Sayı: 10 Ocak 2013
ISSN: 2147-1568
1.5 TL
TOPKAPI ŞİŞECAM İŞÇİLERİ HAKLARI İÇİN DİRENİŞTE!..
3
Topkapı Şişecam Fabrikası 31 Aralık’ta kapatıldı. Kapatılma nedeni iflas ya da kriz değil. İşçilerin yarattığı fabrikayı Eskişehir’e taşıyan patron, 20 yıllık cam işçisini yeni işyerinde asgari ücretle çalıştırmak istiyor.
3
Özlük haklarıyla birlikte şirketin göstereceği bir başka işyerinde çalışmaya devam etmek isteyen işçiler işverenden taleplerine yanıt alamayınca fabrikayı terketmeme kararı aldılar.
NEYE BAKSALAR PARA GÖRÜYORLAR......................................................................2
ASGARİ ÜCRETİ 34 LİRA ARTTIRAN HÜKÜMET
SAVAŞ HÜKÜMETİ KUVVETLER AYRILIĞINA KARŞI ÇIKIYOR ........................................3
TAŞERON İŞÇİSİNE KADRO VERİR Mİ? ......................................................................9
BİZ KADINLAR NASIL BİR İSTİHDAM İSTİYORUZ? .......................................................4
MISIR’DA TEK ÇÖZÜM DEVRİMİ İLERLETMEK.......................................................10
SAĞLIKTAKİ DÖNÜŞÜM............................................................................................4
ÜCRETLİ KÖLELİKTE YENİ BİR AŞAMA İKRAMİYELİ GELİNLER ...................................11
ÖZELLEŞTİRMENİN YENİ ADI: “ŞEHİR HASTANELERİ” ................................................5
TOPKAPI ŞİŞECAM İŞÇİLERİ İŞLERİNE SAHİP ÇIKIYOR..............................................12
SENDİKADAN ÇABA BEKLEMEK BOŞUNA................................................................6
YARGI KARARLARI UYGULANSIN ............................................................................14
KÖPRÜ VE YOLLAR SATILDI SIRA KALDIRIMLARDA MI? .............................................9
METAL İŞÇİLERİNE GÖZDAĞI .................................................................................15
İşçilerin Sesi
BİZ KİMİZ? NE İSTİYORUZ? NE İÇİN MÜCADELE EDİYORUZ? Bugün dünyaya egemen olan anlayış sömürücü, ırkçı, gerici, baskıcı ve cinsiyetçi zorbalığa dayanıyor. Kapitalizm insanlık için son çıkış yolu olamaz. İnsanlığın kurtuluşu, sömürü ve baskıdan; ayrımcılıktan uzak yeni bir toplum olmalı, bu da komünizmdir. Rusya'da 1917 Ekim İşçi Devriminden kısa bir süre sonra, Doğu Avrupa, Çin ve Küba'da daha en başından itibaren "işçi sınıfı" ve "komünizm" adına yaşananlar, işçi sınıfının çıkarlarından uzak, bürokratik ve yozlaşmış rejim deneyimleri olmuştur. Bu rejimlerle "işçi demokrasisinin" ve "komünizmin" doğrudan ilgisi yoktur. Komünizm, işçi sınıfı ideolojisidir; onun tarafından ve dünya seviyesinde inşa edilebilir. İşçilerin Sesi Gazetesi, insanlığın kurtuluşu olan komünizmi, kadın ve erkeklerin her türlü sömürü, ezme-ezilme ilişkisinden; ayrımcı uygulamadan, yabancılaşmadan kurtuluşu olarak anlıyor. Kürt ulusunun kendi kaderlerini tayin hakkını savunuyor. İşçilerin Sesi Gazetesi, kapitalistlerin kârı uğruna işçilerin sömürülmesine hizmet eden tüm kurumlara burjuva devlete, meclise, mahkemelere, orduya ve polise karşı tutum alır. İşçilerin Sesi Gazetesi, sendikaların devletten ve sermayeden bağımsız, demokratik, şeffaf olmalarını savunur. İşçilere ihanet eden sendika bürokratlarına karşı mücadele eder. Sendikaların yeniden ve tabandan gelişecek işçi hareketi eliyle birer işçilerin öz örgütü haline gelmesi için çalışır. İşçilerin Sesi Gazetesi, işçi sınıfının ekonomik ve demokratik hakları gibi, siyasi hakları ve iktidarı için de mücadeleyi zorunlu sayar. Tüm işçilerin, emekçilerin, yoksulların öz çıkarlarını savunacak Enternasyonalist Komünist bir işçi partisinin inşasını amaçlar. Bu aynı zamanda uluslararası işçi sınıfının partisi olacak olan yeni bir Komünist Enternasyonalin inşası demektir. İşçilerin Sesi Gazetesi,’nin savunduğu görüşler bunlardır. Bu amacı paylaşan tek tek işçi ve aydınlarla; devrimci örgütlerle birlikten yanadır. Bu gazeteyi savunanlar Marks, Engels, Lenin, Rosa ve Troçki’nin geleneğine bağlıdır; Enternasyonalist Komünisttir.
2
NEYE BAKSALAR PARA GÖRÜYORLAR Maddi çıkar elde etmek için rüşvet alıp-veren burjuvalar ve bürokratlar korunup kollanırken, hak mücadelesi veren işçiler ile siyasi iktidara veya rejime muhalif olanlar cezalandırılıyor. Tüm mahkeme salonlarında, yargıçların oturduğu kürsünün arkasındaki duvarda, “Adalet Mülkün Temelidir” ibaresi yazılıdır. Burada “Mülk” kelimesi, “Devlet” anlamındadır. Adalet devletin temeliyse ve devlet sınıflı toplumlarda egemen sınıfların baskı aygıtıysa, o zaman “adalet” kavramı da sınıfsal bir içerik taşır. Gerek adaletin temelini oluşturan yasalar, gerekse adalet dağıtma görevini üstlenen savcı ve yargıçların ideolojik şekillenmesi, egemen sınıfların çıkarları doğrultusunda oluşturulur. Bunun sonucu olarak, yoksullar ve ezilenler için adalet genellikle doğru biçimde tecelli etmez; onların mağduriyetini daha da arttırır. Buna karşın, kapitalist sınıfın çıkarlarını korur. Bu konudaki çarpıcı son örnek, Anayasa Mahkemesinin, rüşvet verme-alma iddiasıyla, Yüce Divan sıfatıyla yargıladığı, aralarında İstanbul Ticaret Odası Başkanı Murat Yalçıntaş’ın da bulunduğu işadamları ve kimi yargıçlar hakkında verdiği beraat kararıdır. Mahkeme, sanıkların, yasa dışı yollardan elde edilen delillere dayanılarak mahkûm edilemeyeceğine hükmederek, onları beraat ettirmiştir. Yani ortada sanıkları mahkûm etmeye yetecek kanıtlar var, ancak bu kanıtlar yasal yoldan elde edilmemiş; o nedenle sanıklar mahkûm edilemiyor! Bir yanda çeşitli kesimlerden muhalifler, haklarında yasadışı yollarla elde edilen ya da soruşturma aşamasında üretilen sahte kanıtlarla, hatta doğru dürüst kanıt olmaksızın, yıllarca hapiste tutulur ve ağır cezalara çarptırılırken, öte yanda suçu sabit olan ünlü işadamları beraat ettiriliyor. Hukuk iki tarafa farklı şekilde işliyor. Bu durum, hukukun taraflı olduğunu gösteriyor. SENDİKALAR MAFYA ÖRGÜTLENMESİ OLARAK GÖRÜLÜYOR İşadamları hakkında yukarıdaki şekilde hüküm kurulurken, Ankara’da Horoz Kargo işyerinde sendikal örgütlenme çalışması yürüten TÜMTİS Sendikasının 14 yöneticisine, 1 yıl 10 ay ile 6 yıl arasında de-
ğişen hapis cezaları verildi. Kararın gerekçesi son derece ilginç: “Sendikaya zorla üye kaydedip aidat ödemelerini sağlayarak haksız kazanç elde etmek amacıyla örgüt kurmak.” İşçilerin sendikada örgütlenmek suretiyle, hak kazanımları elde ederek, daha iyi koşullarda yaşamlarının sürdürme çabaları, çıkar amaçlı suç örgütü faaliyeti olarak görülüyor. Sendika ise, bir mafya örgütlenmesi olarak değerlendiriliyor. Ayrıca, tek bir işçinin bile sendikadan şikâyetçi olmamasına karşın, mahkeme bu kararı veriyor. İşverenin yalan beyanları, sendikacıların mahkûm edilmesine yetiyor. Buna karşılık, sendikacıların, işveren aleyhine, sendikal örgütlenmeyi engellediği için açtığı davada beraat kararı veriliyor. Bu, tek örnek değil. Adana Balcalı Hastanesinde taşerona bağlı olarak çalışan sağlık işçileri, kadroya geçirilme talebiyle yürüttükleri mücadele çerçevesinde, taşeronun ihaleyi yeniden almasını engellemeye çalışmaları yüzünden, “ihaleye fesat karıştırma” suçlamasıyla yargı önüne çıkarılmışlardır. Aynı durum, İzmir’de, Büyükşehir Belediyesinin iştiraki olan İzelman işyerinde örgütlü olan Genelİş Sendikası şube yöneticileri için de söz konusudur. Bunlar da ihale sürecinde benzer tutum aldıklarından aylarca hapis yatmışlardır. Kısacası, patronların ve bürokratların maddi çıkar elde etmek amacıyla rüşvet alıp, vermeleri, her türlü yasadışı yola başvurmaları suç olarak görülmüyor. Buna karşın, burjuvazi ve onun temsilcisi siyasi iktidar, işçi sınıfı ve emekçilerin, ezilenlerin, yoksulların her türlü hak mücadelesini suç olarak göstererek, haklılığını gölgelemeye çalışıyor ve bu mücadeleleri bastırmak için elindeki yargı silahını yoğun olarak kullanıyor. Bu tavırlarının bir nedeni işçi ve emekçi düşmanlığı ve onların mücadelelerinden duyulan korku ise, diğer nedeni, her şeyi para, maddi çıkar temelinde değerlendirmeleridir. Başbakan, Meclis’te 2013 yılı bütçesinin görüşülmesi sırasında yaptığı konuşmada, 2007 yılında Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde, Genel-
kurmay Başkanlığının internet sitesinde yayınlanan 27 Nisan tarihli emuhtıranın ekonomiye maliyetinin 2 milyar dolar olduğunu söylüyor. Yani ordunun bu tavrının antidemokratikliğinden çok, maddi zararını öne çıkarıyor. Yine, tam bir yıl önce Uludere-Roboski’de Türk savaş uçakları tarafından 34 Kürdün bombalanarak öldürülmesinin sorumluları açığa çıkarılmamışken ve devlet kayıp yakınlarından resmen özür bile dilememişken, Başbakan “can kayıplarının her biri için yasal olarak 20 bin lira vermemiz gerekirken biz 100 bin lira verdik” diyerek övünüyor. İnsan yaşamını dahi paraya indirgiyor. Bu zihniyetin, işçilerin hak mücadelesini rant mücadelesi olarak görmesi, işçi sınıfı örgütlülüğünü ise mafya örgütlenmesi olarak değerlendirmesi şaşırtıcı değildir. İĞNEYİ BİRAZ DA KENDİMİZE BATIRALIM Bu arada, sendikaların işçi sınıfından koparak, sendika bürokratlarının çıkar örgütüne dönüşmesinin, egemen sınıfların eline koz verdiğini de atlamamak gerekiyor. Sınıf mücadelesinin gerilediği koşullarda, sendikaların tepesine çöreklenen asalak bürokrat sendikacılar, bu işçi örgütlerini kazanç, rant kapısı olarak değerlendirerek önemli maddi çıkarlar elde ediyorlar. Bu çıkarlarını kaybetmemek için de, baskı, yalan, karalama, delege oyunları vb. her türlü kirli oyunu sergiliyorlar. İşçileri karşılarına aldıklarından, onlardan korunmak için özel korumalarının arkasına sığınıyorlar. Gerek işçi sınıfının hak kayıplarına yol açan gerekse işçi mücadelelerinin geniş kitleler gözünde meşruiyetini zedeleyen sendikaların bugünkü gerici yapısı, işçilerin topyekûn müdahalesiyle değiştirilmeli, sendikalar yeniden işçi örgütlerine dönüştürülmelidir. Asalak, bürokrat sendikacılığın panzehiri, işçi sınıfının kitlesel mücadelesidir. Mücadeleyi yükselterek kazanımlar elde eden ve kendine güveni artan işçi sınıfı, kendi sınıf örgütünde, asalakları ve rantiyeleri barındırmayacaktır. Mücadele, arındırır ve kazandırır.
İşçilerin Sesi
SAVAŞ HÜKÜMETİ KUVVETLER AYRILIĞINA KARŞI ÇIKIYOR Başbakanın dile getirdiği “kuvvetler ayrılığı” eleştirisi ve AKP iktidarının dayattığı “Başkanlık Rejimi” projelerinin arkasında, toplumsal muhalefeti bastırmaya ve sömürüyü derinleştirmeye hizmet edecek totaliter bir rejim kurma amacı yer almaktadır. İlkay ÖNGÖREN
Başbakan’ın kuvvetler ayrılığı ilkesi hakkındaki, “önümüze engel olarak dikiliyor” açıklaması ile “Türk usulü başkanlık sistemi” tartışmaları bir bütünlük arz ediyor. Siyasi gücün tek elde toplanmasını amaçlayan bu söylem ve projenin arkasında, sadece başbakanın siyasi ihtirası yatmıyor. Esas amaç, devleti, ayak sesleri duyulan ve Türkiye’nin de içinde yer alması kaçınılmaz olan bölgesel savaş koşullarına hazırlamak; onu bu yönde tahkim etmektir. Hükümet, kurmak istediği totaliter rejim vasıtasıyla, tüm muhalif kesimleri bastırmayı, böylece savaş koşullarında cephe gerisini sağlama almayı amaçlamaktadır. Ayrıca bu yolla, kapitalist sınıfın ülke kaynaklarına sınırsız saldırı ve emekçilere yönelik azgın sömürüsünün önündeki tüm yasal ve idari engellerin ortadan kaldırılması hedeflenmektedir. Başbakanın kuvvetler ayrılığına yönelik eleştirisini dayandırdığı örnekler, kendisinin sınırlanmamış iktidarının yanı sıra, sermayenin dizginlenmemiş sömürüsünü arzuladığını gösteriyor. Meclis Anayasa Komisyonunda sürdürülen, ancak yasama ve yargının
lıkların ortadan kalktığı görülüyor. KCK davasından binlerce kişi tutuklu; kararların MGK toplantılarında alındığı, mahkemelerin de alınan kararları infaz ettiği artık biliniyor. Yine burjuvazinin çıkarlarını yansıtan iş yasaları, kıdem tazminatının tasfiyesi ya da sosyal güvenlik haklarının gasp edilmesine dair düzenlemelerin hayata geçmesinde, tüm egemenlerin elbirliği ettiği açıktır.
yetkilerini yürütme lehine budayan hükümleri nedeniyle, bir türlü neticelenemeyen yeni anayasa tartışmaları küllenirken, Başbakanın bu çıkışı önem kazanıyor. Zira ilk sivil anayasa olarak reklam edilen tasarı, başkanın Meclisi feshetme yetkisi, kanun hükmünde kararnameler üzerinde Meclisin denetiminin ortadan kaldırılması ve yine başkanın Meclisin çıkardığı yasayı veto etme yetkisi ile donatılmak isteniyor. Bu yetkilerle iktidara gelen başkanın, kuvvetleri tek elde toplayacağı açıktır. Erdoğan’ın ülkenin ilk süper güçlü başkanı olmak istediği ise herkesçe biliniyor. İŞÇİLERE VE KÜRTLERE KARŞI KUVVETLER AYRILIĞI ZATEN YOK Devlet, bir sınıfın bir başka sınıf üzerindeki baskı aygıtıdır. Kapitalist sistemde ise, devlet, burjuvazinin, işçi sınıfı üzerinde egemenlik kurmasının bir aracıdır. Kuvvetler ayrılığı denilen, yargı, yasama ve yürütme erklerinin, görünüşte birbirinden bağımsız olması, devletin bu sınıf karakterinin üzerini örtmeye, işçi sınıfı ve emekçilerin bilincinde, devletin sınıflar üstü olduğu yanılsaması yaratmaya hizmet eder. Ancak yine de, dev-
letin iktidar organları arasındaki güçler ayrılığının, işçi sınıfının demokrasi mücadelesinde, otoriter rejimlere karşı savunulması gereken önemli bir mevzii olduğu unutulmamalıdır. Zira kuvvetler ayrılığı olmayan rejimlerde diktatörlerin ya da cuntaların iktidarda oldukları açıktır. Hükümet ile yüksek yargı ya da askeri bürokrasi arasında kimi çelişkiler var olsa da, işçi sınıfının ya da Kürtlerin hak talepleri ve mücadelesi söz konusu olduğunda, tüm anlaşmaz-
SORUYORUZ HADDİNİZE Mİ? Maraş katliamının 34’üncü yıldönümünde, Maraş’ta anma yapmak isteyen Aleviler, Valinin yasağıyla karşılaştı. Ankara’dan Maraş’a gidecek otobüsler engellendi. Şehrin girişinde ise, jandarmanın tazyikli suyu ve gaz bombalarıyla karşılandılar. Aleviler, AKP hükümetinin Sünnileştirme politikasına giderek daha yaygın bir karşı koyuş içinde. Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Ataşehir (1 Mayıs Mahallesi) Şubesi, Maraş’a hareket etmeden önce mahallede yürüyüş düzenleyerek Maraş Valisinin yasağını protesto etti. Dernek Başkanı ve eski TEKEL işçisi Metin Arslan, yürüyüşün ardından yaptığı basın açıklamasında şunları söyledi: “AKP hükümetinin valileri 2 Temmuz şehitlerimizi anmamızı da yasaklamıştı. Engel olabildiler mi? Maraş şehitlerimizi an-
mamıza da engel olamayacaklar. Yüzlerce, binlerce canla beraber yarın Maraş’ta şehitlerimizi anacağız, Alevi düşmanı bir hükümete haddini bildireceğiz! Sadece AKP hükümeti değil, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı da Cemevini ibadet yeri saymamıştır. Biz zorunlu din dersleri kaldırılsın istemiştik, AKP hükümeti haftada 9 saati bulan din dersini öğrenciye, veliye seçmesi için dayatıyor. Bu mudur Alevi açılımı? (…) Alevi inancına düşmanlık AKP hükümetinin politikası olmuştur. Suriye’de Alevilerin köy köy katledilmesinde rol alan El Kaide mensupları Antep’te, Urfa’da, Hatay’da kamplarda Türkiye tarafında silahlanıp katliamlara gidiyorlar. Çeteleri besleyen ve onlara sahtekarca Özgürlük Ordusu adını takan ABD emperyalizmi ve AKP
hükümetidir. (…) Maraş katliamının hesabını sormak üzere başlattığımız yürüyüşümüz, aynı zamanda Suriye’de yüzlerce Arap Alevisini katledilmesine dur diyecektir. Maraş yürüyüşümüz, Türkiye’yi Ortadoğu’da mezhep ayrımına dayalı kamplaşmanın tarafı olmaya zorlayan AKP hükümetini uyarı yürüyüşüdür. (…) Aleviler, ezilenler, işçiler, yoksullar savaş istemiyorlar. Bunun için AKP’yi, NATO’yu, Türk büyük sermayesini ve emperyalist tekellerin sömürücü heveslerini kursaklarında bırakmalıyız. Türkiye’de savaşa karşı çıkan tüm ilerici, devrimci güçleri birlikte hareket etmeye çağırıyoruz. Ortadoğu’da savaşı durdurmak için Alevilerin, Kürtlerin, yoksulların katledilmesini durdurmak için; Maraş’ın, Sivas’ın hesabını sormak için; Suriye’de yakılan köylerin hesabını sormak için birleşmeliyiz!
İKTİDARIN TOTALİTER REJİM PROJELERİNE KARŞI DİRENELİM Ortadoğu coğrafyası sıcak savaşa doğru evrilirken, sözde demokrat Başbakanın totaliter bir rejime meyletmesi dikkat çekicidir. Başbakanın, emperyalist hedefler doğrultusunda yürüttüğü iç ve dış politikalarına karşı çıkan muhalefeti bastırmaktan başka amacı yoktur. Suriye, Irak ve İran konularında, büyük emperyalist ülkelerin taşeronluğu yanında, kendi alt emperyalist çıkarları doğrultusunda atak bir politika yürüten hükümet, sürecin açık savaşa doğru ilerlediğini görüyor ve alacağı radikal kararlar karşısında herhangi bir muhalefet baskısı hissetmek istemiyor. Ortadoğu planlarının ve uyguladığı savaş politikalarının kitle desteğine mal olacağını gören iktidar, elini güçlendirmek, iktidarını sağlamlaştırmak istiyor. Kürt hareketini teslim almak ve büyük burjuvazinin hem ülkedeki hem de bölgedeki ekonomik çıkarlarını gerçekleştirmek için bu güce ihtiyacı olduğunu görüyor. Başbakanın dile getirdiği “kuvvetler ayrılığı” eleştirisi ve AKP iktidarının dayattığı “Başkanlık Rejimi” projelerinin arkasında, Başbakanın “son Osmanlı Sultanı” olma hevesinin ötesinde, toplumsal muhalefeti bastırmaya ve sömürüyü derinleştirmeye hizmet edecek totaliter bir rejim kurma amacı yer almaktadır. O nedenle, savaşa ve daha da yoğunlaştırılmak istenen sömürüye karşı çıkan, demokrasi ve haklar mücadelesi yürüten, başta işçi sınıfı olmak üzere, tüm ezilenler ve emekçiler, AKP hükümetinin, çeşitli projelerin arkasına gizlediği, totaliter bir rejim kurma girişimlerine karşı direnmelidir.
3
İşçilerin Sesi
BİZ KADINLAR NASIL BİR İSTİHDAM İSTİYORUZ? KEİG tarafından 2008 yılında hazırlanan rapordaki veriler, “kalkınan” Türkiye’de kadınlara açılan yeni iş imkânlarının ne denli sınırlı olduğunu gösteriyor. 1955 yılında kadınların yüzde 72’si tarımda ve tarım dışında istihdam edilmekteyken, bu oran 1985’te yüzde 43’e düşmüş. Günümüze gelinceye dek düşme devam etmiş ve 2007 yılında yüzde 22,3 olmuş. Gülten Kazgan’ın çalışmasına göre 1950’lerden önce kadın nüfusun yüzde 80’den fazlası işgücüne katılırken, 1985’te yüzde 30’lara düşmüştür. Tarımdan çıkan kadın işgücünün büyük bir oranı, sanayi sektöründe açılan yeni işlerde istihdam edilememekte, çağımızın “iyi” işleri olan bu işlerde ağırlıkla erkekler istihdam edilmekte. Kadınlar olarak, evdeki erkek egemen tahakküm ilişkisinden ve onun uzantısı olan kadına yönelik şiddetten kurtulmamız için, bağımsız bir gelirimizin olmasının önemini bilerek, kadın istihdamı konusunda uygun bir politika üretmek için çaba harcamak zorundayız. Sermaye birikiminin güncel ihtiyaçlarına yanıt verebilmek için ön plana çıkartılan esnek çalışma ile ilgili olarak, “uygun koşullar sağlanırsa kadınlar için fırsat mıdır?” sorusuna bi-
zim verdiğimiz yanıt kesin ve net bir hayır! “Özel” ya da “tipik olmayan” istihdam biçimleri olarak anılan esnek istihdam, Batı’da 1970’lerin ortalarından itibaren ilkin, kısa süreli ve geçici işlerin, süreli iş sözleşmelerinin, taşeronlaşmanın gelişmesiyle sağlanmıştır. Türkiye’de ise esneklik, 1980’lerin sonunda hızlanan bir süreç olarak gündemimize girdi. Temelde işin ve üretimin örgütlenmesindeki değişiklikleri ifade eden esneklik kavramı, pek çok anlama gelecek şekilde kullanılmaktadır: Anında üretim, istihdamın ve işin esnekliği, yarı-zamanlı çalışma, kısmi zamanlı çalışma, çalışma zamanının yıllar ile sınırlanması, çalışma süresinin paylaşılması ve kısaltılması kavram-
larını içerir. Esnek denilen üretimin gelişmesine ayrıca eve iş alma, tele çalışma, taşeronlaşma gibi iş süreçlerinin parçalanması da eşlik etmektedir. Esneklik sayesinde sermaye hem çalışma saatlerini uzatmayı, hem de emeğin maliyetini düşürmeyi başarmıştır. Söz konusu farklı esneklik biçimlerinin hemen hemen tamamı cinsiyete dayalı işbölümüne dayanmaktadır. Esneklik üzerine yapılan çalışmalar esneklik kavramının kadın ve erkek işçileri aynı biçimde etkilemediğini de göstermiştir. Aslında içsel denilen esneklik (birden fazla iş yapma, rotasyon, görevlerin bütünleştirilmesi, takım çalışması) daha çok erkek işgücünü ilgilendirir. Dışsal denilen esneklik ise
(eğreti işler, kısmi zamanlı çalışma, esnek mesai saatleri) en çok kadın işgücüne başvurularak sağlanır. Kadınların ücretlerinin genellikle “ek gelir” olarak sunulmasıyla, ücretler arasındaki fark da meşrulaştırılır. Özetle, esnek ve eğreti işler yaratma ve geliştirme politikalarının asıl hedefi kadınlardır ve bu durum işgücü piyasasındaki mevcut yatay ve dikey ayrımcılığı pekiştirir. Türkiye’de kadınların üretime katılmadıkları için egemenlik ilişkileri içinde ezilen taraf oldukları tezi yerine, ezildikleri için üretime son derece düşük statülerde katıldıkları ve dolayısıyla üretime katıldıkları halde uğraşlarının ekonomik faaliyet olarak değerlendirilmediği tezine katılıyoruz. Dolayısıyla feministler olarak kadınların istihdamına yönelik geliştirdiğimiz politikaların iki hedefi olmalı: 1-İşgücü piyasasındaki yatay ve dikey ayrımcılığı zayıflatmalı ve 2-kadının evdeki emeği üzerindeki erkek tahakkümünden kurtulmasına imkân tanımalı. Bu doğrultuda geliştirilen taleplerle yola çıkmamız önemli. (Sosyalist Feminist Kolektif’in çıkardığı Mutfak Cadıları bültenlerinin toplandığı ikinci kitapta yer alan “Kadın İstihdamı” metninden özetlenmiştir.)
SAĞLIKTAKİ DÖNÜŞÜM Emire ERMİŞ
Sağlıkta dönüşüm, sağlığı ücretli duruma getirebilmenin dolaylı bir yoludur. Yeni bir proje olmamakla birlikte (2003 İMF 55 ülkeye dayattığı bir projedir). Hayata geçirilmesi 2012’ye kadar gecikmiştir. Yani bize dayatılan ve adına sağlıkta dönüşüm adı verilen proje bu ülkenin kendi koşullarından türememiştir. Kamu hastaneler birliği ve tam gün yasasıyla birlikte hayata geçirilmeye çalışılması tesadüf değildir. Bunun sonucu olarak ta sağlığın özerkleşmesi ve sağlıkta kalitenin düşmesi doğru orantılıdır. Devlet hastanelerinin yönetimine, CEO’ların atanması, hastanelerin hasta tedavi kurumu olmaktan çıkarılarak, kar elde edilen birer işletme, fabrika konumuna getirmektedir. Başlangıç itibariyle bu CEO’ların doktorlardan seçilmesi gözümüzü boyamasın, çünkü iktisat ve işletme mezunları da çok rahat bu görevlere getirebilecek. Yani mutlaka yapılması gerekli tahliller ve muayeneler için bu ko-
4
nuda hiçbir tıp bilgisine sahip olmayan yöneticilere hastalar teslim edilecek. Sağlıkta dönüşüm bize başka neler getirdi; bütün doktor ücretleri performans sistemi ile ödenmeye başladı. nekadar çok hasta bakarsalar ücretleri o kadar yüksek olacak. Peki, koruyucu hekimliğin nerdeyse hiç olmadığı, toplum sağlığının en alt seviyede olduğu düşünülürse; geç kalınmış ve kronikleşmiş olan hastalara kim bakacak? Bu şekilde bir çalışma sistemi hekimler çözümsüz, hastalarda gerekli tedaviden yoksun bırakacaktır... Son yıllarda sağlık çalışanlarının uğradığı şiddetin ana nedeni de budur. Yıllar boyunca büyük şehirlere nüfusun (göçün) artmasına rağmen, devlet hastaneleri açılmamıştır, ya da biri kapatılıp veya özelleşmiş bunların yerine açılan hastanelerde ihtiyacı karşılamaktan daima uzak olmuştur. Oysa özel hastaneler her sokak başında mantar gibi türemiştir. Muayene ücretinin düşük olması ve kolay ulaşılabilir olması itibariyle başlangıçta herkese cazip gelmiştir.
Ancak tahlillere ödenen ücret yüksek olunca ve kronik hastalıklarda, tedavi uzun süreceğinden devlet hastanelerinin yolunu tutmak zorunda kalmışlardır. Daha önce de belirttiğimiz gibi, bu dönüşüm yeni değildir. Önce ilaçların içindeki miktarlar azaltıldı (çok ilaç kullanıyoruz bahanesiyle) ,bunu bazı ilaçların SGK kapsamından çıkarılması takip etti. (Hepsi de ilaç kapsamında ve tedavi maksadıyla kullanıyordu örn: burun spreyleri, ort malzemeleri) hastaneye veya sağlık ocaklarına her gidişte alınan katkı payları süreci eklendi. Ama sağlıkta da artık kar amacı güdüldüğünden, ocak ayından itibaren ameliyat gibi cerrahi girişimlerde de artık hastalar katkı payı ödemek zorunda kalacaklar. Yani artık devlet hastanelerinde de tedavi olabilmek için hatırı sayılır bir ücret ödemek gerekecek. Bu sistemde devlet hastanelerinde doktora ulaşmanız kolaylaştırıldı. Ama muayene randevuları çok sık aralıklarla olduğundan, hekimin baktığı hasta sayısı çok arttı. Bu kadar
kısa sürede teşhis koymak ve tedaviye karar vermek zor olduğundan sağlıkta hata payı artacaktır.(buna birde özellikle asistan dr nöbet çıkışında da işe devam ettiklerini eklemek gerekir.) Hekimler hata yapmamak için gereksiz tahlil yapmak ve film çektirmek zorunda kalacaklar. Bu durum hastaların maddi ve manevi daha fazla hırpalanmasına sebep olacaktır. Zaten tahlil ve tetkiklere getirilen ücret sınırlamasından sonra, sınır aşan tetkikler için on gün sonra tekrar hastaneye gitmek zorundasınız. Bu durumda doğru teşhis ve tedavi oldukça zor görünüyor. Bu uygulamaların yanı sıra, ucuz işgücünü de beraberinde getirmektedir. Hastanelerin kar elde etmesi söz konusu olduğu için işçilerin de daha ucuza çalışması zorunlu olacaktır. Zaten taşeron işçi çalıştırmanın çok yaygın olduğu sağlık sektöründe kadrolu ve güvenceli çalışmak hayal olacak. Böylece bir taşla iki kuş vurulmuş olacak işçiler hem çok ucuza çalışacak hem de. Her insanın hakkı olan sağlık hakkından yararlanamayacak.
İşçilerin Sesi
ÖZELLEŞTİRMENİN YENİ ADI:
“ŞEHİR HASTANELERİ” Sağlıkta dönüşüm politikaları sonucunda parası olmayanın sağlık hizmetlerinden yararlanamayacağı bir döneme giriliyor. Şimdi taşeron işçilerinin sloganını genişletmek gerek: “Sağlıkta özelleştirme ölüm demektir” Oya ÖZNUR
Başbakan Erdoğan, Konya’da yaptığı konuşmada, 9 yıldır şehir hastanelerinin kurulmasını hayal ettiğini, buna karşın “bir kelime yüzünden” yargının engel çıkardığını söyleyip “kuvvetler ayrılığı” tartışmasını başlattı. Bu sözlerin ardından başkanlık sistemi tartışması da yeniden alevlendi. Şehir hastanelerinin nasıl bir proje olduğu ise bu tartışmanın gölgesinde kaldı. “Şehir Hastaneleri” Kimin Hastaneleri? Sağlık Hizmetleri Temel Kanunu’nun ek 7. maddesinde, sağlık tesislerinin Sağlık Bakanlığı’na veya Hazine’ye ait taşınmazlar üzerinde, özel hukuk kişileri tarafından 49 yıla kadar kiralama karşılığında yaptırılabileceği belirtiliyordu. Bu maddeye 11.10.2011 tarih ve 663 sayılı Kanun Hükmünde Kararname’yle ek yapıldı ve değeri 20 milyon liraya kadar olan tesislerin yaptırılmasına Sağlık Bakanlığı’nın karar vereceği, bu amaçla özel sektöre taşınmazların bedelsiz devredileceği, bu kişilere kamu tarafından verilecek kira bedellerinin ise döner sermaye işletmeleri tarafından ödeneceği düzenlendi. Ayrıca ihaleyi alanlar damga vergisi ve harçlardan da muaf tutuldu. Yine bu maddeye göre yapılacak işlemlerin Devlet İhale Kanunu ile Kamu İhale Kanunu’na tabi olmadığı düzenlendi. Bu maddeye dayanılarak şimdiye dek Kayseri, Ankara-Etlik, AnkaraBilkent, Elazığ, Yozgat, Manisa, Konya-Karatay, İstanbul-İkitelli, Mersin, Adana, Gaziantep, İzmir-Bayraklı, Bursa şehir hastanesi-entegre sağlık kampusu ihaleleri yapıldı. Bu 13 ihale dışında, 8 ayrı ilde branş hastaneleri ihalesi de tamamlanmak üzere. Antalya, Denizli, Diyarbakır, Kahramanmaraş, Samsun, Şanlıurfa, Tekirdağ illeri için yeni projeler de hazırlandı. Bunlar bilinenler, ancak ihaleyi alan şirketlere ödeyecek para miktarı ve sözleşmelerin detayları tabi ki açıklanmıyor. Çalışma Bakanı’nın dahi kabul ettiği tahmin edilen miktar ise 13 ihale için 50 milyar lira. Yani, Sağlık Bakanlığı’nın bugüne kadar yaptığı 13 ihale sonucunda,
önümüzdeki 25 yılda “kira bedeli” adı altında 50 milyar liranın bu şirketlere ödenmesi gerekiyor. Şirketlerin yapacağı öngörülen yatırım ise bu miktarın yanında devede kulak niteliğinde. Örneğin sadece 8 ihaleyi alan şirketin yapacağı sabit yatırım tutarı 3 milyar 880 milyon lira. Buna karşılık devletin bu şirketlere 25 yılda ödeyeceği “kira bedeli” yaklaşık 26 milyar 500 milyon lira. Görüldüğü gibi kamu bütçesinden bu şirketlere, yaptıkları harcamanın sekiz katı para aktarılacak! Ancak bununla da bitmeyecek. Bu şirketler kira bedelinin dışında da gelir elde edecekler. Hastanelerde görüntüleme, laboratuar, bilgi işlem, güvenlik, temizlik, yemekhane gibi hizmetler de yine bu şirketlere bırakılacak. Bunlar için de “hizmet bedeli” adı altında ödeme yapılacak. Ayrıca bu firmalar, hastanelerin çevresine kuracakları otel, alışveriş merkezi gibi alanları işleterek de kâr elde edecekler. Üstelik devlet hastaneleri de “kampus dışı ticari alan” adı altında bu şirketlerin kullanımına verilecek! Kısacası “şehir hastanesi” veya “kamu-özel ortaklığı” olarak adlandırılan bu proje, sağlık alanını yerli ve yabancı sermayenin ihtiyaç ve istekleri doğrultusunda tamamen ticarileştiren, sermayeye para aktaran “özel” bir projedir. “Şehir hastanele-
ri”, sağlık alanını özelleştirme ve özelleştirme sürecine katılanları “teşvik etme” projesidir. Yargı Kararına Karşı Kanun Tasarısı Başbakan konuşmasında “bir kelime” yüzünden Danıştay’ın bu süreci baltaladığını söyledi. Gerçekte ise Türk Tabipleri Birliği tarafından açılan davalarda Danıştay, bu ihaleleri yine AKP hükümeti tarafından çıkarılan 2006 tarihli Yönetmeliğe aykırı buldu. Gerekçesi ise sağlık tesisi dışındaki alanların da şirketlere ticari alan olarak bırakılması, buralara otel, alışveriş merkezi gibi sağlık dışı tesislerin yapılacak olmasıdır. Bu nedenle Danıştay tarafından, bir yandan yapılan ihalelerin yürütmesi durduruldu bir yandan da ihalelerin yapılmasına imkan tanıyan maddenin iptali için Anayasa Mahkemesi’ne başvuruldu. Hükümet ise bilinen bir yöntemi uygulamaya geçti. Yargı kararına karşı, Sağlık Bakanlığı’nca Kamu Özel İşbirliği Modeli ile Tesis Yaptırılması, Yenilenmesi ve Hizmet Alınması Hakkında Kanun Tasarısı’nı hazırlayıp Meclis’e gönderdi. Bu tasarıya göre, ihale yöntemiyle yapılacak tüm tesislerin işletmesi şirketlere bırakılacak, sağlık çalışanlarının verdiği hizmetlerin tümü ihaleyi alan şirketlere devredilecek, buna
karşılık 49 yıl boyunca bu şirketlere “kira bedeli” ve “hizmet bedeli” ödenecek. Tüm sağlık çalışanları da bu şirketlerin işçisi haline getirilecek. Özelleştirme Ölüm Demektir AKP hükümetinin hız verdiği “sağlıkta dönüşüm” uygulamalarına bir bütün olarak bakıldığında, sağlığın ticarileştirilmesinin son adımlarının atıldığı görülüyor. Sağlık hizmetinin her aşamasının katılım payı, ilave ücret, reçete ücreti gibi isimlerle ücretlendirilmesi, SGK kapsamındaki hizmetlerin azaltılması, genel sağlık sigortasının getirilmesi, hastanelerin işletmeye dönüştürülmesi, birliklerin başına işletmeci yöneticilerin getirilmesi peş peşe atılan adımlardır. Kısacası, sağlıkta dönüşüm politikaları sonucunda, parası olmayanın sağlık hizmetinden yararlanamayacağı bir döneme giriliyor. Hastaneleri yöneten işletmeciler, görevde kalabilmek için sağlık hizmetinin niteliği ile bağdaşmayacak ticari kurnazlıklar da yapacak. Çalışma koşulları sebebiyle taşeron şirketlerin iç yüzünü, sağlık alanına olan etkisini daha erken fark eden taşeron işçileri, bu gidişatı “sağlıkta taşeron ölüm demektir” sloganıyla dile getiriyorlar. Bu sloganı şimdi genişletmek gerek; “sağlıkta özelleştirme ölüm demektir”.
5
İşçilerin Sesi
SENDİKADAN ÇABA BEKLEMEK Hayri Bökü, sınıf mücadelesine 40 yılını vermiş bir komünist. TSİP ile başlayan siyasi yaşamı, önce TKP sonra da TKP İşçinin Sesi ile devam etmiş. Birçoğumuz gibi, 12 Eylül ertesinde siyasal perspektifini ve özellikle de 1990’lardan itibaren Sovyetler Birliği deneyimini sorgulamış. Yenilginin sosyalizmin kendisinden kaynaklanmadığı sonucuna varmış ve bugün enternasyonalist komünist bir militan olarak Turgutlu’da hem işçi sınıfı içinde hem de Çaldağı’nda nikel madenine karşı yürütülen mücadelede yer alıyor. Seyfi ADALI
İşçi sınıfı mücadelesiyle nasıl tanıtınız? Lise yılarında fabrikalarda çalışıyorduk, oradaki işçileri örgütlemek için faaliyette bulunurduk. O arada Kemal Sülker’e (ya da Kemal Türkler’di şimdi hatırlayamıyorum) bir mektup yazdım, Turgutlu’daki işçilerin örgütlenmesi için yardım istedim. Cevap geldi. Mektupta şu anda toprak sanayi iş kolunda işçileri örgütlemek için bir sendikanın olmadığını, önümüzdeki günlerde bir sendikanın kurulacağını, bu konuda
çalışma yapmamızı ve onlarla ilişkiye geçmemizi istiyorlardı. Devrimci gençlik heyecanıyla o mektubu cebimde taşıdım. Herkese gösterdim ve o mektup artık katlanamaz hale geldi. Daha sonra DİSK’e bağlı Keramikİş sendikası kuruldu ve bizim ilk sendika ile tanışmamız ve örgütlenme çalışmalarımız bu şekilde başladı. Ama siz Beton-İş’i kurdunuz. Neden? Beton-İş sendikası bir fraksiyon sendikasıydı. TKP’nin yönlendirdiği bir sendikaydı. Bu sendikayı Tur-
gutlu’da biz kurduk. Genel merkezi Turgutlu’daydı. O tarihlerde Türkiye’de sınıf mücadelesinin sendikal boyutunda herkesin eğilimi kendi sendikasını kurmasıydı. Keramik-İş TİP’in elindeydi. Turgutlu’daki ağırlıklı işçi kitlesi keramik-beton blok fabrikalarındaydı. Blok dediğimiz tuğla. Bir de kiremit ve beton fabrikaları vardı. Yaklaşık 50’ye yakın fabrika vardı. Fabrikaların en önemli özelliği emek-yoğun üretimdi. Fabrikada 30-40 tane çıkan bloğu taşıyan işçi vardı. Kuru sistem
kurulunca bu 30 işçi kalktı, 5 işçi bant sistemine geçti. Fabrikalarda çalışan işçi sayısı 400’e yakındı. Ama aynı fabrikalara teknoloji girince, 400 tane işçinin çalışacağı fabrikalarda, 50 tane işçi çalışır duruma geldi. 20 bine yakın işçi demektir. Bunun dışında Tukaş ve Evkom adında iki konserve fabrikası vardı. Şimdi Turgutlu’da hangi sektörler var? Turgutlu’da ağırlıklı olarak gıda sektörü gelişti. Tavuk üzerine, Lezita ve CP. Bunlar kuluçka, yem fabrikası ve tavuk işletmesi. Bunlar büyük tekeller. Bunlar burada üretim merkezi kurdular. Fason olarak tavuklarını aldığı insanların tavuklarını kesip Türkiye’ye buradan pazarlıyorlar. Abalıoğlu tekelin ismi. Başka fabrikaları da var: Soya fabrikası, tekstil fabrikası gibi. Metal iş kolunda Birleşik Metal-İş’in örgütlü olduğu 100 kişilik bir işyeri var. Bu işyeri dışında sendikalı işyeri de yok. Hangi mücadeleler yaşandı Kasaba’da? 1979 yıllarıydı. En önemli mücadelemiz, 600 işçi çalışan beton direk fabrikasında Beton-İş sendikası tarafından yürütüldü. Bu fabrikada Çimse-İş ile Beton-İş arasında referandum ve grev oylaması yapıldı. Beton-iş sendikası olarak kazandığımız halde, Turgutlu’daki ve Türkiye’deki bütün keramik-blok patronları ortak hareket ederek yetkiyi vermediler, toplu sözleşme masasına
KOMÜNİSTLER GÖZÜNÜ GÜVENCESİZ İŞÇİLERE ÇEVİRMELİ İşçi sınıfının durumunu nasıl görüyorsun? Ne yapmalı? Turgutlu, küçük Türkiye’dir. Kasaba’da işçi sayısı için 40-50 bin diyebiliriz. Hiç birisi sendikalı değil. Bu 40 bin işçinin en az 15-20 bini de sigortasız çalışıyor. Bunların ezici bir çoğunlu da güvencesiz işçi. Sınıfın durumunu bir trene benzetecek olursak, trenin önünde burjuvazinin yönettiği çok lüks bir makine dairesi var. Kompartımanların arkaya doğru giderek büyüdüğü ve konforunun da giderek bozulduğu bir tren. Makinistin arkasında çok ufak bir sendikalı kesim var. Bunların aldıkları ücret burjuvazinin de değerlendirdiği yoksulluk sınırı. Türkiye’de yoksulluk sınırı 3 bin lira, sendikalı işçi bunu ancak alır. Orta kompartımanlar daha büyük, orada yalnız sigortalı ve asgari ücretli kesim var. Ondan sonra gelen kompartıman daha da büyüyor ama pencereleri filan kırık, daha konforsuz, buradaki işçi kesimi yalnız asgari ücretle çalışan kesim ve sigortasız. Diğer yandan da bu kompartımana binmek isteyen milyonlara işçi de trenin arkasından koşuyor. Türkiye işçi sınıfının durumu
6
bu. Ezici bir kesim güvencesiz işçi. Bence komünistlerin gözünü çevireceği kesim güvencesiz işçiler olmalı. Esas odak, devrimci merkez olarak ben bu kesimi görüyorum. Kapitalist krizin iyice arttığını ve sürecin daraldığını, devrimci durum koşullarının Türkiye’de ve etrafta oluşmaya başladığını, savaş rüzgârlarının sınıfı da içine çekmeye başladığını düşünürsek, sendikalarda bir mücadelenin başlamasını ve buralarda bir odak olmasını çok zor görüyorum. Şu anda Türkiye’de bazı girişimleri doğru buluyorum. İşçi Hakları Derneği, Taşeron İşçileri Derneği gibi. Biz de bu temelde, bu süreçte sendikalarla mücadelenin çok zor olacağını düşündüğümüz için hakkını arayan işçiler derneği şeklinde bir derneğin kurulması için çalışıyoruz. İşçilerin ekonomik demokratik haklarının yükseltilmesini ve aynı zamanda burasının işçi sınıfının kapitalizme karşı bir mücadele odağı olarak geliştirilmesini, ilerdeki sınıf sendikacılığının da embriyo örgütlerinin buradan yetiştirilmesini amaçlıyoruz. Sınıf örgütlenmesinin okulu haline getirilerek sendikaları buradan zorlamak değerlendirilmeli. Şu tip
yaklaşımları pek doğru bulmuyorum. Lenin’in koyduğu o klasik anlamda sendikalar olmadan bir şey olmaz, sendikalar olmadan bir siyasi partinin bir gün daha iktidarda kalamayacağı gibi klasik şeyler teorik anlamda doğru olmakla beraber, komünistlerin nesnel duruma göre hareket etmesi lazım. Bugün sendikalardan bir çaba beklemek horozdan yumurta beklemeye benzer. Bizim nesnel duruma göre hareket etmemiz lazım. Nesnellik sendikalıların dışında, güvencesiz işçilerdedir. Mesela şu anda asgari ücretle ilgili durum, komünistlerin bu konudaki ilgisizliği, sendika bürokratlarının duyarsızlığı, asgari ücret karşısında militan tutum almaması, bir yönüyle o kesimle olan mesafelerini gösteriyor. Aynı 1 Mayıs ciddiyetindeki gibi, aynı Kürt özgürlük hareketinde Newroz’da gösterdiği duyarlılık gibi asgari ücretin yaklaştığı dönemde asgari ücret tespit komisyonunun aynı 1 Mayıs’tan korkar gibi korkması lazım. Güvencesiz işçiler arasında, onların gerçek dostlarının komünistler olduğunu algılatan bir heyecan yaratılması lazım.
İşçilerin Sesi
BOŞUNA gelmeyip, işçi çıkararak sendikayı işlevsiz hale getirmeye çalıştılar. İşçiler için direnişten başka çıkış yolu olmadığına inanarak Betoye fabrikasında direnişe başladık. 106 gün sürdü direniş. Direniş 2. Milliyetçi Cephe hükümeti döneminde yaşandı ve polis zoruyla, işçiler evlerinden zorla alınıp, fabrikaya sokularak 107. gününde kırıldı. Sendika kalmadı, onun arkasından da faşist darbe geldi. Bu Turgutlu’da ilk önemli ve uzun süre devam eden işçi direnişiydi. Yine önemli bir işçi mücadelesi fırın işçilerinin mücadelesidir. Turgutlu’da 30-35’e yakın fırın var. Fırınlar ve ekmek fabrikalarında çalışan 100’e yakın işçiyle biz genel merkezi Turgutlu’da olan Fırın-İş sendikasında örgütledik. Faşistler üç fırın işçisini öldürmüştü. Biz de hem işçilerin can güvenliği için hem de işçilerin gece çalışmasının engellenmesi için ekmeğin gündüz çıkarılması amacıyla direnişe geçti. İlk defa Turgutlu’da ekmek gündüz çıkarılmaya başlandı. Gece çalışmayı yasakladık. Bu da 1979 yılında yaşandı. Bu yıllarda Turgutlu’da Çimse-İş sendikasına karşı devrimci sendikal muhalefet örgütü kurmaya karar verdik. Fabrikadaki işçilerle beraber bir komisyon kurduk. Tüm fabrikaları örgütleyip Turgutlu’da bir devrimci muhalefet çalışmasına başladık. Yapmış olduğumuz bir hata nedeniyle çok az bir oyla devrimci sendikal muhalefet seçimi kaybetti. Kendi aramızda bölündüğümüzden dolayı… Kendi aramızda bölünmeseydik, daha soğukkanlı davransaydık burada 10 bine yakın işçinin yönetimini devrimciler olarak almış olurduk. Bölünmeler bugün de var. Neden tam başaracağımız noktada bir bölünme ile sürekli kaybediyoruz? Bunların hepsini Lenin’i doğru algılamamamıza bağlıyorum. İlk başta komünistlerin sınıfın çıkarı doğrultusunda hareket etmesi lazım, kendi bireysel çıkarları, fraksiyon çıkarları için değil. Sınıfın genel çıkarlarına ters düştüğü için yanlıştık. Marx’ın Manifesto’da dediği o meşhur söz “Komünistlerin işçi sınıfının çıkarlarından başka çıkarları yoktur.” Aynen öyle. Bugünkü bilincimle Beton-İş sendikasının doğru olduğuna inanmıyorum. Bu bilincimle işçileri gereksiz yere parçalamanın doğru olduğuna inanmıyorum. Sabırlı bir çalışmayla bürokrasiyi uzaklaştırmak için bir çalışmanın uygulanması lazım. Siyasi çıkarlar, sınıfın, sosyalizmin önüne geçiyordu. Bugün de bu anlayış devam ediyor.
Mayıs ayı içinde iktidarın, THY patronlarının isteğiyle havacılık iş koluna grev yasağı getirmesini, işçilerin gösterdikleri tepkileri, bunun üzerine 305 kabin memuru ve teknisyenin işten atılmasını, daha sonra çıkan yeni sendikalar yasasında iş kolu değişikliği ile grev yasağının kendiliğinden ortadan kalkmasını ülkemize özgü “demokrasi” manzaraları olarak izledik. Bu olay AKP’nin yasama gücünü en basit konularda bile sermaye lehine açık açık kullanmaktan çekinmediğini göstermesi açısından örnek olmakla beraber sendikal bürokrasinin de iç yüzünü işçilere öğretmesi açısından “bir musibet” rolü oynadı.
Hava-İş üyesi işçiler açısından artık çok açık olan gerçeklerin “sol at gözlüklerini” aşması için ise daha zaman gerekiyor. Hava-İş yönetimi direndiği ve işçilere sahip çıktığı masalını devrimciler dışında “sol” çevrelere yutturmayı başarıyor. Belki buna katkı sağlar umuduyla sendikadan tamamen ayrı mücadele yürüten işçilerin işe iade davalarını kazandıklarında yaptıkları basın açıklaması ve sendikacıların buna nasıl tepki gösterdiklerini irdelemekte yarar var. Bu amaçla 10 yıl sendika temsilciliği yaptıktan sonra THY yönetiminin işten attığı Kaptan Bahadır Altan’ın Airkule sitesindeki yazısından bir bölüm aktarıyoruz:
Hainliğe devam ediyoruz Bahadır ALTAN
THY yönetiminin 29 Mayısta işten çıkardığı 305 işçi için işe iade kararlarının peş peşe, hem de kısa sürede gelmesi gösteriyor ki, çalışma yaşamına kapkara satırlarla geçecek bir kıyıma imza atılmıştır. Bu 305 arkadaşımızdan Eda Zorluoğulları ve Selçuk Arıkan haksız olarak işten çıkarıldığına dair kararı aldıktan sonra Atatürk Havalimanı dış hatlar üst katta kamuoyu önünde THY yönetimine bir çağrı yaparak şöyle dediler: "Sayın Topçu ekranlarda 'Yargı kararlarını bekleyeceklerini' söylemiştir. Kamuoyu önünde kendisine sesleniyoruz. Yargı, haklı olduğumuzu ispat eden kararını vermiştir. Şimdi bu kararı temyiz etmek yerine THY işçisi arkadaşlarımız ve kamuoyuna söylediğinizin sözlerinizin gereğini yapınız. Grev yasağı da kendiliğinden ortadan kalktığına göre, sürdürülen bu kinin nedenini anlamakta zorlanıyor ve 210 gündür süren eziyetin artık son bulmasını istiyoruz. "Çözüm olacaksa, haklılığımız zemininde yine bizlerin çabalarıyla olacaktır. Göbeğimizi kendimiz kesmek zorundayız. Çünkü bu sıkıntılı süreçte, sendika yönetiminin de asıl derdinin bizler olmadığına tanık olduk. Dış hatlar önünde 7 aydır direniş yapan arkadaşlarımıza saygı duyuyoruz. Ancak bizler sorunun çözümünü, kendi çağrılarını bile üstlenmeyerek bu duruma zemin hazırlayan, üyelerini yalnız bırakan sendikacılardan beklemiyoruz." Bu sözcükler her şeyi açıklıyor. Bu sırada alt katta toplanan insanlara Hava İş yöneticilerinin attırdıkları sloganlar ise sendikacıların asıl derdinin ne olduğunu ortaya koyuyordu. 305 işçi için direniş yaptığını iddia eden sendikacıların ürettikleri sloganlara bakınız: "THY uşağı Gökkuşağı-Direniş burada Bahadır nerede?" (Not: Gökkuşağı Hareketi, Hava-İş’e muhalefet yürüten işçilerin oluşturduğu grubun adı, Bahadır Altan da bu grubun sözcüsüdür.) Ortada ne Gökkuşağı Hareketi sözü eden var, ne de işçileri desteklemek için orada bulunan Bahadır Altan konuşma yapıyor. Hava-İş yönetimi kendi içinde bir sorun yaratıp bunun üzerinden var olmayı ve bu yolla sadece iktidarını korumayı hedeflediğini ispatlarcasına, kendisiyle birlikte hareket etmeyen ve üst katta basın açıklaması yapan işçileri "hainler" olarak ilan etmekten utanmıyor! Hedef aldıkları ve arkasında işverenin olduğunu iddia ettikleri işçilerin hepsi de ne tesadüftür ki, işten atılmış işçiler! Sendika Başkanı kameralar önünde yanındaki az sayıdaki işçiyi de aşağılamaya devam ediyor. İftar çadırı kurmuş patron mübarek! "Buraya katılan tüm arkadaşların avukatlık masrafları, geliş-gidişleri, yemeleri-içmeleri ve bütün bunların dışında da kendilerine aylık belli bir miktarda ödeme yaparak iş-
veren karşısında sahipsiz bırakmıyoruz!” İşveren karşısında işçiye sahip çıkmayı ona para vermek olarak algılayan "23 yıllık deneyimli sendikacı", kabin amirleri Selçuk ve Eda arkadaşları "Bizim şirketle alakası olmayan adamlar, yukarda açıklama yapamadan çekip gitmişler” şeklinde yalanlarken yüzü dahi kızarmıyor! Ve son cümleyle işçilere rüşvet teklif edip demecinin üzerine tüy dikmeyi ihmal etmiyor: “Buradan bir kez daha sesleniyorum; gelsinler tüm masraflarını biz karşılayacağız!" Sendikacılık işçilere yalan söylemekse, giriştikleri eylem sonunda işten atılacaklarını bildiği halde onlardan saklamak, kendisini sorumluluktan kurtaracak tedbirleri alarak işçileri patronların kucağına itmekse bu sendikacılığa ihanet ediyorum. Aldığı kararın arkasında durmamak ve işten attırdığı işçilere pişkinlikle "bunun sonucunu bilecek yaştasın" diyerek %10 ücret karşılığında sendika avukatına yönlendirmek sendikal mücadeleyse, ben hainim! İşçilerin parasını, lüks makam arabalarıyla, 5 yıldızlı otellerde hovardaca savurmak sınıf dayanışmasıysa, onlarla aynı sınıftan değilim. Meydanlarda nutuk atarken diğer sendikacılara çamur atıp, pratikte hiçbir şey yapmadan 23 yıl geçirdikten sonra, artık yolun sonuna geldiğini anladığında birden "mücadeleyi" akıl etmek sınıf sendikacılığı ise, hele hele bu manevradaki sahteciliği yutmamak hainlikse bin kere hainim. Genel kurul öncesi iktidarda kalmak için delegelerin her türlü zaaflarını istismar etmek örgütlenmeyse ben bu örgütlülüğü reddediyorum. Solculuk her siyasetten birisine yanında maaş vererek işçilerin örgütünü yine onların aidatlarıyla mafyaya dönüştürmekse bu örgütün haini olmayı onur sayıyorum. Sendika çalışanı onlarca işçiyi salt kendisiyle aynı düşünmeyip eleştirdiği için işten atmak, sonra da işçi haklarından dem vurmak patronluğun daniskası değilse ben tabii ki hainim. Kadın işçileri taciz etmek, mobbing uygulamak, bunlara tanık olan diğer kadınları da işten atmak, bu nedenle yargılanmak sendikacılığın şanı olduysa, ben sizin düzenlediğiniz 8 Martlarda kadın hakları karşıtı olmaya razıyım. En önemlisi bütün bunları görüp, duyup sonra da çıkarına öyle geldiği için susmak, korktuğu için sessiz kalmak, sonra da sınıf mücadelesinden dem vurmayı insanlar içlerine sindirebiliyorlarsa ben hainliğe devam edeceğim. Bizler de İşçilerin Sesi olarak, işçilerin birliğin önünde takoz işleviyle sermayeye kalkan olan sendikal bürokrasi tarafından “hain” ilan edilmekte bir mahsur görmüyoruz.
7
İşçilerin Sesi
2012: İŞ CİNAYETLERİ YILI
KOZAN ŞUBAT Adana Kozan’da yapılan Gökdere Köprü Barajı inşaatında meydana gelen patlama sonucu sulara kapılan 10 işçi kayboldu; kayıp işçilerden 5 kişinin cesedi bulundu. Köprü barajı inşaatı Göksu Irmağı üzerine yapılmak istenen HES projesinin bir parçasıydı. Baraj inşaatı tamamlanmadan gövdede su tutulmaya başlanmış olması ve tünelin çıkışında işçilerin çalıştırılmaya devam ettirilmesi felakete yol açtı. Kaza sonrasında, çok sayıda taşeron firma tarafından gece-gündüz, iş güvencesi olmadan çalıştırılan işçilerin kaydının tutulmamış olduğu ortaya çıktı. MART Esenyurt’ta Marmara Park AVM inşaatının şantiyesinde çadırlarda kalmak zorunda bırakılan 11 işçi, çıkan yangında hayatını kaybetti. Esenyurt’taki inşaatta çalışan 4 bin işçi taşeron firmalar aracılığıyla, güvencesiz ve düşük ücretlerle çalıştırılıyordu. İşçilerden ikisinin sigorta giriş işlemlerinin, öldükten sonra yapıldığı ortaya çıktı. Marmara Park AVM inşaatı ortakları: Ece Türkiye, Deutche Bank’a ait DWS şirketi, Finansbank, İş GYO ve Kayı İnşaat.
TEMMUZ İstanbul Avcılar-Beylikdüzü metrobüs hattı çalışmaları sırasında sökülen köprünün beton bloklarının düşmesi sonucu 1 işçi öldü, 2 işçi yaralandı. Türkiye'de her gün 172 iş kazası meydana geliyor, her gün 4 işçi yaşamını yitiriyor, 6 işçi de sürekli iş göremez hale geliyor. ‰ 4 kişilik aileye sahip işçinin aylık net asgari ücreti 739,8 lira. Zamlı ücretle evli, eşi çalışmayan, iki çocuklu bir asgari ücretliden, öğün başına 72 kuruşla karnını doyurması, 237 liraya barınması ve yakıt masraflarını karşılaması, çocuk başına 2,5 lira eğitim harcaması ile çocuklarını yetiştirmesi bekleniyor. Türkiye nüfusunun yaklaşık yüzde 40’ı asgari ücretle geçiniyor. Bu oran Britanya’ya 1.4, Hollanda’da ise 2.1. Bir emekçi maaşının yüzde 60’ını kiraya ayırıyor. Asgari ücret insanca yaşamaya 1 hafta yetiyor. ‰
KASIM Cengiz İnşaat’a ait Eti Bakır Samsun İşletmesi'nde yaklaşık 300 ton ağırlığındaki amonyak tankı kapağı monte edilirken işçilerin üzerine düştü. Meydana gelen kazada 7 işçi hayatını kaybetti. Cengiz İnşaat ‘iş kazaları’ sicili oldukça kabarık bir firmadır. Şubat ayında Adana-Gökdere ba‰
ESENYURT
8
raj inşaatında meydana gelen ihmalden de bu firma sorumludur. Her iki kaza da işin ucuz ve hızlı bitirilmek istenmesi sonucu, iş güvenliğinin hiçe sayılması nedeniyle gerçekleşmiştir. 2012 yılında iş cinayetlerinde 867 işçi hayatını kaybetti. ‰ Mayıs ayında çalıştığı evde cam silerken 4. kattan düşerek yaşamını yitiren Fatıma Aldal'ın davasında yeni bir gelişme yaşandı. Çalışma Bakanlığı İş Müfettişi "İncelenen olay iş kazasıdır, kazalı sigortalı kabul edilmeli" dedi. ‰ Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Yasası onaylandı. Yasayla birlikte, 30'un altında işçinin çalıştığı işyerlerinde sendikalı işçiler rahatlıkla çıkartılabilecek. Çıkartılan işçilere tazminat yolu kapanırken, işe iadesi de kabul edilmeyecek. 6 milyon 500 bin işçiye sendika yolu kapanacak. 30 kişinin altında işçi çalıştıran işyerlerinde, sendikal nedenle işten atılan işçi mahkemeye gidemeye-
Asgari ücretle çalışanlar, aileleriyle birlikte yoksulluğa terk ediliyor. Asgari ücret 2011 yılı enflasyonunun altında kalmış, 2012 enflasyon rakamları karşısında çok daha fazla aşınmış, işçi sınıfı daha da yoksullaşmıştır. Geçtiğimiz yılın Kasım ayı ile bu yılın Kasım ayını karşılaştırdığımızda ekmek karşısında alım gücünü yüzde 1,23 yitiren asgari ücretli, geliri ile 14 ekmek daha az alabiliyor. Açlık sınırı: 4 kişilik bir ailenin sağlıklı, dengeli ve yeterli beslenebilmesi için yapması gereken gıda harcaması tutarıdır. Yoksulluk sınırı: 4 kişilik bir ailenin gıda harcaması ile birlikte giyim, konut (kira, elektrik, su, yakıt), ulaşım, eğitim, sağlık ve benzeri ihtiyaçlar için yapılması zorunlu diğer harcamaların toplam tutarıdır. KKTC Genel Grevle Sarsıldı İflasın eşiğinde olan Lefkoşa Türk Belediyesi’nin 11 aydır düzensiz, 3 aydır ise hiç maaş alamayan işçileri SAMSUN
cek. Dayanışma grevi, iş yavaşlatma, barışçı iş bırakma eylemi, genel grev yasa dışı grev olarak işlem görecek. ARALIK Asgari ücrete yüzde 4,1+4,4 oranında zam yapıldı. Asgari ücret yine açlık sınırının altında kaldı. Aylık net asgari ücret 739,79 liradan 774 liraya, ikinci altı ay için ise 804,70 liraya yükseltildi. Türkiye'de asgari ücretlinin alım gücü 11 yılda yüzde 52 oranında azaldı. Türkiye, 24 ülke arasında saat başına en düşük asgari ücretin olduğu 6. ülke. Borç krizindeki İspanya ve Yunanistan'da asgari ücretin alım gücü yüzde 70 arttı. Bugün krizdeki Yunanistan’da asgari ücret -düşürülmüş hali ile1.621 lira, İspanya’da 1.772 liradır.
eylem yaptı. İşçilerle polis arasında çatışmalar meydana geldi, başkent Lefkoşa savaş alanına döndü. Polis 21 sendikacıyı tutukladı. KKTC’deki tüm sendikalar, ertesi gün belediye işçilerine destek için genel greve çıktı. Ülkede hayat felç oldu. Belediye hizmetleri başta olmak üzere, hastaneler, okullar, telekom ve limanlar dahil tüm alanlarda hizmetler durdu. Gece olağanüstü toplanan bakanlar kurulu sivil havacılıktaki grevi 60 gün süreyle yasakladı. Genel greve çıkan sendikalar tutuklu 21 sendikacıya destek amacıyla mahkemelere yürüdü. Mahkeme yargıcı, polisin 3 gün tutukluluk talebini reddederek sendikacıların serbest bırakılmasına karar verdi.
İşçilerin Sesi
KÖPRÜ VE YOLLAR SATILDI SIRA KALDIRIMLARDA MI? Oya ÖZNUR
Toplam uzunluğu 1975 kilometre olan ve Boğaziçi ve Fatih Sultan Mehmet köprülerini de içeren sekiz otoyolunu kapsayan özelleştirme ihalesi yapıldı. Koç Holding-Ülker Holding’e ait Gözde Yatırım ve Malezyalı UEM Grup ortaklığı, 5 milyar 720 milyon dolar verip ihaleyi aldı. Bu ortaklıkta Koç ve UEM Grubu'nun yüzde 40'ar, Ülker'e ait Gözde Girişim'in ise yüzde 20 payı bulunuyor. Böylece, “Anadolu kaplanları” olarak adlandırılan “İslami sermaye” ve “büyük (laik) sermaye” gibi keskin bir çatışmanın olmadığı bir kez daha açığa çıktı. İhale, bu temelde çatışma arayanlara, “sermayenin dini yoktur” gerçekliğini bir kez daha hatırlatmış oldu. Köprü ve otoyol ihalesi, Telekom’un 6.55 milyara satılmasından sonra Türkiye'nin en yüksek özelleştirmesi olarak lanse ediliyor. Özelleştirmenin ardından köprü ve otoyolların bakım ve onarımı dahil tüm çalışmaları özel sektör tarafından yapılacak. Buna karşılık köprü ve otoyollar üzerindeki hizmet tesisleri, bakım ve işletme tesisleri, ücret toplama merkezleri ve diğer mal ve hizmet üretim
birimleri, yani tüm varlıkları 25 yıl boyunca bu şirketler tarafından kullanılacak. Karayolları Genel Müdürlüğü’nün verilerine göre köprü ve otoyollardan 1 Ocak 2001-30 Kasım 2012 tarihleri arasında 3.3 milyar araç geçti ve 3.8 milyar dolar gelir elde edildi. Özelleştirmeden beklenen gelir ise yalnızca 5.7 milyar dolar. Bugünkü araç sayısı üzerinden hesap yapıldığında köprü ve otoyolların 25 yılda en az 15 milyar dolar gelir getireceği, ihale
masrafları çıktıktan sonra ise 6 milyar doların kâr olarak kalacağı söyleniyor. Araç sayısının artacağı dikkate alındığında gelirin 20 milyar doları aşacağı da belirtiliyor. Yani ihaleyi alan bu şirketler, gelecek 25 yılda 20 milyar dolardan fazla gelir elde edecek ama yalnızca 5.7 milyar dolar ödeyecek! AKP hükümetinin; Türk Telekom, Tüpraş, Erdemir, Tekel ve son olarak köprü ve otoyolları satması ve özelleştirmelere hız vermesi kısa vadede gelir elde etme çabasıdır. 2-B olarak ifa-
de edilen “orman vasfını yitirmiş” arazilerin satışı da benzer amaçla yapıldı. Kısa vadede elde edilecek bu gelirlerle cari açık ve giderler karşılanmaya çalışılacak. Yani çark döndürülecek. Oysa satılan varlıklar, halktan toplanan vergilerle kurulan ve çalışanların alınteriyle büyüyen işletmelerdir. Mevcut varlıkların satılmasının yanı sıra, köprü ve otoyol özelleştirmesi ile önümüzdeki 25 yıla ait gelirler de satılıyor. Bu durum parasına daha erken kavuşmak için alacağını tefeciye temlik eden esnafları çağrıştırıyor. Temlik sonucu esnaf alacağının yarısını hemen alırken, tefeci de diğer yarısına konar. AKP hükümeti de köprü ve otoyol ihalesiyle 25 yılda elde edilecek geliri şimdiden satıyor ama dörtte bir fiyatına! Kısacası hem halkın vergileri ve emekçilerin alınteriyle oluşturulan mevcut işletmeler hem de önümüzdeki yıllarda elde edilecek gelirler tek seferde satılıyor. Bir kamu emekçisinin basına yansıyan sözlerinde olduğu gibi; “köprü ve otoyollar da özelleştirildi, sıra kaldırımlarda”. AKP’nin bu borç yüküyle gemisini yürütebilmesi ancak böyle mümkün olabiliyor.
ASGARİ ÜCRETİ 34 LİRA ARTTIRAN HÜKÜMET TAŞERON İŞÇİSİNE KADRO VERİR Mİ? 2013 yılı için asgari ücret artışı geçen yıldan az oldu. Asgari ücret günlük 1 lira 13 kuruş artış arttı! Asgari ücret komisyonunda patronlara el veren hükümet, Türk-İş bürokratlarının sessiz onayıyla ilan ettiği rakam, asgari geçim indirimi (AGİ) ile birlikte 774 lira olmuştur. Dört kişilik bir ailenin yeterli beslenebilmesi için asgari gıda harcaması, yani açlık sınırı 985 liradır. Buna giyim, kira, elektrik, su, yakıt, ulaşım, eğitim, sağlık ve benzeri ihtiyaçlar ilave edildiğinde 3 bin 200 lirayı geçiyor. Yani 4 kişilik ailenin hepsi asgari ücretle çalışsa bile, açlık sınırının altında kalıyor. Geçen yıl, asgari ücret yüzde 12 artarken, bu yıl hayat daha da pahalılaştığı halde, artış yüzde 8’de kalmıştır. Bir ailede 4 kişi de çalışsa açlıkla yüz yüze kalmasında sakınca görmeyen hükümet “taşeron işçisine müjde” “kadro” geliyor diyerek, hayaller yayıyor; gelece-
ğimizle oynuyor. Bu hayaldir ve doğru değildir. Bu hayal, son haftalarda İstanbul Üniversitesi Hastanelerinde yayılıyor. İşçilerin sigorta sicil numaralarının üniversitenin üstüne kaydedilmesi “kadro alacağız” diye söyleniyor. Bu söylentiyi kim yayıyor? Başhekimlik mi, Dekanlık veya Rektörlük mü? Hayır. Onların yerine bunu iş edinmiş, hayal satıcıları; idarenin maşası olmayı seçmiş şaibeli kişiler. Durum şudur: 2008 yılında Devrimci Sağlık İş’in başvurusuyla İstanbul Üniversitesi Hastanelerinde inceleme yapılmış ve bunun sonucunda bin 112 işçi hastanenin asıl işçisi olduğu tescil edilmiştir. Rektörlüğün hileli biçimde bu işçileri taşeron firmalar aracılığıyla çalıştırıldığı belgelenmiştir. Üniversitenin yaptığı itiraz, İş Mahkemesi tarafından reddedilmiştir. Üniversite yönetimi raporların gereğini
yapmamıştır. Önce 4 B kadrosuyla bir kısım sağlık işçisini memur kadrosuna almıştır. Bir kısmını Mart ayında işten çıkartmıştır. 6 ay boyunca çadır kurup direniş yapılınca, işçi çıkartılması durmuş fakat ücretler 200 TL’den fazla kesilmiştir. Sigorta sicil numaraları aktarılan işçiler, hileli (muvazaalı) çalıştırılan sağlık işçilerine aittir. İşçilerin, üniversitenin sigorta siciline kaydedilmiş olması bir kadro sayılmaz. Kadro terimi, memurlara aittir. Üniversite, her hangi bir işyeri gibi işçi çalıştırmaktadır. Bizim talep ettiğimiz 4 D işçi kadrosudur. Üniversitenin ani bir kararla muvazaalı işçileri kendi üzerine geçirmesinin nedeni, hükümetin muvazaa karalarından, yasal sorumluluktan kaçmak istemesidir. Yakın bir zamanda İş Yasasının 2’inci maddesi değiştirilerek, taşeron işçi çalıştırmak
kolay olacak ve üniversite yasal sorumluluk almadan yeniden taşeron şirketlerden hizmet satın alacaktır. Ayrıca, taşeron şirketlerde çalışanlar yalnızca sağlık işçileri değildir. Temizlik işçileri de vardır ve bize göre sağlık işi ekip işi olduğu için, onlar da hastanenin asıl işçisidir. Temizlik işçileri de üniversite siciline geçirilmelidir. Ortada kadro yoktur. Üniversite yasal sorumluluktan kaçmak üzere geçici süreyle muvazaa raporunda ismi yazılı az sayıda işçiyi üstüne alıyor. Yasa değiştikten sonra taşeron şirketlere devredecektir. Şimdi soruyoruz: İşveren adına kadro alıyoruz yaygarası yaparlar, temizlik işçilerinin yüzüne nasıl bakacaklar? Taşeron işçisinin tek güvencesi, birliği, örgütlülüğü, sendikalaşması ve mücadelesidir. Bülten No 12 - Ocak 2013 TAŞ İŞ DER - Kamil Kadiroğlu
9
İşçilerin Sesi
MISIR’DA TEK ÇÖZÜM DEVRİMİ Mısır işçi sınıfının mücadelesi, Mursi’nin yolundan yürüyen, onun gibi otoriter bir anayasa hazırlığı içinde olan, baskıcı, otokratik bir rejim kurmaya çalışan AKP’ye karşı mücadeleye yol gösteriyor.
Mustafa EKER
Geçen yıl, 25 Ocak 2011 de Mübarek’i deviren, ne var ki iktidarı bir başka burjuva fraksiyona, Müslüman Kardeşlere (MK), kaptırarak tıkanan, kesintiye uğrayan ve geri çekilen Mısır (burjuva demokratik) devrimi kritik bir eşikten geçiyor. Rejim yeni hamleler yaparak, kendini tahkim etmeye, sistemi güçlendirmeye çalışırken, Mübarek’in devrilmesine rağmen hiçbir temel taleplerinin karşılanmadığını, ‘devrimin Müslüman Kardeşler tarafından ellerinden çalındığını’ düşünen kitleler, devrimi ilerletmekten başka bir seçeneklerinin kalmadığını görüyor. Dolayısıyla tekrar sokaklara iniyorlar. Mursi’nin IMF ile anlaşarak, yerli ve uluslararası sermayenin önünü açması, grev hakkı başta olmak üzere, her türlü hak arama eylemini yasaklaması, temel tüketim mallarına ve hizmetlere yaptığı zamlar ve nihayet Kasım ayında kendisine sınırsız yetkiler veren bir genelge yayınlaması, “bardağı taşırdı.” İşçi sınıfı ve ezilenlerin, dini-etnik grupların taleplerini yok sayan, İslami esasları temel alan, Mursi’yi üstün yetkilerle donatan, Mübarek dönemi anayasasından bile geri otoriter bir anayasa taslağı hazırlatıp, alelacele referanduma götürme kararı verdi. Tüm bunlar halkın tepkisini isyana dönüştürüyor. Ülkenin hemen her yerinde her gün protesto ve gösteri yürüyüşleri düzenleniyor. MK üyeleri Tahrir’deki direniş çadırlarına saldırıyor. Bu,
10
tepkileri daha da arttırıyor. Kitleler Cumhurbaşkanı sarayını kuşatıyor. Bunun üzerine Mursi, orduyu göreve çağırıyor. Ordu, her ülkede olduğu gibi, Mısır’da da, bir kez daha halkın ordusu değil, sermayenin ve düzenin bekçisi, iç savaş ordusu olduğunu gösteriyor. İsrail’in işgal ettiği toprakları geri almak için hiçbir şey yapmayan ordu, silahları halka doğrultuyor. Tahrir meydanını kuşatıyor. Cumhurbaşkanlığı sarayı koruma altına alınıyor. Halkın tepkisi sonucunda, Mursi, yetki kararnamesini geri çekiyor ancak Anayasa taslağını referanduma götürme kararından vazgeçmiyor. Zamları iptal ediyor. Yetki kararnamesi ve zamları geri çektirmek, muhalefetin mücadelesini daha da yükseltiyor. Ne var ki referandum konusunda muhalefet ikiye bölünüyor. Sınıf uzlaşmacı çizgiyi savunan, sisteme karşı mücadele etmek yerine şiddete karşı mücadeleyi öne çıkaran, içinde burjuva liberallerin ve Komünist Partisinin de yer aldığı Ulusal Kurtuluş Cephesi, referandum da Anayasaya “hayır” oyu vereceğini açıklıyor. Devrimi sonuna kadar götürmek isteyen devrimci gruplar ise, referandumu boykot ediyor. 15 Aralık’ta yapılan referanduma katılım yüzde 32,9 olarak gerçekleşiyor. Referanduma katılım oranının, Cumhurbaşkanlığı ve son parlamento seçimlerinde, sırasıyla, yüzde 50 ve 60 olarak gerçekleşen oranların da gerisinde kaldığı, muhalefetin, özellikle de boykotçu sol kanadın, geçen yıldan bu yana gücünü
görünür şekilde arttırdığı anlaşılıyor. Pasif ya da aktif; toplumun yüzde 67’si referandumu boykot ediyor. Referanduma katılan seçmenin ise yüzde 63,8’i evet, yüzde 36,2’si hayır oyu veriyor. Hayır, oyu veren yüzde 36’lık kitlenin genel seçmen kitlesi (51 milyon) içindeki ağırlığının yüzde 20 olduğunu kabul edebiliriz. Bu yüzde 20’lik hayır oylarıyla yüzde 67’lik boykotçu kitleyi topladığımızda, muhalefetin genel seçmen kitlesi içindeki ağırlığının yüzde 80’e yaklaştığı görülüyor. İktidarın açıkladığı gibi, Anayasanın yüzde 63,8 oyla kabul edilmediği, toplumun ancak yüzde 20’lik bir kitlesinin, Anayasa ve iktidarın arkasında durduğu ortaya çıkıyor. Referandum sonuçları, MK’in gerilediğini ve güç kaybettiğini, devrimin güçlendiğini gösteriyor. Mursi ve MK iktidarı yüzde 20’lik bir güçle toplumun yüzde 80’ine hükmetmeye çalışıyor. Muhalefetin çok parçalı yapısı bile buna uzun süre izin vermeyecek, iktidarın ve Anayasanın meşruluğu sorgulanacak, işçi sınıfı ve ezilenlerin talepleri artarak devam edecektir. Mursi’nin ve Mısır kapitalizminin bu talepleri karşılama olanağı yok. İşçi sınıfının ise devrimi ilerletmekten başka bir seçeneği yok. Mücadele sürüyor. Mücadelenin olduğu yerde umut da var demektir. Umudu canlı tutmak gerekir. Mısır işçi sınıfının mücadelesi, Mursi’nin yolundan yürüyen, onun gibi otoriter bir anayasa hazırlığı içinde olan, baskıcı, otokratik bir rejim kurmaya çalışan AKP’ye karşı mücadeleye yol gösteriyor.
İşçilerin Sesi
İLERLETMEK DEVRİM Mİ, EMPERYALİZMİN KOMPLOSU MU? Tunus’ta başlayan, oradan Mısır’a ve tüm Arap dünyasına yayılan, Arap Baharı da denilen halk ayaklanmaları sonucu monarşik rejimlerin devrilmesi, on yıllar sonra ‘devrim’ kavramını yeniden güncelleştirdi. İşçiler başlangıçta devrim içinde tek tek bireyler olarak yer alırken, giderek sınıf olarak katılmaya başladı. Devrim içinde kendi öz örgütlerini yaratmaya, kendi taleplerini öne sürmeye, ‘kendisi için bir sınıf’ haline gelmeye başladı. İşçi sınıfının devrime sınıf olarak katılmaya başlamasından ürken emperyalistler ile işbirlikçi siyaset ve sermaye sınıfı, devrimin önünü kesmek için, Müslüman Kardeşler (MK) ile pazarlığa oturarak, ona iktidarın yolunu açtı. MK’nin, devrimin hiçbir talebini karşılamadığı gibi, monarşinin yerine otokrasiyi geçirmeye çalıştığı görüldüğü ölçüde, halkın mücadelesi yeniden yükselmeye başladı. İşçi sınıfı, dostunu da düşmanını da kendi deneyleriyle öğreniyor. Mısır’da (ve Tunus’ta) yaşanan devrimler bir grup ya da partinin işi değil yığınların eseridir. Ne var ki bu (burjuva demokratik) devrimler, emperyalizm ve işbirlikçisi siyaset ve sermaye sınıfı tarafından, MK iktidara getirilerek engellenmiş ve önü kesilmiş; devrim yarım bıraktırılmıştır. Tunus’ta ve Mısır’da monarşik rejimlere karşı demokrasi, hak ve özgürlük talebi ile ayaklanan hareketler, özgürleştirici hareketlerdir. Devleti ve rejimi hedef almış, tarihin ve siyasetin düzenli akışını kırmış, daha önce olmayan olanakları ve olasılıkları gündeme getirmiş ve bunda ısrar ediyor olmalarına karşın, solda bazı çevrelerce, hala bu hareketlerin devrimci niteliği inkâr ediliyor. Mısır ve Tunus devrimleri, on yıllardır uyuyan devi uyandırmış; tarihin tek devrimci sınıfının işçi sınıfı olduğunu, ona dayanmayan onun içinde örgütlenmeyen hiçbir devrimci, yapının devrime önderlik edemeyeceğini bir kez daha açığa çıkarmıştır. Devrim, önceden planlanamaz. Bir grup ya da parti tarafından gerçekleştirilemez. Devrim yığınların, milyonların eseridir. Türkiye solunun önemli bir kesimi, Arap Baharı ve Mısır devriminin yarattığı olumlu politik havayı, devrim ve sosyalizm kavramlarını yeniden güncelleştirmesini, Mısır işçi sınıfının devrim de gösterdiği politik enerjiyi, Türkiye işçi sınıfına taşıyacak yerde, onu küçümsüyor. Bu ayaklanma ardında komplolar arıyor. Halkın ve işçi sınıfının kendiliğinden hiçbir şey yapamayacağını, hiçbir şeye kalkışamayacağını düşünüyor. Bu devrimleri Ortadoğu’yu yeniden şekillendirmek isteyen ABD emperyalizminin manipüle ettiği eylemler olarak görüyor. Çoğunluğu sol milliyetçi Stalinist gelenekten gelen bu çevreler, devrimci bir örgüt ve önderlik olmadan kitlelerin ayaklanamayacağını, devrime kalkışamayacağını düşünüyor. Devrimi kitleler mi yapar, örgütler ve liderler mi? Devrim, işçi sınıfının amaçlarını gerçekleştirmek için bir araçtır. Parti anlamında örgüt ise, devrimde kullanacağı bir araçtır. Aracı amaçlaştırmak, devrim için kitleleri araçsallaştırmaktır. Bu ise partiyi işçi sınıfının yerine ikame etmek demektir. Bu ikameci Stalinist sosyalistler, her kendiliğindenliğin içinde, ilkel de olsa, bir bilinç ve ona denk düşen bir örgütlülüğün (sendikal bilinç ve örgütlülük) olacağını, devrimci bilinç ve örgütlülüğün de ancak bu mücadele içinde doğacağını ve gelişeceğini düşünemiyor. İşçi sınıfına bilincin (ve devrimci örgütün) işçi sınıfına dışarıdan, küçük burjuva aydınlar tarafından götürüleceğini savunuyor. Devrimci bilinç ve örgütü kendisinde gören bu küçük burjuva aydınlar, işçi sınıfı hareketine tepeden bakıyor. Hareketi değil örgütü, eylemi değil bilinci temel alıyor. Tam bir felsefi idealizm yani! Oysa, Rosa, “önce hareket vardı” der. Bilinç maddenin yansımadır. Her hareket, er ya da geç, kendi bilinç ve örgütünü yaratır. Tersi yanlıştır ve materyalist felsefe anlayışı ile çelişir. Dün bürokratik oligarşiyi alaşağı eden, bugün ise burjuva iktidarının MK görünümlü biçimine karşı, kesintiye uğrayan devrimi ilerletmeye ve mücadeleyi yükseltmeye çalışan Arap halkları ve Mısır işçileri, tarihin tek devrimci sınıfının işçi sınıfı olduğunu gösteriyor.
ÜCRETLİ KÖLELİKTE YENİ BİR AŞAMA
İKRAMİYELİ GELİNLER Ufuk DEMİRCİ
“Patronlar ucuz işçi çalıştırmak için yeni “taktikler bulmak” zorunda kalıyorlar. Hindistan’daki bir uygulama kapitalizmin hem sömürücü hem de cinsiyetçi yüzünü, yeniden göstermiş oldu. Güney Hindistan’daki Tamil Nadu eyaletinde, genç kadınların Sumangali adlı insanlık dışı bir sistem ile çalıştırılması yaygın. Tamilce bu sözcük, “refah getiren gelin” anlamına geliyor. Bu bölgedeki aileler, kızlarını üç ilâ dört yıllık bir eğitim adı altında, tekstil işletmelerine ya da dokuma atölyelerine gönderiyorlar. Böylece çeyiz paralarını çıkartmaları hedefleniyor. Bu işletmelerde kızlar sömürülüyor. 12 saatlik çalışma karşılığında onlara 60 centin altında (1 Lira) para veriliyor. Vaat edilen yaklaşık 500 Euroluk ikramiye, eğer kızlar üç ilâ dört yıl dişlerini sıkıp çalışmışlarsa, çoğunlukla kızların evlenecekleri kişinin, yani damadın ailesine veriliyor.” Düşük ücretler nedeniyle işçi giriş çıkışını önünü kesmek ve üretimin devamlılığını sağlamak isteyen patronların son çözümü de, çeyiz parasını kazanmak için kadın işçileri kendilerine bağlamak olmuş. “Ucuz İşçiliğin” bir yüzü üretim alanıyla ilgili olsa, da diğer yüzünün tüketim ile ilgili olduğu biliniyor. Almanya'da da merkezleri bulunan çok sayıda moda zinciri, ürünlerini dünyanın en büyük tekstil üretim bölgesi konumunda olan Tamil Nadu'dan ithal ediyor. Sumangali tipi üretimin ortaya çıkmasını ardından, bu büyük moda firmaları ithal ettiklerin ürünlerin, kaynaklarını yasal bir zorunluluk olmadığından dolayı açıklamadılar. Bu durumun gündeme gelmesindeki esas dürtü (insan hakları vb. konuların yanı sıra) burjuvazi içindeki rekabeti durumudur. Üretimini veya ithalatını böyle yoksul ülkelere kaydıran bununla da yetinmeyip, işçi
ücretlerini daha da aşağıya çeken yöntemlerle iş yapan, firmalar üretim maliyetlerini rakiplerine göre daha düşük tuttukları için avantajlı hali geliyorlar. Ülke dışındaki üretim süreçlerin tam olarak denetleyemeyen patronların şikâyeti buradadır, “haksız rekabet var”. Sermaye sınıfı için işgücü maliyetlerinin düşürülmesi önemli. Düşen kâr oranlarını, bu yöntemle telafi etmeyi tercih ediyorlar. Büyük küçük sermaye fark etmiyor, patronlar emperyalist ülkelerden yoksul ülkelere veya yoksul ülkeler içindeki daha yoksul bölgelere, sermayelerini taşıyorlar. İstanbul içinde kalan işletmelerini taşraya taşımak ya da Mısır gibi işçilik ücretlerinin düşük olduğu ülkelere gitmek bunun örnekleridir. Buna son yıllarda sermaye çevreleri tarafından dayatılan “bölgesel asgari ücret”i, vergi ertelemelerini, SKG primlerinin devlet tarafından ödenmesini eklemek gerekiyor. Bunun anlamı, “işyerimizi taşımayalım, gideceğimiz yerdeki koşulluları burada yaratın, biz de kalalım” demektir. “Ucuz işçilik” denince akla ilk olarak Çin ve Çin’den gelen ürünler oluyor. Bu durum, sömürünün görünen yüzünü oluşturuyor. Bazı Uzak Doğu ülkeleri, Endonezya, Hindistan ve Pakistan tekstil sektöründe emekçiler için Çin’den daha iyi koşullarda bir çalışma düzenini sağlamıyor. Burjuvazinin üretim maliyetlerini düşürme siyaseti, işçilik ücretlerini o kadar geri çekti ki, bu bölgelerdeki bir işçi için çalışmak ile işsiz kalmak arasındaki fark neredeyse ortadan kalktı. Burjuvazinin işçilik maliyetlerini düşürme siyaseti Dünya çapında yaşanıyor. İnsan kaçakçılığına ilişkin açıklana rapora göre, “günümüzde 27 milyon yakın insan kölelik şartlarında yaşıyor”. Kapitalizmin, işçileri “ücretli köle” haline getirdiği çokça kullanılan bir ifadedir. Patronların karlarını koruma hırsı, bu sözün gerçeğe dönüşmesine neden oluyor.
11
İşçilerin Sesi
TOPKAPI ŞİŞECAM İŞÇİLERİ İŞLERİNE SAHİP ÇIKIYOR Topkapı’daki Şişecam fabrikası 31 Aralık’ta kapatıldı ve 575 işçi işten çıkarıldı. Gerekçe patronun Eskişehir’deki yeni işyerinde asgari ücretli işçi çalıştırmak istemesi... Topkapı Şişecam işçileri ise özlük haklarına ve iş güvencelerine sahip çıkıyor. Topkapı’da bulunan ve ortakları arasında İş Bankası’nın da olduğu Anadolu Şişecam’a ait fabrika, 31 Aralık itibariyle faaliyetine son verdi. Şişecam Yönetim Kurulu, 30 Kasım günü yaptığı açıklamayla fabrikanın kapatılacağını ve 575 işçinin işten çıkarılacağını duyurmuştu. İşçilerin işten çıkartılma sebebi, işyerinin iflas etmesi ya da ekonomik kriz değil. Çok açık gerekçe şu: Patron, yeni işyerinde asgari ücretle işçi çalıştırmak istiyor. Hükümetin patronlara verdiği sigorta prim teşviklerinden yararlanmak istiyor. Bu teşvikten yararlanabilmek için, “18 yaşından büyük ve 29 yaşından küçük erkekler ile 18 yaşından büyük kadınlar” olması gerekiyor. Belirli koşullarda bu süre 4 yıl 6 ay süreye uzuyor ve işverenin ödeyeceği sigorta primlerini devlet ödüyor. Eski işçileri mevcut ücret ve sosyal haklarıyla yeni fabrikaya götürmek istiyor. 100 kadar işçi, asgari ücretle yeni fabrikaya gitmeyi kabul etse de, çoğunluk bu şartlarda gitmek istemiyor. Şişecam 1935 yılında kurulmuş, bir İş Bankası iştiraki. Topkapı şişe fabrikası, şirketin üçüncü fabrikası. Fabrikada 1969 yılında başlayan üretim 31 Aralık itibariyle sona ermiş oldu. Şirket anlaşma yaptığı işçiler dışındakilerin çıkışlarını verdi. Şirketten yapılan açıklamaya göre, işçilerin kıdem ve ihbar tazminatları, tüm alacakları 5 Ocak’ta hesaplarına yatırılacak. Topkapı şişe fabrikasında üçüncü kuşak işçiler çalışmaktadır. Her işçinin ailesinde bir emekli şişecam işçisi bulunur. Babanın emekli olmasının ardından erkek çocuğun işçi olarak çalışmaya başladığı, geleneği olan bir işyeridir. İşçiler fabrikanın ismini taşıyan Şişecam Bloklarında yine bir arada yaşarlar. Davutpaşa–Merter bölgesi, bu fabrikanın izlerini taşır. Şehrin içinde kalan ve oldukça büyük araziye sahip fabrikanın şehir dışına taşınması ve arazinin konuttan AVM’ye bir dizi emlak spekülasyonuna açılması (Merter Vakko örneğinde olduğu gibi), şirket için çok daha fazla karlı olacaktır. Ortalama kıdemin 18-20 yıl ara-
12
sında değiştiği fabrika İstanbul’dan Eskişehir Organize Sanayi Bölgesine hem de üç kat büyüyerek taşınıyor. İşçilerin yarattığı değerdir bu. Ancak patron çok daha fazlasını kazanmak istiyor. Patron, kıdem yılı yüksek ve buna bağlı olarak sosyal haklara sahip işçileri, yeni işyerine aynı haklarıyla götürmek istemiyor. Eskişehir’e gelmek isteyen işçilerin ilişiği kesildikten sonra asgari ücretle çalışmaları isteniyor. Şişe işçisi cam işlerinde belirli/özel bir makinenin işçisi/operatörüdür ve söz konusu şişe makinelerinin işçisi olması sebebiyle, başka bir işyerinde “meslek” gereği çalışma olanağına sahip değildir. Örneğin bir tornacı, CNC operatörü veya tekstilde romoyözcü, fletocu gibi bir meslek değildir ki, imalatçı bir işyerinde veya tekstilde kumaş çalışan başka bir işyerinde iş bulabilsin. Şişecam işçisi, şişe-cam fabrikaları dışında iş bulamaz, mesleklerine ve operatörlüklerine uygun iş olmayacağı için işsiz kalacaklar demektir. Dolayısıyla işveren işsizliği baskı aracı olarak kullanarak, işçileri bugünkü ücret ve sosyal haklarının dörtte birine ve hatta daha düşük koşullarda onları çalışmaya zorlamaktadır. Şişecam, uluslararası cam üreticilerinden biri. Şirketin verdiği bilgiye göre, 150 ülkeye ihracat yapıyor. Dokuz ülkede 160’ı aşkın kuruluşla
üretim yapıyor. Üretimin yüzde 35’ini başta Rusya olmak üzere Türkiye dışında gerçekleştiriyor. Öyle ki, şirket Topkapı fabrikasındaki işçilerine 23 milyon (trilyon) lirayı bir kalemde ödeyebilecek güçtedir. Daha önce kapanan fabrikalarda bulunan çözüm (örneğin Paşabahçe’nin kapatılmasından sonra), işçilerin mevcut haklarıyla şirkete ait çeşitli fabrikalarda işbaşı yapması biçiminde olmuştur. İşçiler bugün de benzer bir çözümden yanadır. Özlük haklarıyla birlikte şirketin uygun göreceği işyerlerinde çalışmaya devam etmek istiyorlar. İşçiler Türk-İş’e bağlı Kristal-İş sendikasına üyedir ve sendikanın kararıyla 21 Aralık’ta (kar yağışı sebebiyle okulların tatil edildiği gün), Levent İş Kuleleri’ndeki Şişecam Genel Merkezine aileleriyle birlikte yürüdüler. 28 Aralık’tan itibaren işyerini terk etmeme kararlarını uyguluyorlar. 30 Aralık’ta Taksim’de bulunan Paşabahçe mağazasına yine aileleriyle bir yürüyüş gerçekleştirdiler. Yeni yıl gecesi ise, aileleriyle birlikte fabrikada sabahladılar… Kristal-İş sendikası bu sorunu “görüşmeler” yoluyla çözmekten yanadır ve bu konuda işverene bir hayli süre tanımıştır. Ancak görüşmelerden bir sonuç çıkmayınca, işyerini terk etmeme eylemi yapmaya karar verilmiştir. Eylemin etkili ola-
bilmesi içinse, 1 Ocak tarihinde Şişecam’a ait tüm fabrikalarda (11 fabrikası bulunuyor) işçiler mesaiye kalmayarak, fabrikası kapatılan Topkapı Şişecam işçilerine destek verme kararı almıştır. Fabrikada üretim olmadığı için, işçilerin işyerini terk etmemiş olması, işvereni zorlayacak bir eylem değil, Ancak Eskişehir’e götürülmek üzere bir kısmı sökülmüş olan makinelerin işyerinden çıkartılmasını önleyebilecek bir eylem olabilir. Öte yandan, bütün Şişecam işçi eylemlerini başarıya götüren, Şişecam fabrikalarının tümünde işçilerin birlikte hareket etmesi ve eylemli dayanışma içinde olması olmuştur. İlk adımının 1 Ocak günü mesaiye kalmayarak atılan adımın, işçilerin talepleri doğrultusunda sürdürülebilmesi, cam işçisinin iradesini ortaya koyabilmesine bağlıdır. Kristal-İş yönetimi, bugüne kadar süreci mücadeleci bir tarzda değil, diyalogcu bir tarzda sürdürerek, patronun 100’e yakın işçiyi ikna etmesine ve fabrikada üretimin sona ermesinden sonra harekete geçilmesine yol açmıştır. Bu ise, 2002 yılında Paşabahçe Şişecam işçilerinin mücadele deneyiminde de yaşayıp gördüğümüz gibi, işçilerin kaybetmesine ama mevcut sendika yönetiminin de artık işbaşında kalmamasına yol açmıştır. İşçilerin Sesi-Haber
İşçilerin Sesi
Geçen sayımızda yayınladığımız ve yürüyüş hattımızı belirleyen “İşçi Sınıf, Parti” ve “Kürt Sorunu” başlıklı metinlerimize, bu sayıda “Kadınlar Özgür Olmazsa” ve “Kent, Doğa ve Su ticarileştirilemez” metinlerimizi ekleyerek devam ediyoruz.
(III) Kadınlar Özgür Olmazsa… Kadınlar ve erkekler arasında yaşanan cinsiyete dayalı iş bölümü, kadınların her alanda denetlenmesi, ayrımcılığa, baskıya ve türlü türlü şiddete maruz kalması insanlık tarihi boyunca gördüğümüz evrensel bir olgu. Bugünkü kapitalizm koşullarında ise kadınlar ve erkekler arasındaki iktidar ilişkilerinin derinleşip, keskinleştiğini söyleyebiliriz. Hâlbuki tarih bize aslında, bu ezme ezilme ilişkisinin yapısının her zaman hiyerarşik olmadığını gösteriyor. Erkek egemenliği, tarihsel olarak kapitalizmden önce varolmuş ve kendine has dinamiklere sahip olan bir egemenlik. Ancak, erkek egemenliği, kapitalizmle birlikte ve ona çeşitli düzeylerde eklemlenerek özgül bir biçime bürünüyor. Kısaca karşılıklı bir ilişki ve etkiden söz edebiliriz. Böyle bir sistemi sadece kapitalizm olarak tanımlamak ve mücadele hattını kapitalizm ile sınırlamak doğru olmaz. Değiştirip, dönüştürülmesi gereken erkek egemen kapitalist sistemdir. Diğer yandan, patriyarkal-erkek
egemen kapitalist sistemde kadınları ezen sadece devlet ve sermaye değil, erkeklerdir de. Erkekler, egemen toplumsal bir grubu oluştururlar: Kadınların emeğine, kimliğine, bedenine el koyarlar; kadınların bedenini, emeğini, kimliğini denetlerler. Başka bir deyişle, egemen olan toplumsal bir grubun mensupları, yani erkekler, bu egemenlikten somut, maddi ve ruhsal çıkar sağlarlar. Kadınların erkeklerle eşit toplumsal statüye sahip olabilmesi ve hem kadınların hem de erkeklerin insani kapasitelerini tam olarak gerçekleştirebilmeleri için cinsler arası ayrımcılığın ortadan kalkması şarttır. Bu da ancak, kapitalizm koşullarında değil, özel mülkiyetin yol açtığı sömürü ve baskının ortadan kalkacağı, toplumun kar hırsıyla değil, insani ihtiyaçlar doğrultusunda yönetileceği bir düzenle yani sosyalizmle mümkündür. Özel mülkiyetin ortadan kaldırıldığı, kadınların ezilmesinin ekonomik temellerinin yok edildiği bir toplum, kadınların kurtuluşunun
önünü açacak. Kadınların üzerinde büyük bir yük olan karşılıksız ev ve bakım emeğinin ortadan kalkması, ücretli-karşılıksız emek karşıtlığının kırılması, doğurganlık ve erkek cinselliğiyle tanımlanmış cinsellik biçiminin ötesine geçilmesi için yasal bir eşitliğin yetmediği ortada. Çekirdek aile düzeni sürdükçe, bu durum değişemez. Bu nedenlerle devrimci bir dönüşüme ihtiyaç var. Bu dönüşüm, kadınların da politik bir kolektif özne olarak ihtiyaçlarını, kaynak dağılımından toplumun düzenlenmesine kadar belirleyebildikleri sosyalizm olabilir. Ancak sosyalist devrimin gerçekleştiği SSCB örneğinde gördüğümüz gibi (ki 1917 Sovyet Anayasası, bugün için bile, kadınlar açısından son derece büyük kazanımlar içeriyordu) en çabuk vazgeçilen, ertelenen yine kadınların kazanımları olmuştur. Dolayısıyla sosyalizm kadın kurtuluşunun gerçekleşmesinin önünü açsa bile tek başına yeterli olmayacak. Biz devrimci Marksistler olarak kadınların kurtuluşunu doğrudan
sosyalizme bağlayan, “kadın sorunu sınıfsal bir sorundur” diyerek, kadınların özerk mücadelesini önemsemeyen, sınıf indirgemeci yaklaşımlarla aramıza sınır çekmeliyiz. Bir yandan da “kadın sorunu kadınların sorunudur” diyerek, kendi yapılarımız içinde cinsiyetçiliğe-heteroseksizme karşı mücadeleyi temel almayan, gelecek hayalinde, kadınların kurtuluşunun olmazsa olmaz olduğunun bilincinde olmayan yaklaşımlarla da aramıza sınır çekmeliyiz. Sol hareketin tarihi cinsiyet eşitsizliklerinden cinsel şiddet, tacize kadar bir dizi olumsuz durumu barındırmaktadır. Ancak kadınların bir cins olarak maruz kaldığı ezilme, aralarında farklılıklar olsa bile, onları bir paydada buluşturur. Bu nedenle kadınların, ezilen bir cins olarak kendi sorunları çerçevesinde bağımsız talepler ve bağımsız örgütlenmeye ihtiyacı vardır. Dolayısıyla, feminist örgütlenmeler ve kadın gruplarıyla destek ve dayanışma içinde olmak temel prensiplerimiz içinde yer almalı.
(IV) Kent, doğa ve su ticarileştirilemez 1. Kentsel dönüşüm, 2000’lerden sonra kapitalizmin krizden kurtulma çabaları ve inşaat sektörüne bağımlı hale getiren ekonomisi ile daha fazla gündeme geldi. İnşaat sektörünün önündeki engelleri kaldıran bir dizi yasal düzenlemeyle beraber yarattığı sonuçlar yoksul kentli açısından sürgün, hak ihlalleri ve toplumsal eşitsizlik ve adaletsizlik oldu. Kentsel dönüşüm uygulamalarının ekonomik fayda üzerinden tanımlanması en büyük sorundur. Bu projeler, rant artışını gündeme getiriyor, ayrıcalıklı imar hakkı sağlama aracı olarak kullanılıyor. Can güvenliğinin sağlanması ve yaşam düzeyinin yükseltilmesini amaçlanmıyor. Yoksul kentlinin borçlandırılarak mülksüzleştirilmesi ve yerinden edilmesi anlamına geliyor. 2. Barınma hakkı sahipliği, mülkiyet belgesinden bağımsız, sağlıklı bir yaşam çevresi içinde, yaşanabilir konut hakkı olarak kabul edilir. Ancak projelerin uygulanması yaşayanlar açısından sosyal bir yıkıma ne-
den oluyor, konut dokunulmazlığı ve barınma hakkı ilkeleri ihlal ediliyor. Bu projelerde, yerel kimliği ortadan kaldıran tek tip mekân üretiliyor, kentsel mekânı parçalayan ve ayrıştıran uygulamalar yapılıyor. Kiracıları da kapsayacak biçimde kamusal güvence sağlanmıyor. Proje alanında yaşayan ve bundan etkilenenlere mevcut konutundan daha küçük, daha niteliksiz, daha düşük sınıfta konut veriliyor, bu amaçla yapılan düzenlemeler haksız borçlandırmaları doğuruyor. Yalnızca yapı güvensizliği ve kentsel mekânın niteliksizliği nedeniyle dönüşüm projesine konu olan yerlerde, proje alanında yaşayanların uygulama sonrası yine aynı bölgede yaşaması sağlanmıyor. Afet riski nedeniyle yapılaşmaya kapatılacak alanlarda yaşayanlar için yeni yerleştirilecekleri bölgeler belirlenirken iş olanakları ve ulaşım koşulları dikkate alınmıyor. 3. Kentsel dönüşüm, yoksul kesimlerin maddi ve manevi birçok kaybıyla beraber kent dışına itilmeleri,
kent merkezlerinin “asilleştirilmesi” operasyonudur. Devrimci Marksist olarak bizler de bu operasyonun karşısında olan mahalle dernekleri ile destek ve dayanışma içinde olmalıyız. Ancak bu dayanışmada mülk sahiplerinin çıkarlarını koruyan talep ve politikalarla aramıza sınır çekmeliyiz. Politikamızın ana eksenine kent yoksulu işçi sınıfının talepleri oturmalıdır. Kentsel Dönüşüm’ün sonucu barınma hakkı ihlali olmamalıdır. 4. Kentsel dönüşümün ekonomiye ve o bölgede yaşayanların sosyal yapısına olan etkilerinin yanı sıra çevreye de bir dizi olumsuz etkisi bulunuyor. Dönüşüm projeleri ormanlar, meralar, sulak alanlar, kıyılar ve tarım alanları gibi doğal alanlar yapılaşmaya açılarak, insana ve doğaya düşman politikalar meşrulaştırılıyor. Bir insan hakkı olan su, insanların elinden alınarak ticarileştirilmeye çalışılıyor. 5. Nikel, altın gibi madenlerin çıkartılmasında kullanılan siyanür, sülfirikasit gibi zehirli maddeler ta-
rım alanlarını ve insan yaşamını tehdit ediyor. 6. HES’ler ve nükleer santraller aracılığıyla sadece doğanın tahribi değil aynı zamanda suyun ve enerjinin özelleştirilmesinin önü açılmış oluyor. Her gün daha fazla enerjiye muhtaç hale getirip, enerji ihtiyacı bahaneleriyle doğal alanları yok eden enerji politikaları ve dönüşüm projeleri kabul edilemez uygulamalardır. 7. Kentin, doğanın, suyun ve enerjinin işçi sınıfı ve insanlık için ticari olmayan kullanımı mümkündür ve bu aynı zamanda yaşanılabilir bir çevre, kendini yeniden üretebilen bir doğa ve ekosistem demektir. Kâra dayalı kapitalist toplum, yaşam, çevre, kent, enerji ve su hakkını işçi sınıfının ve yoksulların elinden almakla kalmıyor, bir bütün olarak insan soyunu tehdit ederek, doğal kaynakları barbarca tahrip edip, tüketiyor. Bu yüzden, kent, barınma, su, enerji, çevre ve doğa hakkı mücadelesi, kapitalizme karşı mücadeleyle birleşmek zorundadır.
13
İşçilerin Sesi
YARGI KARARLARI UYGULANSIN AKP Hükümeti’nin Grev Yasağı’na karşı basın açıklaması yapan 2 binden fazla THY işçisinden 305’i 29 Mayıs 2012 tarihinde işten atıldılar. İşten atılmalarının hukuksuz olduğunu söyleyen işçilerin açtıkları davalar ardı ardına sonuçlanıyor. Bakırköy 2’inci İş Mahkemesi’nce iki işçinin daha işe iadesine karar verildi. İşe iade kararı verilen Selçuk Arıkan ve Eda Zorluoğulları, arkadaşlarının da desteğiyle THY Dış Hatlarda basın açıklaması yaptılar. 25.12.2012 tarihli açıklamada, işten çıkartılan işçilerin işe iadesi ve yargı kararlarının uygulanması istendi. 29 Mayıs Birliği’nin basın açıklaması özetle şöyle: “Bizler 29 Mayıs Günü İşini Kaybeden THY işçileriyiz. Bakırköy İş Mahkemelerinde 305 arkadaşımızdan ikisi için daha işe iade kararı verildi. Bu kararlar,7 aydır bizlere yaşatılanların büyük bir haksızlık olduğunu belgeleyerek yüreğimize su serpse de, sorunlarımızı çözmüyor. Çözüm olacaksa, haklılığımız zemininde yine bizlerin çabalarıyla olacaktır. Göbeğimizi kendimiz kesmek zorundayız. Çünkü bu sıkıntılı süreçte, sendika yönetiminin de asıl derdi-
nin bizler olmadığına tanık olduk. Dış hatlar önünde 7 aydır direniş yapan arkadaşlarımıza saygı duyuyoruz. Ancak bizler sorunun çözümünü, kendi çağrılarını bile üstlenmeyerek bu duruma zemin hazırlayan, üyelerini yalnız bırakan sendikacılardan beklemiyoruz. Havacılığa grev yasağı getiren torba yasaya THY işçilerinin tamamının tepki gösterdiği bir gerçek. 29 Mayıs günü sendikanın basın açıklamasına ise 2000 civarında katılım olmuş, ancak rastgele seçilen 305 arkadaşımız günah keçisi yapılmıştır. 29 Mayıs günü işten
çıkarılanlar arasında, olaydan hiç haberi olmayıp hasta yatan da, boş gününde olan da, o gün göreve gidiş veya dönüşünde arkadaşlarını izleyen de vardır. Hiçbirinin haklı gerekçelerle işten çıkarılmadığı mahkemelerde de belgelenmektedir. THY yönetim kurulu Başkanı Sayın Hamdi Topçu, “kendi iş yerim olsaydı işe geri alırdım” diyerek bu gerçeği kabul etmiştir. “Yargı kararlarını bekleyeceklerini” söylemiştir. Yargı haklı olduğumuzu ispat eden kararını vermiştir. Kararı temyiz etmek yerine THY işçisi arkadaşlarımız ve ka-
muoyuna söylediğinizin sözlerinizin gereğini yapınız. THY ve Hava-İş yönetiminin iktidar ve koltuk kavgasına malzeme olmak istemiyoruz. Sendikayla birlikte havaalanında veya bizler gibi farklı platformlarda direnenlerin beklentileri ortaktır. Grev yasağı da ortadan kalktığına göre, 210 gündür süren eziyetin artık son bulmasını istiyoruz. Hava-İş yönetiminin, üstlenmeyi bile göze almadıkları bir çağrıyla, kendilerini garantiye alarak bizleri öne süren yanlış tutumu yapılan haksızlığı aklamaya yetmiyor. THY işçilerinin ezici çoğunluğu bu tutumundan dolayı Hava-İş yönetimine tepki duysalar da, 305 arkadaşlarının uğradığı haksızlığın giderilmesini beklemektedir. THY yönetimi, yargının ve yıllardır çalıştırdığı işçilerinin sesine kulak vermelidir. Sürmekte olan diğer davaların da işçilerin lehine sonuçlanacağı büyük bir olasılıktır. O halde daha geç olmadan, daha üzücü olaylar yaşanmadan, bütün arkadaşların işe iadesinin önünü açacak diyalog başlatılmalıdır. İşe iadeler sağlansın! Yargı kararları uygulansın! - 29 Mayıs Birliği” İşçilerin Sesi - Haber
FABRİKALARDAN... İŞYERLERİNDEN... FABRİKALARDAN... İŞYERLERİNDEN... FABRİKALARDAN... İŞYERLERİNDEN... GIDA
İşçilerin beklentilerini hep boşa çıkarıyorlar Biz işçiler para kazanmak için çalışıyoruz, yaşamımız ve bedenimizin yettiği yere kadar, yani emekli olana kadar değil, çünkü emekli olduktan sonrada alacağımız ücret yaşamımızı karşılamayacak, yine çalışmak zorunda kalacağız. Bizim işyerinde önceleri yılda bir maaş ikramiye ve bayramlarda yarım maaş bayram ücreti vardı. Geçen yıl ikramiye kaldırılıp bayramlara bölüştürüldü, sadece bu değil, zam dönemlerinde az zam yapıldığı için maaşlarımızla geçimimizi sağlamak çok zor. Yine beklenti içersinde olduğumuz dönemdeyiz, hükümet asgari ücreti açıkladı, sefalet ücreti ve bu zam dönemindede patronların elini güçlendirecek bir oran oldu, çünkü patronlar asgari ücrete gelen zammı dayanak göstererek, ben devletten zenginmiyim daha fazlasını vereyim diyor. Genel müdür ile iki deponun mü-
14
dürü ve şefler toplantı yaptılar. Ümidimiz olmamasına karşın yinede ne konuşulduğunu merak ettik, depo şefinin açıklamasına göre şirketin geçen yıldan daha iyi kar ettiği, bazı eksiklikler olduğunu bunlarında tamamlanacağı söylenmiş, ücretler konusu Şefler toplantıdan çıktıktan sonra Müdürler kendi aralarında konuşmuş olabilirler dedi, ama müdürümüzden herhangi bir açıklama yapılmadı. Yeni yıla çok da iyi bir ücret ve koşullarda girmeyeceğimiz asgari ücretin miktarından anlaşılıyor, biz işçiler kendi ekonomik, sosyal ve toplumsal çıkarlarımızı gözeterek birlik olmlıyız. Ne patronlar ne de hükümetler bizleri kurtarabilir. (S.Arık)
Hakkını arayan işçinin güvencesi artar Sendikalaşmadan dolayı işten çıkarılan arkadaşa şahitlik ettiğimden, “saf işçileri uyandırdığımdan”, patronun güzünde, geçimsiz biriymişim! Çeşitli bahanelerle üzerime geliniyor, yazıhaneye çağrılıyorum. Son olarak idareye çağrıldığımda, “sigorta prim-
lerinin yatırılmadığını” söyledim. Ne hikmetse kayıtlar bulunamadı, idareci çok sinirlendi ve kekelemeye başladı. Muhasebeciyi aradı ve küfretti. Hızını alamadı, bana da arada küfürler savurarak, “ben o evraklara boşuna mı imza atıyorum” diye söylendi. Kendisine çok terbiyesiz ve seviyesiz biri olduğumu söylediğimde, bugüne kadar işçilerden bir böyle bir tavır gelmediği için afalladı. Ardından toplantı düzenlemek zorunda kaldı. Sigorta primlerinin yatırılmamasıyla ilgili olarak, “Bu soruşturmadan benim de haberim yok, bazı işçiler bu işyerini hayali şirket olarak gösterip, ortalığı karıştırıyor. Ben de gidip ifade vereceğim, bu olanlarla benim bir ilgim yok” diyerek kendisini savunmaya kalktı. İşçiler muhasebenin güya yanlışlıkla 45 dk. Paydostan kestiğini söylediler. Patron “Ne olacak 15 dk bana fazla çalışın” dedi. Bir saat bu palavraları dinledik, patronun içi ne kadar doluymuş! Rahatlamış oldu, işçilerde işbaşı yaptılar, rahatladık! SGK’dan işçilere, primlerle ilgili soruşturma dilekçesi geldi ve ifade vermeleri istendi. Bu işçiler SGK’ya gitmeden önce muhasebeye çekildiler
ve nasıl ifade vermeleri gerektiği dikte edildi. İşçiler ifade verirken, “Patronumuzu tanımıyoruz, muhasebeciyi ve ustayı biliriz” demişler. SGK müfettişi, “peki ücretinizi kimden alıyorsunuz” diye sorunca, işçiler ustadan diye yanıt vermişler. Yalnızca bir işçi patronun kim olduğunu açıklamış. Kalan işçiler aynı kelimelerle ifade verince müfettiş şüphelenmiş. Bir usulsüzlük olduğunu tespit ederek, işyerini denetlemeye geldi. Bir grup işçiyle görüşme yaptı. SGK’dan yararlanamaya bir hamile işçiyi, isim vererek çağırdı. Bu işçi doğru ifade veren arkadaşımızdı. Müfettiş, bu işçinin işten çıkarıldığını tahmin etmiş, karşısına çıkması tam bir sürpriz oldu. Denetleme sonuçlarını bilmiyoruz ama birkaç gün içinde sigortalarımız yatırıldı. Sanılanın aksine hakkını arayan işçinin iş güvencesi artar. (Y. Menekşe) TEKSTİL
Prim yalnızca sömürüyü arttırır! Yılsonu yaklaştıkça patronda, “az iş çıkıyor, kimse çalışmıyor” paniği baş-
İşçilerin Sesi
METAL İŞÇİLERİNE GÖZDAĞI Geçtiğimiz kasım ayında Türk Metal İş, işveren sendikası MESS ile imzalayacağı grup sözleşmesi için hazırladığı yaklaşık 120 bin işçiyi ilgilendiren taslak maddelerini açıkladı. %18 oranında bir artışla pazarlığa oturmayı düşünen sendikaya işçilerden tepkiler gecikmedi. İşçilerin beklentisi en düşük ücretliye en az %40 maaş artışı. İşçiler bu taleple sendikalarına seslenedursun, Türk Metal üyelerinden gelen sesi kulak ardı ederek hazırladığı taslakla, işçinin değil, işverenin yanında olduğunu gösteriyor. Türk Metal, bir türlü anlaşma sağlanamayan geçen toplu sözleşme görüşmelerinde de yine benzer bir tutum sergilemiş ve bayram tatilini nedeniyle fabrikaların kapalı olmasını fırsat bilip MESS ile işçilerin taleplerini karşılamayan bir sözleşmeye imza atmıştı. İlk olarak İzmir BMC fabrikasında başlayan eylemler, beyaz eşya ve otomotiv sektöründeki birçok fabrikada devam ediyor. En fazla ses getiren eylem Bursa Renault’ta yaşandı. Gündüz vardiyasında başlayan iş bırakma ve oturma eylemi işverenin tüm engellemelerine karşın gece var-
diyasında da devam etti. Vardiya sırasında alınan bir kararla tüm işçiler fabrikadan çıkarıldı ancak sabah vardiyasında huzursuzluk devam ediyordu. Eylemin ardından 30 kadar işçi, sendika ve Renault yönetiminin işbirliğiyle işten çıkarıldı. Benzer bir durum Eskişehir Arçelik’te de yaşandı. Geçen aydan bu yana çıkarılan işçi sayısı 100’ü aştı. İşveren istihdam fazlası olduğu gerekçesini öne sürerken “toplu işten çıkarma” olarak gözükmemesi için her hafta 2-3’lü gruplar halinde çıkışlar veriyor. Fabrikalar adeta Türk Metal’in toplu sözleşme taslağına karşı çıkan işçilerden arındırılıyor. Sendika ise işvereni haklı görerek, çıkarılan işçilere isterlerse mahkemelere gidebilecekleri yönünde akıl veriyor. Sorun Türk Metal yönetimi mi? İşçiler, böylesi bir süreçte elbette en başta, taleplerini hiçe sayan sendikaları Türk Metal İş’i hedef alıyorlar. Faşist Türk Metal, hükümet yanlısı ve işveren vekili tutumuyla işçiden gelen sese engel vazifesi görüyor. Üyelerinin değil, sermayenin çıkarına çalışıyor. Buna çözüm olarak
özelde metal işçilerinin genelde de tüm işçi sınıfının bu sorununun, solcu öğeleri de barındıran bir başka sendikada örgütlenme ile aşılacağını ummak hayalcilik olur. Elbette bu mücadele anlamlı ve değerlidir, ancak tek başına yeterli değildir. Çünkü asıl nedeni sürecin bu koşullara gelmesini dayatan sendikal bürokraside aramak lazım. Tepkilerin her daim Türk Metal-İş’e yönelik olması, sendikanın tutumu ile bürokratik yapısı birleşince ortaya en kötü kombinasyon çıkmasındandır. Örneğin; karar mekanizmalarında işçilerin sözü geçmiyor. Sendika temsilcileri fabrikada çalışan işçilerden değil, doğrudan sendikanın atadığı kişilerden oluşuyor. Bu temsilciler işveren tarafından çözüme kavuşturulmasında problem görülmeyen sorunlara çare bulunuyor ancak bu görev daha çok “işçinin gazını alma” biçiminde tariflenebilir. Temsilci, sendikanın maaşlı elemanı olmaktan öteye geçemiyor. Renault direnişinin öğrettikleri Renault’taki olaylar aslında bir anda patlak verdi. Sendika ile yap-
tıkları görüşmeden olumlu bir yanıt alamayan işçiler son çareyi üretimi durdurmakta buldu. Beyaz yakanının çıkış saati ertesinde vardiyadaki 1500 işçi şalterleri indirerek taslağı protesto etti. Yönetimin, gece vardiyasına gelecekleri tek tek arayarak işe gelmemelerini söylemesine ve servisleri iptal etmesine rağmen kendi imkanlarıyla gelerek kapının dışından içerideki arkadaşlarına destek verdiler. Ancak gece vardiyasında inisiyatif eksikliğinden eylem bitirildi. Öfke dinmemişti, fakat bu öfkeyi örgütlü ve kararlı bir iradeye dönüştürecek bir mekanizma yaratılamamıştı. Sonuçta 30 kişi işten çıkarıldı ama direniş birçok işyerine örnek oldu. Daha başarılı olabilir miydi dersek elbette verilecek bir yanıtımız var: önceden hazırlıklı olmak ve bunu başından sonuna örgütlemek… hedefiyle, söylemiyle….Peki nasıl? Bu yanıt için sadece işçilerin sesine kulak vermek yeterli. Demokrasi mekanizmalarının örüldüğü yeni bir sendikal anlayış. Bunun anahtarı da işçi denetiminin hem işyerinde hem de sendikalarda hayat bulacağı yeni bir örgütlenme modeli ile mümkün.
FABRİKALARDAN... İŞYERLERİNDEN... FABRİKALARDAN... İŞYERLERİNDEN... FABRİKALARDAN... İŞYERLERİNDEN... lıyor. İşlerle çok alakalı olmaya başladı, modelhane de toplantı yaptı. ''Arkadaşlar işyerinde daha verimli nasıl oluruz, sizlerinde fikrini almak istiyorum, dikimhanede aynı toplantıyı yaptım bana güzel fikirler verdiler, makinelerin motorlarını elektrikliye çevirsek iyi bir tasarruf yapmayı düşünüyoruz, sizlerden de iyi fikirlere açığım” dedi. İşçilerden “iyi fikir” gelmeyince, başka bir taktiğe başvurdu. “Her gün gelip işleri kontrol edeceğim, günlük, haftalık, aylık adetlere göre, ilk beşe giren arkadaşa sürprizim olacak” dedi. Bir hafta boyunca geldi ve işlere baktı. Az iş yapan işçiye '' neden az çıktı, sorun kimdeydi, kalıp hatalı mıydı” gibi soruları sorup gitti. İşçiler ay sonu sürprizini prim olarak düşünüp hızlanan, yarışan arkadaşlar oldu. Ay sonu geldi bölümler prim aldılar, modelhane ise hava aldı. Yarışa tutuşan yalakalar avuçlarını yaladı. Patron, işçileri üç kuruş primle kandırıp bazen onu da vermezken, yılbaşında idari kadroya eğlence düzenlemekte hiç de cimri davranmadı. Müşteri temsilcilerine, müdürlere özel koliler hazırlatmış hediye yolladı.
İşler işçiye gelince hep sıkıntılı, piyasa parayı işçiye verince hep bozuk. İşçi bunun farkına vardı. Tek sorunumuz birlik olmak. (M. Araslı)
SAĞLIK
Eski ya da yeni sözleşme imzalamıyoruz Şirket devamlı olarak sözleşmelerle ilgili mesaj atıyor, telefon açıyor. Çoğu işçi artık sözleşmeye itibar etmiyor. Böyle şeylerle bizi rahatsız etmeyin. Bizi zorlamayın, kendinizi de yormayın. Yoksa mobbinge girer ha! (Ayşe)
Çalışma koşullarına bakın! Her işçi, sabah mesaiye geldiğinde çalışma ortamının güzel ve nezih olmasını ister. Üniversitenin çoğu yerinde iş ortamı oldukça kötü. Pervazlardan gelen soğuk, yağmurlarda camdan akan sular, yanmayan florasanlar, hatta salonların su basması… Yılları-
mızı verdik, insanca çalışma koşullarını çok görüyorlar! (Elvan)
Üstümüzü değiştirecek yer bile yok! Çalışanların hastalarla aynı lavaboları kullanması yetmezmiş gibi, temizlik çalışanları üstlerini tuvaletlerde değiştirmek zorunda kalıyor. Bazı bölümlerde üst değiştirecek hiç yer yok. Gazete kâğıdı üzerinde üst mü değişir? Nerde hijyen, nerde temizlik diye sormayın. Temel Bilimler Halk Sağlığı ikinci katta hastane çalışanlarının muayene olabilecekleri bir poliklinik açılmış. Aile hekimliği gibi hizmet veriyor. İdare duyurmuyor, çok giden olur diye. Biz duyuralım…
Mahkeme kararını uygulayın, işe geri alın Mart sonunda işten çıkartılan işçilerden 25’inin, 27 Aralık günü yapılan duruşmasında, işe iade kararı çıktı. Üstelik üniversiteye iade edildiler. Ocak
ayında işten çıkartılan 9 işçi de kısa süre önce davalarını kazanmıştı. Üniversite bu kararları temyiz etti. Mahkeme üniversiteye iade ediyor, üniversite işçi çıkartıyor. Bu ne akıl? (Mahmut)
Artık uyanmalıyız! SGK kayıtlarına geçiş kimi ilgilendiriyor, kimi kapsamıyor? Sigortaların asıl işverene geçirilmesi sadece belirli bir kesimi kapsıyor. Temizlik işçilerini kapsamıyor. Öyleyse bu sevindirici bir geçiş mi? Sağlık işi ekip işidir ve ayrımsız herkes üniversite işçisi olmalıdır. Pişmemiş yemek dedik, bunu söylemeye devam edeceğiz. Köfteler hala pişmemiş. Çorbalar hala yanık. Tavsiyemiz çorbaları fazla ateşte tutmaktansa, köfteyle yer değiştirilsin! Daha iyi değil mi? (Kemal)
Sahip çıkmak yürek ister İşçisine sahip çıkmayan Rektör, ODTÜ’lü öğrencileri kınamış. Başka ne beklenir? Gençler, taşeron işçileri gibi boyun eğmiyor, baskılara direniyor. İşçi-öğrenci el ele.
15
MA TU NİZANÎ KU DARÊN (*) VAN ÇİYAYAN ZİNAR İN N. CEMAL
28 Aralık 2011: Savaş uçakları ardı ardına dalışlar yaparak bombalar yağdırdı. Çoğu çocuk yaşta 34 sivil Kürt genci paramparça edilerek katledildi. Umutları, gelecekleri ve bedenleri parçalandı. Birlik ve bütünlük nutukları atan zevatın ağızlarından saçılan tükürükler daha henüz kurumamıştı ki, parçalanmışlığımızın adı Roboski oluverdi. Savaş uçakları Türk Silahlı Kuvvetleri’ne, ölen bedenler ise Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı Kürtlere aitti. “Arsız bir tekrardır Uludere, Roboski zalim kere tekrar, dağlarda sınır dışı çocuklar, dağlar sınır dışıdır…” (Ömer Faruk Hatipoğlu) Haber uzun süre basından saklandı ve resmi bir açıklama yapılmadı. İlk haber kaynağımız katledilen Kürtlerin aileleri ve Kürt gazeteciler oldu (DİHA, ROJ TV, ANF). Katliam saat 01.52’de ilk olarak Dicle Haber Ajansı tarafından duyuruldu; “Savaş uçakları köylüleri vurdu. 20’ye yakın ölü.” Daha sonrasında ölü sayısının 34 olduğu anlaşıldı: “Şırnak’ın Uludere (Qilaban) ilçesine bağlı Roboski (Ortasu) köyünde, daha önceden olduğu gibi askeri karakolun bilgisi dahilinde Irak Federal Kürdistan Bölgesi’ne geçerek sigara ve mazot getiren çoğu çocuk 34 sivil Kürt yurttaş dönüş yolundaydılar. Diyarbakır’dan kalkan F-16 Türk savaş uçakları tarafından yüzlerce kiloluk kazan bombalarıyla bombalandılar.” Katliam bölgesinden sağ olarak kurtulan Servet Encü’nün tanıklığı ise yoruma gerek bırakmıyordu; “Geri döndüğümüz sırada jetler bizi bombardımana tuttu. Bombardıman sırasında acı bir koku etrafı sardı. İnsanlar yanarak can verdi. Beş altı kişi bombardımandan kaçarak kayalıkların arasına saklandı. Uçaklar orayı da bombaladılar. Hepsi can verdi.”
lahattin Demirtaş ise tepkilerini şu sözlerle dile getiriyordu; “Genelkurmay Başkanı ‘PKK kamplarını bombaladık’ açıklamasında bulundu. Gidip bakalım, PKK kampları mı yoksa yurttaşlar mı bombalandı, görelim.” Görüntüler korkunçtu. Yeni yıla hazırlanan batı kentlerinde ve İstanbul’da yılbaşı hazırlıkları yapılıyordu. Bir yanda ışıklı yılbaşı süsleri, diğer yanda buz mavisi bir gökyüzünün alacakaranlığında yan yana yatan parçalanmış bedenler. Roboski katliamıyla ilgili bir toplantıya giderken, ışıl ışıl parlayan İstiklal Caddesi canımızı yakıyor, gözümüzün önüne gelen katliam görüntüleriyle kanımız donuyordu. “Newala Qesaba’dan, Diyarbakır Cezaevi’ne, kolye yapılmış kulaklardan, Metin Can’a, Musa Amca’dan Vedat Aydın’a her şey, herkes kalbimde Roboski’nin açtığı kapkara boşlukta birbirine çarptı; kıyametti.” (İlkay Akkaya) Kanı donan sadece biz miydik? Halkların Demokratik Kongresi’nin oluşturduğu heyetle Roboski’ye geldiğimizde belediyeye ait acil kurtarma ekibinde yer alan genç bir işçi ile konuştum ve şunları anlattı; “Bombalamaların ardından uzunca süre savaş uçaklarının sesinin kesilmesini bekledik ve katliamın yapıldığı yere gittik. Etrafa dağılan bedenleri topluyor, kilim ve battaniyelere sarıyor, katırların semerlerine bağlayarak köye indiriyorduk. Yan yana spor sahasının içine dizdik. Dağda buz tutan cenazelerimiz kaskatı kesilmişti. Bedenlerinin parçaları eksikti. Kanları donmuştu. Günün ilk ışıkları ve güneşle birlikte çözüldüler. Ölülerimiz o anda yeniden kanamaya başladı. Anaların o anki feryat ve çığlıklarını ömür boyu unutmayacağım…”
“Bilmez misin ki bu dağların ağaçları kayalardır.” (Ferit Edgü)
“Taze bir çığlığım artık bu kontra mevsiminde, herkesin biraz “faili” olduğu, “meçhul” bir cinayetim şimdi…” (Hicri İzgören)
AKP Hükümeti, Genelkurmay ve malum medya katledilenlere “terörist” muamelesi ve “her Kürt terörist doğar” propagandası yaptı. Roboski’ye gelen BDP Eş Genel Başkanı Se-
Roboski katliamının üzerinden bir yıl geçti. Günlerce ve binlerce açıklama ve nutuk dinledik. Heyetimiz ve birçok heyet, Roboski incelemeleri üzerinden binlerce sayfalık rapor ve doküman ya-
yımladı. Hep birlikte suç duyurularında bulunduk. Bir süre sonra da, Roboski katliamında parçalanarak katledilenlerin aileleri paramparça yüreklerini de alıp yaşadığımız şehirlere geldiler. Neler yaşadıklarını bizzat kendileri anlatmaya başladılar. Anlatmaya da devam ediyorlar. Anlattıklarından belgesel filmler yapılıyor, şiirler üretiliyor. Ama ne fayda; devlet ricali ortada ve katliamın tetikçileri de katliam emrini veren zevat da hala ortada yok. “Failler bulunsun ve yargılansın” diyen acılı ailelere, “devlet olarak gerekeni yaptık ve hesaplarına para yatırdık” diyen sömürgeci zihniyet; “Roboski halkı devletle barıştı” manşetleri atıyor. Katliam sonrasında HDK heyetiyle gittiğimiz Roboski’de küçücük çocukların attığı sloganları hala hatırlı-
yorum; “Şehîd Namirin!” “İntikam!” “Katil Erdoğan!” vs. Ve bu tablo, işçi sınıfının eylem ve direnişlerinden yükselen bir sloganı çağrıştıyor; “Adalet Yoksa Barış Da Yok!” Sivas katliamını anmaya gidenler devlet tarafından zorla engellendiler ve şiddete maruz kaldılar. Maraş katliamını anmaya gidenler devlet tarafından zorla engellendiler ve kolluk kuvvetlerinin şiddetiyle karşılaştılar. Şimdi de Roboski katliamını anmak ve protesto etmek üzere yola çıkan kitlelere barikatlar kuruluyor. Bugün 28 Aralık 2012. Bugün günlerden Roboski… Haydi sokağa ve özgürleşmeye!.. (*) “Bilmez misin ki bu dağların ağaçları kayalardır.”
İşçi Sınıfının Kurtuluşu Kendi Eseri Olacaktır İşçilerin Sesi - Aylık Süreli Siyasi Yayın - Tarih: Ocak 2013 Sayı: 10 Baskı: Yön Matbaacılık Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi B Blok No: 366 Topkapı - İstanbul Tel: 0212 544 66 34 Sahibi: KCS Yayınevi Kemal C. Sarıoğlu Sorumlu Müdür: Songül Yarar Dede Adres: Söğütlüçeşme Cad. Tulumbacı Asım Sok. Korular İş Hanı No: 48 Kadıköy - İstanbul Web: iscilerinsesi.org e-mail: iscilerinsesi@gmail.com