İşçilerin Sesi Ağustos 2011

Page 1

Sayý: 7 Aðustos 2011

ISSN: 2146-2151 1,5 TL

AKP, SAVAÞ HÜKÜMETÝ KURDU!

SÖMÜRÜYE VE KÝRLÝ SAVAÞA KARÞI BÝRLEÞÝK MÜCADELEYE!

Birleþik Mücadeleyi Örgütlemeliyiz!

2

Tek Gýda-Ýþ Önünde Tek Kiþilik Direniþ

7

Rejim Kendini Tahkim Ediyor

3

Kýdem Tazminatý Hakkýna Saldýrý

9

Tetikçi Mahkum Oldu, Ya Diðer Katiller?

4

Fabrikalardan… Ýþyerlerinden… Fabrikalardan… Ýþyerlerinden…

Casper'da Ýþçilerin Mücadelesi Kazandý

5

Sudan Bölündü!

14

Bürokrasi Ýþçi Sýnýfýnýn Pasýdýr

6

Umut Çürüyende Deðil, Yeþerendedir!

16

12-13


Ýþçilerin Sesi

AKP, ÝÞÇÝLERE, KÜRTLERE, EZÝLENLERE KARÞI SAVAÞ HÜKÜMETÝNÝ ÝLAN ETTÝ…

BÝRLEÞÝK MÜCADELEYÝ ÖRGÜTLEMELÝYÝZ! Hükümet programýnda iþçi, emekçi ve iþsizlere yönelik saldýrýlar planlanýrken, Kürt halkýnýn yaþamýna, taleplerine karþý savaþ da son bulmuyor. AKP üç dönemdir üst üste hükümet kurma olanağını buldu. Son seçimlerde yüzde 50 oy desteği aldı ve başbakan kendisini “usta” ilan etti. Özgüvenle hareket eden Tayyip Erdoğan’ın liderliğindeki 61’inci hükümetin programı, esas olarak işçi sınıfının elinde kalan haklara saldırıları içeriyor. Çalışma Bakanı Kıdem Tazminatı Fonu hakkındaki yasa tasarısını yılsonuna kadar meclisin gündemine getireceklerini açıklıyor. Amaçlanan, işçilerin biriken ve elinde kalan bir hakkının, devlet zoruyla ellerinden alınmasıdır. Kıdem tazminatlarını ödemeyen patronlara, borçlarını işçiye ödemesi için baskı yapmak yerine, işçilerin haklarını ellerinden almak AKP’nin sermaye partisi olduğunu bir kez daha gözler önüne seriyor.

Sürekli bir işte çalışmayan, tazminat hakkı 10 yıl ertelenen bir işçinin örgütlenme zemini daralacak demektir. Hak arama kavramının, özellikle genç işçiler arasında yeşerme zemini tahrip ediliyor. Amaç işçi sınıfını dağıtmak, birleşmesini önlemek, çalışma biçimini parçalamak, kölece ve uzun saatler boyunca çalıştırmaktır. Bu çalışma karşılığında ücretler de azalacaktır. İşçi sınıfına yönelik saldırıların benzer bir biçimi, 2B ormanlık alanların satışı, Hidroelektrik ve Nükleer Santralleri’nin inşası dayatmasında karşımıza çıkıyor. Tarım ve yaşam alanlarına yönelik tahribat ve ticarileşme saldırısı söz konusu olacak. Sağlık alanındaki düzenlemelerle, yeşil kart uygulamasının kaldırılması ve prim ödemeyen sigortalıların sağlık hakkından yararlanamaması gündeme gelecek. Hükümet programında işçi, emekçi ve işsizlere yönelik bu saldırılar planlanırken, Kürt halkının yaşamına, taleplerine karşı savaş da son bulmuyor.

İster Zeytinburnu’ndaki kışkırtma ve sonrasındaki tutuklamalarda devletin tarafgirliği, saldıranları değil saldırıya uğrayanları tutuklaması örneğinde olsun, isterse Silvan olaylarının çok açık olarak ortaya koyduğu gerçeği ele alalım, AKP ırkçı-milliyetçi siyasal bir çizgi de ısrar ediyor. Silvan olaylarının ortaya koyduğu bir diğer gerçek ise, devletin ısrar ettiği savaşın yaktığı ateşte hem asker hem gerilla birlikte yanıyor. Bu yananların tamamı yoksul halk sınıflarından geliyorlar. Savaşın maliyetini ödeyenler de yoksul halk. Öyleyse savaşta ısrar edenler kimler? Silah tüccarları, Türkiye’yi Ortadoğu’da meydana gelecek toplumsal patlamalar karşısında silahlı güç olarak kullanmayı düşünen emperyalist devletler ve tabii ki, sermayenin oluşacak yeni piyasalarda daha fazla pay kapmak isteyen kapitalist sermaye çevreleri. Kıdem Tazminatı fonuyla el konacak işçi haklarını aralarında paylaşacak olanlar da aynı çevrelerdir. AKP hükümeti sermayenin, emperyalist devletlerin son 30 yılda denetim altında tutabildiği, yönlendirdiği en sadık hükümettir.

Kıdem Tazminatı hakkına el konulmasının ardından, çalışma yaşamını esnekleştiren ve kuralsızlaştıran bir çalışma düzeni gündeme getirilecek. İşçilerin örgütlenme ve mücadele etme zeminini ortadan kaldıran yeni düzenlemeler yapılması planlanıyor.

AKP, başkanlık sistemine dayalı otoriter siya-

AKP bu iki toplumsal kesime karþý olduðu gibi kadýnlarýn haklarýna, ormanlara, çevreye, derelere, nükleerin tehdit ettiði yaþam hakkýna saldýrýyý yürüten partidir.

2

sal rejimini inşa etmek yolunda bürokrasi ve ordu eksenli eski rejimi tasfiye ederken, sermaye ve polis eksenli yeni rejimini kuruyor. Bu rejimin politik harcını da siyasal İslamcılıkla, geleneksel siyasetle karıyor. Ekonomide büyük kırılmalar yaşanmadığı sürece iktidarını koruyacak ve oy desteğini sürdürecek olan AKP hükümetinin dengelerini sarsacak olan, AKP’ye oy verse de sınıfsal çıkarları AKP politikalarıyla çelişkiye girecek olan iki toplumsal güçtür. Birincisi işçi sınıfıdır, ikincisi Kürt halkının siyasal gücüdür. AKP bu iki toplumsal kesime karşı olduğu gibi, kadınların haklarına, ormanlara, çevreye, derelere, nükleerin tehdit ettiği yaşam hakkına saldırıyı yürüten partidir. İşçilerin Sesi gazetesi olarak, ısrarla birleşik mücadelenin altını çizerken, işaret ettiğimiz bu tek merkezli saldırı odağı karşısında birlik oluşturmanın zorunlu olduğudur. Farklı alanlarda saldırı altında olan toplumsal sınıflar, Kürt halkı, kadınlar ve tüm ezilenler AKP hükümetine, sermayeye ve emperyalizme karşı ortak bir mücadele programı etrafında birleşmelidir. Birleşik mücadele olanağı bugün düne göre daha fazladır, çünkü AKP yüzde 50 oy alarak kendi dışında kalan ve kendisine muhalefet edenlerin tamamına savaş açmıştır. Öyleyse, komünistlerin, devrimcilerin işçi sınıfı zemininde yürüttükleri mücadeleyi daha yaygınlaştırıp derinleştirerek, olanakları değerlendirip Kürt halkıyla dayanışma içinde birleşik mücadeleyi örgütleyecek siyasi ve örgütsel biçimleri bulması, gündemlerinin ilk maddesi olmak zorundadır.


Ýþçilerin Sesi

REJÝM KENDÝNÝ TAHKÝM EDÝYOR Son “bilek güreþini”, iç ve dýþ egemenlerin çýkarlarý ve talepleri doðrultusunda, ülke içindeki sistemi güçlendirmeye yönelik adýmlar olarak yorumlamak doðru olacaktýr. Necdet Seçer Askeri Şura toplantılarının hemen öncesinde, Genelkurmay Başkanı ve üç kuvvet komutanının aynı anda istifa edip emekliliklerini istemeleri, bu ülkede ilk kez yaşanan bir olaydır. Bu gelişmeyi herkes kendi siyasi meşrebine göre yorumladı. Kimileri, bunu ülkede sivil demokratik rejim açısından büyük bir başarı olduğunu iddia ederken, diğer bir bölümü ise varılan noktanın AKP iktidarının orduyu da ele geçirmesi anlamına geldiğini, TSK’nin de “İmamın Ordusu”na dönüştürülme yönünde dev bir adım atıldığını savundu. Önce olayın teknik yanına değinelim: Ağustos ayında yapılacak Askeri Şura’da, görev sürelerinin dolması nedeniyle, üç kuvvet komutanının zaten emekli edilmesi bekleniyordu. Sadece Genelkurmay Başkanının iki yıl daha görev süresi vardı. Yine bu Şura’da Kara Kuvvetleri Komutanı olmasına kesin gözüyle bakılan Necdet Özel’in, iki yıl sonra Genelkurmay Başkanı olması planlanmıştı. Şimdiki durumda bu, iki yıl önce gerçekleşmiş oldu. Yani son istifalar ile üst düzey komuta kademesinde, daha önce planlananın dışında çok önemli bir değişiklik gerçekleşmiş değil. Ancak bu arada “Balyoz”, “İnternet Andıcı” gibi davalar yüzünden onlarca generalin terfilerinin engellendiği ve bu yolla, söz konusu generallerin ordudan tasfiye edildiği de bir gerçektir. İşte toplu istifaları, bu tasfiyelere karşı ordunun tepkisi olarak görmek gerekir. Bu tepki siyasi sonuç doğuracaktır. Adalet Bakanının, son gelişmelerden bağımsız olarak, tutukluluk sürelerini düzenleyen bir

yasa tasarısını Meclis’e göndereceklerini açıklamasının, CHP ile yapılan protokol gereği de olsa, tutuklu generalleri, dolayısıyla orduyu rahatlatacak bir sonuç yaratması beklenmelidir.

Bu Dalaþmadan Demokrasi Çýkmaz Ancak bu gelişmeler, demokratikleşme yönünde atılan adımlar olarak görülmemeli. Her ne kadar askerin, sivil siyasi iktidara tâbi olması, burjuva parlamenter sistemin gereği olsa da, bu durum, kendiliğinden, demokrasinin hâkimiyeti olarak yorumlanamaz. İran, Rusya, Çin, Suriye vb. onlarca ülkede de asker, sivil siyasi iktidara tabidir ancak bu ülkelerde totaliter ve otoriter rejimler hüküm sürmektedir. İkinci olarak, işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelelerine karşı güvenlik, Kürt özgürlük hareketine karşı bastırma ve tasfiye konseptinin Milli Güvenlik Kurulunda askerler ve siyasi iktidar tarafından birlikte hazırlandığı unutulmamalı. Yine ülke dışına dönük, emperyalistlerin talepleri doğrultusunda gerçekleştirilen, siyasi ve askeri müdahalelerin ortaklaşa kararlaştırıldığı akıldan çıkartılmamalı. Kısacası, kendi aralarında üstünlük mücadelesi veren egemen sistemin bu iki kurumu, ezilenler ve sömürülenler karşısında her zaman yekvücutturlar. Hal böyle olunca, son “bilek güreşini”, iç ve dış egemenlerin çıkarları ve talepleri doğrultusunda, ülke içindeki sistemi güçlendirmeye yönelik adımlar olarak yorumlamak doğru olacak. Emperyalistler ve

“MADIMAK UTANÇ MÜZESÝ OLSUN” DÝYEN ALEVÝLERE SÝVAS’DA GAZLA MÜDAHALE Metin Arslan (*) Sivas katliamının ardından 18 yıl geçti. Pir sultan Abdal’ı, Sivas’da anmak için toplanan aydın, yazar, sanatçı, ozan ve semahçı 33 canımız, 2 temmuz günü Madımak Oteli’nde yakılarak katledilmişlerdi. O gün sekiz saat boyunca otele yapılan saldırıları seyreden devletin zihniyetinde bugün de bir değişiklik olmadığını görüyoruz. Alevi örgütlerinin başından beri otelin kapatılması ve yerine bir müzenin açılması talebini görmezden gelen AKP hükümeti, sözde alevi açılımını “parlatmak” için, İl özel idaresine Madımak otelini satın aldırmıştı. Sivas Valiliği de, binayı “Bilim ve Kültür Merkezi” olarak hizmete soktu. Giriş bölümünde bulunan duvara, 2 Temmuz günü katledilen “33 can” ve iki otel görevlisini yanı sıra, ölen iki göstericinin adının da yazılması, ailelerin içini yakan bir kor olmuştur. Valilik, Madımak ismini kaldırdı ve yeri kültür merkezi ilan ederek, Madımak ismini ve yaşanan katliamı hafızalardan silmek istedi. Polis, Sivas girişinde yaptığı aramalarda, “Madımak oteli utanç müzesi” yazan bir pankartı içeri almak istemedi. Bu pankart, “Kültür Merkezi”nin tabelasının

üstünü yapıştırılacaktı. Pankartı vesile ederek otobüsleri iki saat bekleten, Madımak Otelinin olduğu sokağı, polis barikatı ile kapatan, ailelerin otelin önüne gelip karanfil bile bırakmasına izin vermeyen, gaz bombası atılması ve ailelere copla saldırı emri veren devletin yetkililerine sormak gerekiyor. 19993’ün 2 Temmuz günü katliam yaşanırken, bu güvenlik güçleri ve önlemleri neredeydi? AKP hükümetinin temsilciler bütün güçleriyle üzeremize gelirken, hem Sivas içinde hem de girişde çok kararlı bir tavır sergilendi. Bu nedenle engeller aşıldı, otobüsler Sivas’a girebildiler. Valilik, dışarıdan gelenlerle, Sivas’lı canların bir araya gelmeleri önlemek için elinden geleni yaptı, devlet terörünün bütün araçlarını kullandı. Madımak otelinin önüne barikatlar kurularak, kitlenin içeri girmesi engellendi. Aileler içeri girerken, hareketlenen kitleye gazla müdahale edildi. Bazı sivil polislerin kitleyi yönlendirmeye çalıştıkları, barikatlara taş attıkları görüldü. Bu provakatörler tespit edildiklerinde, polisler tarafından alandan kaçırıldılar. Valiliğin üç amacı vardı: Birincisi, gelenleri sınırlamak, protestocu kitleyi küçültmek. İkincisi, pan-

işbirlikçisi egemen sınıflar, sivil idarenin belirleyici rolü altında rejimin kurumları arasındaki çatlakları gidermek ve onları yekpare hareket eder duruma getirmek istemektedirler. Bu bağlamda, son gelişmeler karşısında ABD ve AB emperyalistlerinin siyasi iktidarın arkasında yer almaları anlamlıdır. Gerek 1991 yılındaki Körfez Harekâtı gerekse ABD’nin Irak işgali sırasında, emperyalistlerin taleplerine cevap vermeyen iki başlı yönetimin ortadan kalkması gerekmektedir. Hatırlanacağı gibi, 1991 Körfez Savaşı sırasında, ordunun Özal Planına (bir koyup üç alma stratejisi) karşı çıkması, zamanın Genelkurmay Başkanı Necip Torumtay’ın istifasına yol açmış, ancak Özal Planı hayata geçirilememişti. 2003 yılında ise Hükümet Tezkeresi Meclis’te reddedilmiş ve ABD bu durumdan orduyu sorumlu tutmuş, tepkisini “çuval geçirme” operasyonu ile göstermişti. Bölgede Türkiye’nin yapacağı çok iş vardır! O nedenle “güçlü” olması gerekir. İkinci olarak, ordunun PKK’ye karşı mücadelede başarısız olduğu düşünülmektedir. O nedenle hizaya çekilmeli, sivil iradeye tâbi kılınmalıdır. Yani “terörle mücadelede” de çok başlılık ortadan kaldırılmalıdır. Gelecekte, işçi ve emekçilerin mücadeleleri ve öteki toplumsal muhalefet hareketlerine karşı da hazırlıklı olunmalıdır. Sonuç olarak, son kriz, rejimin ezilen ve sömürülenlere karşı güçlendirilmesiyle sonuçlanacak olup, işçi ve emekçilere, Kürtlere demokrasi değil daha fazla baskı getirecektir. O nedenle ezilenler ve sömürülenler de güçlerini birleştirmeli kendi saflarını sağlamlaştırmalıdırlar. kartı astırmamak, üçüncüsü ise, Madımak oteline girişi engellemekti. Sonuç olarak tertip komitesine dava açmaktan da geri durmadı. Bu yıl ki 2 Temmuz anmalarına damgasına vuran olay ise, Sivas katliamındaki baş aktörlerden biri olan Cafer Erçakmak’ın, yıllardan beri Sivas’da yaşadığının, ölümünün ardından ortaya çıkmasıydı. Erçakmak’ın kaçak olarak yıllar boyunca emekli maaşını aldığı ve emniyet müdürlüğüne beş metre mesafedeki bir evde yaşadığı anlaşıldı. Bu habere de şaşırmıyoruz, Sivas katliamını sanıklarının avukatlarının da kimler olduğunu çok iyi biliyoruz. 33 aydını ve iki otel görevlisini yakan katillerin avukatları kimlerdi ve bugün ne yapmaktalar? Av. Şevket Kazan, eski RP Milletvekili ve eski Adalet Bakanı; Av. Celal Mümtaz Akıncı, Afyon Barosu Başkanı ve AKP oylarıyla Anayasa Mahkemesi üyesi; Av. Hayati Yazıcı, AKP’nin Devlet Bakanı; Av. Haydar Kemal Kurt, AKP Isparta Milletvekili; Av. Zeyid Aslan, AKP Tokat Milletvekili, Başbakan Erdoğan’ın eski avukatı; Av. Hüsnü Tuna, AKP Konya Milletvekili… bu liste uzayıp gidiyor! “Madımak Utanç Müzesi” olana kadar kayıplarımızı anmaya ve yaşatmaya devam edeceğiz, yapılan katliamları unutmayacağız ve unutturmayacağız. Daha önceki deneyimlerimizden şunu biliyoruz ki, unutursak yine yaşatırlar. (*) Metin Aslan, eski TEKEL işçisi, Pirsultan Abdal Kültür Derneği 1 Mayıs Mahallesi Şube Başkanı

3


Ýþçilerin Sesi

EÐER KÜRTSEN… Siyasal refleksleri uzun zamandýr Türk milliyetçiliðiyle yoðrulan ve önemli kesimi iþsiz olan genç kitleleri yönlendirmenin ne kadar kolay olduðunu, Zeytinburnu örneðinde bir kez daha görmekteyiz. Seyfi Adalý AKP’nin ve sözde muhalefet partisi CHP’nin Kürt halkına karşı açtığı savaş, seçim ertesinde de hızını kesmedi. AKP iktidarının adım adım geliştirdiği ve derinleştirdiği muhafazakâr çizgi, ona destek verenleri de güçlendirdi. Ancak AKP muhafazakârlığının yanısıra, zaman zaman MHP ile aynı sularda gezerek Türk milliyetçiliğini de güçlendiriyor. Kürt düşmanlığı, Kürtçe düşmanlığı sadece PKK ile sınırlı değil. Kürt bir işçiden Kürtçe şarkı söyleyen bir kadına, aynı mahalleyi yıllarca paylaşan kişilere kadar dalga dalga yayılıyor. Hükümet, polisiyle, jandarmasıyla her alanda Kürtleri bastırma, sindirme harekâtının başını çekiyor. İstanbul Caz Festivali kapsamında Harbiye Açıkhava Sahnesi’nde düzenlenen “Suyun KadınlarıMujeres de Agua” adlı konserde, Dersimli sanatçı Aynur Doğan Kürtçe şarkılarını söylerken bir grup “Şehitler Ölmez, Vatan Bölünmez”, “Türkçe söyle!” sloganlarıyla konseri provoke etmeye çalıştılar, sahneye minderler, pet şişeler fırlattılar. Bu saldırganların AKP’ye oy verip vermediğini bilmiyoruz ama Türk milliyetçisi beyaz Türklerin AKP ya da MHP ve CHP ile aynı çizgiye geldiklerini, ırkçı şoven bir siyasetin parçası oldukları açıktır. Aydın’ın Germencik ilçesinde çalışan Kürt işçiler bıçaklı saldırıya uğradı. Aralarında BDP Söke İlçe Başkanının da olduğu üç işçi yaralandı. Sözde güvenliği sağlamak üzere olay yerine gelen jandarma, saldırganları yakalayacağına, işçilere taş atmaya başladı. Yaklaşık 60 işçi çalıştıkları otelin 5. Katında rehin kaldı. İstanbul Zeytinburnu’nda ise, 18 Temmuz’da başlayan Kürtlere yönelik saldırılarda, onlarca işyeri, 70’e yakın ev tahrip edildi. 100’ün üzerinde

tutuklama yapıldı. Kürtlerin işyerlerine ve BDP’ye bir hafta boyunca ırkçı saldırılar düzenlendi. Bir Kürt tarafından işletilen bir kıraathane önce polis tarafından basıldı, ardından mahalleli, eli sopalı genç faşistlerin saldırısına uğradı. Emek Demokrasi, Özgürlük Blokunun milletvekillerinin Zeytinburnu ziyareti sırasında konuşan BDP Zeytinburnu İlçe Başkanı Nezir Demirci, olaylar başlamadan önce Kaymakam ve Emniyet ile görüştüklerini ancak ciddiye alınmadıkları için olayların bu noktaya geldiğini söyledi. Gözaltına alınanlardan 22 kişi Kürt oldukları için Terörle Mücadele şubesine, diğerleri ise, Bakırköy şubesine gönderildi.

AKP de, CHP de Milliyetçilikle Oy Aldýlar Zeytinburnu’nda , hem AKP’nin hem de CHP’nin birkaç dönemdir belediye başkan adayları Giresunlu. Her iki parti de seçimlerde Kürtlere karşı tutum alan bir siyasi çizgi izlemiştir. Aynı zamanda önemli miktarda Kürt nüfus da bölgeye yerleşti. 2009 yılı Belediye Başkanlığı seçimlerinde DTP’nin yüzde 7,5; 11 bine yakın ve MHP’den fazla oya sahipti. Kürt seçmenin siyasi profili ise, (ortak aday çıkartma çalışması sırasında görüldüğü gibi), Kürt aday olmadığı durumda oy vermeyecek kadar, ulusal değerleriyle hareket eden siyasi bir yapıya sahip. Bugün Zeytinburnu’nda ülkücü siyasi zemin (AKP-CHP seçmeni ve ilave olarak MHP) ve işsiz genç bir nüfus var. Bu zemine dayanarak, kimi gençlik gruplarının ülkücü kışkırtmaya kapılarak ellerine sopa alıp sokağa çıkması ise, polisin gruplara müdahale etmemesiyle mümkün oluyor.

TETÝKÇÝ MAHKUM OLDU, YA DÝÐER KATÝLLER Hrant Dink cinayetinin tetikçisi Ogün Samast, 22 yıl 10 ay hapis cezasına çarptırıldı. Ayrıca örgüt üyesi olmak suçundan da yargılanması süren Samast, bugünkü haliyle yaklaşık 11 yıl daha hapiste kalacak. Samast’ın mahkûmiyeti, “adaletin yerini bulması” şeklinde kamuoyuna sunuldu. Ancak bu durum gerçeği yansıtmıyor. Kamuoyuna yansıyan gerçekler, bu cinayetin, çeşitli devlet kurumları tarafından, hedef gösterme, tehdit, teşvik, ihmal, göz yummak vasıtasıyla, adeta bir “oya gibi örüldüğünü” gösteriyor. Cinayetin, herkesin gözünün önünde yıllardır “geliyorum” demesine karşın hiçbir şey yapılmadığı mahkeme sürecinde ortaya çıktı. Aynı ağır ve duyarsız tutum yargı sürecinde de devam etti. Dava açılalı dört seneden fazla oldu. Cinayetin organizasyonu ile ilgili sadece i4

ki tutuklu var: Yasin Hayal ve Erhan Tuncel. Bir bankanın kamerasında yer alan olay yeri görüntüleri halen mahkemeye ulaşmış değil. Hrant Dink’i tehdit eden vali yardımcısı ve MİT görevlisi, olayın planlanmasından haberi olan ve aldığı istihbaratı sümen altı eden polis ve jandarmalar hakkında hiçbir şey yapılmadı. Bu durum, cinayette çeşitli devlet kurumlarının kolektif sorumluluğu olduğunu gösteriyor. Ağır aksak işleyen yargı da bu sorumluluğa ortak oluyor. “Hrant’ın arkadaşları”, demokratlar ve sosyalistler bunu görüyorlar. O nedenle her yıl yapılan anmalarda Agos Gazetesi önünde, duruşmaların öncesinde mahkeme kapısında, “Katil devlet, hesap verecek” sloganını atıyorlar. / İşçilerin Sesi - Haber

Ülkücü gençlerin sokağa çıkışına bahane yaptıkları iki gün önce bir grup Kürt gencinin yürüyüş yaparak siyasi varlık göstermesi ve Silvan olaylarıdır. Zeytinburnu yerel siyaseti açısında bu bir başkaldırı olarak algılanmıştır ve hem yerel siyasetçilerin hem de hükümetin milliyetçi siyasi söylemi sebebiyle sokağa taşmıştır. Siyasal refleksleri uzun zamandır Türk milliyetçiliğiyle yoğrulan ve önemli kesimi işsiz olan genç kitleleri yönlendirmenin ne kadar kolay olduğunu, Zeytinburnu örneğinde bir kez daha görmekteyiz.

Olaylar Daha Ýleriye Gider mi? Sermaye ve devlet eğer tetikçi arayacak olursa, bugün Zeytinburnu’nda yaşananlar gibi, sokağa çıkan milliyetçi gençler arasından seçecektir. Özellikle ekonomik krizin etkilerinin artma ihtimali düşünülürse, ırkçı milliyetçilikle kafaları doldurulan, ajite edilen işsiz gençlerin Kürt meselesi de bahane edilerek sola, demokratik taleplere ve işçi haklarına karşı yöneltilmesini he m Türkiye deneyiminden hem de dünya tarihinden biliyoruz. Öte yandan ulusalcı soldan bakanlar, tehlikenin tamamını görmüyor, İşçi Partisi örneğinde olduğu gibi MHP’den önce Silvan olaylarını protesto ederek aşırı sağdan rol kapmaya çalışırken,aslında aşırı sağın değirmenine su taşıyorlar. Sol liberaller ise, “barışalım” çağrılarıyla AKP’nin bu milliyetçi kışkırtmadaki payını gizleyerek, olayların gelişimine göz yuman hükümete destek vermiş oluyorlar. Üçüncü bir politik seçenek ise, hem işsizliğe ve yoksulluğa karşı sınıfsal çağrıyı hem de Kürt halkının öz-savunma hakkını bir arada ifade etmekle mümkün olabilir.


Ýþçilerin Sesi

CASPER’DA YASAL TAZMÝNAT HAKKI BÝLE MÜCADELE EDEREK KAZANILDI Casper’da sendikalaşma mücadelesi devam ediyor. Mücadelenin “tazminatları alma” aşaması tamamlandı. Patron sendikalaştıkları için işçileri tazminatsız işten atmıştı. Beş ay süren direnişin ardından, yasal tazminat hakları alınabildi. Direniş çadırı kaldırıldı. Birleşik Metal-İş Sendikası Genel Merkezinden yapılan açıklamaya göre “Casper Bilgisayar işyerinde yürüttüğümüz örgütlenme çalışmaları sonucunda Bakanlık tespit yazısının lehimize gelmesi üzerine işten çıkartılan ve tazminatları ödenmeyen üyelerimizin 21 Şubat 2011 tarihinde fabrika önünde başlattıkları direniş, tazminatların işverenlikçe ödenmesi üzerine 29 Temmuz 2011 Cuma günü sona erecektir” denildi. Casper’dan çoğunluğu bir yıllık sözleşmeli işçi olan 32 işçi işten çıkartılmıştı. 15 yıllık kadrolu işçilerin de aralarında olduğu 7 işçi beş ay önce direnişe geçmişti. Beş aylık mücadele sayesinde yasal tazminatlar, yeni ücretler üzerinden faizleriyle alındı. Bir yıllık sözleşmeli işçiler için yaklaşık iki maaş tutarında ek ödeme yapıldı. 25’e 2’den yani tazminatsız işten çıkartılan üç işçiye tazminatları bugünkü ücret üzerinden ve yasal faiziyle birlikte ödendi.

Eleþtiri ve Özeleþtiri de Yapmalýyýz! İşçiler önce kendi aralarında örgütlendiler ve sonra sendikaya gittiler. Sendika işçilerle üyelik aşamasından itibaren ilişkiye geçti. İşçilerin daha çok eğitim ve örgütlenme toplantısına; genel mücadelelere katılmak gerektiği kadar işyeri üzerinde ağırlık oluşturacak, baskı yapacak eylem ve etkinliklere daha çok ihtiyaç var.

ÝÞTE FUTBOL! M. Nazým

Rüþvetin ve yolsuzluklarýn kol gezdiði bir ülkede çok önemli bir rant kapýsý olan bu sporun temiz kalmýþ olmasý düþünülemez. 3 Temmuz sabahı aniden başlatılan futbolda şike operasyonu, bütün bir ay boyunca ülke gündemini meşgul etti. Türkiye, tarihinin en büyük demokrasi krizlerinden birini yaşarken sadece futbol konuşmaya başladık. Müsabakalarla gündemin değişmesine, ulusal maçlardaki küçük zaferlerin ardından haklarımızın tırpanlanmasına, sonrasında gelen zamlara alışkındık. Ancak bu kez ligler tatil edilmişken, uluslararası hiçbir turnuva olmaksızın, futbol yine en çok konuştuğumuz konu oldu. Futbol bu defa herkesin bildiği ama şimdiye kadar hiç kimsenin suçlanmadığı pis yüzüyle gündemdeydi. Ülkenin büyük kulüplerinden birinin başkanı ve yöneticileri başka bir büyük kulübün ise yöneticisi ve antrenörü tutuklandı. Diğer kulüplerden de başkan, yönetici, antrenör, futbolcu ve kamuoyunun yakından tanıdığı 31 kişi şike, silahlı suç örgütü kurmak gibi suçlarla tutuklu yargılanacak. Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de endüstrileşen futbol, bahis şirketleri, yayın hakları, sponsorlar ile çok büyük bir paranın hâkim olduğu bir alan artık. Ne olursa olsun kazanmak ilkesinin benim-

Sadece hukuk ve alt sınırda maddi destek vermek yeterli değil. Hukuk, mücadelenin ana ekseni olmamalı. İşçilerin eğitimi, örgütlenmesi ve sürece katılması önemli. Bilgisayar üretim şirketleri arasında ilk deneyim olan Casper Bilgisayar’da sendikanın örgütlenmesi çok önemlidir. Sendikaya yeni bir pencere açacaktır. Yeni bir örgütlenme her zaman zordur. Eski işyerlerini korumak, yeni işyerlerini örgütlemekle mümkündür. Sadece var olanı koruyalım derken, elimizdekini de kaybedebiliriz. İkincisi, işçilerin seviyesi ne olursa olsun, onların görüşlerine de önem verildiğini hissettirmek, merkezi kararlar kadar işçilerin kararları da dikkate alınmalıdır. Casper işçisinin bağımsız bir örgütlenmeye sahip olması sendikayı güçlendirir. İşçilerin sendikaya karşı da tutum alabilmesi, o sendikanın demokratik olduğunu gösterir. Üçüncüsü, metal işkolunda grev süreci, ardından 1 Mayıs ve şube kongreleri süreci; yani sendikanın önündeki genel mücadele görevleriydi; şimdi Casper daha fazla gündem yapılmalı.

Ýlk Döneminin Bazý Sonuçlarý Casper’da sendikalaşma mücadelesi devam edecek. Yetki ve işkolu davasıyla, 3 işçinin işe iade davaları sürüyor. Sendikanın yaptığı açıklamada da “örgütlenme sürecimiz henüz tamamlanmamıştır. Bakanlığın işyerinde sendikamızın çoğunluğuna ilişkin yaptığı tespite ilişkin işverenliğin yaptığı itiraz ile ilgili yetki davası desendiği bu spor, yoksul kitleleri peşinden sürüklerken, onların cebindeki üç beş kuruş parayı almayı da ihmal etmiyor. Şimdi kapitalizmin sahadaki tezahürü olan bu kirli oyun, herkesin bildiği pis yüzüyle karşımızda. Taraflı tarafsız hiç kimse tutuklanan isimlerin şike yapmadığını ya da pisliğe bulaşmadığını söyleyemiyor. Türkiye Futbol Federasyonu (TFF) suçlanan bu kulüplerin şike yaptığına kanaat getirirse, ülkenin en büyük üç kulübünden ikisini Fenerbahçe ve Beşiktaş’ı kendi tüzüğü gereği küme düşürmesi gerekecek. Yeni yönetime gelen TFF ise ne yapacağını bilmez halde kafası karışık. Önce elinde belge olmadığından hareketle ligler aynen başlayacak, dedi. Daha sonra sıcak yüzünden ligleri ertelediğini söyledi. Bu arada TFF’nin bağlı olduğu uluslararası kurumlar UEFA ve FİFA ise TFF üzerinde baskı oluşturuyor. Oluşumları itibariyle çok uluslu şirketler diyebileceğimiz bu kurumlar, dünyanın en büyük futbol organizasyonlarını düzenliyorlar ve futbolun hakim olduğu sermayeyi yönetiyorlar. Kendi organizasyonlarına zarar gelmemesi için de Türkiye’deki davayı yakından izliyorlar.

Sporla Siyaset Her Zaman Kol Kola Soruşturmanın başından itibaren spora siyaset karıştırmayalım kaygısı, yetkili ağızlar tarafından sürekli olarak dile geliyor. Oysa futbol ve siyaset hiçbir zaman birbirinden ayrı yürümemiş, her daim iç içe olmuştur. Yapılan bu şike operasyonunu da siyasetten ayrı düşünemeyiz. Bir aydır gündemden düşmeyen bu operasyona aslında geçtiğimiz yıl aralık ayında başlandı. Nisan ayında ise hükümet futbolda şiddet yasasını meclisten geçirdi ve şike yapmak büyük suçlar kapsamına girdi.

vam etmektedir. Bu dava devam ettiği sürece biz DİSK/Birleşik Metal-İş Sendikası olarak, Casper Bilgisayar işverenliğinin sendika düşmanı tavrını gözler önüne sergilemek adına çeşitli eylem ve etkinliklerimizi devam ettireceğiz” denildi. İşçiler kendilerini korumaya devam ettirmek üzere bağımsız örgütlenmelerini, komitelerini korumalı, kendilerini yetiştirmekten vazgeçmemeliler. Aynı zamanda diğer mücadele eden veya örgütlenen işyerlerindeki işçilerle, bağımsız sınıf hareketine inanan mücadelelerle, derneklerle, platformlarla, sendikalarla ilişki kurmaya, birlikte mücadele etmeye de devam etmeliler. Yasal haklarımızı bile mücadele ederek alabildiğimiz koşullarda, birlik ve mücadele çok önemli. İşçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır. (Direnişteki Casper İşçileriyle birlikte hazırlanmıştır.)

Seçimlerin üzerinden bir ay geçmeden baskın için düğmeye basıldı. Üç Temmuz Pazar sabahı aniden yöneticilerin evlerine baskınlar yapıldı. Kısa süre sonra da baskın görüntüleri medyaya servis edildi. Şike operasyonunun hükümetin bilgisi dahilinde yapıldığı çok açık. Operasyonun sonuçlanmasına yakın, hükümet yasama yetkisini kullanarak şikeye verilen cezaları arttırmış, operasyonun yapıldığı kişiler ise medya yoluyla itibarsızlaştırılmıştır. Bu verileri yan yana topladığımızda AKP hükümetinin, futbolu da yargı ve medya gibi yeniden dizayn etme çabasını güttüğünü söyleyebiliriz.

Futbol: Yasal Kumar Ancak AKP’nin amacı ne olursa olsun, Türkiye’de futbolun hiçbir zaman temiz bir oyun olduğunu söyleyemeyiz. Rüşvetin ve yolsuzlukların kol gezdiği bir ülkede çok önemli bir rant kapısı olan bu sporun temiz kalmış olması düşünülemez. Yapılan bu operasyondan sonra da ne karar çıkarsa çıksın, futbol temizlenmeyecektir. Sadece kirliliği tescillenecek, deşifre olan futbolun patronları yerlerini başkalarına devredecek. Bazı kulüp yöneticileri ise, futbolun çok önemli bir ekonomi ürettiğini söyleyerek şike skandalının hasıraltı edilmesini açıkça talep ediyorlar. Oysa herhangi bir ülkede futbol diye bir şey olmazsa, o ülkede hiçbir şey değişmez. Ancak egemenler futbolun kitleleri uyutmasına her daim ihtiyaç duyarlar. Yasal kumarlarını yoksulların cebindekini almak için kullanırlar, hiç kimse bu rantı bırakmak istemeyecek. Bu nedenle, bu şike olayı da Ergenekon davası gibi adları zaten yıllardır bilinen birkaç ismin futboldan tasfiyesi ile sonlanacak; derin futbol, derin devlet gibi AKP eliyle tekrar organize edilecek.

5


Ýþçilerin Sesi

BÜROKRASÝ ÝÞÇÝ SINIFININ PASIDIR Devrimci uzlaþmazlýk ve ilkeli duruþ, sýnýfýn güveninin mücadele içinde saðlanmasý ve saðlamlaþtýrýlmasý sürecinde en geniþ devrimci esneklikle birleþir. Sýnýfýn siyasi gücünü ve öz güvenini kazanacaðý öz örgütlenmelerin þekillenmesi ve siyasal önderliðinin biçimlenmesi ancak bu bileþimle olabilir. N. Cemal Yukarıdaki başlık devrimci Marksist hareketin vurguladığı bir ifade olarak kalıcılaştığında, arkasında köklü bir tarih ve deneyim taşıyordu. Bu hastalık, gündemimize sendikal bürokrasi olarak damgasını vuran ve sınıf mücadelesi pratiğinde derin yaralar açan illetle sınırlı olmayıp, sınıfın iktidarında da kendini gösteren ve devrimin evlatlarının başını yiyen bir habis urdur. Sınıf mücadelesini ve emek örgütlerinin mücadeleci işlerliğini etkileyen ve devrimci dinamiğinden yoksun kılan bürokrasi olgusu, onu var eden sistemden ve mekanizmalarından bağımsız ele alınamaz. Siyasi niteliğinden soyutlanarak çözüme ulaştırılamaz. Bu durum özelde emek örgütleri açısından (sendika, dernek, kooperatif vs) geçerli olduğu gibi, genelde onları var eden mevcut sistem ve düzeni için de (kapitalizm, neo-liberalizm, AKP iktidarı vs) geçerlidir. Meramımız şimdilik, genel göndermeler dışında, sendikalar ve sendikal bürokrasi üzerinde durmaktır.

Bu Düzen Deðiþmeli 2 Temmuz 2010 tarihinde Ankara’ya gelen bir grup TEKEL işçisi, Türk-İş ve Tek Gıda-İş’i kölelik düzeni olarak niteledikleri 4C’ye karşı direnmeye çağırmış; “Mücadeleden kaçmayın. Görevinizi yapın” demişti. TEKEL işçilerinin sendikalarına görevlerini hatırlatmasının nedeni ise mevcut durumun aksi yönde olmasıydı. Türk-İş Genel Merkezi’ne girdiklerinde; “Burası emniyet müdürlüğü mü işçi sendikası mı?” sorusunu sormalarına yol açan bir manzara vardı. Binanın tüm katlarına polis yerleşmişti. Genel Başkan Mustafa Kumlu’nun çağrısıyla gelen polislerin uyguladığı şiddetten TEKEL işçileri nasiplerini aldılar. Dayanışma amacıyla gelen Tez Koop-İş Sendikası üyesi bir işçi, genel merkez binasında polisin işkenceli sorgusuna maruz kaldı. Türk-İş tarafından verilen cevap bundan ibaretti. Bu durum, sendika bürokrasisinin TEKEL direnişinde açığa çıkan somut görüntülerinden sadece biriydi. Birkaç gün sonra aynı TEKEL işçileri üyesi oldukları Tek Gıda-İş’e gittiler. Polis giriş bölümünde tehditler savurmakla yetindi. Sendikanın Ankara temsilcisi, “Ben atanmış biriyim” diyerek makam odasını terk etti ve gitti. Kısa süreliğine de olsa makam odası işçilerin oldu. Bu esnada, her şakanın altında bir gerçek yatar deyimini haklı çıkaran espriler başladı. TEKEL işçilerinden biri gerinerek makam koltuğuna oturdu. Telefonu kaldırıp odada bulunan “işgalci” işçilere baktı ve muzip bir ifadeyle telefonla konuşur gibi yaptı; “Amirim, teröristler sendikamızı bastılar. Lütfen yardım gönderin!” 6

Sendikal bürokrasinin işlerliğine ve çıkar ilişkilerine müdahale eden işçilerin “terörist” olarak nitelenmesi gerçeğini yansıtan bu mizansende trajikomik bir yön daha vardı; “O koltuğa oturunca öyle görünüyor…” Kısacası sorun; “dürüst, namuslu ve kişilikli sendikacılar” ile “üçkâğıtçı, şerefsiz ve yiyici sendikacılar” meselesi değil. Sendikal bürokrasi, kötünün yerine iyinin geçmesiyle veya ahlaki terimlerle çözülemeyecek kadar sistematik ve derin bir sorun. Mücadeleci TEKEL işçilerince yapılan bir espriden zorlama bir sonuç çıkarıldığını düşünenlere biraz daha geriye giderek somut bir görüntü sunalım: 1989’da başlayan Bahar Eylemleri’nin doruğu, 1990-1991’de gerçekleşen Zonguldak maden işçilerinin büyük greviydi. Maden işçilerinin yükselen mücadele dalgası üzerinde GMİS Genel Başkanı Şemsi Denizer adeta sörf yapıyordu. Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ı ve Yıldırım Akbulut Başbakanlığındaki ANAP iktidarını sallayan madenci grevinin ve büyük Ankara yürüyüşünün ön saflarında ve Şemsi Denizer’in yanında, “solcu ve mücadeleci” sendikacılardan birisi yer alıyordu: Atilay Ayçin. 1989 Bahar Eylemleri ile başlayan sınıf mücadelesinin arındırıcı ateşi yıllanmış bürokrat sendikacıları sıyırıp atmış, bürokrasi işçi sınıfının pasıdır nitelemesini ve mücadele süreçlerinde bu pasın atılacağı tespitini doğrulamıştı. Ama sendikalar yine aynı bürokratik işlerliğe ve sisteme sahiptiler. Geldik bugüne: O mücadeleci sendikacılar yeni tipte sendika bürokratları oldular. Neredeyse öncekiler kadar iktidar koltuklarına yapışarak yıllandılar. Koltuklarını ve ayrıcalıklarını terk edemediler. Mevcut sendikal sistem bürokratik yapıları sebebiyle, işçilerin kendi örgütleri olamayacağını bir kez daha göstermiş oldu. Eski hamam eski tas olduğu sürece, kurnanın başına geçenin kimliği önemli değildi. Tek Gıda-İş Sendikası’nın makam odasında direnişçi TEKEL işçilerince canlandırılan mizansenin hayata geçmiş örneklerinden birisi de Hava-İş Sendikası Genel Başkanı Atilay Ayçin’dir. Mesele ne kişiseldir, ne de kişilik sorunuyla açıklanabilir.

Ýþçi Sýnýfýnýn Kendi Örgütü Mevcut sendikaları ve işçi örgütlerini, sınıfın öz örgütlenmeleri niteliğinde kendi örgütleri kılabilmenin ilk koşulu, sınıfa sonsuz güvenmekten ve karar organları niteliğindeki işçi meclisleriyle doğrudan temsili gerçekleştirebilmekten geçiyor. Sınıfın öz örgütlerini yaratabilmek, bürokrasiden dert yanan “özgürlükçü” liberallerin hoşuna gitmeyecek bir ifadeyle, as-

lında sınıfın iktidar organlarını bugünden başlayarak oluşturmak anlamına da gelir. Dolayısıyla da sorun kelimenin gerçek anlamıyla siyasaldır ve gerek genel anlamda gerekse de özel anlamda sınıfın iktidarı sorunudur. Bu kavranmadığı sürece, “tarih tekerrürdür” söylemlerinin dışına çıkılamaz. Anti bürokratik hiçbir mücadele programatik ifadesini bulamaz.

Doðrudan Temsil İşçiler ve emekçilerin kendi öz eylemlerinden yansıyan gerçeklik; yalnızca ihtiyaçlarını değil, hayat tecrübelerini de kendilerine rehber edinmeleridir. Emekçilerin kendiliğinden tecrübelerine karşı elitist ve ikameci yaklaşımlar, en devrimci programın bile sınıf mücadelesi içindeki politik güncellenmesini engeller. Bu deneyimlerden yola çıkarak devrimci politikaların somutlanması gerekir. Sınıfın kendi örgütlerini yaratacak olan dinamik de, mücadele içinde güçlü kılacak olan dayanak da buradadır. Devrimci bir öznenin sınıf mücadelesi içinde üstünlük sağlayabilmesi de buna bağlıdır. Devrimci uzlaşmazlık ve ilkeli duruş, sınıfın güveninin mücadele içinde sağlanması ve sağlamlaştırılması sürecinde en geniş devrimci esneklikle birleşir. Sınıfın siyasi gücünü ve öz güvenini kazanacağı öz örgütlenmelerin şekillenmesi ve siyasal önderliğinin biçimlenmesi ancak bu bileşimle olabilir. Devrimci politika, en kritik anlarda bile ezilen yığınların sesine ve ihtiyaçlarına kulak vermekle oluşur. Ama hiç şüphesiz ki devrimci politikaların asli kaynağı daha geniş ve diyalektik bir açıdan bakabilmesidir. Bu noktada belirleyici olan ise, öz örgütlenmelerin yaratılması ve işçi meclisleri kanalıyla sağlanan doğrudan temsilin tesis edilmesidir. Bunun adı da işçi demokrasisinden başka bir şey değildir. Bugünün sendika bürokrasisini ve onu var eden sistemi başka türlü anlamak ve çözmek mümkün değildir. Öz örgütlenmeler sınıfın kendi örgütleridir, sınıf tarafından ve sınıfın içindeki politik özne(ler) ile oluşturulabilir. Öz örgütlerin sınıfın kendi örgütleri, devrimci örgütlerin ise sınıf için örgütler olduğunu unutmamak gerekir. Bürokrasi illetinin ölümcül darbeleri kadar, aşılabilirliğinin somut deneyimleri de mevcuttur. Paris Komünü’nden Ekim Devrimi’ne uzanan sürecin devrimci kazanımlarını, sınıfın kendi deneyimleriyle birleştirebilmek zorunluluğumuzdur. Komünistlerin çıkarı işçi sınıfının çıkarından ayrı değildir. Aslolan işçi sınıfının gündemidir; işçi demokrasisi, öz örgütlenmeler, devrim ve iktidar sınıfın gündemi kılınmalıdır.


Ýþçilerin Sesi

TEK GIDA-ÝÞ SENDÝKASI GENEL MERKEZÝ ÖNÜNDE TEK KÝÞÝLÝK DÝRENÝÞ: UÐUR DOÐAN Tek Gýda-Ýþ Sendikasý Genel Merkezi önünde tek kiþilik bir direniþ baþlatan Uður Doðan’la görüþtük, düþünce ve görüþlerini aldýk. N. Cemal 04.10.2010 tarihinde sendikalarını mücadeleye çağıran TEKEL işçileri de şu an oturma eylemi yaptığın Tek Gıda-İş Sendikası Genel Merkezi önüne gelmiş ve 2. TEKEL direnişini başlatmışlardı. Aynı noktada sen tek kişilik bir direniş yapıyorsun. Neler düşünüyorsun? TEKEL işçilerine sadece AKP Hükümeti değil, sendikaları da eziyet etti. Sendika Genel Merkezi, Genel Başkan Mustafa Türkel’in çağrısı üzerine gelen polislerce abluka altına alınmış ve TEKEL işçilerine karşı korunmuş. Türkel’in emriyle saldıran şoförü, korumaları ve özel güvenlikçileri TEKEL işçilerinden birisini de ağır yaralamışlar. İşten atıldığım için o tarihlerde burada yoktum ve hukuk mücadelesi vermekteydim. Türkel benim fiilen patronum sayılır ve onu iyi tanıdığıma da eminim. Hak ve hukuk tanımaz bir patronun yapabileceği her şeyi Türkel de yapar. Direniş sürecini anlatır mısın? 18 yıldan daha fazla bir süre bu sendikada çalıştım. Santral görevlisiydim. Ayağımda protez var yüzde 70 iş göremez raporuna sahibim. Klasik işverenler gibi ‘mali sıkıntımız var’ gibi bahanelerle beni 27.05.2009’da işten attılar ve ‘zaten emeklilik süren de dolmuş’ dediler. Asıl atılma nedenimi kafalarına göre ve şakşakçı biri olmamama bağlıyorum. Doğru bildiğimi söylemekten çekinmem. Dava açtım ve hakkımı sonuna kadar arayacağım dedim. 18.11.2009’da İstanbul 9. İş Mahkemesi’nden ‘işe iade’ kararım çıktı ve 30.03.2011’de de Yargıtay tarafından onaylandı. Avukatım durumu noter kanalıyla işverenim olan Mustafa Türkel’e ve Tek Gıda-İş’e bildirdi. Ardından da kendisiyle birlikte işbaşı yapmaya geldim. İşçi haklarını savunmak için kurulmuş bir sendikanın başkanı olduğunu iddia eden Mustafa Türkel ile kapıda karşılaştık ve hakaretler ederek beni korumaları eşliğinde dışarı attırdı. “Üçkâğıtçı” vs. gibi hakaretler etti. Hakkımı aramış olmam ve mahkeme kararıyla işe geri dönmem ‘işçi lideri’ geçinen Mustafa Türkel ağanın zoruna gitti. ‘Örnek’ bir sendikacı; kendi işçisine ne yaptığına bakın, sonra da bunların işçi haklarını savunup savunmayacağına karar verin. Diğer yöneticilerden farklı bir yakınlık ve yaklaşım var mı? İşyerim olan sendika merkezi önünde direnişe geçtim ve oturma eylemi yapıyorum. Elle yazdığım ve ‘sesleniş’ adını verdiğim metinleri her gün birkaç kez yüksek sesle okuyor, ‘gasp ettiğiniz haklarımı verin’ çağrısında bulunuyorum. Pasif saldırılar ve hakaretler sadece Türkel’den gelmiyor, hepsi aynı bunların. Şimdilik bir dövmedikleri kaldı, ama her şeyi deniyorlar. Okuduğum ‘sesleniş’ metinlerinden birinde Sendika Genel Mali Sekreteri Mehmet Karataş, camı açarak bana bağırdı. Beyefendi çağrımın içeriğinden rahatsız olmuş ve ‘kes sesini lan o… çocuğu’ dedi. Düzgün konuş diyerek uyardım. Bu sefer de, ‘Aşağı inersem senin bacaklarını kırarım…’ diyerek tehdit etti. Yıllarca o binada çalıştım ve ‘bacaklarını kırarım’ diyen zat bir bacağımın protez olduğunu biliyor. Başka engellemelerde bulunuyorlar mı? Sendikacılarda oyun bitmez. İşte gördünüz, siz gelir gelmez polis çağırmadılar mı? ‘Ben burada sade-

ce kendim için değil, TEKEL işçileri ve işçi sınıfı adına da direniyorum’, ‘sendika ağalarına karşı direniyorum’ diyorum ve rahatsız oluyorlar. Ben burada direnirken Tek Gıda-İş nasıl Genel Kurul yapacak? Türkel hangi yüzle Türk-İş yönetimine muhalefet etmeye kalkacak? Benim alnım ak ama aynı zamanda da onların yüz karasıyım. Beni görmek ve duymak istemiyorlar. Protesto ve taleplerimi ifade eden dövizlerimle beklediğim kaldırımdaki oturma eylemimin görünmesini engellemek için sendikaya ait araçları sürekli olarak önüme park ediyorlar. Devekuşu gibiler. Ben de kalkıp, ‘Mustafa Türkel İşçi Düşmanı!’ yazan dövizimle birlikte sendikanın önündeki kaldırıma geçiyorum. Daha da sinirleniyorlar. ‘Ben varım, buradayım ey devekuşları ve beni yıldıramayacaksınız’ diyorum. 20 günden fazla bu sürdü, araçlarını çektirdim vs derken yeni bir yol daha denemeye karar verdiler. Bu kez polisler gelerek ‘olay yeri tespit tutanağı’ yazdılar. Türkel’in iddiası, görünmemi engellemek için önüme park ettikleri araçlar ‘çizilmiş’. Hemen kamera kayıtlarına bakıldı, ifadeler verildi. Bu arada da ben, ‘kamera kayıtlarına bakarken işbaşı yapmaya geldiğim gün beni dışarı attığınız kayıtları da bulun bari’ diye takıldım. Güya, ‘gel iş başı yap’ demişler de ben gitmemişim. O nedenle de bu kez ‘haklı fesih’ yapmışlarmış. Dedim ya, sendika ağalarında oyun bitmez. Sınıf dostlarından destek alıyor musun? TEKEL işçileri telefonla arayıp moral destek veriyorlar. Casper direnişçilerinin ziyareti ise anlamlıydı ve duygulandım. Onlar sendikalarını ve örgütlenme haklarını savunmak için direniyor. Ben ise atıldığım işyeri sendika olduğu için, sendikaya karşı direniyorum. İşte siz de gördünüz; Casper direnişçileri, ‘bunda bir çelişki yok ve direnişçi işçiler olarak sınıf

dayanışması gerçekleştiriyoruz’ diyebiliyorlar. Önemli olan da bu değil mi? Son olarak ne söylemek istersin? Mustafa Türkel, benimle uğraşmayı bırak ve gasp ettiğin haklarımı ver. Benimle uğraşmak yerine, son kalemiz olan kıdem tazminatlarının elimizden alınmasına karşı mücadele et. Yalancı pehlivanlık yapıp, TEKEL işçilerine verdiğin yalancı şeref sözleri gibi; ‘Kıdem Tazminatları için kimsenin görmediği büyüklükte eylemler yapacağız’ diyerek, Türk-İş yönetimiyle koltuk pazarlığı yapma. Hodri meydan, haydi mücadeleye! Genel Kurulunuzu direniş çadırıyla, seçimlerinizi açlık greviyle karşılayacağım, bilesiniz!

YARGITAY TEKEL ÝÞÇÝLERÝNÝ HAKLI BULDU Geçtiğimiz yıl TEKEL işçileri mücadeleleriyle tarih yazdılar. Tek Gıda-İş Sendikası Genel Merkezi bu mücadeleyi önce çadırları söktürerek sona erdirdi, ardından mücadeleyi sürdürmedi ve sendikadan da uzaklaştırmak üzere olağanüstü şube genel kurulları topladı. TEKEL işçilerinin bu kongrelere katılması engellendi. TEKEL işçileri, delege seçimlerinde listeye konulmadılar ve oy kullanamadılar. Böylece 78 günlük Ankara eyleminde deneyim kazanan işçilerin şube genel kurullarını etkilemeleri ve mücadeleden yana şube yönetimleri oluşturmaları engellendi. İstanbul Cevizli TEKEL işçileri, sendika yönetiminin bu engellemesine karşı dava açtılar. Cevizli Tekel Fabrikası’nda çalışan ve Tek Gıda-İş Cevizli/Kartal Şubesi’ne üye olan 280 TEKEL işçisi de 22-25 Haziran 2010 tarihleri arasında yapılan delege seçimlerine alınmadılar. İsimleri listede yer almadığından oy kullanamadılar. Bu haksız ve anti-demokratik uygulamaya karşı, 280 TEKEL işçisi adına sembolik olarak Metin Arslan tarafından dava açıldı. Delege seçimlerinin iptali ile şube olağanüstü genel kurulunun tedbiren durdurulması istendi. Dava henüz açılmışken Temmuz ayında gerçekleştirilen olağanüstü genel kurulun iptali istemiyle de ikinci bir dava açıldı.

TEKEL işçileri yok sayılarak gerçekleştirilen delege seçimlerine ilişkin davaya bakan Kartal 2. İş Mahkemesi, 21.12.2010 tarihinde acele bir kararla ve “işçilerin fiilen çalışmaması” gerekçesiyle davayı reddetti. Yargıtay 9. Hukuk Dairesi ise 12.04.2011 tarihinde, mahkemenin kararını haksız ve hukuka aykırı bularak bozdu. Yargıtay kararı, anti-demokratik yöntemlerle sendika içi demokrasinin ihlal edildiğini açıkça ortaya koyar nitelikte. Kararda özetle şöyle deniyor; “…davacı ve benzer durumda olan işçilerin delege seçimlerine sendika üyesi olarak katılıp oy kullanmalarına engel olacak şekilde yapılan seçimlerin iptali gerekir. …Sendika tüzüklerinde delege seçilmeyi engelleyici hükümler konamaz şeklindeki düzenleme ile yasa koyucu sendika organlarında görev almayı, dolayısıyla sendika içi demokrasiyi sağlamayı amaçlamıştır.” Bu kararın ardından, Kartal 2. İş Mahkemesi’nde dava yeniden görülecek. Seçimlerin iptaline yönelik verilecek karar, hem Tek Gıda-İş Sendikası’nın antidemokratik yöntemlerini tescillemiş olacak, hem de sendika bürokrasisinin oyunlarına karşı emsal niteliği taşıyacaktır. / İşçilerin Sesi-Haber

7


Ýþçilerin Sesi

DOÐRU STRATEJÝ SÝYASÝ ÇÖZÜM POLÝTÝKASIDIR Yirmi yýl önce denenmiþ ve iflas ettiði görülmüþ politikalara geri dönmek, sorunu daha da büyüteceði gibi, AKP’yi de bu iflas etmiþ politikalarý izleyen siyasi partilerin yanýna, siyaset mezarlýðýna gönderecektir. Aykut Özer Diyarbakır-Silvan kırsalında meydana gelen ve 13 askerin ölümüne yol açan silahlı çatışma ülkenin siyasi gündeminde bomba etkisi yarattı. Çünkü son üç yılda, devlet güçleri bir defada bu kadar büyük çaplı bir kayıp yaşamamıştı. Olayın ardından, Başbakan Erdoğan bir yandan Kürt siyasi hareketi ve onu destekleyen Kürtleri tehdit ederken diğer yandan farklı bir strateji izleyeceklerini duyurdu. Kürt siyasi hareketi ve Kürtlere dönük tehditler ülke çapındaki yansımasını hemen buldu. Bir yandan BDP binalarına yönelik saldırılar yoğunlaşırken diğer yandan ülkenin çeşitli yerlerinde Kürt emekçilere yönelik linç saldırıları hız kazandı. Özellikle İstanbul’un Zeytinburnu ilçesinde günlerce süren ırkçı-faşist saldırıların sonucu çok sayıda Kürt linç girişimine uğrayarak yaralandı, Kürtlerin ev ve işyerlerine yönelik saldırılar nedeniyle de çok sayıda ev ve işyeri hasar gördü. Aslında hükümet politikası ve Başbakanın son açıklamalarıyla örtüşen bu saldırılar, devletin kolluk güçlerinin denetim ve icazeti altında gerçekleşti. Siyasi iktidar, Kürtlere dönük baskı, korkutma ve sindirme politikası izleyerek onların örgütlülüğünü dağıtma ve Kürtleri, Kürt siyasi hareketinden uzak tutma politikası izlemektedir. Bu politika süreklilik taşımakla birlikte özellikle tasfiye politikasının darbelendiği durumlarda hız ve şiddet kazanmaktadır. Bu noktada, Habur fiyaskosunun hemen ardından yaşanan olaylar ve özellikle İzmir’de DTP konvoyuna yapılan saldırı hatırlanmalıdır. Son gelişmeler de bu çerçevede değerlendirilmeli, yaşanan saldırı ve linç olaylarının siyasi sorumlusunun AKP iktidarı olduğu bilince çıkarılmalıdır. Başbakanın tehditlerinin sonuçları bu şekilde ortaya çıkarken, farklı stratejinin de, kendilerinin ifadesiyle, “terörle mücadelede” polise daha fazla görev verilmesi ve bu bağlamda binlerce özel harekâtçı polisin bölgeye gönderilmesi olduğu ortaya çıktı. Aslında bu stratejinin hiç de yeni olmadığı, 1990 lı yılların uygulamasına geri dönüş anlamı taşıdığı görülüyor. Söz konusu yıllar, “faili meçhul” cinayetlerin, yargısız infazların ve sivil halka yönelik kötü muamele ve işkencelerin zirve yaptığı yıllardır. Siyasi iktidar, bu yılları hatırlatarak, Kürt halkını tehdit etmekte ve sindirmeye çalışmaktadır. Bugün bölgenin çeşitli alanlarında on binlerce askerle gerçekleştirilen operasyonların özel harekâtçı polislerle yapılması, askeri açıdan 8

mümkün değildir. Polis gücü vasıtasıyla yerleşik halkı hedef alacaklardır; dolayısıyla bu süreçten en fazla bölge kırsalında yaşayan yoksul Kürtler zarar görecektir. Zaten konuya “terörle mücadele” perspektifi ile yaklaşan MHP lideri Bahçeli, “Karakol polisi Cilo Dağı’nın tepesinde ne yapacak?” diyerek bu plana karşı çıkarken, CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu 1990 lı yıllara dönülmesinden endişe duyduğunu açıklamıştır. Kürtler ise, bu tür tehditlerin kendilerini yıldıramayacağını, kendilerinin “eski Kürt” olmadıklarını belirtmişlerdir.

Sorunlarýn nedeni tasfiye politikasýdýr Siyasi iktidarın Kürt sorunu karşısındaki temel stratejisi, Kürt siyasi hareketini tasfiye etmektir. Tasfiye politikası iki temel hedefe yöneliktir. Birincisi, bağımsız Kürt siyasi hareketini Kürt halkından kopararak rejime entegre etmek; bu yapılamazsa sınırlandırıp, etkisizleştirip marjinalleştirmek. İkinci olarak, PKK güçlerini silahsızlandırmak. “Demokratik Açılım”dan, Habur’dan PKK militanlarının girişine izin verilmesine, YSK’nın veto girişiminden Hatip Dicle’nin vekilliğinin gaspına, KCK ve öteki siyasi operasyonlardan tutuklu milletvekillerin hapiste tutulmaya devam edilmesine kadar, bütün politikalar bu strateji çerçevesinde hayata geçirilmektedir. Doğal olarak, Kürt siyasi hareketi bu politikaya direnmektedir. Bir yandan Meclis’i boykot ederek, gurup toplantılarını Diyarbakır’da yaparken diğer yanda demokratik özerklik kararını ilan etmekte ve bu yöndeki çalışmalarını derinleştirme yönünde adım atmaktadır.

Son siyasi gelişmeler ve can kayıpları aslında sürpriz değildir. Kürt siyasi hareketi ve çeşitli Kürt çevreleri, uzun süredir, askeri ve siyasi operasyonların durdurulması ve sayıları iki bini aşan tutuklu Kürt siyasetçinin serbest bırakılmasını talep etmektedir. Buna karşın siyasi iktidar, hem askeri operasyonları hem de siyasi tutuklamaları sürdürmekle kalmamakta, genel seçimlerde ortaya çıkan Kürt halkının iradesinin Meclis’e yansımasının önüne çeşitli engeller koymaya çalışmaktadır. Askeri operasyonların sürmesi her iki taraftan artan ölümleri getirirken, siyasi operasyonlar, Kürt siyasi hareketinde kendi içine dönme eğilimini güçlendirmektedir. Bu da, Kürt sorunu temelli, siyasi ve toplumsal gerilimin yükselmesini beraberinde getirmektedir. Yaşanan bunca deney ve gerilimden sonra siyasi iktidar, seçimlerde aldığı yüzde elli oy oranına dayanarak, Kürtleri dize getirebileceği yönündeki yanlış kanaatini bir an önce terk etmelidir. Kürt meselesinin, rejimin ve siyasi iktidarın yumuşak karnı, “Aşil topuğu”, olduğunun bilincine varmalı, tasfiye politikalarını terk ederek, Kürt siyasi hareketi ile sorunun çözümüne yönelik müzakerelere başlamalıdır. Askeri ve siyasi operasyonları durdurarak özgür ve barışçı bir tartışma ortamı yaratmalıdır. Gerek can kayıplarının gerekse siyasi ve toplumsal gerilimlerin önüne geçmenin yolu budur. Yirmi yıl önce denenmiş ve iflas ettiği görülmüş politikalara geri dönmek, sorunu daha da büyüteceği gibi, AKP’yi de bu iflas etmiş politikaları izleyen siyasi partilerin yanına, siyaset mezarlığına gönderecektir.


Ýþçilerin Sesi

HÜKÜMET PROGRAMI: KIDEM TAZMÝNATI HAKKINA BÜYÜK BÝR SALDIRI Yunus Öztürk Başbakan Tayyip Erdoğan “ustalığını” ilan ettiği 61. Hükümet programına göre, kadın ve erkek işçilerin, emekçilerin, işsizlerin ve gençlerin güvenli gelecek hakkından bir pay daha eksiltiyor. Programda büyük bir saldırı özelliği taşıyan iki hedef bulunuyor: kıdem tazminatının kaldırılması ve esnek çalışma. Hükümet Programının “işsizlikle mücadele”ye ayrılan bölümünde kıdem tazminatının kaldırılacağı ve yerine bir fon kurulacağı ilan ediliyor: “İşçilerin büyük çoğunluğunun alamadığı, işletmelerin üzerinde ödeme baskısı oluşturan, çalışma hayatının en önemli sorun alanlarının başında gelen kıdem tazminatı sorunu, kazanılmış hakları koruyan ve bütün işçilerin kıdem tazminatını garanti altına alan bir fon oluşturularak çözülecek” deniliyor. Uzun zamandır gündemde olan kıdem tazminatının fona bırakılması, ilk kez AKP hükümeti tarafından uygulamaya konulmak isteniyor.

Kýdem Tazminatý nedir?

1936 yılında başlayan ve 1975 yılından bu yana süren kıdem tazminatına göre, patronlar 1 yıldan fazla süredir işyerinde çalıştırdığı işçiyi (sebepsiz olarak) işten çıkardığında veya işçinin emeklilik süresi dolduğunda, işçinin çalıştığı her bir yıl için 30 günlük giydirilmiş brüt ücreti tazminat olarak öder. Çalıştığı yıla göre 15 günden 8 haftaya kadar da ihbar tazminatı ödenir. Yıllık tazminat ödemesinin her yıl tavanı değişir. Bu yılın tavanı 2 bin 623 TL’dir. Kıdem Tazminatının bir fona bağlanacağı, 2003 yılında AKP hükümetinin çıkardığı İş Kanunu’nda yer alıyordu. Sekiz yıl önce ilgili kanunda bu madde için “kanunla düzenlenir” denilerek zamana bırakılmıştı. Öyle anlaşılıyor ki, AKP yüzde 50 oy desteğiyle şimdi zamanıdır, diyor. İşçi sınıfına en etkili saldırısını gerçekleştirmek üzere hazırlanıyor. Kıdem tazminatı hakkının bir fona devredilmesi demek, patronların kıdem tazminatından kurtulmaları ve onlar yerine bir fondan ödeme yapılması demek. Böylece patronlar için işçi çıkarmanın maliyeti azalmış olacak. Diğer yandan, patronların söz konusu fona ödeme yapmamaları ya da eksik ödeme yapmaları durumunda (tıpkı sosyal güvenlik primlerinde olduğu gibi) fon açık verebilecek ve bu açık kamunun üzerine yıkılabilecek. Kısaca fon uygulaması, kıdem tazminatı hakkının budanmasıdır, patronların rahatça işçi çıkarmasının önünü açacaktır. Aynı zamanda fonların denetiminin hükümetlerin elinde olması, örneğin AKP için cari açığa yama için fondan yararlanması anlamını da taşıyor. Fonda biriken paralar düşük faizlerle, kamu kâğıtları eliyle değersizleştirilecek. Sonuç olarak, Zorunlu Tasarruf Fonu, Konut Edindirme Fonu vb.nin başına ne geldiyse, Kıdem Tazminatı Fonunun başına da benzeri gelecek.

Kiralýk Ýþçilik, Esnek Çalýþma, Güvencesizlik Artacak Belki her şeyden daha önemlisi, patronlar “kıdem tazminatınız devlet fonunda birikiyor” diyerek, işçileri istedikleri sürelerde çalıştıracaklar. Böylece, “işçi kiralamak”, “part-time çalışma”, esnek çalışma yaygınlaşacak. Bugün birçok işyerinde devam eden fiili ya da hukuk mücadelesinin büyük bölümü “işe iade” ve “alacak” talepleri içeriyor. Eğer İşçiler de, kıdem tazminatlarının bir fonda biriktiği inancına kapılırlarsa, bu tür talepler için mücadeleye girişmeyecekler. Patronlar ise, “git tazminatını devletten al” diyebilecekler. O güne kadar karşılarında muhatap olar patronları gö-

ren işçiler, tüzel bir kuruma karşı mücadele etme durumunda kalacaklar. İşçi-işveren arasındaki ilişkide genel algı ve bağda yaşanacak değişimle, işçi sınıfının“güvenli gelecek” hakkına büyük bir darbe vurulmuş olacak. Çalışanlar için güvencesiz bir geleceğin yasalarla sermaye lehine güvenceye dönüştürülmesiyle birlikte, toplumun ve çocuklarımızın geleceğine ipotek konulmuş olacak. 61. Hükümet programında, “esnek çalışma” biçimlerinin uygulamaya konacağı ifade ediliyor. Geçen hükümetin Torba Yasa’dan, sendikaların baskılarından çok genel seçimler nedeniyle son anda çıkartmak zorunda kaldığı “esnek çalışma” biçimleri devreye girecek. “Part-time işçi”, “evden çalışma”, “çağrı üzerine çalışma”, “ödünç işçilik”, “ özel istihdam (işçi kiralama) büroları” vb. gibi işçi sınıfının daha yoğun sömürüsüne yasal olanak verecek uygulamalar hükümet programında yer alıyor.

AKP Sermayeyi Kolluyor AKP hükümeti “İstihdamın artırılması ve kayıt dışının azaltılmasını” amaçladıklarını söylüyor. Yeni iş olanakları için “güvenceli esneklik” gerektiğini ileri sürüyor. “İşgücü piyasasının katılıklarını gidermek”ten söz ediyor. Nedir işgücü piyasasındaki katılık? İş güvencesi. Sermayenin kolayca işçi atamaması. Tam gün sigorta. Gerçek ücret üzerinden sigorta. Zorunlu mesainin sınırlandırılması. Günlük çalışma saatinin 7,5 saat olarak belirlenmesi. Kıdem tazminatı hakkı. Bütün bunlar sermaye sınıfı için “katı” sayılıyor ve “esnek” olmasını istiyorlar. Çalışma saatleri esnek olsun istiyorlar ki, günde 12 saat çalışmaya karşı fiili ve hukuki mücadelenin önü kesilsin; patronlar yasal güvenceye sahip olarak işçileri uzun saatler boyunca çalıştırma hakkını elde edebilsin.

Hükümetin Ýddiasý Yanlýþ Kıdem Tazminatını “İşçilerimizin büyük çoğunluğu alamıyor, işletmelerin üzerinde ödeme baskısı oluşturuyor…” Öyleyse, kaldırılsın! Bu iddia doğru değil. İşçiler neden kıdem tazminatını alamıyor? Bunun cevabı çok açık! Sermaye işçinin hakkını ödemiyor ve git mahkemede hakkını ara diyor ve bu süreç en az bir buçuk yıl sürüyor. Kıdem tazminatı, işverenler üzerinde ödeme baskısı oluşturuyor mu? Maddi olarak kesinlikle hayır! Ancak işveren işten attığı işçiye para vermek ağırına gittiği için kıdem tazminatı ona ideolojik olarak ağır geliyor. Hem işten atıyor hem de üzerine para ödüyor! Bu fikrin kendisi bile işverenleri rahatsız ediyor.

61. Hükümet, işverenlerin elini hem işçi atmak konusunda hem de esnek çalışmayı en uç düzeye yükselterek, sermayeye katı gelen işçi haklarını esnekleştirerek sermayeye büyük bir hizmet vermek için harekete geçecek.

Hükümet Sendikalarý Üye Ýstatistikleriyle Tehdit Ediyor Çalışma Bakanı Faruk Çelik, ilk Üçlü Danışma Kurulu toplantısını 12 Temmuz günü Türk İş, DİSK, Hak-iş ve TİSK temsilcilerinin katılımıyla bakanlıkta gerçekleştirdi. Hükümet programı Meclis gündemindeyken toplanan Üçlü Danışma Kurulunda konunun gündeme gelmediği söyleniyor. Bakan Çelik toplantının ardından yaptığı açıklamada “Çalışma hayatının önündeki bütün konuları rahatlıkla tartışabileceğimiz ortamın olduğunu” belirtti. Bu “rahat ortam” nasıl sağlandı, dersiniz? Bunun bir cevabı aynı gün içinde sendika üye istatistiklerinin tek maddelik bir kanun maddesiyle 1 Temmuz’dan 31 Aralık tarihe ertelenmesinde gizli. Kanun teklifini meclisteki partiler de imzalamış. Böylece oy birliği de sağlanmış!

Yüzde 10 Barajý Tehdit Unsuru Nedir üye istatistikleri? Bir sendika işkolunda sigortalı çalışan işçilerin yüzde 10’u kadar işçiyi üye yapabilirse toplu sözleşme yapma yetkisine sahip oluyor. Herkes biliyor ki, en iyi de bakanlık biliyor, birçok sendikanın üye sayısı yüzde 10 barajını aşmaya yetmiyor. Kağıt üzerinde üye sayıları yüksek olsa da toplusözleşme yapılan işçi sayısı gerçek rakamın çok altındadır. Hükümet yüzde 10 barajı silahını sendikalara çevirerek onlardan kıdem tazminatı fonu konusunda taviz koparmaya çalışacak. Ve tabii ki, ek bir maddeyle belki, “... Tarihinden sonra işe başlayanların kıdem tazminatı fondan ödenecek” gibi bir madde konularak, hak sahibi işçilerin büyük bölümünü etkilemeyecek tezini ileri sürecekler.

Sendika Baþkanlarý Ne Yapacak? Sendikalar her ne kadar kıdem tazminatına dokunursanız bunu grev sebebi sayarız, deseler bile, “işlerini” (profesyonel sendikacılık mesleğini/ koltuklarını) kaybetmemek için, bir ara formül bulmayı tercih edecekler. Kuşkusuz henüz fonun nasıl işleyeceğine dair somut bir öneri bulunmuyor. Ancak eğer AKP, kıdem tazminatını kaldırma hedefini, hükümet programına madde olarak koyabildiyse, emin olun ki, bugünkü sendika yöneticilerinden hiçbir korkusu olmadığı için. İşçiler eğer kazanılmış haklarını korumak isterlerse, kendi bağımsız güçlerine, işyerlerinde sahip oldukları birliklerine dayanmak zorundadır.

9


Ýþçilerin Sesi

FON, PATRONLARA KAYNAK AKTARMANIN ADIDIR B. Umutcan AKP seçimlerde aldığı yüzde 50 oyla üçüncü dönem iktidarını pekiştirdi. Oylarının çoğunluğunu işçilerden, emekçilerden, işsizlerden ve yoksul halk kitlelerinden alan AKP’nin ilk icraatı, yine bu kesimler karşı saldırı oldu. Bu saldırının ilki Kıdem Tazminatı Fonu’dur.

Fon’lar 12 Eylül’ün Ürünüdür 1980 darbesinden sonra iktidara gelen Çankaya’nı şişmanı işçi düşmanı Özal, 1987 yılında Konut Edindirme ve Yardım (KEY) Fonu oluşturdu. Yürürlüğe giren fon, 10 kişiden fazla işçi çalıştıran işyerlerindeki işçilere ve ev sahibi olmayan emeklilere uzun vadeli konut edindirme yardımı yapılmasını öngören bir fondu. Fon, 3320 sayılı Memurlar ve İşçiler ile Bunların Emeklilerine Konut Edindirme Yardımı Yapılması Hakkında Kanun ile düzenlendi. Bu fon 1995 yılı sonuna kadar sürdü. 1996 yılında çıkarılan başka bir kanunla konut edindirme hesapları tasfiye edildi. Ancak Türkiye Emlak ve Kredi Bankası’nda, Toplu Konut ve Kamu Ortaklığı İdaresi Başkanlığı (TOKİ) adına açılan hesapta toplanan bu yardımların hisse senedi veya nakit olarak hak sahiplerine ödenmesine ilişkin 2008 yılına kadar hiçbir açıklama yapılmadı. Çünkü fonun içi boşaltılmıştı. Boşaltılan bu fon, buhar olup uçmadığına göre nereye gittiğini bu fonu kullananlar gayet iyi biliyorlar.

Konut Edindirme Fonunun ardından boş durmayan hükümetler bu kez de Tasarrufu Teşvik (Zorunlu Tasarruf) Fonu oluşturuldu. Bu fonda 1996–97 de kuruldu. Akıbeti de KEY gibi oldu, içi boşaltıldı. Sermaye çevrelerine peşkeş çekildi. Sonuç olarak bu fon da 2002 yılında emekçilerin zararına olacak biçimde tasfiye edildi.

Ýþsizlik Fonu Ne Durumda? Ardından AKP hükümetinin iktidarı döneminde işsizler umut olarak sunulan İşsizlik Fonu oluşturuldu. Sözde işsizler işsiz kaldıklarında bu fondan iş bulana kadar yararlanacaklardı. Fonun kapsamı 30’dan fazla işçi çalıştıran işyerlerindeki işçileri kapsayınca, fonda biriken parayla bu fondan yararlanan işçilere ödenen miktar arasındaki açı, işsizler lehine bozuldu. DİSK-AR’ın “İşsizlik Sigortası” raporuna göre, İşsizlik Sigortasının uygulamaya başladığı 2002?den Haziran 2011 tarihine kadar 49 milyar TL’lik devasa bir kaynak oluştuğunu, 5 milyon işsizden sadece 165 bininin fondan faydalandığını öğreniyoruz. Fonun 12 milyon TL’sinin işsizlik ödemeleri haricinde kullanıldığına dikkat çekildi. Kısacası bu güne kadar hükümetler tarafından kurulan ve işçilerden kesilen paralarla oluşturulan bütün fonlar, işçi ve emekçilerin çıkarlarına kullanılmıyor. Ne hikmetse bu fonlar işçilere ve emekçilere yar olmuyor!

VÝÞNE-REKABET KURULU-MÜSTAHSÝL MAKBUZU… Ömer Yýldýz Vişne taze, suyu ve konsantresi tüketildiği gibi reçel, komposto vb. şekilde de tüketilebilen önemli bir meyve. Bizim için önemi bizim geçim kaynağımızın kiraz ve vişne oluşu. Ülkenin her yerinde rahatlıkla yetişebildiği gibi bazı bölgelerde sıklıkla ve satış oranı yüksek olarak yetiştirilir. Afyon’un Çay, Sultandağı ilçelerinde bu miktar on binlerce tona ulaşır. İki binli yılların başından beri vişne üreticisi çok para kazanamaz. 50 kuruş civarında dolanır durur. Gübresi, sulaması, ilacı vs. bakımı ile toplaması zaten en az 80-100 kuruş civarında maliyet ortaya çıkardığından hep çiftçiyi zor durumda bırakmıştır. Meyvede bir yıl para etmedi değiştir şansın olmaz. Meyvenin özelliğine göre 10-15 yıldan önce dönüştüremezsin bahçeyi. İşte bu yüzden vişne uzun süredir bahçede değiştirilmesi gereken meyve olmuştur. Gübresi az atılarak, az sulanarak, ilaç atılmayarak maliyet düşürülmeye çalışılır. Zaman içinde dönüşüm için ağaç aralarına kiraz ya da başka meyveler dikilerek dönüştürülür. Asıl sorun ise toplaması. Bazen çiftçi toplamaz. Ya da kendisi toplayabildiğini toplar gerisi ağaçta kalır. Çünkü günlüğü 25 lira olan işçilik 10

ücreti çok gelir. İşçi günde 50 kilogram toplasa 50 kuruştan 25 lira yapar. İşte bu durum aslında müsebbiplerinden ziyade mağdurlarını karşı karşıya getirir. Çiftçi işçiye kızar, işçi az para teklif eden çiftçiye. Aslında sorun anlaşma yapan firmaların fiyatı düşük tutmasıdır. Bu yıl birçok bölgede ürün olmadığında vişne 2,50 liradan alınmaya başladı. Çiftçi fiyattan memnun- ve asıl ironi bir başka çiftçinin mahsulü olmadığı ya da dolu don vurduğu için bu paraya yükseldi- toplamaya başladı. Hem de çok bulduğu işçi ücretinden memnun hatta 28 lira ücret vererek toplatmaya başladı. Elbette işçinin sıcakta çalışma karşılığı değil ancak işçi ile küçük çiftçi barış halinde çalışıyorlardı. Bugün vişne fiyatı 2,20 ye düştü. İşte mesele burada başlıyor. Alıcı firmalar fiyattan rahatsız. Günlerdir toplantı teklif edildiği, firmaların bugün yarın fiyat belirlemek için toplanacakları konuşuluyordu. Sonunda bu akşam haber geldi ve vişne düştü. Bu durum Rekabet Kurulu tarafından rekabet kanununa göre suç. Birçok defa yapılan şikâyetlerde soruşturmalar yapıldı. Bu toplantıların Konya Akşehir’deki otellerde yapıldığını ve tüm firmaların harfiyen buna uyduğu herkes tarafından bilinirken nasıl oluyor da rekabet kanununa göre ceza almıyorlar.

Kýdem Tazminatý Fonu, Hak Gaspýdýr 61.Hükümet programında yer alan Kıdem Tazminatı Fonu, önceki fonlarda olduğu gibi işçi ve emekçilerin çıkarlarını korumayacaktır. Basına yansıdığı gibi, kıdem tazminatı fonundan yararlanmak 10 yıl sonra mümkün olacaksa, hükümet yeni fonu iç borçlanma için 10 yıl süreyle kullanma olanağını bulacak demektir. Ayrıca patronların üzerinden kıdem tazminatı yükü kalkacak. İşçiler ise kazandıkları çok önemli bir hakkı kaybedecekler.

Birleþik Mücadele Ýhtiyacý Bu konuda sendika yönetimleri bildik tavırlarını tekrarlıyorlar. Göstermelik basın açıklamaların dışında ne yapıyorlar? Bilinçli işçilere görev düşüyor. Dağınık olan örgütlenmeleri bir çatı altında toplayacak ve işçi ve emekçilerin güvenini kazanacak mücadelelere acil ihtiyaç var. Bu doğrultuda “Kıdem Tazminatının Kaldırılmasına, Esnek-Güvencesiz Çalışmaya, Kiralık İşçiliğe Karşı Birleşik Mücadeleye!” sloganıyla ilk eylemi örgütleyen Herkese Güvenli Gelecek Sağlık Platformu bir deneyimi ifade ediyor. Deneyimlerimizi artırmalıyız.

Durum çok basit bir dikkatsizlikten kaynaklanıyor. Müstahsil çiftçi ürününü getirip tüccara veriyor. Tüccar “geçici kantar fişi” kesiyor. Aslında “müstahsil makbuzu” kesmesi gerekirken kesmeden çiftçiyi “kantar fişi” ile gönderiyor. Aldığı ürünü kayıt altına alabilmek için –tabi kendi istediği kadarını- müstahsil makbuzu kesmek zorunda. Müstahsil makbuzlarını seçtiği çiftçilere imza attırarak esas nüshayı vermeden kesiyor. Üzerine birim fiyatı her biri farklı farklı yazıyor anlaşma gereği. Böylece Rekabet Kurulu’na karşı delil üretiyorlar. Farklı farklı birim fiyatlarla “rekabete engel yok” diyerek savunuyorlar kendilerini ve her seferinde ceza almadan kurtarıyorlar. Hâlbuki her çiftçi ürününü satarken müstahsil makbuzu istese ve gerçek değerini yazmak zorunda kalacak olan alıcı firmanın oyununu bozsa bu toplantılarda kararlar alınıp emeğimiz çalınmayacak. Tüm çiftçi ürününü satınca gerçek fiyat ve miktarda “müstahsil makbuzunu” alırsa rekabet kurulunda alıcı firmaların bir kozlarını ellerinden almış oluruz. Ayrıca bu makbuzlarda “bağ-kur kesintisi” yapılmakta. Bu kesintiyi de sigorta priminize saydırabilirsiniz. Bir görevde alıcı firmalara aracılık eden komisyonculara düşüyor. Komisyoncular bilerek ya da bilmeden bu duruma alet olmayıp “müstahsil makbuzu” kesilmesini sağlaması gerekmektedir.


Ýþçilerin Sesi

TARÝHÝ KÖKLERÝNE DAYANAN BÝR SENDÝKAL MÜCADELE VE ÖRGÜTLENMEYE ÝHTÝYAÇ VAR Deri, Kundura ve Tekstil Ýþçileri Derneði Baþkaný Uður Parlak ile deri iþçilerinin örgütlenme sorunlarýný ve son bir yýl içinde yürüttükleri faaliyetleri konuþtuk. B. Umutcan Bugün sektörde yetkili bir sendika olan Deriİş sendikasına rağmen neden bir dernek kurmak zorunda kaldınız? Bugün sendikalar sermayenin elinde. Bir örnek vermek gerekirse, bugün sözde çıkış yapan 10 sendikanın genel başkanlarından en solda görünen olan Deri-İş sendikasından bahsetmek isterim. Bugün emperyalizme, liberalizme ve gericiliğe, vahşi kapitalizmin uygulamalarına karşı mücadele ettiklerini bir deklarasyonla öne çıkartan sendikalardan biri olan Deri-İş, 2006 yılında Avrupa Birliği Sosyal Fonlarından destek aldı. Bu fonların amacı işçi sınıfını ideolojik olarak sermayeye teslim etmekti. Deri-İş, sınıf sendikacılığı açısından 1992-1996 yılları arasında örnek olarak gösterilen bir sendikaydı. 1996 yılındaki ölüm oruçları sırasında dayanışma amacıyla bir günlük üretimi durdurma eylemi gerçekleştirilmişti. Bu noktadan neoliberal tezleri savunan bir sendikaya dönüştü. Yani yıkılmaya çalışılan sermaye sınıfının safına geçmiş oldu. İşçi sınıfı bu durum karşısında dövünmek yerine 150 yıllık işçi sınıfının deneyimlerinden ve taktiklerinden yararlanmalı ve örgütlenmelidir. Bizim yaptığımızda budur. Sendikalar sınıfın karşıtı sermayenin uzantısı haline gelmişse ve biz buralardan işçi sınıfının öncüleri olarak tasfiye ediliyorsak, bu noktada yakınmak yerine alternatif örgütlenmeler yaratmak zorundayız. Bu örgütlenme şekli dernek olur, komite, konsey olur vs… bu birliklerin tek bir amacı vardır. İşçi sınıfının örgütlenmesi ve mücadeleye sevk edilmesidir. Derneği bu amaca hizmet etmek için kurduk. Bu alanda daha önce yaşanan deneyimlerden bahseder misiniz? Bu derneği oluşturan işçi arkadaşlar, işçi sınıfı mücadeleleri içinde 25-30 yılı bulan deneyimlere sahipler. Aramızda 1992- 1995 arasında Deriİş içinde birlikte mücadele ettiğimiz arkadaşlarımız bulunuyor. Bizim için dernek tek örgütlenme modeli değil işçi sınıfının ihtiyaçlarına bağlı olarak bütün özgül örgütlenme modellerine de açığız. Derneğimiz gelecekte yeterli bir sayıya ulaştığında bunun sendikal örgütlenmeye dönüşebileceği, benzeri derneklerle bir araya gelerek bir üst yapı kurumunda buluşabileceği anlayışını benimsiyoruz bunu da tüzüğümüzde ifade ettik. Derneğimizin bizce önemli bir işlevi işçi sınıfının tüm bölünmüşlüğüne karşın, bölünmenin moda olduğu bir süreçte biz bu durumu işçi sını-

fının bir zenginliği olarak kabul edip, ortak çıkarlar temelinde örgütlenebileceğini gösterdik. Geçmişin deneyimleri ışığında hareket edildiğinde o sendikalardan bile daha etkin olan mücadele araçlarının yaratılabileceğini göstermek istedik. Dernek olarak son dönemde dayanışma gecesi düzenlediniz ve genel kurulunuzu yaptınız, bu konuyla da ilgili bilgi verir misiniz? Dayanışma gecemizi hem kurduğumuz işçi ilişkilerini pekiştirmek hem de deri kundura işçilerinin merkezi olan Merter’e derneğimizi, Aksaray’dan taşınması amacıyla gerçekleştirildi. Gece coşkulu geçti, 350 kadar emekçinin katılımı sağlandı. Sanatçılar, dostlarımız destek verdiler. Moral ve motivasyonumuz yükselmiş bir şekilde bu geceyi bitirdikten sonra derneğimizi Merter’e taşıdık. Ardından 1 Mayıs’a tıpkı bizim gibi amaçlarla hareket eden dernek ve siyasi gruplarla birlikte katıldık. Ortak yürüyüşümüzün ardından bu oluşumlarla (Terazidere Çorap İşçileri, Taş-İşDer, Gökkuşağı Hareketi) düzenli görüşmelere başlamamızda derneğimizin olumlu etkinliklerinden biri olmuştur. Önümüzdeki dönemin bileşik mücadelesini örme yolunda 2011 yılı 1 Mayıs yürüyüşünün önemli olduğunu düşünüyoruz. Temsil ettikleri alanlarda örgütlü olan bu çevrelerin birlikte hareket etmesi sınıfın ortak sorunlarında birleşik bir mücadelenin ortak duruşunu getirebilir. Derneğimizin Merter’e taşınan yeni yerini coşkuyla açmamızın ardından, kırka yakın yeni işçiyi üye olarak kaydettik. İlişkide olduğumuz işçilere dernek olarak hukuksal destek, ihbar ve kıdem tazminatı alacaklarında müdahil olmak, işten atılmalar karşısında tavır almak, derneğin ana görevlerini oluşturuyor. Derneğin bütün yöneticileri üretim sürecinde yer alan işçilerden oluşmaktadır. Deri işçilerinin bütün özgül sorunları üyelerimizin de yöneticilerimizin de sorunlarındandır; bundan dolayı derneğimiz bu hak mücadelelerinin içinde yer almaktadır. Yüz binlerce sendikalı işçi bürokratik sendikacılığın, işbirlikçi sendikacıların kuşatması altında bulunuyorlar. Bizim derneğimiz gibi alternatif örgütlenmelerin işçi sınıfının bu kuşatılmışlığı kırmak için birer sınıf örgütü haline dönüşebileceğini düşünüyoruz. Bizim bu niyetimize karşın çalışma yaptığımız iş kollarında bulunan sendikacılar tarafından derneğimizin kuruluşunun düşmanca karşılandığını da biliyoruz. Sendika yöneticileri hem sendikayı hem de üyelerini kendi özel mülkiyetleri gibi gördükleri için, bizim ortaya çıkışı-

mızı kendilerine karşı yapılmış düşmanca bir hareket olarak gördüler. Son olarak Yeşil Kundura’da yaşayan sendikal örgütlenme ile ilgili bilgi verir misiniz? Yine genel kurul öncesinde eski bir tezgâh yeniden düzenlendi. Örgütlenme kampanyası şiarı altında Yeşil Kundurada sendikal çalışma başlatıldı. Sendika tarafından görevlendirilen kişilerin sektörün yabancısı olduklarını biliyoruz. Sendikacılar kişisel olarak kurdukları ilişkiler üzerinden bu kişileri görevlendirdiler. Hayatında kundura işinde çalışmayan, esnaf olarak bildiğimiz kişiler bu örgütlenmenin başına getirildiler. Yeşil Kunduradaki örgütlenmede tıpkı daha önceki örneklerde oldukları gibi fiyaskoyla sonuçlandı. Her genel kurul öncesinde sıkışan Deri-İş yönetimi bir gövde gösterisi yapar. Üç dönem önce Gönen’deki bir iş yerinde direniş başlatılmış, genel kurulun ardından ise bitirilmişti. İkinci örnek ise DESA’dır. Bugün de Yeşil Kundura… Yeşil Kundura’daki örgütlenme sürecinde dernekle irtibata geçen işçiler olmuş, hatta bize üye olmak istediklerini söylemişlerdi. Bunu mevcut örgütlenmenin içine girmenin doğru olmayacağı gerekçesiyle kabul etmemiştik. Dernek olarak işçilerin örgütlenmesine yararcı bir şekilde bakmıyoruz. Sendikacılar, örgütsüzlüğün örgütlenmesi görevini üstlendiler, yani elindeki ile yetin daha fazlasını isteme. Sendikacıların saltanatının ve ihanetinin yıkılması gerekiyor. Bunu gerçekleşmesi sendikal yapının yeniden inşasından geçiyor, tabandan, üretimden gelen, fabrikaların zemininden, makinelerin seslerinden gelen, o güçlerle beslenen sınıf bilinçli kadrolarıyla oluşturulabilecek, yeni değil geçmişin köklerine dayanan bir sendikal mücadele ve örgütlenmeye ihtiyaç var. Deri, Kundura ve Tekstil İşçileri Derneği olarak, bu mücadele içinde kendimizi görüyoruz. 11


Ýþçilerin Sesi

FABRÝKALARDAN... ÝÞYERLERÝNDEN... FABRÝKALARDAN... ÝÞYERLERÝNDEN... FABRÝKALARDAN... ÝÞYERLERÝNDEN... GIDA Altý Ayda Bir Þirket Deðiþtiriyoruz Yazın sıcakta 12 saat çalışmak kabus oldu. İdareciler, artık işler yoğun diyorlar. İşi olan bolümüde olmayan bölümde zorunlu olarak mesaiye bırakıyorlar. İzin almak bile neredeyse imkansız oluyor, işçiler yalaka ustaların yaptıkları yanlışın cezasını çekiyor. Geçen hafta içinde yapılan mal yanlış olmuş hepsini ıskartaya attılar. Cumartesi bile mesai yapıp, tekrar o siparişi teslim ettiler. Müdür, ustaya “neden böyle oldu” diye sorunca, “makineci yanlış kalıp kullanmış” deyip suçu işçinin üzerine atmış. Altı ay önce işçileri bir sürü kağıt imzalatıp, başka bir şirkete geçirdiler. Geçen hafta eski işçilerin bir kısmını çağırıp tekrar önceki şirkete geçirmişler. İşçilerde sormuş neden böyle altı ayda bir şirket değiştiriyoruz, muhasebecide o şirkette işçi daha fazla ikisinin sayısını da aynı yapmak istiyoruz demiş. İki gün sonra çay paydosuna çıktığımızda muhasebeci de yemekhaneye gelip herkesi tekrar aynı şirkete geçiriyoruz diyerek, işçilere tekrar imza attırdı. Bu sefer kimse sormadan o açıklama yaptı. Lojistikten tekrar gıdaya dönüyorsunuz diye. İşçilerin kafası karışık altı ayda bir şirket değiştiriyoruz, bizim haklarımız ne olacak diye kendi aralarında konuşuyorlar. İdareye bir şey söyleyemiyorlar, patronlar karları ön plana çakınca bırak işçiyi devleti bile dolandırıyorlar. İşçiler halen farkında değil ama çok geçmeden patronların ne kadar iki yüzlü olduklarını görecekler. (Bir işçi)

Sözde Sendikalý Bir Ýþyeri Uzun süreli işsizlikten sonra gıda sektöründe faaliyet gösteren bir fabrika işe başladım. Fabrikanın iki bölgede bulunan işyerlerinde 300’e yakın işçi çalışıyor. iki vardiyalı 24 saat üretim yapılıyor özellikle makinelerin olduğu bölüm 7-24 pazar günleri dahil tatil yapmadan çalışıyor. Makinalara bakım ve temizliği yapılırken insanların ne bakım ne de dinlenme hakkı var. Makineden ağır koşullarda çalıştırıldığı için insan makine olsam daha iyiydi diyesi geliyor! Normal çalışma saatleri 08;00.18;00 ama mesailer kronikleşmiş. İnsanlar asgari ücretle çalışıyor aybaşına kadar aç kalmamak geçinebilmek için mesailere ses çıkarmak istemiyorlar. Bazen canına tak dese de önlerinde iki alternatif görüyorlar ya açlıktan ölecekler ya da 7-24 çalışmaktan. Gündüz vardiyasında 1 saat yemek paydosu ve yarım saat ekmek arası peynir paydosu var. Ekmek arası peynir paydosu var çünkü, 4 yıllık çalışan bir işçinin söylediğine göre 4 yıldır peynir ekmek veriliyormuş. İlk duyduğumda çok şaşırdım ama işçiler bu durumu o kadar alışmış ve normalleştirmiş ki, bir gün peynir ekmek verilmese büyük bir eksiklik hissedilecek nerdeyse. Gece vardiyasında 1 saat yemek paydosu ve 15 dk çay paydosu var gündüz vardiyasına verilen ekmek peyniri sanırım patron lüks tüketim olarak görüyor olmalı ki, tasarruf etmek için gece vardiyasına ekmek peynir verilmeyip çok görülmüş. İşyeri sendikalı, sendikalı işçiler olmasa sendikanın olduğuna inanmak mümkün değil.Sendikalı işçiler sendikalı olduğunu unutmuş durumda. Sendikanın varlığını gösterecek ve hatırlatacak hiçbir faaliyet görmek mümkün değil. Sendikaya üyelik sendikalı sayısının azalmasıyla mümkün oluyor .5 yılda sadece geçen sene 20 kişiye “sendikanın sayısı azaldı sizi sendikalı yapıcağız” denilip üye yapıl-

12

mış. 2-3 yıldır çalışan sendikasız işçiler var. 4.5 yılda sendikadan tek talepleri yeni yılda idari kadroda çalışanları otelde kutlama yapacaklarını duyunca, bizde dışarıda kutlayalım demek olmuş, sendika temsilcisi ustabaşına . Fakat bu masumane talep bile kabul görmemiş yemekhanede yaş pasta ile kutlama yapılmış. Sendikalı olmak yetmiyor, işçiler köle olmadıklarını patronun ve sendikanın yüzüne çarpmalı. Öyle sert vurmalı ki, yüzlerinde orak çekiç izi çıksın. İşçiler başarmak ve kazanmak için sendikanın ellerine kaderini bırakmamalı bilinçli ve örgütlülüğümüz bizim kurtuluşumuz olacaktır. (Bir işçi)

TEKSTÝL Dönüþümüz Muhteþem Oldu! Yaklaşık iki yıl önce sendikalaşma çalışmasını başını çektiğimiz gerekçesiyle bir grup işçi olarak işten çıkarılmıştık. Yasal haklarımızı kulanmış ve işe dönüş davasını açmıştık. Yasaya göre dört ay içinde bitmesi gereken dava, ancak bir buçuk yılda tamamlandı. Mahkeme lehimize sonuçlandı. Patronun tazminatlarımızı vereceğini beklerken, bize karşı bir taktik uygulayacağını anlaşıldı. Patron, tekstil işçisini iyi tanıyordu, aradan geçen zaman içinde hepimiz farklı işlere girmiş, çalışıyorduk. İşe geri dönmek istemeyeceğimizi düşünerek, işe dönmemiz için yasal çağrı yaptı. Gerçekten de zor durumda kalmıştık. Buna karşın bir araya geldik ve bir çözüm yolu bulduk, bazılarımızı işyerlerinden yıllık izin aldı, izine çıkmayanlar ise kısa süreli izin aldılar. Böylece atılan işçiler olarak, başından beri bizi destekleyen sınıf dostlarımızla birlikte, sabah fabrikanın kapısına dayandık. Bizi gören işçiler gözlerine inanamadılar, dönüşümüz muhteşem olmuştu. Halbuki patronun adamları işçilere, “patronu on tane avukatı var, kazanamazlar” diyorlardı. İşçilerle kucaklaştık ve içeri girdik. Bizi idare bölümde tuttular demek yanlış olar adeta sorguladılar. İdareciler, bizim maksatlı olarak geri döndüğümüzü, ortalığı karıştırmak için gelmekle bizleri suçladılar. Patronun bizi çalıştırmayacağını iddia ettiler. Bir saat sonra gelen patronun şaşkınlığını yüzünden okumak mümkündü. Ne diyeceğini bilemedi, saldırganlaştı, bizleri üstüne yürümeye ve tehdit etmeye başladı. Bizler ise sadece çalışmak istediğimiz için geri döndüğümüzü söylemekle yetindik. Patron hızını alamadı, bizimle birlikte gelen dostlarımızı sendikacı sanarak, onları da öldürmekle tehdit etti. Sonunda pes ederek, bugün izinli olduğumuz ve pazartesi günü gelerek işbaşı yapmamızı istedi. Patronun ve idarecilerin tehditlerinin ardından işyerinde çalışma koşularını bulunmadığı belli oldu. Sendikanın avukatıyla görüştük, savcılığa şikâyet dilekçesi vermemizi ve artık işe dönmek zorunda olmadığımız yanıtını aldık. Yasal haklarımız için dava açılacaktı. Patronun diğer işyerlerinde bile geri dönüşümüzün duyulduğu haberini aldık. Patron bizlerden beklemediği bir tavrı görmüş, ne yapacağını bilemez hale gelmişti. Bu kararlılığımızın işçilere moral vereceğini ve yeniden örgütlenmek için cesaretlendireceğini umuyoruz. (Bir grup işçi ile görüşme)

Ýzin Hakkýmýz Yine Gasp Edildi Yasal izin haklarımızı kullanamıyoruz, hafta sonunu da izine dahil eden idare ancak dokuz gün izin

hakkımız olduğunu söyledi. Yetersiz ücret artışını ardından izin hakkımızın da elimizden alınması işçiyi öfkelendirdi. Bir hazırlığımız olmadığı için tepkimizi ortaya koyamadık. Yine de önceden iş yasasının izin ile ilgili maddelerini bir kâğıda yazıp, işyerinde işçilere dağıtmıştık.Bazı işçiler, bundan cesaret alıp, muhasebeciye “bizim en az 14 gün iznimiz var” demişler. Şaşıran idareci, “o maddeler eski iş yasasına göre, şimdiki yasa böyle değil” diyerek nasıl kıvıracağını bilememiş. Neredeyse bir buçuk yıldan bine zam almadan çalışıyorduk. Sonunda zamlar beli oldu, işçilere 5- ile 90 TL arasında ücret artışı verildi. Bu yetersiz artış işçini tepkisine neden oldu. Genel olarak işi yavaşlatma, aksatma ve lavaboyu giderek işe ara verme yaygınlaştı. Paydoslarda müdür ve ustalar sıkıştırıldı, iyileştirme beklendiği ifade edildi. Müdür de, patronla konuşacağım diyerek işçiyi oyaladı. İşyerinde gerginliği gören idare, bizleri dokuz günlük izine çıkartarak “soğutmak” istedi. Buna karşın, patronu başka bir işyerinde işe geri dönüş davasını kazanan bir grup işçinin, fabrikaya çalışmak için geldikleri haberi, işçiler arasında heyecan yarattı. İşçiler, “sendikacılar fabrikayı basmışlar” şeklinde değerlendirmeler yaptılar. En azından hakkını arayan işçinin, bir umudu olabileceğini bizlere göstermiş oldular. İşyerindeki olumsuz gelişmelere karşın, yine de örgütlenme çalışmamıza devam ediyoruz. Tek tek güven duyduğumuz işçilere gidiyor, “bu gidişe bir dur diyebilmek için harekete geçmeliyiz” fikrini anlatmaya çalışıyoruz. İşçilerin hem kendilerine hem de diğer işçilere olan güvensizlikleri, faaliyetimiz ağırdan gitmesine neden oluyor. Örgütlenmenin bir süreç olduğun biliyoruz ve sabırla çalışmak gerekecek. (Bir grup işçi ile görüşme)

Patrondan Sendikalaþmaya Sözde Ýzin Gece 23:00’e kadar süren yoğun mesailerden bunalan işçiler, mesai devam ederken temsilcileri aracılıyla idareye toplantı yapılması çağrısını gönderdiler. Uyanık bölüm şefi, “iş biterse bu gece yaparız, yetişmez ise hafta sonu toplanırız” diyerek, işçini talebini ertelemeyi başardı. İdareciler mesailer konusunda çok top çeviriyorlar. Bir yandan patronun mesai parası vermek istemediğin söylüyorlar. Böylece düşük ücretler karşısında mesaiye sarılan işçiye, şirin gözükmüş oluyorlar. Diğer yandan bizleri çok yavaş çalıştığımız için işlerin yetişmediğini, bu yüzden mesaiye kalındığın söylüyorlar. Bu konuda da ayrımcılık yapılıyor, fabrikada iki bölüm olarak çalışıyoruz. Üst kattaki işçiler arasında birlik daha kuvvet olduğu için, idare daha çok sözünü geçtiği bizim bölümü baskı yapıyor. Üst kat mesaiye kalınca bizim bölüm de mesai için beklerken, biz mesaili çalıştığımızda üst bölümün mesaiye kalmadığını görüyoruz. Yine de toplantılarda sözümüzü söylemekten geri durmadığımız için, şefler, “her toplantı da çıbanbaşları çıkıyor” diye bizleri hedef gösteriyorlar. İdare bir de utanmadan panolara “sendikaya üye olabilirsiniz, hakkınız var” diyen yazılar astı. Müşteri temsilcilerinden gelen talep üzerine patronların böyle yazıları astırdıklarını biliyoruz. Müşteri temsilcilerine güvenerek, işyerinde örgütlenme olamayacağını çok iyi biliyoruz. Yine de böyle bir hakkın ol-


Ýþçilerin Sesi

FABRÝKALARDAN... ÝÞYERLERÝNDEN... FABRÝKALARDAN... ÝÞYERLERÝNDEN... FABRÝKALARDAN... ÝÞYERLERÝNDEN... duğu gösteren yazı, bizim örgütlenme çalışmamızı kolaylaştıran bir durum yaratabilir. (Bir grup işçi ile görüşme)

PLASTÝK Zam Dönemi Eþittir Ýþ Yok! Fabrikada “iş yok” bahaneleriyle oynanan oyunlar devam ediyor. Sözde iş yok, bazı makineler çalışmıyor ama çalışan makinelerde çalışmak insan tabiatına aykırı hızla çalışmamız bekleniyor. Birde sıcak havanın açık havada bile insan yaşamını tehdit eder durumda olduğu şu sıralar. … Sözde “iş yok” ama haftada 5 gün 12 saat çalışma dayatması uygulanıyor. İş olsa, bazı bölümler 6 veya 7 gün 12 saat çalışacağız. İş yok denen dönemlerde bile haftada 10 saat mesai yapıyoruz ve yöneticiler de açık makinelere son hızla çalıştırmak eğilimindeler. Bizi aptal mı sanıyorlar? Bu dönemlerde bile yaklaşık binden fazla işçinin çalıştığı fabrikanın kapısından “üretime eleman aranıyor” yazısı hiç eksik olmuyor. Buna rağmen sorunları dile getirdiğimizde işten çıkarılmakla tehdit edebiliyorlar… Fabrika 12 saat 2 vardiya çalışıyor. İşçiler, aylık maddi durumlarını 12 saat 6 gün çalışıyormuş gibi yani haftada 21 ayda 92 saat mesai yapacakmış gibi ayarlıyorlar. Bu “iş yok” dönemleri 5 gün 12 saat çalışan bölümlerde çalışan işçilerin, hesabı şaşıyor taksitlerini ödeyemez hale geliyorlar. Biz bu haldeyken, patron yeni bir fabrika inşa ediyor. İşveren bölümden alabileceği üretim miktarını zaten 5 günde alıyor. 6. gün getirip neden işçiye daha fazla para versin daha fazla masraf etsin ki. Daha fazla masraf etmemekle kalmıyor. Yemek servis kıdem tazminatı gibi zararlardan da kaçmaya çalışıyor. Sigorta primini ve çalışma yılını doldurmuş arkadaşların kıdem tazminatı taksit taksit ödenecekmiş. Bankadan çekilen kredilere yüksek faizler ödüyoruz. Biz bankalardan daha mı zenginiz? Peşin miktarına taksitli alalım. Çoğu zaman servis sıkıntısı yaşanıyor yeni araç temin edilmiyor. İşçiler ayakta gitsin ne önemi var. Stokta kıştan artırılmış kıyıda köşede nemde kalmış küflenmiş erzaklardan yapılan veriliyor. (Yemek şirketinin taşeron olması bu durumu birazcık açıklıyor.) Küflenmiş malzemeden yapılan yemeğin tadına bakan gıda mühendisi, yemek şirketinin müdürü, işçilerin damak tadı sanki yokmuş, sanki baharat veya salça tadından anlamıyormuş gibi “baharat tadı” diyor. Bunu söylerken de dudağına dokundurarak aldığı tadın yüzünde yarattığı ifade başka söylüyor. Bizim gibi işçi olan aşçı arkadaş da işinden olma endişesiyle malzemenin daha pişmeden bozuk olduğunu diliyle olmasa da gözlerindeki üzüntüyle anlatıyor. Yönetici ve memur kadroda aynı yemekle karşılaştılar ama tek yaptıkları o yemeği yemeyip çöpe dökmek . Asgari ücrete yani sefalet ücretine mahkum değiller, çöpe dökülecek bir tabak yemekleri var demek, bizim var mı? Bir işçi arkadaşı, işe başlarken 90 kg’ken iki yıl içerisinde 68 kg’a kadar düşmüştü, tazminatsız olarak işten çıkarıldığını ancak beş gün sonra haberimizi oldu. Kim bilir daha kaç bölümde bu ve buna benzer sorunlar vardır da haberimiz yoktur. Aynı sorunlar karşısında tepkilerimiz ve taleplerimiz bir olmalı. Bunları dile getiren bir sesimiz olmalı. Sesimiz gür olmalı ki, patron rahat koltuğunda rahat oturamamalı, klimalı odasında bizim terlediğimizden kat kat daha fazla terlemeli! (Bir işçi)

TEKSTÝL Sýrtýmýzdan Zengin Olanlar Ana firmaya fason çalışıyoruz. Patronun yanında yanaşma gibi olan bizim patronların birkaç yıl içinde nasıl zenginleştiklerine tanık olduk. İşçi kesimi olarak biz gittikçe yoksullaşırken, patronların palazlanmış olmaları, abeb patronu bile rahatsız etmiş. Her yıl son model spor otomobillerini değiştirmelerine tepki göstermiş, “benim bile bu kadar lüks otomobilim yok” diye söylenmiş. O yalnızca bizim patronları gördü, biz idari kadronun bile nasıl semirdiğini iyi biliyoruz. Dünkü ustalar, şef ya da müdür oluyorlar ardından da, dünyalıklarını yapıyorlar. İşçilerin üzerideki sömürün ne kadar büyük olduğunu, sırtımızdan kimlerin zengin olduğunu gördüğümüzde, bir kere daha anlıyoruz. Yıllık izin çilesi, hafta sonu dahil tüm işçiler için dokuz gün verilmesiyle şimdilik bitti. Patronlar yıllık iznimizin en azından yarısını kesiyorlar, bu ne iş dediğimizde ise, “çıkışta hakkınızı vereceğiz” diyorlar. Sanki çalışırken hakkımızı tam veriyorlarmış gibi! (Bir grup işçi ile görüşme)

KARGO Patron Durduk Yere Para Vermez! Farklı şirketlerinin getirdiği kargoların depolandığı uluslararası bir kargo firmasında 10 aydır çalışıyorum. İşe başvuru yaptığımda personel şefi bana işlerin yoğun olduğunu ve işlerin durumuna göre iş başı, paydos ve öğlen yemeğinin buna göre ayarlandığını söyledi. Bunun esnek çalışma anlamına geldiğini biliyordum, ama işe ihtiyacım olduğu için kabul e-

dip işbaşı yaptım. Üç ay öncesine kadar iki grup iki vardiya olarak çalışıyorduk. Hafta sonları gelen kargoları da yine bu iki vardiya arasında dönüşümlü olarak yapıyorduk. Böylece Cumartesi ve Pazar günü çalışıp işlerin aksaması engelleniyordu. Daha sonra yeni işçiler alındı. Şimdi ise üç grup iki vardiya olarak çalışıyoruz. Böylelikle hafta sonu çalışması 2 haftada bir oluyor. Gece gelen kargolarda iş ne zaman biterse o zaman paydos ediyoruz ve bazı günler sabaha kadar çalıştığımız oluyor. Üstelik bu fazla çalışmaların karşılığında mesai parası da verilmiyor. Yani patronun işleri yolunda ve sanki işçiler mesai dışındaki çalışmalara gönüllü olarak geliyor, ama bu durum işçiler arasında huzursuzluk ve yakınmalarla dışa vuruluyor. Patron son iki yıldır Nisan ayında çalışanlara bir maaş düzeyinde hesaplara para yatırıyor, ama paranın ne olarak verildiği bilinmiyor resmi olarak isim konulmamış, işçiler arasında pirim veya ikramiye diye sözlü olarak dillendiriliyor. Bu yıl bu para verilmedi ve verilip verilmeyeceği de belli değil ama işçiler bekleyiş içerisindeler, fısıltı olarak şirketin iki yeni uçak aldığı ve bu yıl bu paranın verilmeyebileceği söyleniyor. Aslında fazla çalışmalarımıza karşılık mesai parası verilse bu paranın daha fazlası elimize geçer, çünkü bu verilen para bir yıllık fazla çalışmalarımızı karşılamıyor hatta çok cılız kalıyor, yani patrona fazlasıyla artı değer kazandırıyoruz. Bizlerin yapması gereken çalışmalarımıza karşılık gelen ücreti isimlendirip ve kayıtlı hale getirmeliyiz, bu sorunları konuşup çözüm bulmak bizim elimizde. (Bir işçi)

ÝÞÇÝ SINIFININ AKP HÜKÜMETÝ’NE VE PATRONLARA KÝMÝN “USTA” OLDUÐUNU GÖSTERECEK GÜCÜ VE DENEYÝMÝ VAR Herkese Sağlık Güvenli Gelecek Platformu (HSGGP), son günlerde gündeme getirilmiş olan çalışma hayatına ilişkin kıdem tazminatının kaldırılması, esnek, kuralsız çalışmanın yaygınlaştırılması, bölgesel asgari ücret ve kiralık işçi bürolarının açılması ile 2012 yılında yürürlüğe girecek olan “primsiz ödemeler kanunu”yla sağlık hakkı kısıtlanacağına dikkat çekerek, 22 Temmuz Cuma günü saat 19.00?da Galatasaray Meydanından Taksim’e yürüyüş ve basın açıklaması yaptı. Belediye-İş İstanbul Şubeleri, Kıdem Tazminatı Fonuna karşı temsilci kurulunda almış oldukları eylem kararını Platformla paylaşarak, çağrıyı Herkese Sağlık Güvenli Gelecek Platformu eliyle genişlettiler. Galatasaray Meydanında yapılan etkinlik “kıdem tazminatının kaldırılması ve fon oluşturulmasına hayır” yönünde sendikaların, meslek örgütlerinin ve siyasi parti ve platformların ilk sokak eylemi oldu.

“AKP, her hükümet döneminde işçilerin, emekçilerin, işsizlerin, kadınların gençlerin güvenli gelecek hakkından bir pay daha eksiltiyor. Başbakan “çıraklık” döneminde Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortasını dayattı. Emeklilik yaşında ve prim gün sayısında yapılan değişikliklerle mezarda emeklilik yasalaştı. “Kalfalık” döneminde Sağlıkta “Dönüşüm” Programı’nın ikinci aşamasına geçildi; bir yandan sağlık emekçilerinin hakları budandı, diğer yandan vatandaşlar özel hastanelerde milyonlarca lira “bıçak parası” ödemeye mahkûm edildi. Eğitimde “esnek çalışma, taşeronlaşma, sözleşmeli çalışma” yaygınlaştı. Kentsel dönüşüm, HES’ler hızlandı, nükleer santraller gündeme geldi. “Usta”lıkta ise, kıdem tazminatını kaldırarak, esnek-güvencesiz çalışmayı, kiralık işçiliği dayatıyor. İşçi ve emekçilerin geleceğini tamamen karartmak istiyor.

Etkinliğe platform bileşenlerinin yanı sıra Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku milletvekillerinden Levent Tüzel ve Sırrı Süreyya Önder, siyasi parti ve kurumlar, sendika temsilcileri de katıldı.

Her zamanki gibi, haklarımızı elimizden almadan önce ”Reform yapacağım” diyor. “İstihdamın artırılması ve kayıt dışının azaltılmasını amaçlıyoruz, yeni iş olanakları için ‘güvenceli esneklik’ gerekir” diyor. “Kıdem tazminatı artık devlet güvencesinde”, “tazminat alamayacak kimse kalmayacak” türünden sahte “güvenceler” veriyor.

“Kıdem Tazminatının Kaldırılmasına, EsnekGüvencesiz Çalışmaya, Kiralık İşçiliğe Karşı Birleşik mücadeleye!” başlıklı basın açıklamasında:

Amaç, sermayenin sırtındaki tazminat yükünü azaltmak, işçinin tazminat hakkını elinden almaktır.” denildi. / İşçilerin Sesi-Haber

13


Ýþçilerin Sesi

SUDAN BÖLÜNDÜ! Sudan devleti ile Güney Sudan halký arasýndaki savaþta yaklaþýk 1,5 milyon insan hayatýný kaybetti. 2005 yýlýnda imzalanan barýþ anlaþmasýnda, Güney Sudan’ýn kaderinin, 2010 yýlýnda yapýlacak bir referandumla, bölge halký tarafýndan belirlenmesi öngörülmüþtü. Aykut Özer Afrika’nın yüzölçümü bakımından en büyük ülkesi olan Sudan, ikiye bölündü. Güney Sudan, geçen ay bağımsızlığını ilan ederek, 193. devlet olarak Birleşmiş Milletlere üye oldu. Bu yılın Ocak ayında yapılan ve bağımsızlığın oylandığı referandumda, Güney Sudan halkının tamamına yakını, Güney Sudan’ın, Sudan’dan ayrılması yönünde oy kullanmıştı. Sudan’ın 1955 yılında bağımsızlığını kazanmasının hemen ardından başlayan ve on yıllarca süren, Sudan devleti ile Güney Sudan halkı arasındaki savaşta yaklaşık 1,5 milyon insan hayatını kaybetti. 2005 yılında imzalanan barış anlaşmasında, Güney Sudan’ın kaderinin, 2010 yılında yapılacak bir referandumla, bölge halkı tarafından belirlenmesi öngörülmüştü. Bu sonuç, Afrika ülkelerinin “bağımsızlaştırılması” sürecinde, emperyalist sömürgeciler tarafından masa başında çizilen sınırların, halklar tarafından kabul edilmediğini ortaya koymuştur. Bu bağlamda, halkların boğazlaşması ve milyonlarca insanın ölümünden, kendi çıkarlarını gözeterek, yapay sınırlar temelinde sahte devletler oluşturan emperyalistler sorumludur. Sudan örneğinde, farklı etnik, dinsel ve kültürel yapılara sahip halklar aynı devlet çatısı altında yaşamaya zorlanmışlardır. Kuzeyde Müslüman Araplar yaşarken, Güney Sudan halkı Hıristiyan ve animist dininden Af-

rikalı topluluklardan oluşmaktaydı. Ayrıca, Sudan devleti çatısı altında yer alan bu iki halk arasındaki ilişki, Güneyin sömürgeleştirilmesi üzerine kurulmuştu. Bu olgular silahlı çatışmaları ve Güneyli halk için kan ve gözyaşını beraberinde getirdi.

Güney Halkýna Saygý Barýþ Getirir Gelinen noktada, bu iki bağımsız devletin bundan sonraki ilişkilerinin nasıl gelişeceği önemli bir soru işareti oluşturuyor. Güney Sudan petrol zengini bir bölgedir. Buna karşılık rafineriler, petrol boru hattı ve ihraç limanı Kuzeyde yer almaktadır. Ayrıca, gerek iç savaş gerekse geçim derdi nedeniyle, yaklaşık 500 bin Güney Sudanlı Kuzeye yerleşmiş, orada yaşamaktadır. Bu insanlar gelişmiş Kuzey için ucuz işgücü kaynağıdırlar. Gerek petrol kaynakları ve gelirlerinin paylaşılması gerekse Kuzeyde yaşayan Güney Sudanlıların vatandaşlık konuları kritik bir öneme sahiptir ve bu sorunların nasıl çözümleneceği belirsizliğini korumaktadır. Güney Sudan’ın denize açılan bir kapısı yoktur, Asya veya Avrupa’dan ithal edilen sanayi ürünleri, binlerce kilometrelik bozuk yolu kat ettikten sonra ülkeye ulaşabilmektedir. Ayrıca bazı bölgelerin, hangi ülkenin sınırları içinde kalacağı tartışmalıdır. Bağımsızlık ilanının hemen öncesinde iki ülke askerleri bu yüzden yeniden çatışmış, onlarca asker ölürken, on binlerce kişi bölgeyi

KIBRISLILARDAN BAÞBAKANA: "PARANI DA, MEMURUNU DA, PAKETÝNÝ DE ÝSTEMÝYORUZ"! AKP, baðýmsýz, birleþik Kýbrýs’a karþý “iki kesimli, iki devletli bir yapýyý” yani statükoyu savunuyor. M. Eker Başbakan Erdoğan, 19 Temmuz’da, Kıbrıs Harekâtının 37.yıldönümü etkinliklerine katılmak üzere Kuzey Kıbrıs’a gitti. Gezi, BM Genel Sekreterinin Ada’da siyasi bir çözüme ulaşma yönündeki çabalarını yoğunlaştırdığı bir dönemde gerçekleşti. Ayrıca, AKP Hükümetinin KKTC’nin IMF’si gibi davranarak, Kıbrıs emekçilerine kemer sıkma programları ve Türkiye’de yaptığı gibi güvencesiz çalışmayı dayattığı, buna karşı Kuzey Kıbrıs işçi sınıfının ve sol muhalefetinin “Paranı da, Memurunu da, Paketini de İstemiyoruz” diyerek mücadeleyi yükselttikleri bir döneme denk düşmesi açısından önem taşıyordu. Başbakanın ziyareti adeta ikinci bir “Kıbrıs Çıkarması” gibiydi. Ziyaret dolayısıyla Ada’nın kuzeyinde adeta sıkıyönetim ilan edilmişti. Başbakan daha gitmeden, Ada’da olağanüstü güvenlik tedbirleri alındı. Protesto gösterileri yasaklandı. Kıbrıs Türk Amme Memurları Sendikası 14

(KESK’in muadili) basıldı. Sendikanın “bir verip beş alıyorsunuz, utanmadan besleme diyorsunuz” yazılı pankartı zorla indirildi. O gün ve sonrasında polis saldırısı sonucu onlarca kişi yaralandı. Bir o kadar da gözaltı yaşandı. Ada’da tam bir polis terörü estirildi. Sendikaların pankartları indirilir, işçi ve emekçilerin en doğal hakkı olan protesto ve gösteri hakkı engellenirken, panolara Erdoğan posterleri asıldı; indirilmesin diye de, panoların önüne polis dikildi. Başbakan Erdoğan’ın Ada’da yaptığı ve Kıbrıs Rum Kesimi ile süren barış görüşmelerine dair açıklamaları, AKP hükümetinin barıştan değil, bölünmüşlükten ve statükonun devamından yana olduğunu gösterdi. Daha düne kadar “Kıbrıs sorununu biz çözeceğiz” der, kimi toprakları Rumlara bırakmayı da içeren Annan Planını desteklerken, bugün Annan Planını reddeden bir noktaya gelmiştir. 2003’te Annan Planına evet diyen yüzde 65 çoğunluk, bugün sokakta kendisine karşı gösteri yaparken, o bunu görmezlikten geliyor. Bugün, o dönemin “hayırcısı”, sağcı

terk etmiştir. Çatışma bölgesine Afrika Barış Gücüne bağlı yabancı askerler yerleştirilmiştir. Her ne kadar, Kuzey yönetimi, Güney Sudan’ın kopuşunu, gönülsüzce de olsa, kabullenmişse de, mevcut çelişki ve anlaşmazlıklar, yeni çatışmalara yol açabilecektir. Bunun yanı sıra Darfur’da halka yönelik katliam nedeniyle, Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesince insanlık suçu işlemekle itham edilen ve sanık durumuna düşürülen Sudan Devlet Başkanı El Beşir, ayrıca ülkede şeriat rejimi kurmaya çalışması nedeniyle, batılı emperyalist güçlerin hedef tahtasında yer almaktadır. O nedenle gerek El Beşir’in sömürgeci ve despot karakteri gerekse batılı emperyalistlerin onu cezalandırmaya ve iktidardan alaşağı etmeye dönük olarak bahaneler yaratmak için bölgedeki çelişkileri kaşıma eğilimi, geleceğe dönük umutları sarsmaktadır. Sonuç olarak, Güney Sudan halkı bağımsızlık tercihi ile bir yandan Kuzeyli sömürgeci zalimleri yenilgiye uğratırken diğer yandan emperyalistlerin masa başında cetvelle çizdikleri devlet sınırlarını hiçe saydığını göstermiştir. O nedenle bağımsızlık ilanı haklı ve meşru bir tutumdur, desteklenmelidir. Bundan sonraki gelişmelerin barışçı ve ilerletici olması, emperyalistlerin ve Kuzeyli sömürgecilerin bu iradeye saygı göstermelerine ve Güney halkıyla eşitlikçi bir ilişki kurmalarına bağlıdır. şoven milliyetçi unsurların söylemini kullanıyor, onlarla birlikte davranıyor. “Güzelyurt’u vermeyeceklerini” söyleyip, Rumlara, “Maraş’ın açılmasını daha çok beklerler” diyor! “2012 içerisinde bu işi bitirdiler, bitirdiler, bitirmediler başımızın çaresine bakmamız gerekecek” diyerek BM gözetiminde süren görüşmeleri baskı altına alıyor. Bağımsız, birleşik Kıbrıs’a karşı “iki kesimli, iki devletli bir yapıyı” yani statükoyu savunuyor. Bunları söylerken Kıbrıs Türk halkının ne istediğini ve düşündüğünü dikkate almıyor, onların iradesini hiçe sayıyor. Ondan sonra da, Türkiye,“işgalci” ve “yağmacı” olarak suçlandığında kızıyor, küplere biniyor. Önce ağzından çıkanı kulağı duysun! Başbakan Erdoğan, 2012 yılı Haziran ayında, Kıbrıs Cumhuriyetinin altı aylığına AB dönem başkanlığını üstleneceğini hatırlatıp, bu dönem süresince AB ile ilişkilerini donduracaklarını söyleyerek, AB’ye karşı da tavır alıyor. Bu arada, üyelik müzakerelerinde açılacak başlık kalmaması dolayısıyla, üyelik görüşmelerinin şimdiden fiilen tıkandığı gerçeğini ülke kamuoyunun gözünden gizlemeye çalışıyor. Başbakan ve T.C devleti, Ada’daki halkların iradesine saygı göstermeli, adil ve barışçı çözümü engellemek yerine, buna yardımcı olmalıdır. Başbakan Erdoğan’ın son gezisinin Kıbrıs’ta barış ve çözüme hizmet etmediği açıktır.


Ýþçilerin Sesi

KAPÝTAL / KARL MARX - 4

Versus Yayınları’nın Kapital (Karl Marx-Yeni Başlayanlar İçin) ismiyle yayınladığı ve David Smith tarafından hazırlanan kitaptan alınmıştır.

15


DEMOKRATÝK, ÞEFFAF, TEMÝZ SENDÝKA VE ÝÞÇÝ HAREKETÝ ÝÇÝN UMUT ÇÜRÜYENDE DEÐÝL, YEÞERENDEDÝR! Türk-İş yönetimine karşı ‘bir adım öne çıkıyoruz’ diyen 10 sendika başkanı, 9 Temmuz günü yapılan basın açıklaması ile eleştirel bir değerlendirmeye tabi tutuldu. Basın açıklamasına Hava-İş, Belediyeİş, Tek Gıda-İş, Deri-İş, Selüloz-İş ve Tez Koop-İş Sendikası’na üye işçi ve delegeler katıldı. Saat 13.00’de yapılan basın açıklamasının ardından, sendikalı ve güvencesiz işçilerin katıldığı bir de forum gerçekleştirildi. Saat 17.00’ye kadar süren forumda sendikalar ve işçi hareketinin sorunları tartışıldı. Basın toplantısı ve foruma, Türkİş konusunda çok sayıda haber ve yorum yazan Evrensel ve Aydınlık gazetelerinin muhabir göndermemesi dikkat çekti.

Nasýl Bir Sendika? Foruma katılan işçiler bağlı bulundukları sendikaların yöneticilerini ve işlerliğini eleştirerek, sendika bürokrasisiyle yaşadıkları sorun ve çatışmaları anlattılar. Bürokratik sendikal sistemin sınıf ihanetiyle sonuçlanan somut örneklerinden söz ettiler. Zaman zaman mevcut sendikal sisteme ve sendikal bürokrasiye karşı bir iç dökme kürsüsüne dönüşen forumda, ‘Nasıl bir sendika?’ sorusu ve somut çözüm önerileri de yer aldı.

Sivil Havacılık Gökkuşağı Hareketi’nden Ali Gülçiçek’in sunup yönettiği basın toplantısında açıklama metnini Kaptan Pilot Bahadır Altan okudu ve ‘Türk-İş’i de, 10 sendika başkanını da iyi biliyoruz’ diyerek, ‘Demokratik, Şeffaf, Temiz Sendika İstiyoruz!’ vurgusu yaptı. Deri-İş Sendikası’nda yıllarca mücadele eden ve bugün Deri Kundura Tekstil İşçileri Derneği’nin Başkanı olan Uğur Parlak’ın, eski TEKEL işçisi ve Tek Gıda-İş Sendikası üyesi Metin Arslan’ın ve Tek Gıda-İş Genel Başkanı Mustafa Türkel tarafından işten atılan Uğur Doğan’ın da birer konuşma yaptığı basın açıklamasından foruma geçildi.

Neden Ýþten Atýldým? Hava-İş Sendikası’nca işten atılan Ayşe Kaya, sendika içi gelişmeleri eleştirdi ve sorgusuz sualsiz işten atılışını anlattı. Ayşe Kaya, ‘Atilay Ayçin neden işten atıldığımı bile söyleme gereği duymadı’ dedi.

Ýþçi Demokrasisi Petrol-İş Sendikası ve DİSK Genel Merkezi’nde görev yapmış olan Erhan Bilgin, ‘Soyut sendikacılar söylemlerinden ve eleştirilerinden kur-

ÝÞÇÝLERÝN BÝRLÝK VE DAYANIÞMA PÝKNÝÐÝ COÞKULU GEÇTÝ Her yıl Terkos’da düzenlenen pikniğimiz, bu yıl 3 Temmuz Pazar günü Beykoz’da gerçekleştirildi. “Birlik ve dayanışma” pikniğine çeşitli işkollarından işçi ve emekçiler katıldı. Direnişteki Casper Bilgisayar işçileri, Deri, Kundura ve Tekstil İşçileri Derneği, Taş-İş Der, Gökkuşağı Hareketi, Plaza Eylem Platformu, Tezkoop-İş 2 No’lu şube, Terazidere Çorap İşçileri, Esenyurt Tekstil, Gıda, Plastik ve Metal işçilerinden; kamu emekçilerinden katılım oldu. Pikniğin organizasyonunu İşçilerin Sesi gazetesi üstlendi. Daha önceden piknik yerinde demlenen çay ile gelenler sabah kahvaltısını yaptılar. 300’e yakın katılımcıya çay yetiştirmek pek kolay olmadı. Ardından etkinliğin kısa açılış konuşmasını bir kadın işçi yaptı. İşçi sınıfı açısından 12 Haziran seçimlerini değerlendirdi, işyerlerindeki çalışma koşullarının ağırlaştığından söz etti; örgütlenmenin, mücadelenin gereğini ve önemini vurguladı. Daha sonra “serbest kürsü” oluşturuldu ve pikniğe katılan işçilere söz verildi. Her işçi çevresinden, yaşadıkları mücadele deneyimlerini, başarılarını ve başarısızlıklarını anlatan işçiler, karşılıklı deneyim alış-verişi yapma fırsatı buldular. Özellikle Casper işçilerinin mücadelesiyle, Gökkuşağı Hareketinin işyeri bülteni deneyimi, ilgi çekti. Deri işçilerinin sendikalar ve sınıf mücadelesi deneyimini özetleyen konuşması, pikniğe katılanların ortak görüşünü ifade etti. Taşeron işçilerinin mücadele ederek işe geri dönmeleri, tekstil işçileri-

nin kazandıkları işe iade ve sendikal tazminat davaları birer olumlu örnek oldu. Öğle yemeği çok keyifliydi. Büyük mangallarda pişirilen tavuk şişler, yılların kebapçısı ve ilk kez pikniğe gelen arkadaşımızın elleriyle hazırlandı. Bulgur pilavından salatasına, ayranına kadar her şey belirli bir düzen içinde tüm katılımcılara sunuldu. Öğleden sonranın iki ana etkinliğinin birincisi, çeşitli işçi müzik gruplarının yanı sıra müzisyen Olcayto’nun da sahne almasıydı. İkincisi, seçimlerin daha detaylı değerlendirilmesi ve mücadelenin önündeki ana gündemlere ilişkin düzenlenen, tartışma-forum toplantısıydı. Ayrıca ikindi çayı da eksik olmadı. Kitap ve dergi satışı yapıldı. İlgi çeken forumda AKP hükümetinin üç dönemi ele alındı: AKP’nin yüzde 50 oy almasında ekonominin ve uluslararası koşulların yanı sıra hükümetin izlediği sosyal politikaların da etkili olduğu üzerinde duruldu. Gökkuşağı Hareketi ile Tezkoop-İş 2 No’lu şubeden katılan işçilerin 1 Temmuz’da Türk-İş’e bağlı 10 sözde muhalif sendikanın açıklamasının ikiyüzlülüğünü ortaya koyacak bir basın toplantısı önerisi forumda tartışıldı ve 9 Temmuz’da gerçekleşen toplantı, bu önerinin sonucunda ortaya çıktı. Pikniğin düzenlenmesindeki disiplin, ilk kez karşılaşanların arasında gelişen dostluk ve güven ortamı herkesin ilgisini çekti. Piknik halaylarla ve enternasyonal marşının seslendirilmesiyle sona erdi.

tulmalıyız, sendika bürokrasisi kavramını kullanmalıyız. İşçi demokrasisi kavramını da her alana yaymalıyız’ diyerek önerilerde bulundu. ‘Toplu sözleşmelere işçilerin katılması, seçilen sendikacıların işçilerin yüzde 10’unun oyu ile geri çekilebilmesi, profesyonel sendikacılığın ortadan kaldırılması’ ve benzeri somut öneriler dikkat çekerek kabul gördü.

Sendikalý Ýþçi DİSK Tekstil İşçileri Sendikası’nı ve Öztek fabrikası deneyimlerini anlatan işçilerden Çiğdem ve Umut’un, sendika bürokrasisinin mücadelenin önünü nasıl tıkadığına dair somut örnekleri forumun havasını ısıttı. Çiğdem, ‘işçileri önce biz sosyalistler olarak örgütlemeliyiz ve sonra sendikaya üye yapmalıyız’, ‘sendikalı işçi demek, her zaman için örgütlü işçi demek değildir’ diyerek, bürokratik kastın işçileri nasıl sisteme entegre ettiğini anlattı. Umut ise, ‘benim babam Sungurlar fabrikasında işçiydi. Nasıl mücadele ettiklerini ve bizlere hangi kazanılmış hakları miras bıraktıklarını anlatırdı’ diyerek, ‘bizler bu kazanılmış hakları bile koruyamadık’ eleştiri ve özeleştirisinde bulundu.

Patron da Ýstemez Sendikacýlar da Direnişçi Casper işçilerinden Kurtuluş, ‘sendika bizim için amaç değil araçtır’ diyerek, ‘mücadelede öğrendik ki sendikacılara karşı da dikkatli olmalı ve örgütlü gücümüzü korumalıyız’ vurgusunda bulundu. ‘Örgütlü işçiyi patron da istemez sendikacılar da’ ifadesi ise sorunu yeterince tanımlıyordu.

Eylül’de Toplantý Verimli tartışmalarla geçen forum önerilerle noktalandı; basın açıklaması metni bildiri haline getirilip, Türk-İş kongresi öncesinde örgütlü olunan işyerlerinde dağıtılacak. Sendikal bürokrasiye karşı bir süredir sürdürülen ilişki ve temaslar, adı ister komite, ister meclis ister platform olsun sürdürülecek. Eylül ayında geniş katılımlı bir toplantı organize edilecek... / İşçilerin Sesi-Haber

İşçilerin Kurtuluşu Kendi Eseri Olacaktır İşçilerin Sesi - Aylık Süreli Siyasi Yayın Tarih: Ağustos 2011 Sayı: 7 Baskı: Yön Matbaacılık Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi B Blok No: 366 Topkapı-İstanbul Tel: 0212 544 66 34 Sahibi ve Yazıişleri Sorumlusu: Canan Mengüloğul (İS Yayınevi) Adres: Fetihtepe Mah. Fatih Sultan Cad. No: 149 D: 13 Okmeydanı-Beyoğlu/İstanbul E-mail: iscilerinsesi@gmail.com Kadıköy Şubesi: Söğütlüçeşme Cad. Korular İş Hanı No:48 Kadıköy/İST.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.