan Şefika Etik davası, daha ilk duruşmasında, kadınlara yönelik şiddet, cinayet davalarında tanık olduğumuz ve genellikle erkek katillerin haksız tahrik, iyi hal indirimleriyle cezalarının indirildiği seyrin kuvvetli ipuçlarını verdi. Manisa’da görülen davada, koca İbrahim Etik, karısının kendini aldattığından şüphelendiğini ve başka kişilerle telefonda görüştüğünü ileri sürdü. Katil mi yargılanıyordu, öldürülen mağdur kadın mı?


İşçilerin Sesi

DİYARBAKIR İÇKALE’DE JİTEM KAZISI

KEMİKLERİN TARİHE TANIKLIĞI Ufuk Demirci

neler yapmış olabileceğini tahmin edemiyoruz.

Diyarbakır İçkale’de arkeolojik kazı sırasında ortaya çıkan insan iskeletleri bir dönem Türk devletinin, Kürt halkını inkâr etme siyasetinin nerelere vardığını bir kez daha gösterdi. Şimdilik 29 kafatasının çıkması bile, yargısız infazların sonuçları hakkında bir fikir veriyor. Diyarbakır’da kazdıkça çıkan kemiklerle ilgili önce Tarım Bakanı (“İslami usullere göre gömülmemişler” demişti) ardından Kültür ve Turizm Bakanı temaslarda bulundu. Henüz İçişleri, Adalet gibi bakanlıklardan konu kendileriyle herhalde ilgili olmadığı (!) için bir açıklama gelmedi.

Kürt topraklarında faili meçhul olmayan cinayetler sonucunda öldürülenlerin toplu mezarlarının bulunması Diyarbakır İçkale ile başlamadı. İHD’nin ilgili sayfasına (http://www.ihddiyarbakir.org/Map.aspx) bakılırsa bu infazların ve katliamların ne kadar yaygın ve çok olduğu görülebilir.

Kazılar devam ettikçe daha fazla iskelet çıkabilir, çünkü burada söz konusu olan JİTEM. Adı ilk ortaya atıldığı günden beri devlet tarafından inkâr edilen, korunan ve saklanan JİTEM, devletin Kürtler tarafından çok iyi tanınan resmi bir yeraltı örgütüydü. Bulunan kafatasları, amirleri tarafından emir verilmiş “işbitirici” subayların, yanlarına bazı itirafçı katilleri alıp, özellikle Kürt illerinde acımasız ve kanlı bir devlet terörü estirmiş olduklarının birer kanıtıdır. Bu katiller o kadar pervasızca hareket ettiler ki, Diyarbakır gibi bir ilin göbeğinde bu kadar cesedi gömmeye cüret ettiler. Bu cüreti sergileyen cinayet şebekesinin kırsal kesimde

Medyada İçkale kazılarıyla ilgili hiç de şaşırtmayan bir ilgisizlik görülüyor. Yaşanan devlet terörünün bir ispatı olan bu buluntular karşısında, burjuva basın, Kürt sorunu karşısındaki geleneksel “üç maymun” duruşunu sürdürüyor. Diyarbakır’da ortaya çıkarılan buluntular bir dönemin cinayetlerini gündeme getirmesi bakımından önem taşısa da, yasal olarak sürecin nasıl sonuçlanacağı daha doğrusu bir soruşturmanın başlayıp başlamayacağı bile belirsiz görülüyor. AKP ve yargısı, “yaptıklarımız yapacaklarımızın garantisidir” şiarıyla hareket ediyorlar. İçkale ilk değil ki, Matkî’de (Bitlis) bir yılı aşkın süredir çıkarılan 18 kişiye ait kemiklerin DNA ve kimlik tespiti hâlâ yapılmadı. 18 kişiye ait kemiklerden 12’si gizlice gömülürken, diğer 6 kişiye ait kemiklerin akıbeti hakkında ise bilgi alınamıyor. Kemikler DNA testi ve kimlik tespitlerinin yapılması amacıyla İstanbul Ad-

li Tıp Kurumu’na gönderilmişti. İHD ve kayıp yakınları olarak çeşitli girişimlerde bulunduklarını ancak kazılarla ilgili Mutki Savcılığı ve Van Cumhuriyet Savcılığı’nın almış olduğu gizlilik kararı nedeniyle tüm başvuruların yanıtsız bırakıldığı ortaya çıktı. Yargı, buluntuların üstünü kaparken, hükümete yandaş liberallerin çok önemsedikleri “siyasi irade” ne yapıyor? TBMM Genel Kurulu'nda BDP'nin faili meçhullere ilişkin Araştırma Komisyonu kurulması önergesi görüşüldü ve AKP’nin oylarıyla kurulması reddedildi. JİTEM, devletin Kürt halkının varlığını inkâr eden siyasetindeki cinayet aygıtlarından yalnızca biriydi. Bugün gündeme gelmesi ve AKP yanlısı medya tarafından teşhir edilmesi esas olarak, JİTEM’in Jandarmaya bağlı olmasından ve buradan hareketle Ordu’nun yıpratılma siyasetine uygun bir malzeme olmasından kaynaklanıyor. Kürt yoksullarına ve demokratik temsilcilerine dönük devlet terörü, devletin en üst makamı olan MGK tarafından alınan ve bütün silahlı kuvvetleri tarafından uygulanan ve üstü örtülen bir siyasetti. Birkaç subay ve itirafçı üstüne cinayetleri yıkarak, JİTEM’in ve infazların yaşandığı dönemin hesabını sorulamaz. AKP’nin yaptığı da budur!

BAKAN 35 BİN DEDİ, BAŞBAKAN 17 BİNE DÜŞÜRDÜ:

264 BİN ÖĞRETMEN KADRO BEKLİYOR!

AVNİ ERAKALIN’I SAYGIYLA ANIYORUZ Türkiye İşçi Partisi’nin kurucularından ve ilk genel başkanı Avni Erakalın’ı 88 yaşında akciğer kanserinden dolayı yitirmiş bulunuyoruz.

1961′de Türkiye İşçi Partisi’ni kuran sendikacılar arasında yer aldı. Kısa bir süre başkanlık görevini üstlendi. Daha sonra partiden ayrıldı.

1924 yılında doğan Avni Erakalın, işçilik yaşamına Samatya Emprime Fabrikası’nda başladı. 1951′de İstanbul Tekstil Örme Sanayisi İşçileri Sendikası’na üye oldu. 1952′de aynı sendikanın Merkez yönetim kurulu üyeliğine, 1953’te de genel sekreterliğine getirildi.

Çeşitli sendikalarda yönetici ve uzman olarak çalıştı.

1960-1962 yılları arasında İstanbul İşçi Sendikaları Birliğine başkanlık yaptı.

Son olarak Emekli Sendikacılar Derneği’nin kuruluşuna katıldı. Avni Erakalın’ı 1990’ların sonlarında DİSK Bank Sen’de mütevazı kişiliğiyle tanıdık. İşçi sınıfının mücadelesine ve örgütlenmesine destek veren bir kişiydi. İşçi sınıfının birliğine ve dayanışmasına inanırdı. Bütün politik eğilimlerin Avni abisiydi.

Yunus Öztürk Habertürk televizyonuna açıklamalarda bulunan Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer kadro bekleyen öğretmenlerin sorunlarına çözüm bulmak yerine Hakkâri, Şırnak ve Van’dan örnek vererek “Gönderdiğimiz öğretmenler ayrıldıkları zaman ücretli öğretmen almak durumunda kalıyoruz ve PKK’nın yönlendirdiği ücretli öğretmenleri almak durumunda kalıyoruz” dedi. Böylece Vanlı, Şırnaklı, Hakkârili işsiz öğretmenleri potansiyel “PKK’li” saydı. Kuşkusuz “PKK’li öğretmen var” ifadesi, ataması yapılmayan öğretmenlerin giderek artan eylem ve etkinlikleri karşısında kamuoyunu yanıltmaya yönelik olarak söylenmiş gerici-ırkçı ideolojik bir hamle. Ancak bu hamle boşunadır. 264 bin işsiz öğretmen iş bekliyor. Bakan bunları da üç gruba ayırdı: Şanslı olanlara 35 bin kadro verilecek (Başbakan 17 bine indirdi). Geriye kalanlar Van, Şırnak ve Hakkâri’dekileri zaten PKK’li, iş bulmasalar da olur. Diğerlerinin de öğretmenlik yapması şart değil. “Öğretmen, öğretmenlik yapmasın” sözleri, tam da Milli Eğitim Baka-

nının ağzına yakışır bir söz. Öğretmeni itibarsızlaştıran bir söylem. Dört yıl üniversite okutup, öğretmen olarak mezun ettikten sonra “git başka iş yap” demek itibarsızlaştırmaktan başka nedir? İtibarsızlaşan bir öğretmenin ek ders ücretiyle kadrolu öğretmenin üçte biri kadar ücrete çalışmayı kabil etmesi başka nasıl mümkün olabilir? Bakanın verdiği bilgiye göre 55 bin öğretmene ihtiyaç var. Yaklaşık olarak 35-40 bin öğretmen alınırsa, her şey normal olacak. Yani 55 bin öğretmenini işi 17 bin öğretmene yaptırılacak. Oysaki gerçek öğretmen açığı rakamları bu değil. İkili eğitim sistemine göre verilen rakamlardır bunlar. 24 kişilik sınıflarda tam gün (08.30 – 14.30) eğitim için mevcut işsiz öğretmenlerinin tamamına yakın öğretmen alımı gereklidir. Ömer Dinçer’in sözleri işsiz öğretmenleri PKK’li ilan etmek, dört yıl üniversite okuyup meslek sahibi olana başka iş önermek, öğretmenliği itibarsızlaştırmak, ek ders ücretiyle çalıştırmak ve 35 bin öğretmene 55 bin öğretmenin işini yaptırmaya kalkmak anlamına geliyor. Neo liberal zihniyet dünyasının eğitim politikalarındaki son örneği olmuştur. 5


İşçilerin Sesi

BİR KENT KİMİNDİR? Aysun

hak sahipleri ile anlaşabileceği hiç açık değil.

Van depremi sonrasında büyükşehirlerdeki kaçak yapılaşma ile ilgili harekete geçileceği açıklandı ve bu bakış açısı deprem fırsatçılığı furyasını yarattı. Konuyu deprem riskine bağlayıp, başta İstanbul olmak üzere 8 kentte yapılacak dönüşümler için meşru bir yol bulunmuş oldu böylece. Bir yandan 1999 depreminden bu yana deprem açısından herhangi bir önlem alınmamış olması, öte yandan konu hakkında uzman kişilerin “Kentsel dönüşüm depreme hazırlık değildir!” uyarılarına rağmen depremi gerekçe göstererek kentsel dönüşümü meşru kılma çabaları deprem fırsatçılığı değildir de nedir, depremde yıkılan binaların çoğu gecekondu veya kaçak mıydı sahi?

Bayraktar, “Vatandaşın hiç iskânı, imarı yok ama üstünde binası varsa vatandaşa enkaz bedeli verilecek.” diyerek sermaye için ihtiyaç duyulacak araziyi üretiveriyor. Hiçbir alternatif kabul edilmediği takdirde ise “kamulaştırma” yetişiveriyor imdada ve süreç Sulukule, Ayazma, Derbent, Tarlabaşı, Ayvansaray mağduriyetlerini çağrıştırırcasına, kentin bir başka yerinden konut edindirme vaadine uzanıyor.

Yeni Kentsel Dönüşüm Yasası Van depreminin ardından hızla hazırlanan “Afet Riskli Alanların Dönüştürülmesi Kanun Taslağı” şu sıralar meclis gündeminde. Kanun taslağına göre binalar depreme dayanıklılık testine tabi tutulacak, testten geçemeyen ve “Acil yıkılması gerekir” grubuna giren binalar için dönüşüm süreci başlayacak. Devlet böyle bir bina için (1) Evin devlete satılması, (2) Farkın taksitle ödenmesi koşuluyla evin başka bir TOKİ konutları ile takas edilmesi veya (3) Farkın taksitle ödenmesi koşuluyla yeni yapılacak konuttan daire verilmesi şeklinde üç seçenek sunuyor. Bu üç seçeneği de kabul etmeyen ev sahibi olursa, kanun taslağının TOKİ ve Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na verdiği yetkiler sayesinde ev “acele” kamulaştırabilecek. "Bu yasada vatandaşla anlaşarak yürütmeyi esas aldık, ama yasanın olmazsa olmazı yıkımdır.” diyen dünün TOKİ başkanı bugünün ise Çevre ve Şehircilik Bakanı Bayraktar’ın hangi makul çözümlerle

Dönüşen kentin yeni ölçütü: Para “Kamu yararı” söylemiyle meşrulaştırılmaya çalışılan kentteki sermaye hareketleri ve dönüşümler, kentsel toprakta rant oluşturan bölgelerde, kent merkezine yakın, ulaşım bağlantıları açısından elverişli ve avantajlı, mülkiyet haklarının gerektiği gibi korunup talep edilemediği çöküntü bölgeleri ya da gecekondu bölgelerinde büyük bir hızla yol alıyor zaten yıllardır. 3. Köprü projesi için orman alanlarından sağlanan kamusal arazi, kentin merkezindeki yoksul mahallelerde yaşayanların zorla evlerinden tahliye edilerek üst gelir grubuna pazarlanması kentte topraktan rant sağlama yöntemlerinden birkaçıdır. “Afet Riskli Alanların Dönüştürülmesi”nin, son yıllarda yapılan uygulamalardan farklı bir seçenek sunacağı pek beklenmiyor. Ancak pazarlanan, dönüştürülen, sadece toprak parçasından ibaret, kâğıt üstünde bir takım kararların alındığı iki boyutlu bir nesne olarak görülmemelidir.

Kentsel Dönüşüm olursa ne olur? Kentsel dönüşümün vaat ettiği düzenli bir çevre, yepyeni ve şık binalarken; Türkiye’de işin gerçeği barınma hakkı ihlalleri, mağduriyetler ve muhalefetler oluyor. İstanbul’un deprem gerçeğinden yola çıkarak

SAHTE SENDİKA YASASINA KARŞI KESK PROTESTOSU N. Cemal

oturma eylemine başlanıldı.

Bakanlar Kurulu’nda uzunca süre bekletildikten sonra 23.01.2012 tarihinde onaylanarak TBMM Başkanlığına gönderilen 4688 Sayılı Kamu Görevlileri Sendikaları Yasa Tasarısı KESK tarafından protesto edildi: “Toplu Sözleşme Hakkımız Grev Silahımız!”

“Arkadaşlarımız Ankara’da bir yürüyüş yaparak AKP Hükümetinin sahte sendika yasasını protesto etmek istediler. Polis tarafından engellendiler. Gaz bombalarıyla arkadaşlarımıza saldırıldığını öğrendik. Arkadaşlarımıza destek olmak için oturma eylemi yapacak ve ardından da basın açıklamamızı gerçekleştireceğiz” denilerek bir süre oturma eylemine devam ettiler.

Yasanı al da başına çal Kamu emekçilerini oyalayarak bekletilen ve bugün dayatma noktasına getirilen yasa tasarısının toplu sözleşme hakkını tamamen yok ettiğini söyleyen KESK üyeleri eş zamanlı olarak protesto eylemleri gerçekleştirdiler. Saat 13’de İstanbul Galatasaray meydanında toplanarak Taksim meydanına doğru yürüyüşe geçen KESK’liler, “işçi konfederasyonlarına başka bakanlar kurulu’na başka yasa taslağı sunarak takiye zihniyetini sürdüren AKP’ye ‘Yasanı Al Da Başına Çal’ diyoruz” diye tepki gösterdiler.

Oturma eylemi “Sahte Sendika Yasasına Hayır - KESK” pankartıyla Taksim meydanına gelen yürüyüş korteji oturma eylemi ve basın açıklaması gerçekleştirdi. Basın açıklaması sırasında Ankara’da gerçekleştirilen protesto eylemine ve polisin arkadaşlarına saldırdığına da değinilerek

6

Kandırma ve oyalamadan ibaret Oturma eyleminin ardından basın açıklaması metni okundu: “12 Eylül 2010 Referandumunda memura toplu sözleşme vaat edenlerin gerçek yüzü 4688 sayılı Kamu Görevlileri Sendikaları Yasa Tasarısı’nın TBMM başkanlığına gönderilen son haliyle birlikte bir kez daha ortaya çıkmıştır” denilen açıklamada, “sürecin baştan sona kandırma ve oyalamadan ibaret olduğu” vurgulandı.

Takiye’deki ustalık dönemi “Kamu emekçilerinin tüm itiraz ve görüşlerine kulak tıkayarak meclise sunulan bu tasarı AKP’nin Takiye’deki ustalık dönemi olarak tarihe geçmiştir” denilerek, “sendikaların varoluş gerekçesi ortadan kaldırılmak istenmektedir” uyarısında bulunuldu.

konuya baktığımızda, deprem riski nedeniyle basit onarımlarla kurtarılacak binaların yanında, yenilenmesi gereken binaların daha çok olduğu tespit edilmiş durumda. Devletin bu binaları yenilemesi gerek, ancak bunu için kaynağa ihtiyacı var. Bu noktada devreye sokulan özel sermaye için, kâr her koşuldan öncelikli olduğundan, kent toprağından kazanç sağlama yoluna gidiyor. Binaların ve çevrenin yenilenmesi mekânın arazi değerini yükseltiyor, proje öncesinde orada yaşayanlar bu değeri karşılayamayacak durumda ise, kentin bir başka köşesine ve mutlaka bir TOKİ projesine yerleştiriliyor. İlk bakıştaki manzarada yeni ve bakımlı evlere yerleştirilseler de, İstanbul’un pek çok kentsel dönüşüm mağduru mahalle sakininde gördüğümüz önceden kestirilmeyen sorunlar ortaya çıkıyor. Mesela, yeni evler için hesaplanan ağır ödeme koşulları, daha önce hesaplanmamış çeşitli kalemler (aidat, ulaşım gibi) ve kent merkezinden epeyce uzak olan yeni çevreye uyum sağlayamamanın getirdiği işsizlik sorunu. Sonuç, yoksulluğun mekân değiştirmesinden ibaret sadece. İstanbul’da yaklaşık 10 yıldır dönüşüm yaşayan mahallelerden edinilen deneyimlere göre, ön adı her duruma göre değişikliğe uğrayabilen “yeni kentsel dönüşüm” aracı, yeniden zorla tahliyeleri gündeme getirecektir. Türkiye’de başarılı bir “kentsel dönüşüm projesi” görülmemiştir henüz. Eğer bir kent içinde yaşayan tüm kesimler için ortak yaşam mekânıysa, sözü edilen dönüşümler içinde yaşayan mahalle sakinlerinin hakları gözetilerek gerçekleştirilmeli, yaşayanların hayatını kolaylaştırmalı ve insanları içinde yaşamaktan mutlu kılmalıdır. Çünkü bir kentin gerçek sermayesi, sahip olduğu doğal ve kültürel kaynakları, tarihi değerleri ve bütünleşik toplumsal yapısıdır.

Toplu sözleşmeler de yok hükmünde “Bu düzenleme ile yüzlerce belediyede yapılan toplu sözleşmeler de yok hükmünde sayılmaktadır” değerlendirmesiyle, “dünyanın hiçbir yerinde böyle bir toplu sözleşme düzeni ya da örneği yoktur. Varsa da bunun ‘toplu sözleşme’ olarak adlandırılması mümkün değildir” denildi.

Özgür bir toplu sözleşme düzeni Hak ve özgürlükleri yok sayan yasa tasarısına karşı şu öneri ve talepler sıralandı; “Grev hakkımızın yasal teminat altına alındığı özgür bir Toplu Sözleşme düzeni, Örgütlenme özgürlüğü önündeki tüm engellerin kaldırılması, Her sendikanın kendi üyeleri adına toplu sözleşme yapabilmesi, Belediyelerle yıllardır yapılan Toplu Sözleşmelerin devam etmesi, Tüm çalışanlara insan onuruna yaraşır bir ücret ve sağlıklı çalışma koşullarının sağlanması, Çalışma yaşamının demokratikleştirilmesi…”

Mücadeleyi yükseltmeye devam “KESK, 2 milyon kamu emekçisinin haklarına yönelik saldırıları ortaya çıkarmaya, yalanları teşhir etmeye, maskeleri düşürmeye ve mücadeleyi yükseltmeye devam edecektir” vurgularıyla bitirilen basın açıklaması Ankara’da polis saldırısına uğrayan KESK eyleminden bilgiler verilerek sonlandırıldı.


İşçilerin Sesi

SENDİKAL BÜROKRASİYE VE MİLLİYETÇİLİĞE KARŞI TUTARLI BİR MÜCADELE GEREKLİ 1998-2001 yılları arasında DİSK Bank Sen Genel Merkez yöneticiliği yapan Veysel Kalay ile görüştük… Seyfi Adalı

tındayken bir anlam ifade eder mi?

Sendikal mücadelenin önündeki en önemli sorunlar nelerdir?

Sendikalarda yapısal olan krizi aşmanın öncelikli yolu, işyerlerini esas olan bir örgütlenme modeli, sendikal karar ve eylemsel süreçlerin tümünün tüm üyelere açık hale getirecek bir yapı ve işleyişle mümkün olabilir. Kongre süreçlerini faaliyet dönemine paralel uzun bir sürece yayıp, tüm üyelerin katılımına açık yürüterek, dışlayıcı değil kapsayıcı olarak ve seçim endeksli olmayan geniş katılımlı bir program önerisi ile kongrelere gitmek gerekir.

Sendika içi demokrasinin olmayışı nelere yol açmaktadır? Sendikal demokrasinin olmayışı, sendikaları sınıf örgütü olmaktan alıkoymaktadır. Bir avuç bürokratın at oynattığı yapılara dönüştürmektedir. Bu bürokratların siyasal, ekonomik vb. çıkar güdüsüyle davranması, mevcut sendikal yapıyı koruma refleksine yol açmakta, bu da koltuklarına zarar verecek faaliyetlerden uzak durmalarına neden olmaktadır. Sendikal bürokrasi burjuvaziyle mücadele eden işçi sınıfının öz örgütlülüğünün yozlaşmasıdır. İşçi sınıfının örgütlü gücünün yozlaşarak, sistemin ihtiyaçlarına uygun hale gelmesidir. Dolayısıyla, sınıf mücadelesinin hem aracı hem de üzerinde sınıf mücadelesi verilecek bir alandır. Sendikal bürokrasinin kendini en çok hissettirdiği konular nelerdir? Sendikal bürokrasi, burjuva ideolojisinin taşıyıcısı ve egemenlerin toplum mühendisliği projelerinin bir ayağıdır. İşçi sınıfından çok egemenlerin işine yarayan sendikal bürokrasi, ücret sendikacılığından öteye geçmemektedir. Bürokrasi hem ikameci davranarak sınıfın iradelerini devre dışı bırakmakta ve milliyetçi ideolojinin sınıfça sorgulanmasının önü kapanmaktadır. Böylece de boş bırakılan tartışma alanları burjuvazinin hegemonyasına kalmaktadır. Yani bürokrasi sistemle mümkün olduğunca çatışmaya girmeyerek, işçi sınıfının egemen sınıfa karşı sınıf bilinci kazanmasını ve mücadele etmesini zorlaştırmaktadır. Böylece ekonomik ve siyasi iktidarını koruyan, statükocu muhafazakâr bir konuma düşmektedir.

Kimi sendikacıların kendilerini çok solda, devrimci, sınıfçı saymaları, bürokratik yapı al-

Milliyetçilikten neyi kast ediyorsun? Modern kapitalist dönemin temel ideolojisi milliyetçilik olmuştur. Sorun konusu ettiğimiz, esas olarak egemen ulus milliyetçiliğidir. Egemenler; ikiyüzlü, çifte standartlı, kendi ulusuna hak gördüğünü başkasına görmeyen bu ahlaksız ideolojiyi sınıfa kabul ettirmeyi becerirken; çok daha kolay olması gereken milliyetçiliğin teşhirinde sınıf örgütleri neden başarısız olmaktadır? İşçi sınıfı ve ezilenlerin yaşadığı en büyük felaketler de bu ideoloji ile halkları düşmanlaştıran burjuva siyasetten kaynaklanmıştır. İki dünya savaşı ve çok sayıda bölgesel savaşlarda her halktan milyonlarca emekçi hayatını kaybetmiş, sakat kalmış, tecavüze uğramış, aç kalmış, birçok yokluk ve yoksunluk içinde travmalar yaşamış; en kötüsü de halklar arasında sonraki kuşaklara devredilen düşmanlıklar yaratılmıştır. Ulusal sınırlar içinde dört yanımız cehennem korkusuyla yetiştirilen ve kuşaklar boyu aktarıla aktarıla giden bu zehirli ideoloji, egemenlerin toplumları yönetmesini kolaylaştırmış, ezilenlerin uyanışını geciktirmiştir. Yani burjuvazi hem sistemin aynı şekilde sürmesini bu yolla sağlarken hem de işçi sınıfı ve diğer ezilenlerin hiddetini diğer halklara yönelmesini sağlamıştır. Milliyetçilik belasına karşı nasıl mücadele edebiliriz? Bu memleketin özelleştirme, esnekleştirme ve en temelde kapitalist sömürüye karşı mücadele eden işçisinin, Yunanistan’daki benzer sorunlarla boğuşan işçiyle ne sorunu olabilir ki? Aynı şekilde bu coğrafyada tarihsel kökleri de olan ve aynı saldırıların altında bulunan Kürtlerin ulusal hak talepleri neden düşmanlık sayılsın? Türkiye geç kapitalistleşmeyle birlikte gelişen geç ulus devlet yapılanmasının

Sendikal konulardaki açmazların, aşılamayan sorunların içinde çok önemli payı olan ve diğer sorunlara da zemin hazırlayan konu “örgüt içi demokrasi” meselesidir. Bu sorun, işçi sınıfı arasında milliyetçi ideolojinin etkisini kırmak konusunda verilmesi gereken mücadelede de ön kapayıcı olmaktadır.

Bu memleketin kapitalist sömürüye karşı mücadele eden işçisinin, Yunanistan’daki benzer sorunlarla boğuşan işçiyle ne sorunu olabilir ki? Aynı şekilde bu coğrafyada tarihsel kökleri de olan ve aynı saldırıların altında bulunan Kürtlerin ulusal hak talepleri neden düşmanlık sayılsın?

üniter versiyonudur. İttihat ve Terakki ile başlayıp Cumhuriyet dönemi ile devam eden tek tip, Türkçü ve dini devlet kontrolüne alan bir laiklik rejimi altındadır. Bu ulus devlet anlayışının inkâr, imha ve asimilasyon politikaları çok kültürlü yapıyı çoraklaştırmaktadır. “Türkleştirilemeyen” Kürtlerin hak ve özgürlük mücadelesine sendika bürokrasisi sessiz kalarak ya da milliyetçi ideoloji ekseninde hareket ederek, işçi sınıfı arasında yabancılaşma ve düşmanlaşma politikalarını kolaylaştırmaktadır. Egemen ideoloji; eril, doğasal bütünlüğü gözetmeyen, devlet merkezli, militarist, bireyciliğin sınırlarını aşamayan özgürlük -bireysel özgürlükçülüğü ise güçlü ile zayıfa eşit(!) fırsat tanıma iddiasıdır- anlayışıyla burjuva ideolojisidir. Böylece hayatı enine boyuna kuşatan; eğitim, medya, popüler kültür aracılığıyla toplumun en geniş kesimlerine yayılan milliyetçilik işçi sınıfı arasında bürokratik sendikal ve siyasi yapılarla korunmakta ve çoğaltılmaktadır. Sol siyasetlerin sendika bürokrasiyle ilişkisi nasıl kuruluyor? Kürt sorunu karşısında alınan tutum konusunda bir diğer sorun alanı da sendikalarda da bir ölçüde etkisi bulunan sol siyasetlerin ya da kendine sınıf hareketi diyen yapıların takındığı tavırdır. Bu anlayışların farklı saikleri olsa da burjuva politikalarıyla çarpılan bürokratik kastın desteklenmesine yol açmaktadırlar. Sendikalarda yer almak adına ya da basit maddi çıkarlar sebebiyle sendikal bürokrasinin ücret sendikacılığı politikalarına, Kürt sorununda egemen ideolojiyle yaklaşıp sorunu terör ve bölücülük ekseninde ele alan tutumlarına destek olmaktalar. Sol ikameci anlayışların hakim olduğu sendikal yapılarda ise, Kürt özgürlük hareketi sistem içi görülmekte, etnik milliyetçiliğe indirgenmektedir. Bu anlayışların sürekli vurgulanan “halkların kardeşliği”ne bir katkı sunmayacağı açıktır. Her türlü çözümü güçleştiren sendikal bürokrasiyle mücadeleye paralel olarak, işçilerin birbirlerine yabancılaşmasını önleyecek ve sınıf dayanışmasının önündeki en büyük engel olan milliyetçi ideolojinin teşhiri ve aşılmasını sağlayacak gündemlerle eğitim toplantıları yapılması acildir. İşçi sınıfını doğasına yabancı olan milliyetçi ideolojiden arındıracak her fırsatı değerlendirmeleri gerekmektedir. 7


İşçilerin Sesi

AKP İKTİDARI HAKLARIMIZA EL KOYUYOR

BÜYÜMEYLE SEVİNEMEDİK, KÜÇÜLMEYLE ÜZÜLECEĞİZ Küresel ekonominin küçülmesine bağlı olarak ve aynı zamanda ekonominin soğutulması amaçlı yaşanacak küçülme, geniş çaplı işsizliğe yol açarak, toplumsal huzursuzluğu tırmandırma potansiyeli taşıyor. Ekonominin bu istikrarsız yapısı, en fazla işçi sınıfı ve emekçileri vuruyor. O nedenle işçi ve emekçilerin, ekonomik küçülmeyle birlikte kapitalist sınıfın yoğunlaşacak saldırılarına hazır olması gerekiyor. Bu yılın üçüncü çeyreği sonunda, yüzde dokuza yaklaşan bir ekonomik büyüme ile Türkiye, Çin’in ardından, dünyada ikinci en hızlı büyüyen ülke olarak dikkati çekiyor. Ülke ekonomisinin yakaladığı büyüme hızı, büyük patronların ve iktidar çevrelerinin uykularını kaçırıyor. Çünkü ekonomik büyümeye yüksek bir cari açık (döviz açığı) eşlik ediyor. Bu da ekonominin dengelerini sarsıyor. Cari açık, milli gelirin yüzde onuna yaklaşarak bir dünya rekoru kırıyor. Diğer yandan 2012 yılının, küresel düzeyde, ekonomik büyümenin gerileyeceği bir yıl olacağı öngörülüyor. O nedenle siyasi iktidar ve egemen sınıflar bir yandan hızlı büyümenin ortaya çıkardığı sorunlarla baş etmeye çalışırken diğer yandan hızlı ekonomik küçülmenin doğuracağı toplumsal sorunları nasıl göğüsleyeceğini düşünüyor. Ekonomik büyüme ile birlikte cari açığın da büyümesinin iki temel nedeni var. Birincisi, ekonominin dışa, yani ithalata bağımlılığından kaynaklanıyor. Ekonomik büyüme, ithalatın da hızlı artışını dolayısıyla döviz çıkışını beraberinde getiriyor. Ekonomik büyüme ile birlikte ihracatta da hızlı artış yaşanmasına karşın, düşük bir katma değer yaratması nedeniyle, ihracat artışı döviz açığına çare olamıyor. Birçok sektörde 10 liralık ihracat yapabilmek için 8–9 liralık ithalat yapmak gerekiyor. İkinci olarak, hızlı büyüme enerji ihtiyacını da arttırıyor. Türkiye enerji açısından da (petrol, doğalgaz vb) dışa bağımlı olduğundan, bu durum dövize olan talebi arttırıyor. Cari açığın üçte ikisinin enerji ithalatından kaynaklandığı söyleniyor.

Cari açık, bugüne kadar, ülkeye giren sıcak para yani kısa vadeli yabancı sermaye sayesinde kapatılı-

yordu. Ancak bir süredir ülkeye sıcak para girmiyor. Bunun başlıca iki nedeni var. Birincisi, cari açığın büyüklüğü nedeniyle kırılgan bir yapıya sahip olan ülke ekonomisi, yabancı sermayeye artık güven vermiyor. İkinci olarak, Avrupa Birliği’nde yaşanan ekonomik kriz ve batık ekonomiler nedeniyle Avrupa bankalarının fon ihtiyacının artması, paranın buralara yönelmesine neden oluyor. Yabancı sermaye gelmeyince cari açığı kapama ve dövizin aşırı yükselmesinin önüne geçme görevi Merkez Bankasına düşüyor. Merkez Bankası sürekli döviz satarak piyasaları dengelemeye çalışıyor. Son altı ayda 15 milyar doları aşkın döviz satarak dövizi kontrol edebiliyor. Gelinen noktada, Merkez Bankasının döviz rezervleri, devlet, şirketler ve bankaların döviz cinsinden kısa vadeli yükümlülüklerini, yani borçlarını karşılamaya yetmiyor. Bu da durumu daha vahim kılıyor. Bir yandan ekonomik büyümenin sürdürülmesini imkânsız hale getirirken diğer yandan ekonominin güvenilirliğini zedeleyerek yabancı sermaye girişini sekteye uğratıyor. Son dönemdeki yabancı sermaye girişi ile dövizdeki kısmi düşme ve borsadaki yükseliş, geleceğe dönük istikrarlı bir sermaye girişinin yeniden başlamasını değil, kısa vadeli spekülatif bir hareketi ifade ediyor.

2012 Küresel Açıdan Küçülme Yılı Olacak İç talebin canlılığı, ekonomik büyümeyi tetikleyen ana etken olarak öne çıkıyor. İç talebi canlı tutan ise borçlanma, yani tüketici kredileri ile kredi kartı borçlarının 210 milyar lirayı aşan bir büyüklüğe ulaşmasıdır. Bankalar, topladıkları mevduatla birlikte dışarıdan aldıkları borçları, kredi olarak, tüketicilere aktarıyorlar. Birinci olarak, yukarıda anlatılan nedenlerle, yani AB ekonomisinin ve bankalarının sermaye ihtiyacı ve Türkiye ekonomisine duyulan kuşkudan kaynaklı olarak, yurtdışından temin edilen kredilerin aynı büyüklüklerde yenilenmesi olanaklı görülmüyor. O nedenle tüketici kredilerine sınırlama getirilmesi ve böylece ekonomik büyümeyi teşvik eden iç talep ayağının darbe alması söz konusu. İkinci olarak, Türkiye ihracatının yarısından fazlasının yapıldığı AB

Necdet Seçer

Türkiye, ekonomik açıdan tam bir açmaz içinde. Hızlı ekonomik büyüme, döviz açığı yaratarak sermaye kaçışına neden oluyor; dövizin ateşini yükselterek ekonomik dengeleri sarsıyor. Ekonominin soğutulması amaçlı küçülme ise, geniş çaplı işsizliğe yol açarak, toplumsal huzursuzluğu tırmandırma potansiyeli taşıyor.

8

ekonomisinde yaşanmakta olan durgunluk hatta gerileme, ihracatın azalmasını dolayısıyla ekonomik büyümenin dış talep ayağının da darbe yemesini beraberinde getirecek. Dış talebin düşmesi, üretimin düşmesini dolayısıyla önce fazla mesailerin kaldırılmasını ardından da işten çıkarmaları getireceğinden, tüketici geliri dolayısıyla talebi azalacaktır. İç talep ayağı ikinci darbeyi de burada alacaktır. IMF, 2012 yılına ilişkin olarak, Çin, Hindistan ve Brezilya gibi hızlı büyüyen ülkeler dâhil, ekonomik büyümede küresel düzeyde bir gerileme yaşanacağını tahmin ediyor. Buna bağlı olarak, Avrupa ekonomisinin küçüleceğini, Türkiye ekonomisinin ise yüzde iki civarında büyüyeceğini öngörüyor. Bu da ekonomi iki yıl üst üste yüzde sekiz civarında büyümesine karşın geçim koşullarında ciddi bir iyileşme yaşayamayan emekçilerin, büyüme hızındaki radikal düşmenin olumsuz sonuçlarını göğüslemek zorunda kalacaklarını gösteriyor. Hükümet ve Merkez Bankasının yüzde dörtlük büyüme yönündeki iyimser tahminleri gerçekleşse bile, emekçiler açısından sonucun farklı olmayacağı görülüyor. Kaldı ki bölgenin siyasi açıdan ciddi bir istikrarsızlık içinde bulunması, Türkiye ekonomisi açısından ciddi bir risk içeriyor ve tüm öngörüleri berhava etme potansiyeli taşıyor.

“Aşağı Tükürsen Sakal, Yukarı Tükürsen Bıyık” Emekçilerin gelirlerinin düşmesi, tüketici borçlarının ödenmesini zora sokabilecek; bu da “kale gibi sağlam” denilen bankacılık sisteminin sarsılmasını beraberinde getirecektir. Kapitalist ekonomiler açısından katlanılması mümkün olmayan böylesi bir durum ortaya çıktığında ise, hükümet, 2008 finans krizinde ABD hükümeti ve kimi Avrupalı hükümetler ne yaptıysa aynısını tekrarlayacaktır. Bankaları, kamu kaynaklarından ve bütçeden fonlayacaktır. Hükümetin çok övündüğü düşük bütçe açığı o günler içindir. Bir yandan ekonomik büyümenin sonucu olarak artan dolaylı vergi gelirleri diğer yandan düşük tutulan işçi, memur ve emekli maaşları, eğitim ve sağlığın piyasaya açılması sonucu sağlanan düşük bütçe açığı, bankalar için kullanılacaktır. Türkiye, ekonomik açıdan tam bir açmaz içinde, tipik bir “aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık” durumu yaşıyor. Hızlı ekonomik büyüme, döviz açığı yaratarak sermaye kaçışına neden oluyor; dövizin ateşini yükselterek ekonomik dengeleri sarsıyor. Ekonominin soğutulması amaçlı küçülme ise, geniş çaplı işsizliğe yol açarak, toplumsal huzursuzluğu tırmandırma potansiyeli taşıyor. Ekonominin bu istikrarsız yapısı, en fazla işçi sınıfı ve emekçileri vuruyor. O nedenle işçi ve emekçilerin, ekonomik küçülmeyle birlikte kapitalist sınıfın yoğunlaşacak saldırılarına hazır olması gerekiyor.


İşçilerin Sesi

GSS: PARASI OLMAYANIN SAĞLIK HAKKI DA YOK! AKP’den sağlıkta dönüşüm: Sağlık hizmetleri kamu hizmeti olmaktan çıkartılarak piyasaya terk ediliyor. O. Öznur Uluslararası neoliberal politikalar doğrultusunda, Dünya Bankası tarafından desteklenip finanse edilen, AKP hükümetinin, “Sağlıkta Dönüşüm Programı”nın özünü, sağlık hizmetlerinin kamu hizmeti olmaktan çıkartılarak piyasaya terk edilmesi ve tamamen ticarileştirilmesi oluşturuyor. Son olarak Banka tarafından, Eylül 2009 -Temmuz 2013 dönemi için “Sağlıkta Dönüşüm ve Sosyal Güvenlik Reformu” adlı projeye 56,10 milyon Euro kredi verilmesi kararlaştırıldı. Bu nedenle olsa gerek AKP hükümeti tarafından son aylarda birbiri ardına düzenlemeler yapılıyor. Önce 2 Kasım’da 663 sayılı Sağlık Bakanlığı ve Bağlı Kuruluşlarının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname yayımlandı. Bu Kararname’yle Sağlık Bakanlığı’nın sağlık hizmeti vermekten çekilmesi, kamu hastane birliklerinin oluşturulması ve hastanelerin işletmeye dönüştürülmesi planlanıyor. Ardından da kamu sağlık işletmelerinin özelleştirilmesi ve sağlık hizmetinin tamamen piyasa koşullarına terk edilmesi aşamasına gelinecek. İkinci olarak 23 Aralık’ta 6262 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Emekli Sandığı Kanunu İle Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun kabul edildi. Bu Kanun, emekli milletvekili maaşlarında yapılacak artışla gündeme geldi, oysa başka önemli maddeler de içeriyor: Buna göre, Sosyal Güvenlik Kurumu tarafından her türlü sağlık hizmeti “kurumca finansmanı sağlanmayacak sağlık hizmetleri” olarak tanımlanabilecek ve “temel teminat paketi” dışına çıkarılabilecek. Paketten çıkarılan her türlü sağlık hizmetinin bedelini ise hastalar ödeyecek. Yine Sosyal Güvenlik Kurumu, reçetelerde yer alan üç kutuya kadar ilaç için 3 TL, ilave her kutu ilaç için 1 TL olmak üzere katılım payı tahsil etmeye yetkili olacak. Böylece hastaların zaten ödedikleri ilaç katılım payı, muayene katılım payı, reçete katılım payı ve eşdeğer ilaç farkı isimli dört çeşit katılım payına bir de ilaç başına ücret ekleniyor. Hükümet ise bu uygulamayı, “gereksiz ilaç kullanılmasını engellemek, vatandaşı bilinçlendirmek” olarak lanse ediyor. Oysa gerçekte sağlık hizmetini paralı hale getirdiğini gizlemeye çalışıyor. Son olarak da 1 Ocak 2012 itibariyle “genel sağlık sigortası” yürürlüğe girdi. “Genel sağlık sigortası” ile birlikte sağlık hakkından yararlanabilmek “prim” ödeme koşuluna bağlanıyor.

“Genel Sağlık Sigortası” nedir? 1 Ocak 2012 tarihi itibariyle herkes genel sağlık sigortalısı olarak tescil ediliyor. Bunlardan; işçi, memur, esnaf veya emekliler ile bu kişilerin

bakmakla yükümlü oldukları kişilerin sağlık yardımları, tabi oldukları kanun kapsamında karşılanmaya devam edecek, bu kişiler için bir değişiklik söz konusu olmayacak. Ancak işsiz olan, geliri bulunmayan veya herhangi bir sigorta ile ilişkisi bulunmayan kişilerin “genel sağlık sigortası” primi ödemesi gerekecek. Yeşil kart da sigorta kapsamına alındığı için yeşil kartlılar için de prim ödemek zorunlu olacak. İşsiz, yoksul veya sigortasız kişilerin, sağlık hizmetinden faydalanabilmesi için prim ödeme gücü olmadığını ispatlaması gerekiyor. Bunun için 1 Ocak’tan itibaren bir ay içinde sosyal yardımlaşma ve dayanışma vakıflarına başvurarak gelir testi yaptırmaları zorunlu. Gelir testi sonucuna göre, aile içinde kişi başına düşen aylık ortalama gelirin, brüt asgari ücretin üçte birinden fazla olması halinde prim ödenmesi gerekiyor. Yani aile içinde kişi başına düşen aylık ortalama gelir 295,60 TL’den fazla ise “genel sağlık sigortası” primi ödenmesi şart. Kişi başına düşen aylık ortalama gelirin 296,60 TL’den yüksek çıkması için ise adeta her şey düşünülmüş. Gelir tespiti için ev ziyaretleri yapılacak. Evde televizyon, bilgisayar, beyaz eşya bulunup bulunmadığından, aylık et, süt, meyve ve sebze tüketimine, ısınma ve kira durumuna kadar tespitler yapılacak. Böylece, bunlara para harcayanın aylık gelirinin yüksek olduğu sonucuna varılabilecek ve her durumda prim ödenecek 296,60 TL’ye ulaşılacak. Netice olarak geliri asgari ücretin üçte biri (296,60 TL) ile asgari ücrete (886,50 TL) kadar olanlar aylık 35,46 TL; asgari ücret ile asgari üc-

retin iki katı (1.773 TL) arasında olanlar aylık 106,38 TL; asgari ücretin iki katından daha fazla olanlar ise 212,76 TL tutarındaki zorunlu primlerini ödeyecek. Aksi halde 60 günlük prim borcu bulunanların sağlık hizmetinden faydalanmaları mümkün değil! Tek sorun sağlık hizmetinden faydalanamamak da değil. Eğer kişinin prim borcu varsa sağlık hizmeti alamayacağı gibi, biriken prim borcu faiziyle birlikte kendisinden icra yoluyla tahsil edilecek! Gelir testi yaptırılması gerektiğini bilmeyerek veya ihmal ederek bu testi yaptırmayan kişilerin aylık geliri ise asgari ücretin iki katından fazla kabul edilecek ve aylık 212,76 TL prim alınacak. Aksinin ispatlanması için itiraz/dava gibi yollara başvurulması gerekecek. Yine 18 yaşından büyük herkes, öğrenci değilse prim ödeme mükellefi olacak. Lise ve dengi okullardaki öğrenciler için 20, yüksekokuldakiler içinse 25 yaş sınır kabul ediliyor. 25 yaşına gelen kişi öğrenci de olsa prim ödemesi gerekiyor. Ancak yüksek lisans ve doktora öğrenimden sayılmıyor. Bu durumdaki öğrenciler 25 yaşın altında bile olsa prim ödeme yükümlüsü sayılıyor. 25 yaşın altında öğrenci olup, kısmi süreli çalışanlar da yine prim ödemekle yükümlü kılınıyor. Kısacası; AKP hükümetinin sağlıkta sömürü programının son uygulamalarından olan “genel sağlık sigortası” ile sağlık hizmeti tamamen paralı hale getiriliyor, parası olmayanın sağlık hakkı elinden alınıyor. 9


İşçilerin Sesi

SURİYE: BİR KOYUNDAN BİRKAÇ POST ÇIKARMAK Türkiye’nin, emperyalistlerin Suriye stratejisine angaje olmasının bir diğer nedeni de, Kürt meselesidir. Siyasi iktidar, sürece aktif bir biçimde müdahil olarak, Suriye’deki olası rejim değişikliğinin ardından, bu ülkedeki Kürtlerin özgürleşmesini engellemek istemektedir. Necdet Seçer Emperyalistlerin, Suriye’deki Esad rejimini devirme çabalarının ardında, “bir taşla birkaç kuş vurmak” stratejisi yatıyor. Birinci olarak, siyasi olarak emperyalistlerin tam anlamıyla boyunduruğuna girmemiş bu ülke, uluslararası kapitalist sisteme entegre edilmek isteniyor. İkinci olarak, Ortadoğu’daki Şii siyasi eksenin dağıtılması hedefleniyor. Bu yolla, İran yalnızlaştırılmak, Lübnan’da Hizbullah örgütü etkisizleştirilmek ve Irak’taki Maliki yönetimi daha uzlaşmacı bir çizgiye çekilmek isteniyor. Bunların gerçekleştirilmesi, emperyalistlerin, Ortadoğu’daki tüm muhaliflerinin etkisizleştirilmesini, dolayısıyla bölgedeki hegemonyasının güçlenmesini sağlayacaktır. Batılı emperyalist güçler, Esad rejimini devirerek, Şii siyasi ekseni dağıtmak için bölgedeki işbirlikçisi güçlere çeşitli roller vermiş bulunuyor. Bu çerçevede, Arap Birliği, özellikle de Suudi Arabistan ve Katar, esas olarak diplomatik ve mali görevler üstlenmiş durumdadır. Bunlar bir yandan Esad rejimini Arap ülkeleri arasında yalnızlaştırmaya çalışırken diğer yandan sorunu Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyine taşıyarak, Suriye’ye uluslar arası bir askeri müdahalenin yolunu açmayı hedefliyorlar. Ayrıca rejim muhaliflerini finanse ediyorlar. Lübnan’da, batı emperyalizmi yanlısı eski başbakan Hariri ailesinin sahibi olduğu, Türk Telekom’un da büyük ortağı olan, Oger Telekom’un, Katar tarafından satın alınacağı konuşuluyor. Kısacası, bu vesileyle bölgedeki emperyalizmin işbirlikçilerinin, kendi aralarındaki ekonomik ve siyasi ilişkileri güçlendiriliyor. Türkiye, Suriye’ye komşu ülke olma konumuyla, rejim muhalifi örgütleri barındırıyor ve bunları koordine ediyor. Suriye rejimine karşı siyasi ve askeri mücadelelerinde, onlara lojistik destek sağlıyor. Ayrıca, bu ülkeye yönelik muhtemel bir askeri müdahaleye öncülük etmeye hazırlanıyor. Irak Kürdistan Yönetimi, ülkede tabanları olmayan bazı Suriyeli Kürt siyasetçilerin Hewler’de bir araya gelmesini sağlayarak, onları Suriye rejimine karşı örgütlemeye çalışıyor. Bu arada, Suriye’deki çatışmaların Lübnan’a da yayılıp bu ülkeyi etkilemesi ihtimali karşısında, Lübnan İç Savaşının katliamcı aktörlerinden Hıristiyan Falanjist lider Samir Gagea da bu sürece dâhil ediliyor.

Türkiye krizden faydalanmaya çalışıyor Türkiye hükümeti, Suriye krizini “kucağında buldu”. Libya’da Kaddafi rejiminin devrilmesinde, ülkeye coğrafi yakınlıkları nedeniyle, askeri ve siyasi açıdan belirleyici rol oynayan Fransa ve İngiltere, Suriye söz konusu olduğunda, aynı gerekçelerle, “topu Türkiye’ye attı”. Emperyalistlerin Suriye konusundaki dayatmalarıyla karşı karşıya kaldığı sırada, Tür10

kiye, Suriye ile ilişkilerinde tarihinin en iyi dönemini yaşıyordu. İki ülke arasındaki ekonomik ve siyasi ilişkiler çok iyi bir noktadaydı. Ticaret hacminde önemli bir sıçrama yaşanmış, iki ülke Bakanlar Kurulunun ortak toplantı yapmaları gündeme gelmişti. Emperyalistler karşısında “boynu kıldan ince olan” Türkiye, yüz seksen derecelik bir politika değişikliğine gitti. Esad rejimine karşı emperyalistlerin ağzıyla konuşmaya başladı. Halkı bu ani politika değişikliği konusunda ikna edebilmek için, çok yönlü propagandaya başladı. İslamcılara yönelik olarak, Suriye yönetiminin Nusayri kimliğini öne çıkararak, Sünni Müslümanlara karşı zulüm yapıldığını iddia etti. Liberallere dönük propagandasında, Suriye rejiminin despotik, baskıcı karakterine vurgu yaptı. Irkçı milliyetçilere ise, Esad rejiminin, PKK’nin bölgedeki yeni koruyucusu olduğu yalanını uydurdu. Siyasi iktidar, emperyalistlerin Suriye konusundaki dayatmaları karşısında, “engel olamıyorsan, durumdan çıkar sağlamaya bak” tavrı takınıyor. Mevcut Suriye rejiminin yıkılması halinde, ülkede kurulacak “ılımlı İslami yönetim” için model ülke olma avantajını kullanarak, ekonomik ve siyasi çıkar elde etme fikrine kendini kaptırıyor. Ayrıca, geçmişte Suriye’nin uzun yıllar Osmanlı İmparatorluğunun bir parçası olarak kalmış olması ile şimdi Esad rejimine karşı Suriye muhalefetine verilen politik ve askeri desteğin, bu durumu kolaylaştıracağını düşünüyor. Siyasi iktidar bununla da yetinmeyerek, bölgedeki Şii eksen karşısında oluşturulan ve kısa vadeli hedefi Suriye’deki mevcut rejimi devirmek olan Sünni Müslüman Cephede öncü rol oynayarak, bundan özellikle ekonomik çıkar sağlamaya çalışıyor. Cumhurbaşkanı Gül soluğu Körfez ülkelerinde alarak, onları, paralarını Türkiye’ye getirme konusunda ikna etmeye çabalıyor. Türkiye’nin “riski minimum, getirisi maksimum” bir ülke olduğunu iddia ediyor. Bu arada ülkeye, başta Katar olmak üzere, Körfez ülkelerinden son dönemde giren paranın, döviz fiyatlarının düşüşünde belirleyici olduğu söyleniyor. Bu söylenti, İranlı yetkililer tarafından da doğrulanıyor. Türkiye’nin, emperyalistlerin Suriye stratejisine angaje olmasının bir diğer nedeni de, Kürt meselesidir. Siyasi iktidar, sürece aktif bir biçimde müdahil olarak, Suriye’deki olası rejim değişikliğinin ardından, bu ülkedeki Kürtlerin özgürleşmesini engellemek istemektedir. Türkiye egemenleri, Irak’ta Baas rejiminin devrilmesinde ABD emperyalizmi ile yeterli düzeyde işbirliği yapılmaması ve 1 Mart Tezkeresinin reddinin, Irak Kürdistan Federe Devletinin kurulmasına yol açtığına inanmaktadırlar. Bu defa aynı hataya düşmeyerek, Suriye Kürtlerinin kendi geleceklerini belirlemelerini önlemeyi hedeflemektedirler. Bu konuda Türkiye’de konuşlanmış, Suriye-

li muhalif örgütlerle mutabakat sağladıkları gibi amaçlarına ulaşmak için, gerektiğinde, tampon bölge oluşturma, yani fiili müdahale fikrine de sıcak bakmaktadırlar. Ancak siyasi iktidar bu hesapları yaparken, Suriye’de çıkan bir yangının Türkiye’yi de ateşin içine atacağını, ortaya çıkacak kaosun siyasi ve ekonomik istikrarsızlığı tetikleyeceğini, böylece “Dimyat’a pirince giderken eldeki bulgurdan olacağı” gerçeğini göz ardı ediyor.

Suriye krizi bölgeyi yakmaya aday Bugün Suriye rejimini hedef tahtasına koyan emperyalistler dâhil olmak üzere, herkes biliyor ki, bu iş Libya’daki kadar kolay ve o yolla olmayacaktır. Çünkü Suriye’de çatışmaların yoğunlaşması ya da bu ülkeye dışarıdan yapılacak askeri müdahale, istisnasız bütün bölge ülkelerini yangın yerine çevirecektir. Bu, esas olarak, Şii-Sünni ekseninde bölünmüş ve cepheleşmiş ülkelerin birbirleriyle çatışması biçiminde olmayacaktır. Bölgedeki bütün ülkelerdeki iç çelişki ve sorunların sıcak çatışma yoluyla çözülmeye çalışılmasını beraberinde getirecektir. Daha doğrusu ülkelerin iç çelişkileri, bütün bölge ülkelerinin doğrudan ya da dolaylı müdahil olduğu silahlı çatışmalara yol açacaktır. Bu da topyekûn kaosun yanı sıra, bölge haritasının yeniden çizilmesini getirebilecektir. O nedenle, emperyalistler, Suriye rejimine karşı dışarıdan siyasi ve ekonomik baskı ve kuşatma, içeride ise düşük yoğunluklu çatışmaları teşvik biçiminde süren bir yıpratma savaşı vermektedirler. Bu yolla, halkta ve yönetici sınıfta hoşnutsuzluk yaratmak, rejime olan muhalefeti büyütmek ve sonuç olarak yönetici sınıf içinde bölünme yaratarak, rejimin yıkılmasını sağlamayı hedeflemektedirler. Beşar Esad’ın, yönetimi bir yardımcısına bırakarak, çekilmesini ve siyasi yapının yeniden düzenlenmesini istemektedirler. Bu arada, askeri müdahaleye kapı aralayacak bir BM kararı çıkması, Rusya ve Çin tarafından ısrarla engellenmektedir. Bu haliyle, eğer emperyalistler askeri müdahaleyi provoke etmek gibi maceracı bir yolu seçmezlerse, ülke uzun dönemli bir düşük yoğunluklu çatışmaya mahkûm gibi gözükmektedir. Bu süreçte devrimci Marksistler, bir yandan emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin Suriye’ye yönelik açık ya da örtük müdahalesine karşı çıkarken, diğer yandan halk kitlelerinin özgürlük, demokrasi ve haklar mücadelesini ve ülkedeki Kürtlerin kendi geleceklerini belirleme hakkını desteklemelidir. Sadece kendi özgür iradeleriyle kendi çıkar ve talepleri doğrultusunda verdikleri mücadele, emekçileri ve halkları özgürleştirebilir.


İşçilerin Sesi

AKP HÜKÜMETİ TAŞERON SİSTEMİNİ DAHA KAPSAMLI BİR HALE GETİRMEK İSTİYOR N. Cemal Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın çağrısıyla Ankara’ya giden Taşeron İşçileri Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği’nden (Taş-İş-Der) Kadir Asu ile görüştük. Ankara görüşmelerini kendi anlatımıyla sunuyoruz: “11 Ocak çarşamba günü Ankara’ya gittik. Bakanlığın toplantısında 19 dernek vardı ve en kalabalık üyeye sahip olan Taş-İş-Der’di. Sadece İstanbul Üniversitesi’nde örgütlü olmamız ve bu sayıya erişmemiz dikkati çekti. İstanbul’dan çağrılan tek dernek de bizdik. Hükümete yakın olduğunu bildiğimiz Kamu İşçileri Yardımlaşma Derneği (KAŞİP) ve yandaşları toplantının ağırlığını oluşturdu. Temsilen Hakan Bey gelmişti ve Türkiye genelinde üç binin üzerinde üyeleri olduğunu söyledi. Sivas, Kütahya, Urfa, Antep, Muş, Malatya, Kayseri, Maraş gibi illerden gelinmişti. Sivas’tan gelen ve Adem Kuru’nun başkanı olduğu dernekle daha yakın durduk. Onlar zamanında muvazaa tutanakları vs. tutturmuşlar. Diğer derneklerle ise ilişkiye geçmek, konuşmak ve bilinçlendirmek gerekiyor. Maraş’tan gelen temsilci, yanlış hatırlamıyorsam Kadir Şahin’di, “7 bin üyemiz var” diyor ve Muş, Maraş, Bitlis gibi 5 ilde örgütlü olduklarını söylüyor. Ama bu şahıs aynı zamanda da taşeron firma sahibi. Yani, ‘kendi çalıştırdığım işçiyi örgütlüyorum’ gibi bir durum. Taş-İş-Der olarak o toplantıya açıkça ‘kamuda taşeron firma kalmamalıdır’ demek için gittik ve söyledik. Derneğin amaçlarını, şikayet ve taleplerimizi dile getirdik. Bize söyledikleri ise, ‘1936 yılından beri varolan alt işverenlik yasasını yeniden düzenlemek ve İş Kanunu’nun 2.

maddesini değiştirmek’ oldu. En çok canımızı sıkan nokta da bu oldu. Taşeronlaştırmayı yasal hale getirmek istiyorlar. Taşeron sistemini daha kapsamlı bir hale getirerek kamu hastanelerinde tamamen hakim kılmak istiyorlar. Göz atabildiğim kadarıyla tasarıda; ana bilim dalı dışında hastanenin bütününü taşerona havale ediyorlar. Öğretim üyeleri, laboratuarlar vs, tümüyle taşeron kapsamına alınıyor. Toplantının amacı da, taşeron işçilerinin dernekleri kanalıyla taşeron sistemini meşrulaştırma çabası. ‘Biz sorduk, fikirlerinizi aldık, daha sonra bu yönde bir açıklama yapacağız’ diyorlar. Taş-İş-Der olarak, ‘bizimle taşeron sisteminin kaldırılması üzerine bir görüşme yapın, onu konuşalım’ dedik. Yedi maddelik temel taleplerimizi anlattık ve internet sitemizde de yer aldığını belirttik. Bize söyledikleri diğer bir şey ise, ‘taşeron dernekleri olarak artık daha iyi örgütlenebileceksiniz’ oldu. On bir aylık sözleşmelerle sınırlı bir çalışma sistemiyle bunun nasıl olabileceğini sorduk. Örgütlenmeden kastettikleri ise, hiçbir hukuki güvencesi olmayan küçük küçük dernekler etrafında güvencesiz taşeron işçilerini üye yapmamız. Bakanlık müfettişleri, ‘dernekleşin’ ve ‘Hak-İş sizlere kapılarını açacak’ diyor. Tavsiyeler arasında bir de MEVA diye bir şey var. ‘O da ne?’ diye sorduk. Memur Vakfı’ymış. Toplantıda, ‘MEVA ile de görüşebilir, haklarınızı orada da arayabilirsiniz’ denildi. Bize ‘yardımcı’ olacaklarmış. Bir cemaat kuruluşu-vakfı olduğunu ise sonradan öğrendik. KAŞİP’in Başkanı Hakan Bey Urfalı, Bakan da Urfalı, yani hemşeriler. AKP Hükümeti’nin çizgisindeler. Bu toplantının organizasyonu da bunlar üzerinden gerçekleştirilmiş. Bizi de dinlediler ama kendilerine sivri gelen öneri ve

CERRAHPAŞA TAŞERON İŞÇİLERİ: MÜCADELE ETMEDEN KAZANILAMAZ! O. Atacan Biz Cerrahpaşa Hastanesi’nin taşeron işçileriyiz. Direnişlerde ve 21 Aralık grev ve yürüyüşünde, “Köle Değil İşçiyiz!”, “Sağlıkta Taşeron Ölüm Demektir!” diye haykırdık. Dile getirdiklerimizin boş laflar olmadığını ise görüyoruz: 1- Sesimizi çıkarmadığımız zaman baskıya boyun eğmiş ve karşı durmayarak kabullenmiş oluruz. Kölece çalıştırmaya dayalı taşeron anlayışı, yemek şirketinde çalışan bir kadın işçi arkadaşımızın hastalığı nedeniyle aile hekimi tarafından verilen rapora rağmen çalıştırılmak istenmesiyle ne kadar işçi düşmanı olduğunu bir kez daha açığa çıkardı. “Raporun geçersiz, çalışacaksın” denildi ve şefi tarafından zorla çalıştırıldı. Bu uygulamayı işçi arkadaşlarımızla birlikte düzenlediğimiz bir tutanakla kayda geçirdik. Arkadaşımız, “hakkını sonuna kadar arayacağını” söyledi. Haftalık iznini yakmaktan, işten atmaya kadar uzanan tehditler sıralandı. Diğer işçi arkadaşlarına, “raporunu kullanmaya giderse hepinizin haftalık izinleri yanar” denilerek tehditler genişletildi. İşçiler birbirine düşürülmeye çalışıldı. Bu bir suçtu. Raporlu arkadaşımıza sahip çıktık. Dayanışmanın gücünü gösterdik. Hastane yönetimine yaşanan haksızlık dile getirildi. Arkadaşımızın yanında olacağımızı ve bir kişiyi dahi feda etmeyeceğimizi söyledik. 2- Birlikten kuvvet doğar mantığıyla hak mücadelemize devam ettik. Taşeron temizlik şirketinde çalışan işçisi arkadaşlarımızın maaşları ödenmedi. Paralarını alamamalarının sekizinci gününün sabahında topluca iş bırakıldı. İki saatlik uyarı grevinin ve direnişin sonrasında yönetim geri adım atmak zorunda bırakıldı. Söz verilerek, “parala-

rınız ödenecek” denildi. Akşama doğru ise paralar yatırıldı. Bir kişiyken 100 kişi olduk ve iki saatlik uyarı grevi sırasında sayımız 400 oldu. Birlik olduğumuzda çok şeyi başarabileceğimizi gördük ve gösterdik. 3- Önümüzde daha zor ve kararlı mücadele günleri olduğunu biliyorduk. Vahşi kölelik düzenini ve taşeron sistemini tarihe gömmek zorunda olduğumuzu da biliyorduk. Bunun için de örgütlenerek mücadele etmemiz gerektiğini söyledik. Çünkü işten atmalar süreciyle iç içe olduğumuzu biliyorduk. 25 Ocak günü saat 13.30’dan sonra Cerrahpaşa Hastanesi’nde taşeron işçi olarak çalış-

görüşlerimizi de törpülemeye çalıştılar. Birlikte gittiğimiz Başkan Yardımcısı Mehmet Karadere arkadaşımız ‘neden dernek’ sorusuna da cevap verdi. ‘Hastanede sendikalılaşmaya çalıştık ama engellendik. İşten atmakla ve ekmeğimizden etmekle tehdit edildik’ diyerek, ‘dernek çatısı altında işimizden ve ekmeğimizden olmadan da örgütlenebiliriz’ dedi. ‘Derneği sendikadan daha üstün gördüğümüzden değil’ diye de belirttik. Bakanlık yetkilileri ise toplantıda sendikaları ve sendikacıları hedef aldılar. ‘Sendika bürokratlarını’ ve ‘işçilere neler ettiklerini’ örnekleyerek sendika karşıtlığı yaptılar. Bakan’ın tutumu ise, ‘tamam sizi anlıyorum ama bu durumda ekonomi ne olur’ diye sormak şeklinde özetlenebilir. Taleplerimizden birisi de ‘asgari ücret net bin lira olsun’ oldu. Bakan, ‘tamam ben bunu veririm de’ dedi ve ekledi; ‘işçi ücretini bütçe kaleminde bin beş yüz olarak sunarsak bunu hiç kimseye satamayız ki’. İşi hep ‘ekonominin durumu’na getirdi. ‘Bu durumda ne iş kalır, ne işveren kalır ne de işçi kalır’ dedi. Yani, Bakan’a göre ekonominin durumunu işçilerin aldığı ücret belirliyormuş. Yandaş taşeron dernekleri var. Hükümet olarak küçük küçük dernekler üzerinden örgütlenmemizi tavsiye ediyorlar. Bu derneklerin oluşturacağı konfederasyondan da söz ediyorlar. Bu yolla da taşeron işçilerinin örgütlülüğünü etkisiz kılabileceklerini ve kendi kontrolleri altında kalacağını düşünüyorlar. Bu konuda da derneği sendikaya tercih ediyor görünüyorlar. Toplantı sonrasında katılanlara çanta vs hediye edilmiş. Taş-İş-Der olarak önceden ayrıldığımız için biz o çantayı göremedik. Ayıklandık yani…” makta olan 43 işçi arkadaşımızın cep telefonlarına birer mesaj geldi ve toplantıya çağırıldılar. Gittiklerinde ise 31 Aralık itibariyle işten atıldıklarını öğrendiler. 31 Aralık 2011’den 25 Ocak 2012’ye kadar kayıtsız ve sigortasız çalıştırıldıkları açığa çıktı. Yazılı bir belgeyle değil, sözlü bir bildirimle yetindiler. 26 ve 30 Ocak 2012 tarihlerinde basın açıklamalarıyla ve yürüyüşle yönetime uyarıda bulunuldu. İşçi kıyımının merkezi olduğunu bildiğimiz hastane yönetiminin oyalayıcı tutumuna karşı uyanık, kararlı ve birlik içinde olmak zorundayız. Sırada yeni atılacaklar da var ve bu kararlılığımızla sadece atılan arkadaşlarımıza sahip çıkmış olmayacağız, atılma sırasını bekleyenlerin de önüne geçme mücadelesi yapmış olacağız. İşten atılan 43 arkadaşımız özelinde ve verdiğimiz mücadelelerin genelinde bir şeyi net olarak kavramamız gerekiyor; Mücadele Etmeden Kazanılmaz! Örgütlü Birleşik Güç Yenilmez!

Hastalar Sağlık Hizmeti, Öğrenciler Eğitim Bekliyor

İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ’NDEN İŞÇİ ÇIKARILIYOR Güneş Cengiz* 2008 yılında Dev Sağlık-İş Sendikası’nın talebiyle İstanbul Üniversitesi’nde taşeron çalışmayla ilgili olarak denetim yapılıyor. Sağlık hizmetinin taşeronlar aracılığıyla yapılamayacağına dair bir sonuca ulaşılan denetimde ayrıca ihalenin hileli (muvazaalı) yapılmış olduğu tespit ediliyor. 2009 yılında taşeron şirket bu rapora itiraz ediyor, davayı kaybediyor. 2008 yılı raporu dava yoluyla kesinleşiyor. 2011 yılı başında iş müfettişleri taşeron çalışma ile ilgili tekrar denetim yapmış, iş kanununu uygulamayan taşeron şirket ve İstanbul Üniversitesi’ne yüklü para cezaları kesilmiştir. İstanbul Üniversitesi Yönetimi mahkeme kararlarını uygulamalı, burada çalışan işçileri kadrolu olarak çalıştırmalıdır.

Mahkeme kararlarını uygulamamalarından dolayı suç duyurusunda bulunacağız. İstanbul Üniversitesi, 4 B sözleşmeli personel alımı yapmış, aldığı personel kadar taşeron şirketler yoluyla çalıştırdığı- işçiyi de işten çıkarmıştır. 2012 Ocak ayı başında Çapa’dan 8 röntgen teknisyeni, Cerrahpaşa’da (hemşire, laborant, kayıt elemanı, tıbbi sekreter olarak çalışan) 43 arkadaşımız işten çıkarılmıştır. 4 B sözleşmeli yeni alımlar sürdüğü müddetçe 600 taşeron işçisi daha işten çıkarılacaktır. Hukuksal alanda sürecek mücadelemiz sosyal alanda da direniş çadırlarıyla devam edecektir. Bizlere bunları reva gören yöneticiler koltuklarında rahat oturamayacaktır! (*) Taşeron İşçileri Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği (Taş-İş-Der) Başkanı

11


İşçilerin Sesi

BELTAŞ TAŞERON İŞÇİLERİ İŞE GERİ DÖNDÜLER AMA İŞ GÜVENCELERİ BELİRSİZLİĞİNİ KORUYOR Seyfi Adalı Yeni yıla direniş çadırında giren taşeron işçileri, beş günlük çadır eylemi ardından belediye yönetimine geri adım attırdı. Belediye çıkardığı işçileri geri aldığını söyledi ancak sorunlar devam ediyor. Çadır eyleminde yer alan mücadeleci işçilerle görüştük: İşçilerin yaşadıkları deneyim hem CHP’li belediyenin işçilere yaklaşımının bir patrondan farklı olmadığını ortaya koyuyor hem de DİSK Genel-İş sendikasının işveren ve işçi karşısındaki tutumunun çelişkilerini gözler önüne seriyor. İşçilerin isimlerini açıklamıyoruz. Yaptığımız görüşmelerden çıkan notlar bizce yeterince öğretici.

BELTAŞ’ın patronu CHP’li Belediye Başkanı BELTAŞ, Beşiktaş Belediyesinin taşeron firması. Beşiktaş Belediyesi CHP’li. BELTAŞ’ta 245 işçi çalışıyor ve bunların 135’i DİSK Genel-İş 1 No’lu şubeye üye oldular (bakanlıktan gelen yazıda 131 olarak geçiyor). Belediyenin temizlik işçileri de taşeron. Burada da 500’e yakın sendikasız işçi var. Temizlik dışındaki işler de BELTAŞ üzerinden yapılıyor. BELTAŞ işçilerinin kıdemleri farklı ancak yaş ortalamaları yüksek. İşçiler 720 ile 950 TL aylık ücrete çalışıyor. Yol ve yemek parası yok.

Sendikaya CHP de karşı İşçiler sendikalı olunca CHP’li belediye yönetiminin ilk aklına gelen, bütün patronların aklına gelenle aynı: Sendikadan kurtulmak! Bunun için her yolu deniyor. Önce yasal yollara başvuruyor. İşçilerin çoğunluk yetkilerine ve işkoluna itiraz ediyor. Belediye yönetimiyle sendika arasında mahkeme devam ediyor. 2012 yılı için sözde ihale açarak yeni bir taşeron firma aradığını ve işi devredeceğini duyuruyor. İşçilerin arasından 50’sini seçip, geri kalanına kapıyı gösteriyor. İşçilere ihbar tazminatı vermemek için kıdemlerine göre 6-8 hafta önceden çıkış bildiriminde bulunuyor. 31 Aralık itibariyle de işten çıkarıyor.

Direniş hak almak için gerekli, yazılı anlaşma da İşçiler direniş çadırı kurup beş gün çadırda direnince, kamuoyundan destek buldular. CHP Genel Başkanı bangır bangır “taşeronu kaldıracağız” diye bağırmıyor mu? CHP’li belediye baskılara fazla dayanamadı ve beş gün sonra hem atılan işçileri işe geri alacağını ifade etti, hem de ihaleye giren şirketi yetersiz bulup, iptal etti. Çadır sendikanın kararıyla söküldü. Ancak belediyeyle bir protokol yapılmadan söküldü. Yani işçiler hangi koşullarda işe geri dönecek, bu protokolle belirlenmedi. Bu belirsizliği belediye işçilerin aleyhine kullandı. İşbaşı tarihini her seferinde uzatarak işbaşı tarihini 17 Ocak gününe kadar salladı. “Sendikalı işçileri alırım, gerisini almam”, dedi. 17 günlük ücret ve sigorta kaybı doğdu. “33 aylık yeni bir sözleşme yapacağım” vaadiyle 3 aylık sözleşmeye işçilere imza attırdı. 178 işçi atıldı, işbaşı yaptırılanlar ise 106 sendikalı işçi oldu. İşbaşı yaptırılanların öncü olanlarını da eski işlerinden farklı işlere sürgün etti. Kaynakçıyı garaja sürüp araba yıkatmaya başladı.

DİSK Genel-İş şube yönetimi suya yazıyor

DİSK Genel-İş’in bunca saldırı karşısında sözünü ettiği anlaşmaların somut olarak neler olduğunu hiçbir işçi bilmiyor. Belediye ile sendika arasında yazılı bir anlaşma yok. En azından işçilere açıklanan bir belge yok. Genel-İş şube yönetiminin işçilerin soruları karşısında tek söylediği şey “biz görüştük, söz verdiler, anlaştık, hallettik vb.” oluyor. Biraz itirazını ileri götüren işçi olursa, hemen konu başka yöne çekilerek, mevzu kapatılıyor. Hatta işçi soru sorduğuna pişman ediliyor. İşçiler soruyor: • 17 günlük ücret ve sigorta kaybımız ne olacak? • Sendika ile toplu sözleşme yapmayı belediye kabul etti mi? • Söz konusu anlaşmalar nelerdir ve bir protokol yapıldı mı? • Belediye yönetimi itiraz davalarını geri çekecek mi?

HSGGP: BİZ KARŞI ÇIKARSAK, “KIDEM TAZMİNATI FONU, KIDEM TAZMİNATININ SONU” OLMAYACAK! Ufuk Demirci AKP hükümeti, patronların temel istemlerinden olan kıdem tazminatın uygulamasının fiilen ortadan kaldırmayı hedefleyen yasa değişikliğini gündeme getirdiğinden beri bir tartışma yaşanıyor: “kıdem tazminatı hakkının savunulması hangi temelde gerçekleşmelidir?”. İşçi sınıfının küçük bir bölümünde örgütlü olan işçi sendikaları, özellikle de Türk-İş, kumu işyerlerinde kıdemli işçilerden oluşan bir tabana sahip olduğu için, “kıdem tazminatını gasp ettirmeyiz” şiarıyla sözde bir kampanya yürütüyor. Türk-iş yönetimi, bu mücadeleyi kendi üyeleriyle sınırlarken “işçinin parasına el koyamazsınız” diyerek önemli olan paradır, fikrini öne çıkarıyor. Diğer işçi sendikalarının da siyaseti farklı değil. Kamu emekçilerini örgütleyen KESK ise gündemine bile almıyor: İşçilerin kıdemini ortadan kaldıran hükümet, memurların emeklilik halinde aldıkları ikramiye hakkını bırakır mı, düşünmüyorlar bile! Hükümetin ve sermayenin bu bütünlüklü saldırısı karşısında, emekçilerin birleşik mücadelesinin olanaklarını zorlayan ve hala etkinliğini sürdüren Herkese Sağlık Güvenli Gelecek Platformu (HSGGP) kıdem tazminatı hakkının gaspına karşı “Kıdem Tazminatı Fonu ve İş Güvencesi” başlıklı bir forum düzenledi. 29 Ocak Pazar günü İstanbul Beyoğlu’ndaki İstanbul Barosu Orhan Adli Apaydın Salonu’nda yapılan forumda kıdem tazminatı saldırısının içeriği ve yaratacağı sonuçla-

12

rın yanı sıra, birleşik mücadelenin olanakları da tartışıldı. Türk Tabipleri Birliği (TTB) Merkez Konseyi üyesi Hüseyin Demirdizen’in kolaylaştırılığını yaptığı etkinliğe, gazeteci-akademisyen Atilla Özsever, Çağdaş Hukukçular Derneği (ÇHD) Emek Komisyonu’ndan Av. Nilgün Şahinkaya, Birleşik Metal-İş Sendikası TİS Uzmanı İrfan Kaygısız ve İsviçre Tekstil Sendikasından Mehmet Akyol konuşmacı olarak katıldı. Forumun ilk bölümünde kıdem tazminatı saldırısının nedeni ve sonuçları tartışıldı. Demirdizen, kıdem tazminatının gaspı planının, hükümetin ve patronların bütünlüklü bir saldırısının parçası olduğunu, bu topyekûn saldırıya karşı birleşik bir mücadeleyle yanıt vermenin zorunluluğunu öne çıkardı. Atilla Özsever, hükümetin Ulusal İstihdam Stratejisi (UİS) politikasını anlattı, UİS’in çalışma yaşamında kökten değişikliklere yol açacağını ve Kıdem tazminatı fon uygulamasının da bu siyasetin bir parçası olduğunu söyledi. Özellikle sanayi havzalarında konu ile ilgili bilgilendirme kampanyalarının yapılmasını, hükümetin ve patronların, kıdem tazminatıyla ilgili iddialarına karşı ideolojik bir mücadele yürütmenin gereğini öne çıkardı. İrfan Kaygısız, çalışma yaşamında işçi sınıfının son 30 yılın en köklü değişiklikleriyle karşı karşıya olduğunu, kıdem tazminatı fonu tartışmasının sadece ücret değil, aynı zamanda çalışma koşullarını da yeniden düzenleme amacı taşıdığını vurguladı. AKP hükümetinin bu konudaki en çok

• Ücretler 720 ile 950 lira arasında. Eski ücretlerle çalışmaya neden devam ediyoruz? Hiç olmazsa yemek ve yol paramız verilsin. • Albayrak Temizlikte çalışan işçiler Bin 300 TL aylık ve yol parası alırken, belediye başkanının başkanı olduğu BELTAŞ taşeron şirketinde ücretler ve haklar neden düşük? • 33 aylık sözleşme yapılacağına dair söz dışında bir kanıt var mı?

Genel-İş belediye yönetimine neden kefil oluyor?

Sendika yöneticileri belediye yönetimi adına defalarca sözler verdiler ve bu sözlerin hiçbiri tutulmadı. Sendika yönetime kefil oldukça, belediye rahat hareket ediyor ve sendika itibarsızlaşıyor. Güven zedelemesi oluyor. Sendikanın açık konuşmasını, şeffaf olmasını istiyor işçi. İşçinin örgütlü gücünün ortaya çekinmeden konulmasını, sürgünlerin sona ermesini istiyor. Toplusözleşme istiyor. Doğru söylenmesi istiyor. Örneğin “CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ile görüştük” denmesine rağmen neden sadece mektup gönderildiğini öğrenmek istemiyor. 12 Haziran seçimlerinden önce “seçimden sonra iş tamam” denmesinin üzerinden yedi ay geçmesine rağmen hiçbir ciddi ve kalıcı adım atılmamış olmasından işçiler rahatsız.

İşçiler sendikal işleyişten de rahatsız

Taşeron işçiler arasından delegeler sendika tarafından atanmış ve seçim olmamış. Atanan delegelere de sanki bir paye verilmiş gibi davranılıyor. Kadrolu sendika üyelerinin arasından ise, bölüm şeflerinden sendika delegeleri yapılırken, işçiler delege olamamış. Bütün bunlar işçilerin rahatsızlıklarını ifade ediyor ve değişmesini istiyorlar. Alevi ve sol görüşlü işçi, CHP’li işveren ve iktidarda AKP gibi gerici bir parti olunca, işçiyi en zayıf yerinden vurmanın olanağını da CHP yönetimi ve sendika yönetimi hemen yakalıyor: “AKP’yi sevindirmeyelim!” Kuşkusuz AKP’yi sevindirmeyelim de, işçinin hakkını da CHP’lilere yedirmeyelim! öne çıkardığı ve demagojisini yaptığı; gelişmiş kapitalist ülkelerle kıdem tazminatı miktarının Türkiye’ye göre düşük olması iddiasına da şöyle yanıt verdi: gelişmiş kapitalist ülkelerdeki diğer sosyal destek mekanizmalarının varlığından dolayı, yalnızca parasal olarak karşılaştırma yapmak doğru değil. İşçilere düşen görevin bu hakkı korumak ve ileriki kuşaklara devretmek olduğunu da vurguladı. Nilgün Şahinkaya, kıdem tazminatı fonu planını, İş Kanunu ve mevcut esneklik uygulamaları üzerinden değerlendirdi, kıdem tazminatı fonunun geçmiş on yıllardan beri hükümetlerin gündeminde olduğunu hatırlattı. Hükümetin planladığı düzenlemeyle ilgili hukuki bilgilendirmelerde bulundu. Mehmet Akyol ise, işçi sınıfının 300 yıllık mücadele deneyimine vurgu yaparak kıdem tazminatı hakkının nasıl kazanıldığıyla ilgili tarihsel sürecin unutulmamasının önemine değindi. Kıdem tazminatı uygulamasının esas olarak, belli bir miktar paranın alınması değil, patronları işten çıkarmalarını zorlaştıran, pahalılaştıran bir uygulama olarak görülmesi gerektiğini söyledi. İşten çıkarmalar konusunda zorlayacak yasal değişikliklerin hayata geçirilmesi için mücadele vermek gerektiğini ifade etti. Forumun ikinci bölümünde ise, birleşik mücadelenin olanaklarına ilişkin tartışmalar yapıldı. HSGGP deneyiminin yarattığı ortak mücadele kültürünün değerine dikkat çekilerek, Güvencesizler Platformu, İSİG Meclisi, 1. Bölge çalışması gibi emek mücadelesi temelinde yürütülen çalışmaların birleştirilmesi gerekliliği vurgulandı. Sermayenin işçileri rekabet temelinde böldüğü koşullarda, buna karşı mücadele iddiasında olan öznelerin birlikte mücadele olanakları açısından temas noktalarını arttırma zorunluluğuna dikkat çekildi.


İşçilerin Sesi

“SENDİKAL ÖRGÜTLENME SORUNLARI VE DENEYİMLERİ” Deri Kundura Tekstil İşçiler Derneği her ayın ilk haftasında periyodik olarak etkinlikler düzenliyor. Derneğin Ocak ayındaki etkinliğin konu başlığı işçilerin sendikal örgütlenme sorunları ve deneyimleri başlığı altında yapıldı. Etkinliğe Teksif Sendikası Yedikule Şubesi’nin Başkanı Sebahattin Çetin, Teksif Sendikası avukatı Özgür Ekin ve Tek Gıda-İş Avrupa Yakası Şube Başkanı Muzaffer Dilek katıldı. Öncelikli olarak bilindiği üzere Esenyurt bölgesi aynı zamanda bir işçi havzasıdır. Bu bölgede yıllardır işçiler belli düzeylerde de olsa mücadele deneyimlerine sahipler. Yaşanan mücadele deneyimleri sendikal düzeyde var olduğu gibi sendikal mücadelelerin kesintiye uğradığı deneyimler de söz konusu. Ancak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: bir işçi havzası olması bakımından sendikaların gerektiği gibi bu bölgeye yönelik çalışmalar yapmadığını söylemek haksızlık olmasa gerek. Etkinliğin ilk bölümünde sendikacılar ve Av. Özgür Ekin, genel olarak sendikal hareketin zayıflığından ve yasal mevzuatların patronlardan yana

olduğunu belirterek, buna rağmen işçilerle birlikte mücadeleyi sürdüreceklerini ifade ettiler. İkinci bölümde ise, işçilerin hem hukuksal süreçle ilgili soruları hem de sendikal mücadele sürecinde sendikaların yetersizliklerini vurgulayan sorular ve katkılar yapıldı. Bu konuda genel olarak iki sendikacı da eksikliklerin olabileceğini ama bu eksiklikleri dışarıdan eleştiri yaparak değil, bizzat birlikte fikir üreterek ve hayata geçirerek giderebileceklerini söylediler. Esenyurt bölgesi bir işçi havzası olması nedeniyle işçilerin çalışma alanındaki sorunlar her geçen gün katmerleşerek artmaktadır. Katılımcı işçiler, daha önceden de yaşamış oldukları sendikal mücadeledeki deneyimler ışığında, sendikacıların mücadele sürecinde yasal mevzuatı aşamayan yaklaşımlarının sonucunda yaşadıkları sıkıntılar vurgulandı. Ayrıca işçiler, sendikalaşmanın bir anayasal hak olmasına rağmen, patronların bu hakka hiçte uymadıklarını, bu hakkı kullanmak isteyen işçilerin belli bahanelerle işten atıldıklarını ifade ettiler. İşçiler sözlerine “sendikacıların genel olarak izledik-

leri yol, mücadele etmek yerine; işin hukuksal süreçte takibini öne çıkartıp mücadeleyi başka bir sürece evirerek işçilerin mücadelesine bir nevi engel olmaktadır” şeklinde devam etti. Bugün işçi sınıfının yaşadığı hak kayıplarında sendikaların başına çöreklenmiş sendika bürokrasisinin de payı azımsanmayacak bir durumdadır. Bu açıdan da etkinliğe katılan sendikacıların işçiler tarafından “eleştirileceğimizi bilerek buraya geldik” demeleri de gayet anlamlı gözükmektedir. Yapılan tartışmalar sonucunda işçiler işyerlerindeki sendikal örgütlenme konusundaki taleplerini aktardılar. Buna karşın sendikacılar, işçilerin yaşamış oldukları sorunları birlikte çözmek için burada olduklarını belirterek konuşmalarını son verdiler. Son olarak etkinliği yöneten arkadaş, derneğin her ayın ilk haftasında başka bir konuda buluşacağını ifade edip, katılımcı ve konuşmacılara teşekkür ederek etkinliği sonlandırdı. / İşçilerin Sesi Haber

MUZAFFER DİLEK’İN ŞUBE BAŞKANLIĞI MAHKEME KARARIYLA İADE EDİLDİ

UÇARAK DA TERÖR SUÇU İŞLENİR Mİ?

Tekgıda-İş Sendikası İstanbul Avrupa Yakası Şube Başkanı Muzaffer Dilek, yayınladığı basın açıklamasıyla hakkında verilen Disiplin Kurulu kararının iş mahkemesi kararıyla yürütmesinin durdurulduğunu kamuoyuna duyurdu. Böylece Tek Gıda-İş Genel Merkez Disiplin Kurulu kararı yargılanma sürecinin sonuna kadar geçersiz oldu.

Geçen haftalarda İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin'in Barış ve Demokrasi Partisi'ni (BDP) hedef alan ve "terör" tanımını "Resim yaparak, tuvale yansıtmaya" kadar genişleten konuşması büyük tartışma yarattı. Bakanın sözleri Fehmi Koru'yu bile isyan ettirdi. Koru, şöyle yazdı:

Yapılan açıklama şöyle: Basına ve Sendikal Kamuoyuna; Genel merkezimiz 10-11 Eylül 2011 tarihinde gerçekleşen genel kurul sonrasında 26 Eylül 2011 tarihinde hakkımda Disiplin soruşturması başlatmış ve 14 Aralık 2011 günü de Disiplin kurulunun vermiş olduğu iddia olunan 11 ay uzaklaştırma cezasını uygulama kararı almıştı. Bu 11 aylık görevden uzaklaştırma kararı 2012/183 esas no ile yürüyen davada mahkeme tarafından tedbiren durdurulmuştur. Bu durum artık sendikamız genel merkezinin de malumudur. Bu karar vesilesi ile bu gün itibari ile tam yetkiyle görevimin başında olduğumu bilmenizi isterim. Eminim ki bu, demokratik ve onurlu mücadele, sendikamız tarihinde de örnek teşkil edecek ölçüde önemli bir yer tutacaktır. Tarih bir daha göstermiştir ki, kazanan haklı ve onurlu bir şekilde mücadele eden olacaktır. Her hal ve şartta, emek için, ekmek için, hak ve adalet için bir kişi de olsa bin kişide olsa mücadelem boyun eğmeden sürecektir. Bu haklı mücadeleye bu güne kadar vermiş olduğunuz desteğe ve ilgiye bilhassa teşekkür ederim. Bu mevzunun detayları ile ilgili önümüzdeki günlerde daha detaylı bilgilendirme yapılacaktır. Saygılarımla. / İşçilerin Sesi- Haber

Bahadır Altan

"...Devlet "terörle mücadele" yürütürken, birileri de teröre destek veriyormuş... Kimmiş mi onlar? Bakan Şahin'e göre neredeyse herkes. İnsan okurken ürperiyor..." BDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş ise, Şahin'in sözlerine şöyle yanıt verdi: "Bazı içişleri bakanları vardır ki, kendileri 1915 modeldir. Bunların bir de 38 modelleri var ama onlar çok gaz yakıyorlar. Motor performansları fena sayılmaz ama egzoz sesleri biraz yüksektir, konuşuyorlarmış gibi gelir size. Bu modellerin iki "küçük" eksikleri var. Direksiyonları ve frenleri yoktur, nereye gideceklerini ve nerede duracaklarını bilemezsiniz”. Örneğin biz havacılar bu suçun kapsamında mıyız? *** İstanbul-Van uçuşunu yapıyoruz. Kalkıştan hemen sonra yılın ilk karı ile, saçları ağarmış Uludağ görülüyor. Yolda; Hasan Dağı, Erciyas tekmil karla kaplı. Malatya'ya varırken sağda Nurhak, solda Munzurlar görülüyor. Fırat’ı geçerken bu güzellikleri yolcumuzla da paylaşarak, "Dicle'yi geçinceye ka-

dar Mezopotomya üzerinde uçacağımızı" söylüyoruz. Sağda Diyarbakır'ın hemen yanında Karacadağ var. Van için alçalışa başladığımızda Nemrut krateri ve ileride beyaz gelinliğiyle Süphan görülüyor. Bunları da yolculara göstermeden olmuyor tabii: "Anadolu’nun bu güzelliklerini kaçırmayınız!" İçişleri bakanımızın açıklamaları uyandırmasa “terör suçu”nu işlemeyi sürdürecekmişiz meğer... Hatta bazen Avrupa'dan İstanbul'a dönerken Avşa falan neyse de, İmralı Adası’nı, Yassı Ada’yı da yolculara gösterdiğimiz oldu. Densizliğime şaşıyorum şimdi! Hadi Uludağ'ı anladık, Erciyas da idare eder ama, Hasan Dağı'ndan, Nurhak'tan sana ne birader? Diyarbekir'in kışını "...Savrulur Karacadağ..." diye anlatan Ahmed Arif değil mi? Mezopotamya da nereden çıktı şimdi? Nemrut da öyle, diktatörlüğü mü hatırlatmaya çalışıyorsun millete? Karadeniz kıyılarından geçerken Hopa'yı da gösterdiğin oldu birkaç kez, şu Başbakan'ın konvoyunu taşlayan eşkiyaların memleketini! Şimdi aklım başıma geldi. Ressamların, akademisyenlerin, şairlerin terörün arka bahçesinde işledikleri suç, pekala bizim meslekte de işlenebilirmiş! "Hayde Vatanı Kurtaralım" denmeye görsün, bir de bakmışsınız "Terörist Kaptan Tutuklandı!" diye manşet olmak da var bu ülkede. Tövbe sayın bakanım tövbe! Bir daha Uludağ'dan başka dağ, Marmara'dan başka ada, Kızılırmak, (pardon, pardon) Yeşilırmak'tan başka nehir görmez gözüm... 13


İşçilerin Sesi

FABRÝKALARDAN... ÝÞYERLERÝNDEN... FABRÝKALARDAN... ÝÞYERLERÝNDEN... FABRÝKALARDAN... ÝÞYERLERÝNDEN... Plastik Kazanmanın yolu birlik olmaktan geçiyor! Hakkını aramanın karşılığı işten atılmak oluyor, geçen ay bir bölümde arkadaşlar düşük ücret aldıkları için geçinemiyorlar, üstüne bir de mesaileri kesilince iyice zor durumda kalıyorlar. Bu işçiler müdürlerine gittiler ya mesai yaptır ya da ücretlerimize zam yap dediler. Müdür işçilerin toplanıp gelmesine sinirlendi, bu işçilerin öncülüğünü kim yapıyor diye araştırıp, en çok itiraz edeni işten çıkardı. Bu işçinin sigorta primi dolmuştu ve birkaç ay önce içerden para çekmişti, çok fazla tazminatı yoktu. Müdürler gene tazminat pazarlığı yaptılar 3 bin lira olan tazminatını 2 bin lira verip işten çıkardı. Patron yöntemi bulmuş, işten çıkarırken başka bir fabrikasını tehdit olarak kullanıyor. İşyeri, 8 saat çalışıyor kendisine sorun yaratan işçileri, bu fabrikaya gönderiyor. Geçen ay bir işçiyi iş yerine siyasi gazete soktuğu için işten çıkarıldı. İşyeri önünde işçi gazetesi satılıyor, bu gazeteyi alıp içeri giren işçi işten atıldı. Bu gazeteden alan başkaları da var bu sebepten dolayı işten çıkarılan olmadı. Sadece gece amiri biraz araştırma yapmış, işyerinden birilerine “bunlar sizin arkadaşlarınız mı söyleyin bir daha gelmesinler onların yüzünden işçiler işinden oluyor” demiş. Sözde işyeri yasalara saygılı, hani herhangi bir siyasi görüş farklılığı yüzünden işçi çıkarılamazdı? İşte burjuvazinin iki yüzlü yalancılığı! Geçen sene birçok işçi arkadaş işten çıkarken, patronun idarede çalışanlara kıyak geçtiğini, onları teknelerde yalılarda boğazlarda otellerde yemek yedirdiğini dile getirmişti. Bu tepki bu sene patron üzerinde etkili olmuş ki, işçilere yeni yıl gecesi düzenlediler. Her fabrikaya ayrı ayrı düzenlediler, patron konuştu işçiler dinledi. Patron 15 yıllık 20 yıllık işçilerini unutmadı! Onlara birer plaket verdi bunca yıllık emeğin karşılığı olarak. Yeni işe giren bir işçiyle (asgari ücrete çalıştırılıyor) 10 yıllık bir işçinin arasındaki ücret farkı, 100 TL, bunu bilen işçiler yapılan bu göstermelik şova kanmıyorlar. Yeni yıl zammı söylentileri dolaşıyor, hükümet yanlısı işçiler, “AKP yüzde 12 zam (asgari ücret artışı) verdi, yıllık patronda en az o kadar vermeli” diyorlar. Birincisi AKP hükümeti yıllık %12 zam vermedi bu yalan, yılın ilk yarısı için yüzde 5 ikinci yarısı için yüzde 6,5 yani ilk altı ay yüzde 5,5 den alınacak, ücretler yüzde12’lik zam ikinci altı ayda başlayacak ve sadece 6 ay zamlı ücret alacağız bu da demek oluyor ki hükümet herkesi kandırıyor. Her sene bayramlarda tatil günlerinde fazla mesai yapmayı taahhüt eden yazılı tebligatlar işçilere tehdit ve baskıyla imzalatılıyor. Bu sene birçok bölümde işçiler zam alabilmek için imza atmıyorlar, “ ücret bordolarımızı görelim bize ne kadar değer veriyorsunuz, ne kadar zam verdiniz anlayalım ona göre imzaları diyorlar” söylentilere göre işyeri zammı, asgari ücret zammı artı yüzde 6 ile yüzde 10 arasında değişiyor muş. Bizler bireysel olarak hakkımızı aradığımız sürece patron karşısında zayıf ve güçsüz oluruz, fark14

lı bölümlerde olsak da bir araya gelerek örgütlenmek lazım, ancak hakkımızı birlik olarak alabiliriz.Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz. (O. Şeref)

Gıda Zorunlu izin dayatması var! Bu ay zam ayı ama her zamanki gibi idareden ses yok. Müdür gelip bölümlerde işçilerin ağzını arıyor, devlet yüzde kaç zam verdi, asgari ücret ne kadar oldu, sanki kendi bilmiyormuş gibi. Müdür sorarken “bir işçide devlet yüzde on iki verdi artık patronda bunun üzerinde zam yapar” deyince müdürün sesi çıkmadı hemen gitti. İşçilerin arasında konuşulan ise, gelecek ay zammı alırız ancak zam farkını çünkü senelerdir aynı şekilde bir ay gecikmeli veriyor. Buna da kimsenin bir itirazı yok, patron istediği gibi hareket ediyor. Ustalar açıklama yaptı şimdiden yıllık izinlere çıkılacak, artık yazın izin yok, yazın işler yoğun olacak, birer hafta şimdi çıkın Mayıs’a kadar izinler sona erecek! Mesailer başlayacak, mesailerde bir başladı mı yaklaşık sekiz ay sürüyor hem de 12 saat vardiyalı olarak. Bu sene paketleme ve dekor bölümünün vardiyasını kaldırmadılar halen devam ediyor. Hatta bir ara müdür yine gelip üç vardiya yapalım mı diye nabız yokladı, kimse vardiyayı kabul etmiyor. Müdür “mesaide yapmasak ücretler düşük biz nasıl ev geçindireceğiz diyormuş işçiler” diye konuşunca, bir işçi arkadaş müdüre “o zaman siz de ücretleri yükseltin işçiler gayet iyi geçinir, kimse fazla çalışmaya meraklı değil” dedi. Herkes kendi arasında konuştu, “şimdi izne çı-

kıp da ne yapacağız” diye ama toplu halde dile getirmediler. Bir kaç kişiyi çıkardılar izine işçilerde birlikte hareket etmek imkânsız gibi geliyor. Her yıl zorunlu mesaiye kalmak için kağıt imzalatıyorlar bu yılda yine imzalattılar. Çıkmayı düşünen bir grup kadın işçi imzalamadı. Geçen yıl bir işçi imzalamamıştı onun tazminatını verip çıkarmışlardı. Bu işçilerde, “imzalamasak çıkarırlar” diye düşündüler ama olmadı muhasebeci “imzalamasanız savunmanızı yazıp getirin” demiş. Bunlarda fabrikada ne kadar olumsuz şeyler varsa yazmışlar, sonra da usta çağırıp konuşmuş “siz yanlış yapıyorsunuz dışarıda buradan daha kötü şartlar var çalışın”. Usta hep alttan alarak konuşmuş oysa o yalakanın yüzünden işten çıkıyorlardı. Çünkü onun bölümünde çalışıyorlar, müdür ise birisiyle konuşmuş “niçin çıkıyorsunuz “deyince, o işçide “kaç yıldır çalışıyorum asgari ücrete, ücret düşük geçinemiyorum, mesaiye kalmamında bir anlamı yok” deyince, müdür “çalışma yılına göre ücretin normal ama ben ücretini biraz yükseltirim sen çalış” diye geçiştirmiş. Müdürün bir dediği öbürünü tutmadığını herkes biliyor, ama yine de ona inanıyor işçiler. Bu işçileri henüz çıkarmadılar bir açılamada yapmadılar, onlarda imza atmadı daha bireysel değil de hep birlikte hareket edilseydi bütün işçilerin yararına gelişmeler olabilirdi. (G. Kemerli)

Kimseye söylemeyin sizi sendikalı yapıyoruz! İşyerinde sözleşme tarihi yaklaşan işçiler diken üstünde çalışıyorlar. Acaba çıkaracaklar mı taşerona mı geçirecekler? Her an çıkarılma ya da taşerona geçirilme korkusunda çalışıyorlar. 29-12-2011 tarihinde sözleşmesi dolan ve sendikasız olan bir kaç işçi arkadaşı muhasebeye çağırıp, sizi sendikalı

ELVAN ÇİKOLATA İŞÇİLERİNİN İŞE İADE DAVASINA DEVAM EDİLDİ:

ŞUBE İŞÇİLERE SAHİP ÇIKTI Elvan çikolata; İstanbul Yenibosna’da, Sefaköy’de ve kısa bir süre önce Cici Çikolata’dan satın alınan Eskişehir’deki fabrikalardan oluşan, toplam 800 civarında işçi çalıştıran bir işyeridir. Ayrıca bu işverenin Mısır ve Azerbaycan da olmak üzere birer tane yurt dışında aynı tür üretim yapan işyerleri vardır. Bu iş yerlerinden 2011 yılının Haziran ayında işçilerden bir kaçı işyerinde ki çalışma şartları, işçi-amir ilişkileri ve ücret mağduriyetleriyle sendikaya başvurdu. Haziran ayı ortalarında gruplar halinde işçilerle yapılan görüşmeler sonrasında 28 Haziran günü itibari ile üye kayıtları başladı. 3 Ağustos 2011 günü işçiler işten çıkarılmaya başlandığında 120’ye yakın işçi sendikaya üye olmuştu. Bu süreçte hem işten atılanlar hem üye olmaya devam eden işçiler vardı. Patron çareyi işçileri gündüz saatlerinde çalıştırarak noterin mesai saatlerini de göz önünde tutarak, üyelikleri engellemeye çalıştı. 80 civarında sendikalı iş-

çi işten çıkarıldı ve geri kalanı istifa ettirildi. Tam bu tarihlerde genel merkezin şube başkanına yönelik tasfiye operasyonu sebebiyle işçiler yalnız kaldı. Bu süreç işçilerde umutsuzluğa ve sendikal sürecin gerilemesine yol açtı. Genel merkez “ya şube ya biz” diyerek işçileri taraf almaya zorladı. Mahkeme kararıyla görevine geri dönen şube başkanı, işçilere sahip çıkacağını açıkladı. 48 işçinin işe iade davası Bakırköy 16. İş Mahkemesi’nde devam etmekte. 1 Şubat’ta görülen 2. duruşma sabah 9:30'da başladı ve 17:00'ye kadar sürdü. Öğle arası verildiğinde adliye önünde basın açıklamasını şube başkanı yaptı. Açıklamada “80 işçiyi sendikalı olduğu için kapıya koyan Elvan işvereni 10 yıldır hiç indirmediği “eleman alınacak” pankartını işçi çıkarırken kaldırmadığı gibi bu pankart hala daha fabrika duvarında asılıdır Bu nedenle bizim de “Sendikalı Olmak Anayasal Bir Haktır”, “Atılan İşçiler Geri Alınsın” pankartlarımız bundan sonra da görünür olacaktır” denildi. / İşçilerin Sesi Haber


İşçilerin Sesi

FABRÝKALARDAN... ÝÞYERLERÝNDEN... FABRÝKALARDAN... ÝÞYERLERÝNDEN... FABRÝKALARDAN... ÝÞYERLERÝNDEN... yapıcağız ama kimseye söylemeyin denilmiş! Muhasebeden gelen işçilere “ne oldu size ne dediler” diye sorulunca onlarda içerde uyarıldıklarından dolayı “bizi servisteki bir sorun için çağırdılar” gibi komik bir gerekçe söylemişler.Tabi ki, bu yalan çok fazla sürmedi, ertesi gün arkadaşların sendikaya alındığı duyuldu, sendikaya alınanların çoğunluğu idari kadroya ya da şeflere yakın isimler oluşu dikkatleri ve tepkileri çekti. 2-3 yıl çalışıp sendikaya alınmayan işçiler “biz niye alınmadık 4-5 aylık işçiler alındı” diye ustabaşına sormuşlar, fakat ustabaşı şefe, şef de müdürlere atıp duruyor sorumluluğu ... Aslında soru yanlış “niye beni sendikaya almadınız değil niye herkesi sendikaya alınmadı” diye sorulmalıydı. Çünkü sendika tüm işçilerin hakkıdır, bu idarenin ya da çalışma süresinin belirlediği bir hak değildir, tüm çalışanlar eski yada yeni denilmeden sendikaya alınmayı bireysel olarak değil toplu olarak talep etmeli. Sendikalı olanlar da huzurlu değil, ne sözleşmeden ne de sözleşmedeki maddelerle ilgili bilgilendirme yapılmıyor. İşyerinin sendika temsilcisi bu konu hakkında bilgi sahibi değil. İşçilerin sorularına, “öbür aya belli olur” gibisinden oyalama dönük bir şeyler söylüyor. Bir de mücadele ettiğinden bahsediyor, sendikacının görevi nedir ben tam olarak bilmiyorum, yılda iki kere toplantıya gidip, yılbaşlarında sendikanın gönderdiği takvimleri dağıtmak olsa gerek, fazla bir şey göremedim kaç yıldır! (N. Çiçekli)

cek 2 temsilci varsa, bunlar da yönetim tarafından tespit edilmiş durumda. İş Güvenliği temsilcileri olmakla birlikte, ilk etapta sanki işçilerin hakları için bir temsilci seçilecekmiş gibi bir hava verildi. Esasen işyerinde iş kazaları eksik olmuyor. Örneğin geçtiğimiz yıl içinde 170 iş kazası oldu. Bu kazaların büyük çoğunluğu silindirlerin, tekerleklerin ve helezonların parmaklarımızı kapması, ezmesiyle oluştu. Ancak hiçbiri de iş kazası olarak kayıtlara geçmedi. Şöyle oluyor: İş kazaları SGK’ ya bildirilmiyor. Kaza geçiren işçi özel hastaneye götürülüyor. Çalışmaya devam ediyormuş gibi ücret ve sigorta ödeniyor. Ancak önce işçiye “şikayetçi misin?” diye soruyorlar. Genellikle de “bana bakın şikayetçi değilim” diyor. İşçi, ilçe emniyet müdürlüğüne götürülüp “şikayetçi olmadığı”na dair bir ifade veriyor. Böylece işçi tedavi oluyor, parası kesilmiyor ama işyeri de SGK’ya kaza bildirilmediği için hiçbir denetime tabi tutulmuyor. Oysaki makinelerin kazaya sebep olduğu bölümler (tekerlekler ve silindirler) ile makinelerin açma kapama düğmeleri arasındaki mesafe, kaza anında yetişilemeyecek kadar uzun. Bir işçi, arkadaşlarına sesini duyurana kadar parmaklarını silindirin altından kurtarması mümkün değil. Bu durum bir raporla idareye bildirildiği halde, açma kapama düğmesinin basit bir şekilde yer değişikliği yapılması tam bir yıl sürdü (!)

Primler, ücret zamları birbirine karıştırılıyor Zamlar da belli olmadığı gibi, 2011 yılına dair

İşçi sağlığı ve iş güvenliği şeflerin işçiler hakkında verdiği “prim notu” da öğtemsilcilerini idareciler belirliyor! renilemedi. Şubat’ın 5’inde alınacak ücretlerde İşyeri yönetimi, “işçi temsilcisi seçilecek” diyerek, işçilerden temsilci olmak isteyen adaylar belirlemelerini söyledi. Aslında bir bölümden seçile-

hem yıllık ücret zammı hem de primler birlikte verileceği için, ne kadar prim ne kadar zam olduğunu ayın 7-8’ine doğru öğrenebileceğiz. İşçilere

FAZLA MESAİ MUVAFAKATNAMESİ DAYATMASINA HAYIR! Her yıl Ocak ayında önümüze dayatılan “Ulusal Bayram ve Genel Tatil Günlerinde Çalışma ile Fazla Mesai Muvafakat namesi” başlıklı taahhütname, bir yıl boyunca patronların iş durumuna bağlı olarak ulusal bayram ve tatil günlerinde fazla çalışmaya zorunlu olarak kalacağımızı baştan kabul etmeyi içeriyor. Bir yıl boyunca zorunlu mesai dayatmalarına baştan “evet” demek.

uykumuzdan kısıp yemek ve ev işlerine, çocuğumuza ya da yaşlılara ilave zaman ayırmaya mecbur kalıyoruz.

İş kanunda fazla mesai “günde 3 saati geçmemek koşuluyla yılda 270 saat” olarak belirlenmiştir. Taahhütnameyle “fazla çalışma” sınırlarını sonsuz hale getirmiş oluyoruz.

Bugüne kadar patronları zengin ettik ama işçilerin ücretleri artmadı. Fazla mesai ile patronlar daha da zengin olurken, işçi sağlığını ve yaşamını kaybediyor. Yeterli ücret için daha çok çalışmak yerine birleşmek, örgütlenmek ve sendikalaşmak gerekir.

Zorunlu mesai hayatımızı felç ediyor. Özel yaşamımıza hiç zaman kalmıyor. Günde 12 saat işyerinde geçiyor. Yolda geçen süreyle birlikte işe ayırdığımız zaman neredeyse 14 saati buluyor. Geriye kalan 10 saat içinde ne yapabiliriz? 8 saat uyusak ailemize, sevdiklerimize ve kendimize sadece 2 saatimiz kalıyor. Kadın işçiysek eğer,

Fazla mesaiye kalıyoruz, çünkü ücretlerimiz yetmiyor. Ancak zorunlu mesai, ücretimizi artırmanın tek yolu değildir. Hatta sağlığımızı ve zamanımızı verdiğimiz için, en kötü yoldur.

Herkese İş, İş Güvencesi! 7,5 saat İş, Yeterli Ücret! Fazla Mesai Değil, Sendika ve Toplu Sözleşme Hakkı! / U. D.

bordro verilmiyor. Bordrolarımızı işçilerin kullanımına açık bilgisayarlardan öğrenebiliyoruz. Ancak bordromuzu kağıda basılı olarak alabilmek için, özel olarak talepte bulunmak gerekiyor.

Sabah ve gündüz vardiyasında sendika propagandası 15 gündür sabah 06:30-07:15, gündüz 14:3015:15 saatleri arasında fabrikanın giriş kapısına sendikacıların kurduğu ses düzeninden çeşitli marşlar, şarkılar ve sendikacıların işçi hakları, ücret zamları, fabrika müdürünün işçiler aleyhine uygulamaları hakkında konuşmalar oluyor. İlk günlerde işçiler dinlemeden önünden geçip gidiyorlardı. Son zamanlarda ise, işten çıkan vardiya, elinde çayıyla servislerin kalkacağı zamana kadar (10 dakika) sendikacının anlattıklarına kulak veriyor ve sonra servislere biniyor. İşçilerin hoşuna gidecek konuşmalar yapılıyor. İşçiler ücret zamlarının açıklanmasını bekliyor. Sendikalaşma konusunda bazı çekinceleri var; sessizler ama daha sonra bir ilgi olacağını umuyoruz.

Kargo İşten çıkan işçi kalanların garantisi değildir Kargo sektöründe çalışma şartları ağır, beden gücüyle yapılan işe bir de çalışma saatlerinin uzamasıyla işçiler iyice yorgun ve yılgın oluyor, çalışan herkes bel ve ayak ağrısından şikâyet ediyor, işe başlayanlar bir yılını doldurmadan ya işten ayrılıyorlar ya da isten ayrılacağını söylüyorlar, ayrılamayanlar da koşulları kabullenmek zorunda kalıyor. Geçen ay ihracat bölümünde işler daha da yoğunlaştığı için işçiler gece 3–4’lere kadar çalıştırıldılar. Bu çalışma koşulları bu şekilde uzun zaman devam etti, işçiler artık dayanamadıklarını söylemeye başlamışlar, bir ay önce yine geç saatlere kadar işçiler çalıştırıldı. Ayrıca ertesi gün geç işbaşı yapmaları gerekirken saat 9:00’da işe başlanacağı söylenince, koşullardan iyice bıkan on işçi ertesi gün işe gelmediler. Daha sonra bu işçilerin işi bıraktıkları öğrenildi. İhracat bölümünde konuştuğum işçilerin söylediklerine göre çıkan işçilerin 15 yıl arası çalışma süreleri vardı. Bu gelişme hem ihracat hem de ithalatta çalışan işçiler arasında konuşulmaya başlandı. Geçen ay ihracat çalışanlarının maaşlarına iki ay geriye dönük 300 TL fazla mesai ödemesi yapıldı. İthalata ise 70’le 100 TL arasında 30 saat fazla çalışma olarak ödeme yapıldı. İşçiler arasındaki konuşmalara bakıldığında işten çıkan işçiler kalanların hak kazanmalarına olanak sağladı. Her ne kadar işten çıkış olursa o kadar da patron geri adım atıp ücret ve çalışma koşullarını yeniden gözden geçirip düzenleme yapıyor. Ama gözden kaçan bir şey var. Verilen ücretler geçici yani hakkımız olarak kalmıyor, her an geri alınabilir, bu yüzden işten çıkmak çözüm değil, işyerinde kalarak haklarımızı taleplerimizi ortaklaştırıp kalıcı olarak almanın yollarını konuşmalıyız. (S. Arik) 15


ULUDERE-ROBOSKİ KATLİAMI Sebahat Tuncel’in ifadesiyle, ‘yoksulluğun adı Kürt olmuş’, haritanın yırtılan o bölgesinde. Onlar yoksul köylü, sınır hamalı, emekçi ve Kürt’tüler. N. Cemal “Kollarından boynuma uzanan bir köprü, ah günahım, vah suçum. Ölüm yağmış dağlara, yine senin bahtına ateşten bir kor düşmüş. Yanmış körpe bedenin sıfır sınır noktası. Kaçak çay, kız saçı tütün, biraz da şeker hakkında hüküm olmuş. Kanın hudut çizgisi. Bahar küsmüş neyleyim, kış olmuş ya hep nasip. Güneş kime doğar? Nerede o yağmurun bereketi? Yeşilin kırmızıya aşkı, nerede? Doyamayacağımız aşikârdır artık, doğduğumuz yerlerde. Ekmek yoksa hangi sınır engel olabilir ki açlık ordusuna? Adalet yoksa kim hakkını verebilir ki adil barışın? Özgürlük yoksa ve bir de sırılsıklam aşıksak tüm mahrum kalmışlığımızla ona, bize düşen ölümlerden ölüm seçmek mi? Nereye koysam kolunu, ya o bedensiz başını? Parçalanmış yüreğin ölüm tarlasında. Kin biçtik. Öfke kaynadı ocağımızda. Barışa ant deyip, kendi kanımızı içtik ya. Bese, bese, edi bese! Kollarından boynuma uzanan bir köprü, ah günahım, vah suçum benim. Gözyaşlarının ağırlığı hala omuzlarımda yük. Eksiğim sensiz. Arıyorum, anıyorum o kardeş kucaklaşmanı…” Halkların Demokratik Kongresi’nin çağrısıyla oluşturulan ‘Uludere Halkının Acısını Paylaşıyorum’ heyetiyle çıktığımız yolda, 5 Ocak 2012 tarihinde yukarıdaki satırları not etmişim. Uludere’ye gittik. Üç köy gezerek katledilenlerin yakınlarını ziyaret ettik ve ‘acınız acımızdır’ dedik. Katliamın tanıklarıyla ve olay yerine ilk giden yardım ekipleriyle görüşüp, söyleştik.

Kürt ve emekçi katliamı Uludere’de katledilenlerin hepsi de sınır hamallarıydı. Onlar yoksul köylülerden oluşan emekçilerdi. Yaşlarına göre, çocuklarda 20-30 TL, yetişkinlerde 50-60 TL arasında değişen yevmiyeleri -günlük kazançları- vardı. Güvencesizlerin en güvencesiziydiler ve ölümle yaşam arasında bir bıçak sırtındaydılar. Yıllardır, ‘taşeron çalışmak öldürür’ diyoruz ya, katledilen sınır hamalı Kürt emekçilerin durumu hiçbir şeyle kıyas götürmez. Onlar için bildiğimiz bütün kavramları, kalıpları ve nitelemeleri unutmamız ve zor da olsa kendi gerçekliklerini görebilmemiz gerekiyor. Sebahat Tuncel’in ifadesiyle, ‘yoksulluğun adı Kürt olmuş’, haritanın yırtılan o bölgesinde. Onlar yoksul köylü, sınır hamalı, emekçi ve Kürt’tüler. Uludere-Roboski katliamı, tarihe Kürt ve emekçi katliamı olarak geçecektir. Yaptığım ve kaydettiğim söyleşilerden sadece birini burada aktarabileceğim. Bombalanan yere ilk giden belediye yardım ekipleri içinde bulunan genç bir işçinin anlattıkları özetle şöyle:

“Belki biz de ölürdük” “Gelen haberler üzerine belediye olarak yola çıktık. Saat 2,5-3 civarıydı. F 16’ların sesini hala işitebiliyorduk. Ambulanslar hazır bekliyor, olay yerine bir türlü gidemiyorduk. Köylüler ve katledilenlerin aileleriyle birlikte, güvenlikli bulmadığımız için bombalanan yere henüz ulaşamıyorduk. Bekliyorduk. ‘Gidersek, bizi de bombalar bunlar’ dedik. Gitsek, belki daha fazla yaralı insan kurtarırdık. Ölü sayısı daha az olabilirdi. Gitsek,

belki biz de ölürdük. Olay yerine ulaştığımızda ise her yer kan ve etrafa saçılmış insan parçalarıyla doluydu. Tek tek toplamaya başladığımız insan parçalarını battaniye vs. ne bulduysak sarıp sarmalayıp katırların semerlerine yerleştirmeye başladık. Bazıları paramparçaydı. Toplayarak torbalara koyuyorduk. İki cenaze bulduk, yan yana. Biri 13, diğeri 16 yaşında iki tane çocuk. El ele tutuşarak ölmüşler. Onları öylece, birbirinden ayırmadan semere yerleştirdik. Kazan bombalarının atıldığı yerlerde alanlar açılmıştı. Basınç ve ısı ile kar erimişti. Bombaların açtığı yerlerde insan parçaları vardı. Kendi çocuklarının parçalarını toplayıp elleriyle torbalara yerleştiriyorlardı. Hepsini yan yana sıraladılar. Tablo korkunçtu. 50 TL için çalışıyorlardı. Genelkurmay ve hükümet, ‘PKK kamplarına yakın bir yer’ diye açıklama yaptı. Bu kesinlikle doğru değil. Köyden sadece iki kilometre uzakta ve araç mesafesindeydiler. Aileler çocuklarını katırlara yerleştirip köye kadar getirdiler. Orada, o anda devlet diye bir şey yoktu. Sadece tepede bir helikopter dolaşıyordu. Fotoğraflar çekilip olay yeri ve vahşet kaydedildi. Cenazeler getirildiğinde halı sahanın olduğu yere yerleştirildiler. Geceden kalma bir ayaz vardı. Ölüler kaskatı kesilmişti. Öğle saatlerinde güneş çıktı, hava ısınmaya başladı. Buzlar erimeye başladı. Ölülerimiz kanamaya başladılar. Her yer kan doldu, akmaya başladı. O an anaların feryadı dayanılır gibi değildi. Ölenlerin çoğunun ayakları kırılıp parçalanmıştı. Eller kopmuştu. Yarısı olmayan kafalar vardı. Parçalanmış bedenler gördüm. Valilik, ‘cenazeleri Malatya’ya götüreceğiz’ dedi. Aileler, ‘çocuklarımızı bombalayanlara, öldürenlere cenaze teslim etmeyiz. Otopsileri burada yaptıracağız’ dediler. Öfke inanılmazdı. Üç cenazenin tamamen paramparça ve yanmış bir halde olduğunu gördük. Önceki gün, -3 Ocak günü- Aslan Encü’nün parçalanarak bedeninden kopan kolu daha yeni bulundu. Mezarı yeniden açıldı, kolu içine bırakıldı. Eksik bedeni tamamlandı. İlk saldırıda ölenlerin ardından -yirmi kişi kadarmış- diğerleri kayalıklara doğru kaçmışlar. Uçaklar dönüp kayalıkları da bombalamaya

başlamış. Cenazelerin çoğunu o kayalıklardan çıkaramadık. Çıkarabilmek için belediyeden iş makineleri istedik. Birçoğunun mezardaki bedeni hala tam değil. Olaydan sağ kurtulan Servet Encü’nün uzun süre ifadesine bile başvurmadılar. Hükümetten, devletten arayan soran olmadı. Ama, bugün de dahil olmak üzere kalan insanlarımızı gözaltına almaya devam ediyorlar. Sizden rica ediyorum; sakın ha ismimi yazmayın. Yarın başımıza ne geleceğini bilmiyoruz ki…”

Kuş bakışı Uludere dönüşümüzde ve bugün hala katliamın devlet ve hükümet tarafından sessizliğe mahkum edildiğini görmenin öfkesini taşıyoruz. Devletin katliamı inceleyen olay yeri inceleme ekipleri ise, ‘infial halindeki Kürtleri gördükleri’ gerekçesiyle havadan helikopter içinden gözlem yapmakla yetinmiş, aşağıya inmemişler. Ne görmüşler peki? Bombalarla oluşan dört krater. ‘İnsan ölüsü’ görememişler, katırları da. Kan izi ve insan parçacıkları mı? Yok. İşte devletin meseleye bakışı bu. Eteklerinden bombaları yağdıran uçaklar da bu devlete aitti, helikopterin içinden kuş bakışı katliamı inceleyen de bu devlet. Sus payı ise bizzat başbakandan. Meclis tartışmalarında açığa çıkan rezalet, hükümet adına yapılan konuşmayla ve başbakanın bizzat kendi ödeneğiyle bu işin halledileceği oldu. Başbakanın, ‘örtülü ödenekle mi, yoksa bizzat cebinden ödeyerek mi’ bu işi halledeceği soruları ise ortada kaldı. Ve bugün hala ‘Katil Devlet!’ diye slogan atmak tek başına tutuklanma sebebidir.

Hepimiz katiliz Peki ya meselenin diğer yüzü? Sömürge Cezayir meselesinde Jean-Paul Sartre, onurlu aydın tavrıyla takdire şayan bir yerde durmuştur. Frantz Fanon ile JeanPaul Sartre arasındaki sömürgecilik tartışmalarında ise ‘eşitlik kardeşlik’ diye inat ve kararlılıkla yırtınan Sartre’a değil de, ‘peki ya bizim bugüne kadar çektiklerimizi nereye koyacağız’ diyen Fanon’a yakın durdum. Yine de sormadan edemeyeceğim; Uludere’nin ağırlığı bile JeanPaul Sartre gibi ‘Hepimiz Katiliz’ diyebilen kaç kişi çıkarabildi? Bizim yoksulluğumuz ve yoksunluğumuz sadece ekonomik değil, aynı zamanda da politiktir.

İşçilerin Kurtuluşu Kendi Eseri Olacaktır İşçilerin Sesi - Aylık Süreli Siyasi Yayın Tarih: Şubat 2012 Sayı: 13 Baskı: Yön Matbaacılık Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi B Blok No: 366 Topkapı-İstanbul Tel: 0212 544 66 34 Sahibi ve Yazıişleri Sorumlusu: Canan Mengüloğul (İS Yayınevi) Adres: Fetihtepe Mah. Fatih Sultan Cad. No: 149 D: 13 Okmeydanı-Beyoğlu/İstanbul E-mail: iscilerinsesi@gmail.com Kadıköy Bürosu: Söğütlüçeşme Cad. Korular İş Hanı No:48 Kadıköy/İST. İzmir Bürosu: 853. Sokak No: 29/228 Konak/İzmir


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.