Sayý: 4 Mayýs 2011
ISSN: 2146-2151 1,5 TL
GÜVENCELÝ ÝÞ, GÜVENLÝ GELECEK ÝÇÝN
BÝRLEÞÝK MÜCADELEYE!
ÖZGÜRLÜK ÝÞÇÝLERLE GELECEK! Kürtler Adaylarýna Sahip Çýktý
2
Öðrenciler ve Kürtlerden Sonra Sýra Ýþçilerde…
9
Ekonomi Büyüyor, Ya Emekçiler?
5
"Devrimci Karargâh" Komplosu…
11
Erdoðan'ýn "Kardeþi" Beþar Esad Kan Dökmede Babasýný Aratmýyor!
6
Casper Ýþçileri Haklarýný Savunmakta Kararlý
12
19-20 Nisan'da Saðlýk Çalýþanlarý Görevdeydi…
7
Fabrikalardan... Ýþyerlerinden... Fabrikalardan... Ýþyerlerinden...
14
1 Mayýs 2011: Kürsü Gerçek Sahiplerine!
8
1 Mayýs 1977'de Devlet Boþ Durmadý
16
Ýþçilerin Sesi
KÜRTLER ADAYLARINA SAHÝP ÇIKTI En doðal demokratik haklarýnýn elinden alýnmasýna karþý fedakârca direnen ezilenler, sonunda baþarýya ulaþmaktadýrlar. Mücadele edenler kazanýyor. O nedenle iþçi sýnýfý ve emekçilerin haklarý için verdikleri mücadelelerinde, örnek olacaktýr. Hiç kimse halkı aptal yerine koyup, “veto krizinden” tek başına Yüksek Seçim Kurulunu(YSK) sorumlu tutmasın. Kürtlerin desteklediği bağımsız adayları seçimlere sokmama girişimi, Kürt iradesine yönelik yeni bir saldırı ve bunun arkasında siyasi iktidar var. 1994’te, başta Hatip Dicle ve Leyla Zana olmak üzere, Kürtlerin vekillerini Meclis’ten atıp hapse gönderenler, bugün onları Meclis’e sokmamak için çeşitli tertipler içine girdiler. Seçilmişleri kovmanın tepki aldığına dikkat edilerek, bu kez seçimlere girmeleri engellenmeye çalışılmıştır. Dolayısıyla son veto girişimi, Kürtlerin iradesine karşı 1994’teki tasfiyenin, günümüz koşullarındaki tekrarıdır. YSK’nın, Kürtlerin desteklediği yedi bağımsız adayın seçimlere girmesini önce yasaklayıp, iki gün sonra, halkın şiddetli tepkisine direnemeyip, kararını değiştirmesine çeşitli kılıflar arandı. YSK ilk kararında eski Türk Ceza Kanunu (TCK) hükümlerini esas almış, sonra ise yeni TCK’da hak kullanımını özgürleştirici maddelere göre adaylıkların önünü açmış! Bu yoruma kargalar bile güler! YSK üyeleri, Yargıtay ya da Danıştay üyeleri arasından seçilmişlerdir ve bu nedenle yasadaki değişikliklere derinliğine vakıftırlar. YSK’nın aldığı ve birbiriyle çelişen iki karar da politiktir. İlk kararla, Kürtlerin iradesine saldırılmak istenmiş, şiddetli gelen tepki üzerine, bu kararın toplumsal ve siyasi sonuçlarının çok ağır olacağı düşünülerek, düzeltilmiştir. “Minareyi çalan kılıfını hazırlar”! Mevzuatta YSK’nın her iki kararını da dayandıracağı hükümler vardır. Anayasa ve Seçim Kanununda yer alan “affa uğramış olsalar dahi” belli suçlardan hüküm giyenlerin seçme ve seçilme hakkından yararlanamayacağı hükmü ilk karara, yeni TCK’daki hükümler ise ikinci karara zemin oluşturabilmektedir. İşte tam da burada siyasi iktidarın kurduğu “tuzak” ortaya çıkıyor. AKP iktidarı baskıcı ve kısıtlayıcı 12 Eylül darbe Anayasasının kendine engel olduğunu düşündüğü yanlarını değiştirirken, bu yasakları görmezden gelmiştir. Yine darbenin ürünü olan yüzde on barajı vee adaylık önünde engel oluşturan antidemokratik hükümleri de korumuştur. Çünkü gerektiğinde bunları muhaliflere karşı kullanmayı düşünmüştür. 12 Haziran seçimlerinde, Kürtlerin karşısına, önce yüzde onluk seçim barajını çıkarmış, ancak Kürtler bu engeli aşmak için bağımsız adaylarla seçimlere girmeye karar verdiklerinde ise, ilgili yasada yer alan aday olma önündeki engelleri YSK vasıtasıyla kullanıma sokmuş ve Kürtlerin iradesinin Meclise yansımasını engellemeye çalışmıştır. AKP’nin önde gelen isimlerinden olan Anayasa Komisyonu Başkanı ve anayasa profesörü Burhan Kuzu’nun, adaylıkları engelleyen birinci kararı savunması manidardır. Siyasi iktidarın bu tertip içinde yer aldığının en somut kanıtıdır.
2
Gelsin Gözaltý Terörü YSK kararı, önce medyada sıradan bir olay olarak, küçük haberlerle yer aldı. İktidar ve muhalefetten kimi politikacıların cılız tepkileri ise, demokrat görünme kaygılarını ifade ediyordu. Ancak Kürtlerin tepkisi farklı oldu. İstanbul’dan Hakkâri’ye kadar birçok yerde, yüz binlerce kişi sokağa dökülerek, şiddetli protesto eylemlerinde bulundu. Devrimci ve demokratlar ile bir kısım aydın, gazeteci ve yazar da, Kürtleri destekledi. Polis ise aşırı şiddet kullanarak eylemlere müdahale etti. Zaten bir süredir, hükümet politikasına bağlı olarak, Kürtlerin yasal ve barışçı eylemlerine karşı sert müdahalelerde bulunan polis, gerçek mermilerle kitlenin üzerine saldırdı. Bismil’de bir genç polis kurşunuyla can verirken, birçoğu yaralandı. Bu kez devlet yöneticileri, politikacılar ve burjuva medya işin vahametinin farkına vardılar ve hep bir ağızdan YSK’yı suçlamaya giriştiler. Hem Kürtlerden hem de sistemin sözcülerinden gelen basınca dayanamayan ve “kabağın kendi başında patladığını” gören YSK, geri adım atarak veto kararını kaldırdı. Sistemin savunucularına göre, Kürt politikacılarını engellemek, seçimin meşruiyetini gölgeleyecek ve bu durum yükselen eylemlerle birleştiğinde, ekonomik ve siyasi istikrar darbe alacaktı. Bunun üzerine, bir yandan Cumhurbaşkanı Gül, diğer yanda burjuva kampta kararı açıkça savunan hiçbir güç kalmadı ve engeller kaldırıldı. İşin ilginç yanı, her konuya “maydanoz olan” Başbakan Erdoğan bu süreçte sessiz kaldı. Bu da, bizzat veto saldırısının arkasında olduğunu gösteriyordu. Ancak, tasfiye operasyonunda başarısız olan siyasi iktidar, Gül ve hükümet sözcüleri “hiç kimsenin terörle sonuç alamayacağı” yönünde açıklamalar yaparken, bine yakın Kürt gösterici gözaltına alındı, yüzlercesi tutuklandı. Referandumda yüzde doksanın üzerinde boykot oyu çıkan Hakkâri için, hükümet, daha önce “özel bir plan” uygulayacağını açıklamıştı. Bu plana göre gerçekleştirilen son “KCK Operasyonu” ile bu kentteki önde gelen BDP yöneticileri ve kadroları gözaltına alındı.
Bu süreçte yaşanan iki olay, politik gerçekleri yansıtma bakımından simgesel önem taşıyor. Birincisi, Diyarbakır’da gözaltına alınan göstericilerin AKP İl Binasına götürülerek, polisler tarafından burada sorgulanmasıdır. AKP binalarının polis karakoluna dönüşmesidir. Bu durum bölgede AKP’nin devletle özdeşleştiğini ve baskı, şiddet ve tutuklama politikasının fiili uygulayıcısı haline geldiğini gösteriyor. İkincisi, BDP eski Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın, Bismil’deki gencin polis tarafından öldürülmesi üzerine Gül ile görüşmesini iptal ederek, bu ilçeye gitmesi. Demirtaş, polis saldırısına uğrayan halkının yanında olmayı, devletin en tepesindeki kişi ile görüşmeye tercih etmiştir. Bu da Kürt siyasi hareketi ile Kürt halkının iç içe geçmişliğinin en somut örneğidir.
Mücadele Edenler Kazanýyor YSK vetosuna karşı mücadele iki politik gerçeği netleştirdi: İlki, iktidarın tüm terörize etme ve gayrimeşru gösterme çabalarına rağmen, Kürt siyasi hareketinin, toplumun geniş bir kesimince, Türkiye politikasının ayrılmaz ve önemli bir parçası olarak görülüyor. Farklı siyasi eğilimlere sahip halkın çoğunluğu, Kürtlerin de kendi vekilleri ile mecliste temsil edilmesini savunuyor. Bu durum Kürt sorununun barışçı siyasi çözümü için ciddi bir şans ve bu konuda önemli bir olanak sunuyor. İkincisi, en doğal demokratik haklarının elinden alınmasına karşı fedakârca direnen ezilenler, sonunda başarıya ulaşmaktadırlar. Mücadele eden kazanıyor. O nedenle işçi sınıfı ve emekçilere örnek olacak. Kaldı ki, işçi sınıfı tarihinde buna çok benzeyen bir tarihi zafer söz konusu. 16 Haziran 1970 de, DİSK’in kapatılmasını engellemek için sokağa dökülen on binlerce işçi, militan bir mücadeleyle, Meclis’ten geçen bir yasanın uygulanmasını engellemiş, Anayasa Mahkemesinden dönmesini sağlamıştı. Bu başarılı mücadele ve direniş örnekleri, işçi sınıfı ve ezilenlerin ortak mücadelesinin, siyasi iktidarı her alanda yenilgiye uğratmaya muktedir olduğunu göstermektedir.
Ýþçilerin Sesi
BURJUVA PARTÝLER ÝÇÝN ADAYLAR VE PROGRAM LÝDERLERÝN VÝTRÝNÝ Ufuk Demirci Burjuva muhalefet partilerinin seçim kampanyaları medyatik bir şekilde başladı. Gerek adayların belirleme sürecinin gerekse de seçim beyannamelerinin açıklanmasının mümkün olduğu kadar “haber” olması için ellerinden geleni yaptılar. Seçimin yapılmasına iki ay kala açıklanan aday listeleri ve seçim programının, seçmenler tarafından fark edilmesi ancak medya üzerinden yapılan abartılı tanıtımlar sayesinde mümkün olacak. Seçim sistemi temsili bir demokrasi anlayışı üzerinden işliyor; “oyunu ver gerisini merek etme!”. Burjuva siyaset tarzı ise, parti ve liderin öne çıkarıldığı, adayların ve seçim programının ise “haber” olmasının dışında bir belirleyiciliğinin görülmediği bir seçim sürecini içeriyor. Bunun farkında olan muhalefet partileri, liderlerini öne çıkartan, sansasyonel adaylar ve seçmenin gözüne sevimli gelen seçim vaatleriyle süslü bir seçim kampanyası başlattılar. Partiler adaylarını belirlerken, mümkün olduğu kadar kendilerini medyada gündeme getirebilecek, siyasi tartışmalarda konu edilebilecek ölçütleri kullanıyorlar. Mevcut seçim sistemi seçim bölgelerine dayanıyor; her seçim bölgesi seçmen sayısıyla orantılı olarak belli sayıda milletvekilinin seçilmesine imkan veriyor. İstanbul benzeri büyük metropollerde her seçim bölgesi için partiler, onlarca aday belirliyorlar. Seçmenlerin bu adayların çoğunu tanımaları mümkün değil; bu nedenle adaya değil partiye ve liderine oy verme eğilimi belirleyici oluyor.
CHP ve MHP gibi muhalefet partilerinin, genel başkanları üzerinden siyaset yapmaları ve seçim kampanyalarını onların üstüne kurmalarının nedeni bu. Ergenekon davasından yargılanan bazı isimlerin seçilerek aday gösterilmesi bu partiler açısından siyasi bir risk taşısa da, medyada yarattığı ilgi, bu taktiğin bir karşılığı olduğu gösterdi. MHP mevcut milletvekillerini yeniden aday listelerine koydu, Ergenekon davasından yargılanan bir generali ve merkez sağ partilerden gelen bazı kişileri da aday yaparak, seçim çalışmasını başlattı. MHP esas olarak adaylarına ve “programına” değil, Kürt sorununun yaratacağı siyasi gerginlik ve çatışmalara umut bağlamış durumda. MHP’nin alacağı oyu, geçtiğimiz 2009 yerel seçimlerinde olduğu gibi, Kürt düşmanlığının yükselmesi üzerinden yapacağı çatışmacı siyaseti belirleyecek. CHP, Mustafa Balbay’ı aday yaparak hem ulusalcı çevrelere bir mesaj göndermiş oldu hem de son günlerde yaşanan “fikir ve basın özgürlüğü” tartışmalarından bir gazeteciyi aday göstererek nemalanmak istedi. Mehmet Haberal’ın adaylığı ise yine benzer kaygılarla oldu. Kamuoyunda Ergenekon davası nedeniyle haksız bir şekilde mağdur olduğu izlenimi yaratılan Haberal’ın milliyetçi geçmişine karşılık, CHP’den birinci sıradan aday gösterilmesi, partinin merkez sağ seçmene açılmayı amaçlayan seçim taktiğinin bir sonucu. Eski Cumhuriyet savcısı İlhan Cihaner’in adaylığı ise, CHP yönetiminin yüksek yargıya ve hukuk camiasına bir selamı olarak görülmeli.
PARLAMENTO SÝYASAL SORUNLARIN ÇÖZÜM YERÝ DEÐÝL HALKI ALDATMANIN ARACIDIR Seçimler ve parlamento, yığınlarda kendi yöneticilerini kendilerinin seçtiği ve bu yolla yönetime katıldıkları yanılsaması yaratır. Oysa asıl devlet aygıtı seçilmişlerden değil, atanmışlardan oluşur. Sürekli ordu ve polis, devlet iktidarının başlıca araçlarıdır. Marks ve Engels, eserlerinde, bu kurumların burjuvaziye binlerce bağla bağlı olduklarını tekrar tekrar belirtir. Önemli kararlar parlamento da değil, kapalı kapılar ardında, devlet dairlerinde, bakanlıklarda, sermayenin ve askeri-sivil bürokrasinin tepe noktalarında alınır. Parlamento karar organı olmaktan çok, halkı aldatma işlevi görür. Kapitalist düzende, faşizm, askeri diktatörlük, monarşi vb.ye karşı işçi sınıfı için en tercih edilebilir devlet biçimi demokratik cumhuriyettir. Ama en demokratik burjuva cumhuriyetinde bile, işçilerin payına düşenin ücretli kölelik olduğu asla unutulmamalıdır. Genel oy hakkı, her dört-beş yılda bir, halkı, parlamento aracılığıyla, egemen sınıfın hangi üyesinin ve partisinin temsil edeceği ve ezeceğinin kararlaştırılması; işte yalnızca parlamenter-anayasal krallıklarda değil, aynı zamanda en demokratik cumhuriyetlerde de burjuva parlamentoculuğunun gerçek özü budur.
Marksistler bilir ki, en ideal burjuva parlamenter sistemde bile, çeşitli sınıfların gerçek güçleri ile temsili kurumlardaki yansımaları arasında orantısızlık vardır. Liberal burjuva partiler parlamentoda ve diğer temsili organlarda gerçekte olduklarından yüz misli güçlü görünür. Sol sosyalist partiler parlamentoda önemsiz bir yer tutarken, gerçek hayatta, aktif kitle mücadelesinde çoğu kez önemli roller üstlenir, harekete önderlik ederler. Belirleyici olan da parlamenter sayısı ve parlamento mücadelesi değil, işçi sınıfının doğrudan mücadelesi, grev ve direnişlerdir. Bu mücadelenin içinde ve önünde, örgütlenmesinde yer almaktır. Parlamentarizm tarihsel açıdan zamanını doldurmuştur. Ne var ki, bizim için zamanını doldurmuş olan bir şeyin, yığınlar içinde zamanını doldurduğunu sanmamak gerekir. Burjuva parlamentosu, işçileri aldatmak için bir araç olarak kaldığı ve önemli sayıda emekçi bu kuruma güvendiği ve umudunu kesmediği sürece, sosyalistler parlamentoda yer almalı ve işçi sınıfının geniş kesimleri ile emekçi halkın, en önemli ve en yetkili organ olarak gördükleri parlamentodan da burjuvaziyi teşhir etmelidir. Lenin, ‘parlamento dâhil gerici kurumlarda,
CHP yönetimi, geleneksel tabanından alabileceği oy sınırına ulaştığını, laiklik ve rejim tartışmaları üzerinden daha fazla oy gelmesinin mümkün olmadığını biliyor. AKP’nin orta sınıflar üzerinde yarattığı tedirginlik (hayat tarzımıza müdahale mi edecekler, mahalle baskısı vs.), CHP’nin Ege ve Marmara bölgelerinde geleneksel sağ seçmenin desteğini alması sonucunu yaratıyor. AKP’nin siyasi gücü arttıkça tedirgin olan merkez sağ seçmen (ANAP ve DYP kökenli), CHP’ye oy veriyordu. Bu eğilimi gören CHP lideri, partisinin çok zayıf olduğu ve oy alamadığı bazı illerde, merkez sağ kökenli kişileri de aday listelerine aldı. Parti yönetimini “CHP artık gerçek bir sosyal demokrat parti” olacak söyleminin ancak laf düzeyinde kalacağı anlaşılıyor. CHP’nin sola değil aksine merkez sağa dümen kıracağı belli oldu; parti yönetimi daha fazla oy almasının ancak bu siyasi manevrası sayesinde olacağı beklentisi içine girdi. Bu seçim taktiğinin bir karşılığını olup olmayacağı henüz belirsiz olsa da CHP, medyatik adayları ve seçim programı ile oy avcılığına çıktı bile. CHP lideri 81 ili dolaşacağını, gidilmedik yer kalmayacağını açıkladı, benzer bir şekilde MHP ve AKP Genel Başkanları da, il il gezip partilerinin seçim kampanyasını yürütecekler. Genel başkanların bizzat alana inmeleri ve onların sırtından bir seçim sürecini yürütülmesi, burjuva siyasetin nasıl işlediğini gösteriyor. Parti genel başkanlarının belirledikleri aday listesi partinin vitrini olmaktan öteye gidemezken, hayaller yayan seçim vaatlerinin ise, parti liderlerinin dillendirdikleri politikacı laflarından başka bir karşılığı olmuyor.
yerine kendi organlarınızı koymaya gücünüz yetmediği müddetçe, bu kurumlarda çalışmak zorundasınız’ der. ‘Temsili organlar olmaksızın bir demokrasi, hatta proleter bir demokrasi düşünemeyiz. Ama eğer burjuva toplumunun eleştirisi bizim için boş bir laf olmayacaksa, burjuvaziyi alt etme çabası, işçi oylarını kapmak için “seçim” lafı değilse, ciddi ve içten bir istek ve irade ise, demokrasiyi parlamentarizm olmadan da düşünebiliriz ve düşünmeliyiz de.’ İşçi sınıfının bir devlete gereksinimi var, ama burjuvazi için gerekli olan ve içinde düzenli ordu, polis, bürokrasi gibi iktidar organlarının halktan ayrı, halka karşı oldukları devlete değil. Biz doğrudan ve sınırsız demokrasiden, işçi demokrasisinden yanayız. Bunun aracı ise parlamento değil, KOMÜN’dür. Komün özünde bir işçi sınıfı hükümeti idi. Proletarya devrimi tarafından, emeğin ekonomik kurtuluşunu gerçekleştirebilmek için, en sonunda bulunulmuş siyasal biçimdi. Marksizm, burjuva parlamenter cumhuriyeti savunan sosyal demokrasi ve küçük burjuva demokratizminden Paris Komünü tipi bir devleti kabul etmekle ayrılır. Bütün bir sosyalizm ve siyasal mücadele tarihinden Marks, devletin kaçınılmaz olarak ortadan kalkacağı ve devletin ortadan kalkış biçiminin de (devletten devletsizliğe geçiş) “egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletarya” olacağı sonucunu çıkarmıştır.
3
Ýþçilerin Sesi
“SÝVÝL CUMA” ÝKTÝDARIN OYUNUNU BOZDU Uluslar ya da sýnýflar arasýndaki iliþkilerde, eþitsizlik, baský ve sömürünün egemen olmasý halinde, ortak dini inanca sahip olmak, çeliþkileri ancak geçici bir süre bastýrabilir. Bu durum uzun sürmez ve din, tek baþýna, birleþtirici bir rol oynayamaz. Aykut Özer Kürtler, bir süredir, yüzde on barajının kaldırılması, askeri ve siyasi operasyonların durdurulması, tüm siyasi tutuklu ve hükümlülerin serbest bırakılması ve anadilde eğitimin gerçekleştirilmesi gibi acil siyasi talepleri için kitlesel eylemler yapıyor. Esas olarak, çeşitli il ve ilçelerde “çadır eylemleri” biçiminde ortaya çıkan ve kendilerinin “sivil itaatsizlik eylemleri” adını verdikleri bu eylemlerin içinde bir tanesi var ki, gerçek anlamda sivil itaatsizlik özelliği taşıyor. Genel olarak İslami gelenekleri güçlü olan Kürtler, haftalardır Cuma namazlarını, devletin camilerinde ve devletin atadığı imamların arkasında değil, kendi belirlediği alanlarda, “sivil imamların” arkasında kılıyor. Bu tavır, dini ibadetlerinde devlet denetimi ve yönlendirmesini reddetmeleri anlamına geliyor. Bu nedenle “Sivil Cuma” eylemleri, çocuklarını okula ya da askere göndermeme gibi, kolektif sivil bir tepkiyi yansıtıyor.
“
deyişle, Türkiye Cumhuriyeti gerçek anlamda laik bir devlet değildir. Devlet, devasa bir teşkilat ve bütçeye sahip olan Diyanet İşleri Başkanlığı vasıtasıyla, din ile iç içe geçmiştir; dini, resmi ideoloji ve politikaları doğrultusunda kullanmaktadır. Sorunun kaynağı budur.
Din Tek Baþýna Birleþtirici Olamýyor AKP iktidarı, “Sivil Cuma” eylemlerine çok sert tepki verdi. Başbakan, elinden oyuncağı alınmış çocuk gibi bağırmaya başladı ve Kürt siyasi hareketini “dine bölücülük sokmakla” suçladı. Aslında bu sivil itaatsizlik eylemiyle, Kürt sorununu bastırmak için kullandığı en önemli kozu elinden alınmış oluyordu. Siyasi iktidar, Türk ve Kürtlerin büyük çoğunluğunun aynı dine sahip olmasını öne çıkararak, Kürtlerin ta-
“
Kürtleri bu sivil itaatsizlik eylemine sürükleyen iki temel neden var. Birinci olarak, Kürtler, Cuma hutbelerinin, ana dilleri olan Kürtçe okunmasını istiyorlar. Bu tavırları, Kürtçenin, toplumsal yaşamda ve kamusal alanda kullanılması taleplerinin, dinsel alandaki yansımasıdır. Çünkü Cuma namazları toplumsal bir etkinlik, camiler ise kamusal alan olarak görülüyor. İkinci olarak, Kürtler, bir devlet memuru olan imamların, özel görevle bölge illerine gönderildiklerine inanmaktadırlar. Özel olarak seçilerek bölge illerine gönderilen bu din adamlarının esas görevi, resmi ideolojinin Kürt halkı arasında yaygınlaşmasını sağlamak; bu yolla “inkâr ve imha” politikasına yardımcı olmak ve Kürt siyasi hareketinin halk içindeki etkisini kırmaktır. Dinsel alandaki uygulamalar, yaşanan bir dizi olay ve birçok örnek Kürtlerde bu kanaatin yerleşmesine neden olmuştur. Türkiye’de dinsel yaşamı, inanç sahipleri ve cemaatlerin değil, devletin kontrol etmesi ve yönlendirmesi, Kürtlerin tepkisine yol açan durumun ortaya çıkmasının ana nedenidir. Daha açık bir
Gelinen noktada, gerçek laikler ve Sünni Ýslam’ýn egemenliðinden maðdur olan Aleviler, mücadelelerini Kürtlerinkiyle birleþtirmelidirler. Dinin, devletin kontrolünden kurtarýlýp siyaset alanýnýn dýþýna çýkarýlmasý ve toplumlarýn inançlarý etrafýnda özgürce örgütlenmelerinin önünü açmak için ortak hareket etmelidirler.
4
leplerini görmezden geliyor ve İslam dinini inkâr ve imha politikasının bir aracı olarak kullanıyor. Tüm eşitsiz ilişkilere, baskı ve sömürüye karşın, İslam’ın, Kürtler ile Türkler arasında birleştirici bir rol oynayacağını düşünüyor. Kürtler aleyhine olan statükonun sürdürülmesi için dini kullanıyor. “Sivil Cuma” eylemlerinin yaygınlaşması ile siyasi iktidarın bu oyunu bozulmuş oluyor. Başbakan ve öteki AKP’li politikacıların büyük değer verdiği ve örnek aldığı Sultan 2.Abdülhamit de, yüz yılı aşkın bir süre önce, Osmanlı İmparatorluğunun dağılmasını önlemek için dine özel bir rol biçmiş ve “İslam kardeşliğini” öne çıkararak, Arap halkların imparatorluktan kopuşunu önlemeye çalışmıştı. Ancak bu politika başarısız olmuş, imparatorluğu dağılmaktan kurtaramamıştı. Uluslar ya da sınıflar arasındaki ilişkilerde, eşitsizlik, baskı ve sömürünün egemen olması halinde, ortak dini inanca sahip olmak, çelişkileri ancak geçici bir süre bastırabilir. Bu durum uzun sürmez ve din, tek başına, birleştirici bir rol oynayamaz. Kürtler, “Sivil Cuma” eylemleri vasıtasıyla, bir yandan kendi taleplerini dile getirirken, diğer yandan devletin gerçekten laik olmadığını deşifre etmiş oldular. Gelinen noktada, gerçek laikler ve Sünni İslam’ın egemenliğinden mağdur olan Aleviler, mücadelelerini Kürtlerinkiyle birleştirmelidirler. Dinin, devletin kontrolünden kurtarılıp siyaset alanının dışına çıkarılması ve toplumların inançları etrafında özgürce örgütlenmelerinin önünü açmak için ortak hareket etmelidirler.
Ýþçilerin Sesi
EKONOMÝ BÜYÜYOR, YA EMEKÇÝLER? Ülke ekonomisinin büyümesine karþýn emekçilerin durumunun ekonomik ve sosyal açýdan düzelmemesi, hatta gerilemesi, sýnýfsal güç dengesizliðinden kaynaklanmaktadýr. Burjuvazi, ekonomik, siyasi ve sosyal açýdan örgütlü ve güçlü iken, iþçi sýnýfý ve emekçiler, örgütsüz, daðýnýk ve güçsüzdürler. Türkiye ekonomisinin 2010 yılında yüzde 8,9 büyüdüğü açıklandı. İktidar çevreleri bu rakamı bir rekor olarak sundu. Bu büyüme oranı ile Türkiye’nin Avrupa’da birinci, dünyada ise üçüncü sırayı aldığını iddia ettiler. Şimdi bu olgunun arka planını irdelemek gerekiyor: Birinci olarak, ekonominin yüzde beş civarında küçüldüğü bir yıl (2009) temel alınarak bu büyüme rakamına ulaşılmıştır. Yani eksi beşe göre dokuzluk bir büyüme söz konusudur. Ekonomide buna “baz etkisi” deniyor. Bu çerçevede, 2007–2010 döneminde ekonomi yüzde on civarında büyümüştür. Bu rakam dörde bölündüğünde yıllık %2,5 bir büyüme rakamı çıkıyor ki, bu rakam toplumsal çalkantıların odağı haline gelen Tunus ve Mısır’dakinden daha geridir. Her yıl yüzde 1,5 oranında nüfus artışı gerçekleştiği de dikkate alındığında, son dört yılda kişi başına düşen milli gelirin yerinde saydığı söylenebilir. İkinci olarak, bu “rekor” büyüme rakamı, Türkiye ile gelişmiş kapitalist ekonomiler arasındaki mesafenin daha da açılmasını engelleyemiyor. Yuvarlak rakamlarla ifade edecek olursak, Türkiye’de on bin dolar civarında olan kişi başına düşen milli gelir, yüzde dokuzluk bir büyüme ile 900 dolar artar. Buna karşılık kişi başına düşen milli gelirin kırk bin dolar olduğu Almanya’daki sadece yüzde üçlük ekonomik büyüme, kişi başına düşen milli geliri 1200 dolar artıracağı için, Türkiye ile Almanya arasındaki mesafe daha da açılır. Üçüncü olarak, yüzde dokuzluk büyümenin ne pahasına sağlandığı irdelenmelidir. Bu büyüme, ithalat ve dolayısıyla cari açık patlaması pahasına gerçekleşmiştir. 2010 yılı cari açığı 50 milyar dolar civarındadır. Bu, Cumhuriyet tarihi rekorudur. Yani ekonomik işlemler sonucu ülkeden çıkan döviz miktarı, ülkeye girenden 50 milyar dolar daha fazladır. Bu açık, spekülatif amaçlarla ülkeye giren sıcak para ile kapatılmaya çalışılmakta; bu da ülke ekonomisini son derece kırılgan bir hale getirmektedir. Ayrıca 2010 yılında, tüketici borçları, ciddi bir artışla, 190 milyar liraya ulaşmıştır. Yani büyüme, ithalat, sıcak para girişi ve borçlanma sayesinde gerçekleşmiştir ki, bu durum sürdürülebilir olmaktan uzaktır. Kısacası, “iyice ısınan” ekonominin bu şekilde daha fazla yol alması mümkün görünmemektedir. Önümüzdeki ay ve yıllar ekonominin çarklarının yavaşlayacağı dolayısıyla ekonomik büyümenin düşeceği bir dönem olacaktır. Dördüncü olarak, bu büyümenin işçi ve emekçilere ne faydasının olduğu tartışılmalıdır. Ekonominin büyümesi ve milli gelirin artması tek başına bir şey ifade etmez. Bu milli gelir halk arasında nasıl dağılmaktadır? Bu büyüme-
den kimler ne oranda pay almaktadır? Ekonomik büyümenin mimarı olan işçilerin, bundan pay almak şöyle dursun, gerçek gelirlerinin ve yaşam düzeylerinin daha da gerilediği, istatistikî rakamların bile reddedemediği bir gerçektir. Ekonomik büyüme, her yıl daha fazla sayıda Türkiyeli patronun dolar milyarderleri arasına girmesine ve bu listede yerlerinin yükselmesine yol açmasına karşın, bir yandan patronlarla emekçiler arasındaki gelir eşitsizliği daha da büyümekte diğer yandan ülkede yoksulluk daha da artmaktadır Beşinci olarak, bu büyüme rakamına ulaşılmasındaki en önemli etken, emeğin üretkenliğinin artması, işçilerin daha yoğun sömürülmesidir. Sözü edilen yüksek oranlı büyüme, istihdamda ciddi bir artışa yol açmadan gerçekleşmiştir. Yani ekonomik büyüme işsizlik sorununa derman olmamıştır. Bunun anlamı mevcut işçilerin daha fazla ve yoğun çalıştırılarak ve acımasızca sömürülerek bu sonuca ulaşıldığıdır.
Ýþte gerçek tablo bu! Tam da siyasi iktidar yüksek büyüme rakamları ile övünürken, kamuoyuna açıklanan bir raporda yer alan veriler, asıl çıplak gerçeği gözler önüne serdi ve iktidarın yalanlarını deşifre etti. Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatının (OECD) “Bir Bakışta Toplum” adlı raporundaki rakamlar, Türkiye’nin insani gelişmişlik seviyesi bakımından ne kadar geri, gelir adaletsizliği, yoksulların düzeyi ve işsizlik açısından ne kadar kötü bir noktada olduğunu ortaya koymaktadır. Türkiye, en fazla gelir eşitsizliğine sahip olan ülkeler sıralamasında, Şili ve Meksika ile birlikte en kötü durumdadır. Yine yoksul nüfusun ülke nüfusuna oranı bakımından yüzde 17 ile en kötü durumdaki üç ülke arasın-
da yer almaktadır. Çocuk eğitimine ayrılan para ile bebek ölümleri bakımından sonuncu sıradadır. Çocuk eğitimine ayrılan kaynak açısından OECD ortalaması yıllık 8070 dolar iken, bu rakam Türkiye’de sadece 1246 dolardır. Bebek ölümlerinde OECD ortalaması binde 4,6 iken Türkiye’de bu rakam binde 17dir. Bu rakamlar, iktidarın sağlık ve eğitim alanındaki gelişmelerle övünmesinin ne kadar boş ve temelsiz olduğunu ortaya koymaktadır. İstihdamın toplam nüfusa oranı dikkate alındığında, OECD ortalaması yüzde 66 iken bu oran Türkiye’de yüzde 44 ile en düşük düzeydedir. Bunun anlamı ülkenin çalışabilir nüfusunun önemli bir kesiminin işgücü piyasasına dâhil olmadığı, verimsiz, boş ve atıl kaldığıdır. Bunun temel nedeni özellikle kadın nüfusun işgücüne katılmaması, “ev kadını” olarak eve kapatılmasıdır. İstihdamın toplam nüfusa göre oranının düşük olması ayı zamanda işsizlik rakamlarının ve işsiz sayısının düşük görünmesine yol açmaktadır. Çünkü ekonomik tanımı gereği, işgücü piyasasına çıkmayan, iş aramayan çalışabilir yaş ve konumdaki kişi, “işsiz” sayılmamaktadır. Sonuç olarak, abartıldığı kadar olmasa da, ülke ekonomisinin büyümesine karşın emekçilerin durumunun ekonomik ve sosyal açıdan düzelmemesi, hatta gerilemesi, sınıfsal güç dengesizliğinden kaynaklanmaktadır. Burjuvazi, ekonomik, siyasi ve sosyal açıdan örgütlü ve güçlü iken, işçi sınıfı ve emekçiler, örgütsüz, dağınık ve güçsüzdürler. Bu tabloyu tersine çevirmenin yolu, işçi sınıfı ve emekçilerin, kısa ve uzun vadeli talepleri etrafında örgütlenip, topyekûn olarak mücadeleye atılmalarından geçmektedir. 5
Ýþçilerin Sesi
ERDOÐAN’IN “KARDEÞÝ” BEÞAR ESAD KAN DÖKMEDE BABASINI ARATMIYOR! “Diktatörleri severim ama en çok Beþar Esad”ý sevdim” diyen de AKP hükümeti olmuþtu. Erdoðan, Suriye diktatörüyle olan iliþkisini “kanka” seviyesine çýkarmýþ, “iyi çocuk, bizim sözümüzden çýkmaz” diyerek, sahiplenmiþti Ufuk Demirci Esad rejiminin 50 yıldan beri devam eden “olanüstü hal”i kaldırmasının ardından Suriye sokaklarında akan kan daha da büyüdü. Protestocuların, İdlib, Rakka ve Halep’te gösterilere katıldıkları için evlerinden götürüldüklerini ve tutuklama dalgasının devam ettiği anlaşılıyor. Beş haftada 330’den fazla kişinin öldürüldüğü tahmin ediliyor. Göstericiler tarafından Youtube’a konulan bir videoda, göstericilerin ellerini havaya kaldırıp, silahsız olduklarını göstermelerine karşın, ateş açıldığı, bir gencin başından ve sırtından kanlar akarak yeri düştüğü, yoğun ateşten dolayı yerden bile kaldırılamadığı görüldü. Suriye yönetimi, muhalifleri evlerinden toplamasının ardından, dün de tanklarını sokağa sürdü, binlerce asker güney kenti Deraa’ya tanklarla girdi. Saldırının ardından bir tanık durumu söyle ifade etti: “ölüleri sayamıyoruz, zira keskin nişancılar yüzünden cesetlere yaklaşamıyoruz”. Başbakan Erdoğan’ın “kardeşim” diye hitap ettiği Beşar Esad rejimi ile Türkiye arasında “sıkı” bir dostluk ilişkisi vardı. Hatırlanacaktır, iki ülkenin bakanları ortak bakanlar kurulu olarak toplanmışlar, 40’a yakın anlaşma imzalanmış, Başbakan Suriye’nin hamiliğine soyunmuş, ABD’nin kara listesinde olan Esad için Türkiye kefil olmuştu. AKP hükümeti, uluslararası ilişkilerde Türk
devletinin diplomasi anlayışını değiştirdiğini, artık “stratejik derinlik” içeren bir politikalarının olduğunu söylüyordu. Dışişleri Bakanı bu politikayı “komşularla sıfır sorun” şeklinde formüle ediyordu. Türkiye’nin komşuları dikkate alındığında bu politikanın, bölgedeki baskıcı rejimlerin diktatörleriyle “ iyi geçinmek” ve bunun üzeriden de Türkiyeli patronlara yeni iş olanakları sağlamak olarak görülebilir. Bu uyumlu ilişki, İran, Suriye, Mısır, Suudi Arabistan, Libya gibi ülkelerdeki baskıcı rejimleri ve bu diktatörlükler altında yaşayan insanları görmezden gelmeyi gerektiriyordu. Tunus’da başlayan, Mısır’la birlikte devamının geleceği anlaşılan, Libya’da bir iç savaşa dönüşen, son olarak da Suriye’de göstericilerin katledildikleri bir süreç yaşanıyor. AKP hükümeti, Tunus’daki halk ayaklamasından başlayarak, bu ülkelerdeki toplumsal patlamaları ve rejimlerin sarsılmasını kaygıyla izledi, son ana kadar baskıcı diktatörlerin yanında yer aldı, Libya örneğini hatırlayalım. AKP’nin bu diplomatik siyaseti yeni de değil. İran’da seçim sonrasında, seçime hile karıştırıldığı gerekçesiyle sokaklara dökülen insanları kan akıtarak bastıran Ahmedinecad yönetimine tebrik telefonu açan ve seçimi meşrulaştıran da AKP olmuştu. Kaddafi’nin kanlı ellerinden ‘insan hakları ödülü’ alan da Başbakanın ta kendisiydi. “Diktatörleri severim ama en çok Beşar Esad”ı sevdim” diyen de AKP hükümeti olmuştu.
HÜKÜMET ÖÐRENCÝLERE SÖZ GEÇÝREMEYÝNCE AÝLELERÝNÝ HEDEF ALDI Ufuk Demirci YGS’de sehven yapılan şifre skandalının ardından ÖSYM, Akademik Personel ve Lisansüstü Eğitimi Giriş Sınavı’nda da (ALES) skandala imza attı. İzmir’de bir sınav merkezinde beş yüz kişiye hatalı soru kitapçığı dağıtıldı. Adayların sınav numarası ile kitapçık numarası birbirine uymadı, kitapçıkta sayfalar karışık, sorular eksik çıktı, bu adaylar sınava girememiş oldular. YGS krizinin patlamasının ardından devlet erkânının bir bir “tatmin olduklarını” görmüştük. Liseli gençlik bu skandalın üstünü örtmek için yapılan politik manevraya kanmadı, haftalardır sokağa çıkıyor, protesto eylemleri düzenliyor. ÖSYM Başkanı Ali Demir’in, bilimsel bir yayından “kopya çekerek” hazırladığı makaleleri, kendi hazırlamış gibi yayınladığı ortaya çıktı. Üniversitede, “hırsız”lık olarak kabul edilen bu davranışı yüzünden meslekten atılmaktan son anda kurtulduğu anlaşıldı. Demir’in yüzsüzlüğünün geçen yıllar içinde
6
daha da arttığı, öğrencilere gönderdiği mektupta, şifreyi sehven kabul edip, ancak kopya çekilmediği yönünde bir açıklama yapmasıyla anlaşılıyor. Bu itiraf üzerine liseli gençler kayıtsız kalmadılar ve 15 Nisan günü Demir’in istifasını da isteyen boykot ile tepkilerini gösterdiler. İstanbul’da yaklaşık otuz lisede çeşitli düzeylerde boykot gerçekleşti. Birçok okulda ise, okul müdürleri okulların çıkış kapılarını kapatarak öğrencilere engel oldular. İstanbul’da binlerce liseli, neredeyse bütün gün Taksim’de eylemdeydiler. Öğrencilerin en sık attığı sloganlar ise, cemaat ve AKP ile ilgiliydi: “Tayyip Amerikaya, Fetullah’ın Yanına”, “YGS’nin Şifresi AKP’nin Elinde”. AKP hükümeti, protestoların birkaç gün sürüp, öğrencilerin kös kös evlerine döneceklerini sanıyordu. 15 Nisan’daki boykot ve özellikle devrimci öğrencilerin ısrarlı örgütlenme çabaları sonucunda eylemler, tüm Türkiye’ye yayıldı ve gündemde kalmayı başardı.
Erdoğan, Suriye diktatörüyle olan ilişkisini “kanka” seviyesine çıkarmış, “iyi çocuk, bizim sözümüzden çıkmaz” diyerek, sahiplenmişti. Beşar Esad iktidarı, AKP hükümetinin uluslararası diplomaside siyasetinin bir karşılığı olacak, rejim sözde reformlar yaparak değişecekti. Bugün ne yaşanıyor? Sniper’larla insan öldürülüyor, ev ev muhalif aranıyor, tanklarla kent merkezlerine giriliyor. Hükümetten gelen açıklamalar ise: “Üzülüyoruz”, “temenni ederiz ki,”, “aman orantısız güç kullanılmasın” vb oldu. Hükümet, Esad rejimini üstü kapalı olarak kollamaya devam ediyor. Madem AKP, Suriye’nin hamisi gibiydi neden müdahale edip, akan kanı durdurmuyor? AKP hükümetinin, bölgedeki diktatörler ve rejimleriyle bir sorunu yoktu, ekonomik ilişkiler geliştiği müddetçe, halkların yaşadığı baskılar görmezden gelinebilirdi. Tunus ve Mısır’da halk ayaklanmasından çok kısa bir süre önce, bizzat başbakan Erdoğan, Türkiye için “başkanlık sistemi”ni gündeme getirmişti. Belli ki, bölgedeki liderlerle olan iyi ilişkilerden etkilenmiş, kendisi için de bir başkanlık arzusu içine girmişti. Birkaç ay içinde kitlesel ayaklanmalar marifetiyle bölgedeki dostları olan başkanlar “evlerine” yollanınca, başkanlık tartışmaları yaşanmaz oldu. AKP, Demir’e sahip çıktıkça öğrencilerin hedefi haline geliyordu. Gelişmeler karşısında bir tavır almak zorunda kalan Erdoğan, “Taksim’de bin iki bin kişi çıkarmak mesele değil. Biz de beş bin öğrenciyi o meydanlara çıkarırız ama gerilimden yana değiliz” dedi. AKP’nin “ileri demokrasisi”nin ne olabileceğine dair somut bir bilgi de vermiş oldu. Öğrenci gençliğin önünü kesemeyen hükümet, bu sefer de aileleri hedef alıyor. “Çocuklarınız çatışmaların arasında kalır ona göre” diyerek aileleri tehdit ediyor. YGS krizinde taraf olmayı bu seviyeye çıkaran AKP hükümeti, yapılan şifre operasyonuna da sahiplenmiş oluyor. AKP yanlısı medyada bile bu tutumun AKP’ye oy kaybettireceğine ilişkin yorumlar yapıldı. YGS protesto eylemleri sürecine bakıldığında, sosyal paylaşım ağları üzerinden örgütlenen eylemlerin denetlenme imkânının da kalmadığı görülüyor. Elbette liseli devrimci gençliğin ısrarı ve örgütlenme çabaları da görmezlikten gelinemez. Politik olmamakla eleştirilen gençler, kendileri için yakıcı olan bir sorun için isyan ettiler. Geçen yıl, benzer eleştirilere (apolitik bunlar) uğrayan Fransa’daki gençler de, hükümetin yeni çalışma düzeni ile ilgili değişikliğe tepki göstererek, işçilerle birlikte sokağa dökülmüşlerdi.
Ýþçilerin Sesi
19-20 NÝSAN’DA SAÐLIK ÇALIÞANLARI GöREVDEYD
Ý…
Ülke genelinde yaklaþýk 600 bin saðlýk emekçisinin acil taleplerini öne çýkaran GöREV eylemi baþarýyla sonuçlandý.
O. Öznur Sağlık çalışanları 13 Mart’ta Ankara’da 30 bin kişiyle miting düzenlemiş, AKP hükümetinin son 8 yıldır ısrarla uyguladığı IMF ve Dünya Bankası patentli “Sağlıkta Dönüşüm Programı”na karşı tepkilerini göstermişlerdi. Miting alanında sık sık “grev” çağrıları yapılmıştı. Beklenen “GöREV” eylemi, 19-20 Nisan tarihlerinde gerçekleştirildi. Türk Tabipleri Birliği, Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası, Türk Dişhekimleri Birliği, Türk Medikal Radyoteknoloji Derneği gibi sağlık meslek örgütleri ve sendikaların öncülüğünde gerçekleştirilen ve ülke genelinde yaklaşık 600 bin sağlık emekçisinin acil taleplerini öne çıkaran GöREV eylemi başarıyla sonuçlandı. Özellikle Ankara, İstanbul, İzmir, Adana, Mersin, Hatay, Diyarbakır, Batman, Mardin, Antalya, Denizli, Aydın, Manisa, Kocaeli, Edirne, Eskişehir, Bursa gibi illerdeki katılım oldukça yüksekti. Diğer illerde ise kısmi katılımlar gerçekleşti. Hekimler ve sağlık çalışanları, 19 ve 20 Nisan günleri sabahın erken saatlerinde çalıştıkları hastanelere geldiler, grev çadırları kurdular, hastaları bilgilendirip bildiriler dağıttılar, basın açıklamaları ve yürüyüşler yaptılar. İki gün boyunca acil durumdaki hastalara hizmet verildi. Özelde eyleme katılım ise, işten çıkarılma endişesiyle sınırlı kaldı. İki gün süren eylem ve yürüyüşlere hastalar da dahil olmak üzere pek çok kesimden destek geldi. Bunlar arasında direnişteki işçiler de vardı. İstanbul’da Çapa’dan Haseki Hastanesi’ne yapılan yürüyüşte, Casper, Ontex ve Mas-Daf işçileri de pankartlarıyla yer aldı.
Eylemde öne çıkan talepler: Sağlıklı ve güvenli çalışma ortamının sağlanması, işyeri sağlık birimlerinin kurulması. Sağlık çalışanlarına yönelik şiddet eylemlerini engelleyecek yasal düzenlemelerin yapılması. Kamu sağlık kurumlarında sözleşmeli, döner sermayeden sözleşmeli, vekil, taşeron işçisi adı altında her tür güvencesiz çalıştırmaya, esnek-kuralsız, fazla çalıştırma ve angaryaya son verilmesi; taşeron işçilerin ve 4B-4C işçilerin devlet memuru kadrosuna geçirilmesi. Hastaları puan olarak gören performans uygulamasından vazgeçilmesi; temel ücretin artırılması, emekliliğe yansıyan güvenceli ücret verilmesi. Sağlığı ticarileştiren, sağlık hizmetlerini metalaştıran eşit-ücretsiz-nitelikli sağlık hizmetine erişime engel olan; katkı-katılım payları ve ilave ücretlerin kaldırılması. GöREV öncesinde ve iki günlük eylemler sırasın-
DOKUZ EYLÜL’DE ASÝSTAN DOKTORLARIN ZAFERÝ 1 Nisan’da Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesinde çalışan asistan doktorların başlattığı grev, 5. günün sonunda, Sağlık Bakanıyla yapılan görüşmenin ardından sona erdi. Bakan, asistan doktorların tüm taleplerini kabul etmek zorunda kaldı. Sağlıkta dönüşüm politikalarının en ağır şekilde vurduğu asistan doktorların örgütlediği ve sağlık emekçilerinin de destek verdiği grev, 5 gün boyunca devam etti. Başhekimin baskılarına boyun eğmeyerek, polikliniklerde hasta bakmayan 490 asistan iş bıraktı. Hemşiresi, laboratuar çalışanı, teknikeri, çeşitli alanlardan sağlık çalışanlarıyla birlikte, yaklaşık 2000 kişi, servislerin girişi önünde gerçekleştirilen basın açıklaması sonrasında başhekimliğe doğru yürüyüşe geçtiler. Ücretlerde yapılan kesintilerin iade edilmesi, bölümler arasında eşit ücret uygulaması ve asistan doktorların esnek mesai saatlerine son verilmesi gibi taleplerle başlayan mücadele, Rektörün uzlaşmaz tutumu sonucu greve dönüştü. Sağlık emekçilerinin katılımı ve diğer hastane çalışanlarının da desteği ile çığ gibi büyüyen hareket, hükümetin yeni sağlık politikalarına karşı bugüne kadarki en sert tepki oldu. 5 gün boyunca süren ve ülke çapında ses geti-
ren grev, Sağlık Bakanı Recep Akdağ’ın araya girmesi, grevcilerden oluşan üç kişilik heyetle görüşmesi ve doktorların tüm taleplerinin kabul edilmesi ile sona erdi.
Saðlýkta Performansa Göre Ücret Sistemi Ne Getiriyor? Performansa göre ücret sisteminde, tıbbi uygulamalar, doğru ve nitelikli olmalarına bakılmaksızın, sadece sayısına göre değerlendiriliyor. Örneğin bir hastanın kalbindeki tümörü ameliyat eden hekim 2 bin puan alırken, kalbi duran bir hastayı yeniden canlandırıma işlemi için 200 puan veriliyor. Ücretler bu puanlara göre hesaplanırken, sağlık çalışanları daha fazla ücret almak için birbiriyle rekabet etmek ve zamana karşı yarışmak zorunda bırakılıyor. Performans sisteminde tanı ve tedavi birkaç dakikaya indirilerek, hastaların sağlığı tehlikeye atılıyor. Üniversite hastanelerinde, öğretim üyeleri dışında, tüm sağlık emekçilerinin çalışma saatleri arttı ve ücretleri yüzde 40 oranında düştü. Diğer taraftan her bir hastaya ayrılan zaman azalmaktadır. Başta hekimler olmak üzere, tüm sağlık çalışanları insanca yaşayabilecek bir ücret için daha fazla, daha süratli hasta bakma çabasına gir-
da AKP hükümeti ve Sağlık Bakanı, hastaları sağlık emekçilerine karşı kışkırtmaya çalıştılar ve çalışanları soruşturma yapmakla tehdit ettiler. Bu tehdit ve kışkırtmalara rağmen GöREV eyleminin başarıyla sonuçlanması, sağlık hizmetlerini tümüyle özelleştirmeyi ve çalışanların kazanılmış haklarını gasp etmeyi amaçlayan “Sağlıkta Dönüşüm Programı”nın uygulayıcısı Sağlık Bakanlığı’nı tedirgin etti. Ankara Dışkapı ve İstanbul Bakırköy Dr. Sadi Konuk Hastaneleri’nde başhekimler, GöREV’e katılan emekçilere zor kullanmaya kalktılar. Yine Ankara, Van ve İstanbul’da sağlık çalışanları hakkında soruşturmalar açıldı, müfettişler görevlendirildi. Bu yıldırma uygulamalarına karşın emekçilerden, “Hükümete ve Sağlık Bakanı’na 2 günlük grev yetmedi anlaşılan, 5 günlük greve çıkmak lazım” tepkileri yükseliyor. Yeni bir GöREV sürecinin çağrıları yapılıyor. mekte, her bir hastaya ayrılan zaman azalmakta, tıbbi hataların artması kaçınılmaz olmaktadır. Hekiminin “performansa göre ücret” aldığını bilen hastalar, kendilerinden istenen tetkiklerin, yapılan tedavilerin gerçekten gerekli olup olmadığı tedirginliğini yaşamaktadırlar. Ağır hastalığı olanlar uygun ve yeterli tedaviye ulaşamamaktadır. Bu sistemle hekimler, tanısı ve tedavisi zor ve zahmetli olan, zaman alan hastalardan kaçınmaya zorlanmakta, bunun yerine daha çok hasta bakmaya yöneltilmektedirler. Tanı ve tedavi amaçlı gereksiz girişimler artmıştır: Hekim hastasına gerekli zamanı ayıramadığından, ayrıntılı bir muayene ile kolayca teşhis edilebilecek hastalıklar için çok sayıda tetkik istemek zorunda kalmaktadır. Bu durum sağlık harcamalarını arttırmakta, bunun faturası ise vergilerde artış, zamlar ve giderek artan tedavi katkı payları olarak halkın sırtına yüklenmektedir.
Ne Yapmalý? Sadece sağlık çalışanlarının çalışma hayatlarını değil, tüm halkın sağlığını olumsuz bir şekilde etkileyecek bu sağlıkta dönüşüm politikaları, bir kamu hizmeti olan hekimlik mesleğinin de sermaye sistemi tarafından metalaştırılması sürecinin bir aşamasıdır. Mücadele, sağlığımızın sermayeye peşkeş çekilemeyecek kadar önemli olduğunu gösterme mücadelesidir.
7
1 MAYIS 2011: KÜRSÜ GERÇEK SAHÝPLERÝNE! Güvencesiz iþçilerin sadece adý deðil kendileri de 1 Mayýs kürsüsünde olmalý. Emekçilere, Kürt halkýnýn sesine, kadýnlara kürsüde mutlaka yer açýlmalýdýr N. Cemal 1 Mayıs’ta Taksim 1 Mayıs Meydanına, 1 Milyon kişi getirebilmeyi hedefleyen DİSK, KESK, TTB ve TMMOB’un çağrısı üzerine devrimci ve sosyalist güçler bir araya geldiler. 11 Nisan 2011 tarihinde DİSK Genel Merkezinde yapılan toplantıda DİSK ve KESK yöneticileri yer aldılar. 2010 1 Mayısının gecikmeli de olsa değerlendirildiği toplantıda, sol hatta yer alan DİSK ve KESK’in tutumu ve devrimcileri dışlayıcı tavırları eleştirilerin odak noktası oldu. Yirmiyi aşkın örgüt temsilcisinin konuşma yaptığı görüşmede özetle şunlar dile getirilmiştir:
1 Mayýs kürsüsünün ‘zor alýmý’na yeniden tanýklýk etmemek için… Her yıl olduğu gibi, bu öneriler dinlenip sonunda da DİSK ve KESK kendi bildiğini okuyor durumunda olmamalı. 2010 1 Mayıs’ında olduğu gibi 1 Mayıs kürsüsünün ‘zor alımı’na yeniden tanıklık etmek istemiyorsanız, kürsü gerçek sahiplerinin, yani işçilerin olmalıdır. Güvencesiz çalışma 2011 1 Mayısının ve neredeyse tüm örgütlerin temel gündemi. Güvencesiz ve kayıtsız çalışanların sendikası yok. Güvencesiz işçilerin sadece adı değil kendileri de 1 Mayıs kürsüsünde olmalı. Emekçilere, Kürt halkının sesine, kadınlara kürsüde mutlaka yer açılmalıdır…
Devrimciler nesneleþtirilmeye çalýþýlýyor… Sendikaların, meslek örgütlerinin ve devrimcilerin birlikteliği önemlidir. 1 Mayıs ortak örgütlenmeli, 1 Mayıs alanına devrimci örgütlerle işçi örgütlerinin kortejleri birlikte girmeli, 1 Mayıs kürsüsünde devrimcilere söz hakkı verilmelidir…
Türk-İş, Hak-İş ve Kamu-Sen’le ilişkiler ‘emek eksenli’ olduğu gerekçeleriyle temel alınıyor ve 1 Mayıs için bedeller ödeyen devrimciler nesneleştirilmeye çalışılıyor. Hak-İş ve Kamu-Sen’in karşı devrimci tutumları ve 1 Mayıs 2010’da ki provakatif rolleri açık seçik ortadadır. 1 Mayıs alanına demir çubuklar ve sopalarla gelen bu örgütlerin hedefi devrimcilerdir. DİSK, KESK, TTB ve TMMOB, devrimcileri temsilen Türk-İş, Hak-İş ve KamuSen’le görüşmemelidir. DİSK ve KESK’in ‘tercihi’ devrimciler olmalıdır…
Kapitalizm hedef alýnmalýdýr… 1 Mayıs’ta enternasyonalizm vurgusu ve kapitalizmin hedef alınması önemlidir. 1 Mayıs alanına ve alanlara çağrı yapılmalı, yürüyüşler sırasında engellilere öncelik verilmelidir, 1 Mayıs sonrasında da mutlaka değerlendirme toplantı-
KONAK’TA DÝRENÝÞE DEVAM Konak Belediyesi taşeron işçilerinin, şirketin ücretlerini yatırmaması ile başlayan direnişi yazının yazıldığı tarihte 56. gününde ve devam ediyor. İki ay boyunca ücretlerini alamayan ve sigorta primleri ödenmeyen işçilerin, Belediye Başkanı’nın görüşme taleplerini reddetmesi ile başlayan mücadeleleri, bugün 120 kişiden 67 kişiye düşse de tüm zorluklara karşın sürmekte.
Direniþ Günlüðü
Konak işçileriyle birlikte mücadele eden Buca Belediyesi taşeron işçilerinden Batıgül Tunç, kendini Belediye önündeki bir aydınlatma direğine zincirlemesi sebebiyle gözaltına alındı. 5 Nisan günü, direnişin 40. gününde, Basmane Meydanındaki Dünya Anıtına kendilerini zincirle-
8
yen işçilere polis müdahale etti. Yedi işçi gözaltına alındı. Anıtın üzerine “Emeğimiz için, onurumuz için taşerona hayır” pankartı asan işçiler, daha sonra kendilerini anıta zincirlediler. Eyleme destek verenlerin Basmane’deki araç trafiğini kesmeleri üzerine, sivil ve çevik polisler eylemci işçileri gözaltına aldı. 9 Nisan, direnişin 43. gününde Konak Belediye Binasının çatısına çıkan işçiler, “Kılıçdaroğlu taşerona karşı gelen işçileri tutuklatsın” yazılı pankartı açtılar. Binanın önünde toplanan işçiler ve vatandaşlar, protestoya alkışlarla destek verdiler. Çevik Kuvvet eylemcilere müdahale etti ve 11 işçi gözaltına alındı. 11 Nisanda CHP Binasına dayanan işçiler, Be-
sı yapılmalıdır… 1 Mayıs’ın içeriği, kortejlerin yürüyüşü, organizasyon ve kürsü konuşmaları temelinde yürüyen eleştiri ve önerilerin ardından DİSK adına, her şeyi birlikte yapmanın mümkün olmadığı ve gurupların kendi özel kampanyalarını yürütmesi gerektiği belirtilerek, birlikte yapılabilecek işlerin sınırlı olduğu söylendi. DİSK Genel Başkan Yardımcısı İsmail Yurtseven ise, 1 Mayıs’ta kimler şehit verdiğini, polis saldırılarına ve gaz bombalarına kimlerin direndi biz iyi biliyoruz. Zor koşullarda kimlerin yanımızda olduğunu da biliyoruz. Devrimciler karşısında kimseyi tercih etmiyoruz. Süreç içinde ise elbetteki yanlışlarımız olmuştur, dedi… Güvenceli İş, Güvenli Gelecek, Birleşik Mücadeleyle Gelecek! Özgürlük İşçilerle Gelecek! lediye Başkanı ile görüşmek istedi. Görüşmeyi kabul etmeyen Belediye Başkanı Hakan Tartan Haziran ayındaki ihaleyi belediye şirketinin kazanması halinde, bütün işçileri Belediye bünyesine alacaklarını açıkladı. 16 Nisanda Buca Belediyesi Taşeron işçisi, direnişçi Batıgül Tunç, basın açıklaması gerçekleştirdi. Belediye Başkanının yanı sıra CHP’nin İzmir Milletvekili adaylarına da seslenen Tunç, direnişlerinin sendikalı bir iş sahibi olana kadar devam edeceğini bildirdi. 17 Nisan, direnişin 51. gününde, Ayışığı Sanat Merkezinin düzenlediği dayanışma gecesi gerçekleştirildi. 250 kişinin katıldığı etkinlikte, tiyatro gösterileri sergilenirken direnişteki UPS işçileri de eylemi destekledi. http://konaktaserondirenisi.wordpress.com
Ýþçilerin Sesi
ÖÐRENCÝLER VE KÜRTLERDEN SONRA SIRA ÝÞÇÝLERDE… 8 Yýl Hapis Talebine Karþý Birleþik Mücadele Mümkün Yunus Öztürk YGS ve YSK skandalının ardından eylem yapan TEKEL işçilerine ve bu eyleme destek veren 111 işçi, sendikacı ve siyasi kurum temsilcisine, “2911 sayılı toplantı ve gösteri yürüyüşü” kanununa muhalefetten dava açılmış bulunuyor. Davada 3 yıl 6 ay ile 8 yıl arasında hapis cezası isteniyor. Dava açılan kişiler genellikle sendika ve siyasi parti merkez ve şube yöneticileridir. Seçilen sendika ve siyasi parti yöneticilerine 8 yıla varan hapis cezasıyla dava açılması, bu davayı olağan 2911 sayılı yasaya muhalefet davalarından ayırmakta ve ona siyasi ve sınıfsal bir anlam vermektedir. Söz konusu TEKEL işçilerinin eylemi olunca, yani AKP hükümetini siyasal olarak en çok sıkıştıran ve son yılların neredeyse tek kitlesel işçi eylemi olunca, bu eyleme katılanları toplantı ve gösteri yürüyüşü için verilebilecek en ağır ceza ile cezalandırmaya kalkmak, siyasallaşan yargıdan beklenir bir karar sayılır. Cezalandırılmak istenen AKP’ye ve düzene karşı, işçilerin ve devrimcilerin birlikte mücadele etme fikrinin kendisidir.
Geçtiðimiz yýl ne olmuþtu? 1-2 Nisan 2010’da çeşitli illerden TEKEL işçileri 2 Mart’ta kaldırdıkları çadırlarını yeniden kurmak da dahil olmak üzere, Ankara’ya geri dönmüştü. Ankara valiliği şehre girişi yasaklamış, binlerce polis işçilerin demokratik protestosunu engellemek üzere (çevre illerden de getirilerek)
Ankara’ya yığılmıştı. Her şeye rağmen işçiler Ankara’ya girmişti. Şimdi bu eyleme katılanlar yargılanacak. Sendika yöneticilerine açılan bu tip davaların çoğu beraatla sonuçlanmış olsa da, üçbuçuk ile sekiz yıl arasında ceza istemiyle dava açılmıştır. Son 10 yıl içinde hiçbir toplantı ve gösteri yürüyüşü 8 yıl gibi bir hapis cezasıyla dava konusu yapılmamıştı. Bu cezalandırma girişimine yanıt verilmezse, 2911 sayılı yasanın emek hareketine karşı bundan sonra daha caydırıcı kullanılmak isteneceğini söylemek mümkün.
BEYOÐLU TEKSTÝL (LEKE JEANS) SENDÝKAL HAKLARI KISITLAMAKTAN MAHKÛM OLDU 2009 yılının sonuna doğru, 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı tatilini işçilere vermeyip, resmi tatilde mesai parası ödemeksizin işçileri çalışmaya zorlayan Leke Jeans işletme müdürü, işçilerin işe gelmeme biçimindeki protestosuna uğramıştı. İşçiler 29 Ekim resmi tatillerini kullandıkları için, Kasım ayı ücretlerinde bir yevmiyelerinin kesildiğini gördüler. Bunun üzerine ilgili yerlere (Bölge Çalışma Müdürlüğüne ve Sosyal Güvenlik Kurumuna) 70 imzalı dilekçeyle başvurarak şikâyette bulundular. Daha sonra da Türk-İş’e bağlı Teksif Sendikasının Yedikule Şubesinde örgütlenmeye karar verdiler. Yoğun bir çabayla yetki aşamasına kadar geldiler ve birkaç sayı eksikle yüzde 51 işyeri barajını aşamadıkları için, sendika yetkisine müracaat edemeden, işveren işçi çıkartmaya yeltendi ve işyerine noter getirerek, işyeri avukatının nezaretinde işçilerin sendika üyeliğinden istifasını gerçekleştirdiler. İşten atılan işçiler dava açtılar. Diğer yandan şikâyetleri karşılığında işyerine müfettiş geldi. İşyerinden işçiler arkadaşlarına şahit oldular. Kısacası süreç devam ettirildi ve işçi hak aramasını sürdürdü. Nitekim 29 Ekim 2010’da Leke Jeans yönetimi
aynı baskıyı yapamadı, işçilerin resmi tatil hakkını tanımak zorunda kaldı. 5 işçinin (biri işe iade ve diğerleri işe iade ve sendikal tazminat) mahkemesi sonuçlandı. İşveren 4 aylık ücret tutarında haksız yere işten çıkardığı için,
Bu nedenle liselilerin, sağlık emekçilerinin ve Kürt halkının başlattığı mücadeleyi, hak ve özgürlükler alanını genişletmek üzere işçiler, sendikalar ve sol siyasi partiler olarak dâhil olmak ve bir kampanyaya dönüştürmek mümkün. Bu kampanya; Birincisi, 2911 sayılı kanunun demokratik hak arayışında Demokles’in kılıcı olarak kullanılmasına karşı çıkarak, hak ve özgürlükler alanını genişletmek için; İkincisi, AKP hükümetinin işçilere ve devrimcilere yönelik siyasi saldırısına birleşik bir cevap vermek için yapılmalıdır. 12 aylık ücret tutarında ise, işçilerin sendikal haklarını kullanmalarına engel olduğu için ceza aldı. Böylece her vesileyle işçi çıkartan patronlara bir ders de verilmiş oldu. Sendikalaşmaya engel olmanın maddi de olsa cezalandırılması hukuki bir kazanım oldu. Tekstil işçileri açısından ise, böyle bir hukukimaddi kazanım, mücadele edenler işten çıkartılsa da 16 maaşa kadar tazminat alabileceklerini ve işverene bedel ödetebileceğimizi göstermiş oldu. (Bir Grup Leke Jeans İşçisi)
DERÝ KUNDURA VE TEKSTÝL ÝÞÇÝLERÝ ÞÖLENÝ Güngören Show Düğün Salonunda gerçekleştirilen şölen, aralarında Deri-İş eski yöneticileri, Kundura İşçileri Derneği eski yöneticileri, deri ve kundura atölyelerinden, tekstil-triko atölye ve fabrikalarından işçilerin katılımıyla gerçekleşti. Geceye katılan sanatçıların yanı sıra siyasi parti ve çevrelerden; diğer sendikalardan temsilciler de katıldı. Tiyatro ve müzik grupları sahne aldılar. Sulukule Ritim Grubu en çok ilgi çeken sanatçı grubu oldu. Açılış konuşmasında, farklı görüşlere kendini ifade etme olanağı verildiği belirtildi. Yapılan konuşmalarda, deri, kundura, tekstil işkol-
larında sigortasız ve güvencesiz çalışanların yoğun bulunduğu vurgulandı. Örgütlenmenin zorlukları ifade edildi. Atölyelerde örgütlenmek için sendikaların aksine dernek biçiminin daha uygun olduğu vurgulardı. Öte yandan toplusözleşme açısından da sendika gibi işlevlere sahip olmanın gerektiği hatırlatıldı. Bu bakımdan Dernek tüzüğünün bu iki işlevi yerine getirmek üzere biçimlendiği belirtildi. Valilikten onaylanan tüzükle örgütlenme atağına başlayacakların ve bu şöleni de işçilerin çalıştığı merkezlere yakın bir dernek merkezi tutmak için düzenlendiği hatırlatıldı.
9
Ýþçilerin Sesi
2010 1 MAYIS KÜRSÜSÜ NASIL ÝÞÇÝLEÞTÝRÝLDÝ? N. Cemal 1 Mayıs 2010’da, sendika bürokrasisine ve sınıf mücadelesi içindeki teslimiyetçi tutumlarına tepki gösteren Direnişteki İşçiler Platformu, Taksim 1 Mayıs kürsüsüne çıktılar. Alanı dolduran kitlenin fiili sözcüsü olan direnişçi işçilerden Cevizli TEKEL işçisi Metin Arslan’la 2010 1 Mayısı’nı ve kürsüye çıkış nedenlerini konuştuk. 78 gün süren Ankara direnişinizden söz eder misin? TEKEL işçileri olarak 4 C kölelik yasasına karşı 78 gün boyunca Ankara’da direndik. AKP Hükümeti’ne ve Ankara’nın soğuk hava koşullarına karşı mücadele eden biz TEKEL işçilerinin karşısında sendika ağaları da vardı. 78 günlük direnişimizin doruk noktasındayken Tekgıda-İş Sendikası Genel Başkanı Mustafa Türkel tarafından mücadelemiz bitirildi. Kölelik yasası 4 C’ye karşı kesin bir sonuç alabilmemizin ve direnişimizden etkilenen AKP Hükümeti’nin yıpranmasının fiilen önüne geçmiş oldular. Mustafa Kumlu’yla da, Mustafa Türkel’le de karşı karşıya geldiniz? Tekgıda-İş’in işbirlikçi tutumu TEKEL işçileri içinde kıpırdanmalara, sendika ağalarına karşı tepki ve uyanışa neden oldu. TEKEL işçileri olarak, Nisan 2010’da gerçekleştirilen göstermelik Sakarya caddesi eylemine ve Türk-İş Genel Başkanı Mustafa Kumlu’ya tepki gösterdik. Tepkimizin hedefinde, verdiği eylem sözlerini yerine getirmeyen Mustafa Türkel de vardı. TEKEL direnişinin etkilediği süreç ve Direnişteki İşçiler Platformu’na dair neler diyeceksin? TEKEL direnişçileri olarak tutuşturduğumuz mücadele ateşinin diğer alanlara sıçradığını gördük. Bu sıçrama, yaşadığımız gerçeklikler nedeniyle sendika bürokrasisine karşı bir niteliği de içinde taşıdı. Bulunduğum İstanbul’daki direnişlerde, belirginleşen bu etkiyi örgütlü bir hale getirmek istedik. Direnişteki İşçiler Platformu böyle oluştu. Devam etmekte olan İtfaiye işçileri direnişi, İSKİ direnişi, Sinter Metal direnişi, Marmaray direnişi, Samatya direnişi, ATV-Sabah grevi ve atık kağıtçılar TEKEL işçileriyle güç birliği oluşturdular. İddia edilenlerin aksine, Direnişteki İşçiler Platformu hiçbir siyasi yapının ekseninde ve uzantısı niteliğinde olmadı. Elbetteki destek ve dayanışma gördük. Yol almak ve sınıfsal kazanımlar elde edebilmek için grupsal çekişmelere kapı aralamamak gerektiğini düşünüyorduk. Direnişteki İşçiler Platformu’nun zemininden de bahseder misin? İtfaiye direnişi, sonradan Hak-İş’e geçecek olan sendika yöneticileri tarafından İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne satıldı. Sinter Metal’deki 10
fabrika işgali sendika eliyle sona erdirilerek sönümlenmeye bırakıldı. Sendikacılar, İSKİ ve Marmaray direnişlerine mesafeli durdular. Atık kağıtçılar ise en güvencesiz kesimimizdi ve sendikaların ilgisini çekmedi. Platformun temel dayanağı militan bir sınıf mücadelesi çabası ve sendika ağalarına karşı refleksimizdi. 1 Mayıs 2010 sürecine nasıl geldiniz? DİSK ve KESK, TEKEL işçilerinin eleştiri oklarını üstünde toplayan Türk-İş Genel Başkanı Mustafa Kumlu ile birlikte 1 Mayıs’ı kutlama kararı aldı. Türk-İş ise, Hak-İş ve Kamu-Sen’i bu kervana ekledi. 1 Mayıs’ın içeriği bu haliyle belli olmuş ve sendika ağaları başrole oturmuştu. Hükümet onaylı şaşalı bir törenle kendilerini ve ihanetlerini aklayacaklardı. DİSK ve KESK’in tercihi de bu ittifak olmuştu. Oysa 1 Mayıs alanını mücadeleleriyle kazananlar biz işçilerdik. Direniş ve mücadelelerini sürdüren TEKEL, İtfaiye, İSKİ işçilerinin başını çektiği Direnişteki İşçiler Platformu olarak bu duruma karşı çıktık ve bazı toplantılarda tepkilerimizi önceden dile getirdik. Sosyalistlerle paylaştık. Sol gruplar Taksim alanına girmeden önce sendika bürokratları kürsüye çıkıp şovlarını yapacaklar, kamuoyuna ve gazetelere de 2010 1 Mayıs’ını kazandıklarını ilan edecekler dedik. Bu duruma karşı birliktelik önerdik, destek istedik. Sonuç alamadık. İş bize düşmüştü. Taksim 1 Mayıs alanına nasıl geldiniz? TEKEL işçileri olarak Şişhane güzergâhından 1 Mayıs alanına giriş yapacak olan Türk-İş kortejinde yerimizi aldık. 1 Mayıs öncesinde Türk-İş yönetimine talebimizi ileterek, TEKEL mücadelesinin devam ettiğini ve kortejin en önünde yer almamız gerektiğini söyledik. Türk-İş, böyle bir şeyin mümkün olmadığını ve hangi sendika önce gelirse onun önde yer alacağını söyledi. Durum ortadaydı. 1 Mayıs günü Tekgıda-İş korteji direnişteki TEKEL işçileri tarafından oluşturuldu. 1
Mayıs alanına giren kontrol noktalarından sonra, bir dönem Kumlu’nun başkanlığını yaptığı Tesİş’in aniden TEKEL kortejini yararak öne geçtiğini gördük. Türk-İş bürokratları da onlarla birlikte en öne geçerek yerlerini aldılar. İşçi mücadeleleri ve devrimcilerin direnişleri sonucu kazanılan Taksim Meydanı, sanki Türk-İş bürokrasisinin kazanımıymış gibi sunulmakta, bürokratlar da öyle davranmaktaydı. Başını ezmeye çalıştığı bizim gibi direnişçi ve mücadele eden işçilerin sırtına basarak alana girecek ve hava atacaklardı. Sendika ağalarını mücadele içinde tanıyan TEKEL işçileri olarak, Tes-İş kortejini ve sendika bürokratlarını kenara ittik ve bileğimizin gücüyle öne geçtik… 1 Mayıs Kürsüsüne nasıl çıktınız? Türk-İş kortejinin 1 Mayıs alanına girmesi ve sendika ağalarının kürsüye çıkmasıyla tepki ve öfke doruk noktasına ulaştı. Kumlu kürsüde göründüğü anda da alanda bulunan bütün kitle tarafından ‘yuh’landı ve ıslıklandı. Protesto edildi. Tam zamanıydı ve sendikal bürokrasiyi çok iyi tanıyan işçiler olarak alandaki kitlenin duygularına tercüman olmamız gerekiyordu. Kürsüye yöneldik. Ve kürsü gerçek sahiplerinin oldu… TEKEL, İtfaiye, İSKİ, Marmaray, Sinter ve Samatya işçileri olarak, sözde ilerici ve demokrat sendika temsilcilerinin engelleme ve baskılarını boşa çıkararak kürsüye çıktık. Türk-İş Genel Başkanı Mustafa Kumlu’nun, mücadele ederek 1 Mayıs alanını kazanan kitleye yalanlar söylemesine ve kara propaganda yapmasına izin vermedik. Sadece Türk-İş’in değil, Hak-İş ve Kamu-Sen’in sendika ağalarının konuşmasına da izin vermedik. TEKEL işçileri olarak, Direnişteki İşçiler Platformu’nun ortak bildirisini okuduk. 1 Mayıs kürsüsünü işçileştirildik. Evet, kürsü gerçek sahiplerinin oldu. 1 Mayıs 2011 için dersler çıkarıldığını umuyoruz…
Ýþçilerin Sesi
“DEVRÝMCÝ KARARGÂH” KOMPLOSU… Siyasi savunmalarýn engellendiði ve jandarmalarýn saldýrdýðý göstermelik bir duruþma dýþýnda, bu bir yýlý mahkeme yüzü görmeden geçirmiþ olacaklar. 13 Nisan duruþmasý, AKP’nin “ileri demokrasi”sine somut bir örnek olduðu gibi, devletin komplosunun sürdüðünü ve yargýnýn da bu komploya destek verdiðini gösteriyor. Sosyalist Demokrasi Partisi (SDP) ve Toplumsal Özgürlük Platformu (TÖP) başkan, yönetici ve üyelerinin de içinde bulunduğu sosyalistler, 21 Eylül günü “devrimci karargâh” adı verilen bir devlet komplosu ile gözaltına alınıp tutuklandılar. Bu komplo ile sosyalistler, işkenceci polis şefliğinden emniyetin yönetim kademelerine kadar yükselen ve iktidar odağı ile ters düşünce “Haliçte Yaşayan Simonlar” adlı kitabı yayınlatan Hanefi Avcı ile bir kefeye konularak yargılanmaya başladılar. İlk duruşma, 13 Nisan günü Devlet Güvenlik Mahkemesi’nin “yeni” yüzü olan Beşiktaş’taki İstanbul Adliyesi’nde yapıldı. Devrimci tutsaklarla dayanışmak isteyenler, erken saatlerden itibaren Beşiktaş’ta toplandılar. Destek için gelenler arasında Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu’nun İstanbul milletvekili adayı Sırrı Süreyya Önder, Mersin adayı Ertuğrul Kürkçü, Dersim adayı Ferhat Tunç, BDP İstanbul milletvekili Sabahat Tuncel ve Akın Birdal ile sol/sosyalist partilerin temsilcileri ve aydınlar yer alıyordu. Gün boyu Beşiktaş meydanında açıklamalar yapıldı, “Bize Gücünüz Yetmez Biz Kazanacağız!” sesleri yankılandı. Duruşma salonundan ise itiraz ve tepkiler yükseliyordu. 12. Ağır Ceza Mahkemesi’nde iddianame okunmadı, tutukluların sorgusu yapılmadı. Mahkeme başkanı, kimlik tespitinin ardından adeta danışıklı dövüşle sözü hemen savcıya verdi. Savcı da, “davanın 9. Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki devrimci karargâh ana davası ile birleştirilmesi”ni istedi. Bu talebe tutsak sosyalistler ve avukatları karşı çıktılar. TÖP sözcülerinden Tuncay Yıl-
maz’ın sözleri dikkat çekiciydi. Yılmaz, “21 Eylül’de bir komplo ile tutuklandık. Hakkımızdaki iddiaları 5 ay sonra öğrenebildik. 8 ay sonra mahkemeye çıktık. Siyasi faaliyetlerimizden dolayı yargılanıyoruz. Tuzla’da iş cinayetlerine karşı çıktığımız için, Tekel işçilerinin eylemini desteklediğimiz, nükleere karşı olduğumuz için yargılanmıyoruz. Davanız siyasi ise bizimle siyaseten hesaplaşın. Hanefi Avcı işkenceci ve devrimci katilidir. Gitsin cemaatten, Ergenekon’dan yargılansın” dedi. Söz alıp konuşan herkes; siyasi bir komployla tutuklandıklarını, tutuklamanın üzerinden 8 ay geçtiğini, suçlamalara karşı söyleyecek sözlerinin olduğunu ısrarla anlattılar. Buna rağmen mahkeme birleştirme kararı verdi. Bunun üzerine avukatlar cübbelerini çıkartıp mahkemeyi protesto ettiler. Tutuklu sosyalistler de, “Yaşasın Devrim ve Sosyalizm!” sloganıyla tepki gösterdiler. Bu sırada üye hakimin yönlendirmesiyle jandarmalar müdahale etti, tartaklayarak ve darp ederek tutukluları çıkardılar. Bu tablo karşısında mahkeme salonundaki tepki de büyüdü. “Sosyalistleri Susturamazsınız!”, “İnsanlık Onuru İşkenceyi Yenecek!” sloganları atıldı. Meydandaki kalabalık da sloganlarla adliye önüne geldi. Tutsakların dışarıya çıkartılmasını bekleyen kalabalıktan sık sık “Devrimci Tutsaklar Onurumuzdur!” sloganı yükseldi. Devrimci tutsaklar ise jandarma saldırısı nedeniyle adli tıp muayenesinden geçirildikten sonra adliyeden çıkarıldılar ve yol boyunca sıralanan dayanışmacıların alkış ve slogan sesleri arasında uğurlandılar. Cezaevi araçlarının uzaklaşmasının ardından polis, gaz bombası kullanarak dayanışmacıları dağıtmaya çalıştı.
YARGILANAN NUR BÝRGEN OLDU Nur Birgen, işkence görmüş kişilere “sağlam”, ağır hasta olan devrimci tutsaklara “hapishanede kalabilir” raporları vermesiyle ün yapmış bir adli tıp uzmanıdır. Gerek bu raporları, gerekse de Beyoğlu Adli Tıp Şubesi’nde çalışan bir hekimken “hızla” Adli Tıp Kurumu 3. İhtisas Kurulu’na başkan olmasıyla dikkatleri çekmiştir. Son olarak da kanser hastası siyasi tutsak Güler Zere’nin cezaevinden çıkmasına engel olan raporuyla gündeme gelmişti. Güler Zere, kamuoyunun baskısı sonucu tahliye olabilmiş ve kısa bir süre sonra da hayatını kaybetmişti. İşte bu süreçte gazeteci Barış Yarkadaş’ın, adli tıp uzmanı ve Türkiye İnsan Hakları Vakfı Başkanı Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı ile bu rapor hakkında yaptığı bir röportaj yayınlanmış ve Nur Birgen’le ilgili gerçekler bir kez daha gözler önüne serilmişti. Nur Birgen ise “hakaret” davası açarak bu gerçeklerin konuşulmasına engel olmak istedi. Ama 14 Nisan günü Kadıköy 2. Asliye Ceza Mahkemesi salonunda yargılanan kendisi oldu. Savun-
ma avukatları tarafından Birgen’e, polis taleplerine göre hazırlanan ve imzaladığı raporların hesabı soruldu. Birgen’e “Beni hatırladınız mı? Beni tanıyor musunuz?” diye soran Av. Efkan Bolaç, “Belki hatırlamayabilirsiniz. Çünkü siz benim gibi binlerce kişiye işkence gördüğümüz halde, sağlamdır raporu verdiniz” dedi. Birgen’in avukatı Efkan Bolaç’ın sözlerine müdahale etmek istedi. Ancak Bolaç “1990’ların sonunda henüz stajyer bir avukatken işkence gördüm. Ama siz bana sağlam raporu vermekten çekinmediniz. Yaptığım araştırmalar sonrasında o süreçte herkese aynı raporu verdiğini öğrendim” diyerek sözlerine devam etti. Bunun ardından Av. Behiç Aşçı, “Güler Zere’yi ve Abdullah Akça’yı tanıyor musunuz?” diye sordu. Birgen’in “evet” demesi üzerine ise “Peki nerede olduklarını biliyor musunuz?” sorusu geldi. Birgen yanıt vermekten kaçınca, “Onlara verdiğiniz raporlar nedeniyle şu an hayatta değiller ve onların ölümlerinden sorumlusunuz” diye
Davanın ilk duruşması, sosyalistlere yönelik devlet komplosunun sürdüğünü gösterdi. Yaklaşık 8 aydır bu duruşma için tutuklu bekletilen sosyalistler, bu kez de davaların birleştirilmesi sebebiyle Ağustos ayını beklemek zorunda bırakılıyorlar. Böylece 12 Haziran’da yapılacak seçimlerden önce bu davanın foyasının meydana çıkması engellenmek isteniyor. SDP ve TÖP yönetici ve üyelerinin de dahil olduğu sosyalistler, Ağustos ayında yaklaşık bir yıldır tutuklu olacaklar. Siyasi savunmalarının engellendiği ve jandarmaların saldırdığı göstermelik bir duruşma dışında, bu bir yılı mahkeme yüzü görmeden geçirmiş olacaklar. 13 Nisan duruşması, AKP’nin “ileri demokrasi”sine somut bir örnek olduğu gibi, devletin komplosunun sürdüğünü ve yargının da bu komploya destek verdiğini gösteriyor. tepki gösterildi. Av. Eşber Yağmurdereli ise “1997’de cezaevindeydim ve Çankırı Devlet Hastanesi’nin verdiği rapor ile tahliye edildim. Kararın ardından, Nur Birgen beni fiziken muayene etmemesine rağmen dosyaya bakarak aksi yönde bir karar verdi ve yeniden tutuklandım” dedi. Nur Birgen’in söz istemesi üzerine Yağmurdereli, “onun vereceği cevaba tahammül edemem, sesini bile duymak istemiyorum” diyerek salonu terk etti. Av. Meriç Eyüboğlu da Nur Birgen’in “işkence konusunda kötü hekimliğe örnek” olarak çeşitli uluslararası raporlarda anlatıldığını, Birleşmiş Milletler raporlarında bile bahsinin geçtiğini söyleyerek beraat verilmesini istedi. İşkence gören devrimci tutsaklara, işkenceci polislerin siparişiyle “işkence görmemiştir” raporu veren, birçoğunun ölmesine ve sakat kalmasına neden olan Adli Tıp Kurumu 3. İhtisas Kurulu Başkanı Nur Birgen, davacı olarak geldiği duruşmada yargılanmış oldu. Nur Birgen, özel harekat şefi, Susurluk ve Ergenekon sanığı İbrahim Şahin’e ise “hastadır” raporu vererek Cumhurbaşkanı Necdet Sezer’e affettirmişti. 11
Ýþçilerin Sesi
SÝVÝL HAVACILIK ÝÞÇÝLERÝ VE KAMUOYUNUN DÝKKATÝNE Hava İş Yönetiminin, delegelerin iradesinden kaçarak olağanüstü genel kurula gitmemesi üzerine açtığımız davada ne yazık ki 15. İş Mahkemesi talebimizi reddetmiştir. Bu karar delegelerin iradesini görmeyen hukuk dışı bir karardır. Çünkü tüzük ve yasanın yeterli gördüğü 60 delegenin çok üzerinde, 95 delegenin başvurusu noter kanalıyla sendika yönetimine iletilmiş, imza sayısı 116 ya ulaşmıştır. Bunlara ek olarak genel kurul kararlarını yok sayan, işçilerin haklarını savunamayan bir yönetim söz konusudur. Mahkeme resmi olarak alınan teklifte bu gün bile 66 bin liraya mal edilecek bir genel kurul için bir buçuk yıl önce 300 bin lira harcanarak işçilerin paralarının savrulduğu gerçeğini görmemiştir. Bu kararı Yargıtay düzeyinde temyiz edeceğiz. Haklı gerekçelerimizin Yargıtay’daki incelemede görülüp, kararın düzeltilmesi uzun bir süreç de olsa bu hukuksuzluğu kabul etmiyoruz. Çünkü sendikal bürokrasiye karşı mücadelenin kendisi uzun bir süreçtir. Bu mücadele bu davadan da bağımsız olarak sürmektedir.
dikal örgütlülük, ne mücadele yapılabilir. İşçilerin ezici çoğunluğunun güven duymadığı, desteklemediği bir sendika yönetiminin işçilere bir faydası olmadığı her geçen gün daha da açık görülmektedir. İş kolumuzda işçi kıyımı, TİS ihlalleri sürmekte ve işçilerin bir sendikasının var olduğu belli bile değildir.
Demokratik şeffaf temiz bir sendika talebi işçilerin en temel hakkıdır. Bu olmadan ne sen-
Sendikacılığı ömür boyu yapılacak bir meslek olarak gören ve işçilerin aidatlarıyla kur-
GÜVENCESÝZ ÝÞÇÝLERÝN DERNEÐÝ: TAÞ-ÝÞ-DER Taşeron İşçileriyle Dayanışma Derneği (TAŞ-İŞ-DER) Yönetim Kuruluna, “Neden Dernek Kurdunuz?” diye sorduk. İşte yanıtı: Sağlık alanında sendikalar olduğunu biliyoruz. Dernek kuruluş aşamasında bu konu, kurucular arasında tartışıldı. Dernek etrafında mı örgütlenelim, sendikada mı? tartışmasını yaptık. Sendikalarla işbirliği içinde olarak, dernek kurmaya karar verdik. Bunun üç nedeni şudur: 1- Hastane çalışanları bir arada çalışmasına rağmen, sendikalar yasasına göre ayrı iş kollarına aitler. Tek bir sendikanın çatısı altında örgütlenmek mümkün değil. Bu nedenle Tezkoop-İş, Belediye-İş, Dev Sağlık-İş arasında dağılmış olacağımız gibi, SES ve diğer iki kamu emekçileri sendikaları arasında da “bölünmüş” olacağız. Bugün ise, bu altı sendikanın alanına giren tüm emekçiler derneğe üye olabiliyor ve dernek üzerinden hak arayabiliyor. Dernek sayesinde sendikalar kanununun engellerini aşmış olduk. 2- İlkine bağlı olmak üzere, temizlik çalışanları arasında Belediye-İş Sendikası örgütlenmesinde yaşanan olumsuzluklar da işçiler arasında sendika yerine dernekte örgütlenmeyi öncelikli hale getirdi. Sendikaların, toplu sözleşme yapılamayan ve işten atılmalara yol açan bir örgütlenme olarak algılanmasının sorumlusu biz değiliz. 3- İkinci gerekçemize bağlı olarak, Dev Sağlıkİş Sendikasının sağlık personellerinde başlattığı
12
örgütlenmeyi Belediye-İş Sendikasının olumsuz deneyiminden sonra yarım bırakması; Tezkoop-İş
dukları iktidarın nimetlerinden yararlanarak, kıl payıyla da olsa koltuklarını korumayı kar sayanlar eninde sonunda işçilerin iradesine boyun eğeceklerdir. Gökkuşağı Hareketi Hava İş üyelerinin delege seçimlerinde kendilerine verdiği görevi yerine getirmeye kararlıdır. Yaşasın işçilerin birliği ve kardeşliği... GÖKKUŞAĞI HAREKETİ ise, “Hepinizi üye yapmayız, her ay 200 kişi üye yaparız” demesi ve sendika içi tartışmalar sebebiyle işçileri hizaya getirme ve denetim altında tutma kaygısı, sendikaları tercih etmeyişimizin somut nedenleridir.
CASPER ÝÞÇÝLERÝ HAKLARINI SAVUNMAKTA KARARLI Casper işçilerinin sendikalaşmaya karar vermesi ve ilk adımı atmasının üzerinden bir yıl geçti. Bir yıllık süreci iki döneme ayırabiliriz. Birincisi, örgütlenme ve yetki başvurusu dönemi. İkincisi, 21 Şubat’ta kurulan çadırla, işçilerin işe iadesi ve sendika yetkisine itirazın geri çekilmesi için işyerinin önünde başlayan direniş dönemidir. Casper işçileri, bütün baskılara rağmen aralarından hiçbir fire vermeden mücadelelerini sürdürüyorlar. Bunu nasıl başardılar? Casper işçileriyle konuştuk: Başarılı bir sendikalaşmayı nasıl başardınız? Deneyimli arkadaşlarla tanıştık. Bize şunu sordular: Üzüm mü yemek istiyorsunuz, bağcıyı mı dövmek istiyorsunuz? Biz de üzüm yemek istediğimizi söyledik. Örgütlenmeyi başlattık. Komitemizi kurduk. Daha sonra sendikaya gittik. Sizi şaşırtan neler oldu? En çok şaşırdığımız şey işverenin yıllarca emek veren işçileri on dakikada sorgusuz sualsiz, onur kırıcı bir şekilde işten atabilecek ka-
dar gözünün kararmış olması, hakkaniyet bilmemesiydi. İkincisi, Anayasa ve yasalardaki haklarımızı kullanmanın önündeki engeller bizi şaşırttı. Yasalar işverene sendikalaşmayı zorlaştıracak daha çok hak tanıyordu. Önümüze çıkan engelleri işçilerin birliği sayesinde aşabildik. Bugün kendimize daha çok güveniyoruz. Yakın vadeli hedefleriniz neler? İşveren ile mahkemedeyiz. Hem işe iade davalarımız başladı hem de yetkiye işverenin yaptığı itirazın mahkemesi devam ediyor. Sadece hukuk yoluyla hak arayışı yeterli değil. Fiili mücadelemizle itirazın geri çekilmesini sağlamak zorundayız. İşvereni yasalara uygun davranmaya zorlayacağız. İşçiler örgütlenirken nelere dikkat etmeli? İşçilerin dikkat etmesi gereken ilk önce kendi aralarında birlik olmak ve bilinçlenmek. Sendika üyeliği sonradan gelmeli. İşçi daha çok toplantıyla bilinçlendirilmelidir. İşçiler örgütlü değilse, sendikalı olmanın anlamı olmayacak. Biz örgütlü olduğumuz için başardık.
Ýþçilerin Sesi
KAPÝTAL / KARL MARX - 1
Versus Yayınları’nın Kapital (Karl Marx-Yeni Başlayanlar İçin) ismiyle yayınladığı ve David Smith tarafından hazırlanan kitaptan alınmıştır.
13
Ýþçilerin Sesi
FABRÝKALARDAN... ÝÞYERLERÝNDEN... FABRÝKALARDAN... ÝÞYERLERÝNDEN... FABRÝKALARDAN... ÝÞYERLERÝNDEN... GIDA Patronun ikiyüzlüsü Patronun bu kadar yalanı da pes doğrusu. Yabancı din adamları sipariş üzerine mal getirip yaptırıyorlar. Geçen güne yine gelmişlerdi. Patron üretim bölümünü gezdirirken bir yandan da din üzerinden sohbet ediyorlardı. Patron, hangi dinden ve görüşten olursa olsun insan kul hakkı yememeli, en büyük günah hak yemektir. Biz asla kimsenin hakkını yemeyiz, diyerek nutuk atıyordu. İşçiler de bir birlerine bakıp güldüler. Onlar gittikten sonra, patronun iki yüzlülüğünü konuştuk. Bu kadarı da fazla değil mi? “Hak yemeyen” patron, senelerdir işçileri asgari ücrete mahkum ediyor, sırtımızdan kazandığı paralarla mağazalar zinciri kuruyor. O da yetmezmiş gibi, fabrikanın yanında büyük bir arazi aldı ve yeni fabrika inşa ettiriyor. Ustalarla toplantı üstüne toplantı yapılıyor şimdiden. Yeni fabrikada çalışma sistemi daha farklı olacakmış; şimdiden fabrikayı iki vardiyaya dönüştüreceklermiş. Toplantıya katılan mekanikçi, “her gün yeni bir makine alınıyor, fabrika büyüyor” diyerek abartılı bir biçimde anlatıyor. Sanki patron kendisi! Ama patron işçilere eskisi gibi davranıyor. Zamdan sonra, zammı az buldukları için iki bölüm iş bırakmıştı. Müdür de maaşı düşük olanlara Nisan ayında 20 TL fark vereceğiz demişti. İşçiler bunun beklentisi içinde. İşçilerin tepkisini bastırmak için böyle bir söz verdiler büyük ihtimalle. Ay başında fark verilmezse, umarız işçiler farklı tepkilerle patronun karşısına çıkarlar.
Ýþ kazalarýnýn sorumlusu patronlar Depo bölümünde çalışan bir işçi kendi işiyle alakalı olmayan bir bölüme, tamirane atölyesinde demirci ustasına yardıma gönderiliyor ve orda işi bilmediği için gözüne demir çapağı kaçıyor.Bölüm şefi, işyeri doktoruna git, bir şey olmaz, diyor. Doktor işçinin gözünü yıkıyor ve önemli bir şey olmadığını ama istiyorsa bir göz doktoruna gidebileceğini söylüyor. Bu sırada, kazaya uğrayan işçinin ağrısı durmuyor, gözü kızarıyor. Kendi imkanlarıyla doktora gidebileceği söyleniyor. İşçinin parası yok ve nereye gideceğini bilmiyor. Başka bir işçi, “başına gelenin bir işkazası olduğunu ve işyerinin doktora götürmesi gerektiğini söylüyor. Hem de kazanın kendi bölümünün dışında ve bilmediği bir işte olduğunu ekleyerek, işverenin mutlaka ilgilenmesi gerekir, diyor. Ama işveren kesinlikle işçiyle doktora gitmiyor ve işçiye izin yazıp evine gönderiyor. Yaklaşık bir yıl önce, bir kadın arkadaşımız da kendi işi olmayan bir işte çalıştırıldığı için ve o işte acemi olduğu için elini makineye kaptır14
mış ve bir parmağı kopmuştu. Sadece parmağı kopmakla kalmadı diğer parmağı da sakat kaldı. Kimse bu durumun hesabını vermedi. Kadın işçi böyle bir olayı kaldıramadı ve aylarca psikolojik tedavi gördü. Patron sadece, istirahatlı olduğu günlerde yani 6, 7 ay boyunca asgari ücret olan işçinin maaşını ödedi. Ama bir şartla istirahat parasını işverene teslim etmek şartıyla... Var mı böyle bir şey? İş kazası geçirenler istirahat paralarını brüt üzerinden alırlar yani asgari ücretten daha fazla. Bu da patronun, işçiye ödediği paranın yaklaşık iki katı demek. Patronun adamları istirahat parasını almak için bile işçiye defalarca telefon açmışlar. İşyerlerinde kaza geçirmemiz an meselesi ve bu gibi durumlarda neler yapmalıyız, nasıl davranmalıyız haklarımız nelerdir, öğrenmemiz gerekli. Örneğin parmağı kopan arkadaş hem işyerinde çalışıp hem bir uzvu koptuğu için tazminat davası açabilir. İşveren ilgilenmese bile işçi gittiği hastanede bunun bir iş kazası olduğunu söyleyebilir ve ona şahitlik yapacak bir arkadaşıyla bir iş kazası tutanağı tutabilirler .Unutmayalım ki, hak verilmez alınır. (İki işçi)
TEKSTÝL Haklarýmýzýn takipçiyiz! AKB Tekstil’e 2009’un ikinci ayında makineci olarak girdim. Bu işyerinde resmi tatillerde çalışıyorsunuz ve habersizce mesaiye bırakılıyorsunuz. Üç yıl boyunca patron, “ben dinci, namaz kılan biriyim, kimseyi işten çıkarmıyorum ama kriz var bu nedenle maaşlarınızı düşürüyorum diyerek, 30 TL ile 100 TL arasında işçilerin maaşlarını düşürdü. İşçiler işlerini kaybetme korkusuyla patronun bu teklifini kabul ettiler. Ancak, süre uzadı da uzadı. Patron nihayet zam yapacağım dediğinde üç yıl boyunca işçilerden kestiği paraları, hem de son derece düşük rakamlarla, 10, 20, 30 TL gibi bir parayla geçiştirmeye çalıştı. Bir grup işçi olarak sendikalaşmaya karar verdik bu karar aşamasında 25 kişiyi üye yaptık.Başka bir grubu da kazanmaya çalıştık. Biz bu işyerinde sendikalaşmak yapıyoruz, dedik. Ancak bu grubun içindeki yalaka bir işçi, idarenin soruları karşısında, arkadaşımızın ismini verdi. Bu arkadaşımızı işten çıkardılar. 6 ay geçtikten sonra arkadaşımızın davasına şahit istendi. İşyerinden arkadaşları olarak dört işçi şahitlik yapmaya karar verdi. Bu arkadaşlarımız şahitlik yaptı. Şahitlikten sonra zam ayıydı bu dört arkadaşımıza zam yapılmadı. Diğerlerine de 10TL, 30TL arası zam verdiler. İkna olmayan arkadaşlarla tekrar sendikalaşmaya başladık. 1 ay içinde 23 kişi daha bulduk, üyelik aşamasına getirdik. Aramızdan işverene tekrar sendikalaşma olduğunu duyurdular. İşveren sendikaya o kadar kızmıştı ki bantta 10 bin adet mal varken işveren 22 Mart günü, saat 12.00’de işçiyi er-
kenden yemeğe çıkardı. İşçiler şaşırdı. Yemek yendikten sonra tekrar iş başı yapıldı ki, 10-15 dakika geçmeden kapının önüne gelen özel güvenlikle bizi dışarıya çıkarmaya başladılar. İstanbul bölgesindeki işçileri grup grup servise bindirerek, sizin hakkınızı veriyoruz, bu işyerini kapatıyoruz, dediler. İşçilere imzalarını attırıp, servisle fabrika dışına götürdüler. Ne olup bittiğini anlayamadık. Diğer grup işçileri de alıp, onları da ikna ederek, paralarınızı banka yoluyla alırsınız diyerek fesih imzalarını attırdılar. Sıra bizim gruba geldiğinde, beş kişiydik. Müdür beni çağırdı, işyerini kapatmaya karar verdiklerini açıkladı: bu işyerinde bir işçi, süpürgeyi bok yaparak sağa sola saçtı ve onun için işyerini kapatmaya karar verdik, dedi. Bir ay sonra 20 işçi, işe iade davası açtı. Bu işyerinden ayrıldıktan sonra bir atölyede çalışmaya başladım. Atölye düzeni de o kadar bozuk ki büyük işyerlerini arıyoruz. Şimdi sağlık güvencemiz yok atölyede çalışıyoruz. Bizi atölye düzenine mahkum eden patronlar sınıfı bilsin ki, davamızın peşini bırakmayacağız. (Bir grup işçi)
TEKSTÝL “Ýstersem çýkartýrým, istersem çýkartmam” Modelhane bölümünde cuma günü iki işçi arkadaşı işten çıkardılar. Bu çıkışlar olmadan iki makineci denemeye aldılar. Tabii ki herkesin aklına, çıkışların sipariş azlığından değil, şeflerin aralarındaki hesaplaşmanın neden olduğu geldi. Yeni gelen şefin, otoritesini kurmak için yaptığı belliydi. Kendi deyimleriyle zayıf halkaları ayıklama operasyonu yaptılar. Asıl zayıf halka kendileri. Bunu da çok iyi biliyorlar ama işverene başka yaranma yolları yok. Öğleden sonra iki arkadaşla konuştular, işlerin azaldığını ve iki üç kişinin daha çıkarılacağını söylemişler. Çıkarılan iki işçiyle vedalaştıktan sonra dikim bölümünün şefi, başka bir işçiye çağırdı ve onun da çıkarıldığını söyledi daha sonra öğrendik ki çıkan işçilerden birini geri çağırmış. “yanındakine çaktırma, seni yanlışlıkla çıkardık, sen şimdi değil, pazartesi gel” demişler. Bir hafta sonra da denemeye aldıkları bir işçiye işbaşı yaptırdılar. Tabii ki herkesin morali bozuldu. Bunlar işi keyfiyete dökmüşler, istersem çıkartırım istersem çıkarmam dıye. Maaşımızın üç-dört katını aldıkları için yalakalıkta sınır tanımıyorlar. İşler o kadar yoğun ki, işveren ütü paketleme için yeni bir yer bakıyormuş. Bu bölümler mesaiden gözlerini açamıyorlar. Ütü paketleme artık her akşam cumartesi pazar mesaiye kalmasına rağmen iş yetiştiremiyor. İlik düğme işini parça başı dışarıdan getirdikleri işçilere şirkette yaptırıyorlar. İşverenin yalakaları, işvere-
Ýþçilerin Sesi
FABRÝKALARDAN... ÝÞYERLERÝNDEN... FABRÝKALARDAN... ÝÞYERLERÝNDEN... FABRÝKALARDAN... ÝÞYERLERÝNDEN... ne daha çok nasıl kar ettiririmin derdindeler. İşçilerin sorunları, geçinememeleri onların umurunda değil. Zaten bizi kimsenin düşünmesini istemiyoruz, haklarımızı istiyoruz. Örgütsüzlüğümüzü fırsat bilen işveren ve idare bunu acımasızca kullanıyor. (Bir işçi)
TEKSTÝL Böyle “zarar” görmedik! İşyerinde örgütlenmemizi duyan patron altı işçiyi çıkardı. İşyerinde bugüne kadar kimse tazminat hakkı bilmezken, iki kişinin tazminatı-
nı alması, dört kişinin de işe iade davası açması, bir ilk oldu. Artık işçiler patronun işten çıkardığında tazminat ödeyebileceğini biliyorlar. Bir önemli bir sorun da, işyerinde önceden doktor vardı. Ancak patron iki yıl önce doktorla olan sözleşmesini fesh etmiş. İşçilerin hastanede rapor almalarından rahatsız olmuş. Yeniden işyerine doktor geldi ama bu kez sevk vermiyor. Patron işçilerin ailesinden biri hastalanınca da artık izin vermiyor. Diğer yandan işveren, işçilerin ona baş kaldırmasını bir türlü içine sindiremedi, senelik
zamları hala vermedi. Ustaları, müdürleri sıkıştırıp soruyoruz. Patron da düşünüyormuş! Düşünsün bakalım! Aklınca işçinin burnunu sürtmeye çalışıyor. Zam yok, patron düşünmekle meşgul! Ama şefler adet çıkmıyor diye baskıya devam ediyorlar. İdare aynı şarkıyı söylüyor: “iş çıkmıyor şirket zarar ediyor”. Bir klasik oldu artık! Zarar eden şirket evini, arabasını satar, oysa bizim şirkette, arabalar yenileniyor, yeni işyerleri açılıyor. (Bir işçi)
KIDEM TAZMÝNATIMI NASIL HESAPLAYABÝLÝRÝM? Kıdem tazminatına hak kazanabilmek için gerekli şartların neler olduğunu bir önceki yazıda belirtmiştik. Kıdem tazminatının miktarının hesaplanması, bu taleple açılan davalar görülürken, bilirkişiler tarafından yapılmaktadır. Ama siz de aşağı yukarı ne kadar kıdem tazminatına hak kazandığınızı kendiniz hesaplayabilirsiniz. İşe başladığınız tarihle, iş sözleşmesinin sona erdiği tarih arasında geçen tam yıl için patron size 30 günlük brüt ücretiniz tutarında kıdem tazminatı öder. Bir yıldan artan süreler için de aynı oran üzerinden ödeme yapılır. Örneğin 2 yıl 4 ay çalışmışsanız, 2 yıl için 60, 4 ay için de 10 günlük ücret karşılığı tazminatınızı alırsınız. Kıdem tazminatının hesaplanmasında giydirilmiş brüt ücretiniz esas alınır. Giydirilmiş ücret, brüt maaşa, yıl içinde yapılan düzenli nakdi ödemeler ile ayni ödemelerin parasal karşılığı eklenmek suretiyle hesaplanır. Bu ödemeler başlıca, aile yardımı, ayakkabı bedeli, çocuk zammı, devamlı ödenen primler, eğitim, erzak, gıda, yakacak, yemek, giyecek, konut, sağlık, taşıt, havlu ve sabun (işyerinde kullanılacak ise tazminat hesabında dikkate alınmaz) yardımları, kalifiye-nitelik zammı ile kasa, mali sorumluluk, unvan, yıpranma tazminatları ve temettü toplanarak hesaplanır. Bu değerleri aylık bordrolarınızdan ya da işyerlerinizdeki muhasebe ve ya insan kaynakları bölümlerindeki ilgili kişilerden alabilirsiniz. Kıdem tazminatına dâhil edilmeyecek ödemeler ise; askerlik yardımı, bayram harçlığı, bir defalık verilen ikramiyeler, devamlılık göstermeyen primler, doğal afet, doğum, evlenme, hastalık, ölüm, iş arama yardımları, fazla çalışma ücreti, genel tatil, hafta tatil ücreti, izin harçlığı, jestiyon ödemeleri, seyahat primleri, teşvik ikramiyesi ve primleri, yıllık izin ücreti, yolluklar vb.dir. Bu ödemelerin özelliği düzenlilik arz etmemesi, bir defaya mahsus ödenmesi ya da tutarlarının değişmesidir. Örneğimizde kıdem tazminatı almayı hak eden bir işçi, 3 yıl 3 ay 3 gün çalışmıştır. İşçinin aylık brüt ücreti ise: 850 TL’dir. Günlük ücreti: 850: 30= 28.33 TL (Bir ay 30 gün olarak belirlenir.)
İşçiye yılda iki aylık brüt maaş tutarında ikramiye verildiğini düşünelim: 850 x 2 = 1.700 TL İkramiye yılda iki defa verildiği için ikramiyeyi önce ikiye çarptık ve bir yılda aldığı toplam ikramiyeyi bulduk. 1700: 365 (Bir yıl: 365 gün) = 4.65 TL Daha sonra ise ikramiyenin bir güne karşılık gelen tutarını hesaplamak için bir yıl içinde aldığı ikramiye tutarını 365’e böldük. Yukarıda bahsettiğimiz kıdem tazminatına eklenecek ödemeler varsa, onları da bu şekilde önce bir yılda toplam ne kadar ödendiği tespit edilir sonra da gün olarak miktarını bulmak için 365’e bölünür. Örneğimiz için tüm bu yardım ve prim ödemelerinin katkısının günlük olarak 2 TL’ye denk geldiğini varsayalım. Bir günlük brüt ücret, bir güne tekabül eden ikramiye ile diğer ödemeler, giydirilmiş ücreti bulmak için toplanır. Giydirilmiş günlük ücret: 28.33 + 4.65 + 2 = 34.98 TL Hesapladığımız giydirilmiş ücret üzerinden 3 yıl 3 ay 3 gün çalışan içinin kıdem tazminatı bulmak için; * 3 yıl için ödenecek kıdem tazminatı: Bir yıla isabet eden kıdem tazminatını bulmak için 30 ile çarpalım: 34.98 x 30 gün = 1049,40 TL Şimdi 3 yıla karşılık gelen kıdem tutarını hesaplayabiliriz: 1049,40 x 3 yıl = 3.148,20 TL (İşçinin çalıştığı 3 yılın kıdemi içinse 3 ile çarptık.) * 3 ay için ödenecek kıdem tazminatı: Üç aylık çalışmanın bir yıla oranını buluruz. Bu değeri bir yıla denk gelen kıdem miktarı ile çarparız. Yani daha önce bulduğumuz 1049,40 TL ile.
1049,40 x 3/12 = 262,35 TL * 3 gün için ödenecek kıdem tazminatı: Üç aylık çalışmanın bir yıla -365 güne- oranını buluruz. Yine bu değeri yukarıdaki gibi bir yıla denk gelen kıdem miktarı ile çarparız. 1049,40 x 3/365. = 8,63 TL Artık toplamda ne kadar kıdem tazminatı alacağımızı bulabiliriz: Toplam: 3.148,20 + 262,35 + 8,63 = 3.419.18 TL Kıdem tazminatı, parça başı, akort, götürü veya yüzde usulü gibi ücretin sabit olmadığı hallerde ise son bir yıllık süre içinde ödenen ücretin o süre içinde çalışılan günlere bölünmesi suretiyle bulunacak ortalama ücret üzerinden hesaplanır. İşçiye yapılacak 3.419,18 TL kıdem tazminatı ödemesinden sadece binde 6,6 oranında damga vergisi kesilir, gelir vergisi ise alınmaz. Patronlar çoğu kez, işten çıkarttıkları işçilere, hak ettikleri tutarın altında kıdem tazminatı ödeyerek ellerinden ibraname almak isterler. Daha sonra işçi olayın farkına varıp dava açtığında ise, işçinin imzasını taşıyan ve “tüm haklarını ve kıdem tazminatını eksiksiz olarak aldığını” belirten ibranameyi, mahkemeye kanıt olarak sunarlar. Bu noktada işçinin yapacağı fazla bir şey kalmaz ve çoğunlukla davayı kaybeder. O nedenle, işçi kıdem tazminatı ve diğer alacaklarını kendisi hesapladıktan ya da bir bilene hesaplattıktan sonra, ibranameyi imzalamalıdır. Eğer kendi hesabı ile kendisine ödenen tutar uyuşmuyorsa, ibranameyi imzalamamalı ya da acilen paraya ihtiyacı olup kendisine ödenen tutarı hemen almak istiyorsa, el yazısıyla “yasal haklarım saklı kalmak koşuluyla” ibaresini ekleyerek ve aldığı kıdem tazminatı tutarını ibranamenin üstüne yazarak, imzalamalıdır. İşçiler, ellerinde kalan tek kazanımları olan ve siyasi iktidarın geri almak için vahşice saldırdığı, kıdem tazminatı haklarını patrona yedirmemek için dikkatli olmalıdırlar. 15
1 MAYIS 1977’DE DEVLET BOÞ DURMADI 1977’den bugüne sendikalar devre dýþý kalmýþ. Ýþçiler sendikalara güvenmiyor. Üretim süreçleri parçalanmýþ, esnek üretimle, taþeronlaþmayla atomize edilmeye çalýþýlýyor. Örgütsel yeni araçlar yaratabilmeli, sendikalarý yeniden yapýlandýrmalýyýz. Mevcut sendikalar devletçi ve bürokratik. N. Cemal Munzur Pekgüleç; 1977 yılında Deri-İş Sendikası Kazlıçeşme Şube Başkanlığı, 1982-1992 arası Deri-İş Sendikası Genel Başkan Yardımcılığı, 1992-1995 arası DİSK Deri-İş Sendikası Genel Başkanlığı, 19961999 arası Deri-İş Sendikası Eğitim ve Örgütlenme Uzmanlığı, 1999-2009 arası Hava-İş Sendikası Eğitim ve Örgütlenme Uzmanlığı yapmış olup, halen Hava-İş Sendikası muhalefeti Gökkuşağı Hareketi içinde yer almaktadır. Pekgüleç ile 1 Mayıs 1977’den 1 Mayıs 2011’e uzanan süreci konuştuk. Özgeçmişinizle bağlantılı olarak 1 Mayıs 1977’ye geliş sürecini anlatır mısınız? 1965 yılında Kazlıçeşme’de deri işçisi olarak işe başladığımda 15 yaşındaydım. 1967 yılında işçi temsilcisi seçildiğimde 17 yaşındaydım. Sendikadan, ‘18 yaşını doldurması gerekir’ dendi, yapılan üç oylamada da işçiler ısrarlı oldular. Deri-İş Sendikası örgütlüydü ve CHP ile AP’liler hakimdi. Sendikacılar cüzi miktarlarda parayla ve amatör ruhla mücadele ederdi. Cumartesi paydosunda makbuzlarla işçileri bekler, para toplarlardı. Profesyonel sendikacılık yoktu ve sendikacılar işyerlerinde çalışıyorlardı. 1968’in siyasal atmosferinde Kenan Budak’la ve Dr. Hikmet Kıvılcımlı perspektifiyle tanıştım. 1975 yılına geldiğimde Beykoz deri ve kundura işçileriyle birlikte ‘Yenileşme Hareketi’ sendikal muhalefetini örgütledik. Farklı sosyalist eğilimlerden genç işçiler vardı. Yıllanmış Deri-İş yöneticilerine karşı mücadele verdik. Zeynel Sel vasıtasıyla Kazlıçeşme Şube Başkanlığı’nı kazandık. 1976 yılında Kenan Budak’la birlikte DİSK İlerici Deri-İş Sendikası’nı kurduk. Deri-İş Sendikası, DİSK’e bağlı bir sendikanın kurucusu olmam nedeniyle ihraç edilmemi istedi. 1977 genel kurulunda Kazlıçeşme Şube Başkanı seçildim. 1 Mayıs 1977’nin benim için önemli bir yanı da budur. 1 Mayıs hazırlıklarına bir ay öncesinden başladık. Zeytinburnu’na 1 Mayıs afiş ve pankartları astık, çağrılar yaptık. Kazlıçeşme şubemizden 54 kişi miting görevlisiydi. 700 kişilik kortej oluşturduk. 1 Mayıs 1977’nin işçi sınıfındaki yükselişin doruk noktası olduğu söylenir? 1973’den itibaren ve Ecevit CHP’sinin etkisiyle ciddi işçi eylemleri oldu. Gözle görülür bir yükseliş vardı. İşçiler siyasallaştı. Sol içinde TKP ve Maocuların kaygı verici gerilimi vardı. Dar grupçu anlayışları gerilimi artırıyordu. Burjuva basını gerilimi körükleyerek, iki eğilimin çatışacağını duyuruyordu. Bu atmosfer diğer örgütleri de etkiledi. TKP sendikalarda ve işçi hareketi içinde güçlüydü. 1 Mayıs’ın örgütlenmesinde etkindiler. Diğer sosyalist eğilimler sınıf içinde örgütlü olmayıp, halk içinde ve öğrenci gençlik içinde sisteme olan tepkiyi ve öfkenin dışa vuruluşunu ifade ediyorlardı. TKP ile Maocuların çatışmasını provokatif temelde değerlendiren devlet boş durmadı. İlk kez 500 bin kişiyle 1 Mayıs meydanına çıkmıştık. Bur-
juvazinin korkulu rüyası işçi sınıfıydı, tedirgindi. Devlet yükselen mücadeleden rahatsızdı. Körükledikleri gerilim atmosferini 1 Mayıs 1977’ye taşıdılar. Provokasyon senaryosu hazırdı. 10.30’da Intercontinental otelinin önündeydik. Alanın dolduğu saat ise 15.30’du. Yüz binlerce insanın alanı dolduruşuna tanık olduk. 500 bin, 1977 Türkiye’sinin nüfusu açısından da ciddi bir sayı… Bir ucu halâ Saraçhane’de olan kortejler kürsüden duyuruluyordu. Başka göstergelerle bu rakamı ele alabiliriz: İşçi sınıfının yüzde 18’lere varan örgütlülüğü vardı. Bugün bu rakam yüzde 5’leri bulmuyor. 3,5 milyon civarında örgütlü işçi vardı. Bugün ise 500 bin civarında. Sanırım saat 16.30 civarıydı ve Sular İdaresi tarafından birkaç el ateş edildi. Silah sesleri kitlede geniş bir dalgalanma yarattı. Korku ve panik oluştu. Alandan da silahla karşılık verildi. Birileri ateş ediyor ve görmüyorsun. Göremediğin provokatörlere refleks olarak silahla karşılık veriyorsun. Havaya falan sıkılıyor. Sular İdaresi’nden sonra Intercontinental otelinden de ateş edilmeye başlandı. Silah seslerinin hemen ardından polis panzerleri saldırdı. Kitle şuursuzca kaçışmaya başladı. Kemal Türkler kürsüden, ‘panik yapmayın’ telkinlerinde bulunuyordu. Nafile. Kazancı Yokuşu’nda sıkışarak ölenlerin fotoğrafları vahşi bir katliam görüntüsüdür… Dar sokaklarda, sokakları kapatan araçların arasında, beton duvarlar önünde insanlarımız sıkışıp ezildiler. Otellerin kalın camlarına çarpıp düşenleri gördüm. Panzerlerin altında ezilenler vardı. Panzer altında ezilen ve üzerine pankart örtülen İlerici Kadınlar Derneği’nden bir kadının fotoğrafı gözlerimin önüne geliyor… Benim unutamadığım görüntü ise şu; alana asılan elleri zincirli kocaman işçi pankartının arka zemini demir bir perdeydi. Panik halinde kaçanlar o pankart bezini aşıp geçebileceklerini sanıyorlar, fakat hızla demir zemine çarparak yere düşüyorlardı. Üst üste yığılmışlardı. Bütün yollar kapalıydı ve Zeytinburnu’na kadar yürüdük. Akşam haberlerinde 34 kişinin öldüğünü duyduk. Kaç tanesinin kurşunlanarak, kaç tanesinin panzer altında kalarak, kaç tanesinin panik sonucu ezilerek öldüğü açıklanmadı. Büyük bir katliamdı. Provokatörler açığa çıkartılmadı. Amaç işçi sınıfının yükselişinin önünü kesmekti. Devletle yüz yüze gelen devrimciler, saldırılar karşında örgütlü bir tutum sergilemediler. Zaafları devlet kullandı. Bunlar değerlendirilmeli ve dersler çıkarılmalıdır. 1 Mayıs 1977’de katledilen 34 canımızı, 1989’da katledilen Mehmet Akif Dalcı’yı, 1990’da vurularak felç olan Gülay Beceren’i, 1996’da kurşunlanarak öldürülen Dursun Odabaş, Hasan Albayrak ve Yalçın Levent’i, bütün 1 Mayıs
Munzur Pekgüleç; Ýþçilerin Sesi Gazetesi’nin “1 Mayýs 2011’e Giderken Ýþçi Sýnýfýnýn Durumu” baþlýklý panelinde konuþmacý olarak yer aldý.
şehitlerini saygıyla anmamız gerek. 2011 1 Mayıs’ı ve 1 milyon kişi hedefine ne dersin? Afaki söylemlerle olmaz. 1989’dan beri sınıfa yönelik saldırılar var. Kamu işyerleri, sağlık, eğitim özelleştirildi. Örgütsel bir reaksiyon gösteremeyen sendikalar 1 Mayıs’a 1 milyon kişi getirebilir mi? 2010’da hükümet pazarlığı ve malum sendikalarla Taksim’e gelmediler mi? Sistemin istediği türden bir 1 Mayıs’a rıza gösterdiler. İşçi sınıfı ve devrimci hareket ise güçsüz. Önerileriniz? Açıkçası, Kürt hareketinin itaatsizlik eylemleri olmasa yaşanan süreci ‘yaprak kımıldamıyor’ diye değerlendirebiliriz. Sendikalar, sınıfın gerçek taleplerini dile getirmiyor. Devlet sendikaları ciddiye almıyor. DİSK Tüsiad’la, Hak-İş Müsiad’la, Türk-İş Hükümet’le ilişkili durumda. Solcu geçinen sendikacılar burjuva partilerinden milletvekili olma derdinde. DİSK, ‘sosyal diyalogcu sendikacılık’ anlayışının referans noktası. Türk-İş’in sol hattaki 12 sendikasının yöneticileri de CHP kapısında. CHP’nin işçi sınıfı ve Kürt sorunundaki samimiyeti ise ortada. Sendikalar devre dışı kalmış. İşçiler sendikalara güvenmiyor. Üretim süreçleri parçalanmış, esnek üretimle, taşeronlaşmayla atomize edilmeye çalışılıyor. Örgütsel yeni araçlar yaratabilmeli, sendikaları yeniden yapılandırmalıyız. Mevcut sendikalar devletçi ve bürokratik. Demokratik, şeffaf, işçi meclislerine dayanan, kolektif yönetimlere sahip yeni tipte sendikalar gerekiyor. Otuz yıllık düşük yoğunluklu savaş var. Kürt sorununun demokratik çözümü için atılmış bir adım yok. İşçi sınıfı ve Kürt yoksullarının sorunlarının çözümü ortaklaştırılmalı. Demokrasi, özgürlük, insan hakları, Kürt sorunu… anayasal demokratik haklar temelinde çözülmeden işçi sınıfının sorunlarını çözülemez. ‘Kürtlerin sorunu Kürtleri, işçilerin sorunu işçileri ve sosyalistleri ilgilendirir’ anlayışı sorunlarımızı çözmez…
İşçilerin Kurtuluşu Kendi Eseri Olacaktır İşçilerin Sesi - Aylık Süreli Siyasi Yayın Tarih: Mayıs 2011 Sayı: 4 Baskı: Yön Matbaacılık Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi B Blok No: 366 Topkapı-İstanbul Tel: 0212 544 66 34 Sahibi ve Yazıişleri Sorumlusu: Canan Mengüloğul (İS Yayınevi) Adres: Fetihtepe Mah. Fatih Sultan Cad. No: 149 D: 13 Okmeydanı-Beyoğlu/İstanbul E-mail: iscilerinsesi@gmail.com