ORTADOÐU HALKLARI AYAKTA Komünist Deðerleri ve Enternasyonalizmi Temel Alacaðýz!
2
Tunus Ýþçi Sýnýfý Diktatörlüðe Karþý Ayaklandý
9
Emé Héjayiyén Komunisti U Enternasyonalizmé Býngeh Býgrýn
2
Ostim ve Ývedik Sanayi Sitesinde Yeni Ýþçi Cinayetleri
10
'Ýleri Demokrasi'de Adalet Yok!
3
Mübarek'e Demokrasi Telkini, Sendikalara Yasak!
11
Sermaye Ýstedi: Hükümet Torbayý Doldurdu!
4
Dördüncü Ölüm Yýldönümünde Hrant Dink Eylemleri
11
'Torba Yasa' Tasarýsý Göstermelik Eylemlerle Durdurulamaz!
5
Kesk: Olaðanüstü Kongreden Birlik Ve Mücadele Deðil Koltuklarý Paylaþým Çýktý
12
Krizin Deðiþtirdiði Beyaz Yakalýlar Ve Sendikalar
5
Buca Belediyesi Taþeron Ýþçileri de Kazandý
12
Sendikal Bürokrasi ve Sol
6
Ýþyerlerinden... Ýþyerlerinden... Ýþyerlerinden...
13
Deri, Kundura ve Tekstil Ýþçileri Derneði Kurucusu Erdal Zorlu ile Röportaj: 'Sendikalar Görevlerini Yapmýyorsa Ýþçiler Derneklerde Örgütlenecektir'
14
Ýzmir Büyükþehir Belediyesi Taþeron Ýþçileri Mücadele Ettiler, Kazandýlar!
15
Tekel Ýþçileri Bugün Ne Yapýyor?
16
2. Tekel Direniþinin Ýzinden
16
Taþeron Ýþçileri Yardýmlaþma ve Dayanýþma Derneði (Taþ Ýþ Der) Baþkaný Güneþ Cengiz: 'Güvencesizlerin Güvencesi: Örgütlenme' Ortadoðu Halklarý Ayakta 'Mübarek, Uçak Seni Bekliyor'
7 8-9 8
Þubat 2011
EMÉ HÉJAYÝYÉN KOMUNÝSTÝ U ENTERNASYONALÝZMÉ BINGEH BIGRIN
KOMÜNÝST DEÐERLERÝ VE ENTERNASYONALÝZMÝ TEMEL ALACAÐIZ! Kapitalist sınıf ve onun siyasi temsilcisi AKP hükümeti, işçi sınıfı, emekçiler ve ezilenlere yönelik saldırısını hız kesmeksizin sürdürüyor. İşçi ve emekçileri işsizliğe ve yoksulluğa mahkûm ediyor. Geçmişte kazanılmış tüm hakları geri almak için saldırıyor. “Türkiye’yi, Avrupa’nın Çin’i yapacağız” derken, aslında, işçi ücretleri ve çalışma koşullarını Çin’deki düzeye geriletmeyi hedefliyor. Siyasi iktidar, Kürtlerin her türlü meşru demokratik taleplerine sırt çeviriyor. Ana dilde eğitim ve kendilerini yönetmede daha fazla söz sahibi olma yönünde yürüttükleri haklı mücadelelerini, tutuklama ve ağır hapis cezalarıyla engellemeye çalışıyor. Kapitalist sınıfın kâr hırsı sınır tanımıyor. Köylüler için yaşamsal değeri olan topraklar ve akarsular, maden çıkarma ve enerji yatırımları adı altında talan ediliyor. Bunun sonucu olarak bir yandan yoksul köylüler yaşam alanlarından kopartılırken diğer yandan doğa, geri dönülemeyecek bir biçimde tahrip ediliyor. Yoksullar, büyük inşaat şirketlerinin kâr hırsına kurban edilerek, “kentsel dönüşüm” adı verilen uygulamalarla, yaşam alanlarının, kent merkezlerinin dışına sürülüyor. Siyasi iktidar, kapitalist sınıfın temsilcisi olarak, azgın kapitalist sömürünün hukuki yeni altyapısını hazırlamakla kalmıyor, bunun önündeki fiili engelleri de hızla temizlemeye çalışıyor. Siyasi iktidar, kadınlara cinsiyet eşitsizliğini açıkça dayattığı gibi, cinsel yönelimleri “hastalık” olarak görüyor ve gençlerin en demokratik taleplerini de şiddet kullanarak bastırmaya çalışıyor. Siyasi iktidar, gerek siyasi ömrünü uzatabilmek gerekse azgın sömürünün kesintisiz olarak sürdürülebilmesini sağlamak için, tüm devlet kurumlarını gerici temellerde yeniden yapılandırıyor. Totaliter bir siyasi sistemin altyapısını oluşturuyor. Bilinmelidir ki, nerede baskı, zulüm ve sömürü varsa orada mücadele de vardır. Kürtler sürekli ayaktadır ve mücadeleleriyle siyasi iktidarı sıkıştırmaktadırlar. İşçilerin, emekçilerin, kadınların ve gençliğin mücadelesi, henüz yetersiz olmakla birlikte, gelişmekte ve büyümektedir. Dünya yeniden, halkların özgürlük isyanlarıyla çalkalanıyor. Tunus ile başlayıp, Mısır ve Ürdün’le gelişen başkaldırılar, diğer ülkelerde halk ayaklanmaları olarak devam ediyor. Değişmez denilen 20–30 yıllık diktatörler, birer kâğıttan kaplan haline getirilip alaşağı ediyor. Bütün bu gelişmeler, emperyalist kapitalist egemenlerin, bölgesel ve uluslararası düzeydeki istikrarını sarsıyor ve yüreklerine korku salıyor. İşçi emekçi ve ezilenlere moral aşılıyor, mücadeleyi yükseltiyor. İşçilerin Sesi, işçi sınıfının toplumsal gelişmenin motoru olduğu bilinciyle, işçilerin her türlü hak taleplerinin ve gündelik mücadelelerinin yanında olmakla kalmayıp, kapitalist sömürünün ortadan kaldırılması için yürüteceği mücadeleye de yardımcı olacaktır. İşçilerin Sesi, Kürtlerin demokratik taleplerinin destekçisi ve kendi geleceklerini belirleme haklarının koşulsuz savunucusu olacaktır. İşçilerin Sesi, tüm emekçilerin, yoksulların, kadınların, gençliğin, baskı, sömürü ve eşitsizliğe karşı mücadelelerinde yanlarında olacaktır. İşçilerin Sesi, emperyalizme ve kapitalizme karşı olmasına bağlı olarak, burjuvazinin siyasi temsilcilerine ve bunların işçi sınıfı içindeki uzantıları olan, “sol-liberallere”, “ulusalcı solculara” ve sendika bürokrasine karşı duracak, cinsiyetçi anlayışla mücadele edecek; bunlara karşı komünist değerler ve enternasyonalizmi temel alacaktır. İşçilerin Sesi, işçi sınıfının sömürüyü sona erdirme ve sosyalist bir toplumu kurma mücadelesinde, devrimci partinin inşası başta olmak üzere, sınıfın devrimci temelde birliğini sağlamaya dönük çabalara var gücüyle destek olacaktır. İŞÇİ SINIFININ KURTULUŞU KENDİ ESERİ OLACAKTIR! BÜTÜN ÜLKELERİN İŞÇİLERİ BİRLEŞİN!
2
Çina kapitalis u berpırsiyarén wi ku hukumeta AKP’é, lı hember Karkeran, Kedkaran u Meğduran erişén xwe dıdomine. Karkeran u Kedkaran Mehkumé bé kari u feqiriyé dıke. Jı bo dest derxıstına heqé bıdestketi érişén xwe xurttır dıke. Gava ku divé “Emé Türkiyé bıkın Çin’a Evrupa’ye” qesta heqén karkeran u şertén xebata wan mina şertén Çiné dıke. İqtidara siyasi, pışta xwe dıde heqén Kurda yé demoqratik. Tekoşina Jı bo dest xıstına heqé perwerda bı zımına zikmaki u jı bo idarekırına xwe, dıbe sebébé gırtın u cezayén gıran. Hérsa çina kapitalist tı sinoran naznake. Axén u çemén ku dı jiyana gundiyanda gelek bı rumete, jı bo derxıstına maden u jı bo enerji té talan kırın. Dı encama vide gundiyén feqir jı cih u warén xwe dıbın u tebiet té tehribkırın. Feqir, jı bo ku Firmayén inşaaté yé mezın zédetır kar bıkın tén qurbankırın, jı waré xwe tén derxıstın u jı bajaran tén durxıstın. İqtidara siyasi ku berpırsiyaré çina kapitaliste bıngeha nu ya huquqi jı bo talana xwe bı dominine ava dıke. İqtidara siyasi, lı hember jına newekheviya cınsi bı kar tine u tercihén cınsi wek nexweşiyek dıbine. U dıxwaze daxwazén xortan bı tundi bıde sekınandın. İqtidara siyasi jı bo ku ımréxwe dıréjke u jı bo kara xweya bépivan, temamé dezgehén dewleté bı awayek kevnari jı nuh ve ava dıke. Bıngehé sazumanek totaliter çé dıke. Bé zanin ku, lı ku zılm hebe tekoşin ji heye. Kurd herdem lı piyane u bı tekoşina xwe iqtidara siyasi bı parve dıxinın. Tekoşina karker, Kedkar, Jın u Cıwanan tevi kémasiyén xwe péşve dıkeve u mezın dıbe. Cihan jı nuva bı qiyama azadiya gellan dıkele. Serhıldanén ku jı Tunusé dest pékırın u lı Mısır u Urduné mezındıbın lı welatén dın ji bı xurti dom dıkın. Ew diqtatoriyen 20-30 sali yek bı yek hıldıveşın. Van buyerén nuh dıve tır u dıkeve dılén karbıdestén emperyalist u kapitalist. Dı be sebebé istikrara wana navnetevi u heremi. Moral dıde Karker u Kedkaran u ala tekoşina wan bılınd dıbe. Dengé Karkeran, ewé bı be lokomotifa péşketına cıwakiyé çina Karkeran. Ewé bıbe pıştgıré tekoşina daxwazén rojane yé Karkeran. Dı tekoşina jı bo rabuna metingahiyé kapitalisti ewé alikarén Karkera bıbe. Dengé Karkeran, yé pıştgıri bıde Kurdan, jı bo bıdestxıstına mafén wanén demoqratik u mafé tayinkırına qedera gellé Kurd. Dengé Karkeran, tekoşina ku feqir, jın, cıwan lı hember bé edaleti u zılme domdıkın yé mıl bıde mılén wan. Dengé Karkeran, jı bo kulı hember emperyalizmé u kapitalizméye, ewé lı hember berpırsiyarén burjuvazi u doma vana ku nav çina karkeran “liberalén çep” u “çepa nijadperest” u broqrasiya sendiqaya ji bısekıne, lı hember fereseta cınsi tekoşin bıke. Lı hember wan bı héjayiyén komunisti u enternasyonali bıngeh bıgre. Dengé Karkeran, jı bo qedandına metingahiyé u avakırına cıvata sosyalist, avakırına partiyek şoreşgeri, jı bo avakırına yekitiya karkeran dıbıngeha şoreşgerida evé bı temamé héza xwe bıbe alikar. XELASİYA ÇİNA KARKERAN YE BI DESTE KARKERAN BE!
KARKEREN CİHANE YEK BIBIN!
Þubat 2011
‘ÝLERÝ DEMOKRASÝ’DE ADALET YOK! Yargý, kurulu düzenin bir parçasý olarak, kapitalist devletin çýkarlarýný esas alarak “iþliyor”. O nedenle çoðu kez, ezilenlerin, yoksullarýn vicdanýný tatmin etmiyor, acýtýyor. Kapitalist devlet yýkýlmadýkça da bu durum sürecek. AKP, referandum öncesinde Anayasa değişikliklerini savunurken, değişikliklerin kabulü ile “ileri demokrasi”ye geçileceğini iddia ediyordu. Bu partinin temel hedefi yargı kurumları idi. Yargının taraflı olduğunu ve üst düzey yargı mensuplarının ülke yönetiminde oligarşik bir güç oluşturduğunu savunuyordu. Aslında AKP iktidarının derdi yargıyı kendi denetimine almak ve bu çerçevede Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu ile Anayasa Mahkemesi’nin yapısını kendi çıkarları doğrultusunda değiştirmekti. Anayasa değişiklikleri referandumda onaylandı ve AKP hedefine ulaştı. Ancak yargıda değişen bir şey olmadı, aksine bir dizi gelişmeyle yargının iflas ettiği, adaletin sağlanmadığı net bir biçimde ortaya çıktı. 180 insanın öldürülmesinden sorumlu olan Hizbullahçılar, yerel mahkemede müebbet hapse mahkûm edilmelerine rağmen, serbest bırakıldılar; ondan sonra da ellerini kollarını sallayarak kaçtılar. Hrant Dink’in katledilmesinin üzerinden dört yıl geçmesine karşın yargı sürecinde “bir arpa boyu” yol alınamadı, asli failler hâlâ yargı önüne çıkarılamadı. Kemal Türkler cinayetinin üzerinden otuz yıl geçmesine karşın mahkeme sonuçlandırılmadığından, cinayet faili hakkında açılan dava düştü. Yine çok sayıda önde gelen Kürt siyasetçinin tutuklu yargılandığı “KCK Ana Davası” tam bir komediye dönüştü; Kürtçe savunma yapmaları engellenen ve tüm talepleri mahkemece reddedilen siyasetçiler, bundan sonraki duruşmaları boykot etme kararı aldılar. Öte yandan faili meçhul cinayetler hakkında Meclis araştırması açılması yönünde verilen önergeler siyasi iktidara bağlı milletvekilleri tarafından reddediliyor. Bitlis-Mutki’de otuzu aşkın kişinin öldürülüp içine atıldığı toplu mezar ortaya çıkıyor ama ne siyasi iktidar ne de yargı bu konuyu önemseyip, üzerine gidiyor.
Yargý “Gerektiði Gibi” Ýþliyor! Yargının işlememesi, davaların uzaması, “adaletin gecikmesi” gibi olguların teknik nedenlerden kaynaklandığı ileri sürülüyor. Yargıç eksikliği, iş yoğunluğu, altyapıdaki yetersizlikler, İstinaf Mahkemeleri’nin kurulmamış olması gibi nedenler öne çıkarılıyor. Yargının bu gibi sorunları olduğu doğrudur ancak yargının işlememesinin bunun ötesinde çok temel bir nedeni vardır. Daha doğrusu, yargı, devrimciler, sosyalistler, Kürt siyasetçiler, “taş atan çocuklar” söz konusu olduğunda gayet hızlı ve “adil” işliyor. Ancak yargılananlar, “iyi çocuklar”, “devlet için kurşun atıp, kurşun yiyenler”, işkenceciler, yargısız infazcılar olduğunda ise yargı ya işlemiyor ya da hakkaniyete aykırı kararlar üretiyor. Yargının kurulu düzenin önemli bir parçası olduğu gerçeği dikkate alındığında, bu durumu “doğal karşılamak” ve yargının “gerektiği gibi işlediğini” teslim etmek gerekir.
pılan bir değişikliğe dayanılarak, serbest bırakılmışlardır. Yargı on yılda bunların mahkemesini sonuçlandıramamıştır! Ancak bu süreçte on binlerce Kürt siyasetçi ve militan yargılanmış, hepsinin davası bitirilmiş, yargı süreci nihai olarak sonuçlandırılmıştır. Bunların büyük bir kısmı hâlâ hapistedir. Yerel mahkemede müebbet hapse çarptırılan Hizbullahçıların serbest kaldıklarında, bir yolunu bulup kaçmaya çalışacakları “eşyanın tabiatının” gereğidir. Çünkü kendilerine verilen ceza onaylandığında ömürlerinin geri kalan kısmını hapiste geçirmek zorunda kalacaklardı. Nitekim kaçmışlardır. Bir Kürt siyasetçisi ya da belediye başkanını, bir öğrenci liderini, hatta muhalif bir kamu görevlisini 24 saat dinleyip, izleyen polis, 180 kişinin katlinden sorumlu müebbet hapis mahkûmlarını elinden kaçırmıştır! Buna kargalar bile güler! Hizbullahçıların kaçmasından sonra, zaten çeşitli konularda didişme halinde olan, hükümet ile yüksek yargı, suçu birbirlerine atmışlardır. Bu firar olayının kamuoyunda yarattığı tepki ve kendilerine dönük eleştirilere karşı, “tribünlere yönelik” çeşitli tavırlar içine girmişlerdir. Polis çeşitli illerde “Hizbullah operasyonları” gerçekleştirip sıradan insanları gözaltına alırken, Yargıtay da tahliye kararlarını geri almış ve on yılda sonuçlandırmadığı, yüz klasör belge içeren davayı dokuz saatte karara bağlayarak, yerel mahkemenin verdiği kararları onamıştır. Yargı ve polisin yaptığı, “kuş kafesten kaçtıktan sonra, kafesin kapağını kapar görünmekten” başka bir şey değildir. Hizbullahçıların kaçmasında hem hükümet hem de yargının ortak sorumluluğu vardır. Yetki ve güç konusunda birbiriyle “didişen” bu iki kurum, Hizbullahçıların kaçmasında, “aralarında paslaşmışlardır”. Buradan şu sonuca ulaşmak mümkündür: Devletin “kolektif sorumluluğu” olduğu durumlarda, yasama, yürütme ve yargı, aralarındaki tüm sorunlara karşın, ortak bir tutum almaktadır. Bu nedenle Hizbullahçılar yargı ve hükümetin “kolektif ihmali” ile salıverilmişlerdir. Ayrıca, AKP’nin bu “salıverme” olayını, önümüzdeki seçimlerde bölgedeki tabanını ve oy potansiyelini arttırmak için kullanmaya çalışacağı düşünülebilir.
Devlet Sorumluysa Yargý Ýþlemiyor Tıkanan bütün davalarda, faili meçhul kalan tüm cinayetlerde ya da üzerine gidilmeyen katliamlarda, devletin kolektif sorumluluğu vardır. Hrant Dink’in katlini hazırlayan süreç, İstanbul Vali Yardımcısının makamında bir MİT görevlisi tarafından “uyarılmasından” başlayarak, Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun mahkûmiyet kararına, internet kanalıyla yapılan tehditlerden duruşmalarda faşistlerce taciz edilmesine ve nihayet cinayetin planlanmasına kadar bütün süreç, devlet kurumlarının gözünün önünde cereyan ediyor. Buna karşın cinayet nedeniyle sadece biri çocuk, birkaç tetikçi yargılanıyor. Bu durum vicdanları kanatıyor. Bunun üzerine, Cumhurbaşkanı, “dostlar alışverişte görsün” misali, Devlet Denetleme Kurulu’nu, konuyu incelemekle görevlendiriyor. Uğur Mumcu cinayeti, üzerinden yirmi yıla yakın bir süre geçmesine karşın, çözülemiyor. Eşi, durumu dönemin Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar’a aktardığında, Ağar “Bir tuğla çeksem tüm duvar yıkılır” diyerek, olayda devletin kolektif sorumluluğu bulunduğunu ima ediyor. Tüm faili meçhuller için aynı durum geçerlidir. O nedenle siyasi iktidar, Meclis bünyesinde faili meçhul cinayetleri ve katliamları araştırmaya dönük bir “Hakikatleri Araştırma Komisyonu” kurulmasına yanaşmıyor. Mutki’de yapılan kazıda bulunan cesetler, kirli savaş uygulamalarının topraktan fışkırıp, gün yüzüne çıkmasıdır. Kirli savaş, “Devlet rutinin dışına çıkabilir” denilerek devletin en üst makamındaki şahıs tarafından zamanında savunulduğundan, bugün hiç kimse bu dehşet verici durumun üzerine gitmiyor. Çünkü “devletin yüksek çıkarları” öyle gerektiriyor! Sonuç olarak, tüm mahkeme salonlarında iri harflerle yazan “Adalet mülkün (devletin) temelidir” ifadesi durumu çok net olarak özetliyor. Yargı, kurulu düzenin bir parçası olarak, kapitalist devletin çıkarlarını esas alarak “işliyor”. O nedenle çoğu kez, ezilenlerin, yoksulların vicdanını tatmin etmiyor, acıtıyor. Kapitalist devlet yıkılmadıkça da bu durum sürecek.
Hizbullahçýlar Salýverildi Şimdi “Hizbullah vakasını” ele alalım. Hizbullahçılar, “derin devlet” tarafından Kürt yurtseverlere karşı kullanılmış, yüzlerce Kürdün ölümünden sorumlu katillerdir. Bu nedenle Hizbullah, bölge halkınca derin devletin bir parçası olarak görülerek “Hizbulkontra” olarak adlandırılır. “İşleri bittiğinde” ise devlet bu örgütlenmeyi tasfiye ederek, bunların en fazla deşifre olmuş eli kanlı militanlarını hapse atmıştır. Bu katiller yaklaşık on yıl hapiste kaldıktan sonra, yargı süreci tamamlanamadığından, yasada beş yıl önce ya-
3
Þubat 2011
SERMAYE ÝSTEDÝ:
HÜKÜMET TORBAYI DOLDURDU! Torba yasada yeni olan durum, ‘esneklik’ kavramýnýn niteliði ve ‘mesleki eðitim’le birlikte ele alýnmasýdýr. Torba Yasaya baktýðýmýzda, artýk emekçilerin sadece ne kadar çalýþacaklarý deðil, nerede ve hangi nitelikte çalýþacaklarýný belirleyen bir esnek çalýþma tarif ediliyor. Kamuoyuna ‘Torba Yasa’ olarak sunulan, “Bazı alacakların yeniden yapılandırılması ile Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu (SSGSS) ve diğer bazı kanun ve kanun hükmünde kararnamelerde değişiklik yapılmasına dair kanun tasarısı” AKP Hükümeti tarafından hazırlanmış, 29 Kasım’da Meclise gelmişti. 265 maddeden oluşan tasarı bölüm bölüm görüşülerek kabul ediliyor. Torba Yasa’nın önemli bir bölümü, esas olarak sermayenin önceden belirlenmiş ihtiyaçlarını ifade ediyor ve yeni hedeflerinin gerçekleşmesine olanak tanıyor. 2003’ten bu yana ardı ardına çıkarılan yasa ve yönetmelikleri, şimdi hükümet ‘Torba Yasa’ altında, patronların istekleri yönünde yeniden düzenleniyor. AKP hükümeti, hazırladığı (kamuoyunda görülmeyen!) “İstihdam Strateji Belgesi” ışığında, istihdamda esnekliği, güvencesiz çalışmayı kural haline getirmeyi amaçlıyor. Bunun yanısıra kıdem tazminatı, yıllık izin gibi sermayenin uzun zamandır şikayet ettiği yüklerden kurtulmasının önünü açıyor. Ancak, Torba Yasa’yı sadece ‘esnek’ çalışmanın kural haline getirilmesiyle sınırlamak yeterli değildir. Torba yasada yeni olan durum, ‘esneklik’ kavramının niteliği ve ‘mesleki eğitim’le birlikte ele alınmasıdır. Karşımıza bu yasada çıkan şudur: ‘Ulusal istihdam Stratejisi’, ‘Ulusal Sanayi stratejisi Planları’nda da yer alan esneklik ‘beceri’ kavramıyla birlikte kullanılıyor.
‘Becerin’ Kadar Ýþ! Torba Yasaya baktığımızda, artık emekçilerin sadece ne kadar çalışacakları değil, nerede ve hangi nitelikte çalışacaklarını belirleyen bir esnek çalışma tarif ediliyor. Örneğin bir işçi sadece ‘falan’ işte değil, aynı zamanda ‘filan’ işte de çalıştırılacak. Emekçiler sadece yarı zamanlı, vardiyalı, uzaktan, evden, kiralama biçimlerinde değil de, kendi becerilerini, vasıflarını, eğitimlerini oldukça esnek biçimde elde etme “şans”ını kazanacaklar. Bu durum, bir işçi için gerçekten şans mıdır? Kadın işçiler açısından ise, eşit koşullara mı sahip o-
lacaklar? Soruları daha da uzatmamız mümkün. Patronlar, cinsiyetçi kapitalist sistemin işleyişi açısından, bir yandan görece ucuz emek istiyorlar, bu nedenle kadınların istihdamını önemsiyorlar. Torba Yasa da, patronların ihtiyaçlarına karşılık vererek, tüm çalışanlar için esneklik, güvencesizlik getirirken, hedeflerinin arasına kadınları koyuyor. Çünkü bu yasanın gerekçesinde, sendikaların dikkat çekmediği önemli bir nokta var: Türkiye’nin “uluslararası karşılaştırmalarda sorunlu bir konumda” (genel gerekçe S.10) olduğu ve kadın istihdamını arttırmanın hedeflendiği dile getirilmiş. Kadın istihdamını arttırmanın birinci adımı olarak yasada, kadınların yoğun olarak yer aldığı bazı esnek çalışma biçimleri tanınıyor ve kayıt altına alınıyor. Nitekim Torba Yasa’da, istihdama katılması güç olan kadınlarla ilgili düzenlemelerle, bu emeğe göz dikildiğini açıkça görüyoruz. Patronlar, bir yandan da nitelikli işgücü istiyorlar. Nitelikli işgücü için, özellikle sanayi ve imalat sektörlerinde olmak üzere mesleki eğitim, beceri eğitimi ve teknik eğitimle ilgili talepleri var. İlk bakışta kulağımıza hoş gelen ‘eğitim’ meselesi, aynı anda birkaç soruyu birlikte gündeme getiriyor: İlki, nitelikli işgücünü sağlayan mesleki eğitim ne zaman alınacak? Hangi koşullarda alınacak? Kim, hangi işlerde mesleki eğitim alacak? Son olarak da ödeme koşulları nasıl olacak? Mesleki eğitimin piyasalaştığını ve okul, kurs gibi yerlerde verileceğini düşünürsek, bu tür bir eğitimden, hem maddi güce hem de dışarıdaki bir eğitime gitme imkanı olanlar yararlanabilecek. Kadınların durumunu düşündüğümüzde baştan dezavantajlı olduklarını görebiliriz.
Torba’da Kadýnlar Yukarıda da belirttiğimiz gibi Torba Yasa’ da kadın çalışanların durumu ve geliştirmemiz gerekli talepler başlı başına ele alınmalı. Burada bir iki noktaya değinelim: Torba Yasa, ücretli emek alanında çalışan kadınların düşük ücretli, kısmi/yarım zamanlı esnek çalışma koşulları altında (md 76) eşitsiz bir şekilde yer almalarını belirlerken, diğer maddelerde kadınların değil, ailenin ve patronların çıkarlarını gözetiyor. Ev eksenli çalışmanın İş Yasası’nda tanımlanması ve ücretsiz doğum izni süresinin uzatılması gibi, kısa vadede kadınların hayatında kimi kolaylıklara yol açan düzenlemeler ise, uzun vadede ücretli/ücretsiz emek kıskacında daha çok sıkışmalarının yolunu hazırlıyor. Memurlara 16 haftalık annelik izni ve 10 günlük babalık izni öngören tasarıda, doğumda veya doğum sonrasında analık izni kullanılırken annenin ölümü hâlinde, isteği üzerine memur olan babaya anne için öngörülen süre kadar izin veriliyor. Anneye ücretli iznin bitiminden itibaren 24 aya kadar, babaya ise doğumdan itibaren 24 aya kadar ücretsiz izin getiriyor ( md.109). 10 günlük babalık izni-
4
nin kısalığı bir yana, kadınla erkeğin aldıkları ücretler arasındaki fark göz önüne alındığında bu cinsiyetsiz düzenlemeyle kimin ücretsiz izin kullanacağını kestirmek güç değil. Ebeveyn izninin erkekler için de kullanılır hale gelmesi için, ücretli ve devredilemez babalık izni getirilmesi gerekiyor.
Güvencesizlik Tasarıda, plan ve bütçe komisyonunda kabul edilen, “18 yaşından küçük sigortalılar için prime esas aylık kazanç alt sınırı, yaşlarına uygun asgari ücret tutarına çekilecek’ ifadesi, asgari ücret yaş sınırının 16’dan 18’e çıkarılması anlamına geliyor. Bu düzenlemeyle, ‘kısmi süreli’, ‘çağrı üzerine’ çalışma gibi nedenlerle bir ay içinde sigortası eksik yatmış olan (taşeron işçiler, yevmiyeli çalışanlar vb.) bir emekçinin sigortasını ‘30 tam güne’ kendi cebinden tamamlaması isteniyor. Diğer önemli bir sorun ise, yasaya yeni eklenen ‘çağrı üzerine çalışma, evden çalışma ve uzaktan çalışma’ biçimlerinde, çalışma sürelerinde işçinin iş sağlığı ve güvenliğinden sorumlu olması dışındaki hakların neler olduğunun belirsiz bırakılması ve Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nca çıkarılacak yönetmeliklere havale edilmesi.
31 Yaþýndaysanýz Ýþ Bulmanýz Neredeyse Ýmkansýz! 18-29 yaş arası erkekleri istihdam edenlerin sigorta primlerinin işveren hisselerine ait tutarının işe alındıkları tarihten itibaren İşsizlik Sigortası Fonu’ndan karşılanması yoluna gidiliyor. Böylece işsizlere ödenmesi gerekli fon, patronlara aktarılıyor. “İstihdamı teşvik” adı altında neredeyse 30 yaş üzeri çalışan işçilerin işe alınması imkansız olacak.
Ömür Boyu Stajyer Olabilirsiniz! İlk defa işe girişlerde iki ay olan deneme süresi, dört aya çıkarılıyor. Yasa komisyonda konuşulurken, 25 yaş sınırı kaldırılarak yerine ‘ilk defa işe girenler’ ifadesi kondu. Böylece yaş sınırı olmaksızın ilk defa işe girenler için halen iki ay olan deneme süresi dört aya çıkarılıyor. Kısaca, patronlar dört ay sonra işçileri kapının önüne koyabilecekler. Bir sonraki gittikleri yerde de ‘ilk defa işe giren” işçi gibi davranılacak. Ardından yine dört ay deneme. Güvencesiz çalışma ve esnekliğin kamuda da yaygınlaştırılmaya çalışıldığı ve 4/C türü istihdamın daha fazla artacağı ise ortada. Performans ve disiplin hükümleriyle birlikte kamu istihdamı da esnekleşecek ve piyasaya uyumlu hale getirilecek. Emekçiler için asgari ücreti düşürecek bölgesel asgari ücret, kiralık işçi büroları, özelleştirilecek kurumların hukuksal süreçlerin dışına çıkarılması, çalışma sürelerinin patronlar tarafından belirlenmesi ve diğer yasa maddelerine baktığımızda kadın ve erkek emekçilerin büyük bir saldırı ile karşı karşıya olduğunu görüyoruz.
Þubat 2011
‘TORBA YASA’ TASARISI GÖSTERMELÝK EYLEMLERLE DURDURULAMAZ ‘Torba Yasa” tasarısı, TBMM’nde görüşülmeye başlanıldığı sıralarda, işçi düşmanı bu torbaya karşı ne yapılacağı da tartışılmaya başlandı. İş ve meslek örgütleri eylem ve eylem birlikteliği, cephe ve platform gibi yapısal tartışmalara yeniden girdiler. Ve tabii ki, gelinen noktada bir kez daha yeniden “geç kaldık!” sızlanmaları duyulmaya başlanıldı. Geç kalmanın ataleti ilk olmadığı gibi, tesadüfi de değil. Başta sendikalar olmak üzere, iş ve meslek kurumlarının bürokratik işlerlikleri ve tabandan yalıtılmış yönetim erklerinin, mücadeleyi göstermelik ve zevahiri kurtarmak temelindeki eylemlerle ele aldıkları artık bilinen bir gerçeklik. Türk-İş İstanbul Şubeler Platformu 26 Aralık’ta, DİSK ise 20 Ocak’ta “Torba Yasa” tasarısına karşı Taksim’de yürüyüş ve protesto eylemleri gerçekleştirmişti. 26 Ocak’ta ise, Herkese Sağlık Güvenli Gelecek Platformu ekseninde bir araya gelinerek “Güvenli Gelecek İçin Birleşik Mücadele” şiarıyla Galatasaray-Taksim meydanı arasında ortak yürüyüş ve eylem kararı alındı. Belirlenen gün ve saatte, aynı güzergaha, aynı niyetle ama ayrı bir eylem duyurusu da Türk-İş İstanbul 1. Bölge tarafından yapıldı. HSGGP bileşenleri tarafından gösterilen özveriyle Türk-İş kortejine yol açıldı ve eylem fiilen ortaklaştırılmış oldu. Tüm bu gelişmeler, bazı iş ve meslek örgütlerinin kendilerine adeta rakip olarak gördükleri HSGGP’yi sönümlendirerek yok etme çabalarını yeniden açığa çıkarmış oldu. Eylem birliği, cephe,
platform gibi yeni yapılanmalarla ve sol/sosyalist odakları dışlayarak, sınıfı pasifize eden göstermelik eylemler gündeme alınmaya başlanıldı. 27 Ocak’ta, DİSK, KESK, TMMOB ve TTB merkezleri 81 ilden TBMM’ye ortak yürüyüş kararı aldı. Kısa bir süre içinde de bu 81 il vurgusu İstanbul, İzmir, Diyarbakır ve Samsun olarak “merkezi”leştirildi. Sadece yönetici ve temsilcilerin katılacağı bir eyleme dönüştürüldü. Eylem programında 3 Şubat 2011 Perşembe günü Ankara’da buluşulacağı açıklaması yapıldı.
Tüm bu açıklamalara karşın, ‘Torba Yasa” tasarısının göstermelik ve geç bırakılmış eylemlerle durdurulamayacağını biliyoruz. Sendikalar göstermelik eylemlerin peşinde; Türk-İş, eylemin içinde yok ve Hak-İş, Kamu Sen ve Memur Sen’in ise, hiç sesi çıkmıyor. İstanbul HSGGP bileşenleri, 13 Şubat’ta Kadıköy’de ‘Torba Yasa” tasarısına karşı kitlesel basın açıklaması yapılmasını öneriyor. 18 Ocak toplantısında alınan kararın uygulanması için sendikaları ve meslek odalarını göreve çağırıyor.
KRÝZÝN DEÐÝÞTÝRDÝÐÝ BEYAZ YAKALILAR VE SENDÝKALAR Yaşadığımız son ekonomik krizin öncelikle mali piyasalarda başlamış olması bu sefer beyaz yakalı çalışanların da risk altında olduğuna işaret ediyordu. Özellikle dünyanın finans merkezlerindeki beyaz yakalı çalışanların işten çıkarılma görüntülerinin sık sık ekranlara yansıması, bu kez işçi sınıfının “aristokrat kesimi” diye tabir edilen beyaz yakalıların da güvende olmadığını bir bakıma doğruluyordu. İlk etapta krizin Türkiye’ye etkisi de mesela Akbank’ın yaklaşik bin 500 kişiyi, Vodafone’un aynı dönemde yaklaşık 300 kişiyi işten çıkarması şeklinde gerçekleşti. Finans şirketleri bir taraftan krizi bahane ederek çalışanlarını işten çıkartırken diğer taraftan da örgütsüz ve dağınık bir şekilde yakaladığı işçi sınıfının bu göreceli kesiminin haklarını da gasp etmeye başladı. İşten ayrılan arkadaşların yerine yenileri alınmadığı için genelde herkesin iş yükü arttı, fazla mesailer olağan hale gelirken birçok işyerinde fazla mesai ücretleri ödenmedi, yıllık maaş zamları yine kriz bahane edilerek ertelendi ya da aksine bazı işyerlerinde yüzde 25’lere varan maaş kesintileri yapıldı. Durumu daha iyi açıklamak adına somut bir örnek vermek gerekirse; çalıştığım işyerinde 2 yıl önce Basisen örgütlü olduğu için toplusözleşmeler de doğal olarak bu sendika tarafından yapılıyordu. Fakat krizden hemen sonra, sendika biz çalışanları acil bir toplantıya çağırarak krizin şirket karlılığını zor duruma soktuğunu ve yöneti-
min geçen yıl yapılan toplusözleşmedeki 2.yıl maaş zammı şartını değiştirmek istediğini belirtti. Yapılan anlaşmaya göre sözleşmenin 2.yılında maaş zammının yıllık enflasyondan 3 puan fazla olması gerekiyorken, yönetim olması gereken zam oranından 5 puan daha az oranda zam yapmayı teklif ediyordu. Aslında sendika yöneticileri de yeni şartları kabul etmezsek, şirketin zararını işten çıkartmalarla karşılayabileceğini söyleyerek bir yandan bize aba altından sopa gösteriyor diğer taraftan da çoğu şirketin enflasyon oranında artış bile yapmadığını söyleyerek şartlarını kabul etmemiz için ikna etmeye çalışıyordu. Uzun süren tartışmalar sonucunda biz o gün yönetimin teklif ettiği maaş zammını, bir yıl boyunca kimsenin işten çıkartılmaması ve sendikanın da bu konuda bize güvence vermesi şartıyla kabul ettik. Fakat bu toplantıdan kısa bir süre sonra birçok arkadaşımız atıldı ya da istifa etmek zorunda bırakıldı. Bazı arkadaşlarımız da terfi etmelerine rağmen maaşlarında hiçbir artış olmadığını fark edince, bunu da fırsat bilerek sendikayı neler olup bittiğini bize anlatması için toplantı yapmaya davet ettik. Sendika temsilcisi aracılığıyla bize verdikleri cevap, bu konunun şirketin ücret politikası olduğu ve sendikanın hiçbir şekilde müdahale edemeyeceği şeklindeydi. Yani şirket yönetimi ücretlerle ilgili bir toplantı talep ettiğinde toplusözleşmeye aykırı olsa bile, bizi toplantıya çağıranlar aynı şeyi biz talep ettiğimizde köşe bucak kaçıyor
hatta bu konuda ısrarcı olan çalışanların isimlerini de işverene vermekle tehdit ediyordu. Sendikalı bir işyerinde yaşanan bu olaylar, insanların var olan sendikalara inancını ve güvenini de maalesef bitirmiş durumda. Sendikasız çalışanların şartları muhtemelen bundan da kötüdür. Zaten yapısı gereği bireyciliğin pompalandığı, kimsenin kimseye güvenmediği, dostluğun, dayanışma kültürünün kariyerizmin de katkısıyla yok edildiği bu işyerlerinde genelde çalışanlar kaderleriyle baş başa bırakılmış durumda. Durumundan şikâyetçi olanların aklından geçen tek çözüm, daha iyi şartlarla daha iyi bir şirkete geçebilmek ya da istifa edip güneyde bir sahil kasabasına yerleşmek. Fakat biz biliyoruz ki uzun vadede daha iyi bir yer yok. Eğer biz çalışanlar örgütlenip bir araya gelebilirsek, işverenin karşısına bir kişi olarak değil tüm şirket çalışanları olarak çıkabilirsek, hem çalıştığımız işyerlerini hem de en küçük bir olayda bile bize arkasını dönen sendikaları değiştirebiliriz. Yıllarını o işyerine vermiş bir çalışan, sabah işe geldiğinde işten çıkartıldığını giriş kartı turnikeyi açmadığında öğreniyorsa bundan hepimizin kendine pay çıkarması gerekiyor. Pervasızca yapılan bu saldırılara karşı koymak için bugün artık örgütlenmekten başka bir yol görünmüyor. (Plaza Eylem Platformundan Bir İşçi)
5
Þubat 2011
SENDÝKAL BÜROKRASÝ VE SOL Sendikal bürokrasi kapitalist düzene tümüyle ayak uydurmuþ, sendikacýlýðý ayrý bir meslek ve iþçilerden kopuk ayrý bir sýnýf haline dönüþtürmüþ profesyonel sendikacýlýðýn adýdýr. Bahadýr Altan Gökkuþaðý Hareketi Sözcüsü Siyasal iktidar, çalışma yaşamını sermaye lehine dikensiz gül bahçesi haline getirme yolunda ilerliyor. Türkiye mecliste görüşülmekte olan son Torba Yasa ile daha da güvencesiz, örgütsüz, ucuz emek cenneti haline geliyor. Halkın, kendi geleceğini şekillendiren bu dayatmalara tepkisizliği ise örgütsüzlüğüyle doğru orantılı. Bu çerçevede gözler işçilerin çok az bir kesimini çatısı altına alabilmiş sendikalarda. Hak-İş gibi açıktan iktidar yanlısı olmakla övünen konfederasyonları bir kenara bırakırsak, diğer sendikalara üye işçilerin ne ölçüde “örgütlü” oldukları ve bir güç oluşturabilecekleri ise kuşkulu... Sendikalar bu yapılarıyla sınıfı ne ölçüde temsil edebilirler? Tabandaki işçilerle, sınıfla kuracağı bağ yerine, mücadeleyi sendika yöneticileriyle ilişkilerine ve yönetim kurulu belirleme kolaycılığına indirgeyen solun tutumu sendikal bürokrasiyi nasıl besliyor? Yazımızda bu sorulara yanıt arama çerçevesinde sendikal bürokrasiyi sorgulamaya, tanımlamaya çalışacağız. Sendikal hareketin tarihinde belki de hiç olmadığı kadar dibe vurmuş durumda olmasının bir nedeni sermaye ve en büyük patron devletin baskı ve dayatmaları ise, diğer yanı da sendikaların yönetiminde, 20–30 yıllık iktidarlarıyla birer patrona dönüşmüş kadrolardır. Dayatılan kölelik düzenine toplumun direnç göstermesini engellemek için önce sendikaların, düzenin bürokratik yapısına göre şekillenmesi gerekiyordu. Köşeye sıkıştıklarında sendikal örgütlülüğü değil de kendi koltuklarını koruma refleksiyle hareket eden profesyonel sendikacılar, bu süreçte işçilerin örgütlerini, ne yazık ki sistemi tamamlayan bürokratik yapılara dönüştürdüler. Sistemin kendilerine sunduğu küçük iktidarlarını gönüllü olarak örgütlülüğe tercih ettiler. Siyasal iktidarların örgütlü, bilinçli toplum istemediği gibi, sendika iktidarları da bilinçli işçi istemiyor. Hiç yetki alamasa da, toplu sözleşme yapamasa da, inatla sınıf mücadelesini sürdüren direnen çok az istisna sendikayı özenle ayrı tutarak genelleme yapmak çok iddialı olmayacaktır. İşçileri toplumsal mücadelenin öznesi olma yolunda bir adım ilerletmeyen, hatta bu yönde enerjilerini sönümleyen göstermelik tepkilerle sistemin işleyişine katkı sunan bir yapı söz konusudur. Çünkü bilinçli, mücadeleci işçiler önce kendi örgütlerini sorgulayacak, eleştirel bir bakışa sahip olacak ve önce “sendikacılardan” hesap soracaktır! İşçiden, hem de işçilerin parasıyla patron yaratan bir sistemdir söz konusu olan. Bayram Meral de Mustafa Türkel de Atilay Ayçin de bir zamanlar işçiydiler. Bu anlamda sistemi değiştirmedikçe, demokratik bir işleyişin mekanizmalarını oluşturmadıkça, Che Guavera’yı da “başkan” yapsanız kısa sürede bu örneklere benzeyecektir. O yüzden sendikal sistemi, sendika içi işleyişi, işçilerin katılımını sağlayacak demokratik bir yapıya dönüştürüp, profesyonel sendikacılığa son vermek gerekiyor. Bir yıldır sendikal bürokrasi, özellikle emek çevrelerinde hiç olmadığı kadar çok tartışılıyor.
6
Bu yapılardan beslenen, onlarla ittifaklar kuran, aynı tavırlarla kendi iktidarlarını ören siyasi yapılar bile artık “sendikal bürokrasiye karşı mücadeleden!” söz ediyorlar. Bu kavram giderek sendika içi yazışmalara, bürokratik işlemlere indirgenmeye başladı. Bunun adını koymak gerek. Sendikal bürokrasi kapitalist düzene tümüyle ayak uydurmuş, sendikacılığı ayrı bir meslek ve işçilerden kopuk ayrı bir sınıf haline dönüştürmüş profesyonel sendikacılığın adıdır. Devletin hiyerarşik yapısındaki bürokrasiden farkı yoktur. İşleyişi de, sınıfa karşı tavrı da işçilerin ilişkileriyle değil, devlet içi ilişkilerle aynıdır. Şoförünün kullandığı makam arabasıyla sendikaya gelen Tek Gıda İş Başkanı’nın korumalarına dövdürttüğü Tekel İşçisi tek başına yeterli örnektir. Ömür boyu sendika yöneticiliği yapmak için her şeyi göze alan, işçilerin örgütünü kendi şirketi haline dönüştürüp yakın çevresini istihdam eden, kendi işçilerini sömüren, işten atan, kadın işçileri taciz eden bir anlayışla uzlaşılamaz. Emekten yanaymış gibi görünüp siyasal iktidarla (veya muhalefetle) pazarlığa girerek kendilerine mecliste yer arayan ya da karun kadar zenginleşip semiren bu “profesyonelleri” sırtımızdan atmak zorundayız. Sınıfın birliği ve örgütlülüğü yönünde ilerleme için atılması gereken ilk adım budur. Bu gerçeği sadece mücadele içindeki işçilerin yakından görme şansı oluyor. Tekel direnişi bunun en somut örneğidir. Bu yapılara karşı ilk kayda değer ses 2009 yılında sivil havacılık işçilerinden geldi. Emek kamuoyunun başlangıçta fark edemediği ancak sonradan tartışılmaya başlayan bir sendika içi muhalefet, Tekel direnişinden aylar önce sendikal bürokrasiye karşı bayrak açmıştı. Hava İş sendikası çatısında mücadele eden temsilci ve aktif üyelerin oluşturduğu Gökkuşağı Hareketi ilk kez maddi bir güce dönüşen örgütlenmeyi gerçekleştirdi. 22 yıllık sendika iktidarına karşı işçilerin çoğunluğunun desteğini alıp, delege sisteminin temsildeki adaletsizliğine rağmen genel kurulda oyları eşit çıkarmayı başardı. Bunu “sadece kişileri değil sistemi değiştirmek gerektiğini” söyleyerek işçiler arasında yarattığı umutla sağladı. İktidarın bütün nimetlerini de-
legelere baskı yapmada kullanan yönetim, tamamen kendilerinin belirlediği sandık kurulu üyelerinin itirazıyla, geçersiz bir oyu geçerli kılarak koltuklarını korudu. İşverenle beyaz sayfa açıyoruz diyerek imzaladıkları toplu sözleşmeye işten atılmaların önünü açan “ikale” sözleşmesini eklediler. Sonrasında THY’de, sendikanın seyrettiği işçi kıyımı sürdü. Yüzlerce işçi işten atıldı, taşeronlaştırma hızlandı. Sendika üç maymunu oynamaya devam ediyor. Şimdi tüzüğe göre 60 delege imzasıyla olağanüstü genel kurula gitmesi gereken yönetim 100’ün üzerinde delegenin talebine rağmen genel kuruldan kaçıyor. Muhalefet ise yargı yoluyla, kayyum atanarak genel kurul yapmaya ve sendikal örgütlülüğe sahip çıkmaya çalışıyor. Gökkuşağı Hareketi bu yapıları yeniden işçilerin örgütlerine dönüştürecek bir sistem öneriyor. On bir maddelik program, kuşkusuz Amerika’yı yeniden keşfetmiyor ama sendikal işleyişin temel kurallarını, olmazsa olmazlarını bir araya getiriyor. Tek bir genel başkan yerine, işçilerin eş başkanlığını, kolektif liderliğini savunuyor. Yönetim piramidini tersine çevirip “aklın yolunun birliği yerine akılların birlikteliğini” tercih ediyor. İktidarı red edip örgütlülüğü öne çıkarıyor. Özetle “Demokratik, şeffaf, temiz sendika” istiyor. 1 Bu programın tartışılıp her sektörün özelliğine göre geliştirilerek sendikal mücadelenin dilini yeniden yaratmak hepimizin önündeki görevdir. Bu dil profesyonel sendikacılığa son verecek, geçmiş dönemlerin tükenmişliğine yeni çözümler üretecek ve örgütlü toplum yolunda akılların birlikteliğini sağlayacak dildir. Sol siyasi partiler ve gruplar sendika yöneticileriyle kurmaya çalıştıkları ve onların tabandan kopuşlarına paralel olarak kendilerini de dibe çeken ve sınıftan uzaklaştıran bu tutumlarını gözden geçirmeli sendika bürokrasisini beslemekten vazgeçmelidir. Gökkuşağı Hareketi sınıf kardeşliğinin yanına alın aklığı kardeşliğini de ekliyor. “Yaşasın sınıf kardeşliği-Yaşasın Alın Aklığı kardeşliği...” 1 Gökkuşağı Hareketinin ilkeleri için gokkusagihareketi.com adresine bakılabilir.
Þubat 2011
Taþeron Ýþçileri Yardýmlaþma ve Dayanýþma Derneði (TAÞ ÝÞ DER) Baþkaný Güneþ Cengiz:
‘GÜVENCESÝZLERÝN GÜVENCESÝ: ÖRGÜTLENME’ Taþeron Ýþçileri Derneði birinci yýlýný bile doldurmadan, üniversite hastanelerinin birinde ortaya koyduðu çalýþmalar sayesinde üye sayýsý bini geçmiþ bulunuyor. Derneğinizi ne zaman ve niçin kurdunuz? Hangi sorunlarla karşılaştınız? Taşeron İşçileri Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği (TAŞ İŞ DER) 17 Mart 2010 kuruldu. Kuruluşumuza sebep olan olay yemek paralarımızın kesilmesiydi. Bu olay bizi bir araya getirdi, birbirimizi tanımamızı sağladı. Birlikte ne kadar önemli bir güç olduğumuzun farkına vardık ve derneğimizi kurmaya karar verdik. İstanbul Üniversitesi’ne bağlı İstanbul Tıp Fakültesi, Diş Hekimliği Fakültesi, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, Kardiyoloji ve Onkoloji Enstitüleri’nde çalışan taşeron işçilerin çıkarlarını korumak, haklarını almak, kadrolu çalışmalarını sağlamak için gereken mücadeleyi yürütmek amacıyla bu derneği kurduk. Derneğimize sağlık, temizlik ve yemekhanede çalışan taşeron işçileri üye olmaya başladı. İstanbul Üniversitesi’nde kaç taşeron işçisi çalışıyor? İstanbul Üniversitesine bağlı İstanbul Tıp Fakültesinin Çapa ve Cerrahpaşa hastanelerinde 3300 kişi sağlıkta, 712 kişi temizlikte, 300 kişi yemek şirketlerinde olmak üzere toplam 4 bin 312 işçi taşeron şirketlerde çalışmakta. Bu rakamları düşündüğümüzde gücümüzün farkına varmamız gerekiyor. Bizim daha çok biraya gelip, örgütlenmemiz gerekiyor. Taşeron İşçileri Derneği birinci yılını bile doldurmadan, üniversite hastanelerinin birinde ortaya koyduğu çalışmalar sayesinde üye sayısı bini geçmiş bulunuyor. İşçilerin örgütlülüğünden aldıkları güçle dernek yönetimi, taşeron çalışmanın yarattığı olumsuzluklara karşı yeri geldiğinde yasal yolları zorlamak için davalar açtı, yeri geldiği zaman işçi arkadaşları kenetleyip taşeron firmasının dayatmalarına karşı direndiler. İlk yaşadığınız sorun ne oldu? İlk yaşadığımız sorun temizlik personeli arkadaşlarımızın Aralık ayı maaşını alamamalarıydı. Belediyeİş Sendikası’yla beraber ihtarnameler çektik, görüşmeler yaptık. Yaklaşık iki aylık bir mücadele sonucunda Aralık ayı maaşının alınmasını sağlamış olduk. Birbirimizle tanıştıktan sonra ister istemez herkes sorunlarını iletmeye başladı, bu sorunları genelleştirip, dernek avukatı aracılığı ile üniversite yönetimine ilettik; ihtarnameler çektik. Çekilen ihtarnamelerde dernek; kıdem tazminatı, yıllık izinler, fazla mesai ücretleri, süt ve doğum izni gibi konuları gündeme getirdi. Taşeron işçisi olduğumuz için “yasal işçi haklarını” kullanmakta sorun yaşıyorduk. Taşeron patronları haklarımızla ilgili taleplerimiz karşısında bizleri işten çıkarmakla tehdit ediyordu. Güvencesiz çalıştırılıyor olmamız, taşeron şirketlerin işine geliyor.
larımız bunu fark ediyorlar. Bu şirket hem hastanın hem de işçinin haklarını çalıyordu. Üniversitedeki diğer taşeron firmaya nazaran yemekhanede çalışan işçi arkadaşlarımız daha fazla sömürülüyordu. Yemekhane işçileri günde 12 saat, 6 gün, hafta 72 saat çalıştırılıyor. Hastanede çalışma 40 saat oysa.
teknisyenleri arkadaşlarımız şua izinlerini kullanmıyorlardı. İki arkadaşımız adına hem şua izni hem de fiili hizmet davaları açıldı, bu davalar devam ediyor. Dava tamamlanmadan şua izinleri 2010 yılında röntgen teknisyeni arkadaşları için kullandırılmaya başlandı. Tabii bu izinlerin 2011’de de kullandırılıp kullandırılmayacağını göreceğiz.
Asgari ücreti bankadan alıyorlar, maaşın geri kalanı ise firma tarafından elden ödeniyor. Bu taşeron şirket, işçilerin sigortalarını da asgari ücretten yatırıp vergi kaçırıp ek kazanç da sağlıyordu. Bir işçi haksızlıklara tepki verirse ücreti düşürülüyordu. Elden aldıkları ücretler düşürülerek işçinin kendisinin işten çıkmasını sağlamaya çalışıyorlardı.
Yemekhanede çalışan arkadaşlarımızın fazla mesaileri ödenmiyordu. Arkadaşlarımızın fazla mesaileri alınması için davalarımızı açıp, süreci takip etmeye başladık.
İşten çıkartılmaya direnen işçi arkadaşlarımızın elden verilen ücreti tamamen kesildi ve asgari ücrete kaldılar. Dernek, yemekhaneden çıkartılan 6 işçi arkadaş için basın açıklaması gerçekleştirdi. Basın açıklamasına katılan 7 garson arkadaşımız daha işten çıkartıldı. İşten çıkartmalar sonrası dernek yemekhanedeki taşeron firmasının yaptığı yolsuzlukla ilgili elindeki belgeleri kamuoyuyla paylaştı. Üniversite yönetimin derneği tanımasında bu yolsuzluğun kamuoyuyla paylaşılması, medyada çıkması etkili oldu.
Derneğimizin hastanedeki taşeron çalışmaya karşı açtığı önemli iki dava daha var. Dev Sağlık-İş’in Çapa Hastanesi’ndeki örgütlenmesi sırasında iş müfettiş raporuyla sağlık çalışanlarının taşeron firmalarda çalışması fiilen suç olduğu ortaya konmuş. Bu rapora itiraz eden taşeron firma da davayı kaybetmiş durumda. Bunları dayanak göstererek hastanedeki taşeron sistemin ortadan kalkması için durum tespit davaları açtık.
İşten çıkartılan 11 işçinin işe iade davası dernek tarafından açıldı. İşçi arkadaşlarımızla derneğin gerçekleştirmiş olduğu mücadele sayesinde 4 işçi işe geri alınmış oldu. Taşeron işçilerinin başka hangi sorunları var? Hastanede çalışıyoruz, ancak hastane içinde iş kazaları geçiyoruz, bulaşıcı hastalık ve kanser tehlikeleri atlatıyoruz her gün. Cevdet Aksu arkadaşımız kalp krizi geçirdi ve arkadaşımız yaşamını bakıma muhtaç bir şekilde devam edecek Arkadaşımızın bütün sosyal haklarını alabilmesi için yasal sürecinde ona tüm yardımlarda bulunduk ve arkadaşımızın kıdem tazminatı davası dernek tarafından açıldı. Dernek üyelerimizden 5 işçinin kıdem tazminatı hakkı için davalar açtık. Taşeron firmaları her yıl yapılan ihaleler ile değişmekte. Değişen taşeron firmasıyla işçiye çıkış-giriş yaptırılarak işçilerin kıdem tazminat hakkı sıfırlanmaya çalışılmakta. Dernek açtığı davalarla taşeronda çalışan işçilerin kıdem tazminat hakkı da dâhil olmak üzere tüm sosyal hakları talep ediyor. Taşeron firması değişse de işçi haklarının korumasını sağlamak istiyor. Bunun için mücadeleler veriyor. Röntgen teknisyenlerinin çalışma koşullarının iyileştirilmesi için girişimlerde bulunduk. Röntgen
Taşeronlaşmaya karşı neler yapıyorsunuz?
Taşeron firmaların işçilere yönelik son saldırısı Ocak ayında imzalatılmaya çalışılan ibranameydi. İlk olarak temizlik işlerini alan taşeron firması, bu bölümdeki işçi arkadaşlarımıza bu evrağı imzalatmak istedi. Yapılan çalışmalar sonucunda ibranameler imzalanmadı. Bu ibranamelerde taşeron firmalar işçilere; “bütün haklarımı aldım, yeni firmadan hiçbir alacak talebim yoktur.” şeklindeki beyan vardı. Temizlik işçilerinin büyük bir kısmı imzalamadı; işçiler ortak hareket etti. Ardından aynı ibraname sağlık çalışanlarının bağlı bulunduğu taşeron firma tarafından uygulamaya konmaya çalışıldı. Dernek üzerinden yapılan örgütlenmeyle, taşeron işçileri ibranameleri imzalamadı. Taşeron firmaları da ibranameleri geri çekti, ibranameyi imzalayan işçilerin imzaları da iade edildi. Taşeron işçileri derneğinin taleplerinden olan kadrolu çalışma hakkı, hastane yönetimin bin 300 kişilik kadro açmasıyla tekrar gündeme geldi. Açılan kadro ile ilgili girişimlerde bulanan dernek yönetimi Rektörlük ile görüştü. Üniversite kapsamında bulunan taşeron işçileri adına görüşen dernek yönetimi; eğer bir grup kadroya alınacaksa bu yıllardır hastanede taşeronda çalıştırılan işçilerin hakkı olduğu ifade edildi. Bu süreçte derneğin kadro alımında müdahil olması sağlandı.
İhtarnamelerden sonra üniversite yönetiminin yaklaşımı değişti. Bizi tanımaya başladılar. Basına da yansımıştı, yemekhanede çalışan işçiler işten atılmıştı, geri alındılar mı? Derneğimiz ikinci sınavını yemek şirketi çalışanları arasındaki çalışmada verdi. Yemekhane çalışanlarında şöyle bir sorun vardı: Damgacıoğulları Şirketi hem üniversite personeline hizmeti veriyor hem de hastalara yemek dağıtıyor. Bu yemeklerin yapımında kullandığı malzemeyi eksik kullanıyor yani haksız kazanç elde ediyor. Yemek firmasında çalışan arkadaş-
7
ORTADOĂ?U HALKLARI AYAKTA Aykut Ă–zer OrtadoÄ&#x;u’da domino taĹ&#x;Äą teorisi iĹ&#x;liyor. DiktatĂśrler, birbirinin peĹ&#x;i sÄąra halk ayaklanmalarÄąyla devriliyor. Bu geliĹ&#x;meleri, TĂźrkiye’de herkes kendi meĹ&#x;rebine gĂśre yorumluyor. Liberal ve siyasi Ä°slamcÄąlar “Tunus’un Kemalistleri devrildiâ€? Ĺ&#x;eklinde yorumlar, halkÄąn despot laikçileri hedef aldÄąÄ&#x;ÄąnÄą iddia ederken, ulusalcÄąlar, eski yĂśneticilerin yurtdÄąĹ&#x;Äąna kaçĹĹ&#x;ÄąnÄą, ABD ya da AB emperyalizminin bĂślgedeki iĹ&#x;birlikçilerinin devrilmesi olarak gĂśrĂźyorlar. Oysa manzara çok farklÄą. DiktatĂśrleri kendiliÄ&#x;inden geliĹ&#x;en halk hareketliliÄ&#x;i, devirdi. Eylemciler belirli bir ideolojinin rehberliÄ&#x;inde harekete geçmediÄ&#x;i gibi eylemleri ĂśrgĂźtleyip, yĂśnlendiren bir siyasi ĂśrgĂźt de yok. DoÄ&#x;al olarak çeĹ&#x;itli ideoloji ve siyasi gĂśrĂźĹ&#x;ten ya da çeĹ&#x;itli siyasi ĂśrgĂźtlere baÄ&#x;lÄą insanlar, bu eylemli-
likler içinde yer aldÄą ancak bir bĂźtĂźn olarak eylemlerin bunlardan birine ya da birkaçĹna mal edilmesi gerçeÄ&#x;e ters dĂźĹ&#x;er.
Hedef Yoksulluk, Yolsuzluk ve Despotizm Ä°syanlar, yoksulluÄ&#x;a, yolsuzluÄ&#x;a ve despotizme karĹ&#x;ÄądÄąr. Bu Ăźlkelerde diz boyu yoksulluk yaĹ&#x;anmaktadÄąr. Ä°Ĺ&#x;sizlik had safhadadÄąr ve halkÄąn Ăśnemli bir kesimi açlÄąk sÄąnÄąrÄąnÄąn altÄąnda yaĹ&#x;amÄąnÄą sĂźrdĂźrmektedir. YakÄąn geçmiĹ&#x;te MÄąsÄąr’da ekmeÄ&#x;e yapÄąlan zam yĂźzĂźnden gßçlĂź bir halk ayaklanmasÄą yaĹ&#x;andÄąÄ&#x;Äą ve bunun Ăźzerine ekmek zammÄąnÄąn geri alÄąndÄąÄ&#x;Äą hatÄąrlansÄąn. Bu durum, halkÄąn Ăśnemlice bir kesiminin esas olarak ekmekle beslendiÄ&#x;ini gĂśstermektedir. Ä°kinci olarak, yaygÄąn bir yoksulluÄ&#x;un yaĹ&#x;andÄąÄ&#x;Äą bu
Ăźlkelerde bir de yolsuzluklar baĹ&#x;ÄąnÄą alÄąp gitmiĹ&#x;tir. En tepedekinden en alttaki gĂśrevlisine kadar, yĂśnetici sÄąnÄąf ve bĂźrokrasi yolsuzluÄ&#x;a bulaĹ&#x;mÄąĹ&#x; durumdadÄąr. Kendileri sefalet içindeyken, yĂśneticilerin ve memurlarÄąn yolsuzluk yaparak refah içinde yaĹ&#x;amalarÄą, halkÄą Ăśfkelendiren diÄ&#x;er bir olgudur. ĂœĂ§ĂźncĂź olarak, halk kitlelerinin bu tepkilerini ortaya koyacaklarÄą bir kanal yoktur. Ne seçimler yoluyla iĹ&#x;baĹ&#x;Äąndakileri defedip, yeni yĂśneticileri seçebilme ne de taleplerini kitle gĂśsterileriyle ifade edebilme olanaklarÄą var. Çok partili seçim sistemi geliĹ&#x;mediÄ&#x;i gibi, seçimler dĂźrĂźst ve adil bir ortamda cereyan etmiyor. Kitle gĂśsterileri ise polis tarafÄąndan Ĺ&#x;iddet kullanÄąlarak bastÄąrÄąlÄąyor ve muhalifler hapse dolduruluyor. DĂśrdĂźncĂź olarak, halkÄąn tepki duyduÄ&#x;u yĂśneticiler 25–30 yÄąldan beri iĹ&#x;baĹ&#x;Äąnda Ăźlkeyi yĂśnetiyorlar.
‘MĂœBAREK, UÇAK SENĂ? BEKLĂ?YOR’ YazÄąnÄąn baĹ&#x;lÄąÄ&#x;Äą, MÄąsÄąr’da HĂźsnĂź MĂźbarek ve onun diktatĂśrlĂźk rejimini devirmek için sokaÄ&#x;a dĂśkĂźlen halk kitlelerinin, MĂźbarek’e yaptÄąklarÄą çaÄ&#x;rÄąyÄą ifade ediyor. Halk, yolsuzluk, yoksulluk ve despotizmle ĂśzdeĹ&#x;leĹ&#x;miĹ&#x; bir yĂśnetimin artÄąk ĂśmrĂźnĂź doldurduÄ&#x;unu haykÄąrÄąyor ve gitmeleri gerektiÄ&#x;ini vurguluyor. Her ne kadar, Tunus’taki baĹ&#x;arÄąlÄą halk isyanÄą tarafÄąndan cesaretlendirilmiĹ&#x; ve tetiklenmiĹ&#x; olsa da, MÄąsÄąr’daki halk hareketi, gerek bĂślge dĂźzeni gerekse uluslararasÄą sistem açĹsÄąndan Tunus’u kat be kat aĹ&#x;an bir Ăśnem arz ediyor. Bu sadece MÄąsÄąr’Ĺn 82 milyonu aĹ&#x;an nĂźfusu dolayÄąsÄąyla bĂźyĂźk bir Ăźlke olmasÄąndan ya da coÄ&#x;rafi konumu bakÄąmÄąndan stratejik bir Ăśnem taĹ&#x;ÄąmasÄąndan kaynaklanmÄąyor. MÄąsÄąr’Ĺn siyasi Ăśnemi çok bĂźyĂźk. MÄąsÄąr, siyasi bakÄąmdan Arap DĂźnyasÄąnÄąn lideri durumunda. BĂźtĂźn Arap Ăźlkeleri ve yĂśnetimleri Ăźzerinde ciddi bir siyasi nĂźfuzu bulunuyor. Bu Ăźlkedeki her siyasi geliĹ&#x;me, kaçĹnÄąlmaz olarak diÄ&#x;er Arap Ăźlkeleri ve yĂśnetimlerini de etkileyecek. MÄąsÄąr’da yĂśnetimin zaafa dĂźĹ&#x;mesi, Arap DĂźnyasÄąnÄą lidersiz bÄąrakacak. Ä°kinci olarak MÄąsÄąr, bĂślgesel istikrar bakÄąmÄąndan uluslararasÄą kapitalizmin, Ä°srail ile birlikte, en Ăśnemli dayanaklarÄąndan biri, ABD emperyalizminin yakÄąn mĂźttefiki. Ä°srail ile barÄąĹ&#x; anlaĹ&#x;masÄą imzalamÄąĹ&#x; bulunan ve diplomatik iliĹ&#x;kisi olan tek Arap Ăźlkesi. Bu Ăźlkede yaĹ&#x;anÄąlacak bir rejim deÄ&#x;iĹ&#x;ikliÄ&#x;i emperyalizmin bĂślgeye dĂśnĂźk hesaplarÄąnÄą alt Ăźst edecek. Ä°Ĺ&#x;te bĂźtĂźn bu nedenlerle, MÄąsÄąr’da halk hareketinin baĹ&#x;lamasÄą ve direniĹ&#x;in bĂźyĂźyerek istikrar kazanmasÄą Ăźzerine, ABD hemen sĂźreci yĂśnetmek için harekete geçti. DiÄ&#x;er yandan çeĹ&#x;itli Arap Ăźlkelerinin yĂśneticileri, gerçekleĹ&#x;tirecekleri reform ve atacaklarÄą siyasi adÄąmlar konusunda birbiri ardÄąna açĹklamalar yapmaya baĹ&#x;ladÄąlar.
Halk Sokakta Tunus direniĹ&#x;inden esinlenen ve aÄ&#x;ÄąrlÄąklÄą olarak orta sÄąnÄąfa mensup muhalifler, internet ve cep telefonu gibi araçlarÄąn da yardÄąmÄąyla ĂśrgĂźtlenip sokaÄ&#x;a indi. Bunun ardÄąndan çeĹ&#x;itli toplumsal sÄąnÄąf ve siyasi dĂźĹ&#x;Ăźncelere sahip yĂźz binlerce kiĹ&#x;i, Kahire, Ä°skenderiye, SĂźveyĹ&#x; gibi kentlerin cadde ve meydanlarÄąnÄą doldurdu. BunlarÄąn sayÄąsÄą her geçen gĂźn daha da art-
8
tÄą. MÄąsÄąr’Ĺn en ĂśrgĂźtlĂź ve gßçlĂź muhalif gurubu olarak bilinen ve halen yasa dÄąĹ&#x;Äą ilan edilmiĹ&#x; olan MĂźslĂźman KardeĹ&#x;ler Ă–rgĂźtĂź, direniĹ&#x;e ancak dĂśrdĂźncĂź gĂźnĂźnde destek vermeye karar verdi. Daha çok dayanÄąĹ&#x;ma ve yardÄąmlaĹ&#x;ma aÄ&#x;larÄąyla sosyal ve kĂźltĂźrel alanda ĂśrgĂźtlenen bu gurubun, direniĹ&#x;e ve iktidarda sĂśz sahibi olmaya karĹ&#x;Äą mesafeli tutumu devam ediyor. Muhtemelen ĂśrgĂźt, Ăśne çĹkmalarÄą halinde rejim yandaĹ&#x;larÄą ve emperyalistlerin hÄąĹ&#x;mÄąnÄą Ăźzerine çekeceÄ&#x;ini ve “kabaÄ&#x;Äąn kendi kafasÄąnda patlayacaÄ&#x;ÄąnÄąâ€? dĂźĹ&#x;ĂźnĂźyor. O nedenle, sĂźreci dikkatle izliyor ve geliĹ&#x;ecek duruma gĂśre politikasÄąnÄą belirlemeyi planlÄąyor. BĂźtĂźn gerici rejimlerde olduÄ&#x;u gibi, MĂźbarek rejimi de Ăśnce halk ayaklanmasÄąnÄą Ĺ&#x;iddet yoluyla bastÄąrmayÄą denedi. Polisin halka saldÄąrÄąsÄąnda yĂźzlerce gĂśsterici hayatÄąnÄą kaybetti. Ĺžiddet yoluyla halkÄą geriletemeyen MĂźbarek iktidarÄą, halkÄąn direniĹ&#x;çilerden desteÄ&#x;ini çekmesini saÄ&#x;lamak için provokasyona baĹ&#x;vurdu. Bir yandan “firar ettilerâ€? kÄąlÄąfÄąyla binlerce adli mahkĂťmu serbest bÄąraktÄą. Rejimin gizli polisi bunlarla birleĹ&#x;erek iĹ&#x;yeri ve evleri yaÄ&#x;malamaya giriĹ&#x;ti. BĂśylece halkÄąn, yaÄ&#x;malamadan direniĹ&#x;çileri sorumlu tutarak onlara karĹ&#x;Äą tavÄąr almasÄąnÄą ve demokrasiye karĹ&#x;Äą gĂźven ve istikrardan yana tutum takÄąnarak rejimi desteklemelerini saÄ&#x;lamaya çalÄąĹ&#x;tÄą. Ancak bu oyun da sĂśkmedi. Halk yaÄ&#x;macÄąlara karĹ&#x;Äą ĂśrgĂźtlendi. Son olarak direniĹ&#x;çiler, çeĹ&#x;itli engellemeler ve çevre illerini Kahire’ye baÄ&#x;layan yollarÄąn ordu gßçleri tarafÄąndan kesilerek, halkÄąn Kahire’ye ulaĹ&#x;masÄąnÄą engellemesine karĹ&#x;Äąn, Tahrir meydanÄąnda yaklaĹ&#x;Äąk bir milyon kiĹ&#x;iyi toplayarak, bir kez daha MĂźbarek’in istifasÄąnÄą istedi. Bunun Ăźzerine HĂźsnĂź MĂźbarek, EylĂźl ayÄąnda yapÄąlacak baĹ&#x;kanlÄąk seçimlerinde aday olmayacaÄ&#x;ÄąnÄą, gĂśrevi bÄąrakacaÄ&#x;ÄąnÄą açĹkladÄą. DireniĹ&#x;çiler bunu kabul etmeyip, MĂźbarek’in ßç gĂźn içinde Ăźlkeyi terk etmesinde Äąsrar ettiler. DireniĹ&#x;çilerin ÄąsrarÄą, ordunun da tavÄąr deÄ&#x;iĹ&#x;tirmesini ve direniĹ&#x;çilere evlerine dĂśnmeleri yĂśnĂźnde uyarÄąda bulunmasÄąnÄą beraberinde getirdi. AyrÄąca direniĹ&#x;in baĹ&#x;Äąndan beri ilk kez, MĂźbarek yanlÄąsÄą çapulcular, sivil polislerle birleĹ&#x;erek, ordunun da gĂśz yummasÄąyla, taĹ&#x;, sopa ve bĹçaklarla Tahrir MeydanÄąn-
da toplanan gĂśstericilere saldÄąrÄąp, yĂźzlerce kiĹ&#x;iyi yaraladÄąlar. Gelinen noktada ipler iyice gerilmiĹ&#x; ve sĂźrecin hangi yĂśnde geliĹ&#x;eceÄ&#x;ini belirleyecek yol ayrÄąmÄąna varÄąlmÄąĹ&#x; bulunuluyor.
ABD ve Ordu Devrede Halk ayaklanmasÄąnÄąn geniĹ&#x;leyerek sĂźrmesi ve rejimi tehdit eder hale gelmesi Ăźzerine, MÄąsÄąr’Ĺn siyasetinde, ekonomik ve toplumsal yaĹ&#x;amÄąnda Ăśzel bir yeri olan ordu devreye girdi. DireniĹ&#x;in ßçßncĂź gĂźnĂźnde, Genelkurmay BaĹ&#x;kanÄą ABD’ye uçtu ve burada ABD yetkilileriyle muhtemelen sĂźrecin nasÄąl yĂśnetileceÄ&#x;ini gĂśrĂźĹ&#x;tĂź. Giderek kitleselleĹ&#x;en halk hareketiyle polis arasÄąndaki çatÄąĹ&#x;malarda yĂźzlerce kiĹ&#x;inin Ăślmesi Ăźzerine, ordu, polisi devreden çĹkararak halkla nispeten daha yumuĹ&#x;ak bir iliĹ&#x;ki kurdu. DiÄ&#x;er yandan Ăźst dĂźzey askeri yetkililer HĂźsnĂź MĂźbarek ile bir araya gelerek, durum deÄ&#x;erlendirmesi yaptÄą. ABD bir yandan sĂźreci kontrol altÄąna almak Ăźzere MÄąsÄąr ordusunu devreye sokarken diÄ&#x;er yandan HĂźsnĂź MĂźbarek’in yĂśnetimden alaĹ&#x;aÄ&#x;Äą edilmesiyle doÄ&#x;abilecek siyasi boĹ&#x;luÄ&#x;u doldurmak Ăźzere yurtdÄąĹ&#x;Äąnda yaĹ&#x;amakta olan iĹ&#x;birlikçisi, eski Atom Enerjisi Komisyonu BaĹ&#x;kanÄą MÄąsÄąrlÄą politikacÄą Muhammed El Baradey’i Ăźlkeye gĂśnderdi. BĂśylece ABD, ordu ve yandaĹ&#x; politikacÄąlarÄą kullanarak yaĹ&#x;anmakta olan demokratik devrim sĂźrecini, bĂślgede gßç ve mevzii kaybÄąna uÄ&#x;ramadan atlatma uÄ&#x;raĹ&#x;Äąna girdi. MÄąsÄąr’daki yĂśnetimin kontrolsĂźz bir Ĺ&#x;ekilde devrilmesi, tĂźm bĂślgede siyasi bir kaosu tetikleyebilirdi. ABD emperyalizmi bir yandan halk direniĹ&#x;inin yarattÄąÄ&#x;Äą siyasi deÄ&#x;iĹ&#x;ime boyun eÄ&#x;erken diÄ&#x;er yandan elinden geldiÄ&#x;ince sĂźreci denetlemeye çalÄąĹ&#x;Äąyor. Ancak direniĹ&#x;i canlÄą bir organizma olarak gĂśrmek gerekir. SĂźreci, rejim yandaĹ&#x;Äą gßçlerle direniĹ&#x;çilerin sĂźren çatÄąĹ&#x;malarÄą, direniĹ&#x;çiler içindeki farklÄą siyasi eÄ&#x;ilimler ve bunlarÄąn iç çeliĹ&#x;kileri, ordunun bu sĂźreçte deÄ&#x;iĹ&#x;kenlik gĂśsterebilecek rolĂź gibi bir dizi olgu belirleyecektir. MÄąsÄąr’daki halk ayaklanmasÄąnÄąn yarattÄąÄ&#x;Äą deprem, bĂślgede bir “fay kÄąrÄąlmasÄąnaâ€? yol açmÄąĹ&#x;tÄąr. ArtÄąk MÄąsÄąr’da ve bĂślgede hiçbir Ĺ&#x;ey eskisi gibi olmayacaktÄąr. Bu durum egemenler için de halklar için de geçerlidir.
Þubat 2011 Devrik Tunus Devlet Başkanı Zeynel Abidin Bin Ali 23 yıldır, Mısır devlet başkanı Hüsnü Mübarek 30 yıldır, Yemen Devlet Başkanı Ali Abdullah Salih 32 yıldır işbaşındalar; halkın tüm hoşnutsuzluğuna rağmen ülkelerini baskı ile despotça yönetiyorlar ve halkın normal yollarla bunları değiştirme olanakları yok. Bu örnekler diğer Ortadoğu ve Arap ülkeleri için de geçerli. Bir de gelecekten umudunu kesmiş gençlerin, nüfusun önemli bir çoğunluğunu oluşturduğunu eklersek, ayaklanmaların maddi temellerinin her bakımdan oluştuğunu görürüz. Mısır’da nüfusun dörtte üçünü 25 yaşın altındaki gençler oluşturuyor. Kendini yakarak ayaklanmaların fitilini ateşleyen Tunuslu genç, aslında ayaklanmacıların prototipini oluşturuyor. Kendisi üniversite mezunu ama işportacılık yaparak kalabalık ailesinin geçimini sağlamak zorunda ve bu işi yapıyor. Sistem buna bile izin vermiyor ve polisler işporta tezgâhına el koyuyor. Ondan sonrasını bütün dünya biliyor.
yönetiminde kendilerini ifade etmelerine olanak sağlayan, temsili demokratik bir sistem kurulmasını arzu ediyorlar. Bunlara ek olarak düşünce, ifade ve örgütlenme özgürlükleri önündeki engellerin kaldırılmasını istiyorlar. İş, aş ve yolsuzlukların önlenmesi gibi toplumsal talepler de içermekle birlikte, kitlelerin talepleri, esas olarak, burjuva demokratik taleplerdir.
Burjuva Demokratik Devrimler Sahnede Ayaklanan halkların öncelikli talebi, bütün sorunların kaynağı olduğuna inandıkları bugünkü yöneticilerin işbaşından uzaklaştırılması. İkinci adım olarak, ülke
Başta ABD olmak üzere, emperyalistler, kitlelerin talepleri bu sınırlar içinde kaldığı sürece, değişimi destekliyorlar. Sistemin aynı kalması koşuluyla, siyasi yöneticilerin değişmesinden şikâyetçi değildirler. Hatta bu durumu, sisteme ve kendilerinin bölgedeki egemenliklerine taze kan aşılanması olarak değerlendiriyorlar. Mısır ve Tunus halkları ülkelerinde burjuva demokratik devrimlerini başlatmışlardır. Bunu ne kadar ilerletebilecekleri, orta vadede bir toplumsal devrime dönüştürüp dönüştüremeyecekleri, bölgedeki emekçi sınıfların örgütlenme ve mücadele düzeyine bağlıdır.
TUNUS ÝÞÇÝ SINIFI DÝKTATÖRLÜÐE KARÞI AYAKLANDI Tunus’ta, 17 Aralık’ta seyyar satıcılık yaparak geçimini sağlamaya çalışan işsiz bir genç olan Muhammed Bu Azizi, el arabasına zabıta tarafından el konulması üzerine kendini yakmıştı. Bu intihar eylemi Tunus’lu işçi ve emekçilerin yaşadıkları işsizlik ve yoksulluğun Zeynel Abidin bin Ali rejimine karşı ayaklanmasını tetikledi. Ayaklanma, özellikle yoksul iç ve güney kesimlerden başlamak üzere tüm ülkeye yayıldı. Polisin ve Bin Ali’ye bağlı özel birliklerin açtığı ateş sonucu 100’e yakın gösterici öldü. Buna rağmen ayaklanma bastırılamadı. Tunus egemen sınıfı isyanın önüne geçmek, rejimi kurtarmak uğruna Bin Ali’yi gözden çıkardı. Bin Ali istifa etmek ve ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. Bin Ali sonrası Devlet Başkanlığını Fuad Mebazza, Başbakanlığı Muhammed Gannuşi üstlendi. Gannuşi’nin başkanlığında Ulusal Birlik Hükümeti kuruldu. Göstericiler tarafından tüm siyasi mahkumlar serbest bırakıldı. Serbest bırakılanlar arasında İslamcı En Nahta hareketi üyeleri de vardı. Gannuşi hükümeti bir taraftan ayaklanmayı polis zoruyla bastırmaya çalışırken bir taraftan da muhalefetle görüşerek onlara birlik hükümeti içinde yer vererek sistemde reform vaat etti. Daha önce sokak hareketleri, grev ve direnişler yaygınlaştığı zaman Bin Ali de benzer vaatlerde bulunmuş, sonra da vaatlerini unutarak işçi hareketinin grev ve direnişlerin üzerine polisi sürerek ülkede tam bir baskı ve korku rejimi, polis devleti kurmuştu. Ayaklanma sonrası Bin Ali’nin gitmesi dışında rejimde temelde bir değişiklik olmadı. Devletin tüm kilit noktaları hala eski rejimin ve “düzen partisi”nin elinde. Rejim hızla kendini toparlamaya, devrimci süreci sistemde sınırlı reformlar yaparak massetmeye çalışıyor. Egemen sınıfın bu tutumu kitlelerin ayaklanma içinde yer alan sosyalist unsurların, Tunus Genel İşçi Konfederasyonu’na (UGTT) bağlı işçilerin, sol kanat sendika (CI)ların isyanını, öfkesini bastırmaya ve ya-
tıştırmaya yetmedi. Yeni kurulan Ulusal Birlik Hükümeti’nin en önemli bakanlıklarının da eski rejimin partisi Anayasal Demokratik Birlik (RCD)’e verilmesi, tepkileri yeni hükümete ve RCD’li bakanlara yöneltti. Bunun üzerine birlik hükümetine üye veren UGTT, tabandan gelen basıncın etkisiyle hükümete giren üç bakanını geri çekti. Hükümeti tanımadığını ilan etti ve istifasını istedi. Tunus’ta işçi hareketi ve toplumsal muhalefetin diğer unsurları kendi içinde dağınık ve çok parçalı. Ortak radikal bir demokrasi ve devrim programına, iktidar perspektifine sahip değil. Bu durum hareketi sınırlıyor. Devrimci bir bilinç, örgüt ve önderliğin olmadığı koşullarda kendiliğindenci bilinç kendiliğinden hareketi teslim alıyor. Bu da mücadelenin sistem içi bir reform mücadelesi olarak şekillenmesine ve sürmesine yol açıyor. Hareket sistemin değil baskıcı otoriter rejimin tasfiyesini, demokrasi, hak ve özgürlüklerin genişletilmesini, RCD’nin yasaklanmasını, eski rejimin sorumlularının yönetimden uzaklaştırılmasını istiyor. Gannuşi ve bakanları mücadelenin basıncı altında RCD’den istifa ettiler. Buna karşın bakanlık yapmaya ve hükümet etmeye devam ediyorlar. Bu türden göstermelik tavizlerle süreci zamana yayarak hareketin yorgun düşmesini ve geri çekilmesini sağlamaya çalışıyorlar. Hareket geri çekilmeye görsün, düzenin tüm güçleri ve örgütleri saldırmak için pusuda bekliyor. Ordu geçici hükümetin zayıflığının farkında. Sistem tehlikeye girdiği anda müdahale etmek için yedekte ve nöbette bekliyor. İslamcı En Nahta hareketi hem AB ve ABD emperyalistlerine hem de Tunus egemen sınıfına kendilerinin sistem için bir tehdit oluşturmadıklarını, uzlaşmadan, barış ve istikrardan yana olduklarını anlatıyor. 22 yıldır İngiltere’de sürgünde olan hareketin lideri Raşit Gannuşi, ülkeye döndüğünde yaptığı ilk açıklamada Türkiye’de ki AKP’yi örnek aldıklarını
söylüyor. Obama ve Sarkozy, dahil tüm kapitalist-emperyalist devletler ve yerli işbirlikçileri işçi sınıfını sükunete davet ediyor. Barış ve istikrar istiyor. Onların barış ve istikrardan anladığı sömürü düzeninin sürmesi, kısmi reformlarla isyanın kontrol altına alınması ve rejimin kurtarılmasıdır. Hareketin “kendiliğinden” karakteri, işçi sınıfının kendi bağımsız programı ve örgütünü yaratamamış olması dolayısıyla Tunus burjuvazisi durumu en az zararla ve hasarla atlatmaya çalışıyor. Bin Ali gitti. Yerini yeni bir diktatörün mü alacağı, yoksa sistem içinde köklü bir rejim değişikliğine ve demokratikleşmeye mi yol açacağını mücadele belirleyecek. Tunus işçi sınıfı daha şimdiden kazanmaya, demokrasi; hak ve özgürlüklerinin sınırlarını genişletmeye, kendine olan güveni pekiştirmeye, örgütlenme ve mücadele kapasitesini yükseltmeye başladı. Ortadoğu ve Afrika’da birçok ülkede işçi sınıfı ve ezilenlerin kendi diktatörlüklerine karşı mücadele bayrağını yükseltmelerinin önünü açtı.
9
Þubat 2011
OSTÝM VE ÝVEDÝK SANAYÝ SÝTESÝNDE YENÝ ÝÞÇÝ CÝNAYETLERÝ Ýþçi saðlýðý ve iþ güvenliðinden esirgenen kaynaklar büyük polis ordusunu beslemek için kullanýlýyor. Egemen sınıflar, 3 Şubat günü Ankara’da toplu bir katliama daha imza attı. Ankara OSTİM ve İvedik Sanayi Sitelerinde yaşanan patlamalarda 20 işçi katledildi. Onlarcası da yaralandı. Kaza değil, bu bir cinayet. Gözler önünde işlenen bir katliam. 31 Ocak 2008 tarihinde, Davutpaşa’da bulunan bir sanayi sitesindeki havai fişek imalathanesinde meydana gelen ve 21 işçinin ölümüne neden olan patlama, adeta bir katliama yol açtı. Patlamaların ardından açığa çıkan bilgilere göre, Ankara’da ki patlamalara da güvencesiz, denetimsiz çalışma hukuku ve kural tanımaz kâr hırsı yol açmıştır. Patlamalardan birinin nedeni, torna atölyesi olarak gösterilen işyerinde tiner, boya ve kaçak mazot imal ediliyor olması. Diğer patlama ise, yeterli denetimin zamanında yapılmamasından meydana geliyor. İşçi katliamlarından sadece kural tanımaz kâr hırsı içindeki egemen sınıflar sorumlu değil. Parababalarının temsilcisi AKP hükümeti ve gerekli denetimleri yapmayan devletin sorumlu organları da suçlu. Devlet, bir kez daha görevini yerine getirmedi. Nedeni de, işçilerin canını alacak kadar azgın sömürü politikaları. AKP hükümeti de, bu politikalar için egemen sınıfların hizmetinde.
AKP hükümetinin politikaları işçi katliamlarına yönelik teşvik ve destek niteliğindedir. Mecliste görüşülen “Torba Yasa” ile emekçilere dönük hak gaspları artarak devam edecek, güvencesiz ve kuralsız çalışma yasalaştırılarak iş cinayetlerinin artmasına zemin hazırlanacaktır. “Torba Yasa” tasarısı ile, işçi sağlığı ve iş güvenliği tedbirlerini denetleme yetkisi uzman görevlilerden alınarak konunun ehli olmayan memurlara verilecek ve taşeronlara devredilecektir.
“
Burjuva egemenlerin çıkarına olan ve işçi katliamlarına davetiye çıkaran “Torba Yasa” tasarısı TBMM’de görüşülürken, Ankara OSTİM ve İvedik Sanayi Sitelerinde de patlamalar gerçekleşti. Aynı saatlerde ise, işçi ve emekçi düşmanı “Torba Yasa”yı protesto etmek için gelen sendikalara karşı gaz bombaları, tazyikli su ve polis coplarıyla saldıran yine AKP hükümetiydi. Burjuva egemenlerin sözcüsü ve temsilcisi olan hükümet, işçilerin kanıyla ayakta duruyor ve işlevi nedeniyle de bundan en ufak bir rahatsızlık duymuyor. Bu nedenle de işçiler, “iş kazası” adı verilen cinayetlerle katledilmeye devam ediliyor. Madenler, tersaneler, fabrikalar ya da servis arabaları işçilere mezar oluyor. İşçi kanıyla yoğrulan bu alın teri hırsızları, düzenlerinin sürmesi için işçi sağlığı ve iş güvenliğinden esirgenen kaynakları büyük polis ordusunu beslemek için kullanıyorlar. Tam da bu nedenledir ki, “Torba Yasa”yı protesto ettikleri için polis saldırısına uğrayan iş-
“
İşyerlerini denetlemekle görevli kurumun başında bulunan Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Ömer Dinçer, itiraf niteliğindeki açıklamalarıyla patlamalardaki sorumluluklarını da açığa çıkarmıştır. Dinçer, patlamanın gerçekleştirildiği işyerlerinden birinin en son 2007’de denetlendiğini söylemektedir. Yani, bunca zaman içerisinde herhangi bir denetim yapılmamıştır. Aynı Bakan, katliamla ilgili olarak işyeri sahibini savunmuş ve ölen işçileri suçlayarak “işçi sağlığı ve güvenliği, önce insanın kendi sağlığını ciddiye almasıyla olabilir” demiştir.
“Torba Yasa” tasarýsý TBMM’de görüþülürken, Ankara OSTÝM ve Ývedik Sanayi Sitelerinde de patlamalar gerçekleþti.
10
çiler tarafından “Tayyip Sonun Mübarek Olsun!” deniliyor… Katillerden Hesabı Emekçiler Soracak!
Ýþçi Katilleri Hesap Verecek! Herkese Sağlık Güvenli Gelecek Platformu (HSGGP) bileşenleri tarafından, Ankara OSTİM ve İvedik Sanayi Sitesinde meydana gelen patlamalar sonucu hayatını kaybeden işçiler için yürüyüş ve basın açıklaması gerçekleştirildi. “İşçi Katilleri Hesap Verecek!” diyerek bir araya gelen HSGGP bileşenleri, “OSTİM ve İvedik Sanayi Sitesinde yeni bir işçi katliamı!” gerçekleştirildiğini dile getirdiler. Yürüyüş esnasında taşınan pankartta ise, “19 İşçinin Katili; Sermayenin Kâr Hırsı, Devletin ve AKP’nin Kuralsız, İş Güvenliğini ve Güvencesini Yok Sayan Çalışmaya İzin Vermesidir!” vurgusu vardı.
Davutpaþa… Üç yıl önce İstanbul Davutpaşa da meydana gelen patlamalarda hayatlarını kaybeden işçilerin yakınları da Taksim’de bir araya geldiler. “Acılarımız tazelendi, üç yıl önce yaşadıklarımızı OSTİM ve İvedik Sanayi Sitesinde meydana gelen patlamalarla yeniden yaşadık” diyen işçi aileleri, “sorumluların bulunmasını ve cezalandırılmasını” istediler. OSTİM ve İvedik Sanayi Sitesinde hayatlarını kaybeden işçilerle ilgili yürüyüş ve eylemler devam ediyor…
Þubat 2011
MÜBAREK’E DEMOKRASÝ TELKÝNÝ, SENDÝKALARA YASAK! KESK, DİSK, TTB ve TMMOB “Torba Yasa tasarısını protesto etmek” amacıyla 3 Şubat’ta Ankara’da basın açıklaması yapma kararı aldı. Ankara Valiliği ise basın açıklamasını “kanunsuz eylem” olarak yasadışı ilan etti; güvenlik güçleri tarafından basın açıklamasının mutlaka engelleneceğini, eylemi organize edenler ve katılanlar hakkında yasal işlem yapılacağını açıkladı. Ankara Valiliği bu açıklamayı yaparken, demokrasi havariliğine soyunan Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Mısır Devlet Başkanı Mübarek’e çağrısı duyuldu; “Halkın haykırışlarına, son derece insani taleplerine kulak verin.” Böylesi bir haklı başkaldırı Türkiye’de yaşansa, Hüsnü Mübarek de Erdoğan’a seslenip: “Halkın haklı taleplerine kulak verin” diyebilirdi. Biliyoruz ki; Tayyip Erdoğan da tıpkı Hüsnü Mübarek gibi, halktan gelen değişim arzusunu hiçbir surette içine sindiremez. Tayyip Erdoğan’ın, “iki partili başkanlık sistemi” diye yapılandırmaya çalıştığı sistem de Hüsnü Mübarek’in rejimi gibi yıllar boyu iktidarda kalmanın kapılarını açıyor. KESK, DİSK, TTB ve TMMOB tarafından Ankara’da yapılmak istenen protestoya karşı AKP hükümeti emriyle Ankara Valiliği’nin verdiği “kanunsuz eylem” kararı da bunun en son örneklerinden. Demokratik talepler içeren ve sendikaların sadece temsili düzeyde katılacağı protesto eylemi bile zorla bastırılmaya çalışılıyor. Polis saldırısıyla ve ceza yasalarıyla tehdit ediliyor. Torba Yasa’yı protesto etme eylemiyle ilgili olarak ANKA Ajansa açıklama yapan DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi, “Ankara’ya miting yapmaya gelmediklerini” belirtiyor. “Bütün illerden arkadaşlarımız temsili düzeyden katılıyor. Valilik ve hükümet buna bile tahammül edemiyor” diyor. TMMOB Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Soğancı ise, “Biz yasadışı bir örgüt müyüz ki eylemimiz yasa dışı olsun. Biz 50 yıllık örgütüz. Daha önce birçok kez Meclis
önünde eylem yaptık ve şimdi de yapacağız” diyor. Mısır’dan Tunus’a bir dizi ülkede halk ayaklanmalarının yaşandığı bir dönemde, yoksulların diktatörlüklere karşı mücadeleyi büyüttükleri bir zamanda; planları arasında “iki partili başkanlık sistemi” gibi totaliter özlemler bulunan AKP iktidarının bu iki açıklaması her açıdan yerine oturmaktadır. Yoksulların harekete geçtiği ve ezilen halkların baskı rejimlerine karşı isyan ettiği bu süreci, AKP hükümeti ve Başbakan Erdoğan da anlayışla karşıladığına göre, bizim de bu dille konuşmamız gerekiyor. AKP iktidarına ve hak gasplarına yol açan yasa tasarılarına karşı emek hareketinin mücadelesi “temsili” olmaktan çıkmalıdır. Tıpkı TEKEL direnişçilerinin haykırdığı gibi; ‘Hak Verilmez Alınır, Zafer Sokakta Kazanılır!’. İşçi haklarını ve demokratik-siyasal özgürlük taleplerini içeren bir program etrafında, yeni bir mücadele hattı örülmek zorundadır. Milletvekili seçim-
leriyle kitlelerin yüzlerini siyasete döndükleri bir dönemde, emek eksenli bir hattın örülmesi hiç de hayal değildir. Bu hat Kürt halkının demokratik talepleriyle birlikte daha da güçlenecektir.
Tayyip Sonun Mübarek Olsun! “Torba Yasa” tasarısına karşı DİSK, KESK, TMMOB ve TTB’nin beş ilden temsilen geldiği Ankara’da beklenen oldu ve polis saldırdı. Ankara’da gerçekleştirilen polis saldırısı tepki çekti ve aynı gün İstanbul Taksim’de, “Baskılar Bizi Yıldıramaz” diye bir araya gelenler protesto eylemi gerçekleştirdiler. Taksim Meydanından Galatasaray’a yapılan yürüyüş sırasında; “Tayyip Sonun Mübarek Olsun”, “Zafer Direnen Emekçinin Olacak”, “AKP Torbanı Al Başına Çal” sloganları atıldı ve polis saldırısı kınandı. “Torba Yasa” tasarısına karşı temsili değil, kitlesel bir karşı duruşun zorunluluğu bir kez daha açığa çıkmıştır.
DÖRDÜNCÜ ÖLÜM YILDÖNÜMÜNDE HRANT DÝNK EYLEMLERÝ Hrant Dink’in öldürüldüğü 19 Ocak günü binlerce kişi, vurulduğu Agos gazetesinin önündeydi. Dört yıl önce Hrant, devletin çeşitli kademelerinde adım adım planlanan bir sürecin sonunda göz göre göre katledilmişti. Organizasyon böyle yürütülmüş ve cinayet faşist taşeronlara ihale edilmişti. Bu nedenle yıldönümünde toplanan binlerce kişi, ısrarla “Katil devlet, hesap verecek” sloganını haykırıyordu. “Hepimiz Hrant’ız, hepimiz Ermeni’yiz” vurgusu da aynı sıklıkla tekrarlanıyordu. Anma eyleminde Ermeni cemaatinden, Kürt vekillerden, sanatçılardan, emekçilerden, sosyalistlerden… yaklaşık 10 bin kişi yan yana geldi. Hrant’ın sesiyle başlayan törende, Abdi İpekçi’nin kızı Nükhet İpekçi bir konuşma yaptı. Ermenice, Kürtçe ve Türkçe dövizlerin taşındığı, sloganların atıldığı törenin sonunda 7 Şubat’ta yapılacak duruşma da hatırlatıldı. Akşam da Taksim’den Galatasaray meydanına, neredeyse tüm İstiklal caddesini dolduran bir kalabalıkla ikinci bir yürüyüş gerçekleştirildi, basın açıklaması yapıldı. Aynı gün yapılan bu eylemler, farklı yürüyüş
kollarından gelen kortejlerin taşıdıkları dövizler, sloganlar ve açıklamalardaki vurgular; solda yaşanan ve “liberal/ulusalcı” olarak kodlanan ayrışmanın yansımalarını taşıyordu. Bir yanda liberal ve sol liberal kesim cinayetin, Susurluk-Ergenekon süreçlerinde adı konulan ve odağında TSK’nın bulunduğu derin devletin işi olduğu vurgusunu öne çıkarmakta; emekli Tuğgeneral Veli Küçük’ün Hrant’ı tehdit ettiği, Hrant’ın yargılandığı davalarda şikayetçi olarak bulunduğu, Trabzon İl Jandarma Alay Komutanı Albay Ali Öz’ün Hrant’ın öldürüleceğini bilmesine rağmen önlem almadığı örneklerini sıralamaktaydı. Diğer yanda ulusalcı sol yaklaşımla hareket eden kesim, cinayetin bir AKP icraatı olduğunun altını çizmekte; AKP’nin TCK’nın 301. maddesini düzenleyerek Dink’in öldürülmesine giden süreci ivmelendirdiğini, AKP’li Bakan Cemil Çiçek’in Hrant’ı hedef gösterdiğini, cinayetin ardından da birkaç piyonu yargı önüne koyarken asıl failleri gizlediğini sıralamaktaydı. Oysa sıralananları aynı tablonun iki parçası gibi birbirine eklemek gerek. Bu sayede Genelkurmay
ve sair kurumlarıyla devleti ve onun bugünkü temsilcisi ve icra edeni AKP’yi, işlevleri çerçevesinde tablodaki yerlerine oturtmak ve tablonun bütününü görebilmek mümkün. Zira burjuvazinin farklı kesimleri arasında yaşanan egemenlik mücadelesi, birinin iktidarı için diğerinin pasifleştirilmesini ve işlevi sona eren unsurların tasfiyesini gerektiriyor. Parababaları arasındaki bu hegemonya mücadelesinde, TSK/Genelkurmay ile AKP arasında bir çatışmanın yaşandığı açıktır. Ancak konu ortak çıkarlara geldiğinde, -tıpkı DTP’nin kapatılmasında, BDP’li belediye başkanlarının ve parti üyelerinin tutuklanmaları ve yargılanmalarında olduğu gibi- uzlaşabildikleri görülmektedir. Yargı ve yargılama süreci de kuşkusuz bundan bağımsız değildir. Sermaye içindeki iktidar mücadelesinde yargı da saf tutmakta, siyasi nitelikteki davalar bu döngüde ele alınmaktadır. Bu nedenle Dink cinayetinin tümüyle aydınlatılması ve adaletin tecelli etmesi, iyimser bir beklentiden öteye geçememektedir. Bu gerçekliği bilenler bu nedenle dört yıldır hep bir ağızdan haykırmaktalar; Adalet Yoksa Barış Da Yok!
11
Þubat 2011
KESK: OLAÐANÜSTÜ KONGREDEN BÝRLÝK VE MÜCADELE DEÐÝL KOLTUKLARI PAYLAÞIM ÇIKTI 2011 Olaðan Kongresinde bu durumdan daha iyi bir sonuç alýnabilmesi, tabaný karar alma süreçlerinde etkili kýlacak araçlarýn yaratýlmasýyla ancak mümkün olabilir. 8–9 Ocak tarihlerinde Ankara’da KESK Olağanüstü Genel Kurul’u yapıldı. Genel Kurul’da MYK’nın raporları aklandı. Demokratik Emek Platformu (DEMEP), Devrimci Kamu Çalışanları (DKÇ), Kamu Emekçileri Cephesi (KEC), Emek Hareketi (EH) ve Sendikal Birlik (SB) gruplarının hazırladığı liste yönetime seçildi. 510 delegeden 273’ü seçimlerde oy kullandı. Oyların 257’si geçerli sayıldı ve liste, geçerli oyların 240’ını aldı. Seçim sonuçlarına göre KESK MYK’sının, bir üye hariç tamamı değişti. Genel Başkan Büro Emekçileri Sendikası (BES) Genel Sekreteri olarak görev yapan Döndü Taka Çınar oldu. KESK’i olağanüstü kurultaya götüren süreç, taciz olayıyla başladı. İddiaların muhatabı Genel Sekreterin istifa etmemesi üzerine, Genel Başkan ve TİS-Hukuk Sekreteri istifa etmişti. MYK bir süre yönetimini eksik üyeyle sürdürdü. İç hukuk süreçleri işletildi. KESK Genel Sekreteri ve Kadın Sekreteri yönetim kurulu üyeliklerini devam ettirerek, görevlerinden istifa ettiler. Bunun üzerine MYK olağanüstü genel kurul yapılmasını kararlaştırdı. Olağanüstü Genel Kurul çağrısı, istifalar sebebiyle örgütün işletilmemesine dayandırıldı; en genel anlamıyla yönetim kurulunun başarısız olması nedeniyle “yönetim kurulunun geri çekilmesi”ni gerçekleştirmek üzere tasarlandı; Genel Kurul gündemine “taciz” olayı alınmadı. Dolayısıyla sürecin bütün siyasi ve hukuki sonuçlarını değerlendirmesi, ortadan kaldırması; sorumlularını cezalandırması, mağdurlarının maddi ve manevi kayıplarını gidermesi görevi, gündem olmadı. Genel Kurul ne olağanüstü süreci yaratan sebepleri sorgulayacak iradeyi yansıtıyordu ne de bu olay üzerinden bir yenilenme ihtiyacını ortaya koyacak ya da başlatacak bir heyecanı. Delegasyonun ruh hali yıllardan beri süre gelen alışkanlıkları, kanıksanmışlığı yansıtıyordu. Delegeler, gerçek kurultayın kapalı kapılar ardında yapıldığını, kendi iradesinin de oraya tabi olduğunun bilincinde gibiydi. Ortamın sakin oluşu demokratik bir olgunluğu değil, yıllardan beri tekrar edilen oyunun yinelenmesinin vermiş olduğu kanıksanmayı, bıkkınlığı ifade ediyordu. Keza, demokratik olgunluk en asgari düzeyde, herkesçe doğru kabul edilen bir sloganın herkesçe tekrar edilmesini ve alkışlanmasını gerektirirdi. Ortak bir heyecan, ortak bir coşku; ortak bir hedef, omuz omuza olmayı, dayanışmayı ifade ederdi. Oysa irili ufaklı her grup, sadece ve sadece kendi sözcüsünü alkışlayarak ve ‘kendi sloganını’
tekrar ederek aslında diğerlerine karşı bir tahammül sorununun da olduğunu ortaya koyuyordu. MYK tarafından hazırlanan açılış konuşması, meselenin (iddiaların) MYK tarafından nasıl görüldüğüne dair en ufak bir ipucu vermeyen; MYK’yı savunan bir konuşmaydı. Daha sonra siyasi eğilimlerin temsilcileri uzun uzun söz alarak ilk konuşmaları yaptılar. Demokratik Emek Hareketi adına Eğitim Sen eski Kadın Sekreteri konuştu ve bu süreçte kadınlar olarak ve grup olarak eksik ve yanlış yaptıklarını kabul etti ve bir özeleştiri verdi. Daha sonra kürsüye gelenler de konuyu yok hükmünde saydılar ve eski eleştirilerini tekrar ettiler. Demokratik Emek Platformu (DEMEP) “taciz” olayında muhatabı olan taraftı. Onlar da başından beri ileri sürdükleri ‘komplo’ yanıtının ardında durmadı. Gerek MYK adına ve gerek KESK Kadın Sekreterliği aracılığı ile yapılan yazılı açıklamalarda; siyasetlerle yapılan görüşmelerde sürdürülen iddia ve tavır kongrede gösterilmedi. Taciz olayının muhatabı olan Genel Sekreter, grup kararı ile salona sokulmadı. Kadın Sekreteri de bir süre sonra salondan ayrıldı. Grup adına kongrede yapılan konuşma özeleştiri içeriyordu. Demokratik Emek Platformu (DEMEP), Genel Sekreterini grup kararıyla geri çekerek, üyesi olan Genel Sekreteri iddia sahiplerine ve genel kurula kar-
BUCA BELEDÝYESÝ TAÞERON ÝÞÇÝLERÝ DE KAZANDI Buca Belediyesinde çalışan temizlik, park ve bahçe işçileri bir süredir taşerona ve sendikasız çalışmaya karşı yürüttükleri mücadeleyi, 4 Kasım 2010 Perşembe günü yaptıkları basın açıklamasıyla halka ve kamuoyuna duyurdular. Bu basın açıklamasının ardından, önce iki işçinin görev yerleri değiştirildi. Ardından, taşeron şirkette çalışan Batıgül Tunç isimli işçi, 23 Kasım günü işten atıldı. Aynı gün, işçiler belediye binası önünde oturma eylemine başladılar. Direnişin ikinci gününde örgütlenme mücadelesine katılan 6 işçinin daha işten atıldığı öğrenildi.
Polis Saldýrýsý Direnişin ilk gününde işçiler ve onları desteklemeye gelenler, polisin ve güvenlikçilerin saldırısına uğradı. İşçile-
12
şı korumuş, diğer yandan tepkisini de göstermiştir.Seçim ittifakları, gruplararası rekabet, grupların diğerine göre pozisyon arayışı, siyasetin, yapısal sorunların, taciz olayının üstünü kapattı. Taciz olayının münferit bir olay olarak değil, yapısal bir bozulmanın, kültürel bir yabancılaşmanın önemli bir göstergesi olarak ele alınması, 4688 sayılı yasanın bu bozulma ve yabancılaşmaya önemli bir etkisinin olduğunun belirlenmesi, KESK’i önümüzdeki dönemde yenileyecek, kuruluş ilkelerine tekrar işlerlik kazandıracak bir dönüşüme işaret edecekti. Ancak olmadı. Alışıla gelen siyaset yapma tarzı, ittifak arayışı, ‘küçük olsun benim olsun’ anlayışı, kadını ve taciz olayını araçsallaştırdı. Olağanüstü genel kurul bu sürecin hukuki sonuçlarından bir kısmını (MYK’nın yenilenmesi gibi) ortadan kaldırmış ama sürecin ortaya çıkmasına yol açan sebeplerin üstünü örtmüştür. Genel Kurul, bu süreci aratacak; başka istenmeyen sonuçların doğmasını önleyecek her hangi bir siyasi ya da hukuki karar da almamıştır. KESK MYK’sı geri çekilmiştir; bu bir özeleştiri olarak algılanabilir; ancak yeni yönetimin oluşma biçimi grupçu vesayetin de devam ettiğini göstermektedir. 2011 Olağan Kongresinde bu durumdan daha iyi bir sonuç alınabilmesi, tabanı karar alma süreçlerinde etkili kılacak araçların yaratılmasıyla ancak mümkün olabilir.
rin kararlı duruşu karşısında polis geri adım attı ve işçiler Belediye önünde direniş çadırı kurdu.
Pazar Yürüyüþleri İşçiler direnişlerine devam ederken, her Pazar günü, Şirinyer’deki pazar yerinden Buca Belediyesine kadar süren yürüyüşler gerçekleştirdiler. İşçiler, aileleri ve onları destekleyenlerin katıldığı yürüyüşlere, demokratik kitle örgütleri de destek verdi.
Mücadele Zaferle Sonuçlandý İşçilerin 56 günlük mücadelesi sonucu, CHP İl Başkanının araya girmesi ile işten atılan 7 işçinin İzmir’in başka belediyelerinde işe alınmaları konusunda anlaşıldı. 10 gün içinde işbaşı yaptırılmamaları halinde yeniden direnişe başlayacaklarını açıklayan işçiler, Belediye önündeki eylemlerine son verdiler.
Þubat 2011
ÝÞYERLERÝNDEN... ÝÞYERLERÝNDEN... ÝÞYERLERÝNDEN... ÝÞYERLERÝNDEN... ÝÞYERLERÝNDEN... ÝÞYERLERÝNDEN... Gýda Erzak ve Ücret Zamlar Nerede? Patron, işçilere yılbaşından önce fabrikada olumlu gelişmeler oluyormuş gibi izlenim veriyordu. Yeni yılda işler daha da yoğun olacakmış, hatta fabrika ek binası inşa edilecekmiş, mesailer kalkacak yerine vardiya sistemi getirilecekmiş, daha fazla işçi alınacakmış, eski fabrikada olmayan her şeyi yeni fabrikada işçiler bulabilecekmiş. İşçiler soğuktan donuyor; mont, kışlık ayakkabı, kışlık tişört, kışlık pantolon, çalıştıkları bölümlere göre elektrikli sobalar vb istiyorlar. Ama bunlar müdüre iletildiği zaman müdür, yeni fabrikada bütün bunlar olacak, diyordu. Aslında fabrika büyürken ve patron fabrikanın yıllık karını gazetelere demeç verirken, işçiler ne kazanacak, mesailer kalkarsa nasıl geçinecek, kirasını nasıl ödeyecek, bunları düşünmüyordu. Tabii bunu da hesap eden birileri yani işçiler vardı ve giderek canları daha çok sıkılıyordu. Çünkü senelerdir düşük ücrete çalışıyorlar, kiralarını ödeyemiyor, mutfak masraflarını kısıyorlardı. Şimdi daha da zorlaşacağını bir müjdeli haber olarak müdürden duyunca kara kara düşünmeye başladılar. İşçilerin bazıları patronu haklı buluyor ve zammı kesebileceğini düşünüyor. Tabi bunu anlamak mümkün değil! Patronun işçiler üzerinde oluşturduğu bu tek taraflı güvenin tamamıyla patronun yararına olduğunu ısrarla biz işçiler olarak görmüyoruz. Hatta bazılarımız patronu haklı buluyor, ama mesaileri kaldıracağını duyunca da, hemen elimizde kâğıt kalem, ay sonunu nasıl getireceğiz diye hesap kitap yapmaya başlıyoruz. İşçiler olarak haklarımıza sahip çıkabilirsek, en azından bırakalım yeni bir hak kazanmayı, elimizdekilerden de olmamaya, onları korumaya çalışabiliriz. Bu da az bir şey değildir. (Bir işçi)
Tekstil Zam Yok, Yalaka Çok İşyerinde uzun zamandır üyeliğe başladık, ama işyerinde tam sayıyı dolduracaktık ki, sendika faaliyetimiz duyulmaya başlandı. Bu arada arkadaşımızın biri, işyerindeki kadın işçilerle konuşup, üye yapmaya karar verdi. Bu arada aralarından biri işyerinin casusu yani işçi diliyle ‘yalaka’ydı. Konuşmayı yapacak arkadaş “o kadın gelirse, diğer kadın işçilerle konuşmaya gitme” dedik. Bu arada işçi arkadaşımıza ne kadar anlattıysak da, dinletemedik. İşçi arkadaşımız o kadın için; “o bizi satmaz” dedi ve konuştu. Konuştuğunun ertesi günü ise işine son verildi ve işimiz daha da zorlaştı. Üye olan arkadaşlara ara vereceğimizi ve üye olduklarını şimdilik unutmalarını söyledik, işçileri sakinleştirdik. Çıkarılan işçi arkadaşımızın, işe iade davasının başladığını ve sendikanın da sahip çıktığını söyledik. Hedefimizi zam ayına odakladık. Üç senedir patron zam vermiyor. Geçen yıllarda krizi bahane ederek, işçi çıkarmak yerine maaşları düşürmeyi teklif etmişti. Bu sefer işçi çıkartmayı tercih ediyor. Ya birlik olacağız ya da işsiz kalacağız!
Tekstil
Hazýrlýklý Olmanýn Önemi Aylar alan görüşmeler sonucunda, çoğunluğu elde edebileceğimize ilişkin bir güvenimiz oluşmuştu. Sendikanın örgütlenme sorumlusuyla son bir görüşme yapmış, hemen ve daha sonra üye olacak iki grubu belirlemiştik. Bu kişilere örgütlenme komitesi karar verdi. İlk grup olarak bir araya geldiğimizde ve üyelik işlemlerini başlatmadan önce bir sorunla karşılaştık. Daha önce hiç görüşmediğimiz ve sendika konusunu açmadığımız bir işçinin de, üye olacak arkadaşıyla birlikte toplantıya geldiğini gördük. Güvenlik nedeniyle toplantıyı iptal edip, başka bir zaman toplanmamız gerekiyordu. Buna rağmen toplantıya gelen işçilerden bu işçiyi ikna edelim eğilimi belirdi ve neden örgütlü olmalıyız, neden sendikalaşmalıyız açıklayan konuşmalar yapıldı. Davetsiz gelen işçi, bu açıklamalara karşın ikna olmadığı gibi, konuşmalarıyla olumsuz bir havanın esmesine neden oldu. Kendisiyle beraber bir grup işçinin de, üyelik kâğıtlarını imzalamadan toplantıdan ayrılması sonucunu yarattı. Kalan işçiler üyelik işlemlerini tamamladılar. Ne yazık ki, olumsuz hava üye olmak isteyen işçiler üzerinde etkili oldu. Üye olmak ve örgütlenme çalışmasına katılmak konusunda tereddütlü olduklarını ifade ettiler. Komite olarak bir değerlendirme yaptık ve aramızda görevlendirmeye gittik. Yeniden işçilerle görüşüp, sendika aleyhine dönen ortamı değiştirmek için harekete geçtik. Çalışmalarımız devam ediyor, umudumuzu koruyoruz. (Bir grup işçi ile görüşme)
Yasadýþý Ýzin Uygulamasý
tacağı söylendiği için tepki sınırlı kalmıştı. Sonradan idare, yasal olarak sigortayı yatıramayacağını ve asgari ücretin üstünde kalan ve elden verilen paranın da ödenmeyeceğini açıkladı. Bir an önce “işi bitirmek” isteyen idareciler, işçilerin yanlarına gelerek okutmadan matbu bir kağıdı imzalattılar. İşyerinin kaşesi ve imzası olmayan bu kağıda göre biz işçiler ücretsiz izin kullanmayı talep ediyoruz ve bu dönemle ilgili olarak ücret ya da başka bir talepte bulunmamayı, patrona taahhüt ediyoruz. Bu yasa dışı uygulama karşısında işçiler arasında bir tepki yükseldi ve bunun sonunu nereye gidileceği konuşuldu. Bu durum karşısında yarım kalan sendikalaşma çalışmasını yeniden başlatabilir miyiz diye bir umut doğdu. Bu konuyu da gündeme getirmeye karar verdik. (Bir grup işçi ile görüşme)
Ýþ Güvencesi Ýçin Hakkýný Ara! İşçi kesiminde “hak aramanın” işten atılmayı hızlandırdığına dair bir inanç var. Buna karşılık “hakkını arayan” işçilerin bazen de tek bir işçinin bile, patron ve yardakçısı olan idareciler karşısında durabildiğini de gördük. Sanıldığının aksine, işyerini yasal mercilere şikâyet etmek, belki işçiyi öne çıkarır ama aynı zamanda onu da patronun tasarrufları (işten çıkarma kötü niyete girebilir) karşısında koruyucu bir durumda yaratabiliyor. Çevremizde hem resmi makamlara şikâyet dilekçesine imza atan, hem de işten haksız yere çıkarılan işçiler lehine mahkeme de tanıklık yapan bazı işçilerin, işten çıkarılamadıklarını gördük. Elbette bu durum gerçek bir iş güvencesine karşılık gelmese de, en azından hakkını arayan işçi kapının önünde kendini bulur, önyargının her zaman doğru olmadığını gösteriyor.
Ocak ayında zammın ne kadar olacağına ilişkin aramızda konuşurken, patrondan bilindik bir uygulamayı dayatmasıyla karşı karşıya kaldık. “Ülkemizdeki mevcut ekonomik koşullar sebebiyle 21 gün üretime ara verileceğini ve ücretsiz izin kullandırılacağını” duyduk. İki yıl öncede dayatılan bu uygulamaya işçilerden açık tepki gelmediği için, patronu pervasızlığı devam ediyor.
İşyerinde sendikalaşma çalışmasını yürüten bir işçi arkadaşımız geçenlerde, “ustasına küfür” ettiği gerekçesiyle haksız bir şekilde işten çıkarılmıştı. İşyerinden çıkmasına karşın, halen sendikalaşma faaliyetine destek bu işçiyi yalnız bırakmadık, hem sendikadan hukuki destek alıyor hem de bir grup çalışan işçi olarak onun lehine mahkemede şahitlik yapacağız. Patrona yaptığının bir bedeli olduğunu ve örgütlü hareket etiğimizi göstereceğiz.
İşçiye ilk olarak sigortanın izin süresinde ya-
(Bir grup işçi ile görüşme)
13
Þubat 2011
Deri, Kundura ve Tekstil Ýþçileri Derneði Kurucusu Erdal Zorlu1 Ýle Röportaj
‘SENDÝKALAR GÖREVLERÝNÝ YAPMIYORSA ÝÞÇÝLER DERNEKLERDE ÖRGÜTLENECEKTÝR’
“
açısından bu böyle. Aslında 1992’de DİSK’in faaliyete geçmesiyle birlikte DİSK Deri-İş’in kuruluş sürecine omuz verenlerin önemli bir bölümü bu derneğin bugünkü üyeleri oldu. Deri-İş zorluklarla kurulan bir sendika oldu. Deri işçileri örgütlenmek için, toplantı için DİSK’te oda bile bulamadılar. Çorlu’da deri fabrikaları örgütlenip eyleme geçmişken, DİSK yöneticileri milletvekilleriyle balo düzenliyordu. İşçiler direnişte para bulamıyordu onlar balolarda geziyordu. DİSK yöneticileri (Rıdvan Budak ekibi) Deri-İş’in örgütlenmesine izin vermedi. Deri-İş, DİSK içinde bir devrimci gelenek çünkü. Bu geleneğin zemini deri işçileri ve DİSK deri işçileri arasında kurulacak bir sendikayı istemedi. O zaman istenmediler bugün de istemeyeceklerdir. Türk-İş zaten farklı değil. Dernek yöneticilerimiz mücadele içinde tanınmış işçiler ve dernek başkanımız uzun süredir “mim”lendiği için iş bulamıyor. İşverenler iş başvurusu yapıldığında sorar: “Kim geldi?”, “Uğur”. “Hangi Uğur?”, “kızıl Uğur”! “İşe almayın!”, derler. Amacınız nedir? İşçilerin birlikte, sınıf mücadelesi içinde yer alması için mücadele ediyoruz. En temel insani koşullar için, sosyal hakların kazanılması için, iş yasalarında temel hakların uygulanması için mücadele ediyoruz. İşyerlerini ayırmıyoruz. İlişki kurabildiğimiz her yerle, büyük küçük ayırmadan ilişki kurmaya çalışıyoruz. Son dönemde hangi mücadeleler içinde yer aldınız? Basına yansıdı. Derneğin henüz resmiyet kazanmadığı bir dönemde, dernek çevresinin içinde yer aldığı bir deneyim yaşadık. Merter’de Texim triko işçilerinin örgütlenme ve hak arama mücadelelerine destek olduk. Burada sendikalaşma çalışması devam ediyor. Sendikalaşma olanağı varsa, sendikalaşma çalışmasından da çekinmiyoruz. Gündelikçi işçilerden 600 işçi var; kadrolu ise 400 işçi bulunuyor. Texim’de 2007 yıllarında farklı devrimci grupların sendikalaşma girişimleri olmuş ve başarılı olmamıştı. Belirli bir birikim zaten vardı. Mücadelelerden sonra işyerine giren bir işçi arkadaş, işçilerin işten çıkmak üzere farklı sendikalara üye olduklarını gördü. Bağımsız Tekstil İşçileri Sendikası’na (BATİS) işçilerin akşamları teker teker üye olduklarını, sabah üye formlarıyla işyerinde işçileri üye yapmaya çalışıp, işten atıldıklarını tespit ettik. Bunu fark edince, bu gidişi olumlu noktaya çevirmek istedik. Hem sendikalaşmayı sağlamak hem de sendika imajının itibarsızlaştırılmasını önlemek istiyorduk. İşverenin tutumuna karşı duran; örneğin 12 saat çalışmasına tek başına itiraz ediyor ve fazla mesaiye
“
Neden bir dernek kurma ihtiyacı duydunuz? Bugünkü sendikaların içinde bulunduğu yapı, işçiler için güvensizlik nedeni. İşçilerin güveni sendikalara azalmış durumda. İkincisi, sendikalar mücadele etmek isteyen işçileri yanlarına çekerek sendikaları büyütmekten yana değil. Görüyoruz ki, mücadeleyi ilerletmek isteyen her işçi sendika yöneticileri tarafından suçlanıyor, tehdit ediliyor. Bu bakımdan sendikalar arasında bir fark kalmadı. Üçüncüsü, işçilerin örgütlü olmaya ihtiyacı var. Bunu, güvenmedikleri ve istenmedikleri bir yerde nasıl yapabilirler? Derneklerin bu zeminde ortaya çıktıkları kanaatindeyim. İşçilerin örgütlenme ihtiyacını karşılayacak geçici bir örgütlenme biçimi. Dernekler sendikalara alternatif değil ama işçilerin örgütlü olmasını sağlayarak sendikalara tabandan itici güç oluşturabilecek bir örgütlenme. Derneğinizin deri, kundura ve tekstil işçileri arasında bir birikimi, deneyimi var mı? Mazisi olan bir dernek bu. 1987’lerde ilk deneyimini yaşadı ve 1990’ların başında DİSK Deri-İş Sendikasının kuruluşuyla birlikte faaliyetlerine ara verdi. Beyoğlu, Kumkapı, Beyazıt (Mercan) kundura işçilerinin, ustalarının büyük mücadelelerinde yer alan, imza atan işçiler bu derneği oluşturuyorlar. Derneğin kurucusu arkadaşlar işkollarında çalışmaya devam eden deneyimli işçiler. Kazlıçeşme’de, Tuzla’da çalışan işçiler dernek kurucusu. Önemli bir bölümü de DİSK Deri İş geleneğinden geliyor. Bahar eylemlerine katılan işçiler de var. Örgütlenmenin çok zor olduğu üç sektörde örgütlenmeyi amaçlıyoruz: Deri, Kundura ve Tekstil. Önemli bir bölümü atölye biçiminde çalışan işyerlerindeki işçiler bunlar. Sendikaların ulaşmadığı işyerlerine ulaşmayı hedefliyoruz. Bu üç sektör çok geniş bir alanı kapsıyor. Tekstil deyince örmeden dokumaya, hazır giyime; tüm tekstil sektörünü ifade ediyoruz. Deri konfeksiyon da dahil. Kundura derken, bağcık üretenlerden taban üretenlere kadar geniş bir alana yayılıyor. Nitekim 3 Temmuz’da, dernekle ilgili yaptığımız salon toplantısı ilgi gördü ve 31 Aralık’ta resmi olarak derneğimiz kuruldu. Teknik bir aksaklık olmazsa 26 Mart’ta da bir dayanışma gecesi düzenleyerek kendimizi ifade etmenin olanağını bulacağız. Türk-İş olmazsa DİSK yok mu? DİSK Deriİş’te örgütlenemez misiniz? Yeniden DİSK Deriİş’i kurulamaz mı? Geçmişte yaşanan olumsuz deneyimler bu sendikaların içinde çalışma olanağını ortadan kaldırmış bulunuyor. En azından bu dernek etrafındaki ileri işçiler
Dernekler sendikalara alternatif deðil ama iþçilerin örgütlü olmasýný saðlayarak sendikalara tabandan itici güç oluþturabilecek bir örgütlenme.
14
kalmıyordu. İyi bir ustaydı ve işveren işten atamıyordu. Bu arkadaşın örgütlenme fikrine ikna edilmesi süreci terse çevirdi. Bir bölüm işçi de DİSK’e üye oldu. BATİS sendikalaşmak isteyenleri DİSK’e yöneltiyordu, işten çıkmak isteyenleri bünyesinde tutuyordu. DİSK’e üye olanlar ise, bir gün sonra işten atılıyordu. Çok karmaşık bir süreç sonunda 70–80 işçi bu karışıklıkta işten atıldı. Sürecin toparlanarak çalışma koşullarının 12 saatten 8 saate düşürülmesi bu karışıklığın aşılmasından sonra mümkün oldu. Triko işçileri arasında Texim olumlu bir deneyim olarak görülüyor ve bu olumlu deneyimin esasını çalışma saatlerinin düşürülmesi sağladı. Özkan Kundura ve Yeşil Kundura işçilerinin de sorunlarını paylaştık ve mücadelelerine yardım ettik. Özkan Kundura’da sendika var. Türk-İş’e bağlı Deri-İş sendikası. Bayrampaşa ve Tuzla’da fabrikaları olan bir firma. İşveren işyeri temsilcilerini işten atıyor, işçiler bu atılmalara müdahale etmek istiyor. Ancak sendika buna sessiz kalıyor. Atılan temsilciler derneğimizle ilişki kurup destek istediler. Temsilciler atıldıktan sonra yeni temsilci seçileceği yerde, sendika tepeden temsilci atıyor. Bu durumda işçiler arasında sendikaya güvensizlik oluşuyor. İşçiler sendika üyeliğine paralel olarak derneğe de üye olup, dayanışma aidatı ödeyip, örgütlenmek istediklerini açıkladılar. Yeşil Kundura’da ise işten çıkarmalar var. İşçiler önce sendikaya gidiyorlar tabii. Atılan kadın işçiler durumlarını anlatıyorlar ve sendika da işverenle görüşüp işçileri işe aldıracağını söylüyor. Ancak işbaşı yaptırılmayınca, dernekle ilişki kurup, sendikalarının verdiği sözü tutmadığını söylüyorlar. Bizden sendikayı sıkıştırmamızı istediler. Sendika işin içindeyken, müdahale etmeyeceğimizi söyledik. İşçilere destek vereceğimizi söyledik. Bu örnekler de gösteriyor ki, derneğimiz işkolunda tanınan işçilerin girişimiyle oluşturulmuştur ve mücadelelerle teması; işçilerle bağı vardır. Bu durumda sendika-dernek ilişkisini nasıl kuracaksınız? Dışarıdan bakıldığında bir çatışma alanı var ve buna sonradan kurulduğu için dernekler yol açıyor gibi algılanıyor. Oysa dernekler sendikaların yetersiz kalışı, sözlerinde durmamalarından, görevlerini yerine getirmemiş olmalarından dolayı ortaya çıkıyor. Derneğimiz, sendikanın alanına müdahale etmiyor. Buna çok özen gösteriyoruz. Ama onlar bizi rakip görüyor. Çünkü işçiler bize yöneliyor. Nitekim Temmuz ayında panel duyurusu yaptığımız andan itibaren sendikal çevrelerden bize yönelik baskılar gelişti. Niçin dernek kurduğumuz sorgulandı. Bu dernek nereden çıktı, diye sordular ve yıllardır aranmayan işçiler bu girişimimizin üzerine sendikacıların ilgi alanına girdi; görüşme talepleri arttı. Son olarak ne söylemek istersin? 26 Mart’ta Güngören’de bir Dayanışma Gecesi örgütlüyoruz. Duyurusunu önümüzdeki günlerde yapacağız. Sınıf mücadelesine işçilerin örgütlü katılmasını sağlamak için oluşturduğumuz derneğimizin, işçi kamuoyundan da destek göreceğine inanıyoruz. 1
Erdal Zorlu, 15 yıllık tekstil işçisi. Derneğin kurucusu ve aktivistlerinden.
Þubat 2011
ÝZMÝR BÜYÜKÞEHÝR BELEDÝYESÝ TAÞERON ÝÞÇÝLERÝ
MÜCADELE ETTÝLER, KAZANDILAR! Taþeron iþçilerinin sürekli iþ talebi mücadelesinin baþarýyla sonuçlanmasý, CHP’nin seçim politikalarýna mal edilemeyeceði gibi, Ýzmir Büyükþehir Belediyesi’nin emekten yana tutumundan kaynaklandýðý iddia edilerek, iþçilerin geçmiþteki mücadelesi küçültülemez. Bir süredir İzmir Büyükşehir Belediyesinin ilân tahtalarında, “Taşerona Dayalı Çalışma Düzenini Kaldırıyoruz”, “Emek Dostu Belediye” ilanlarıyla, 2500 taşeron işçisinin Belediye şirketi İZENERJİ’ye alındığı ilan ediliyor. Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu’nun işçilerle birlikte yemek yerken çekilen fotoğrafıyla birlikte, CHP’nin seçim çalışmaları ardı ardına sıralanıyor. Ancak gerçekten İzmir Büyükşehir Belediyesi işçilere kucak mı açıyor, yoksa bu sonuç işçilerin büyük ve zorlu mücadelelerinin eseri mi?
2008’den Bu Yana Taþeron Ýþçileri Mücadelesi İzmir Büyükşehir Belediyesi, Tarım, Park ve Bahçeler Dairesi Başkanlığı bünyesinde, parkların yapımı ve bakımı işinde, iki taşeron şirkete bağlı olarak toplam 1200 işçi çalıştırılmaktaydı. Bu işçiler yapılan bir yıllık ihaleler sonucu, belirli süreli iş sözleşmeleri ile istihdam ediliyor ve sürekli bir sonraki yıl işsiz kalma korkusuyla yaşıyorlardı. Taşeron işçileri, sürekli iş talebiyle, 2008 yılının Kasım ayı başında örgütlenmeye başladılar. 2009 Mart ayında belediye seçimleri yapılacak olmasının ortaya çıkardığı uygun ortam ve biraz da Belediye Başkanının yeşil ışık yakması ile iş bırakma ve kitlesel basın açıklaması yapıldı. Basın açıklamasının içeriği, Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu’nu yüceltir ve yeniden aday olmasını destekler nitelikteydi. Görüşmelerde, işçilerin taleplerinin karşılanacağı yönünde pembe tablo çizen belediye başkanı, adaylığı büyük oranda kesinleşince, tavır değiştirdi. Kendilerine verilen sözlerin tutulmadığını gören işçiler, mücadeleye devam etme konusunda hem fikirdi. Ancak yapılan eylemin biçimi konusunda farklı görüşler vardı. Birinci görüş, iş bırakma ve ardından kitlesel basın açıklaması yapılması iken, diğer bir görüş, her gün iş çıkışlarında Büyükşehir Belediyesinin önünde tüm işçilerin katılımıyla bir saatlik oturma eylemi ile sürekli iş talebinin dile getirilmesini savunuyordu. Büyükşehir Belediye başkanlığı için yeniden aday olan bir belediye başkanının, tam da seçim ortamında, sürekli ve kitleselliği olan bir eylem karşısında duyarsız
kalması zordu. Bu iki öneri üzerine olan tartışmalarda iş bırakma önerisi öne çıktı. Ancak 1000 işçinin katılımıyla başlayan iş bırakma eylemleri idare ve posta başların baskı ve olumsuz propagandaları ile giderek zayıfladı ve hiçbir olumlu sonuç alınamadan bitti. Sürekli iş talebi mücadelesi de, Belediye Başkanının, 2010 yılı yaz aylarında yaptığı, taşeronu kaldıracağı yönündeki açıklamalarına kadar rafa kalktı. Ancak, bu sürede işçiler arasında örgütlenme çalışmaları devam etti. İzmir’deki parklar 12 bölgeden oluşmaktadır. Her bölgede, işçilerin iradesiyle, 6–7 kişilik bir komite ve bu komitelerin koordinasyonunu sağlamak üzere, bir üst komite oluşturuldu. 2010 1 Mayısında, örgütlü taşeron işçileri, 1100 kişilik bir kitleyle, DİSK kortejinin arkasında yürüyerek hangi sendikada bulunmak istediklerini açıkça gösterdiler. Ardından, 26 Mayıs Taşeronlaşmaya ve 4/C ye karşı genel direniş eylemine de toplu katılım gösterdiler. Burada, Disk’e bağlı Genel İş Sendikası 3 nolu şubenin politikalarına da değinmek gerekiyor. Şimdi işçilerin işe alındıkları İzenerji’de örgütlü olan sendika, işçilerin 2008 den bu yana süren örgütlenme çabasına, Belediye Başkanı’nın açıklamasına kadar, hiçbir katkı sağlamadı. Ancak işçilerin belediye şirketine dâhil edileceği açıklandıktan sonra, Cafer Konca yönetimindeki şubenin örgütlenmeye dönük faaliyet başlattığı söylenebilir. Yani mücadelenin ateşli günlerinde ve işçilerin başarısızlık ile yüzleştiği günlerde yanlarında olmayan sendika, ancak iş sözü alındıktan sonra kendileriyle ilgilenmeye başladı.
Kent A.Þ. Ýþçileri Mücadelesi İzmir’de yükselen taşeron işçileri mücadelesinin yanı sıra, eş zamanlı olarak gerçekleşen Karşıyaka Belediyesi şirketi Kent A.Ş işçilerinin mücadelesi de işçilere önemli moral ve deneyim kazandırdı. 30 Nisan 2009 da Karşıyaka Belediye’sinin iştiraki Kent A.Ş. de çalışırken, Belediyenin sınırlarındaki değişiklik sebep gösterilerek, işten atılan 276 sendikalı işçinin mücadelesi de zaferle sonuçlandı. Olayları yeniden hatırlamakta fayda var. Yerel Seçimlere kadar Disk/Genel İş Sendikasında örgütlü 690 işçinin çalıştı-
ğı Kent A.Ş. de, Belediyenin bölünmesi ile 276 işçinin iş sözleşmesi feshedildi. Belediyenin sınırlarının küçülmesi ve bu kadar işçiye ihtiyaç olmayacağı bahanesini ileri süren CHP’li Karşıyaka Belediye Başkanı Cevat Durak, işçileri kapının ününe koyduktan hemen sonra temizlik ihalesini ALTAŞ isimli firmaya verdi. Belediyenin bu tavrı, esas niyetin sendikalı işçilerden kurtulmak olduğunu çok net bir biçimde gösterdi. Mücadele 1 Mayıs günü işgal eylemiyle başladı. Örnekköy’deki merkez şantiyeyi işgal eden işçiler, iş makinelerinin ve çöp toplama kamyonlarının çalışmasını engellediler. Böylece ihaleyi alan taşeron firma, şantiyeyi ve iş makinelerini kullanamayıp, dışarıdan araç kiralamak zorunda kaldı. Şantiye direnişi polis zoruyla kırılmaya çalışıldı, sökmedi. 600 çevik kuvvet polisinin saldırısı sonucu, şantiyeden bazı çöp kamyonları çıkarıldı. Polis saldırısı sonucu 4 işçi yaralandı. Ancak hem şantiyede hem de belediye binasının önünde direniş çadırları ile mücadele devam etti. Yapılan basın açıklamaları ve eylemler, 26 Mayısta gerçekleştirilen kitlesel miting ve yürüyüş ile zirve yaptı. Karşıyaka, Anayasa Meydanında başlayan yürüyüş, Belediye binasına kadar sürdü. Meydan, 4000 kişiden fazla işçi ve destek için gelenler ile doluydu. İzmir’de süren direniş devam ederken, Kent A.Ş. işçileri Ankara’ya doğru yola çıktılar. 32 gün süren bir yürüyüş ile Ankara’ya varan işçiler, 17 Ekim’de Abdi İpekçi Parkında çadır kurarak, direnişlerine burada da devam ettiler. 3 Eylül gününe kadar devam eden direniş sırasında, işçiler, faşist saldırılara da cesurca göğüs gerdiler. Bu arada, sürdürmekte oldukları hukuk mücadelesini de kazanan işçiler, tazminatlarını aldılar. Kent A.Ş işçileri, sürdürdükleri uzun soluklu ve çok yönlü mücadele sayesinde hem tazminatlarını aldılar hem de taşeron işçilerinin belediye şirketlerine bağlı olarak çalıştırılması uygulamasının bir parçası olarak, İzenerji şirketinde işbaşı yaptılar.
Sonuç Yerine Şimdilerde işçi dostu olarak imaj yenileyen İzmir Büyükşehir Belediyesi ve CHP’li başkanları bir gerçeğin üstünü örtmeye çalışıyorlar. İşçiler, hem taşeron işçileri hem de Kent A.Ş. gibi belediye işçileri, bu kazanımı kendi mücadeleleriyle, alınlarının teriyle elde ettiler. O zaman yanlarında ne “işçi dostu(!)” belediye başkanları ne de sendikacılar vardı. Kendi örgütlülükleriyle ve kimi zaman yenilgi yaşayıp geri çekilseler de, mücadeleye devam eden kararlılıklarıyla bugünkü sonucu elde ettiler. İzmir Belediyesi, taşeron şirketlerinde çalışan 2500 işçinin Belediyenin iştiraki olan ve hâlihazırda sendikanın imzalamış olduğu bir toplu iş sözleşmesinin yürürlükte bulunduğu, İzenerji’ye alınacağını duyurdu. Ocak ayından itibaren işçilerin işe alımları ve sendika üyelikleri işlemleri yapılmaya başlandı. Sendikanın toplu iş sözleşmesi görüşmeleri ise devam ediyor. Parklar ve Bahçelerde çalışan taşeron işçilerinin ve Kent A.Ş. işçilerinin mücadelesi diğer taşeron işçilerinin de önünü açmıştır. Taşeron işçilerinin sürekli iş talebi mücadelesinin başarıyla sonuçlanması, CHP’nin seçim politikalarına mal edilemeyeceği gibi, İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin emekten yana tutumundan kaynaklandığı iddia edilerek, işçilerin geçmişteki mücadelesi küçültülemez.
15
TEKEL ÝÞÇÝLERÝ BUGÜN NE YAPIYOR? 4C maðduru TEKEL iþçileri olarak bütün illerde ortak komisyonlar oluþturmalý, yaþadýðýmýz sorunlara, dayatmalara ve kölece çalýþma koþullarýna karþý örgütlü çözümler üretmeliyiz. 2.TEKEL direnişinin basın açıklamalarını okumasıyla tanıdığımız Arzu Güneş, Ege Üniversitesi Hukuk Müşavirliği’nde işe başladı. “15 Ocak tarihinde ilk maaşlarımızı alınca 4 C’liler olarak bir kez daha şok olduk” diyen Arzu, maaş değil kırıntı kabilinden ellerine geçen para karşısında “bütün 4 C’li TEKEL işçileri kara kara düşünmeye başladılar” diyor. “TEKEL işçilerine, gittikleri kamu kuruluşlarında özel muamele yapılıyor, baskı ve angaryalarla sindirilmeye çalışılıyor” diyen Arzu, TEKEL işçilerinden Ayşe Oruk Güneş’i örnek göstererek; “kendisi lise mezunu ve Buca SSK Hastanesi’nde hastabakıcı olarak iş verdiler. Paspas, temizlik ve hasta alt bakımı gibi işlere itiliyor. İtiraz edince de Başhekim tarafından ‘işine gelirse, mecbursun’ gibi söylemlerle adeta tehdit ediliyor. Epeyce bir uğraş sonrasında idari büroya aldılar” sözleriyle durumu açıklıyor. Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi Muhasebesi’nde işe başladığı için “şanslı” sayılan 2. TEKEL direnişçilerinden Özlem Elif Yağcı’nın anlattıkları da farklı değil, “benim bulunduğum yer sıkıntılı değil, asıl sıkıntı 4 C’li olma konumumuzda, aldığımız paranın miktarı bir yana, her sözleşme başı da para kesintisi uyguluyorlar” diyor. Mustafa Altın ise bir ana okulunda çalışıyor ve hala iş başı yapmayan arkadaşlarına dikkat çekiyor ve “4 C’liler olarak sendikal örgütlülük üzerinde duruyoruz, 11 ay sonra ne olacağımız belli değil” diye ekliyor. Direnişçilerden Halil Acar ise
“şanslı” olmayanlardan. Mersin Necdet Ülgen İlköğretim Okulu evrak kayıt bölümünde “ayak işlerine” bakıyor. Üniversiteden terk bir lise mezunu. “23 yıllık işçiyim ve emekliliğime az kaldı” diyen Halil, “bize ikinci sınıf muamele yapılıyor” diyerek kızgınlığını belirtiyor. “Türk Eğitim-Sen burada örgütlü, Eğitim-Sen’in ise bizimle ilgilendiği söylenemez. Mayıs’ta emekli olacağım ve dişlerimi sıkıyorum” diyerek, işyerinde dayatılan angaryalara isyan ediyor. Metin Arslan ise Kadıköy Adliyesi’nde tozlu dosyalar arasında aynı sorunları bir “hizmetli” olarak yaşıyor; “sözleşme adı altında değişen oranlarda para kesintisi yapılıyor, ne işçi ne memur olduğumuz belli ve ‘geçici işçi’ muamelesi görüyoruz” diyen Metin, “4 C mağduru TEKEL işçileri olarak bütün illerde ortak komisyonlar oluşturmalı, yaşadığımız sorunlara, dayatmalara ve kölece çalışma koşullarına karşı örgütlü çözümler üretmeliyiz” diyor. Salih İnceağaç ise, Ankara’da katmerli bir ayrımcılıkla karşı karşıya. Salih, “özürlü” olduğu için işbaşı yapma hakkını kullanamayanlardan. “Tüm çabalarımıza karşın ben ve TEKEL işçilerinden Ferit Demir arkadaşım hala bir sonuca ulaşamadık. Hukuk mücadelemiz sürüyor, avukat arkadaşlar uğraşıyorlar. Yakında basın açıklaması yoluyla sorunlarımızı dile getireceğiz” diyor. Ankara’da 2. TEKEL direnişçilerinden Hüseyin Bozkurt gibi, bireysel tepkiyle “4 C’li olmayacağım, çalışmayacağım” diyenler de var.
2. TEKEL DÝRENÝÞÝNÝN ÝZÝNDEN 4 Ekim 2010’da TEKEL işçileri Tekgıda-İş Sendikası’nın önüne geldiklerinde; “4 C’ye karşı mücadele etmeyi bırakan sendikamızı harekete geçireceğiz” diyorlardı. Sendika Genel Başkanı Mustafa Türkel ise artık hiçbir surette TEKEL ve 4 C’ye dair eylemlilik istemiyor ve yargı kararını bekleyin demekle yetiniyordu. Dolayısıyla, TEKEL işçilerinin mücadeleyi yeniden ateşleyebilme ihtimaline ve 4 C’ye karşı eylem kararına sert bir karşı duruş sergilemeyi seçti. Türkel, “burası dingonun ahırı değil, her kafasına esen TEKEL işçisiyim diyerek sendikanın kapısına gelemez. Onlar TEKEL işçisi bile değiller. Provokatörler, sapıklar” diyerek hakaret ve küfür ediyordu. Bu gelişmeleri yakından takip eden TEKEL işçileri, kendilerine karşı geliştirilebilmesi muhtemel müdahaleleri tartışmış ve kararlar almıştı. TEKEL işçileri, Sendika Genel Merkezi önüne geldiklerinde, tıpkı daha öncesinde Türk-İş Genel Merkezi önünde olduğu gibi, polis barikatları ile karşılandılar. İçeri alınmadılar ve görüşme talepleri sendika yönetimince reddedildi. Sendika binasının içi ve bahçesi polis kuşatması altındaydı. Sivil polis ordusunun yanı sıra, çevik kuvvet otobüsleri ve TOMA adı verilen zırhlı müdahale araçları hazır bekliyordu. TEKEL işçileri ironi içinde, “burası işçilerin sendikası mı, yoksa Tekgıda-İş Emniyet Müdürlüğü mü?” diye soruyorlardı. İşte bu tablo, 2. TEKEL direnişinin de zeminini oluşturdu. TEKEL işçilerinin, AKP’nin korkulu rüyasına dönüşen ve iktidarını sarsan Ankara direnişi 78 gün sürmüştü. 78 gün sonra sendikaları tarafından direnişin bitirilmesi ve çadırların söktürülmesi, 2. TEKEL direnişinin de verili zeminini hazırlamıştı. Bu süre içinde Tekgıda-İş Sendikası ve Genel Başkanı Mustafa Türkel, ne verdikleri eylem sözlerinin ve takvimlerinin arkasında durdular, ne de eylem için sokağa çıkan TEKEL işçilerini destekleyen bir tavır içinde oldular. Tam tersine, engelleyici bir tavır içindeydiler. Bu tutumları nedeniyle de TEKEL işçileri kendi sendika yöneticilerini işbirlikçilik ve ihanetle suçladılar. Mücadelelerinin arka planını besleyen bu olgularla Sendika Genel Merkezi önünde başlatılan 2. TEKEL direnişi de 78 gün sürdü ve 20 Aralık’ta sona erdi. 2. TEKEL direnişini ve ona uzanan mücadele sürecini değerlendirirken, sınıfın hafızasındaki önemine de dikkat çekmek gerekiyor. İşçi sınıfının pası olan sendika bürokrasisi ve bu sendikal sistemin başına çöreklenen sendika ağaları işçilerin kaderi değildir. Bu pası eritip atacak olan sınıf mücadelesinin ateşi olacaktır. Bu temelde geliştirilecek olan mücadelenin hedefleri arasında; mevcut sendikal sistemin parçalanması, söz, yetki, ve kararın işçilere ait olduğu işçi meclislerine dayanan, şeffaf ve denetime açık, seçilenlerin geri çağrılabildiği ve yöneticilerinin işçi maaşından yüksek bir maaşa sahip olmadığı, işçilerin öz-örgütlenmesi olan bir sendikal anlayış hakim kılınmak zorundadır. Ancak bu anlayışla işçiler pasif bir sendika üyesi olmaktan çıkartılıp, sınıf bilinçli işçiler olarak mücadelenin öznesi kılınabilirler. 2. TEKEL direnişinin, sendika bürokratlarını ve onlarla çıkar birlikteliği yapanları korkutan dersleri işçi sınıfının hafızasındaki haklı yerini mutlaka alacaktır.
İşçilerin Kurtuluşu Kendi Eseri Olacaktır İşçilerin Sesi - Aylık Süreli Siyasi Yayın Tarih: Şubat 2011 Sayı: 1 Baskı: Yön Matbaacılık Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi B Blok No: 366 Topkapı-İstanbul Tel: 0212 544 66 34 Sahibi ve Yazıişleri Sorumlusu: Canan Mengüloğul (İS Yayınevi) Adres: Necatibey Cad. Başcerrah Sok. No: 6/1-2 Karaköy-istanbul E-mail: iscilerinsesi@gmail.com