İşçilerin Sesi Kasım 2011

Page 1

Sayý: 10 Kasım 2011

ISSN: 2146-2151 1,5 TL

DEVLET DEPREMİN ALTINDA KALDI

IRKÇILIĞA VE ‘TİMSAH GÖZYAŞLARINA’ HAYIR!

Kurtuluş Yok Tek Başına, Ya Hep Beraber Ya Hiç Birimiz!

2

“Wall Street’i İşgal Edin!” - Devrimci Eylem İçin Örgütlenin!

9

Irkçılığın Fay Hattı Van Depreminde Kırıldı

3

Dişhekimleri Odası Direnişi Kazanımla Sonuçlandı

11

Halkların Demokratik Kongresi Yola Çıktı: Kongrenin Artıları ve Eksiklikleri…

4

Bedaş Direnişçileri: AKP Taşeron Sistemini Sürdürmekte Israrlı

12

Ne Yas Biter Ne de İsyan!

5

Plaza Eylem Platformu’nun Deneyim Paylaşımı

14

“Sözleşmeli Öğretmen” Anayasa’ya Aykırı Değildir!

7

1917 Ekim Devriminin 94.Yılında - “Cesaret Ettiler” ve “Tek Ülkede Sosyalizm”

16


İşçilerin Sesi

EKONOMİK KRİZ, AKP’NİN KÜRT SAVAŞI VE VAN DEPREMİ: KURTULUŞ YOK TEK BAŞINA, YA HEP BERABER YA HİÇ BİRİMİZ! Ekonomik krize dair belirtiler giderek daha çok kendini gösteriyor. Doğal Gaz ve elektriğe gelen zam, benzin ve ürünlerine de geldi. Satın alma gücünün gerileyişi yetmezmiş gibi, kar eden şirketlerde bile işten çıkarmalar sürüyor. Bank Positiv’de olduğu gibi 600 çalışandan 300’ü işten çıkartıldı ve sus payı olarak bir-iki maaş fazla tazminat ödendi. THY’den ise verimlilik bahane edilerek, bu yıl içinde işten çıkartılan işçi sayısı 2 bini geçti. Yeni işçi alınsa bile, düşük ücretle ve sözleşmeli olarak işbaşı yaptırılıyor.

Yeni iş alanı açmak ve mevcut işleri çalışanlar arasında paylaştırmak yerine, işçilerin çalışma saatlerini uzatmaya kalkıyorlar. Sömürüyü artırmanın en çıplak ve barbar yolunu seçiyorlar. Hem işsizler, iş bulamadan sefalete sürüklenecek hem de çalışanlar mecalsiz kalana kadar çalışıp ancak karın doyuracak kadar bir ücret sahibi olabilecek! Milli Eğitim Bakanı “kaynak yok” diyerek 100 bin öğretmeni, kadrolu öğretmenlerin yarı ücretiyle çalıştırmaya onay veriyor. AKP hükümeti, basını da yönlendirerek işçi sınıfının, emekçilerin haklarına saldırmayı sürdürüyor. Emekçilerin çalışma yaşamında kural haline getirilen güvencesiz çalışma, düşük ücretler ve işten atılma tehdidi, emekçiler için örgütsüz ve sendikasız çalışmanın zeminini oluşturuyor. Uzun çalışma saatleri, işsizliği artırıyor ve işsizlik de ağır bir tehdit unsuru olarak işçi sınıfının harekete geçme iradesini zayıflatıyor. İşçilerin kendi aralarında oluşturdukları birliğin ifadesi olan sendika yönetimleri ise, hükümet ve sermayeyle işbirliği içinde, yalnızca koltuklarının çıkarlarını ve yeniden bu koltuklara seçilmenin derdinde.

İşçi sınıfının “sahipsiz” görünmesinin bir başka nedeni ise, AKP hükümetinin yürüttüğü Kürt savaşı. AKP, bu savaşı kazanmak üzere ırkçı-gerici-milliyetçi siyasal bir ortam yaratmakta ve emekçi sınıfları bölmeye çalışmaktadır. Hükümet, Kürt halkının meclise gönderdiği vekillerini boşa düşürüyor, kültürel ve ulusal taleplerindeki ısrarına karşılık “terörist” muamelesi yapıyor. 30 yıldır devam eden savaş ortamı, Çukurca ve Kazan Vadisi karşılıklı muharebelerinde ortaya çıkan tablo, ölüm sayılarının karşılaştırılması, egemen sınıfların “intikam” çağırılarıyla tam bir felakete dönüşme eğiliminde. Van Depreminin ertesinde topluma pompalanan nefret duygusu, apaçık bir şekilde toplumdaki ayrışmayı somut bir biçimde gösterdi. Yardımların Van’a ulaştırılmasından dağıtımı sırasındaki partizanlığa kadar bir dizi örnek gösteriyor ki, AKP’nin Kürt savaşı, halkı savaş terimleriyle saflaştırmaya yöneliktir.

Emekçi kitleler, son üç yılı düşük ücretlerini bir parça da olsa artırabilmek için yoğun mesailerle geçiriyor. Haftalık çalışma saatlerinin ortalama 55-60’ı bulduğuna tanık oluyoruz. Bu yetmezmiş gibi, daha da çok çalışmamız gerekir, diyen Enerji Bakanı Taner Yıldız, mesaiyi sabah 6-7 civarında başlatmak ve böylece günlük çalışma süresini 14-16 saate çıkartmak; cumartesiyi de çalışma günlerine dahil etmenin hazırlığını yapıyor. Bir yandan da kıdem tazminatı hakkı ortadan kaldırılmaya çalışılıyor.

Kürt ve Türk emekçileri egemen sınıfların bu çabalarını boşa çıkarmalıdır. Emekçiler sömürüye karşı ortak çıkar bağlarına sahiptir ve bu zeminden başlayarak, askeri operasyonların durdurulması, Kürt halkına haklarının tanınması, kimlik, dil ve kül-

Kürt ve Türk emekçileri egemen sınıfların çabalarını boşa çıkarmalıdır. Emekçiler sömürüye karşı ortak çıkar bağlarına sahiptir ve bu zeminden başlayarak, askeri operasyonların durdurulması, Kürt halkına haklarının tanınması, kimlik, dil ve kültür taleplerinin karşılanması savunulmalıdır.

2

tür taleplerinin karşılanması savunulmalıdır. Kürtler de, Türklerin sahip olduğu haklara sahip olmalıdır. AKP hükümeti, gelmekte olan kriz karşısında sendelememek, diğer ülkelerin içine düştüğü bocalama halini yaşamamak için emekçi sınıfları, Kürt ve Türk olarak bölmek istiyor. Büyük sermayenin arzu ettiği siyasi istikrarı yaratabilmek için, savaş ortamını fırsat bilerek, sisteme muhalefet edenleri BDP’ye yakın olanlardan başlayarak, halka halka gözaltına alıyor, tutukluyor. Bir yanda kimyasal silahlarla yürütülen savaş varken, şehirlerde demokrasi beklemek liberal bir hayaldir. Son bir yıldır KCK operasyonları adı altında 4 bin 500 BDP üyesi, ilçe, il yöneticisi, belediye meclisi üyesi, belediye başkan yardımcısı, belediye başkanı tutuklanmıştır. BDP ile ilişkisi olan yazar ve profesörler gözaltındadır. Ekonomik krizin etkisini göstermesiyle birlikte, operasyonların sosyalistlere ve emek hareketinin temsilcilerine yönelmesi beklenmelidir. Sonuç olarak, sermayenin ve AKP’nin “ekonomik kriz, Kürt savaşı ve Van Depremi” karşısında nasıl tek bir siyaseti varsa, işçi sınıfının da bunlar karşısında tek ve güçlü bir siyasete ihtiyacı vardır. Bu nedenle Enternasyonalist Komünistler, halkların kardeşliğini işçi sınıfı zemininde birleştirerek, ekonomik kriz karşısında emeğin haklarından, AKP’nin Kürt savaşı karşısında Kürt halkının taleplerinden, Van Depremi karşısında acil insani yardımdan yanadır. İş saatlerinin uzatılmasına, kıdem tazminatı fonuna, esnek çalışmaya; inkara ve haksız savaşa; TOKİ rantçılığına ve müteahhit fırsatçılığına karşıdır!


İşçilerin Sesi

IRKÇILIĞIN FAY HATTI VAN DEPREMİNDE KIRILDI N. Cemal Emek Demokrasi ve Özgürlük Bloku İstanbul 2. Bölge Milletvekili Sırrı Süreyya Önder Ankara’da gerçekleştirilen Halkların Demokratik Kongresi’nde konuşmuş ve “yere batsın sizin devletiniz” demişti. MHP Başkanı Devlet Bahçeli’nin adından ve zihniyetinden kaynaklı tepkisi gecikmedi ve “yere batsın sizin devletiniz” diyen Önder’i kastederek “alçak simalar, bu devletin parasını maaş olarak almaya, ekmeğini yemeye, suyunu içmeye küstahça devam etmektedir” dedi. Önder’in cevabı ise açık ve netti; “Orada bir devlet tarifi var. Hep zorba, hep zulmeden bir devlet. Böyle bir devlet anlayışı mı olur? Yine diyorum: Yere batsın sizin devletiniz.” Van’da gerçekleşen doğal afetin hiç de doğal olmayan ve ırkçılıkla tetiklenen yıkımları, her geçen gün daha fazla açığa çıkıyor. BDP Başkanı Selahattin Demirtaş’ın “Enkazın altında kalan devlettir” sözleriyle Sırrı Süreyya Önder’in“yere batsın sizin devletiniz” vurgusu trajik bir biçimde birleşiyor. Depremin merkezi Erciş’e bağlı köylerin birçoğuna tek bir yardım ekibi bile ulaşmadı ve depremin yıkımları zulme dönüştürüldü. Köylerin büyük çoğunluğuna çadır, battaniye, yiyecek ve su gönderilmedi. Soğuk havada barınma ihtiyacını karşılayamayan köylülerin kaymakamlıktan aldıkları cevap ise “öncelik Van’ın merkezidir” oldu. Yanıtın can alıcı noktasını ise, acil yardım paketlerinin öncelikli olarak asker ve polislere gönderildiğine dair bölgeden gelen açıklamalar oluşturdu. Van’da meydana gelen 7.2 şiddetindeki depremin ardından Başbakan Tayip Erdoğan bir itirafta bulundu, “İlk 24 saat bir başarısızlık oldu bunu kabul ediyoruz. Kızılay tarafından 17,836 çadır bölgeye ulaştırıldı. Bu rakam yeterlidir ancak olay kontrol dışına

çıkınca bu çadırlar yetmez oluyor.” Başarısızlığın ilk 24 saatle sınırlı olmadığı ve AKP Hükümeti’nin düşman ilan ettiği BDP’ye oy vermiş Kürtler dışındakilere giden yardımlarda ciddi bir gecikme olmadığı bilinen gerçekler arasında. Vahametin bölücü ilk ipuçları da işte burada. Hakkari’de meydana gelen çatışmalarda ölen askerlerin ardından sokağa dökülen kalabalıklar için “Irkçı ve faşist hareketler AKP Hükümeti’ni aşar mı?” sorusu sorulmuştu. Bu sorunun cevabının, “sermayenin ve sisteminin AKP’den vazgeçip vazgeçmediğinde” yattığı bir gerçek. Van depreminin ardından gelen ve doğal değil iradi olan ırkçı sarsıntı ve saldırılar bu gerçeği görünür kıldı. Taksim meydanında toplanan faşist güruhlar, Van depremini tanrı katından Kürtlere verilmiş bir ceza olarak kutladı ve ırkçı tahrikleri doruğa çıkarttı. Bu ırkçı histeriler polisin gözetim ve kontrolü altında gerçekleşti. İnternet ortamında Türkiye’nin Kürt bölgelerini çatlatarak bölen haritalar yayınlandı ve ilahi adaletin tecelli bulduğu dillendirildi. TV ekranlarını kaplayan ırkçı faşist söylemlerde, deprem enkazı altında kalanların polise taş atan Kürtler olduğu ve bunların polisten yardım beklemesinin yanlış olduğu vurgulandı. Spiker Müge Anlı ve Duygu Canbaş’ın ırkçı söylemleriyle ATV ve Haber Türk psikolojik savaşın kanalları olmayı sürdürdüler. Daha da kötüsü, bu ırkçı ve faşist “sağ duyunun” marjinal olmadığının tehditleri savruldu. Bütün bunların sonucunu, acının merkezi Erçiş’ten gelen bir anlatımda bulabiliriz; “PTT kargolarından çıkan taş, çakıl ve tahtaları görünce ‘bize inşaat için yapı malzemeleri mi gönderiyorlar’ diye düşündük. Taşların altından çıkan Türk bayrağını görünce, Türk milliyetçilerinin ırkçı ve faşist bir mesajı olduğunu anladık.” Eski Van Milletvekili Fatma Kurtulan’ın iki yıl önce TBMM’ye verdiği soru önergesini ve verilen

ÖLÜLERİN ÜZERİNDEN RANT SAĞLAMAK Necdet Seçer Başbakan Erdoğan’ın, Van depremine ilişkin yaptığı konuşmanın en ilginç bölümünü, ruhsatsız yapıları zorla kamulaştıracakları ve bunları yıkıp yenilerini yapacakları yönündeki açıklaması oluşturuyordu. Bunu, “iktidarı kaybetme pahasına” gerçekleştireceklerini belirtti. Deprem sonucu yıkılan çürük yapıların altından insanların cesetlerinin çıkarıldığı aşamada, söylenen bu sözlere karşı çıkmak mümkün değildi. Hatta Başbakanın “cesareti” ve “insan hayatına her şeyden çok değer vermesi” karşısında vatandaşların gözleri bile yaşardı! Ancak olaya yakından bakanlar, bu yaklaşımın yanlış tespitler üzerine kurulduğunu ve arka planında depremden çıkar sağlama amacının yattığını görür. Bir kere, köylerdeki kerpiç yapılar dışında, Van’da deprem sonucu yıkılan ve büyük çaplı ölümlere yol açan yapıların hemen tamamının çok katlı

olduğu ve ruhsatlarının bulunduğu ortadadır. Sorun yapıların ruhsatsız olması değil, fay hattı üzerine yapılması, üç katı aşmaması gerekirken 5–7 kat çıkılması ve çürük malzeme kullanılmasıdır. Ayrıca yıkılan ya da ağır hasar gören yapıların önemli bir bölümü devlet gözetiminde yapılmış kamu binalarıdır. Bu süreçte kâr hırsının insan hayatının önüne geçtiği, bunun da kuralsızlığı getirdiği görülmektedir. Bu durumun sorumlularından birisi şu anda AKP milletvekilidir, birçoğu üst düzey bürokrattır. Başbakan bundan bahsetmemekte, bu konuda ne yapmayı düşündüğünü açıklamamaktadır. Konuşmada Van depreminden söz edilirken aslında İstanbul’a işaret edilmektedir. Başbakanın konuşmasının hemen ardından, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı, kentte yaklaşık iki milyon kaçak yapı olduğundan söz etti. Dikkatler bir anda İstanbul’a kaydı. Bundan önceki 30–40 yıllık dönemde ya-

cevabı irdeleyince yaşanan felaketin bilinen ve beklenen bir yıkım olduğu açığa çıkıyor. Fatma Kurtulan iki yıl önce, “Van’ın depreme ne kadar hazır olunduğunu, kamu binalarının ne kadar dayanıklı olduğunu ve riskli yerleşim alanlarının kontrolünü” soruyor. AKP Hükümeti’nin Bayındırlık ve İskan Bakanlığı Strateji Geliştirme Başkanlığı’nca verilen cevapta, “6 Mart 2007'de yürürlüğe giren yönetmelik ve diğer mevzuat hükümlerine göre kamu binalarının yapılması için her türlü tedbir alınmaktadır” deniyor. Alınan tedbirlerin bilançosunu 23 Ekim 2011 tarihli Van depreminde görebiliyoruz; Van merkezdeki sekiz derslikli Gedikbulak Köyü İlköğretim Okulu’nun tamamen yıkıldığını, Van merkezde 229 okuldan 15’inin ağır, 62’sinin hafif hasarlı olduğunu, Erciş’te 150 okulun önemli miktarında hasarın bulunduğu, Muradiye ilçesinde 67 okuldan birinin ağır, 6’sının hafif hasarlı olduğunu, Van M Tipi Cezaevi’ndeki hükümlü ve tutukluların binanın hasarı nedeniyle yakın illerdeki cezaevlerine nakledildiğini bizzat Milli Eğitim Bakanlığı açıklıyor. Van Devlet Hastanesi’ndeki hasar nedeniyle depremde yaralananlar hastane bahçesine kurulan sahra çadırlarında tedavi ediliyorlar. Medyanın gizlediği bir noktanın altını çizelim. AKP Hükümeti’nin düşman ilan ettiği BDP’li belediyeler ve milletvekilleri depremin ilk gününden itibaren halkın yardımına koştular. Bu gerçeklik devletin medya politikaları dahilinde halktan gizlendi. Malum medyanın hiçbirisi BDP’li Van Belediye Başkanı’nın bilgisine ve fikrine başvurma gereği duymadı. Psikolojik savaş politikalarının sansür ve tecrit uygulamalarını deprem bile yıkamadı. Somali’ye yapılan yardımların ve siyasi propagandanın ardından, Van’a layık görülmeyen acil insani yardımlar savaş konseptinin derinliğini açıkça göstermektedir. Van depreminde kırılan ırkçılığın fay hattıdır. Depremin altında kalan ise devlettir. şamını kazanmak için İstanbul’a göç eden yoksullar, kentin kenar mahallelerinde barınabilecekleri derme-çatma binalar yaptılar. Daha sonra bunları geliştirdiler. Ancak bu mahalle ve binalar artık kentin merkezinde kaldı ve üzerine yapıldıkları arazi parçası olağanüstü değerlendi. Şimdi patronların ve onların temsilcisi hükümetin gözü buralarda. Buraları nasıl yoksulların ellerinden alıp, yeni ve lüks binalar yaparak büyük kârlar ederiz hesabı içindeler. İşte Van depremini de bu amaçlarını gerçekleştirmek için kullanmak istiyorlar. Başbakan eğer konuşmasında samimi ise, değer verdiği en önemli şey insan yaşamı ise, projesini ülkenin en doğusundan başlatsın. Fay hattı boyunca yerleşim yerlerindeki bütün sorunlu yapıları yıkıp yenilesin. En son olarak İstanbul’a gelsin. Uyanık müteahhitler de böylesi bir projede ellerini taşın altına koysunlar. Eğer bunu yapmayıp, İstanbul’un rantlarına el koymayı düşünüyorlarsa, onlar, insan sever değil, “ölü sevicilerdir.” Ölümleri fırsata çevirmeye çalışan aç gözlü, vicdansız kapitalistlerdir.

3


İşçilerin Sesi

HALKLARIN DEMOKRATİK KONGRESİ YOLA ÇIKTI: KONGRENİN ARTILARI VE EKSİKLİKLERİ… 15-16 Ekim tarihinde Ankara’da 825 delegeyle toplanan Kongre, 121 kişilik meclisini ve ismini seçerek yola çıktı. Kongre Girişimi, Kürt özgürlük hareketinin 12 Haziran seçimleri sırasında listesinde yer verdiği sosyalist adayların, haklar ve özgürlükler mücadelesinde estirdiği olumlu havanın, “birleşik mücadele” perspektifiyle ve yeni bileşenlerle yeniden yaratılma girişimi oldu.

Kongrenin Artıları Tek tek mücadelelerinin başarılı olamayacağı bilinciyle, omurgasını Kürt özgürlük hareketinin oluşturacağı bilinen ancak emek hareketi başta olmak üzere, diğer toplumsal mücadele alanlarının ve onların etrafında yer alan sosyalistlerin; ezilenlerin ve sömürülenlerini birleşik hareketine olan ihtiyaç, bu kez bir “Çatı Partisi” biçimiyle değil de, daha esnek bir biçim olan “Kongre” örgütlenmesiyle mümkün kılınmaya çalışılıyor. Kongre örgütlenme biçimi, her siyasi parti, grup, eğilim ya da cinsiyet, ulus, dini inanç vb.nin hem kendi kimliğiyle yaşamını sürdürmesini mümkün kılıyor hem de “ortak düşmana” karşı birlikte mücadele yürütme olanağını tanıyor. Bu bakımdan son derece esnek ve geniş bir cepheyi, eylem birliğini ifade eden Kongre Girişimi, sınıf mücadelesinin farklı düzeylerini bir araya getirerek, sermaye ve burjuva devlet karşısında mücadele dinamiklerinin en geniş yüzeyini oluşturmuş oluyor.

Kongrenin Eksik Yanları İki gün süren kongre boyunca divan, kongre düzenine, gündeme hakim olamadı. Kongre bileşenlerinden olan sosyalist hareketin delegeleri ise, halkaların sınıfsal kimlikleri ve siyasal talepleri konusunda sessiz kaldılar. Delegelerin belirlenmesi sürecinden başlayıp, 121 kişilik Kongre Genel Meclisi’nin seçimine kadar her kurulun belirlenmesi sürecinde grupçu rekabet göze çarptı. Kongrenin genel gidişatında “emekçi” vurgusu, halkların ortak çıkarlarının sınıf ekseninde ifade edilmesi gibi birleştirici yanlar öne çıkmadı, her halkın varlığı ve öncelikleri öne çıktı. Nitekim, Kongrenin ikinci gününün ikinci yarısında programa “1915 Ermeni soykırımı”nın yazılması talebi, tarihte yaşanan soykırımların ortaya dökülmesine ve bu soykırımlarda farklı hakların yer alıp almadığına kadar varan, binlerce yıllık ön yargılarla bezeli bir tarih önümüze döküldü.

1. Genel Meclis toplantısında da 25 kişilik yürütmenin seçilemeden ve toplantı gündemlerinin tamamlanamadan sona erdirilmiş olması da gösteriyor ki, daha kat edilmesi gereken yol bulunuyor.

İşçilerin Sesi’nin Genel Meclis’e Yaptığı Öneriler Gazete olarak yaptığımız değerlendirme ve öneriler şunlar oldu:

Kongrenin Ankara’daki iki günlük genel kurulunda öne çıkan ise, Türkiye coğrafyasında yaşayan 12 dilden halkın delegeleri selamlaması oldu. Halkların özgürce kendisini ifade etmesi ve “halklar ve inançlar hapishanesi”ne dönüşen bir Türkiye’nin çok kültürlü yapısını ifade etmiş oldu.

Tam bu noktada Kongrenin tıkandığı görüldü ve divana verilen bir önergeyle Kongrenin tıkanıklığı aşıldı. Divan, teamüle rağmen önerge sahiplerinin adını okumadığı için kayda geçmesi için önerge sahiplerini biz ifade edelim: Munzur Pekgüleç, Fevzi Gerçek, Yunus Öztürk. Önergede “Kongrenin mevcut program ve tüzüğün değişiklik yapılmadan kabulüne ve altı ay sonra yapılacak kongrede değişikliklerin yapılması; Genel Meclis seçiminin yapılarak kongrenin devam etmesi” talep ediliyordu. Oy birliğiyle kabul edildi.

Kadınların yüzde 50 temsiline sahip çıkan ve ısrar eden tutumları ise, yer yer delegelerden haklı tepkilere yol açsa da, kadınların kurullarda yarı yarıya temsili konusundaki kararlılıkları kongre bileşenleri karşısında sonuç alan etkili bir örnek oldu

15-16 Ekim genel kurulunda sosyalistlerin siyasal olarak kendilerini ifade etmemiş olmalarının nedeni pek anlaşılamamıştı. Ancak 1. Genel Meclis toplantısında ortaya çıktı ki, sosyalist yapılarımız bu kongrede birleşik mücadele perspektifinden çok “Kürt Özgür-

2. Kışkırtılan ırkçı-milliyetçiliği ve yaklaşmakta olan ekonomik krizi dikkate alarak, kriz sebebiyle meydana gelebilecek işten çıkartmalar ve işçi tepkilerinin milliyetçilik eliyle manipüle edilmemesi için, bugünden “önlem almalıyız”. İşçilerin taleplerine yer vermeliyiz.

Kongre Hareketi, 20’den fazla siyasal çevrenin (parti, kurum, gazete vb.) ile farklı ulusal ve inanç çevrelerinden temsilcilerinden oluşuyor.

Kışkırtılan ırkçı-milliyetçiliği ve yaklaşmakta olan ekonomik krizi dikkate alarak, kriz sebebiyle meydana gelebilecek işten çıkartmalar ve işçi tepkilerinin milliyetçilik eliyle manipüle edilmemesi için, bugünden “önlem almalıyız”. İşçilerin taleplerine yer vermeliyiz.

4

lük Hareketine destek vermek” için yer alıyorlar. Oysa ki, böyle bir destek için oluşturulan bir Kongre Hareketinden söz edemeyiz. Ya da destek vermek için bir Kongreye gerek yoktu. Birleşik Mücadele için bir kongreye ihtiyaç var ve sosyalistlerin bu kongrede bulunmasının anlamlı yanı, sadece geliştirilen ırkçı-gerici saldırılar karşısında dayanışmayla sınırlı kalmayıp, sermayeye, AKP hükümetine, burjuva devletin baskı ve inkar politikalarına karşı farklı toplumsal mücadeleleri birleştirmek, işçi sınıfıyla Kürt özgürlük mücadelesinin ortak çıkarlarını öne çıkartmaktır.

1. 15-16 Ekim Kongresi, Halklar Kongresi olmuştur. Ancak halkların sınıf konumları ve talepleri Kongrede yeterince yer almamıştır. Kongre Hareketi bir mücadele örgütü olmalıdır. Arap Baharından Wall Street’e kadar, halkların mücadelesinde eksik olan neyse, onu inşa etmemiz gerekli. Halkların tek başına ayaklanması manüplasyonu önlemiyor.

3. Kongre perspektifimiz yalnızca sol-siyasi yapıları yan yana getirmek üzerine değil, toplumsal mücadele alanlarını birleştirmeye dönük olmalıdır. Sağlık ve eğitim hakkı için, HES’lere ve Nükleer Santrallere karşıtı; kadınların mücadelelerini ve işçilerin emeğin hakkı mücadelelerini birleştirmeliyiz. Onların temsilcilerini bir araya getirmeye çalışmalıyız. 4. Pratik birleştirici olacaktır. Kongre Hareketi birlikte iş yapmalıdır. Aralık ayında “barış ve emek” gündemli İstanbul’da 100 bin kişilik bir mitingi örgütlemeyi önümüze hedef olarak koymalıyız. / İşçilerin Sesi – Haber


İşçilerin Sesi

NE YAS BİTER NE DE İSYAN! N. Cemal Medyatik savaş diliyle, 5 bin askerle gerçekleştirildiği söylenen Kato dağı operasyonu ile çok sayıda PKK militanının “etkisiz hale getirildiği” açıklanmıştı. Ardından da, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından operasyon bölgesi gezilmiş, askeri birlikler denetlenerek operasyona katılan askerlere armağanlar verilmiş, Tugay Komutanlığı’nda da karavanadan yemek yenilmişti. Bu ziyaretin basına servis edilen görüntülerinde Cumhurbaşkanı Gül’ün mutlu ve şaşkın bir ifadesine tanık olmuştuk. Türk ordusunun, içine bir bardak su döküldüğünde kimyasal reaksiyona girerek poşet içindeki konserveyi ısıtan yöntemle dağda operasyona çıkan askerlerine sıcak yemek yedirebiliyor olmasıyla övünüyor ve “bravo” diyordu. Bu görüntüler ince hesaplanmış psikolojik savaşın bir parçasıydı. Ama savaş korkunç bir gerçeklikti ve bu görüntülerden yaklaşık beş gün sonra PKK’nin büyük baskın haberi geldi. 19.10.2011: Hakkari’nin Yüksekova ve Çukurca ilçelerinde sekiz ayrı noktaya gerçekleştirilen eşzamanlı baskınlar sonucu 26 asker yaşamını yitirdi. 18 asker de yaralandı. Saldırılar sonrasında başlatılan operasyonlarda ise 21 PKK gerillasının öldürüldüğü açıklandı. Toprağa düşen gencecik 47 asker ve gerilla kaybımız oldu. PKK’nin ana hedefinin Tugay Komutanlığı olduğu ve üç farklı bölgeden saldırdığı açıklandı. Hedef şaşırtmak için, Tugay Komutanlığı’na 15 kilometre mesafedeki Çukurca’da 7 hedefe eşzamanlı olarak saldırılmış, saldırılara karşı müdahaleye hazırlanan Tugay da bu sırada vurulmuş. Wall Street Journal’a göre, “1984 yılında eylemlerine başlayan PKK’nın en büyük saldırılarından birisi.” TV ekranlarını kaplayan strateji uzmanlarına göreyse, askeri olarak ince hesaplanmış organize bir saldırı. TBMM girişinde kendisine uzatılan kameraya Ertuğrul Kürkçü, “savaş korkunç bir şey, böyle ayaküstü bir şey söylemek istemem” diyor. BDP adına mecliste konuşan Pervin Buldan da aynı vurguyu yapıyor, “bu bir savaş, iki taraftan da ölenler var.” Hedefteki Tugay Komutanlığı, Cumhurbaşkanı

Gül’ün bölgeye yaptığı ziyaret sırasında basına fotoğrafları dağıtılan yer. PKK, yönetici konumdaki üç gerillanın öldürülmesine misilleme olarak saldırdığını açıkladı. Başbakan Erdoğan, “Bugün terör örgütünü sevindirme değil, dik durma günüdür” derken, Cumhurbaşkanı Gül Başkomutan sıfatıyla “intikam” çağrısı yaptı: “Devletimizi bu saldırılarla sarstıklarını zannedenler, hizaya getireceklerini zannedenler, göreceklerdir ki bu saldırıların intikamı çok büyük olacaktır ve misliyle de alınacaktır…” “İntikam” çağrısı sokaklarda yankılanan sloganlarda ilk karşılığını buldu. Mecidiyeköy, Şişli, Osmanbey, Harbiye güzergahı üzerinde toplananlar Taksim’e yürüdü. Kimi, “Apo’nun piçleri yıldıramaz bizleri”, kimi de “Biz biz hepimiz Alparslan Türkeş’in askerleriyiz” dedi. Kadınlı erkekli topluluklar Kürtlere küfürler ettiler. “Şimdi şu Kürtler karşımıza bir çıksalar” diye yüksek sesle dua edenler oldu. Mecidiyeköy’den Taksim’e kadar yol boyunca defalarca intikam tohumları ekildi. Bu gösteriler semtlere yayıldı. Çoğunluğunu iş-

“AKP’NİN 12 EYLÜL’Ü” HEDEF BÜYÜTTÜ Aykut Özer 12 Eylül askeri darbe yönetiminin temel politikası, muhalif parti, dernek ve dergi çevrelerinden “ gizli örgüt” yaratmak ve bunların mensuplarını ağır cezalara çarptırmaktı. 12 Eylül öncesinde yasal olan faaliyet ve eylemler, 12 Eylül sonrasında “suç” sayıldı ve yüz binlerce insan “suçlu” görülerek, hapislere dolduruldu. Bugün, AKP’nin siyasi uygulamaları ve sıkıyönetim mahkemeleri ölçüsünde politikleşmiş özel yetkili mahkemelerin kararları ile yeni bir 12 Eylül yaşanıyor. Tek farkla. O zaman işçi sınıfından öğrencilere, Kürtlerden taşra kentlerinde yaşayan halk kitlelerine kadar, tüm toplum politikleşmişti; dolayısıyla 12Eylül çok geniş bir çevreyi hedef aldı. Bugün ise Kürt politikleşmesi ve özgürlük mücadelesi topluma damgasını vuruyor. O nedenle AKP’nin 12 Eylül’ü, esas olarak, Kürtleri hedef alıyor. Ancak, siyasi iktidarın hedef genişlettiği görülüyor. Yaklaşık bir yıl önce, Kürt siyasi hareketine ya-

kın duran Sosyalist Demokrasi Partisi (SDP) Genel Başkanı ve yöneticilerini, “Devrimci Karargâh” operasyonu çerçevesinde, hapse atan “yeni 12 Eylülcüler”, bugün sosyalistleri de aşarak, Kürtlerin barış ve özgürlük mücadelesini destekleyen, Kürtlere yakın duran aydın, yazar ve akademisyenleri de hedef almaya başladı. Birkaç hafta önce yapılan “KCK Operasyonunda” Ayşe Berktay, son “KCK Operasyonunda” ise Profesör Büşra Ersanlı ve yazar Ragıp Zarakolu hapse atıldı. Bu tutuklamalar, Kürt siyasetini destekleyen, onlara sempati duyan veya yakın duran tüm aydınlara gözdağıdır. Bu yolla, hem Kürt sorununa barışçı, siyasi çözüm bulunmasını savunan aydın ve demokrat çevreler susturulmaya ve etkisizleştirilmeye hem de Kürt siyasi hareketi, Türklerden tümüyle tecrit edilmeye dolayısıyla yalnızlaştırılmaya çalışılıyor. Bu yanıyla, siyasi iktidarın son saldırılarıyla, Kürtlerle Türkiyeli sosyalist, demokrat ve muhalif kesimlerin ortak örgütlenme ve mücadelesini he-

siz ve yoksul halk çocuklarının oluşturduğu bu kitlenin esin ve besin kaynağını ise milliyetçi şoven savaş dili oluşturdu. Cumhurbaşkanı Gül’ün dağdaki savaşçısına sıcak yemek yedirmekle övündüğü görüntülerin ardından bu kez ekranlara, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun baskında ölen askerlerden birinin evine yaptığı ziyaret yansıdı. Bu vesileyle acılı babanın kederli sözlerine topluca tanık olduk; oğlu birkaç gün önce telefonla aramış ve “baba postalım yok” demiş. Yanındaki arkadaşının da postalı yokmuş. Baba çarşıya postal almaya gitmiş, döndüğünde de evinin önündeki kalabalığı görmüş. Oğlunun artık o postala ihtiyacı kalmamıştı ve gözyaşları içindeydi. Bu tablo, savaş felaketinin ve ekonomik sonuçlarının faturasını kimlerin ödediğini ve ödemeye de devam edeceğini açıkça göstermiyor mu? Savaş kıyasıya devam ediyor. Bombaların ve mermilerin sesi barış çığlıklarını örtüyor. Kanı kanla yıkamaksa ve intikamsa dilimiz; ne yas biter ne de isyan! def aldığı görülüyor. 12 Haziran seçimlerinde Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu altında önemli bir başarı elde eden, geçen ay kuruluşu ilan edilen Halkların Demokratik Kongresi ile kurumsal bir nitelik kazanan birliktelik dağıtılmaya çalışılıyor. Siyasi iktidar, böylece, “askeri çözüm” politikalarını daha kolay hayata geçirebileceğini düşünüyor. Ersanlı ve Zarakolu’nun gözaltına alınmasının hemen ardından, 700 akademisyen, aydın ve yazar, ortak imzalı bir açıklamayla, olayı protesto ettiler. Tutuklamalara karşı uluslar arası düzeyde de protesto kampanyası başlatıldı. Ancak bunlar yetmez. Siyasi iktidarın saldırısına, karşı bir hamleyle cevap verilmelidir. Onlar da, Ersanlı ve Zarakolu’na yöneltilen “suçları” işlemelidirler! Akademisyenler, BDP’nin Siyaset Akademisinde, sembolik de olsa, dersler vermeli, aydın ve yazarlar BDP’ye üye olmalıdır. Böylece, AKP, siyasi saldırılarla sonuç alamayacağını görmelidir. Bu arada hiç kimse, bugünkü Meclis’ten çıkacak “yeni” Anayasaya umut bağlamamalıdır. Yeni 12 Eylülcülerin yapacağı anayasa, “yeni” bir 12 Eylül Anayasası olacaktır; eskisi gibi tekçi, baskıcı ve antidemokratik. 5


İşçilerin Sesi

BİNDİK BİR ALAMETE, GİDİYORUZ KIYAMETE! Gelinen noktada, “uçurumdan düşüşün” önünü kesecek bir “brandaya” acilen ihtiyaç vardır. Bu “brandanın” bir ucu Ankara’dan diğer ucu Diyarbakır’dan kavranmalıdır. Yani siyasi iktidar ve Kürt siyasi hareketi, barışçı, siyasi çözüm için yeniden müzakereye başlamalıdır. Aykut Özer Çukurca baskını ve ardından başlayan büyük çaplı askeri operasyon bağlamında, BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın dile getirdiği,“Uçurumun kenarında değiliz, uçurumdan düşmekteyiz” tespiti, siyasi retorik değil, gerçekliğin ifadesidir. Çatışmalarda ölenlerin sayısının yüksekliği başlı başına vahim bir tablo oluşturmasına karşın, esas vahim olan, siyasi iktidarın sorunu daha da büyüten yaklaşımıdır. Ayrıca, bölgede siyasi karışıklıkların arttığı ve uluslar arası ekonomik krizin kapıya dayandığı koşullarda çatışmaların yoğunlaşması, Kürt sorununun, bölgesel hesaplaşmanın bir parçası haline gelmesi ihtimalini ortaya çıkarmaktadır. AKP Hükümeti, Çukurca saldırısının ardından, başta PKK destekçisi olarak gördüğü BDP olmak üzere, “terörle mücadelede” kendisine destek vermemekle suçladığı siyasi muhalefeti, PKK’yi taşeron olarak kullandığını iddia ettiği bölge ülkelerini, PKK’yi topraklarında barındırdıkları gerekçesiyle Irak Kürt Yönetimini ve Avrupa ülkelerini suçladı. Kısacası, Kürt sorunu bağlamında şiddet olaylarının artmasından, siyasi iktidar dışında herkes sorumluydu! Bu tutum, suçu başkalarının üzerine atmak gibi faydacı bir siyasi yaklaşım olmanın ötesinde, emperyalist proje çerçevesinde Suriye ve İran’a yönelecek bir saldırıyı kamuoyu nezdinde meşrulaştırmayı amaçlıyordu. Son PKK saldırılarından İran ya da Suriye’yi sorumlu tutmak, gerçeklerle bağdaşmadığı gibi, maceracı ve o yüzden de riskli bir yaklaşımdır. Çukurca’daki asker ölümlerinin ardından oluşan büyük çaplı kamuoyu tepkisi karşısında, siyasi iktidar, ırkçı-şoven gösterilerin önünü açarak, bir yandan kendisini hedef alabilecek siyasi tepkiyi bir başka kanala, BDP’nin üzerine, yönlendirdi, diğer yandan bu yolla tepkili kitlelerin “gazı alınmış” oldu. Ancak hükümettin unuttuğu bir gerçek var. Artan ölümler nedeniyle şovenizmin yükselmesi, halklar arasındaki yarılmayı daha da derinleştirmekte, bölünmüşlüğü hızlandırmaktadır. Bugün siyasi iktidarın kontrol edip kullandığı şovenizm, yarın bumerang gibi dönüp kendisini vurabilir. Ya siyasi iktidarı teslim alıp, Kürt savaşını geri dönülemez noktaya taşıyabilir, ya da onu yetersiz görüp, alaşağı edebilir. Şovenizmle oynamak, ateşle oynamak gibidir, kişiyi yakar. Yasal alanda politika yapan ya da barışçı gösterilere katılan Kürtlere yönelik, arkası gelmeyen kitlesel tutuklamalar, bugün Kürtlere yönelik “yeni bir 12 Eylül” yaşandığını göstermektedir. Yasal 6

siyaset yapmanın önünün devlet tarafından kesildiğini gören Kürtlerin devletten kopuşu hızlanacağı gibi, şiddet yöntemlerini tercih edeceklerin sayısında da tırmanma yaşanacaktır. Yükselen çatışma ortamı ve tutuklama furyası ile birlikte halklar arasında ayrışmanın derinleşmesi, ülke halkları açısından “uçurumdan aşağı yuvarlanmak” anlamına gelmektedir.

Etnik Boğazlaşmaya Doğru mu? Ekonomide ciddi bir daralmaya neden olacak, uluslar arası bir ekonomik krizin ayak sesleri duyuluyor. Bu durum, kitlelerin hoşnutsuzluğunun artmasına yol açacaktır. Siyasi iktidar bu hoşnutsuzluğu eritip yönlendiremediği koşullarda, emekçi muhalefeti ile Kürt muhalefeti aynı potaya akacak ve siyasi iktidarı alaşağı edebilecektir. Bu nedenle siyasi iktidar, çatışmaların ve ölümlerin artması sonucunda yükselen şovenizmi kendi lehine kullanmak ve emekçilerin hoşnutsuzluğunu Kürtlerin üzerine yönlendirmek isteyecektir. Bunun gerçekleşmesi halinde etnik çatışmalar artacak ve halklar arasında bölünme daha da hızlanacaktır. Ayrıca emperyalistlerin Suriye ve İran üzerine hesapları vardır. Türkiye’yi bu yönde kullanmak istemektedirler. ABD, yılsonunda askerlerini Irak’tan tümden çekmiş olacaktır. Bu durum hem Irak’ta hem de bölgede bir boşluk yaratacaktır. Bir yandan, Irak’ta Araplarla Kürtler arasında çözümsüz sorunlar diğer yandan Şii ve Sünni siyasi hareketler arasındaki rekabet, bu ülkeyi yeniden savaş alanına çevirebilecektir. Ayrıca İran ve Türkiye’nin bu ülkede ABD’den doğan boşluğu doldurmaya soyunmaları ve kendi Kürt sorunlarını, Irak Kürtleri-

ni etkisizleştirmek suretiyle çözmek istemeleri, Kürtlerin ekseninde yer aldığı bölgesel bir boğazlaşmaya yol açabilecektir. Bu durum, emperyalistlerin bölgeye daha geniş çaplı müdahaleleri için zemin oluşturacaktır. Bu arada pek ciddiye alınmayan ve kamuoyuna yansımayan bir gelişme yaşanmış, Brüksel’de bir araya gelen çeşitli parçalardan 21 Kürt örgütü, Birleşmiş Milletlere çağrıda bulunarak, Kürtleri korumak için bölgeye müdahale etmesini istemişlerdir. Bütün bu gelişmeler, Kürt sorunun uluslar arası bir boy ölçüşmenin parçası haline gelmesine ve çözümünün Ankara ve Diyarbakır dışında kotarılması girişimlerine yol açabilecektir. Doğal olarak böylesi bir süreç, her iki halk için son derece can yakıcı ve acı sonuçlar doğuracaktır.

Çözüm Ankara ve Diyarbakır’da Aranmalı Gelinen noktada, “uçurumdan düşüşün” önünü kesecek bir “brandaya” acilen ihtiyaç vardır. Bu “brandanın” bir ucu Ankara’dan diğer ucu Diyarbakır’dan kavranmalıdır. Yani siyasi iktidar ve Kürt siyasi hareketi, barışçı, siyasi çözüm için yeniden müzakereye başlamalıdır. Bunun için öncelikle atılması gereken adımlar, Diyarbakır’da 847 sivil toplum örgütünün yayınladığı bildiriyle ortaya konmuştur. Birinci olarak, iki taraflı ateşkes; yani hem saldırılara hem de askeri operasyonlara son verilmesi. İkincisi, başta KCK davası sanıkları olmak üzere, tüm Kürt siyasi tutukluların serbest bırakılması. Üçüncü olarak ise, Öcalan üzerindeki tecridin kaldırılmasıdır. Kürt sorununun, her iki halkın ortak ve özgür iradeleriyle çözümü için zaman daralmaktadır. Yarın çok geç olacaktır.


İşçilerin Sesi

YARGI İLE HÜKÜMETİN UYUMUNDA SON NOKTA:

“SÖZLEŞMELİ ÖĞRETMEN” ANAYASA’YA AYKIRI DEĞİLDİR! Ufuk Demirci Milli Eğitim Bakanlığı 2006 yılında bir genelge yayınlamış ve bu genelge yoluyla, “Milli Eğitim Bakanlığında norm kadro sonucu ortaya çıkan öğretmen ihtiyacının kadrolu öğretmen istihdamıyla kapatılamaması hallerinde sözleşmeli öğretmen istihdam edilmesinin” önünü açmıştı. Bu tarihten sonra devlet okullarında sözleşmeli öğretmenlerin sayısı artmış, yoksul mahallelerdeki bazı okullarda kadrolu öğretmenden daha fazla sözleşmeli öğretmen çalışır hale gelmişti. KESK’e bağlı Eğitim Sen Sendikası, bu genelgenin anayasaya aykırılığı ileri sürerek, Danıştay’a dava açmış ve ilgili genelgenin iptalini talep etmişti. Danıştay 12. Dairesi de davayı Anayasa Mahkemesi’ne taşımıştı. Anayasa Mahkemesi oy çokluğu ile sözleşmeli öğretmen çalıştırılmasına imkân sağlayan ilgili genelgenin Anayasaya aykırı olmadığına karar verdi. Mahkeme, hukuki kavram ve deyimlerle oynayarak gerçeği çarpıtıyor. Gerekçeli kararında “kamu hizmeti” ve “kamu görevlisi”nin tanımını yapıyor: “Eğitim ve öğretim hizmetlerinin, devletin genel idare esaslarına göre yürütmekle yükümlü olduğu kamu hizmeti olduğu, öğretmenler tarafından yerine getirilen görevlerin de bu hizmetin gerektirdiği asli ve sürekli görevlerden olduğu” belirtiliyor. Atama yoluyla gelen “kamu görevli”lerini de (burada öğretmenlerden bahsediyor) sürekli olması gereken kamu hizmetini yürüten kişiler olarak tanımlıyor. Kararda, sözleşmeli personelin işe alımında, atamanın değil “iş akdi” yapılmasının geçerli olduğundan

dolayı sözleşmeli öğretmenlerin Anayasa'nın 128. maddesinde sayılan “memurlar” kapsamında olmadığının kuşkusuz olduğu ifade ediyor. Mahkeme, sözleşmeli çalışan öğretmenleri yeniden tanımlıyor: İdare ile aralarındaki sözleşmenin özel hukuk sözleşmesi olmadığından ve gördükleri hizmetin niteliği gereği işçi de sayılamayacakları belirtilerek, “Bu kişiler, idarenin ihtiyaç duyması sonucunda ve yasada belirtilen şartları taşımaları kaydıyla, idarenin kendileriyle idari hizmet sözleşmesi imzalamak suretiyle çalıştırdığı sözleşmeli personeldir” diyor. Karar, sözleşmeli öğretmenlerin, kadrolu öğretmenlerle aynı usul ve kurallara göre çalıştıkları, benzer görev ve hizmetleri yerine getirdiklerini ifade ederken, gerçeği söylüyor. Öyleyse neden farklı biçimlerde çalıştırılıyorlar? Bunu nedenini de mahkeme şöyle açıklıyor: Eğitim hizmetinin sürekli olabilmesi için gerekli kadroların atanamaması durumunda, ortaya çıkan açığı kapatmak üzere “istihdam” edilmek zorunda kalan “sözleşmeli öğretmenler”, kamu görevlisi değildirler. Mahkeme onları, “diğer kamu görevlileri” kapsamına sokuyor. Bu ayrım yapıldıktan sonra, sözleşmeli ve kadrolu öğretmenler arasındaki eşitsizliği yaratan iş koşulları mazur gösterilmiş oluyor. Üstelik Mahkeme, bu uygulama için itirazın gerekçesi olan “eşitsizlik” durumuna da açıklık getiriyor. Anayasa’da belirtilmiş olan, “yasa önünde eşitlik ilkesi”nin ancak “hukuksal durumları aynı olanlar için söz konusu olduğu” aksine durumlarda ise mutlak bir eşitliğin söz konusu olamayacağı söyleniyor.

ANAYASA MAHKEMESİ’NDEN VAHİM KARARLAR Anayasa Mahkemesi, birkaç ay arayla iki “soyadı” kararı verdi. Bu kararlar, ırkçı ve erkek egemen toplumsal yapının yüksek yargıdaki yansımaları oldu.

Türkçe Dışında Soyadı Yasak Kararlardan ilki, 1934'te çıkarılan Soyadı Kanunu'nun 3. maddesinde yer alan "yabancı ırk ve millet isimleriyle soyadları kullanılamaz" maddesine ilişkin. Süryani bir vatandaş olan Favlus Ay, adını ve soyadını Süryanice Paulus Bartuma olarak değiştirmek için dava açtı. Ancak bu madde sebebiyle bu istek gerçekleşemiyordu. Bunun üzerine Favlus, bu maddeyle ırk ve millet ayrımcılığı yapıldığını ve bu durumun eşitlik ilkesine aykırı olduğunu belirterek Anayasa Mahkemesi’ne başvurulmasını istedi. Midyat Asliye Hukuk Mahkemesi de bu maddenin iptali için Anayasa Mahkemesi’ne başvurdu. Anayasa Mahkemesi’nin dokuz üyesi ise 17.03.2011’de bu ırkçı düzenlemeyi hukuka uygun buldu. Kararın gerekçesi 12.07.2011 tarihinde yayımlandı. Gerekçede, "Soyadının soyun belirlenmesi, ai-

lenin korunması, ulusal birliğin sağlanması, dil ve dil kimliğinin korunması gibi sebeplerle soyadı kullanımını yasal düzenlemelerle kural altına almaktadır… Yasakoyucu kural ile birleştirici, bütünleştirici, çoğunluğun içinde azınlığın hak ve hürriyetlerinde ayrımcılık yapılmasını engelleyen, ulusal aidiyet ilkesi içinde anayasal birliktelik altında aynı topraklarda ve ortak atmosferde yaşayan vatandaşlar yönünden ulus kimliği ve dili altında toplanan bir dil kimliği anlayışı getirmiştir." denildi. Karşı oy kullanan sekiz üye ise bu maddenin, ayrımcılık anlamına geldiğini, ırkı referans aldığını ve kaldırılması gerektiğini vurguladılar. Netice olarak ise sekize karşı dokuz oyla başvuru reddedilmiş ve Kürtlerin, Çerkezlerin, Ermenilerin, Rumların, Süryanilerin ve Yahudilerin kendi dillerinde soyadı kullanmalarına engel olan ırkçı yasak sürdürülmüş oldu.

Kadrolu öğretmenlerin 657 sayılı yasanın 4/A maddesine tabi oldukları, sözleşmeli öğretmenlerin ise 4/B maddesi kapsamında çalıştıkları için, aynı hukuksal konumda olmadıkları, farklı hukuksal konumda olanların farklı hukuksal düzenlemelere tabi olmalarının, eşitsizliğe yol açtığının ileri sürülemeyeceğinin iddia ediyor. Aynı mahkemenin bu yıl içinde, aralarında TEKEL işçilerinin de bulunduğu on binlerce 4/C'li çalışanı etkileyecek benzer bir kararı olmuştu. Anayasa Mahkemesi, 657 sayılı Yasanın 4/C maddesinin Anayasa’ya aykırı olmadığına kara vermişti. Anayasa mahkemesi tarafından arka arkaya çıkan bu iki karar, AKP hükümetiyle nasıl bir uyum içinde çalıştığını gösterdi. İşçilerle ilgili olarak verdiği 4/C kararı ile, kamu kuruluşlarında artık kadrolu çalışmanın önünü keserken, aynı şekilde, eğitim hizmetlerinin de piyasalaşmasının önünü açmış oldu. Emekçiler için hangi yasa ve maddelerine göre çalıştıkları belirleyici olmaktadır. AKP hükümeti yasal düzenlemeler ve yüksek yargı’nın da desteğiyle, emekçi kesimleri birbirlerinden ayırmaya çalışıyor: “Sen memursun o işçi veya sen 4/B’lisin onlar 4/C statüsünde çalışıyorlar vb.”. Emekçilerin çalışma koşullarını belirleyen sadece yasal düzenlemeler değil. Hükümet ve patronlar, emekçilerin birleşik mücadelesini baltalamak için onları yasal yollarla birbirlerinden ayırıyorlar, Sınıf mücadelesi içinde aldıkları tutumlarda belirleyicidir; sendikalaşan bir 4/C’li işçi ile sendikaya üye olan bir sözleşmeli öğrenmen, mevcut yasal sınırları aşabilirler. maddesinde yer alan "Kadın, evlenmekle kocasının soyadını alır; kocasının soyadı önünde önceki soyadını da kullanabilir” maddesine ilişkin. Anayasa Mahkemesi, kadınların açtıkları davalar üzerine Fatih 2., Kadıköy 1. ve Ankara 8. Aile Mahkemeleri’nin yaptığı başvuruları 10.03.2011 tarihinde, yine dokuza karşı sekiz oyla reddetmişti. Kararın gerekçesi ise 21.10.2011 tarihli Resmi Gazete’de yayımlandı. Gerekçede; " …aile ismi olarak kullanılan soyadının kuşaktan kuşağa geçmesiyle, Türk toplumunun temeli olan aile birliği ve bütünlüğünün devamı sağlanmış olmaktadır. Soyadının kişilik haklarından olması, ona hiçbir müdahalede bulunulamayacağı anlamına gelmez." denildi. Karşı oy gerekçelerinde ise, bu maddenin eşitlik ilkesine ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararına aykırı olduğu, kocayı kadın karşısında üstün duruma getirdiği ve demokratik değerlere aykırı olduğu vurgulandı. Sonuçta bir oy farkla verilen bu kararla, kadın-

Kadınlara Evlilik Öncesi Soyadı ların uzun yıllardır mücadelesini verdikleri, evlilik öncesi soyadını kullanabilme hakkı, erkek egemen Yasak İkinci karar, Türk Medeni Kanunu'nun 187.

toplumsal değerlere sığınılarak yine engellenmiş oldu. / İşçilerin Sesi - Haber

7


İşçilerin Sesi

AKP’Lİ İKTİSATÇILARDAN BÜYÜK ÇARPITMA: “İSYAN YOKSA KRİZ DE YOK DEMEKTİR” Marksist iktisatçıların Türkiye ekonomisiyle ilgili bir benzetmesini ifade etmek için tam yeridir: “Sıcak parayı morfine, Türkiye’nin ekonomisine bu uyuşturucuya bağlı olarak gösterirler.” Ufuk Demirci Başkakan’ın, “bu sefer kriz teğet bile geçmeyecek” açıklamasının seçim öncesinde dillendirilen “politikacı laflarından” kıymeti olmadığını, ekonomide gelişmelerden ve son zam paketinden anlayabiliyoruz. Maliye Bakanı Mehmet Şimşek tarafından açıklanan ve “zam değil, güncelleme” denilerek insanların zekâlarıyla alay eden Özel Tüketim Vergisi (ÖTV) oranlarındaki artışlar, bütçe gelirlerini arttırmayı; ithalatı ve iç tüketimi daraltmayı amaçlıyordu. Özellikle sigara ve içki üzeriden alınan ÖTV oranlarındaki yükselme çok tepki çekti, ardından hükümet sigaradaki ÖTV oranını birkaç puan geri çekmek zorunda kaldı. Bu gelişmeleri sadece ekonomide alınması gereken tedbirler ve sonuçları olarak görmek mümkün değil. AKP hükümeti seçim öncesinde, 2008 yılında başlayan dünya krizinin, “Türkiye’yi zaten teğet geçtiğini, 2011 yılında Yunanistan gibi ülkeler batarken aksine Türkiye’nin büyüdüğünü, iç pazarın geliştiğini, Türkiye’nin istikrarı için AKP iktidarını devamının bir zorunluluk olduğunu” öne çıkarmıştı. Seçim sonrasında ortaya çıkan her iki kişiden birinin AKP’ye oy verdiği tablonun arka planında, bankalara borçlandırılan, kredi kartlarının tutsağı olmuş emekçilerin ve küçük esnafın, “AKP giderse ekonomi krize girer, borçlarımı bile ödeyemem” kaygısı da vardı. Seçim sonrasında da hükümet, “kriz geliyor” eleştirilerini görmezden geldi ve esas olarak Anayasa tartışmaları ile gündemi belirlemeye çalıştı. Türkiye’de ekonomik olarak bir sıkıntı yoktu, siyasi sorunların (Anayasa) çözülmesi gerekiyordu! Dış ödemeler dengesindeki (ithalat ile ihracat arasındaki) bozulmanın getirdiği cari açığın hızlanarak büyümesi eleştirilerine sözde kulak tıkayan AKP, yaklaşan fırtınanın da farkındaydı. Elbette bu duruma bir günde gelinmedi: 2010 ve 2011 yıllarında, dış piyasalara göre daha yüksek faizle borçlanan devlet ve özel sektör, Türkiye’yi uluslararası sermaye için bereketli bir ülke haline getirmişti. Yatırım kisvesi altında ülkeye giren bu sıcak para sayesinde, hükümetin de çok övündüğü sanal bir büyüme yaşandı. Bu büyümenin bir sınırı olacağı ve zamanı gelince de duvara toslanacağını söyleyen bilim adamlarının eleştirileri, AKP karşıtlığıyla açıklanıyordu. Dışarıdan gelen “sıcak para” ile büyümenin sınırlarını belirleyen de dünya krizi oldu. Örnek vermek gerekirse, Temmuz ayında 4.6 milyar dolar gelirken, Ağustos ayında bu rakam 500 milyon dolara düştü. Bu eğilimin devam etmesini dolar fiyatının yükselmesinden yani gelen sıcak paranın ülkeden çıkış yaptığından anlıyoruz. Son olarak dolar kuru 1.90’ı bulunca Merkez Bankası (MB) müdahalede bulunmak zorunda kaldı. 8

MB, döviz satarak doların yükselişini durduramayacağını biliyordu, onun için de faizleri (yüzde 5’den yüzde 12’ye) yükseltti. Böylece AKP iktidarının 2002 yılından beri demagojisini yaptığı, “faiz lobisinin belini kırdık, borçlanma faizlerini düşürdük” söyleminin karşılığı olmadığı, “sıcak parayı” yeniden Türkiye’ye çekmek için, uluslararası sermaye önünde “diz çöktüğü” anlaşıldı. Hükümetin sıkıştığı alan belli: “sıcak para”nın kaçmasını ardından, döviz fiyatları patladı, enflasyon da yükselişe geçti. Öyle anlaşılıyor ki, ekonomideki olumsuz gelişmeler artık TÜİK’in uydurma istatistikleri ve hesaplamaları yoluyla gizlenemeyecek bir düzeye gelmiştir. MB Başkanı, çaresizliğini şöyle ifade ediyor: “döviz fiyatlarının tırmanışıyla baş edemedik, “sıcak para” gelsin diye faizleri yükselttik, yüksek faiz “sıcak para”yı geri çekebilir, bu gelişmede döviz fiyatlarını aşağıya çekebilir, böylece enflasyondaki yükseliş azalabilir….” Marksist iktisatçıların Türkiye ekonomisiyle ilgili bir benzetmeyi ifade etmek için tam yeridir: “Sıcak parayı morfine, Türkiye’nin ekonomisine bu uyuşturucuya bağlı olarak gösterirler”. MB’nin son operasyonu sadece parasal tedbirler olarak görülemez. Hem ekonomideki yapısal bir sorunu hem de olası bir ekonomik krizin adımlarının duyulduğunun itirafı olmuştur. MB faiz operasyonu ve Maliye Bakanlığı’nın ÖTV paketiyle piyasalara müdahale eden hükümet, ekonomiyi soğutmak istiyor: “Daha az tüketin…”. AKP hükümetinin ekonomiyi “çevirmesi”, dışarıdan gelecek “sıcak para”ya bağlı. “Sıcak para”nın, yükselen faizlere karşın gelip gelmeyeceği de, uluslararası gelişmelerle ilişkili. AB’nin “Yunanistan’ı kurtarma ve Avrupa Kurtarma Fonu’nun kaynaklarını aktarma kararı ile, kendi krizi ile boğuşan ABD’nin sermaye aktarımında zorlanması gibi gelişmeler, para musluklarını daha da kısılacağına dair

ekonomik işaretleri oluşturuyor. Uluslararası sermayeye bir rüşvet gibi verilen MB faiz artışı uygulamasının sonuçları (gelen paranın miktarı ne olursa olsun) emekçiler için acı sonuçlar yaratacak. Yükselen faizler, ekonomiyi durgunlaştıracak, tüketici kredilerinin yükseltilmesi iç talebin daralmasına neden olacak. İç talebin daralmasının bir sonucu olarak da, büyüme hızının düşmesi ve işsizliğin yükselmesi bekleniyor. Yüksek faiz politikası, bütçe kaynaklarının yeniden düzenlenmesi demek: borçlanmaya giden kaynakların, eğitim, sağlık ve sosyal harcamaların aleyhine artması sonucunu doğuracak. Yüksek faizlerle birlikte “sıcak para’nın girişi gerçekleşirse, bunun sonuçları da parlak olmayacak. Bu giriş belki döviz fiyatlarında belirli oranda bir gerileme yaşanmasına neden olsa da, ucuzlayan döviz ithalatının yeniden patlamasını getirecek, cari açık sorunu büyüyerek devam edecek! Böylece bu tedbirlerin alınmasının gerekli olduğu ana yeniden dönülmüş olacak. AKP hükümetinin uygulamakta olduğu mevcut ekonomi politikası, piyasayı bu sıcak paranın girişi veya çıkışına bağımlı kıldığı için, “kriz geliyor” ifadesi yerine, “sürekli kriz dönemi” demek daha uygun olacak. AKP’nin yandaşları şunu iddia ediyor: “Türkiye’de kriz yok, halk durumundan ve AKP’den memnun, eğer aksi bir durum olsaydı, Yunanistan örneğinde olduğu gibi büyük toplumsal patlamalar ve isyanlar yaşanırdı” . Üç çeşit yalan olduğu söylenir, bir de AKP’li iktisatçıların yalanlarını bu listeye eklememiz gerekiyor. AKP’nin, kendisine muhalefet eden kesimlerin üzerine polis ve yargı yoluyla nasıl gittiği, hangi baskı araçların kullanarak, mücadele etmek isteyenleri ezmek istediği çok ortada değil mi? Demokratik hak ve özgürlüklerin kullanılmasını çok kısıtlandığı bu dönemde toplumsal bir muhalefetin, AKP’ye karşı sınıf mücadelesi zemininde karşısına çıkmaması hiç de şaşırtıcı değildir.


İşçilerin Sesi

“WALL STREET’İ İŞGAL EDİN!”

DEVRİMCİ EYLEM İÇİN ÖRGÜTLENİN! Protestocu gençler, bankaların zenginlere destek olduğunu, işsizlik, fakirlik, öğrenim paralarının yüksekliği ve giderek büyüyen eşitsizliğin sorumlusu olduğunu açıkladılar. Leyla Durusu Bundan yaklaşık bir buçuk ay önce, Amerika’da Dünya Ticaret Merkezi binaları çevresinde bir kaç çadır ile başlayan eylemler giderek büyüdü; Madrid, Londra derken dünyanın büyük metropollerinde yüz binlerce kişinin katıldığı eylemlere önayak oldu. 15 Ekim’de İspanya, Almanya, İsviçre, İngiltere, Avusturya, İtalya ve Fransa başta olmak üzere 80 ülkede, 951 kentte destek eylemleri yapıldı. 30 Ekim’de ise, bu eylemler tekrarlandı. Özellikle Almanya’nın Frankfurt kentinde ve Londra’daki eylemlere katılım daha fazla olduğu gazetelere yansıyan haberler arasında. Başlangıçta NewYork borsası ve ticaretinin merkezi kabul edilen Wall Street’te toplanan protestocular, Mısır’ın Tahrir Meydanında toplanan insanları örnek aldıklarını ve değişim istediklerini ilan ettiler. 20 bin kişiyi toplamayı umut eden protestocular, bu sayıya ulaşamasalar da, diğer şehirlere yayılan benzer protestoların fitilleyicisi oldular. Protestocu gençler, bankaların zenginlere destek olduğunu, işsizlik, fakirlik, öğrenim paralarının yüksekliği ve giderek büyüyen eşitsizliğin sorumlusu olduğunu açıkladılar. Bazıları, savaşa, küresel ısınmaya karşı çıktı; Troy Davis’in (polisi öldürmekle suçlanarak ölüm cezasına çarptırılan bir siyah Amerikalı) öldürülmesini protesto etti. Özellikle büyük şirketlerin aç gözlülüğüne karşı olduklarını söyleyen ve kendilerine “Wall Street’i işgal edin hareketi” adını veren protestocular, ABD halkının yüzde 99'unun haklarını en varlıklı yüzde 1 karşısında korumaya çalıştıklarını açıkladılar. Polis ise gösterilere karşı pek nazik davranmadı. Biber gazı dâhil yaptığı saldırılarda 24 eylemciyi tutukladı. Ardından Brooklyn köprüsü üzerinde, öfkelerini dile getiren ve medyanın ilgisini çekmek isteyen göstericilerden 700’ü, yine polis tarafından tutuklandı. Ekim başında gösteriler devam ederken, sendikalardan, öğretmenlerden, hastabakıcılardan, ulaşım çalışanlarından destek geldi. Bu kez binlerce insan gösterilere katıldı. Boston, Chicago, Los Angeles gibi birçok

şehirde, farklı büyüklükte protesto gösterileri yapıldı. AFL-CİO (Orta Amerika’nın en büyük sendikal örgütü-Amerika İşçi Federasyonu ve Endüstriyel Örgütler) başkanı Richard Trumka, hareketi desteklediklerini ve hareketin milyonlarca Amerikalının duygusunu ifade ettiğini açıkladı. Ülkeyi soyanlara tepki hareketini destekleyen Trumka, bu soygunda başkanı olduğu sendikanın sorumluluğunu söylemeyi unuttu herhalde! İşçilerin temsilcisi olduğunu her fırsatta söyleyen sendika liderleri, ama nedense temsil ettikleri sınıfı değil, şirketlerin çıkarları doğrultusunda, emekçilerin haklarından fedakârlık yapmasını isterler. Şimdi de, imajlarını düzeltmek, kamuoyunun sempatisini kazanmak için, “öfke hareketi”ni destekler gözüküyorlar. ABD’de başlayan protestolar, diğer ülkelerdeki yayılma hızına oranla, yavaşlasa da, “öfke”lerini yok etmek o kadar kolay olmayacak.

Öfkelerin Devrimci Siyasal İradeye Dönüşmesi İçin… Bu öfkenin siyasi bir bilince dönüşüp, işçi sınıfını etkileyerek mücadeleyi genişletmesi içinse, bir grup ey-

PARASI OLMAYAN ADALET ARAYAMAZ! O. Öznur 1 Ekim 2011 itibariyle yeni Hukuk Muhakemeleri Kanunu yürürlüğe girdi. Kanun’un 120. maddesiyle işçilerin ve yoksulların, mahkemelere başvurma hakkına önemli bir darbe indirildi. Çünkü 120. maddede, "Davacı, yargılama harçları ile her yıl Adalet Bakanlığı'nca çıkarılacak gider avansı tarifesinde belirlenecek olan tutarı, dava açarken mahkeme veznesine yatırmak zorunda." deniliyor. Bu madde ile dava açarken peşin olarak yüksek miktarda gider avansı yatırılması zorunluluğu getiriliyor. Bu değişiklik başta işçiler olmak üzere tüm yoksulları olumsuz etkileyecek. Çünkü dava açılırken ödenen peşin harcın yanı sıra, taraf sayısının beş katı

kadar tebligat masrafı, en az üç tanık ücreti ve tebligat masrafı, bilirkişi ücreti ve keşif masrafının da ödenmesi gerekiyor. Bu durumda, örneğin işten çıkarılan ve işe iade davası açmak isteyen bir işçi, dava açarken harç ve tebligat gideri için peşin olarak yaklaşık 50-55 TL öderken ve diğer masrafları dava sürerken tamamlarken, yeni düzenlemenin ardından dava açarken peşin olarak yaklaşık 350-400 TL ödemek zorunda. İşe iade davasının bir ay içinde açılması gerektiğinden, pek çok işçinin bu parayı toparlaması ve mahkemeye başvurması mümkün olamayacak. Kıdem ve ihbar tazminatı ile ücret alacakları için açılacak davaların ise daha külfetli olacağını belirtmek gerekir. Keza eşlerinden şiddet gören, evlerini terk et-

lemcinin bu yönde bir iradeyi oluşturmak üzere harekete geçmesi gerekli. Bütün Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki halk hareketlerinde ortaya çıkan bir gerçek var ki, öfke duymak, harekete geçmek, eylemlere katılmak ne kadar önemli ve gerekliyse; bu hareketleri kapitalist sisteme yönlendirip, yıkılması yönünde bilinçli bir mücadeleye dönüştürecek bir önderliği oluşturmak o kadar önemli. Hedefleri, özellikle de siyasi hedefleri netleşmiş, mücadeleyi toplumun bütün sömürülen kesimlerine ve özellikle de işçi sınıfına taşıyacak bir önderlik, siyasi örgütlenme yoksa, eylemlerin istenir radikal sonuçlar doğurması mümkün olmayacak. Ya eylemcilerin bir süre sonra sonuç alınamadığı için harekete geçmekten vazgeçmesi gündeme gelecek ya da Londra’da olduğu gibi “İsa’nın yolu kapitalizme karşıdır” diyen çeşitli siyasal eğilimlerin dâhil olmasıyla, öfkenin elimine edilmesi sağlanacak. “Küreselleşme karşıtı hareketler”in deneyimlerinden de çıkarılacak bir ders olacaksa, bu da hareketlerin antikapitalist ve emekçi sınıflara dayanan bir karakter kazanıp kazanmamasına; bu politik hatta bir siyasi iradenin oluşup oluşmamasına bağlı olduğunu sık sık hatırlamak gerekir. mek durumunda kalan veya sınırlı bir gelire sahip olan kadınların da bu miktarda masrafı peşin olarak ödemesi ve boşanma davası açması son derece zorlaştı. Yoksulların mahkemelere başvurup hak araması da aynı derece güçleşti. AKP Hükümeti bu değişikliğin gerekçesini, “davaların hızlı sonuçlanması” olarak açıklıyor. Ancak bu gerekçenin gerçekle ilgisi yok. Davaların geç sonuçlanması, davayı açanların masrafları ödememesinden kaynaklanmıyor. Davanın tarafları, davanın çeşitli aşamalarında bu masrafları peyderper ödüyorlar zaten. Davaların geç sonuçlanmasının asıl sebebi mevcut adalet sistemi. Haksızlıkların sayısı sürekli artarken, mahkemelerin sayısı yetersiz kalıyor. AKP Hükümeti ve Adalet Bakanlığı ise parası olmayanın dava açamayacağı ve adalet arayamayacağı bir sistemi dayatıyor. İşçiler ve yoksullar dava açmayınca, mahkemeler daha hızlı çalışacakmış! 9


İşçilerin Sesi

BİRE BİN YETMEZ TÜM FİLİSTİNLİ TUTUKLULAR SERBEST BIRAKILSIN Bugüne kadar Filistinlilerin bölünmüşlüğüne oynayan, Hamas’a karşı El Fetih’e destek olan İsrail hükümetleri, şimdi de Hamas’a göz kırpıyor. M. Eker Geçtiğimiz ay İsrail devleti ile Hamas arasında esir takası yapıldı. 2006 seçimleri ile Filistin’in seçilmiş meşru hükümeti olmasına rağmen, bugüne kadar Hamas’ı tanımayan, “terörist” olarak nitelendirip “teröristlerle pazarlık yapmayız” diyen İsrail hükümeti, bu politikadan geri adım attı. Bir İsrailli rehineye karşı 1027 Filistinli tutuklunun salıverilmesini kabul etti. Takas anlaşması Mısır’ın çabaları sonucu gerçekleşti. Ortadoğu’nun en temel sorunu ve kanayan yarası Filistin sorununda önemli gelişmeler yaşanır ve anlaşmalar yapılırken, bölge liderliğine soyunan ve model ülke olarak sunulan Türkiye’nin ve AKP hükümetinin ise esamesi okunmuyor. Sürece olumlu bir katkısı görülmüyor. Yapılan anlaşma sonucu, 25 Haziran 2006’da Hamas tarafından rehin alınan İsrail askeri Gilad Şalit serbest bırakılırken, Şalit karşılığında ilk etapta 477 Filistinli tutuklu tahliye edildi. Geriye kalan 550 tutuklunun da iki ay içerisinde bırakılması öngörülüyor. Serbest bırakılan Filistin tutukluların bir kısmının Filistin topraklarına geri dönemeyeceği, bunlardan 10’unun Türkiye’ye getirildiği belirtiliyor. İsrail cezaevlerinde 6000 civarında Filistinli tutuklu bulunuyor. Bunlardan 219’u ise haklarında herhangi bir suçlama olmaksızın ve mahkemeye çıkarılmaksızın hapishanede tutuluyor. Tutuklular arasında çoğu Hamas’lı yirmiden fazla milletvekili de bulunuyor. Bunların arasında hapishanede iken milletvekili seçilen

ve Cenevre sözleşmesine göre milletvekili seçildikleri için serbest bırakılması gereken El Fetih MK üyesi Mervan Barguti ve FHKC Genel Sekreteri Ahmed Saadat da var. Barguti ve Saadat, takas kapsamında serbest bırakılanlar arasında bulunmuyor. İsrail Başbakanı Netanyahu, takas anlaşmasına karşı çıkan, savaşta yakınlarını kaybeden İsrailli ailelere gönderdiği mektupta, Filistin halkına karşı haksız bir savaş yürüten hükümetin başı olmaktan dolayı özeleştiri yapmak, İsrail aşırı sağının eleştirilerine göğüs germek yerine, “bu benim için de zordu; sizin için de” diyerek durumu kurtarmaya çalışıyor. Bire bin vermenin “ağır bir bedel olduğunu” söylüyor. Bu, bir İsraillinin hayatının bin Filistinlinin hayatından daha değerli olduğunu söylemek anlamına geliyor. Dahası salıverdiği bin Filistinli tutuklunun zaten suçsuz yere içeride tutulduğunu unutuyor. İsrail hükümetinin Hamas ile takas anlaşması yapmasının nedeni, onun Filistin sorununun çözümü doğrultusunda adım atma isteğinden değil, ulusal mücadele ve sınıf mücadelesinde ortaya çıkan yeni koşullara ve dinamiklere uyum sağlama ihtiyacından kaynaklanıyor. İsrail’de son aylarda sınıf mücadelesi hızla yükseliyor. Bir grup gencin yüksek ev kiralarını protestosu ile başlayan Sosyal Adalet Hareketi çığ gibi büyüyor. Hükümetin neo-liberal politikalarına karşı Eylül ayında bir milyon kişinin katıldığı bir yürüyüş gerçekleştirildi. Netanyahu hükümetinin ise bu hareket ve talepler

LİBYA: YENİ DÜZEN LİBYA HALKINA İYİ BİR GELECEK VAAT ETMİYOR Görünen o ki ne Libya halkına ne de özel olarak kadınlara, demokrasi, özgürlük öyle kolay gelecek! Hatta 40 yıl öncesine dönülmek isteniyor. Leyla Durusu Kaddafi’nin öldürülmesinden üç gün sonra, Ulusal Geçiş Konseyi, Bingazi’de bir meydanda toplanmış yüz binlerce Libyalıya, Libya’nın “kurtuluşunu” ilan etti. Ardından da devrimin bittiğini duyurdu. Tıpkı Saddam gibi, Kaddafi’nin cesedinin görüntüleri üzerinden yükselen emperyalist propaganda, Irak gibi Libya’nın da özgürlük yolunda adım attığının müjdesini verdi. Oysa öyle mi? Irak’ta yaşananları biliyoruz. Fransa’da yayınlanan bir gazeteye (Canarde Enchaine) göre, Kaddafi, Fransa ve ABD işbirliğiyle verilen bir talimatla, uluslararası bir mahkemede anlata10

bileceklerinin engellenmesi için öldürülmüş. Önce Trablus’un ardından Kaddafi ve yakınlarının sığındığı Sirte şehrinin günlerce bombalanması tesadüf olmamalı. Fransız Gizli Servisi ve CİA ile Kaddafi’nin alışveriş içinde olduğu, hatta şimdiki Fransa cumhurbaşkanı Sarkozy’nin seçim kampanyasını desteklediği biliniyor. Daha dün işbirliği içinde olan emperyalist liderler, bugün büyük bir ikiyüzlülükle Kaddafi’nin ölmesiyle Libya’ya özgürlük geldi, diyebiliyorlar. Libya’da Ulusal Geçiş Konseyi’nin önümüzdeki dönem için ilan ettiği yol haritasına göre, sekiz ay

karşısında henüz bir politikası yok. Bu açıdan Netanyahu hükümeti içeride sıkıntılı anlar yaşarken, Filistin ulusal kurtuluş mücadelesinde yeni gelişmeler gözleniyor. Yeni koşullar ortaya çıkıyor. Bugüne kadar Filistinlilerin bölünmüşlüğüne oynayan, Hamas’a karşı El Fetih’e destek olan İsrail hükümetleri, şimdi de Hamas’a göz kırpıyor. Son dönemde içeride Filistinliler arası birlik, dışarıda bağımsızlık doğrultusunda adımlar atmaya, görüşmeler yapmaya başlayan El Fetih’e ve Mahmut Abbas’a karşı, takas anlaşması ile Hamas’a inisiyatif kazandırılmak isteniyor. Abbas’ın ve örgütünün altı boşaltılmaya, Filistinlilerin birlik ve bağımsızlık mücadeleleri engellenmeye çalışılıyor. İsrail hükümeti, işçi sınıfı hareketinin de ulusal hareketin de birliğinden korkuyor. Takas anlaşması ile içeride sınıf mücadelesini gölgelemeye ve gündemi değiştirmeye, bölge çapında ise Filistinlileri birbirine karşı dengeleyerek hareketi bölmeye ve Arap baharının da etkisi ile ilk işaretleri ortaya çıkmaya başlayan yeni bir intifadayı engellemeye çalışıyor. İsrail’in ve Hamas’ın niyeti ne olursa olsun, takas anlaşması ile 1028 tutuklunun özgürlüğüne kavuşması olumlu bir gelişmedir. İsrail’in bu ayak oyunlarının ve böl yönet taktiğinin, son dönemde Filistinliler arası sağlanan yakınlaşma ve birlik çabalarına zarar vermekten çok bağımsız demokratik Filistin mücadelesine yarar sağlayacağı, kurtuluşa ve zafere olan umudu arttıracağı açıktır. içinde meclis oluşturulacak ve yeni meclis, yeni anayasayı hazırlamanın yanısıra bir yıl içinde de genel seçimler için hazırlık yapacak. Ancak, Ulusal Geçiş Konseyi lideri Mustafa Abdülcelil, “yasaların şeriatı temel alacağını ve İslam'a aykırı yasal düzenlemelerin kaldırılacağını” açıkladı. Daha da ileri giderek, şeriat düzenlemesiyle, erkeğin önündeki evlenme sınırının kaldırılması gerektiğini söyledi. Görünen o ki ne Libya halkına ne de özel olarak kadınlara, demokrasi, özgürlük öyle kolay gelecek! Hatta 40 yıl öncesine dönülmek isteniyor. Üstelik bu açıklamalar ilk defa olmuyor. Ulusal Geçiş Konseyi, daha önce de, İslami yasalara gönderme yapmış ve yazılacak yeni anayasanın dayanağı olabilecek kaynağın İslam hukuku olduğunu belirtmişti. Eski Adalet Bakanı’yken, Kaddafi’ye muhalefet edenlerin yanına geçen Abdülcelil, daha dün, Kaddafi’nin monarşik rejimine destek veriyordu. Abdülcelil’i bilmiyoruz ama Kaddafi’nin etrafındaki birçok yetkili, ABD’de eğitildi. Bugün, batılı emperyalist liderlerin ne Libya halkı ne de kadınların geleceği umurunda. Sadece savaşın yarattığı kaos ortamında yeni pazarlara imkan yaratmak istiyorlar.


İşçilerin Sesi

TAŞ-İŞ-DER: MÜFETTİŞ RAPORLARI VE MAHKEME KARARLARI UYGULANSIN Hakkari’de çıkan çatışmalar sonrasında yaygınlaşan şovenist eylemlilikler, Van depremi sonrasında faşist bir mecraya kaydırıldı. Bu durumda da birçok emek örgütü hak talepleri içeren eylem ve protesto etkinliklerini ertelediler. Taşeron İşçileri Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği (Taş-İş-Der) de bir süre devam eden tereddütlerin ardından, hak taleplerini içeren yürüyüş ve basın açıklamasını yapmaya karar verdi. 26.10.2011 tarihinde İstanbul (Çapa) Tıp Fakültesi Hastanesi’nde gerçekleştirilen yürüyüş ve basın açıklamasında ön plana çıkan talepler şunlar oldu: “Kadrosuz çalıştırıldığımız için her gün ‘beğenmiyorsan çek git dışarıda bir kamyon insan var’, denilerek işten çıkarılma tehdidiyle karşı karşıyayız… Dev Sağlık-İş Sendikası’nın talebiyle 2008 yılında iş müfettişleri tarafından üniversitemiz denetlenmiş, taşeron şirket aracılığı ile çalıştırılan işçilerin 4857 sayılı İş Kanunu’ndaki yasal hakların uygulanmadığı tespit edilmiştir. 2008 yılında işçileri çalıştıran taşeron şirket müfettiş raporuna itiraz etmiş ve davayı kaybetmiş-

tir. 2011 yılı başında iş müfettişleri raporun uygulanıp uygulanmadığına dair 2. denetime gelmiş ve denetimde hala işçilerin taşeron şirket aracılığıyla çalıştırıldığını tespit etmiştir. Üniversitemize ve taşeron şirketlere iş kanununu uygulamadıkları ve taşeron işçi çalıştırdıkları için cezalar kesilmiştir… İstanbul Üniversitesine 1300 kişilik 4 B kadrosu verilmiştir. İlk aşamada toplamda 600 kişilik alım yapılmış, bu alımda büyük çoğunluğu hemşireler oluşturmuştur… Taşeron hemşireyi çalıştırmak ne kadar suçsa, diğer bütün işçileri çalıştırmak da o kadar suçtur… Üniversitemizde 4500 taşeron işçisi çalışmaktadır… 4 B uygulaması büyük sınırlamalar getirmektedir… Bütün taşeron işçilerinin alınabilmesi için 4 D işçi kadrosunun verilmesini talep ediyoruz… Yıllık Ücretli İzin Hakkı, Şua İzinleri, Doğum ve Süt İzini, Kreş Hakkı, Fazla Mesai Hakkı, Bayram ve Resmi Tatillerde İzin Hakkı, Kıdem Tazminatı Hakkı’na da değinilen basın açıklamasında, “iş müfettişi raporları ve mahkeme kararları uygulansın.”

Basın açıklaması metninde savaşın ve milliyetçilik dalgasının izleri de yer aldı; “Ülkemizde yaşanan terörü şiddetle ve nefretle kınıyoruz, şehitlerimize ve Van’da meydana gelen depremde hayatını kaybeden vatandaşlarımıza Allah’tan rahmet, yaralılara acil şifa diliyoruz. Milletimizin başı sağolsun”. Dernek üyelerinin arasında bulunan milliyetçi ve muhafazakar işçilerin basın açıklaması sırasında "şehitlerimiz için saygı duruşu yapalım" yönündeki ısrar ve önerileri karşılık bulmadı ve basın açıklaması sonlandırıldı. Dernek yönetimi milliyetçi ve muhafazakar baskıların etkisinde kalmış ve basın açıklaması metnine devletin şovenist dilini yansıtmıştır. İşçiler, kendilerine hak olarak gördüklerini Kürt halkına da layık gördüklerinde ve mücadelelerini birleştirdiklerinde bir güç olabileceklerdir. Hak kazanımlarına sahip olacaklardır. / İşçilerin Sesi-Haber

DİŞHEKİMLERİ ODASI DİRENİŞİ KAZANIMLA SONUÇLANDI İstanbul Dişhekimleri Odası Yönetim Kurulunca işten atılan kadın işçilerin direnişi kazanımla sonuçlandı. Ayşe Yeliz Şahin ve Sevil Aytemir Çetinkaya, İstanbul Dişhekimleri Odası yönetimi tarafından yeniden yapılanma ve tasarruf tedbirleri gerekçeleriyle işten atıldılar. Profesyonel bir şirketle anlaşan ve yeniden yapılandırma temelindeki tasarruf tedbirleri önerilerine harfiyen uyan Oda yönetiminin tereddüt etmeden çalışanlarını işten atmış olması tepki ve protestolara yol açtı. Ayşe ve Sevil ise direnişi seçti. Oda’daki çalışma arkadaşlarının da destek amaçlı iş bırakmalarıyla gelişen direniş süreci, direniş çadırının kurulmasıyla yeni bir boyut kazandı. Direniş çadırının ikinci günü olan 12.10.2011 tarihinde dayanışmacı sınıf dostlarıyla birlikte görüşme ve sohbetlerimizi sürdürdük. “Oda ve sendikalardan yönetim bazında gelen ve dayanışma gösteren olmadı. Odaların çalışanları ise direnişimize gelerek bizzat desteklediler” diyen direnişçileri, Tek Gıda-İş Sendikası Genel Merkezince işten atılan Uğur Doğan da ziyaret etti. Direniş sürecinde Oda yönetiminden gelen spekülatif haberler de değerlendirildi. Yönetimin, emeklilik süresi dolan bir arkadaşlarıyla Ayşe ve Sevil’i takas etmeyi düşündüğü konuşuldu. “Biz de solcuyuz, bize haksızlık ediyorsunuz” diyen Oda yönetiminin direnişi desteklemek için iş bırakan Oda çalışanlarını da işten atacağı söylendi. Spekülatif haberlerin ve psiko-

lojik yıpratma çabalarının direnişi ve direnişçileri etkilemediğine tanığız. Direniş çadırının ikinci gününün akşamında gelen haber ise bir gerçeği yeniden açığa çıkardı: Hiçbir direniş boşa gitmez! “Direne direne kazanacağız!” diyen İstanbul Dişhekimleri Odası direnişçilerinin talepleri kabul edildi. Oda yönetimi işten atılan Ayşe Yeliz Şahin ve Sevil Aytemir Çetinkaya’yı işe geri aldığını açıkladı. 13.10.2011 perşembe sabahı İstanbul Dişhekimleri Odası’nda yeniden iş başı yapıldı ve işten atılan Ayşe ile Sevil çalışma masalarına oturdular. Mücadele bitti mi? Hayır! İş başı yapılırken, Oda yönetiminin bu direnişin acısını bir şekilde çıkarmaya çalışacağı ve bundan sonraki sürecin hiç de kolay olmayacağı biliniyor.

Değersizleştirme çabaları ise bunun bir parçası olacak. İstanbul Dişhekimleri Odası direnişi kazanımla sonuçlandı. Önemli bir sonuç ve sürece dair emsal teşkil edecek. / İşçilerin Sesi-Haber

SOSYAL-İŞ SENDİKASI ELEŞTİRİLERE TAHAMMÜLSÜZ Alanya Metro Grosmarket’te örgütlü bulunan Sosyal-İş Sendikası İşyeri Baştemsilcisi Olcay Yıldırım sendika bürokrasisinin gazabına uğradı. İşyeri Baştemsilciliği görevinden alınan Olcay Yıldırım’ın “suçu” sendika yönetimini eleştirmek. 09.10.2011 tarihinde BirGün gazetesine açıklama yapan Olcay Yıldırım, “Muhalefetin eleştiri ve önerilerine karşı iktidarın kulağını kapamaması, örgütün geleceği açısından sağduyulu davranıp, taraf tutmaması gerekir” demişti.

Açıklamadan hemen sonra yine aynı gazete kanalıyla cevap veren sendika yönetimi, tebligat yoluyla Olcay Yıldırım’ı görevden aldığını açıkladı. Sınıf mücadelesinin önünü açmak yerine tıkayıcı bir rol üstlenen sendikal sistemin ve sendika bürokrasisinin örneklerinden birini teşkil eden Sosyal-İş, hiçbir eleştiriye tahammül edemediğini de göstermiş oldu. İşyeri Baştemsilciliği görevinden alınan Olcay Yıldırım, “sendika içerisinde var oldukça mücadelemiz devam edecektir” dedi. / İşçilerin Sesi - Haber 11


İşçilerin Sesi

TEK GIDA-İŞ YÖNETİMİYLE ELİT ÇİKOLATA PATRONUNUN ÇIKAR BİRLİĞİ NEREDEN GELİYOR? Yakın bir zaman önce, Elit Çikolata fabrikası Kasımpaşa’da faaliyetlerini sürdürmekle birlikte, işyerinin büyük bölümünü Esenyurt’a taşıdı. Tek Gıda-İş Sendikası da İstanbul’da şube sayısını ikiye düşürdü ve Elit Çikolatayı da Avrupa Yakası Şubesine (eski 10 Nolu Şube) bağlandı. Sendika genel merkezi bir zaman sonra kendisine muhalefet eden şubeyi tasfiye etmeye karar verdi. Bizce akıl almaz ama genel merkezce zekice bir yola patrona (kimdir acaba?) başvurdu. Elit Çikolata patronu sendika üyesi işçilerden imza toplayarak, işyerinin yetkisinin Tek Gıda-İş Avrupa Yakası Şubesinden alınarak, Tek Gıda-İş Genel Merkezine bağlanmasını sağladı. Böylece yetkili sendikanın adresi şubeden genel merkeze geçmiş oldu! Adının açıklanması istemeyen bir şirket yöneticisi işyeri yetkisinin şubeden alınarak genel merkeze verilmesi talebinin sendika genel merkezinden geldiğini; “Tek Gıda-İş Genel Merkezinin kendisine muhalefet eden ve genel kurulunda yönetime aday olan Avrupa Yakası Şube Başkanı Muzaffer Dilek’e karşı yürüttüğü “operasyon” nedeniyle” bu işlemin yapıldığını söyledi.

Hatırlanacağı gibi, Avrupa Yakası Şube Başkanı Muzaffer Dilek, Genel Merkez Genel Kurulunda yönetime aday olduğu için hakkında disiplin soruşturması açılmıştı. Daha sonra işyeri temsilcileri görevden alındı, değiştirildi. Toplusözleşmelerde ve her yerde şube temsiliyeti elinden alındı. Aynı zamanda profesyonelliği ve sendika aracı da yönetim kurulu kararıyla şubeden alındı. Elit çikolata da bu süreçte genel merkeze bağlandı. Tam bir tecride uğratılan şube başkanı geçtiğimiz günlerde “Tek Gıda-İş’te Neler Oluyor?” başlığıyla bir basın toplantısı düzenlemişti. (http://www.soldefter.com/2011/10/21/tek-gida-is%e2%80%99te-neler-oldu-biliyor-musunuz-muzaffer-dilek/) Öyle anlaşılıyor ki, genel merkez Elit Çikolata işverenine “şube işçiyle aranı bozar” diyerek yetkinin genel merkeze devredilmesi için işçileri kullanmıştır. Nitekim işyerinde de patron-sendika ilişkisi yağlı-ballı sürmektedir; işyerinde sendikanın aslında varlığı “yok gibi”dir. İşçiye karşı işveren ve sendika genel merkez yönetimi mükemmel bir örgütlülük içerisindedir. Örneğin, işyerindeki tüm işçiler sendikaya üye değildir. Fabrikada Tek Gıda-İş Sendikasının işyeri ço-

BEDAŞ DİRENİŞÇİLERİ: AKP TAŞERON SİSTEMİNİ SÜRDÜRMEKTE ISRARLI Boğaziçi Elektrik Dağıtım A.Ş (BEDAŞ) işçilerinin hak ve hukuk mücadelesi sürüyor. 26.10.2011 tarihinde ve direniş çadırının 17. gününde Taksim Tramvay durağı önünde toplanan direnişçi işçiler ve sınıf dostları, BEDAŞ Genel Müdürlüğü önüne yürüdüler. “Taleplerimiz yerine getirilene kadar kararlılıkla direneceğiz” diyen BEDAŞ direnişçilerini ilk karşılayan polis barikatı oldu. Sınıf dostlarının coşkulu dayanışması ile BEDAŞ direnişçilerinin kararlılığı sonucunda polis, BEDAŞ Genel Müdürlüğü binasına çekildi. Yürüyüş ve direniş çadırı önünde gerçekleştirilen basın açıklamasında DİSK Örgütlenme Dairesi ve Nakliyat-İş Sendikası Başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu, Türk Tabipler Birliği Merkez Konseyi Üyesi Hüseyin Demirdizen, Dev-Sağlık İş Sendikası Genel Sekreteri Gürsel Kaya da bulundular. BEDAŞ direnişçileri adına konuşan Enerji-Sen Genel Başkanı Kamil Kartal, “Taşeron şirketlerin görevinin bittiği gerekçesiyle 156 işçi işten atıldı. Kurulan direniş çadırı direnişçi işçiler işlerine geri dönene kadar yerinde kalacak. Asıl işverenler taşeron şirketler değil, BEDAŞ Genel Müdürlüğüdür. İşçi arkadaşlarımız iki aydır işsizler, evlerine ekmek götüremiyorlar. BEDAŞ işçilerin sesine kulak tıkıyor. AKP Hükümeti taşeron sistemini ve güvencesiz çalışma hayatını sürdürmekte ısrar ediyor. Karşı duranlar cezalandırılıyor. Atılan işçilerin tamamı sendikamızın üyesidir. Enerji iş kolunda uzun yıllardan sonra ilk defa güvenceli iş hakkı için mücadele yürütülüyor. Umut birliğimizde, umut mücadelemizde, 12

umut dayanışmamızdadır” dedi. Ali Rıza Küçükosmanoğlu’nun, “BEDAŞ işçilerinin yanında olacağız ve mücadelelerinin başarıyla sonuçlanacağına inanıyoruz” diye vurgulamasının ardından konuşan Hüseyin Demirdizen ise Başbakan Tayyip Erdoğan’ı hedef aldı; “Yaratılanı yaratandan ötürü severim diyen başbakanın, işçilerin işsiz olanını, yoksul, aç, örgütsüz olanını sevdiğini görüyoruz. AKP Hükümeti döneminde güvencesiz çalışma çağına atladık. İnsanca yaşam koşullarına sahip olmak için sonuçlara üzülen değil, itiraz eden ve talep edenler olmalıyız” dedi. BEDAŞ işçileri direnişlerini sürüyorlar ve BEDAŞ Genel Müdürlüğü önündeki direniş çadırında sınıf dostlarını dayanışmaya bekliyorlar. / İşçilerin Sesi - Haber

ğunluğuna yetecek kadar üyesi bulunuyor. Her sözleşme döneminde (iki yılda bir) ise, yüzde 50 + 1 kadar işçi üyeliği işverenlikçe tamamlanıyor ve yetki alınıyor. Sendikaya kimlerin üye olacağına işveren karar veriyor. Bu toplusözleşme dönemi içinse, yetki için 60 kadar işçinin sendikaya üye yapılması planlanıyor. Diğer işçiler ise, (fabrikanın yüzde 49′u) sendikasız ve asgari ücretle çalıştırılıyor. İşyerinde sendika üyeleri toplusözleşmeyle (4 ikramiye ve diğer sosyal haklarla) çalışırken, geri kalan işçiler asgari ücretle çalıştırılıyor. Ayrıca taşeron çalıştırılarak, 6 aylık sözleşmelerle sendikasız çalışma biçimine yasal kılıfı bulunuyor. Tek Gıda-İş Genel Merkezinin üyelerine ve çalışanlarına karşı tutumunu biliyorduk. Bu kez, Elit Çikolata örneğinde olduğu gibi (diğer işyerlerinde de benzer uygulamalar olduğunu öğreniyoruz, bu işyerini de yayınlayacağız…), sendika merkezinin işverenle girdiği kirli pazarlık sebebiyle işçilerin hak kayıpları olmaktadır. İşyerinde sendikasız işçi çalıştırılmasına göz yumulmaktadır. Böylece genel merkezin işçi sınıfının çıkarlarını değil koltuk çıkarlarını kolladığını ve bu uğurda işverenlerle işbirliği yapmaktan çekinmediği bir kez ortaya çıkmış bulunuyor? / İşçilerin Sesi - Haber

BES YÖNETİCİLERİNİN AİHM ZAFERİ 2004 yılında Maliye Binası’na 1 Mayıs afişi astıkları için “görüntü kirliliği yarattıkları gerekçesiyle” uyarı cezası alan ve ek ödemeleri kesilen Büro Emekçileri Sendikasının (BES) dört yöneticisi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde (AİHM) açtıkları davayı kazandılar. 27 Eylül’de verilen karar BES Genel Merkezi’ne gönderildi. Kararda, Türkiye’nin İnsan Hakları Sözleşmesi’ni ihlal ettiği vurgulandı ve maddi zararın karşılanması için Hasan Turanlı’ya 143 Avro, Akın Şişman’a 110 Avro, Sedat Altun’a 110 Avro ve Necmettin Araz’a 119 Avro; manevi zararı karşılamak için tüm başvuruculara 1000′er Avro ödemesine karar verildi. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 11. maddesi “Dernek kurma ve toplantı özgürlüğü” başlığını taşıyor ve “Herkes asayişi bozmayan toplantılar yapmak, demek kurmak, ayrıca çıkarlarını korumak için başkalarıyla birlikte sendikalar kurmak ve sendikalara katılmak haklarına sahiptir” deniyor. 13. maddede ise “Bu sözleşmede tanınmış olan hak ve özgürlükleri ihlal edilen herkes, ihlal fiili resmi görev yapan kimseler tarafından bu sıfatlarına dayanılarak yapılmış da olsa, ulusal bir makama etkili bir başvuru yapabilme hakkına sahiptir” deniyor. BES yöneticilerinin elde ettiği bu karar, önümüzdeki süreçte verilecek mücadelelerde örnek olacak. / İşçilerin Sesi - Haber


İşçilerin Sesi

"SENDİKAL GÜÇ BİRLİĞİ" Mİ, İŞÇİLERİN BİRLİĞİ Mİ? Sendikacılığı meslek edinip patronlaşan ve sınıfın önünde duvar olan profesyonel sendikacıların bir kısmı, yattıkları yerden mangalda kül bırakmamaya başladılar! Bahadır Altan Türk İş'in şimdiki, devlet güdümlü hali yeni değil. Sadece Türk İş de değil kuşkusuz, bütün konfederasyonlar benzer olumsuzluklar, kirlilikler barındırıyor. Sadece çeşitli siyasi partilerden meclise zıplayanların isimlerini sıralamak bile, sendikaların sistemin koltuk değneği haline getirildiğini göstergesidir. (Uslu-Çelebi-Meral) İşçi sınıfının bu günkü özne olmaktan uzak durağanlığında, bu "profesyonellerin" sorumlulukları büyüktür. Bunu tersine çevirmenin ilk adımı, sendikaları bu bürokratların elinden geri alarak yeniden mücadele örgütlerine dönüştürmek olmalıdır. Bunun için mevcut durumun gerçekçi bir tespitini yapmakla işe başlamalıyız. Türk İş içinde 10 sendikanın başlattığı muhalefete (SGB) de, duygularımızı okşayan parlak sözlerden değil gerçeğin, pratiğin penceresinden bakmamız gerekiyor. Son kitlesel işçi eylemi, 4c ye karşı tekel işçilerinin direnişiydi. Burada etnik farklılıklar kısa sürede eriyip yerini sınıfın kardeşliğine bıraktı. "Türkün sabrı, Kürdün inadı ve Lazın coşkusuyla kazanacağız!" diye yazmışlardı çadırlarının kapısına. Gerçekten kararlıydılar, "Ölmek var dönmek yok", "Gemileri yaktık" sözleri laftan ibaret değildi. Peki ne oldu, direniş nasıl sonlandırıldı, kazandılar mı? Polisin, biber gazının, copun, dondurucu soğuğun dağıtamadığı işçiler ne oldu da çadırları söküp memleketlerine döndüler? İşte bunun muhasebesi yeterince yapılmadı. Direniş, sendikacıların örgütlemesiyle değil işçilerin iradesiyle başlamıştı. Tekel İşçileri Tek Gıda İş genel merkezine "Biz Ankara'ya gidiyoruz isterseniz siz de gelirsiniz" diyerek, yani sendikacıları önlerine katarak Ankara'ya geldiler. Bu yüzden AKP genel merkezinde eylemler yapsalar da çadırları Türk İş önünde kurdular. Çünkü esas muhatapları sendikacılardı... Bu enerjinin sönümlenmesi, sürece yayılması Anayasa Mahkemesi'ne havale edilmesi için iktidarın sendikacılara ihtiyacı vardı. İmdada Tek Gıda İş genel başkanı Mustafa Türkel yetişti! Tekel işçilerinin katılmadığı, kapalı kapılar ardında yapılan pazarlıklarla, heyecan ve kararlılığının nasıl sönümleneceği, yenilginin nasıl zafermiş gibi yansıtılacağı, çadırları sökme işinin kimlere verileceği, bu sırada hangi nutukların atılacağına kadar belirlendi. Tek Gıda İş, sistemin tam da ondan beklediği görevi "başarıyla" yerine getirdi! Geriye SGB öncülerinden Tek Gıda İş genel başkanının bir sözü kaldı: " 4c için mücadele etmeyen şerefsizdir!" Son 20 yıldır “kol kırılsın yen içinde kalsın” diyerek, bütün olumsuzluklarına, hatta ahlak dışı zaaflarına rağmen sözde "solcu" bürokratlardan medet uman işçiler için bu deneyim çok değerlidir: İşçi sınıfına gerçekleri söylemek, hiçbir nedenle ertelenmemelidir. 1989 Bahar Eylemlerinden bugüne, eğer umutlarımız ağır ağır kaybolduysa bunun nedeni, sendikalardaki sistemi değil sadece yönetimdeki kişileri değiştirmekle sınırlı kalan bir mücadele yürütülmesidir. Oysa sorun kişilerden çok onları süreç içinde karşıtlarına dönüştüren sendikal sistemin kendisidir. SGB dahil bütün sendika yönetimlerinin tabandan kopuk olduğu en yalın gerçektir. Örgütlü ve bilinçli bir

işçi grubu yok ise, kongrelerde, başkanlar ve temsilciler kurulunda sendikanın yanlış yöne gidişini engellemek mümkün değildir. Tabandaki canlı ve mücadeleci enerji, süreç içinde, yerini “bu yapı değişmez” fikrine terk ederken, mevcut birikim ve mücadeleci işçiler, devletle işbirliği yapan sendika bürokrasisi tarafından tasfiyeye ve baskıya hedef olmaktadır. Mevcut sendikal yapıları sorgularken işe şu soruları sormakla başlamalıyız: • Temsilcileri işçiler kendileri mi seçiyor yoksa atamayla sendika yönetimi mi belirliyor? • TİS görüşmeleri sonuna kadar işçilere açık mı yapılıyor yoksa kapalı kapılar ardında mı imzalar atılıyor? • Sendikada karar alma süreçlerine işçiler katılıyor mu yoksa tepeden alınan kararlar tabana dayatılıyor mu? • Aidatların nerelere harcandığı konusunda sendika yönetimi düzenli bilgiler yayınlıyor mu? Mali olarak şeffaf mı? • Yönetime ve organlara işçiler özgürce aday olabiliyor mu, bu konuda özellikle kadın işçiler teşvik ediliyorlar mı? • Sendikada kaç profesyonel yönetici var, aldıkları ücret ortalama işçi ücretine oranla ne kadar? • İşverenle hukuki anlaşmazlıklarda sendikadan ücretsiz hukuk desteği alınaabiliyor mu? Sendika avukatları mahkemede kazanılan tazminatlardan yüzde kaç ücret talep ediyor? • Sendika içinde en çok duyduğumuz söz "Başkanım" oluyor ve esas duruşa geçmiş "uzmanlar" ve üyeler mi görüyoruz? • Yönetim kurulu üyeleri ömür boyu sendika yönetimi koltuklarına yapışmış durumda ve bunu eleştirenleri "hain" mi ilan ediyor? - Delege sistemi nasıl işliyor? Doğrudan demokrasi dediğimiz, işçilerin direk seçim süreçlerine katılımına neden izin verilmiyor? Bu sorulara olumlu yanıtlar alınamıyorsa orada demokratik bir işleyiş, katılımcı, mücadeleci bir sınıf çizgi-

si yoktur. İşçileri sürece bilinçli olarak katmayan, onların üzerine inşa edilmiş bir hiyerarşik düzen vardır. Bunun adı da ancak sendikal bürokrasi ve sendika ağalığıdır. SGB yi oluşturan sendikalara yukarıdaki soruların yanıtlarıyla verilecek karne sınıf geçmeye yetmiyor. Petrol İş bu sendikalar içinde özellikle son genel kurulda kadına yönelik tacizi suç sayan bir maddenin benimsenmesi ile farklı bir yerde olsa da sonucu değiştirmiyor. Çünkü bu madde oylanırken divan başkanlığında oturan şahsın, kendi sendikasında taciz ve işten atmalardaki sicili bellidir. Bu yaman çelişki de, ne ölçüde samimi olunduğunun göstergesi olmaktadır. SGB'nin sadece Türk İş yönetimini değiştirerek kendilerini bir üst koltuğa taşımayı amaçlayan bir "birlik" olduğu çok açıktır. Mustafa Türkel veya Atilay Ayçin Türk-İş başkanı olsalar ve bir sonraki seçimde de benzerleri gibi meclise zıplasalar sınıf adına ne değişecektir? Sendikalar, profesyonel sendikacıların malı değil, işçilerin öz mücadele örgütüdür. Bu nedenle sendikaları bürokratların elinden almak için yukarıdaki talepler etrafında örgütlenerek ilkeli bir muhalefet yürütmek gerekiyor. İşçileri dışlayan bu piramidi tersine çevirerek, sermayeden, devletten ve sendika bürokratlarından bağımsız bir sınıf hareketini yaratmak mümkündür. Kuşkusuz yukarıda ifade edilen sözleri ve talepleri ilk kez biz söylemiyoruz. Ancak, şimdi yıllardır işçi sınıfının örgütlenmesi için emek harcayan işçiler, farklı siyasal ve sendikal geleneklerden ve en önemlisi de üretimin içinden gelerek ortak bir noktada buluştular. Sendikal bürokrasinin, devletin ta kendisi olduğunu bilerek, "Demokratik, Şeffaf, Temiz Sendika" talebini tabandan başlayan örgütlenmelerle, sabırla örmek ve devrimci bir işçi hareketini yaratmak için mücadeleye kararlılar. Temel sloganları "Umut çürüyende değil, tabanda yeşerendedir!" Yüreği işçi sınıfıyla birlikte çarpan herkesi, tabanın sesine kulak vermeye, sahte umutlar peşinde koşmaktansa, uzun soluklu bir mücadele ve birlikteliği göze almaya çağırıyoruz.

"Türk İş'i yeniden ayağa kaldırmak is tiyoruz ..." S endikal G üçbirliği B ileşenleri 17.10.2011 G az eteler...

13


İşçilerin Sesi

PLAZA EYLEM PLATFORMU’NUN DENEYİM PAYLAŞIMI Deneyim paylaşımı toplantılarının ilki, “Gizli saklı kalmasın!” başlığıyla, örneğin aldığımız ücretleri gizlemek zorunda oluşumuz ama özel yazışmalarımızın bile takip edilebilir olması gibi, işyerinde gizlilikle ilgili meseleler üzerineydi. İkincisi ise, iş kaynaklı endişe ve çözümlerinin tartışıldığı “Ben mi deliriyorum sistem mi?” başlıklı toplantıydı. Bu toplantının raporu, Deneyim Paylaşımlarının amacını şöyle ortaya koyuyor: “Kendi gücümüzü görmek, stratejiler geliştirmek, yaşarken yalnız olduğumuz deneyimlerin sadece bizim başımıza gelen talihsiz olaylar olmadığını birbirimize anlatmak yani dayanışmak ve üretime dönüştürmek”. İkinci toplantının raporuna göre beyaz yakalılar, rekabet ve yönetim baskısı sebebiyle endişe yaratan durumların sadece kendi başlarına geldiğini düşünüyor. Performans baskısı, rekabet ve yanlızlaştırıcı iş hayatı, beyaz yakalıları sorun kaynaklarının kötü yöneticiler ve şans gibi kontrol edilemeyecek faktörler ya da kişinin kendi bireysel hataları olduğuna inanmaya itiyor. Sonuçta çözüm arayışları da bireysel oluyor. Endişe, günlük hayatı etkileyecek düzeye ulaştığında ise, kişi iş yerinde “sorunlu, zayıf kişilik” olarak damgalanabiliyor. Ya-

şadığı endişe sebebiyle iş hayatında zorlanan, damgalanmaktan ve işini kaybetmekten korkan beyaz yakalı, sorununa hemen bir çözüm bulabilmek için kulaktan duyma depresyon haplarına sarılıyor. Bu haplar başağrısı hapı gibi sorun yaşadıkça kullanılıyor ve tedavi edici olmuyor. Oysa beyaz yakalıların yaşadığı sorunlar bireysel sorunlar olmadığı gibi, tam tersine çoğunlukla ayrışma ve yalnızlaşmadan kaynaklanıyor. Bu sorunların yaşanmasını engellemesi beklenebilecek sosyalleşme imkanları ise, yine işletmeler tarafından kurulup denetleniyor. Rapora göre: “İş yerinin desteklediği davranış biçimlerinden biri kaba davranış odaklı olurken bir diğeri, diğer uçta sosyalleşme ve arkadaşlık odaklı olabilmektedir. Burada arkadaşlık işin aracılığı ile sağlanmakta, buradan çıkan verim işe koşulmaktadır. Nerede eğleneceğini, nerede kiminle piknik yapacağını işyeri söyleyebilmektedir. Daha az acımasız ama daha derine işleyen bir yönetim biçimi olarak sosyalleşme odaklı yönetim biçimleri yalnızlık hissini azaltmamaktadır. Çünkü rekabet ve ceza-ödüllendirme, performans değerlendirme sistemleri bu anlayışa aykırı biçimler olarak profesyonel yönetim biçimleri ola-

rak görülmektedir.” Rapora göre endişeyle başetmekte en iyi çözüm, sorunlar yaşanmadan önce, sadece sorunlarımızı anlatarak değil diğerine kulak vererek dayanışma ilişkileri geliştirmek. Bir katılımcı şöyle anlatıyor: “Yalnızlaştığımı, çıkış bulamadığımı uzun süre hissettiğim de oldu. Antidepresan kullanmadıysam okumak gibi başka alanlarda kendimi rahatlattığım, iş yerinde o oyunun dışına çıkabilen insanlarla önemli dostluklar kurduğum, bize gösterilen hedefin peşinden tazı gibi koşmamak gerektiğini düşündüğüm için. Belki bu şekilde asıl rahatlama yaşanır. Asıl soruna yönelebilmiş insanlar, soruna sadece bireysel bakmayan insanlarla bir araya gelmek asıl mesele. Çünkü bununla tek başına mücadele etmen çok zor ve güçlüler, seni gönderebilir, atabilirler. O zaman arkadaşlarınla bir şekilde ortak dili paylaşıp, asıl resmi, asıl sorunu görmek gerekiyor. Ben dokuz senede bunu çok net gördüm. Hepimiz diğerlerine anlatmaya başladık. Ben birine, diğer arkadaşım bir başkasına anlatmaya başladı. Olay patlak verdiğinde biz bir baktık 15-16 kişi olmuşuz. Yavaş yavaş, anlata anlata, konuşa konuşa bu noktaya geldik.”

FABRÝKALARDAN... ÝÞYERLERÝNDEN... FABRÝKALARDAN... ÝÞYERLERÝNDEN... FABRÝKALARDAN... ÝÞYERLERÝNDEN... Gıda Üretim 10 Kat Arttı, Ücretler Yerinde Saydı Yabancı sermayeli ve gıda üretimi yapan, yaklaşık bin 300 işçinin çalıştığı bir fabrikada beş yıldır çalışmaktayım. Son beş yılda üretim 10 kat (bir vardiya için üretim 500 kg’dan 5 tona çıktı) artmasına rağmen ücretler 550 TL’den 670 TL’ye çıktı; buna asgari geçim indirimini de eklerseniz 770 TL oluyor. Ücretler ancak yarım misli artmıştır. Devlet ücretlere yüzde 5 zam verse, şirket yüzde üç vermektedir. Diğer yandan örneğin yıllık prim sistemi bu yıldan başlayarak eksiltilecek ve önümüzdeki yıllarda kademeli olarak sıfırlanacak. Böylece aylık 65 TL civarında olan prim eksilecek ve çıplak ücretle çalışmamız dayatılacak. Bir başka örnek ise, daha önce miktarı (1,5 ton) belirtilerek ifade edilen kömür parası, yeni sözleşmeye ve miktar belirtilmeden “yakacak parası” olarak yazıldı. Bu da şirkete, zaman içinde bu paranın ödenmesinden vazgeçme olanağı veriyor. Temel ücretimiz düşüktür. Ücret zamları her yılın Ocak ayında ve yıllık bazda yapılmaktadır. Ancak bu zam oranlarında adalet yoktur. Aylık 20 TL zam yapılan bile var. Çıplak ücretin ikramiye (yılda 3 aylık tutarında), prim, yakacak parası, yılbaşı ve iki bayram için verilen 150-160 TL arasındaki ödemelerle artırılmasının hiçbir güvencesi bulunmuyor. İlave ücretlerle bir işçinin aylığı bin liraya kadar çıksa da, ilave ücretlerle patronun iki dudağı arasındadır. Onun kararıyla adım adım geriletilerek çıplak ücrete kadar indirilebilir. Hiçbir güvencesi

14

olmayan ilave ücretlerin güvence altına alınabilmesi için, tüm ilavelerin aylık ücretlere eklenmesi ve bunun da bordroda gösterilmesiyle mümkün olabilir. Sözleşmede miktarı ve tutarı net olarak yazılmalıdır. İşçiler özellikle Şubat 2011’den sonra yapılan değişiklikler (düşük zamlar, primlerin azaltılma kararı) işçiler arasında sendikalaşma fikrini doğurdu. Sendikalaşma sebebiyle işçilere yönelik baskılar da var. Bu baskılar sebebiyle işçiler huzursuz. Hatta işçi çıkartılması da yaşandı. İşçilerin huzursuzluğu tüm bu sebeplerle her geçen gün artıyor. Şimdilik durgun olan sendikalaşmanın başarılı olabilmesi ise, işçilerin örgütlenmesi ve bilinçlenmesiyle mümkün olabilir. (Bir işçiyle görüşme)

Metal Irkçılık İşçileri Böler, Patrona Yarar! Son olarak öldürülen askerlerin ardından Türk milliyetçiliğinin kışkırtılması, ırkçı tepkilerinde palazlanmasına sebep oluyor. İşyerleri de işçilerin bu zihinlerini zehirleyen havadan etkileniyor. Van-Erciş’de yaşanan depremin ardından medya ve özellikle sosyal medya olarak görülen alanlardaki yorum ve yönlendirmeler işçileri de etkiliyor. İşyerindeki sorunlar gündemden düştü, depremle ilgili yorumlar öne çıktı. Bazı işçilerin yaptıkları yorumlar (“Allah cezalarını verdi”, çocukların da ölmesine karşın, “büyüyünce başımıza bela olacaklardı”, “Kürtlerin hepsi terörist”, “şehitlere neden yardım yapılmıyor?” vb) ırkçılık zehrinin etkilerini nerelere varacağını gösterdi. İşçi kesimi olarak dörtten ikiyi düşen oradan da ortadan kalkan ikramiyelerimizi, ağır çalışma koşullarını ve yetersiz ücretleri konuşmuyoruz aksine, bu yorumlarla birbirimizden uzaklaşıyoruz.

Sınıf bilinçli işçiler, yalnızca fabrikalarda sorunlar hakkında ve örgütlenme konularında konuşmakla yetinemezler. Eğer Türk milliyetçiliğinden beslenen ırkçılık dalgası daha da büyürse, bunun fabrikalarda sonuçları görülecektir. Kürtlerin bir kimlik sorunlarının olduğunu, Türkler kadar temel insan haklarına sahip olduklarını ifade etmekten çekinmemeliyiz. (M. Cem)

Turizm Rekabet Değil Dayanışma İşçileri Kurtarır Otelde temizlik işçisi olarak çalışıyorum. İşyerinde kadrolu ve bir şirkete bağlı taşeron işçiler olarak çalıştırılıyoruz. Müdürler, kadrolu ve taşeron işçiler arasında ayrımcılık yapıyorlar. Benzer işlerde çalışsalar bile, kolay işler kadrolu işçilere veriliyor, taşeron işçiler ise günah keçisi gibi, her şeyden sorumlu tutuluyorlar. Müşteri şikayetinde taşeron işçi hemen müdürün karşısına çıkarılıyor. Otelin doluluk durumuna göre, taşeron işçi sayısı artıp azalıyor. İş azsa çağrılmıyorlar ücret ve SGK primleri kesiliyor. Şirket işçileri daha fazla çalıştırılmalarına karşın, daha düşük ücret alıyor, ikramiye hakları da bulunmuyor. Çeşitli bahaneler yaratılıp, işten çıkarıyorlar. Üstelik kendisi çıkmış gibi gösterip, kağıt imzalatıyorlar. Temizlik işlerinde çok güçlü kimyasallar kullanılıyor, maske verilse bile çok kalitesiz olduğundan bu zararlı maddeler ciğerlere işliyor. Çalışma süresi sekiz saat, bu süreyi sinir stres içinde geçiriyoruz. Bazı işçiler Sinir hapları kullanıyor, kimi arkadaşlar işleri bitiremem diye yemeğe çıkmıyor veya


İşçilerin Sesi tuvalete bile gitmekten çekiniyorlar. İşçiler bu çalışma koşullarını ağırlığı yetmezmiş gibi, şeflerin olumsuz tavırlarına maruz kalıyorlar, onlar tarafından psikolojik tacize de uğruyorlar. Aynı işi yapan işçiler birbirleriyle rekabet ediyorlar, birbirlerine karşı anlayışlı değiller, dayanışma değil birbirlerinin üstüne “basarak” yükselebilecekleri hayalini yaşıyorlar. İşe başlarken veya paydos ederken bile işten bahsediyorlar, başka konuşacakları konuları yok, sıkıntı ve şikâyetlerini dile getiriyorlar. Bu soruların çözülemeyeceğine inanıyorlar Korku ve endişe içinde olduklarından ve “ekmeğimin peşindeyim, çocuklarıma bakıyorum, bugüne de şükür” gibi gerekçelerle, haklarını öğrenmek, mücadele etmek fikrinden uzak duruyorlar. Oysa ses çıkarmamanın, her gün varolan hakların da tırpanlanması demek olduğunu bilmek zorundalar. Kriz bahanesiyle işten çıkartmalar yaşanabilir, eğer bir hazırlığımız ve örgütlülüğümüz olmazsa, hepimizin sonu aynı olacaktır. (A. Yardımcı)

Gıda İşçiye Fikri Bile Sorulmadı Aynı zamanda sendika temsilcisi de olan ustabaşı elinde bir kağıtla, tek tek sendikalı işçileri çağırıp imza attırdı. Bu imzaların ne olduğunu sorunlara ise, “şubemizi genel merkeze bağlıyoruz, daha iyi olacak, sorunumuz oldu mu genel merkeze gidiceğiz” gibi komik ifadeler kullanmış. Şubeye sorununu ve talebini anlatamayan işçi, genel merkeze gidecek ve muhatap alınacak öyle mi? Koruma ve güvenlik çemberini nasıl aşacak? Bir işçi ustabaşının telefonda konuşmasını duymuş. Temsilci, telefondaki kişiye “şube başkanı işverenle zıtlaşıyor onu tasfiye edecekler, biz genel merkeze geçiyoruz” demiş. Yani hoş şubede sendikanın sendikal anlamda bir faaliyetini görmedik. Patron, şubenin en ufak bir muhalefetine dahi tahammül edemeyip, genel merkeze şikayet etmiş. Sendikacılığı para kazanmak olarak gören sendika yöneticisi de, müşterisinin kızdırıp karlarının düşmemesi için şube başkanını tasfiye etmeyi uygun bulmuş. Mesele bu kadar nettir. Bunu işçinin iyiliği için yapılıyormuş gibi yutturmaya çalışıyorlar. Sendikanın merkezi ya da şubesi bizim sorunlarımıza çözüm olmadı, olamazda çünkü işçi iradesi ve örgütlü gücü yok. Biz işçiler olarak birlik ve üretimden gelen gücümüzü birleştirirsek patron ve sendika bürokrasine karşı mücadele edebiliriz Şeften ya da ustadan “hastayım” diye izin istediğinde, “bende hastayım bana da kimse izin vermiyor” gibi ifadelerle başından savmaya çalışıyorlar. İzin almak mümkün değil, cumartesi Pazar dinlenmeden çalışıyoruz insanlar artık dayanamıyor, bir hafta içinde iki işçi arkadaşımız bayıldı. Hamile bir işçi, sancıdan kıvranmasına ve düşük yapma riski olmasına rağmen, genel müdür olmadığı gerekçe gösterilerek hastaneye gönderilmedi. Eşi saatler sonra gelip götürebildi, halbuki işyerine 10 dakika uzaklıkta bir hastane bulunuyor. Eğer gece vardiyasında müdürün onayı olmadan işçiler hastaneye götürülemiyorsa, müdür neden gece vardiyasında yok? Bir işçinin, hayatı ve sağlığı müdürün iki dudağı arasında olabilir mi? Ne yazık ki oluyor, bizler buna bu düzene dur demediğimiz sürece olmaya devam edecek. (N. Çiçekli)

İşçi Temsilcisine Seçerse Ona Temsilci Derler! İşyerine iş güvenliğini denetlemek amacıyla bir denetimcinin geldiğini ve çalışma saatlerini çok uzun ol-

masının işçi sağlığı için zararlı olduğuna dair bir rapor hazırladığını öğrendik. Bu kişini raporunu hazırlamadan önce birkaç işçiyle görüştüğünü ama ikna olmadığı için bir daha geldiğinde işçi temsilcisi ile görüşmek istediğini söylemiş. Sıkışan idare panoya bir yazı astı, yazıda işçilerin kendi temsilcilerini seçecekleri bir seçimin yapılacağı yazıyordu. İşçiler kendi aralarında temsilciyi oylayarak seçelim fikrini benimsediler. İdareden ses çıkmayınca, ustalara “Seçim ne oldu?” diye sorma gereğini duyduk. Bir usta, temsilcinin işçilerle ilgili olmadığını, fabrikanın eksiklerini yönetime bildirmekte görevli olacağını söylemiş, bir diğeri ise patron temsilci olarak beni seçti, zaten eskiden de bendim başkasını seçilmesine ne gerek var demiş! On yıl önce usta yapılan bir işçiyi, idare makinenin başına geri döndürünce, bu işçi idareye ve diğer ustalar demediğin bırakmadı. Yalakalar kendilerini vazgeçilmez sanıyorlar. İdareye güvenen işçini sonu budur, biz işçilerin birliğine güveniyoruz ve ona göre hareket ediyoruz. 12 saatlik çalışma düzeni yetmezmiş gibi, cumartesileri de 12 saat siparişi yetiştirmek için çalıştırılıyoruz. 29 Ekim resim tatil olduğu için, mesai olmayacağını düşünen işçilere, müdür kötü haberi verdi, “tabii ki çalışacağız”, hatta bayramdan sonra sizlere sürprizimiz diye dalgasını bile geçmiş. Bu çalışma düzeni işçilerin sağlığını tehlikeye atıyor. Gece vardiyasında bazı kadın işçilerin baygınlık geçirdiğini biliyoruz. İşçi az iş çok, yeni işe başlayanlar mesaiye dayanamayıp, bir haftadan işyerinden kaçıyorlar. (G. Kemerli)

Tekstil Patronu Şikâyet Şart! Birkaç aydır ücretlerin ödenmesinde gecikmeler oluyordu. Ustaları sıkıştırınca patron bant bant işçilerle toplantı yapmak zorunda kaldı. Bahanesi çoktu, neredeyse ağlayacaktı, “elimde çek vardı bozduramadım, ana firma çek veriyor ama Cuma günü ödeme yapacağım”. İşçiyi de huzursuz etmek için, ana firma ile arasını iyi olmadığını bekle de imalatı başka yere taşıyacağını da söyledi. Cuma Salıya döndü ücretlere ödenmedi muhasebeciyi sıkıştırdık, “eski işçilersiniz beni anlayın, idare edin” yanıtını alınca ortam gerildi. Ustalar, bütün işçilerin katıldığı bir toplantı tertiplediler. Bize akıl ver-

meye kalkıştılar, onlara göre “işimize bakmamız, para konusu ile ilgilenmememiz gerekiyormuş” . Tehditlerden ardından geldi, “Cumartesi mesaiye gelmeyen, zorunlu mesaiye gelmeyenler hakkında tutanak tutulacağını” açıkladılar. Tutanak tutulmasını amacı, işçileri sindirmek ve patron için haklı çıkış gerekçesi yaratmak. Hafta içi 20’ye kadar olan zorunlu mesainin 22’ye kadar uzatıldığını duyunca, tepki gösterdik. Bir grup kadın işçi olarak işi bıraktık. Usta alttan almak ve “başkalarının lafıyla hareket ediyorsunuz” demek zorunda kaldı. Ertesi gün bütün ustalar bu işçileri sorguya çekti. Patron bunu görünce tek bir işçi ile başa çıkamıyor musunuz diye tepki gösterdi. Cuma günü ise mesai 24’e kadar uzatılınca bir grup erkek işçi de işi bırakmış. Bunu üzerine ustalar kriz toplantısı yapmışlar, patronda işçiler için “küçük oyunlar yapmasınlar tazminatlı çıkamazlar” demiş. Bu gelişmeler işçiye moral oldu. Bir grup işçi olarak işyerin Çalışma Müdürlüğü’ne şikâyet etmeye karar verdik. (Y. Azimli)

İdarecilerde Şikâyetin Acısı Devam Ediyor Bir grup işçi olarak birkaç ay önce yıllık izinlerimiz tam verilmediği gerekçesiyle işyerin şikayet etmiştik. İdare şikayetimizden haberdar olmuş ama üstümüze gelememişti, “ayıp etinizle” kalmıştı. Anlaşılan şikayetin etkisi büyük olmuş, acısını hala devam etmesinden bunu anlıyoruz. Müdür güya bizi cezalandırmak için verilen komik ücret artışlarını bizlere uygulamamıştı, bizler de gündeme bile getirmemiştik. Genel müdür şikayetçi işçileri gördükçe söylenmeye devam ediyor, “bunları yazıyorum, zamanı gelince hesaplaşacağız, istemeyi bilmiyorsunuz, işinize yansıtıyorsunuz, güvendiğimi işçiler sizdiniz şikayet ettiniz beklemiyordum vb.”. Çok üstümüze gelince, “ücret artışında ayrımcılık yaptığını” söyledik, utamadan zaten iyi para aldığımızı söyledi. Ona göre işyeri yavaş yavaş düzeliyormuş, sabırlı olursak işler düzelecekmiş. Bu deneyimimiz bize hakkını arayan ve şikâyet eden işçinin hemen kapının önünü konulacağını değil, aksine işyerindeki konumunun güçleneceğini gösterdi. Bu şikâyeti yaparken çevremizdeki deneyimli işçilere danışmıştık, sonucun yararlı olduğu görüldü. (Y. Ataklı)

UĞUR DOĞAN: “ANKARA’YA YÜRÜYECEĞİM!” Emekçilerin demokratik tavrını sınıf mücadelesinin ve örgütlülüğün odağına yerleştirme amacıyla bir araya gelen kadın ve erkek işçilerin oluşturduğu ve “Umut Yeşerende ” adıyla anılan meclisin değerlendirme toplantısına Tek Gıda-İş direnişçisi Uğur Doğan da katıldı. İşvereni niteliğindeki Tek Gıda-İş Sendikası Genel Başkanı Mustafa Türkel tarafından işten atılan ve sendika genel merkezi önünde 72 gün boyunca direniş ve oturma eylemi gerçekleştiren Uğur Doğan, genel kurul sürecinde de 13 gün direniş çadırı kurmuştu. “Umut Yeşerende” meclis bileşenlerine yeni eylem düşüncelerini ve hazırlıklarını ileterek danışan ve destek isteyen Uğur Doğan, “Türkİş Genel Kurulu öncesinde Ankara’ya yürümek istiyorum” dedi. “Türk-İş Genel Kurulu’nda da hak ve hukuk mücadelemi duyurmak ve sendika bürokrasisini teşhir etmek istiyorum” diyen Uğur Doğan, “Öncesinde ise Genel Yönetim Kurulu Üyelerinin evlerinin önüne tek tek giderek oturma eylemi yapmayı düşünüyorum” dedi.

Uğur Doğan’ın önerilerini değerlendiren “Umut Yeşerende” meclis bileşenleri kendi düşünce ve önerilerini açıklayarak, “haklı mücadeleni desteklemeye devam edeceğiz” dediler. “Direniş ve eylemin yalnızlaştırılmaya ve kişicilleştirilmeye çalışılıyor” diyen meclis bileşenleri, “sakın buna fırsat verme” dediler. Ardından da, Uğur Doğan’ın eylem önerilerinin etkili kılınması ve yalnızlaştırmadan kurtarılması için görüşler aktarıldı. Ankara yürüyüşü önerisi, Uğur Doğan’ın ayağındaki protez ve direniş sürecinde ortaya çıkan sağlık sorunları ile birlikte değerlendirildi. “Gerekirse bir bayrak yarışı gibi etap etap ve dayanışmacı sınıf dostlarıyla birlikte bu yürüyüş gerçekleştirilebilir” denilen önerilerde, “il il, etap etap dayanışmacı birer işçi olarak yürürüz ve Ankara’ya Uğur Doğan’la birlikte gireriz” denildi. Meclis bileşenleri Aralık ayı içinde görülecek olan davanın duruşmasında da Uğur Doğan’ı yalnız bırakmayacaklar. / İşçilerin Sesi - Haber 15


1917 EKİM DEVRİMİNİN 94.YILINDA “CESARET ETTİLER” VE “TEK ÜLKEDE SOSYALİZM” “Tek ülkede sosyalizm” tartışmaları, tarihe mal olmuş teorik-politik bir konu değil, birbirine taban tabana zıt iki dünya görüşünün, “milliyetçi sosyalizm” ile “enternasyonalist komünizm” arasındaki mücadelenin ifadesidir. Necdet Seçer Marksist teori, kapitalizmin iç çelişkilerinin sosyalizme yol açacağını belirtir. Buna karşın 1917 Rusya’sı yarı-feodal bir köylü ülkesidir. Belirli merkezlerde dev kapitalist işletmeler oluşmasına ve buralarda on binlerce işçinin bir arada çalışmasına karşın, ülkeye damgasını vuran olgu budur. Ülkede otokratik bir yönetim (çarlık) işbaşındadır. Burjuva demokratik devrimini yapmamış, toprak meselesi ile ulusal sorununu çözmemiş olan bu ülke, bağımlı ve yoksul köylüler ile ezilen halklar için adeta bir hapishanedir. Ayrıca bu ülke üç yıldan beri savaşın içindedir. Savaş, büyük can kayıplarına ve yoksulluğun daha da derinleşmesine yol açmıştır. Başta işçi sınıfı olmak üzere, askerler ve köylüler yönetime karşı büyük bir tepki içindedir. Ekmek kıtlığının tetiklediği halk ayaklanması, 1917 Şubat devrimi ile Çarlığın sonunu getirir. Burjuvazinin ağırlıkta olduğu, geçici bir hükümet kurulur. Öte yandan işçi sınıfı, halk meclisleri olan Sovyetlerde örgütlüdür. Ülkede ikili iktidar hüküm sürmektedir. İşçi sınıfının siyasi temsilcisi olan Bolşevikler, ülkenin geri yapısını dikkate alarak, stratejilerini aşamalı (kesintisiz) devrim teorisine göre kurmuşlardı. Önce işçi sınıfı ile orta sınıfların ittifakı sonucu demokratik devrim gerçekleştirilecek; çarlık yıkılacak, toprak sorunu ile ulusal sorun halledilecek daha sonra ise işçi sınıfı, yoksul köylülükle birlikte sosyalizmi inşa edecektir. Daha önce böyle kurulan teorik-politik çerçeve, siyasi gelişmelerin ardından değişime uğradı. Çarlığın yıkılmasının ardından işbaşına gelen Geçici Hükümet, burjuva demokratik görevlerin hiçbirini yerine getirmedi. Savaşı sonlandırıp barışı sağlamadı, toprak sorununu ve milli meseleyi çözmedi. Bunun üzerine Bolşeviklerin lideri Lenin, Nisan ayında, “Bütün iktidar Sovyetlere” sloganıyla, işçi sınıfını, siyasi iktidarı ele geçirmeye çağırdı. Yani sosyalist devrim gerçekleştirilecek, demokratik talepler, sosyalizme geçiş sürecinde yerine getirilecekti. Bir dizi çalkantılı politik gelişmelerin ardından, 1917 Ekim devrimi ile işçi sınıfı Rusya’da iktidarı ele aldı. Böylece sosyalist devrim, bütün önde gelen Marksist düşünürlerin öngörülerinin aksine, gelişmiş bir kapitalist ülkede değil, burjuva devrimini tamamlayamamış yarı feodal bir ülkede gerçekleşmiş oldu. Bunun iki temel nedeni vardı. Birinci olarak, dönemin Rusya’sı çelişkiler yumağı bir ülke olma özelliğiyle, kapitalist zincirin en zayıf halkasıydı.

Uçsuz bucaksız büyüklükte olan bu ülkede, toprak sorunu çözülmemişti, çeşitli milliyetlerden halklar büyük bir baskı altındaydı. İşçi sınıfının ülke nüfusu içinde küçük bir yeri vardı ama belirli merkezlerde büyük kitleler halinde çalışıyor ve yoğun bir sömürüye tabi tutuluyordu. Bunlara ek olarak, emperyalist savaş nedeniyle daha da yoksullaşan, yakınlarını kaybeden hoşnutsuz bir halk kitlesi vardı. Üstelik Rusya savaşı kaybediyordu. İkinci olarak, ülkeyi yönetmeye çalışan zayıf ve bölünmüş bir yönetici sınıfa karşısında, güçlü, örgütlü, militan ve doğru siyasi önderlikle donanmış bir işçi sınıfı vardı. İşte bu koşullarda, Bolşeviklerin önderliğinde, işçi sınıfı iktidarı aldı ve bu geri, yıkıntılar içindeki devasa ülkede sosyalizmi kurmaya soyundu. Bu durumu büyük Marksist düşünür ve politikacı Rosa Luxemburg, “Cesaret ettiler” şeklinde değerlendirir. Aslında bu iki sözcükten oluşan ifade, Ekim Devriminin en özlü tanımıdır. Rosa, burada, devrimin iradi yanına dikkat çekmekte, devrimin Bolşeviklerin cesareti ve inisiyatifi sayesinde gerçekleştiğini belirtmektedir.

Devrim Yeniliyor Bolşevikler iktidarı aldıklarında bir Avrupa devriminin arifesinde bulunduklarını, birkaç Avrupa ülkesinde daha sosyalist devrimin gerçekleşeceğini ve bu devrimlerin kendilerine yardımcı olacağını düşünüyorlardı. İşte bu yüzden Sovyet Yönetiminin “çiçeği burnunda” Dışişleri Komiseri Radek, barış koşullarını görüşmek için Berlin’e gittiklerinde, kendilerini karşılayan tören kıtasındaki Alman askerlerine, onları devrim yapmaya çağıran bildiriler dağıtıyordu. Bu bir fantezi değil samimi bir inancın ürünüydü. Ancak Alman ve Macar devrimleri yenildi, Bolşevik devrimi yalnız ve kuşatılmış olarak kaldı. Zaten geri olan ekonomik yapı, savaş ve devrimi izleyen iç savaş yüzünden tam bir enkaza dönüşmüştü. Yine öncü ve militan işçilerin hemen tamamı, ya karşı devrimcilerin saldırılarına karşı koymak için cepheye sürülmüş ve orada hayatını kaybetmiş ya da yönetim kademelerinde, bürokrasi içinde yer almıştı. Çöken ekonomi yüzünden fabrikalar işlemez hale geldiğinden, işçiler karınlarını doyurmak için köylerine döndüler. Sonuçta devrimi yapan işçi sınıfı dağıldı, sınıf dışına savruldu. Kısacası, ne sosyalizmin üzerinde inşa edileceği bir ekonomik yapı, ne sosyalist iktidarı koruyacak işçi sınıfı ne de bu geri kalmış ülkenin yardımına gelecek bir başka sosyalist ülke vardı. Bu yüzden Komünist Partisi, ekonominin ve devletin çarklarını çevirebilmek için eski rejimin

adamlarını göreve çağırdı; onlar da yakalarına “kırmızı kurdelelerini” takarak gelip devlet içinde yerlerini aldılar. Buna karşılık taban örgütlenmeleri olan Sovyetler atıl ve işlevsiz hale getirildi. Bundan sonra, Komünist Partisi, iktidarını korumayı politikalarının merkezine aldı. Bunun sonucunda, siyasi alanda bir azınlığın iktidarının ifadesi olan despotik yapı yani bürokratik diktatörlük, ekonomik alanda ise devlet kapitalizmi biçiminde bürokratik sınıfın kolektif mülkiyeti ortaya çıktı.

Tek Ülkede Sosyalizm O günkü koşullarda bu yapılanların kaçınılmaz olduğu iddia edilebilir. Ancak en büyük yanlış, bu yapılanları teorize etmek oldu. Yani Sovyetler Birliği Komünist Partisi ve onun o dönemdeki lideri Stalin, bürokratik diktatörlük ve devlet kapitalizmini dünya işçilerine sosyalizm olarak sundu. Geri kalmış da olsa tek ülkede sosyalizmin inşa edilebileceğini teorik ve siyasi olarak savundu. Böylece işçi sınıfının doğrudan iktidarı Komünist Partinin iktidarına, “herkesin ihtiyacına göre” pay alması öngörülen sosyalist ekonomik sistem ise az gelişmiş bir ülkenin ekonomik kalkınma modeline indirgendi. Dünya işçi sınıfı, ezici bir çoğunluğuyla, bunu benimsemedi; onların gözünde sosyalizmin prestiji sarsıldı. Sovyet modeli, daha çok, sömürgelerde ulusal kurtuluş mücadelesi veren siyasi hareketlere ilham kaynağı oldu. Tek ülkede sosyalizm teorisinin birinci olumsuz sonucu bu oldu. İkinci olumsuz sonucu ise, sosyalizmin korunması adına, SSCB’nin devlet politikalarının kutsanması ve bu nedenle, İspanya, Fransa, İtalya ve Yunanistan gibi bir dizi ülkede sosyalist devrim fırsatının kaçırılması oldu. Daha 1920 li yılların sonunda, işçi sınıfı, bürokratik sınıf karşısında iktidarı kaybetmişti. 1989–1991 sürecinde yaşananlar ise, komünizmin ve işçi sınıfı iktidarının yıkılması değil, bürokratik diktatörlük ve devlet kapitalizminin, uluslar arası kapitalist sistem ve bireysel kapitalizm karşısındaki yenilgisi ve teslimiyetiydi. Birçoklarının kafasında yatan, 1989–1991 sürecinde olan bitenlere işçi sınıfının neden direnmediği, karşı çıkmadığı sorusunun cevabı bu gerçekle açıklanabilir. Sonuç olarak, “tek ülkede sosyalizm” tartışmaları, tarihe mal olmuş teorik-politik bir konu değil, birbirine taban tabana zıt iki dünya görüşünün, “milliyetçi sosyalizm” ile “enternasyonalist komünizm” arasındaki mücadelenin ifadesidir.

İşçilerin Kurtuluşu Kendi Eseri Olacaktır İşçilerin Sesi - Aylık Süreli Siyasi Yayın Tarih: Kasım 2011 Sayı: 10 Baskı: Yön Matbaacılık Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi B Blok No: 366 Topkapı-İstanbul Tel: 0212 544 66 34 Sahibi ve Yazıişleri Sorumlusu: Canan Mengüloğul (İS Yayınevi) Adres: Fetihtepe Mah. Fatih Sultan Cad. No: 149 D: 13 Okmeydanı-Beyoğlu/İstanbul E-mail: iscilerinsesi@gmail.com Kadıköy Şubesi: Söğütlüçeşme Cad. Korular İş Hanı No:48 Kadıköy/İST.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.