İşçilerin Sesi Eylül 2011

Page 1

!

Sayý: 8 Eylül 2011

ISSN: 2146-2151 1,5 TL

SAVAÞA VE KRÝZE KARÞI BÝRLEÞÝK, ÖRGÜTLÜ MÜCADELEYE

EDÝ BESE - ARTIK YETER Birlikte Mücadele Etmekten Baþka Yol Yok!

2

Ekonomik Kriz Teðet Deðil, Ezip Geçecek

8

Ýsrail'i Býrak, Füze Kalkanýna Bak!

3

Dünya Krizi Kapitalizmin Krizi

9

Elvan Çikolata Ýþçileri: Ýþçiler Birlik Olsa…

5

Fabrikalardan… Ýþyerlerinden… Fabrikalardan… Ýþyerlerinden…

Kürt Savaþý Akp'yi Bitirir!

6

Stalinizm ve Troçkizmin Bugün Ýçin Anlamý Nedir?

15

Ýþçi Demokrasisi ve Asis Deneyimi

7

Darbeler Artýk Tarihe mi Karýþtý?

16

13-14


Ýþçilerin Sesi

AKP’NÝN “YENÝ TÜRKÝYE”SÝNDE HAKKINI ARAYAN ÝÞÇÝYE DE KÜRDE DE YER YOK: BÝRLÝKTE MÜCADELE ETMEKTEN BAÞKA YOL YOK! “Yeni Türkiye” ve “2023 Hedefi”, AKP’nin seçim propagandalarýnda kullandýðý yeni bir propaganda tekniði, seçim vaadi sayýlmamalý. Bu hedef Türkiye büyük sermayesinin (TÜSÝAD) ve ABD emperyalizminin Türk devleti için biçtiði 2023 hedefidir. Yüzde 50 oy ise, bu yeni rolü yerine getirebilecek bir burjuva hükümetin sahip olmasý gereken kitle desteðinin ideal ölçüsü sayýlýr. 12 Haziran seçimlerinin üzerinden çok geçmeden AKP hükümetinin “Yeni Türkiye” ve “2023 vizyonu” da belli oldu. AKP hükümeti Suriye’den Somali ve Libya’ya, Kıbrıs ve Kuzey Irak Kürt Federe Bölgesinden Filistin’e kadar Ortadoğu ve Kuzey Afrika’nın tamamını “iç mesele” saydığını ilan etti. İlan etmekle kalmadı, elindeki tüm siyasi ve askeri kuvvetleri devreye soktu. AKP hükümetinin, Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgesinde (ki, bu bölge ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’nin coğrafi alanıdır), askeri, siyasi ve ekonomik güce sahip “stratejik devlet” olma yolunda ilerlemesi isteniyor.

AKP hükümeti, Kürt halkının kolektif haklarına ve işçi sınıfının taleplerine “eş zamanlı” saldırıyor. Esnek çalışmayı dayatıyor, kıdem tazminatının tasfiyesine yöneliyor. Balcalı’da taşeron işçilerini “ihaleye fesat karıştırmak” suçuyla tutuklamak istiyor, İstanbul Belediyesinde Hak-İş’e geçmeyen işçilere biber gazı ve polis copuyla saldırıyor, İzmir İZFAŞ’da yasal grev kararını erteliyor. “Yeni Türkiye” ve “2023 Hedefi” Türkiye büyük sermayesinin (TÜSİAD) ve ABD emperyalizminin AKP ve Türk devleti için biçtiği roldür. Yüzde 50 oy ise, bu yeni rolü yerine getirebilecek bir hükümetin sahip olması gereken kitle desteğinin ideal ölçüsü sayılır. AKP saldırı gücünü büyük sermayeden, ABD emperyalizminden ve cemaat yapılanmasından alıyor.

Ana muhalefet partisi CHP, AKP karşısında hiçbir noktada direnemiyor. Mevcut sendikal yapılar, AKP karşısında mücadeleye girişmiyor. Her geçen gün AKP “ileri demokrasi” maskesi altında tasfiye ettiği eski devletin yerine yerleşiyor. TÜSİAD ve ABD’nin siyasi emirlerini yerine getirdikçe, onlar da AKP’ye destek veriyorlar. İşçi sınıfı ve toplumsal mücadeleler içinde siyasal bir kuvvet oluşturacak bir sosyalist hareket yok. Sınıf hareketi de, toplumsal hareketler de, sendikal hareket de parçalanmış ve bürokratik yapılara dönüşmüş ve sınıftan kopmuş durumda. AKP hükümetinin karşısında siyasal duruş gösterebilen Kürt siyasal hareketidir. 12 Haziran seçimlerinde, öncesinde Anayasa referandumunda bu apaçık görüldü. AKP’nin temsil ettiği siyasi ve ekonomik program karşısında sosyalist hareketin, sendikal ve toplumsal mücadelelerin birleştirilmesi gerekli. Kürt hareketi, Türkiyelileşme hedefini önüne koyarak Türkiye sosyalist hareketiyle birleşik mücadele sürecini işleterek, bir adım attı. Milletvekilleri arasına sosyalist kişilikler koyması bu sebeple. Sendikalarla, gençlikle, kadınlarla, nükleer ve HES karşıtlarıyla, yeşillerle, kısaca tüm top-

AKP, krizi fırsata; hedefine doğru yürüyüşün adımlarına çevirmekte başarılı. Nitekim ordu içinde yürüttüğü operasyonu, polis teşkilatının ağır silahlarla yeniden yapılandırılmasını, “özel harekât” ağırlıklı bir polis teşkilatının valilerin “özerk”leştirip uygulama alanı ve yetkisinin artırılmasını adım adım ilerletiyor. Kanun Hükmünde Kararnameler eliyle HES’ler, kentsel dönüşüm, 2B orman arazilerinin satışı vb. uygulamaları hızlandırıp, TOKİ’ye, emlak spekülasyonuna alan açıyor; sendika ve meslek örgütlerinin yasal itiraz haklarını ellerinden alıyor.

AKP’nin temsil ettiði siyasi ve ekonomik program karþýsýnda sosyalist hareketin, sendikal ve toplumsal mücadelelerin birleþtirilmesi gerekli. Kürt hareketi, Türkiyelileþme hedefini önüne koyarak Türkiye sosyalist hareketiyle birleþik mücadele sürecini iþleterek, bir adým attý.

2

lumsal alanda sisteme itirazı olanlarla yan yana gelme isteği önemli. Mevcut tüm mücadele dinamiklerini, en geniş biçimde bir araya getirmek ve merkezi bir toplumsal-siyasal güç oluşturmak hedefi, TÜSİAD-ABD-AKP merkezine karşı birleşik mücadele perspektifiyle mümkün olabilir. Nitekim Tayyip Erdoğan da “arasına mesafe koymayanlar da bedelini ödeyecek” derken sözünün başına “terör örgütüyle” ifadesini koyması kimseyi yanıltmamalı. Hak arama mücadelesine giren her işçi bilecektir ki, davasında ısrar eden işçiler, patronlar tarafından “terörist” sayılmıştır. Burada “terör” ifadesi kara propagandadır ve AKP’ye karşı olan herkesi kapsayacak genişlikte kullanılıyor. İşçilere, emekçilere, Türkiye sosyalistlerine verilmek istenen mesaj şudur: Kürt ve Türk işçileri, yoksulları birleşmeyin, dağılın! Dağılın ki, BDP “Kürtçü” kalsın, ben de dağ taş bombalayıp, imha edeyim. Birleşmeyin ki, onları hallettikten sonra mecali kalmayan sendikal hareketi rahatça teslim alayım! Yeni Türkiye’nin “ileri demokrasi”sinde düzene teslim olan sendikacılara, liberal solculara ve cemaate boyun eğen Kürtlere yer var. AKP, emperyalizmin ve TÜSİAD’ın 2023 Hedefine yürürken işçi sınıfına ve Kürt halkına haklarını vermek yerine iki seçenek sunuyor: Ya kendi rızanla sisteme uy, ya da topumla, tüfeğimle üzerine geleceğimden emin ol! Siyasi iktidar, Türk ve Kürt işçilerin birliğinden korkuyor. Bu nedenle de Kürt halkıyla dayanışma içinde olmak, fabrikalarda ve toplumsal mücadele alanlarında her seviyede örgütlenmek, birleşik mücadele için uğraş vermek, enternasyonalist ve komünist bir sorumluluktur.


Ýþçilerin Sesi

SMS MESAJI SOMALÝ'YÝ KURTARABÝLÝR MÝ? Yunus Öztürk Somali, yaşanan insanlık dramı sebebiyle gündeme geldi. Her gün değişik televizyon kanallarında gördüğümüz fotoğraflar Somali halkının yaşadığı sefaleti gözler önüne seriyor. Bu açlık ve vahşet son 20 yıldır devam ediyor; kurulan kampların tarihinden bunu anlıyoruz. Somali Müslüman bir ülke ve siyasal İslamcı hareketler yardım kampanyaları düzenliyorlar. AKP de kuruluşunun 10’uncu yılında 81 ilde düzenlenen iftar yemeklerinde “Afrika” yaz, 5660’a gönder diyerek partililerin vicdanlarını rahatlattılar; topluca SMS attılar! Somali halkının çektiği acılar büyük devletlerin ve siyasal İslamcı parti ve hareketlerin “göz yaşartıcı” kampanyalarına malzeme yapılmaktadır. Maksat gerçekten Somali’ye yardım yapılmak olsaydı, bu yardımlar siyasi şovlarla değil, mütevazılıkla yapılması gerekirdi. Somali’nin bugün içine düştüğü durumdan sorumlu olanlar, şimdi el birliğiyle siyasi şovlarını yardım kampanyalarıyla sürdürüyorlar. Somali’yi bugünkü duruma düşürenler emperyalist devletlerden ve dinci-milliyetçi liderlerden başkası değildir. 21. yüzyılda 6 milyarı geçen dünya nüfusu ve dev maddi ve teknolojik olanaklara rağmen birkaç yüz bin Somalilinin yaşamı değiştirilmek istenmiyor.

Somali Sömürgeciliðin Sebep Olduðu Felaket Somali’de çocuklar ölürken, sadece sonuca o-

daklanan medya ve siyasi liderler, “neden” sorusunu sormuyorlar. Somali neden bu durumda, diye düşünmemizi de istemiyorlar; sadece SMS mesajı atmamızı istiyorlar. Yani sebep oldukları sefalete ve açlığa ortak olmamızı istiyorlar. Sömürgecilik tarihi içinde Afrika kıtası 1850’lerde Avrupalılar tarafından nerdeyse hiç bilinmiyordu. Bir büyük sırdı Afrika. İç bölgelerin fethi 1880’lerde başladı. Somali ise, bu fetih serüveninin en son halkalarından biri oldu. Ne yer altı zenginlikleri ne de tarım zenginliğine sahipti. Somali’nin önemi, Afrika Boynuzundaki konumu ve uluslararası ilişkilerde pazarlık konusu olmuş olmasıdır. Bu pazarlıklar sebebiyle birçok dış ve iç savaşta milyonlarca Somalili hayatını kaybetti ve askeri

ÝSRAÝL’Ý BIRAK, FÜZE KALKANINA BAK! Necdet Seçer Birleşmiş Milletlere bağlı ilgili komisyonun “Mavi Marmara” raporu, Türkiye’nin beklentilerini karşılamaktan uzak olduğu gibi, temel tezlerine karşı tespitler içeriyor. Raporda, İsrail’in, Gazze’ye yönelik ablukası haklı ve meşru bulunduğu gibi, İsrail’in gemiye saldırısı ve dokuz kişiyi öldürmesi, “aşırı güç kullanma” olarak nitelendirilerek, bu ülkenin olaydan üzüntü duyduğunu açıklaması ve ölen kişilerin ailelerine tazminat ödemesi öneriliyor. Raporda, İsrail’in, Türkiye’den resmi olarak özür dilemesi talebi yer almıyor. Komisyondan İsrail lehine bir rapor çıkması, Türkiye hükümetinin, bu ülkeyi hedefleyen, bir dizi karar almasına yol açtı. Bunlar, diplomatik ilişkilerin 2.Kâtip düzeyine düşürülmesi, askeri anlaşmaların askıya alınması, Gazze’ye dönük ablukanın Lahey Adalet Divanına götürülmesi ve Türkiye tarafından, Doğu Akdeniz’de seyir güvenliğini sağlayacak tedbirlerin alınması olarak sıralanabilir. İçeriğine bakıldığında, bu önlemlerle “ tribünlere oynandığı”, bunların gerçekleşmeyecek ya da İsrail’in canını yakmayacak yaptırımlar olduğu görülebilir. Birincisi, diplomatik ilişkilerin 2.Kâtip düzeyine indirilmesinin sadece simgesel bir önemi vardır. Türkiye, 1967 savaşından sonra da, Arap topraklarını işgal ettiği gerekçesiyle, İsrail ile diplomatik ilişkilerini yıllarca bu düzeyde tutmuştu. İkincisi, İsrail ile askeri

anlaşmalar zaten uzun süredir askıdadır, yani bu gelişme yeni değildir. Üçüncü olarak, hem Türkiye hem de İsrail Lahey Adalet Divanının yetkisini tanımamaktadır. Ayrıca Türkiye, Gazze ablukasının “tarafı” ya da “mağduru” değildir. O nedenle bu kuruma gitme iddiası da temelsizdir. Türk savaş gemilerinin Doğu Akdeniz’de devriye gezerek, seyir güvenliğini sağlayacağı iddiası ise, kimsenin ihtimal vermediği bir blöftür. Nitekim İsrail Dışişleri Bakan Yardımcısı ve Türkiye Büyükelçisini alçak sandalyeye oturtma skandalının mimarı Ayalon, “bu ihtimali bir dakika olsun düşünmediğini” ifade etmiştir. İlginç olan, önlemler arasında İsrail’e ekonomik yaptırımlar uygulanmasının yer almamasıdır. Bu ülkeye ilk yedi ayda yapılan ihracat 1,5 milyar dolar civarındadır. Hükümet bundan feragat etmek istememektedir. Ticaret ve kâr söz konusu olduğunda, gerisi teferruattır! Ne Gazze ablukası ne de katledilen vatandaşlar dikkate alınır.

Hükümet “Tantanacýlýk” Yapýyor Son sürtüşmenin birinci nedeni, batı emperyalizminin bölgedeki iki önemli müttefiki, Türkiye ile İsrail arasında bir rekabet yaşanmakta olmasıdır. Her iki ülke de kendilerinin emperyalistlerin bölgesel çıkarları bakımından daha faydalı ve işlevsel olduğunu savunmakta, “esas oğlanın” kendisi olduğunu kabul ettirmeye çalışmaktadır. İkinci ve daha önemli olarak, bu iki ülke “tantanacılık” yapmaktadır! “Tantanacılık”, büyük kentler-

harcamalar sebebiyle ekonomik olarak geleceğini borçlandı ve sefalete sürüklendi. Bugün Somali için ağlayanların büyük kısmı, sömürgecilik suçunun ortağıdır. Bu suçun ortaklarının önerileriyle iflasa sürüklenen Somali, yine onların önerileriyle, SMS kampanyalarıyla düzlüğe çıkamayacaktır. Gerçekten Somali’de açlığı önlemek (400 bin kişinin giderlerini ve ihtiyaçlarını karşılamayı) isteseydiler bu kampanya 20 yıl sürmez ve kısa zamanda sonlandırılabilirdi. Sömürgeci emperyalistler ve siyasal İslamcılar Somali’de sefaletin ve ölümlerin sürmesini istiyorlar; çünkü yardım ve hayırsever olduklarını tüm dünyaya anlatabilme olanağını Somali sayesinde bulabiliyorlar. de, hırsızlık çeteleri tarafından uygulanan bir yankesicilik yöntemidir. Çetenin bireyleri, gözlerine kestirdikleri “avlarının” etrafında birbiriyle kavga ediyormuş gibi yaparlar. Bu arada, kavgaya odaklanmış “avlarının” cebinde ne var ne yok boşaltırlar. Suriye ve Libya konusunda emperyalistlerle yaptığı işbirliğini bölge halklarının gözünden gizlemek, böylece emperyalist planlarda rolünü oynamaya devam edebilmek için, İsrail ile bir çatışma görüntüsü yaratmak, Türk hükümetinin işine geliyor. Böylece bölge halklarının gözünde bozulan imajını düzeltmiş oluyor! Yine tam da İsrail’e alınan politik tavır gündemi belirlemişken, Türkiye’ye yerleştirilecek NATO füze kalkanının parçalarının ülkeye getirildiği bilgisi kamuoyuna yansıdı. İran ve Rusya gibi ülkelerin tepkisini çeken, emperyalistlerin çıkarları için ülkeyi savaşa sokma ve halkları kırdırma riski taşıyan bu hayati önemdeki gelişme, yaşanan şamata dolayısıyla, kamuoyunda gerekli ilgiyi görmedi. Ayrıca, füze kalkanının Kürt Bölgesine yerleştirileceği yönünde sızan bilgiler, bu olgunun, son günlerde Kürt savaşının hızlandırılmasının ve bu savaşın emperyalistlerden tam destek almasının gerekçelerinden biri olduğunu göstermektedir. Bölgenin, olası bir savaşın ileri mevzii haline getirilmesi için, Kürt muhalif hareketi ezilmek istenmektedir. Başta olası bir savaşta en fazla zarar görecek Kürtler olmak üzere, tüm emekçiler, Türkiye ile İsrail arasındaki “kayıkçı dövüşünün” ardında, emperyalistlerin bölgesel bir savaş çıkarma hesaplarını görmeli, emperyalizme ve ülkedeki savaş hükümetine karşı mücadeleyi yükseltmelidir.

3


Ýþçilerin Sesi

‘SÖZ VE KARAR TABANINDIR’ ÝLKESÝ SENDÝKA BÜROKRASÝSÝNE TESLÝM EDÝLMEMELÝ Erhan Bilgin’le sendika bürokrasisini ve çözüm yollarýný konuþtuk. Erhan Bilgin, 1991-2002 yýllarý arasýnda Petrol-Ýþ Sendikasý, 2009-2010 yýllarý arsýnda da DÝSK Genel Merkezi’nde sendika emekçisi olarak hizmet verdi. Sendikalar ve sýnýf mücadelesine dair makaleleri bulunmaktadýr; þu anda basýn emekçisi olarak çalýþmaktadýr. N. Cemal Sendikal bürokrasi kader mi? Nasıl ortadan kaldırılabilir? İşçi sınıfının en önemli kitlesel örgütlerinden biri olan sendikalarda bürokrasinin oluşumu bir kader değil kuşkusuz. ‘Başlangıçta bürokrasi yoktu.’ İşçi sınıfının tarihsel olarak ilk ortaya çıktığı ülkelerde, sendika veya diğer örgütlenmeler, sınıfın doğrudan katılımı ile demokratik bir şekilde meydana getirildi. Sendikal bürokrasi, gelişmiş kapitalist ülkelerde sermayenin işçi sınıfını kontrol etmek için her çareye başvurduğu 1900’lu yıllardan itibaren güçlendi. Latin Amerika’da, Avrupa’da (özellikle İtalya) sendikal bürokrasinin ortadan kaldırıldığı pek çok sendikal örgütlenme var. Türkiye’de de, (ASİS örneğinde olduğu gibi) bürokrasinin ortadan kaldırıldığı sendikalar faaliyet gösterdi. Türkiye işçi sınıfı, kitlesel mücadelenin yükseldiği dönemlerde, pek çok kez sendikal bürokrasiyi fiilen işlemez hale getirdi. Bürokrasinin meydana gelmesinde bir dizi unsur değişik derecede rol oynuyor. Bu unsurlardan bir kısmı bazı dönemlerde öne çıkarken, bazıları ikinci derecede rol oynayabiliyor. Hangi unsurlar? Mevcut burjuva ideolojisinin yöneten-yönetilen ilişkisini değişmez bir gerçeklik gibi sunması. İşçi sınıfı kitlesinin (hatta öncü işçilerin çoğunun) bu düşünceyi değişmez gerçeklik gibi benimsemesi. Sınıfın siyasal örgütlenme düzeyinin yetersizliği. (Sermayeden, sermaye partilerinden bağımsız bir partilerinin olmaması) Burjuva yasalarının baskıcı karakteri. İşyerlerinde patron, ustabaşı, formen vb’nin ağır baskısı. Sendika ve grev kanunlarının anti-demokratik yapısı. Sol parti ve gruplardaki demokrasi eksikliği. İşçi sınıfının aşağıdan yükselen öz örgütlenme geleneklerinin (özellikle Türkiye’de) zayıf olması. İşçi sınıfının öz örgütlenmelerini savunan sol düşüncenin zayıflığı. Öz örgütlenme düşüncesinin sınıf ve aydınlar üzerindeki etkisinin sınırlı olması. Sınıf mücadelesinin yükseldiği dönemlerde, bürokrasinin aşılma imkanları genişliyor. Fakat ırmağın denize veya daha büyük ırmağa kavuşamaması gibi süreç içinde bu imkan daralıyor ve sonuçta kayboluyor. Bunda öncü işçilerin bilinç düzeylerinin büyük rolü var. Öncü işçiler mücadele içinde sendika bürokrasisinin iki yüzlülüğünü görüyor. Bürokrasi giderse sorunun çözülebileceğine inanıyor. Ama bu iyi niyetli ve mücadeleci işçilerin çoğu, sendika yönetimine geldiklerinde bürokrasinin parçası haline gelerek yozlaşıyorlar. Sorun kişilerde değil. Sorun yerleşik, güçlü, sistemin parçası olan bürokratik mekanizmanın varlığı. Mekanizmayı, sermaye, yasalar, maddi ilişkiler, burjuva düzeninin getirdiği itibar, ayrıcalıklar, hesap vermeme konforu vb besliyor. Yozlaşma ile mücadele eden birçok öncü işçi sendikadan atılmak veya ayrılmak zorunda kalıyor. Öncü işçiler, bürokrasinin yerine ne koyacaklarını bilseler, yıkmasını da bilirler. Bürokrasinin (ve sermayenin) avantajı, öncü işçilerin sendikal bürokrasinin yerine ne koyacaklarını bilmiyor oluşları. Sol siyasi grupların çoğu da bu durumu besliyor. Sendikaları

4

başındaki bürokrata göre tasnif ediyor. Mücadele eden işçiler de bu bilmezlikten dolayı yalpalıyor. Bürokrasiyi ortadan kaldıracak ‘işçilerin gerçek sendikası için işçi demokrasisi’ şiarıyla yola çıkmaktır. Umut var. Hala, bürokrasinin en aşağılık biçimde iş başında olduğu sendikalarda bile “söz ve karar tabanın” sloganı en itibarlı olanı. Bu slogan ‘işçi demokrasisi’nin bir başka biçimde ifadesidir. Bürokrasi ise bu sloganla işçilerin gazını alıyor. İşçiler ise içinin boşaltıldığını biliyorlar. Bu sloganın içinin dolduğunu gördükçe sendikalarına sahip çıkacaklar. Sahip çıkmanın enerjisi ile sendikalar gerçek kitlesel işçi örgütüne dönüşecek. İşçi demokrasisi nasıl hayata geçer? İşçi demokrasisi, soyut bir kavram değil. Aydınların işçilere yakıştırdığı bir fantezi de değil. İşçi sınıfının maddi ve somut gerçekliğinin bir tezahürüdür işçi demokrasisi. İşçi sınıfı üretim sürecinde kolektif bir örgütlenme içinde bulunuyor. İşyerindeki kararlara katılamıyor. Ama sendika gibi tamamen kendisinin çıkarlarını savunan örgütlerde de karar alma sürecinin dışında tutuluyor. Halbuki kapitalizm altında sendikanın tarihi anlamı şudur: İşyerindeki karar alma süreci dışında tutulan işçiler, bu kararların bazılarını kendi lehlerine değiştirebilirler. Bazılarını ortadan kaldırabilirler. Bazılarında küçük tavizler elde edebilirler vb… Ama bunun için kolektif biçimde, işçilerin çoğunluğunu (bazen tamamını) kapsayacak şekilde sendika çatısı altında örgütlenmeleri gerekir. İşçiler kolektif biçimde örgütlendikleri halde ‘söz ve karar’ sürecine dahil olmamaları bir çelişki. İşçi demokrasisi bu çelişkinin bir şekilde ortadan kaldırılması (veya asgariye indirilmesinden) başka bir şey değil. Normal olmayan şey, bu çelişkiyi koruyan bozuk sendika düzeni. Bu çelişkinin giderilmesine yönelik her adım çok değerli. Ama şunu da unutmamak gerekir, kapitalist sistem, öncü işçilerin ve işçi sınıfı aydınlarının ideolojik-politik-örgütsel müdahalesi olmadan, buğday tarlasındaki diken gibi sürekli kendisini yeniden-üretme imkanlarına sahip. ‘Söz ve karar tabanındır’ ilkesinin sendika bürokrasisine teslim edilmemesi, işçi demokrasinin oluşturulmasında en önemli adım. Sendikanın işleyişindeki bütün süreçlere üyelerin doğrudan katılımının önündeki bütün engellerin ortadan kaldırılması, ikinci çok önemli adım. Bürokrasi, yalnızca 4-5 kişinin binlerce işçinin kaderini belirlemesi değil. Aynı zamanda karar alma sürecinin ağır ve uzun prosedürlere tabi kılınması demek. Hiç kuşkusuz bu ağır ve uzun prosedür, alınan kararları işçilerden saklamak veya kararların işçi lehine olduğu yalanını süslemek için de gerekli. Halbuki işçi demokrasisi, sendikada karar alma sürecini basitleştirecek. Harcamalar şeffaf ve basit hale gelecek. İşçi sınıfının sendikalarda karar alma sürecine katılması, yeni sürecin kapısını açacak. Bu süreç işçilerin sendikalarına güvenmesini sağlayacak. Yabancılaşmanın en az düzeye inmesi mümkün hale gelecek. Petrol-İş ve DİSK deneyimleri ışığında değerlendirecek olsanız? Sendikalarda çalışırken sendikal bürokrasinin te-

pedeki üç beş kişiyle sınırlı olmadığını, çok sayıda ilişkiyle birbirine bağlı bir katman olduğunu, çıkarlarının burjuva düzeni ile sıkı sıkıya ilişkili olduğunu somut biçimde kavramıştım. En olumsuz nokta öncü işçilerin çoğunun bu düzenin ortadan kaldırılması için ‘iyi işçilerin’ o ‘makamlara’ gelmesini çözüm olarak görmeleriydi. Pek çok kez ‘iyi işçilerin’ o makamlara geldiğini gördüm. Bir kısmı kısa sürede düzene uydu, ‘iyi bir sendika bürokratı’ oldu. Bir kısmı ise uyum gösteremedi. Değiştirmeye çalıştı, öncü işçi vasfını yitirmedi. Sorun kişilerde değil bizatihi o makamın tartışılmasında. Burjuva hukukuna göre o makamlar zaruri olabilir. Ama bu hukuk içinde bile o makamlar işlevsiz hale getirilebilir. Demokratik katılım hayata geçirilerek işçi demokrasisinin imkanları yaratılabilir. ASİS deneyimine dair diyecekleriniz nelerdir? Ağaç Eşya Sanayi İşçileri Sendikası (ASİS), 1970’de büyük mobilya fabrikalarının işçileri tarafından kuruldu. Dönemin 274 sayılı sendikalar kanununa uyulması zorunluydu. Başkanı, yönetim kurulu vb olmak zorundaydı. Ama ASİS, mevcut kanunları ihlal etmeden de işçi demokrasisini bir süre hayata geçirebildi. Yönetime seçilenler en fazla iki dönem görev yapabiliyordu. Aylıkları, üye ortalama ücreti kadardı. Makam aracı yoktu. Bugünkü sendikacılar gibi bir dönem görev yapıp ‘kıdem teşviki’ adı altında dünyalığını sağlama alma uygulaması olmadığı gibi teklif dahi edilemezdi. Toplu sözleşmeye bütün işçiler katılıyordu. Geri çağırma hakkı vardı; üyelerin yüzde 10’unun imza atması yönetimin değişmesi için yeterliydi. Karar alma süreçlerinde temel yöntem, ikna idi. Herhangi bir işçi sendikanın mali raporunu incelemek istediğinde, detaylarıyla kendisine sunuluyordu. ‘Bize güvenmiyor musun’ denmiyordu. Yıllardır işçi hareketi içinde yer aldığım ve sendikalarda amatör veya profesyonelce görev yaptığım halde bu ülkede ASİS diye bir sendikanın gelip geçtiğini 1980’lerin sonunda öğrenebildim. Bu Türkiye işçi sınıfı tarihine ilişkin eserlerin fakirliğinin de bir göstergesi. İki noktayı daha belirtmeliyim: 1-DİSK içinde yer alan ASİS, dönemin DİSK merkez yöneticilerinin dikkatini çekti. DİSK tüzüğü gerekçe edilerek, ASİS yönetimine ve kongrelerine müdahale edilerek, sendika hizaya çekilmeye çalışıldı. Böylece sendikalarda sağ ve sol bürokrasinin, işçi demokrasisine tahammül edemediği görülmüş oldu. 2- 1980 askeri darbesinden sonra gerçekleştirilen ilk grevlerden birisi Ankara, Domsan grevidir ve bu işyeri 80 öncesi ASİS’in örgütlü olduğu bir işyeridir…


Ýþçilerin Sesi

ELVAN ÇÝKOLATA ÝÞÇÝLERÝ:

ÝÞÇÝLER BÝRLÝK OLSA… Ramazan, oruç ve 11 ayın sultanı söylemleriyle Somali’ye yönelik yardımdan söz eden İslamcı sermayenin mumu ancak sahura kadar yanabiliyor. Yalan ve duygu sömürüsü, alın teri hırsızlığının ve emek sömürüsünün cilalanmış astarı oluyor. İş dönüp dolaşıp kendi fabrikalarında asgari ücretle çalışan işçilerin hak arayışlarına, sefalet ücretine ve koşullarına karşı örgütlenerek sendikaya üye olmalarına gelince, mübarek ay safsataları falan unutuluyor. İşçiler kapı önüne koyuluyor. İslamcı kimliği ile tanına Elvan Çikolata Fabrikası’nın patronu da bu işçi ve emekçi düşmanı kervanının bir parçasıdır. “Hacı” lakaplı ve alın teri hırsızı Elvan Çikolata’nın patronu, Tek Gıda-İş Sendikasına üye oldukları gerekçesiyle işçi kıyımına devam ediyor. 35 – 40 – 50 derken, ramazan ayı içinde atılan işçilerin sayısı 75’e ulaştı. Patron “Hacý”ya Sendika “Ýhbar”ý Yenibosna’da üç, Eskişehir’de bir olmak üzere toplam dört fabrikası bulanan patron “hacı”, İstanbul’da sendikal örgütlenmenin “ihbar”ını alır almaz hızla işçi kıyımına başladı. İşten atmalar aralıksız devam ediyor. “Hacı”, İstanbul’da 600, Eskişehir’de 130 işçi çalıştırıyor. İstanbul ve Eskişehir’deki şirketler farklı. Sendikal örgütlülük ise şimdilik İstanbul Yenibosna ile sınırlı. 600 işçi içinde yaygınlaşan sendikal örgütlenme “hacı”nın ispiyoncuları tarafından “ihbar” edilerek açığa çıkartılmış oldu. Bu durum bir kez daha Türkiye’de ki emek mücadelesi gerçeğini açığa çıkartmaktadır; Sendikal örgütlülük bile, gerekli çoğunluk sağlanana kadar “illegal” yürütülmek zorundadır… Neden Sendikalý Olmak Ýstedik? Elvan Çikolataları ağırlıklı olarak yurtdışına özellikle de üçüncü dünya ülkelerine yönelik üretim yapılıyor. Elvan patronun gözünü diktiği piyasa ise Afrika ülkeleri. Görüştüğümüz işçilerin değimiyle, “çok kakao ile kalitesiz üretim yapılmaktadır…” Kalitesizlik sadece çikolata üretiminde mi? “Çalışma koşulları da kölelik standartlarında.” İki vardiya halinde çalıştırılan Elvan Çikolata işçilerinin fazla çalışma sürelerinin parası da ödenmiyor. “Başımıza gardiyan gibi dikilen ustalar sürekli iş isteyip dinlenme molalarını bile kullandırmıyorlar…” Asgari ücret zamları işçi ücretlerine ancak aylar sonra yansıtılıyor. Kısacası, “tüm hukuksuzluklar ve baskılar bizleri sendika üyesi olmaya ve örgütlenerek yasal haklarımıza sahip çıkmaya itti” diyorlar… Hak Mücadelesi Deðil, Sadaka Kültürü “Hacı patron, sendikanın adını duyunca çılgına döndü, hızla ve parça parça işçi arkadaşlarımızı işten çıkartmaya başladı” diyorlar. Sadaka kültürüne alışmış İslami sermaye, bayramlarda bahşeder gibi kumanya verip göz boyamaya çalışıyor. Onların kültüründe hak ve kak alma mücadelesi yok ve bu sözler onları çok ürkütüyor. Elvan Çikolata’nın “hacı” patronu da sırf bu yüzden bin bir yalan ve gerekçe ile işten atıyor. Sendikadan Ýstifa Et ve Çek Git “Bazı işçi arkadaşlarımıza bir gün içinde üç ihtar kağıdı imzalatmaya çalıştılar” diyen işçiler, “bütün dertleri tazminat ödemeden iş akitlerimizi fes edebilmektir” açıklamasında bulunuyorlar; “Bazı arkadaşlarımızı el altından bir miktar para vererek ve baskıyla işten çıkartmak istediler. En son uygulamaları ise, müdürün yanındaki odaya bir noter getirmeleridir. İşçi arkadaşlarımıza, ‘önce sendikadan istifa et’ diyorlar, ardından da ‘sana verilen parayı kabul et ve çek git’ di-

ye zorluyorlar.” Kısacası, Elvan Çikolata’nın “hacı” patronu hukuk dışı yollara başvurarak sendikal örgütlülükten ve örgütlü işçilerden hızla kurtulmaya çalışıyor… Ýþçiler Mücadele Yolunu Seçtiler İşten çıkarmaların başlamasıyla, Tek Gıda-İş Sendikası İstanbul Avrupa Yakası Şubesi – “Emeğin Gücü” olarak işçilerle birlikte bir komite kurdu. Komite ise bir dizi eylemlik kararı aldı ve hayata geçirdi. Sendika adına konuşan Muzaffer Dilek bizlere ısrarla, “bütün kararlarımızı işçi arkadaşlarımızla birlikte aldık. Konuştuğunuz işçi arkadaşlar da bunu teyit edecektir” dedi. Yenibosna’da bulunan Elvan Çikolata Fabrikasının önünde gerçekleştirilen protesto eylemi sırasında ve saat 17.30 -18.30 arasında Muzaffer Dilek tarafından yapılan konuşmaların vurgusunda da işçiler vardı; “Demokratik bir sendikayız ve bütün kararlarımızı işçi arkadaşlarımızla birlikte aldık. Eylem ve protestolarımız sürecek ve burada bundan böyle sadece sendikacılar konuşmayacak. İşçi arkadaşlarımız da konuşacaklar ve kendi sorunlarını dile getirecekler. İşçi arkadaşlarımız konuşacak, yarının sendikacısı olacak işçi arkadaşlarımız. Ve atılan işçiler işe geri alınmadan ne ben, ne de sendikamızdan başkaca bir yetkili patronla pazarlık etmeyecek ve anlaşma masasına oturmayacak…” Atýlan Ýþçiler Geri Alýnsýn İşten çıkarılan işçiler ve sendika şube başkanı Muzaffer Dilek, Elvan Çikolataları önünde iş çıkışında “hacı” patronu teşhir ettiler. Sloganları, ıslıkları ve

pankartlarıyla taleplerini dile getiren işçiler, “Atılan işçiler geri alınsın!”, “Baskılar bizi yıldıramaz!” dediler. Hak gasplarının ve hukuksuzlukların hesabını sordular. Basın açıklamasının ardından ve komite tarafından “eylemlilikleri sürdürme kararı” alındı. Geçen hafta da Taksimde yürüyüş yapan Elvan Çikolataları işçileri seslerini duyurmaya çalışmıştı. Ýþçilere Kumanya ve Zam Basın açıklaması sırasında vardiyadan çıkan işçilerin ellerinde kumanya paketleri görüldü. Güvenlik amiri, sert ve ısrarlı tutumuyla protesto gösterisini izlemelerini engelliyordu. Bayramlık kumanya paketleri “hacı” patronun sus payı kabilinden bahşettikleriydi. Gelen haberler, kazanımın bahşedilen kumanyalarla sınırlı olmadığını da gösterdi; İşçilerinin sendikal mücadeleleri çalışan arkadaşlarına daha şimdiden 100 TL zam kazandırmıştı. İşte işten atılan işçilerin yorumu; Ýþçiler Birlik Olsa “Önüne gelen işçiyi işten atarak sendikadan kurtulmayı hesaplayan hacı patron, durumun göründüğü kadar kolay olmadığını anladı. Bu defada da koz olarak zammı kullandı. Elvan Çikolata’da hiçbir zaman olmayan bir şey oldu; her işçiye 100TL zam yapıldı. Bu 100TL sendikal mücadelenin bir kazanımıdır. Ramazan ayında insafa gelmiş gibi davranan hacı patron işçiye kumanya ve çikolata dağıtıyor. Elvan işçisi biliyor ve görüyor ki, sendikal örgütlülüğün adı bile patrona kesenin ağzını açtırmaya yetti. Bu kazanımlar bizim sayemizde gerçekleşmiştir. Düşünsenize bir, işçi arkadaşlarımızın tümü birlik olsa ve örgütlenseler neler olmaz ki? Patronun halini bir de o zaman düşünün.”

EMEÐE VE EMEK MÜCADELESÝNE DUYARLI BASINA VE KAMUOYUNA ÇAÐRI “Tek Gıda-İş-Sendikası Genel Merkezi önünde hak ve hukuk mücadelesi sürdürmekteyim. Bu süre zarfında işyerim olan sendika genel merkezi önünde Tek Gıda-İş-Sendikası Genel Başkanı Mustafa Türkel’e ve sendika yöneticilerine sesli çağrılarda bulundum. Mahkeme kararlarına uyun ve uygulayın dedim. Direnişimin nedeni, çalışmakta olduğum Tek Gıda-İş- Sendikası Genel Merkezinden atılmış olmamdır. Bu nedenle de, kaçınılmaz olarak direnişimi iş yerim olan sendika genel merkez binası önünde yapmaktayım. Sendika binası önünde sürdürmekte olduğum direniş ve oturma eylemimi çadır kurarak devam ettireceğim. 05.09.2011 Pazartesi günü emeğe ve emek mücadelesine duyarlı herkesi direnişime destek vermeye çağırıyorum. / Uğur Doğan” Uğur Doğan 18 yılı aşkın bir süre Tek Gıda-İşSendikası Genel Merkezi’nde santral memuru olarak çalışmış bir işçi. Ayağında protez ve %70 iş göremezlik raporu var. 2009 yılında mali sıkıntılar gibi nedenlerle sendika yönetimi tarafından işine son verilen Uğur Doğan, tekrar işbaşı yapmak için hakkını aramaya devam ediyor. İşten çıkarıldıktan sonra işe iade davası açmış ve çok geçmeden iadesi yönünde karar çıkarıldı. Ancak elbette bu tip süreçleri çok yakından tanıyan sendika yönetimi çeşitli hukuksal manevralarla kararı ters çevirmeye çalışsa da Yargıtay tarafından 2011 mart ayında iade kararı onandı. İşbaşı yapmak üzere sendikaya geldiğinde ise binadan içeri alınmadı, saldırıya uğradı. Ardından “işbaşı yapması gere-

kirken gelmedi” denilerek yeniden işten atıldı. Uğur Doğan 20 Haziran’dan bu yana sendika binası önünde yaptığı oturma eylemine kararlılıkla devam ediyor. Sermayedarların fabrikalarından, işletmelerinden aşina olduğumuz bu olayın şimdi de bir sendikada hatta yakın tarihimizde şahit olduğumuz Ankara’daki Tekel direnişi gibi en militan işçi eylemlerinde rol almış bir sendikada yaşanması sizi yanıltmasın. Çünkü Ankara’da bir tarih yazan Tekel işçilerinin kararlı yürüyüşüne engel koyan ve direnişin bitmesine sebep olan da aynı sendikadır. 2. Tekel direnişinde işçilerin karşısında olan, işçilerle arasına 24 saat çevik kuvvet koyan Tek Gıda-İş yönetimi şimdi de Uğur Doğan’ı karşısına almaktadır. Uğur Doğan 5 Eylül’den bu yana sendika binası önünde çadırıyla direnişine devam ediyor ve sınıf kardeşlerini dayanışmaya çağırıyor. Ziyaret etmek isteyenler için adres: Konaklar Mahallesi Faruk Nafiz Çamlıbel Caddesi No:5. 4.Levent-Beşiktaş. Tek Gıda-İş Sendikası Genel Merkez binası önü.

5


Ýþçilerin Sesi

KÜRT SAVAÞI AKP’YÝ BÝTÝRÝR! Aykut Özer Kimi politik çevrelerde, Kürt sorununda barış ve çözüm “el uzatıp yakalanacak” derecede yakınlaştığı sırada, yeniden çatışma ve savaş ortamına dönüldüğü görüşü hâkim. Bu tam bir yanılsamadır. Yine siyasi iktidara yakın çevreler, hükümetin yeni bir Anayasa çerçevesinde açılımı geliştirmeye çalıştığı sırada, PKK’nin silahlı saldırılarını arttırdığını iddia ediyorlar. Bu da kara propaganda olup, gerçeği yansıtmıyor. Gerçek olan, siyasi iktidarın, siyasi ve diplomatik yollarla sürdürdüğü tasfiye politikasının işlememesi üzerine, yeniden “askeri çözüme” yönelmiş olmasıdır. Bu çerçevede, sınır ötesine ve PKK kamplarına yönelik çok sayıda hava saldırısı düzenlenmiş olup, kara harekâtının da hazırlıkları tamamlanmak üzeredir. Ayrıca siyasi iktidar, “işbirlikçi” ve “destekçi” olarak gördüğü Kürt siyasetçi ve halk önderlerini de hedef almaktadır. Aralarında bazı Kürt vekillerin de yer aldığı binlerce Kürt siyasetçinin hapse atılmasından söz edilmektedir. Kürt siyasi hareketi silah ve yargı yoluyla topyekûn olarak tasfiye edilmek istenmektedir.

Hükümetin Tasfiyeden Baþka Bir Politikasý Yok Siyasi iktidar, şimdiye kadar, Kürt sorununun çözümü doğrultusunda hiçbir özlü adım atmamıştır. Anayasa ve yasalarda bu yönde hiçbir olumlu değişiklik yapmamıştır. Tersine Terörle Mücadele Yasasında yaptığı değişikliklerle, istenilen herkesin “terörist” olarak yargılanmasının yolunu açmıştır. AKP’nin ve başbakanın seçim sürecindeki ve sonrasındaki söylem ve tutumu da hükümetin Kürt sorununu çözme yönünde açılımı sürdüreceği iddialarını çürütmektedir. Başbakan’ın “Kürt sorunu yoktur, PKK sorunu vardır” , “ömrümüzün sonuna kadar Kürt sorunu ile mi yatıp kalkacağız” söylemi anlamlıdır. AKP, Kürt illerinde, soruna sahip çıkan politikacıları aday göstermemiş, ya bölge dışından ya da ekonomik çıkarlarla siyasi iktidara bağlanmış kişilere listelerinde yer vermiştir. BDP’nin önünün kesilmesi için denenmedik oyun kalmamıştır. Adayları veto edilmiş, her sandık başına polis dikilmiş, seçimleri

kazanan Hatip Dicle’nin vekilliği gasp edilmiş, tutuklu vekiller serbest bırakılmamıştır Siyasi iktidarın “açılım” olarak sunduğu politikalarla, Kürtlerin siyasi taleplerinin karşılanarak sorunun çözümü değil, PKK’nin tasfiyesi ve Kürt yasal siyasetinin rejime entegre edilmesi hedeflenmektedir. “Habur Açılımı”ndan Öcalan ile yapılan görüşmelere kadar, siyasi iktidarın bütün politikaları bu amaca yöneliktir. Bunun farkında olan ve seçim öncesinde ilan ettiği eylemsizlik döneminde yaklaşık elli militanı ordu güçlerince öldürülen PKK, seçimlerden sonra da hükümetten barışçı siyasi çözüm yönünde bir irade göremeyince, silahlı saldırılarını arttırma yoluna gitmiştir. Bu saldırılara bağlı olarak, bir ay içinde sayıları kırkı aşan güvenlik görevlisi hayatını kaybetti. Böylece, Kürt sorununda yine silahlı çatışma sarmalına girilmiş oldu.

Siyasi Ýktidar “Tamil Çözümü” Hedefliyor Siyasi iktidarın, PKK’nin son dönemde artan saldırılarının ardından, sınır ötesi operasyon kararı aldığı görüşü yanıltıcıdır. Hükümetin, birkaç senedir, sınır ötesi askeri harekât için Meclis’ten yetki alması, imha politikasını sürekli elinde seçenek olarak tuttuğunun kanıtıdır. AKP hükümeti, bir süredir, Kürt sorununun, PKK imha edilerek çözüleceği yönünde kamuoyu oluşturmaya çalışıyordu. Bu, yandaş yazarların kaleminden “Tamil Çözümü” olarak dile getiriliyordu. Sri Lanka hükümetinin Tamil Kaplanları örgütünü askeri yenilgiye uğratarak, çatışma ortamını bitirmesine gönderme yapılıyordu. PKK’nin son dönemde artan silahlı eylemleri bu planın devreye sokulması için uygun bir zemin oluşturdu. Ancak bir dizi başka etken de hükümeti bu yönde cesaretlendiriyor. Birinci olarak, batı emperyalizminin bölgedeki taşeronu olarak önemli roller üstlenen iktidar, buna bağlı olarak, Irak topraklarının bombalanması ve geçici olarak işgalini de kapsayan hava ve kara operasyonuna batılı güçlerin ses çıkarmayacağına hatta bunu destekleyeceğine inanıyor. Irak merkezi hükümeti ile Bölgesel Kürt yönetiminin de bu operasyona göz yumacağını düşünüyor. Yine

ÝZFAÞ GREVÝ NASIL DURDURULDU? Ýlkay Öngören İzmir Büyükşehir Belediye’sine ait İzmir Fuarcılık Hizmetleri Kültür ve Sanat İşleri Ticaret A.Ş. (İZFAŞ) işçileri, toplu sözleşme görüşmelerinde anlaşma sağlanamaması üzerine, 5 Ağustos’ta grev kararı aldı. İZFAŞ işçileri adına, DİSK’E bağlı Sosyal-İş Sendikası alınan grev kararını 22 Ağustos’ta uygulamaya başladı. İzmir Enternasyonal Fuarı da dâhil olmak üzere, çeşitli fuar, kongre ve etkinlikler düzenleyen İZFAŞ’ta toplam 90 işçi çalışmaktadır. Anlaşma sağlanamayan tek konunun yıllardır uygulanan yılda bir maaş tutarındaki fuar priminin devam etmesi ya da bu prime karşılık bir sosyal yardım verilmesi yönündeki teklifin işveren tarafından geri çekilmesi olduğu öğrenildi. Yasal grev kararı alan Sosyal-İş Sendikasını ise grevin başlamasından 2 gün sonra büyük bir sürpriz bekliyordu.

12 Eylül Kafasý, Yasalarý, Kararlarý İşveren İZFAŞ, yaklaşan İzmir Enternasyonal Fuar’ını sebep göstererek mahkemeye başvurmuştu. İzmir 1. İş Mahkemesi örneğine çok ender rast-

6

lanan bir karar ile grevin uygulamasını 20 gün erteleyerek, 12 Eylül 2011’e kadar işin devam etmesine tedbiren karar verdi. Kararın gerekçesinde yer alan “ülkenin uluslar arası alandaki itibarının zedelenme ihtimalinin doğması tehlikesi” ibaresi ile ifadesini bulan bu hukuk garabeti karar ile işçilerin yasal grev hakları anlamını yitirdi. Zira İZFAŞ’ın en önemli işi olan ve yılda bir defa düzenlenen İzmir Enternasyonal Fuarı süresince çalışmak zorunda kalan işçilerin tek mücadele silahları ellerinden alınmış oldu. Fuar süresince yapılamayan grevin sonrasında yapılmasının da bir anlamı yoktu. Zaten Belediye Başkanı CHP’li Kocaoğlu’nun karardan 1 gün önce basına yansıyan demecinde dediği gibi “işçiler fuardan sonra istedikleri kadar grev yapabilirler”di. 12 Eylül Askeri Cuntası döneminde verilen kararları hatırlatan bu mahkeme kararı ile 22 Ağustos’ta başlayan greve iki gün sonra son verilmek zorunda kalındı. Kararı protesto eden Sosyal-İş Sendikası yaptığı basın açıklamasında “12 Eylül darbecileri yönetimi sözde sivil yöneticilere bırakmış, ancak darbeci mantıkla hazırlanan sendikal yasaları da mi-

Kürtlerle sorunu olan İran ile ortak bir operasyon bile gerçekleştirebileceğini hesaplıyor. Askeri bir başarı elde etmesi halinde egemen sınıfların gözünde değerinin artacağını, bütün olan bitenlere karşın ordunun güvenini kazanacağını ve devlet içinde iktidarını pekiştireceğini düşünüyor. Böylece gelecek on yıl için tasarladığı siyasi hedeflerin önünde hiçbir engel kalmayacağına inanıyor.

“Dimyat’a Pirince Giderken Evdeki Bulgurdan Olmak” Ancak “evdeki hesabın çarşıya uymaması”, siyasi iktidarın “Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan da olması” güçlü bir ihtimaldir. Geçtiğimiz yirmi yıl boyunca benzer operasyonlar defalarca yapıldı. Hem de o dönemde kimi zaman KDP, kimi zaman KYB’nin fiili askeri desteği alınmasına karşın kalıcı bir başarı elde edilemedi. Üç yıl önce yapılan sınırlı kara operasyonu ise fiyasko ile sonuçlandı. O döneme göre Kürt siyasi hareketi ve Kürt halkı bugün daha güçlü, örgütlü ve birlik içinde. Büyük çaplı ölümlere yol açan bir askeri operasyon hükümetin Kürtler arasındaki desteğini sıfırlayacaktır. Ayrıca bölge zemini son derece kaygandır. AKP iktidarının hem uluslararası hem de bölgesel güçleri karşısına alması son derece güçlü bir olasılıktır. Bölge yeterince sıcak ve karışık, çelişkiler son derece derin ve karmaşıktır. Bu koşullarda Türkiye’nin “yangına körükle gitmesi”, bölgesel istikrarı daha da bozucu bir rol oynaması, batılı emperyalistlerce hoş görülmeyecektir. Yine, batılı emperyalistlerin bölgeye yönelik siyasi planlarına angaje olmuş bir Türkiye, İran’a güven vermemektedir. Irak Bölgesel Kürt Yönetimi ise, Türkiye’nin, topraklarına yönelik sömürgeci emeller taşıdığından ve kendilerini statüsüzlüğe mahkûm etmeyi amaçladığından kuşkulanmaktadır. Bütün bunlar başarısızlık ihtimalini güçlendiren etkenlerdir. Askeri çözüm politikalarındaki başarısızlık, Başbakan’ı, Çiller ve Mesut Yılmaz’ın, AKP’yi ise bugün tarih olmuş burjuva partilerin yanına gönderecektir. O nedenle yol yakınken geri dönülmeli, operasyonlar durmalı, silahlar susmalıdır. Kürt sorununa, barışçı yoldan demokratik, siyasi çözüm bulunmalıdır. ras bırakmıştır” diyerek durumu özetledi. Sonuçta, İZFAŞ işçileri haklarını almak konusunda tek silahları olan grev haklarını işveren, devlet ve 12 Eylül ürünü kapitalist hukuk sisteminin ortaklaşa komplosu ile kaybetmişlerdir. Grev ertelemesi kararı ardından 27 Ağustos’ta Sosyal-İş Sendikası ile İZFAŞ arasındaki görüşmeler işçilerin talepleri doğrultusunda sonuçlandı. Yılda bir kez 30 günlük ücret tutarındaki ikramiye kabul ettirilmiş oldu.

Ne Öðrenmeli? 1- İZFAŞ işçileri, CHP’li Sosyal Demokrat Belediye Başkanlarını, hükümetin seçimden önce yürüttüğü yolsuzluk operasyonuna karşı düzenlenen miting ve eylemlerde savunurken ardından gelen ilk toplu sözleşmede yediği tokattan ders çıkarmalı, işverenin CHP’li de olsa patron olduğunu ve işçilerin sınıfsal politikalara ihtiyacı olduğunu anlamalıdır. 2- 12 Eylül Askeri Cunta’sının gitmiş olmasının, yasalar, kurumlar ve anlayış olarak her şeyin değiştiği anlamına gelmediği ve burjuva partilerin iktidarlarını pekiştirmek amaçlı gerçekleştirdiği değişikliklerle de gelmeyeceği, ancak ve ancak işçi sınıfının kendi mücadelesi ile kazanabileceği unutulmamalıdır.


Ýþçilerin Sesi

MÝHRÝ BELLÝ’YÝ SON YOLCULUÐUNA UÐURLADIK N. Cemal Dava Adamý Demir Küçükaydın bir yazısında Mihri Belli’ye dair anısını anlatır; “1974-75 yılları. Toptaşında yatıyorduk. Gençliğinde partizanlara yiyecek taşımış Yunanistanlı balıkçı ve yoksul köylü Nikolai Varvacikis, Yunanistan’da tutuklanmış bir Türk casusuyla değiştirmek için Türk devletince rehin alınmış ve casusluktan cezalandırılmıştı… İşte bu Niko, iç savaş sırasında bir “Kaptan Kemal”den söz ediyordu partizanları anlatırken. Biz de olsa olsa bu bizim Mihri ağabeydir diye akıl yürütüyorduk… Mihri ağabey de… ziyarete gelmişti. O zaman biz koşarak Niko’yu çağırdık ve Mihri ağabeye de burada kendisini tanıyan gençliğinde partizanlara yemek taşımış bir Yunanlı köylü olduğundan söz ettik… Niko geldi ve Mihri ağabey ile Yunanca epey konuştu. Evet, Niko’nun o duyup bildiği Kaptan Kemal, bizim Mihri ağabeydi…” Küçükaydın, “Rus devrimcilerinin, Bolşeviklerin o tutkulu tartışmalarını ama aynı zamanda birer dava adamı ve devrimci olarak birbirlerine saygıda kusur etmeyen geleneklerini bizim kuşağa Mihri ve Kıvılcımlı gibiler aktardı…” diyor.

Devrimci Serüvenlerin Ýzleri Gün Zileli ise Mihri Belli’nin ardından şunları yazdı; “1930’larda genç bir komünist olarak, Amerika’daki siyah emekçilerin içinde çalışma yapmış. Nedense bu bana hep, John Steinbeck’in Bitmeyen Kavga romanın-

da, tarım işçileri içinde grev örgütleyen genç komünisti hatırlatır. 1940’larda illegal TKP saflarında mücadele etmiş. Sonra Yunan iç savaşına katılmış. 1951’deki TKP tevkifatında tutuklanmış. 1950’lerin sonuna kadar hapis yatmış. 1960’larda MDD hareketinin önderi. 12 Mart döneminde Filistin’de bir kaçak. Birkaç kez Türkiye’ye illegal girip çıkmış. Burada da bana nedense İgnazio Silone’nin Ekmek ve Şarap romanında, yüzüne tentürdiyot sürerek kendini ihtiyarlatıp faşizmin ökçesi altındaki İtalya’ya giren roman kahramanını hatırlatır. 1970’lerde Türkiye Emekçi Partisi’nin kurucusu ve lideri. Faşistlerin suikast girişiminden kendi çevikliği ve uyanıklığı sayesinde kurtulmuş. 12 Eylül 1980 darbesinden sonra yine gizlenme ve kaçış. 1980’lerde Avrupa’da sığınmacı. 1990’larda yeniden Türkiye’ye dönmüş. Yeni kurulan ÖDP’nin kurucularından. Kürt hareketine omuz vermiş. 2000’li yıllarda Hadep’ten milletvekili adayı… 20. yüzyılın bütün devrimci serüvenlerinin ideolojik izlerini üzerinde taşıyan bir tarih…” Zileli, Mihri Belli’yi eleştirmekten de geri durmaz; “Ne yazık ki, diğer çağdaşı komünistlerle birlikte, Stalinizmin esaslarını bizim kuşağa ve dolayısıyla Türkiye soluna taşımaktan birinci derecede sorumludur...”

Devrimin Güncelliði Ertuğrul Kürkçü ise özetle şunu söylüyor; “1960’ların hummalı ‘devrim stratejisi’ tartışmaları içinde Mihri Belli’nin ‘Milli Demokratik Devrim’ini ‘devrimci militan’ın gözünde anlamlı kılan, onun teorik olarak tutarlı bir bütün oluşturup oluşturmadığı değil, devrimi güncel bir süreç olarak kavramamıza yardımcı

ÝÞÇÝ DEMOKRASÝSÝ VE ASÝS DENEYÝMÝ N. Cemal Ağaç Eşya Sanayi İşçileri Sendikası (ASİS), 1973 yılında Tepe Mobilya’da çalışan 9 işçi tarafından kurulmuştur. ASİS, sınıf mücadelesi ve sendikal hareket içinde işçi demokrasisinin geliştirilmesi açısından önemli bir örnek oluşturur. ASİS, emekçilerin ülkenin yönetimini ele almasına yönelik ekonomik, sosyal ve siyasal bilinci geliştirecek çalışmalarda bulunmayı temel amaç saymış; uluslararası işçi sınıfı ile çalışmalar yapmayı, sosyalist bir düzenin hayata geçirilmesine ilişkin çalışmalarda bulunmayı ilke kabul etmiştir. Bu amaç ve ilkenin gerçekleşmesi içinse örgüt içi demokrasiye önem vermiştir. Sendika tüzüğüne göre; “Örgüt içi demokrasi ancak işçilerin gerçekten örgütlerinde söz ve karar sahibi olması yolunun açık bulundurulması ile olanaklıdır.” Tüzükte; örgüt içi demokrasinin sağlanması, bürokratik yönetim biçimlerinin engellenmesi ve sendikacılığın meslek haline getirilmesine karşı önlemler de sıralanmıştır: “- Kongreleri en geniş tabanla yapmak. Bunun için Şube Genel Kurulları, şubeye bağlı bütün üyelerle, Genel Merkez Genel Kurulları ise her 20 üyeye 1 delege oranı ile yapılır. - İşyeri sendika temsilciliklerine ancak üyelerin kendi aralarında seçecekleri işçiler atanır. Üye çoğunluğunun istemi ile işyeri sendika temsilcilerini yenilemek zorunludur. - 200 işçiye kadar işçinin çalıştığı işyerlerinde her 10 üyeye, bin 200’den fazla işçinin çalıştığı işyerlerinde her 20 üyeye 1 oranında işçi konseyleri seçilir. İşyeri işçi konseyleri tüzükteki yolla sendika işyeri temsilcilerinin değiştirilmesine karar verebilirler. Şube işçi konseyleri, Şube Denetim Kurulunu göreve çağırabilir, şubeyi denetleyebilirler. Gerekçe göstererek şube yönetim kurulunun görevden alınmasını isteyebilirler… - … İşverenle yapılacak toplu iş sözleşmesi müzakerelerinde ilke olarak, o işyerindeki tüm işçiler sendika yöneticileri ile birlikte katılırlar. Koşulların

buna elverişli olmaması halinde, durumu o işyerindeki tüm üye işçiler değerlendirir ve uygun görecekleri kararı alırlar. Alınacak karar ne olursa olsun, toplu iş sözleşmesi, işyerindeki tüm üye işçilerin onayına sunularak imzalanır. - Sendika yöneticileri ancak iki dönem üst üste görev yapabilirler… - Ücretli olarak çalışan sendika yöneticilerinin normal aylık ücretleri sendikaya kayıtlı işçilerin aldığı en yüksek ücret ve yan ödemeler toplamından fazla olamaz. - Sendikanın amaç ve ilkelerini gerçekleştirebilmek için işçilerin eğitimini ön koşul sayan sendika, gelirinin en az yüzde 10’unu eğitim için harcar…”

Örgüt Ýçi Demokrasi ASİS denildiğinde ilk akla gelen isim olan Genel Başkan Cenan Bıçakçı, sendikacılık ve sınıf mücadelesine dair bir tespitinde şöyle der; “Burjuva düzeninde yaşanıyor da olsa, işçi sınıfı örgütlenmelerinin başka ilkesel temellere oturması gerekir. Sınıf örgütlenmesinde örgüt içi demokrasi anlayışı burjuva değerlendirmeleriyle, dahası liberal değerlendirmelerle benzeşemez. İşçiler kendi örgütlerinde gerçekten söz ve karar sahibi oldukları kanısına vardıkları an, örgütlerine en az yöneticiler kadar sahip çıkmaya başlayacaklardır. Oysa örgütlenmelerde yöneten-yönetilen ilişkisi, karar veren-kararı uygulayan, daha doğrusu emir veren-emir alan düzeyinde sürdürülmüştür. Burjuva örgütlenmelerinde, örneğin burjuva partilerin oluşturduğu devlet örgütlenmesinde bu ilişkinin doğal olduğunu işçiye anlatmak kolaydır da kendi adına kurulmuş bulunan örgütlerde bunu anlatabilmenin olanağı yok. Geçerli mantığı da bulunamaz.”

Doðrudan Temsil Cenan Bıçakçı, ASİS’in toplu iş sözleşmelerinde uyguladığı ilkeyi ve sonuçlarını da şöyle özetler; “İşverene verilecek toplu iş sözleşmesi önerileri ilgili işyerinde çalışan tüm sendikalı işçilerin istekleri saptana-

olan kurgusuydu”. “96 yıl yaşamak bir devrimci için çok riskli olabilirdi. Ama Mihri Belli bunun da üstesinden geldi, 96 yıl boyunca davasına sadık kalmayı başardı. Hep Lenin’i Marx’a bağlayan halkaya bağladı kendisini: Devrimin güncelliği!”

Yaþasýn Devrim ve Sosyalizm! Mihri Belli’yi, 18 Ağustos 2011 tarihinde son yolculuğuna uğurladık. Tarihin ironisi; komünist Mihri Belli’nin kızıl bayrağa sarılı tabutu önünde, ikindi namazına müteakiben cenaze namazı kılındı. Yoldaşı ve hayat arkadaşı Sevim Belli (Tarı) cenaze törenine gelenleri metanetle karşıladı. Birçok devrimci sosyalist kurum, Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu milletvekilleri ve sanatçılar cenaze kortejine katıldılar. “Mihri benim 71 yıllık yoldaşım” diyen Vedat Türkali, “galiba beni orda bekliyor” sözleriyle hüzünlendirdi. Sevim Belli ise tanışmalarını anlattı; “1950’li yıllardı, Anadolu savaştan yeni çıkmış, Yunanlılarla dövüşülmüş, denize dökmüşüz. Bu adam da gitmiş Yunan Komünist Partisi idaresinde devrimci enternasyonalizm için kanını dökmüş. Çenesinden ve omzundan yaralanmış. Bir de gelmiş ‘ben yakışıklı adamım’ diye ortalıkta dolanıyor. Ben de dedim ki (gülerek) bu adamda bir iş var. İşte böyle başladı. Devrimci enternasyonalizmini sizlere emanet etmek istiyorum. Anısını yaşatın, rica ediyorum.” Slogan sesleri yükseliyor, ağaçlarla bezeli Feriköy mezarlığında yaprakları ve kulakları okşar gibi yayılıyor; “Mihri Belli Ölümsüzdür!”, “Yaşasın Devrim ve Sosyalizm!”, “Yaşasın Halkların Kardeşliği!” rak hazırlanır. Toplu iş sözleşmesi pazarlığında o işyerindeki bütün sendikalı işçiler -evet bütün sendikalı işçiler- ve sendika yöneticileri işverenle karşı karşıya gelirlerdi. İşçiler, diledikleri her madde üstüne söz alarak görüşmeye katılabilir. Görüşmeler bitince hemen orada o madde, hazır bulunan tüm işçilerin oyuna sunulurdu.” Bıçakçı bu konuda örnekler de verir; “Bin 100 işçinin çalıştığı Tepe Mobilya fabrikasında, 140 işçinin çalıştığı Enerel, 180 işçinin çalıştığı Domsan fabrikasında, daha birkaç işyerinde bütün işçiler, sendika yöneticileriyle birlikte, işverenle karşı karşıya gelerek görüşmeler yapılmış, maddeler tüm işçilerce orada oylanarak kabul edilmiş ya da geri çevrilmişti. Elka fabrikasında işveren, tüm işçilerle görüşmeyi kabul etmediği için -yalnız bu nedenle- 1975 yılında ASİS üyesi 850 işçi 8 ay grev yapmıştır. ASİS’in toplu iş sözleşmelerindeki bu uygulamalarına kimi sendikacı çevrelerden çeşitli itirazlar gelmiştir.” Gerçekten de durum böyleydi ve sendikal bürokrasi ASİS’in geliştirdiği işçi demokrasisinden doğan doğrudan temsilden rahatsızdı. Bu nedenle Cenan Bıçakçı, 1975-1977 yıllarında DİSK yönetimiyle ciddi sorunlar yaşadı. DİSK üyesi ASİS’e karşı, DİSK İzmir Temsilciliği’nin desteğiyle kurulan Bağımsız Ağaç-Sen, DİSK yönetiminin de desteğiyle örgütlendi. “ASİS grevleri, işçi sınıfından yana olduğunu söyleyen her kişi, grup ya da örgüte açıktı. Bunların her zaman, işçilerle söyleşme, tartışma olanakları vardı. Sendika, bu uygulamanın işçilere de, işçilerden yana olduğunu söyleyen aydınlara da çok şey kazandıracağı görüşündeydi” diyen Bıçakçı’nın sözleriyle, bugünün en ileri görülen sendikacılarının sola ve sosyalistlerin propaganda özgürlüğüne düşmanca yaklaşımlarını kıyaslayabilmek mümkün bile değildir. ASİS, bu yaklaşımını toplu iş sözleşmesi değerlendirmelerinde, eğitim ve örgütlenme çalışmalarında da sürdürmeye çalışmıştır. Sendika tüzüğü gereği iki dönemden fazla yönetici ol(a)mayan ve 1979’da genel başkanlıktan ayrılan Cenan Bıçakçı, “ASİS küçük bir sendika olduğundan giriştiği deneyimler ne yazık ki geniş işçi kitlelerini kapsayamamıştır” der. Yine de, ASİS deneyiminin sınıf mücadelesi ve sendikal hareket açısından önemi büyüktür ve özenle irdelenmesi gerekir.

7


Ýþçilerin Sesi

EKONOMÝK KRÝZ TEÐET DEÐÝL, EZÝP GEÇECEK Ýþçi sýnýfý, kapitalizmin krizinin kendilerine getireceði kan, gözyaþý, açlýk ve yoksulluða karþý þimdiden örgütlenmeli, burjuva devletin baský ve þiddetine karþý koymalýdýr. Aksi halde krizin yükü bir kez daha sýrtlarýna yýkýlacak; onlar yoksullukla boðuþurken, egemenler, “kriz bizi teðet geçti” diye övüneceklerdir. Necdet Seçer Hükümet, mezarlıktan geçerken duyduğu korkuyu bastırmak için ıslık çalan adama benziyor. Bir yanda yaklaşmakta olan büyük ekonomik durgunluktan alabildiğine tedirgin olurken, diğer yanda halkı yatıştırıcı bir söylem tutturuyor. Başbakan, “kriz bu kez teğet bile geçmeyecek” derken, ekonomiden sorumlu bakan Ali Babacan, dövizin TL karşısında son bir ayda yüzde on değer kazanması karşısında, “döviz iner de çıkar da; bunun ekonomik kriz ile ilgisi yok” diyor. Başbakan ve bakanlar bir yandan bunları söylerken diğer yandan halka “fazla harcama yapmayın, israfta bulunmayın” şeklinde akıl veriyor. Madem her şey güllük gülistanlık, neden halka tasarruf öneriyorsunuz? Çünkü gelecek günler krize, büyük çaplı durgunluğa gebedir. Yaşanacak durgunlukla birlikte gelirler düşecek, ekonomi ve aile bütçesi daralacaktır. O nedenle, bugün fazla harcama yapmayıp, gelecek günlere hazırlıklı olmak lâzımdır! Bakanın dövizin aşırı değerlenmesi karşısındaki tavrı, tansiyonu ya da ateşi yükseldiği için doktora giden kişiye, doktorun “tansiyon bu, ateş bu, çıkar da düşer de” demesine benziyor. Nasıl tansiyon ya da ateşin çıkması bir hastalığın belirtisiyse, bir ay içinde gerçekleşen yüzde on oranındaki devalüasyon da ekonomideki bir zaafın göstergesidir. Bir yandan milli gelirin yüzde onu civarında seyreden cari açık, diğer yandan şirketlerin, dörtte biri kısa vadeli olmak üzere, döviz cinsinden 200 milyar dolar borcu olması, dövize talebi tetiklemiştir. Bu da borca ve ithalata dayalı büyümede yolun sonuna gelindiğini göstermekte, uzun süreli bir durgunluğun sinyallerini vermektedir. Borsada son bir ayda yaşanan yaklaşık yüzde yirmi oranındaki düşüş de durgunluk ve kârların düşeceği, iflasların yaşanacağı beklentisinin bir sonucudur. Yoksa rekor büyüme yaşayan bir ekonomide hisse senetlerinin değeri neden düşsün? Daha birkaç ay önce ekonomiyi soğutmak için kredi hacmini daraltıcı yönde kararlar alan Merkez Bankası, şimdi yüz seksen derecelik bir dönüşle, ekonomik durgunluğa önlem olarak kredi hacmini arttırıcı tedbirlere başvuruyor. 8

Kapýdaki Tehlike: Durgunluk Ýçinde Enflasyon Avrupa Birliği ekonomisi borç krizi yaşıyor; ayrıca bütçe açıkları ciddi boyutlara ulaşmış bulunuyor. Bu durum, o ülkelerde kemer sıkma önlemlerini, harcamaların azalmasını ve ekonomilerin küçülmesini dayatıyor. Türkiye ihracatının yarısını bu ülkelere yapıyor. Bu ekonomilerin daralması, TL değerindeki gerilemeye karşın, ihracatın düşmesine dolayısıyla üretim ve ekonomik büyümede gerilemeye yol açacaktır. Ayrıca üretim ve ihracatın büyük ölçüde ithalata bağımlı olduğu dikkate alındığında, artan döviz fiyatları ithalatı pahalılaştıracak ve maliyetleri yükseltecektir. Buna bir de, yine aynı nedenle, enerji maliyetlerinin yükselmesini eklersek, ülkede enflasyonist bir ortamın hâkim olacağını öngörebiliriz. Sonbaharda elektrik ve doğal gaz fiyatlarında büyük oranlı artışlar beklenmektedir. Bu durum bir yandan aile bütçesini vururken, diğer yandan iğneden ipliğe tüm sanayi ürünlerinde fiyat artışını tetikleyecektir. Kısacası, bir yandan ekonomik durgunluk sonucu işten çıkarmalar artacak ve ücretler düşecek, diğer yandan enflasyonist ortam sonucu hayat pahalanacaktır. Önümüzdeki günler, işçi sınıfına, işsizlik, pahalılık ve yoksulluktan başka bir şey vaat etmemektedir. Uluslararası sermaye ve yerli işbirlikçileri, ilk sinyalleri görülen durgunluğu, yerel ve böl-

gesel savaşları kışkırtarak aşmaya çalışmaktadırlar. Kuzey Afrika ve Ortadoğu özelinde görüldüğü üzere, ülkeleri yeniden sömürgeleştirerek, kaynaklarını yağmalayıp daha yoğun sömürerek, ekonomik değerleri yıkıma uğratıp yeniden inşa ederek krizden çıkmaya çalışmaktadırlar. AKP hükümeti Kürt sorununda “askeri çözüme” yönelmekle “bir taşla iki kuş vurmayı” hedeflemektedir. Bir yandan ölümlerin arttığı sıcak çatışma koşullarında ekonomik kriz ve yıkımı perdelemek, diğer yandan bütçeden yapacağı savaş harcamalarıyla durgunluğa bir nebze olsun çözüm bulmaktır. Kapitalist devletler daha da otoriterleşerek kendilerini tahkim etmekten de geri durmamaktadırlar. Böylece krize karşı tepki gösterecek işçi sınıfı ve yoksulları bastırmanın ve sindirmenin hazırlıklarını yapmaktadırlar. Son olarak, polisin Londra’da ayaklanan kent yoksullarına yönelik tavrı ile Adana’da taşeronluk kurumuna karşı çıkan işçilere yönelik şiddeti krizde burjuvazinin emekçilere karşı alacağı tavrın işaretleridir. Bu nedenle, işçi sınıfı, kapitalizmin krizinin kendilerine getireceği kan, gözyaşı, açlık ve yoksulluğa karşı şimdiden örgütlenmeli, burjuva devletin baskı ve şiddetine karşı koymalıdır. Aksi halde krizin yükü bir kez daha sırtlarına yıkılacak; onlar yoksullukla boğuşurken, egemenler, “kriz bizi teğet geçti” diye övüneceklerdir.


Ýþçilerin Sesi

DÜNYA KRÝZÝ KAPÝTALÝZMÝN KRÝZÝ Leyle Durusu Bugün kapitalist dünya ekonomisinin içinde debelendiği kriz, 2008 yılında ABD’den dünyaya yayıldı. 2010’a geldiğimizde, bir küçük duraklamanın ardından, krizin geçtiği yaygaralarına kulak asmadan yeniden hız kazandı. Yunanistan’ı aylarca saran grev dalgası, krizin etkilerinin önemli bir göstergesiydi. Ve sonunda dünyanın en büyük kapitalist ülkelerinden biri olan ABD’nin kredi notu düşürüldü. ABD ne kendi krizini çözebilecek ne de başka bir ülkeye faydası dokunacak durumda. Dünya ekonomisinin başını çeken ABD’de, yine dünyanın otomotiv devi General Motors da can çekişiyor. Büyük ekonomik kriz için finans sektöründen kaynaklanıyor ve geçti, geçiyor diyenlere belki de en güzel cevabı, İspanya’dan Yunanistan’a, Büyük Britanya’dan Portekiz’e, İsrail’e yayılan kitlelerin öfkesi verdi. İşlerini, ücretlerini, evlerini kaybeden kitleler, sürekli borçlandırılarak sürdürdükleri hayatlarından artık memnun değiller. Hükümetlerin krizin üstünü örtmeye çalışarak, ulusal sınırlar içinde sözde çözüm önerilerinin yeterli olacağına dair sahte umutlar yaymasına artık inanmıyorlar. “Kurtarma” planlarının, emekçilerin derdine değil, batık bankalara, batık şirketlere destek olduğunu görüyorlar. “Bu bizim krizimiz değil, krizi çıkaranlar, faturayı ödemeli!” diyerek sokaklara dökülüyorlar. Mücadeleyle kazandıkları haklarına sahip çıkmak için direniyorlar.

Ýtalya: Ýki Kemer Sýkma Birden! Son bir ay içinde işçi sınıfına karşı büyük bir saldırı içeren iki kemer sıkma planı gündeme geldi. Uluslararası spekülatörlerin baskısıyla, Berlusconi hükümeti ve özel olarak da maliye Bakanı çok hızlı hareket ederek, ülkeyi kurtarmak için, 45 milyar avroluk bir kemer sıkma planının “can yakacağını ama zorunlu olduğunu” açıkladı. Hükümet yeni planla bütçeyi 2014 yılına kadar denkleştirmeyi hedeflediğini iddia etti. Berlusconi’nin “canı yanacak İtalyanlar”, demekle neyi ima ettiğini biliyoruz: Emekçiler ve yoksullar. Kamu ve özel sektör çalışanlarının haklarının budanması, “yeni” planın önemli bir parçasını oluşturuyor. Emeklilik yaşının arttırılması, özellikle özel sektörde çalışan kadınlar için 2027 yılında 65 yaşa kadar uzayacak. Kamuda çalışanlar için ise, kıdem tazminatı ödemesi iki yıl gecikecek. Eğer yönetim tarafından “hedeflere uymadığı” tespiti yapılırsa, zaten uygulamada olan “ücretlerin dondurulması” gündeme gelecek. Yerel yönetimler, sağlıktan ulaşıma kadar bütün alanlardaki harcamaları kısacaklar. Temmuz başında hükümetin ilk kemer sıkma kararını açıkladığı günden bu yana, İtalya”nın büyük işçi sendikalarından biri olan CGIL, prensip düzeyinde bir itirazın dışında harekete geçmedi.

Zaten ekonomik krizin ağır sonuçlarını yaşayan emekçiler için yoksulluğun şiddetinin artacağı günler bekliyor.

zelde binlerce kişi çıkartarak, isyanın zeminini elleriyle hazırlamış oldular. Ama ceza su şişesi alan kadına kesildi.

Yunanistan: Bir Kemer Sýkma

Ýspanya: PSOE’den

Döngüsü Daha

Fedakârlýk Çaðrýsý

Yunanistan’ın taze Maliye Bakanı Venizelos, IMF ve Avrupa Birliği önderliğinde halkına karşı meclisten destek alan yeni saldırı planını öyle bir inceltti ki, “büyüme ve işsizliğe karşı mücadele için adeta bir yol haritasıymış! Oysa aylar boyu sokakları işgal eden grevciler, giderek ağırlaşan tasarruf ve kesintilere karşı protestolarını durdurmadılar. Haklıydılar! Son resmi rakamlara göre işsizlik oranı bir yılda yüzde 23 artış göstermiş. Bunlar arasında, uzun süreli işsizler bir yana, 3054 yaş arasında yer alan kadın işsizlerin oranı ise yüzde 40’ları bulmuş durumda. Yine resmi rakamlara göre 700 bin kayıtlı işsiz var. Tabii ki, kayıtlı olmayanları sayarsak ki bu insanlar, -yeni bir iş bulma ümitlerini kaybetmişler- aslında çok daha fazla. Bu arada, Yunan Ticaret Konfederasyonu yaptığı açıklamaya göre, mağazaların yüzde 15’i kriz nedeniyle kapalı. 2010 yılı rakamlarına göre yaklaşık 20 bin kişi evsiz ve bu sayının Atina’da yıl sonuna kadar yüzde 25 artacağı bekleniyor. Son olarak, Dünya Doktorlar Örgütü’nün -bu örgüt, resmi belgesi olmayan göçmenleri de muayene ediyor- saptadığına göre, Atina ve Perama’daki kliniklerinde, Rum nüfus, hastaneye her gidişte, beş dolar daha fazla para ödüyorlar. Dereceleri farklı olsa da, reçeteler benzer: İsponyalca, İtalyanca ya da yunanca yazılan tasarruf tedbirlerinin amacı, küresel kapitalist krizin, patronlar ve bankacılar için yükünü hafifletmek.

Ýngiltere: Aman Vermeyen “Adalet”! Geçtiğimiz haftalarda Büyük Britanya’da, önce kenar semtlerde başlayıp, hızla büyük şehirlere yayılan ayaklanmalar, Londra’nın kuzeyinde Tottenhem semtinde, bir polisin 29 yaşındaki siyah bir genci öldürmesiyle başlamıştı. Ayaklanmaya yağmalama da eşlik etti. Olaylar sırasında ve sonrasında yüzlerce kişi tutuklandı. Örneğin 23 yaşında bir genç kadın, su sişesi çalmakla suçlandı ve 6 ay cezaya mahkûm edildi. 18 yaşında genç bir adam marketten sigara çaldığı gerekçesiyle iki yıl hapse mahkûm edildi. İki başka genç ise, internet üzerinden isyana çağrı yaptıkları gerekçesiyle dört yıl ceza aldı. Londra’nın kuzeyi, işsizlik oranın son derece yüksek olduğu, genç insanların iş bulamadığı bir yer. Tutuklananların çoğu da işsiz. David Cameron’nun sağ hükümeti, tabi önceki İşçi Partisi iktidarı gibi, sosyal harcamaları keserek, kamu ve ö-

Mayıs ayında Madrid’in bir meydanında toplanan gençlerin isyanı, kısa bir zaman içinde meydandan sokaklara taşmış, devlet kurumlarından para çekme makinelerine kadar öfkelerini yaymışlardı. “Öfkeliler hareketi” böyle doğdu ve birden bütün şehre yayıldı. Krizi başlatan bankalara, özelleştirme ve işten çıkartmalara, krizi önleme adına yapılan bütçe kesintilerine karşı gençlerin protestosu karşılık buldu. “Sizin yarattığınız krizin faturasını biz ödemeyeceğiz!”, “Buna demokrasi adını veriyorlar, ama öyle değil” diyerek hareketin temel sloganlarını duvarlardan eylemlerine taşıyorlar. Özellikle gençler arasında işsizlik yüzde 46’ıları buluyor İspanya’da İspanyol Sosyalist İşçi Partisi (PSOE), 2004’ten bu yana iki dönemdir iktidarda. PSOE Genel Sekreteri ve Başbakan Zapatero’nun, genel seçimlerde aday olmayacağını açıklamasından sonra yeni lider arayışına girilen partide, üç ay içinde Rubalcaba resmen yeni Genel Sekreter ve gelecek genel seçimlerin başbakan adayı olarak seçildi. Büyük bir değişiklik olmadığını söyleyebiliriz. Rubalcaba, konuşmasında “adil olmaktan, karlar ve ücretlerde fedakârlıktan” söz etti. Bu açıklamanın ardından sanırsınız ki, ücretler yükselecek, aksine fiyat artışları geldi. İşten çıkarmalar ise “fedakârlık” döneminin bir parçası. Hükümetin elini kolaylaştıranlardan birisi ise, sendikalar.

Ýsrail: Umut Var! Başkent Tel Aviv geçtiğimiz ay, öğrencilerin ve genç insanların protesto hareketine tanık oldu. Konut fiyatları ve yüksek kiralardan yılan kitleler, bir de işsizlik, hayat pahalılığı gibi temel dertlerine çare bulmak için sokaklara döküldüler. Belki altüst olan komşu Arap ülkelerindeki sınıf kardeşlerinden belki de, İspanya, Yunanistan’ın dinmeyen mücadele rüzgârından etkilendiler. Kapitalist dünya krizi, topluma ödettiği ağır bedellere rağmen, eğer toplumsal bir güç ortaya çıkmazsa, kendiliğinden ortadan kalkmayacak. Bu güç de işçi, emekçi sınıflardır. Emekçilerin üstlenmeleri gereken tarihsel görevlerin farkına vararak, burjuvazinin iktidarını devrimci bir şekilde devirip üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete son vermesi ve toplumun ihtiyaçlarını karşılamak için ekonomiyi yeniden düzenlemesi tek çıkış yoludur. Bunun ne zaman ve hangi toplumsal deneyimlerden geçerek oluşacağını bilmesek de, bu bilincin oluşması ve devrimci bir işçi partisinin inşası için çalışmanın gereğine inanıyoruz. 9


Ýþçilerin Sesi

ÝÞÇÝ BÝRLÝK OLDU “LEKE JEANS” PATRONU TAZMÝNATA MAHKÛM OLDU Tekstil, iþçi için hak gasplarýnýn yoðun, ücretini aldýðýnda þükrettiði, yasal haklarýnýn bile mücadele edilmeden alýnamadýðý sektördür. Yoðun baský ve kötü çalýþma koþullarý dayatýlan tekstil iþletmeleri hak arama mücadelelerine de giriþiyor. Leke Jeans kot fabrikasýndaki yaþanan bu deneyimi mücadele sürecine katýlan Murat Hayal’le konuþtuk. İşyerinde işçilerin ilk mücadeleleri nasıl başladı? Murat Hayal: Leke patronu resmi tatillerde eğer iş yoğunsa, işçileri işe zorunlu olarak çağırıyordu. Gelmeyen işçinin de ücretini kesiyordu. O yıl 29 Ekim’de yine aynı senaryo oldu. Patron 29 Ekim’de çalışılacağını söyledi. 29 Ekim cumhuriyet bayramı yaklaştığında işçiler arasında homurdanmalar başladı. Bu resmi tatilde çalışacak mıyız, çalışmayacak mıyız? İşçilerin büyük çoğunluğu resmi tatilde çalışmak istemiyordu. İşçiler bu resmi tatilde çalıştırmazlar diye düşündüler, ancak müdür 29 Ekim’de çalışacağını söyleyince işçiler tepki gösterdi Müdür işçilerle toplantı yapmak zorunda kaldı. Müdür toplantıda işçilere; arkadaşlar ekonomik kriz var, şu var bu var diyip lafı dolandırıp yarın çalışacağını açıkladı. İşçi arkadaşlardan biri; tamam çalışalım ama yarın mesai değil mi onu söyleyin dedi. Müdürde orayı karıştırmayın diyerek, işçi arkadaşı susturdu. Bu toplantı sonrası işçiler kendi arasında konuşup; bu bizim resmi tatilimiz, gelmeyelim, kesemezler paramızı diyerek konuşup karar almaya başladılar. Anayasal kanuni hakkımız diyerek işçilerin büyük çoğunluğu 29 Ekimde işe gelmediler. Leke’deki benim ilk karşılaştığım mücadele böyle başladı. Resmi tatilde çalışmama hakkı Leke işçisinde ilk kıvılcımı mı oluşturdu? Aybaşı olup, ücretler alındığında, 29 Ekim’de gelmeyenlerin ücretlerinin kesildiği anlaşıldı. Bu defa haklarımızı aramak için imza toplamaya başladık. Ücretleri kesintiye uğrayanlar içinden 60’a yakın imza topladık. İmzalarla birlikte şikâyet dilekçemizi de hazırlayıp Bölge Çalışma Müdürlüğü’ne verdik. Daha sonra işyerinde bu imza toplama olayı duyuldu. Patron ve müdürler işyerinde baskıyı arttırdı. Patron kimlerin imza attığının peşine düştü. İşyerinde imza attığını düşündüğü işçileri müdür yazıhaneye çağırıp, baskı yapmaya çalıştı. Müdür işçileri resmen sorguya çekiyordu; sen imza attın mı, söyle diyerek işçilerin gözünü korkutmaya çalışıyordu. Baskıların ardından işten çıkarmalar başladı. Patronun işten çıkarmasına karşı işçiler neler yaptı? İmza ile başlayan mücadele işten çıkarmaların yaşanmasıyla sendikalaşma düşüncesine dönüştü. Çünkü haklarımızı korumak için bir örgütlülüğe ihtiyacımız vardı. Bunun üzerine sendikaya üye olunma süreci başladı. Tam bu sırada patronun ispiyoncuları tarafında sendikalaşma çalışması müdüre ihbar edildi. Sendikalaşma çalışmasını ihbar eden de kendi arkadaşlarımızdan bir olduğu için müdüre sendikalaşma çalışmasında olan arkadaşlarında isimlerini verdi. Patron bunun üzerine tüm işçiyi toplayıp; sendika üyesi olanlar şuraya, sendika üyesi olanlar bu tarafa geçsin dedi. Patron sendikal çalışmayı dağıtmak için saldırdığı bu sürede imzalarla birlikte hazırladığımız dilekçe sonucunda işyerine müfettişler geldi. Müfettiş neler sordu? Müfettiş dilekçede ismim olduğu için beni çağır-

10

mış. Fabrika müdürleri beni hemen müdürün yanına göndermedi. Önce beni yazıhaneye çekip tehdit ettiler: sen kim oluyorsun da işyerini şikâyet ediyorsun, sen kaç aylık elemansın ki, diyerek hakaret ettiler. Ardından müdür, müfettişe benim söylediklerimi söyleyeceksin. Yoksa seni işten çıkartırım, paranı pulunu da vermem, dediler. Müdür benden; sigortasız çalışma yok, resmi tatillerde çalıştırma yok, dememi istedi. Ben de doğrusu neyse onu söylerim yalan söylemem dedim. Müdüre de beni işten çıkarmayla korkutamazsın dedim. Müdür bu sözler üzerine bağırdı çağırdı; git bildiğin gibi kahramanlık yap dedi. Daha sonra müfettişin yanına gönderdiler. Müfettiş de elindeki dilekçedeki yazılanları sordu: Resmi tatilde çalışıyor musunuz, yıllık izinlerini kullandırılıyor mu, mesai paralarının ödenip, ödenmediğini sordu. Bende işyerinde olan tüm hukuksuzlukları anlattım. Müfettişle konuştuktan sonra müdürler beni tekrardan yazıhaneye çektiler. Vay efendim biz sana ne söyledik sen ne anlattın diyerek tehdit ettiler. Ben de doğrular neyse ben de onu söyledim dedim. Hemen beni işten çıkaracaklarını söyleyip, beni yolladılar. Tabi beni hem dilekçede adım olduğu hem de müfettişle yaptığım görüşmede adım geçtiği için çıkaramadılar. Müfettiş denetimi sonrası patronun tavrı nasıldı? Sendikalaşma sürecinin devam ettiğini patron da biliyordu. Bu yüzden sendika üyesi olduğunu düşündüğü işçileri sorgusuz sualsiz işten çıkarmaya başladılar. Yaklaşık 40-50 işçiyi sendikaya üye olduklarını düşünerek işten çıkardılar. Daha sonra patron tüm işçiyi yemekhanede toplayıp; ben burada sendika üyesi işçi istemiyorum, ben sendika üyesi işçi barındırmam. Noter getirip, istifa parasını da ben vereceğim kimseyi de işten çıkarmayacağım diyerek bizleri baskı altına almaya çalıştı. Bu toplantı sonrası işçileri tek tek içeri aldı. Sendikadan istifa edenler oldu, istifa etmeyenler oldu. Sendikadan istifa etmeyenleri patronun diğer fabrikalarına çalışmaya gönderildi. Bir yönüyle işçiyi kendisi çıkarmayıp, çıkmasını zorlama çalıştılar. Bir yönüyle sürgüne zorlanan işçiler buradan oraya (diğer fabrikaya) servis var mı diye sorunca yok dediler. Kısacası işçiye sen kendin işten çık dediler. İşten çıkartılan işçi arkadaşlarınız neler yaptı? Sendikaya üye oldukları için işten atılan arkadaşlar dava açmışlardı. Davada şahide ihtiyaç vardı. Davayı açan arkadaşlar gelip benden şahit olmamı istediler, bende olurlum dedim. Sonuçta bu arkadaşlarım haksızlığa uğramışlardı. Tabi şahitliği kabul ettiğimde daha mahkeme gününe vardı, yaparım demiştim. Daha sonra zaman yaklaştıkça heyecanlandım. Sonuçta işyerinde çalışmaya devam ediyorum, ne olur ne biter bilmiyorum. Aileme ve diğer arkadaşlarıma soruyorum sakın yapma; başına iş alma diyorlar. Ama ben yapaca-

ğım dedim, çünkü birlikte bir yola başladık yarı yolda bırakmak olmaz, diye düşünüyorum. Mahkeme günü gittim. Hâkime yaşadıklarımızı bir bir anlattım. Daha sonra 15:00 gibi işe geri döndüm. Müdür sor nerdeydin diye; bende mahkemedeydim diyince hemen beni içeri çağırdılar. Müdür beni alıp sorguya çekti: Ne mahkemesine gittin, ne anlatın dedi. Bende sendikanın mahkemesine gittiğimi, doğruları tek tek anlattığımı söyledim. Müdür seni öldüreceğim, insan ekmek yediği yere yalancı şahitlik yapar mı diyerek üstüme yürümeye çalıştı. En sonunda seni işten çıkaracağım diyerek beni banda yolladı. Herkes işten çıkaracağım diye tehdit ediyor, ama bir türlü işten çıkarmıyorlar. Bugün Leke’de çalışmıyorsunuz. Sizi işten nasıl çıkardılar, haklarınız alabildiniz mi? Patrona ceza veren mahkeme kararından 10 gün sonra patron geldi. İmalat bölümünü dolaştı daha sonra beni yine yazıhaneye çağırdılar. Patron mahkeme tutanaklarını elini almış, bana sen burada çalışıyor musun diye sordu. Bende evet çalışıyorum dedim. O zaman niye mahkemeye gittin dedi: Bende insanlık görevimi yaptım, siz haksız yere arkadaşlarımız işten çıkardınız dedim. Bu sözleri duyunca patron kalktı üstüme yürüdü, daha sonra yumruklarını sıkıp kendimi zor tutuyorum diyerek beni tehdit etti. Patron sürekli bana ekmek yediğin yere neden ihanet ediyorsun diyerek beni tahrik etmeye çalıştı. Patron daha sonra beni korkutmak için avukatını aradı; biz bu işçiye 10 bin TL dava açalım, görsün günü diyor. Ama avukatı mahkemede şahit olduğu için dava açamayız, diyor, O zaman tazminatsız işten çıkar diyor, bu da doğru olmaz diyor. Patron bu sözler üzerine küplere bindi. Nasıl dava açamam “yalancı şahitlik” yapıyor diyerek açamaz mıyım diyerek çaresizliğini gösterdi. Patron tam 50 dakika beni sorguya çekti. Patron o kadar tehdidine rağmen tek yapabildiği zam döneminde bana zam vermemek ve izin istediğimde de reddetmek. Bende işten o kadar kolay çıkartamayacaklarımı bildiğim için işim olduğunda işe gitmedim, yasal olan tüm haklarımı da kullandım. Patron beni hemen çıkartamayacağını anlayınca, bu süreçte sorumlu olan müdürünü önce işten çıkardı. Daha sonra mahkemeler bitince beni de işten çıkardı. Ama bu mücadele patrona pahalıya mal oldu. Şahitlik ettiğim dava da patron 3 işçi arkadaşımın sendika yüzünden işten attığını, sigortasız işçi çalıştırmak ve resmi tatillerde işçi çalıştırmaktan suçlu bulundu. Bütün bu suçlardan dolayı patron kıdem tazminatı ve sendikal tazminat tutarı olarak beş işçiye 100 bin TL para cezası ödemeye mahkûm oldu. Patron sendikal örgütlülüğün sesi bile patronun afallamasına yetti. Mücadelede küçük bir birlik ve örgütlülük bile patronun ne bedeller ödemesine yetiyor artıyor bile. Biz birlik olup patrona 100 bin TL ödettik, ya birliğimiz ilk günden bozulmasaydı daha neler kazanırdık?


Ýþçilerin Sesi

ARAP BAHARI LÝBYA'DA BOÐULMAYA ÇALIÞILIYOR Libya ve diðer ülkelerde emperyalist müdahalenin ya da ülke içindeki diðer burjuva yönetici ve partilerin, ordunun halk hareketlerine müdahalesi ne kadar gerçek bir olguysa, “toplumun devrimci çýkarlarýný kendinde toplayan bir sýnýfýn” önceden sahip olmadýðý olanaklarý yaratacak güçte olacaðý da tarihsel bir olgudur. Ufuk Demirci Gazetecilerin Arap Baharı diye adlandırdıkları, Tunus’tan başlayıp Mısır, Bahreyn, Yemen, Suriye, Libya’ya kadar etkisi görülen “halk ayaklanmaları” devam ediyor. Halk isyanları arasında ortak bir nokta aramak istersek, tümünün 30-40 yılı bulan diktatörlüklere karşı duydukları öfke diyebiliriz. Libya halkının ilk eylemleri, Mart ayında başladı. İsyancılar “dış müdahale”ye karşı çıkıyorlardı. Ancak emperyalistlerin çıkarları bu karşı çıkışa aldırmadı. Libya’nın petrol gelirleri (dünyanın en büyük 12’inci petrol ihracatçı ülkesi, günlük 1,5 milyon varil) sebebiyle emperyalistler sürece sessiz kalmadılar. Diğer yandan Arap Baharı’na da gözdağı verme ihtiyacını hissettiler.

Fransa, diğer emperyalist devletlerden rol çalarak ilk savaş uçaklarını gönderdi. Emperyalistler, Tunus ve Mısır’da yapamadıklarını (Suriye için de denemedikleri) askeri müdahale seçeneği NATO üzerinden gerçekleştirdiler. Tıpkı Yugoslavya ve Afganistan’da olduğu gibi. Libya vesilesiyle, Arap Baharının ve yoksulların yarattığı umutların “emperyalist manipülasyon” olarak algılanmasını sağlamaya yönelik olarak bolca insan hakları ve demokrasiden söz ettiler. Bir yandan da Kaddafi’nin halkına silah kullanmasını önlemek gerektiğini ileri sürdüler. Arap halk isyanlarının ilk döneminin kapanışına denk gelen Libya müdahalesi, fiili olarak siyasi bir müdahalede oldu. Emperyalist devletler, demokrasi ve insan hakları söylemlerinde samimi değiller! Sözü edilen bu hakların binde birinin olmadığı Suudi Krallığıyla iyi ilişkilerini sürdürüyorlar; altı ay önce de Libya ile ilişkileri sırasında insan hakları hiç akıllarına

gelmiyordu. Libya halkı ne zamanki, memnuniyetsizliğini ifade etti ve onlar da bunu bahane ederek petrol kaynağı olan Libya’yı “iç mesele” saydılar; haksız bir savaş ve müdahaleye başvurdular. Tam adı “Libya Halk Sosyalist Cemahiriyesi Birliği” olan bu ülkenin lideri olan Albay Muammer Ebu Minyar Al-Kaddafi 42 yıllık iktidarı sırasında bir süre Arap Milliyetçiliği etrafında topladığı gücünü emperyalistlere karşı kullandı. Ancak kısa bir süre sonra emperyalistlerle sıkı çıkar ilişkilerine girdi. Kaddafi’nin “Yeşil Sosyalizm” rejiminin sosyalizmle kuşkusuz bir ilgisi yoktu. Yüksek petrol gelirlerine sahip bir devlet yönetimi kimi sosyal politikalarda benzer ülkelere göre çok daha korumacıydı. Sosyalist solda veya ilerici çevrelerde özellikle Libya’da yaşananlar üzerinde duruluyor. Soldan ve ilerici çevrelerden Arap Baharına yönelik bir küçümseme ve halk isyanlarını başarısız sayma, arkasında emperyalist ajanlar arama düşüncesi geliştiriliyor. Kategorik olarak böyle bir izlenim ver-

Libya’ya yapılan 20 bine yakın saldırıda 50 bini aşkın Libyalının yaşamını yitirdiği düşünülürse, emperyalist devletlerin Irak’tan sonra petrole sahip ülkelerin kaderini çizme konusundaki iştahlarının esas nedenini anlayabiliriz.

Emperyalist devletler, demokrasi ve insan haklarý söylemlerinde samimi deðiller! Sözü edilen bu haklarýn binde birinin olmadýðý Suudi Krallýðýyla iyi iliþkilerini sürdürüyorlar; altý ay önce de Libya ile iliþkileri sýrasýnda insan haklarý hiç akýllarýna gelmiyordu.

menin ne Libya’da Kaddafi diktatörlüğünün ezdiği kitlelere ne de dünya devrimci hareketine bir katkısı olabilir. İsyancı hareketlerin ve devrim hareketlerinin sosyalist karakterde olmaması ve emperyalistlerin eski rejimin diğer aktörleriyle yeni hükümetler kurması söz konusu olsa bile bu ülkelerde yaşanan altüst oluşları küçümsemek doğru değildir. Unutulmamalı ki, Arap Baharının hissedildiği ülkelerin hiçbiri ekonomik ve sosyal açıdan; işçi ve emekçilerin örgütlenme düzeyi ve sosyalist hareketlerin gücü bakımından birbirine benzerlik taşımıyor. Hatta 40 yılı bulan diktatörlükler sebebiyle bu ülkelerin yönetimleri demokratik bir rejim inşa etmediği gibi, işçilerin sendikal örgütlenmeleri de dâhil sosyalist içerikte devrimci örgütlerin faaliyetlerine izin vermediler. Diktatörlere biat etmeyen örgütleri imha ettiler. Sonuç olarak, Arap Baharı, neredeyse yoktan var ediyor ve sürüyor. Temmuz ayından beri Mısır ve Tunus’ta, belki de ikinci dalga diyebileceğimiz ve ilkine göre daha sınıfsal ve programatik olduğu anlaşılan hareketler kendini gösteriyor. Grevler bunun işareti sayılmalı. Libya ve diğer ülkelerde emperyalist müdahalenin ya da ülke içindeki diğer burjuva yönetici ve partilerin, ordunun halk hareketlerine müdahalesi ne kadar gerçek bir olguysa, “toplumun devrimci çıkarlarını kendinde toplayan bir sınıfın” önceden sahip olmadığı olanakları yaratacak güçte olacağı da tarihsel bir olgudur. Sorun şu ki, Arap Baharının işçi ve yoksul kitleleri kendi devrimlerini tamamlayacak deneyime ve yeteneğe henüz sahip değil. 11


Ýþçilerin Sesi

FABRÝKALARDAN... ÝÞYERLERÝNDEN... FABRÝKALARDAN... ÝÞYERLERÝNDEN... FABRÝKALARDAN... ÝÞYERLERÝNDEN... Gýda

Plastik

Ürettiðin Kadar Otur!

Örgütlenmek Þart!

Bayramın yaklaşması gerekçe gösterilerek cumartesi pazar demeden, durmadan dinlenmeden çalışıyoruz. Buna rağmen gözü kar hırsıyla kör olmuş patronları memnun etmek mümkün olmuyor. Sipariş yoğunluğu nedeniyle 50 kadar gündelik işçiler getirdiler. Üretim bölümünde yeni gelen işçiler yoğun çalışma temposuna dayanamayıp sandalyede uyuklarken gören şef, sandalyeleri toplatıp 1 saate bir palet iş yapan oturabilir yoksa ayakta çalışılacak deyip, gürlemiş. Çalışma temposunu gören yeni işçiler kimseye haber vermeden gizlice kaçınca, güvenlik elinde isim listesiyle bölüm bölüm kayıp işçileri aradı. Kıdemli isçiler ise içeride tazminatları olduğu için kaybolmak yerine firarı tercih ediyor. Her bölümden mutlaka raporlu raporsuz işe gelmemelerin sıklaştığını gören idare, çözümü tutanak tutmakta buldu ama çare olmadı. Keyfi uygulamalar ve baskılar insanları ya kaçırıyor ya ağlatıyor. Kadınları tuvaletlerde, bazı işçileri ise bantlarda, “artık dayanamıyorum ne yapayım, çalışmaya ihtiyacım var günde 4 binden fazla iş çıkıyor ama beğenmiyorlar, her gün daha fazlasını istiyorlar” diyerek ağladıklarını görüyoruz. Sömürünün dozunun ne boyutlara geldiğini gösteriyor. Cüzdanları olanların vicdanları olmuyor işte! İşçi arkadaşlarım ağlamayalım, örgütlenelim ve umudumuzu yitirmeyelim. (Bir işçi)

Fabrikada iş kanununda yapılan değişikliklerin, işçiler için değil tamamının patronlar için yapıldığı açık ve net bir şekilde görünüyor. Örneğin çalışma saatleri ve hafta tatilinde patronların istediği gibi değişiklikler yapıyor. Zaten zorunlu fazla mesailerle ağır olan çalışma saatlerimiz, esnek çalışma uygulamasıyla birlikte daha da ağırlaşıyor. Açlık sınırının altında bir ücrete çalışanlar olarak, yaşamımızı sürdürmek için fazla mesailere örgütsüzlüğümüzden kaynaklanan korkularımızla tepki gösteremiyoruz. Bazen mesailerin kesildiği durumda tek yapabildiğimiz “neden mesai verilmiyor, aldığımız ücret yetmiyor”’ demek oluyor. Sefalet ücretine (asgari ücret) tepki yok denilecek kadar az. İnternet sitesinde boy boy reklam yapan şirketin büyümesiyle övünen patron, işyerinde zam nedir bilmiyor. Devletin belirlediği zam işine geldiği zaman “devlet o kadar verdi, işine gelmediği zaman devletten zengin değiliz devletin verdiğini nasıl verelim” diyor. Bir işçi, iş yerinde yaşanan haksızlıkları yazılı olarak dile getirdi, bunu da şirketin iç yazışma dedikleri mail sistemi üzerinden yaptı. İşçinin bu tepkisi hemen karşılık buldu, Patron, sabah saat 07:00’de iş yerine jandarma getirerek işçiyi işten çıkarttı. Bu işçi ne istemişti, ücretine zam, insanca çalışma koşulları ve sendika. Bunları istemek patronların gözünde suç. Müdürler fabrikaya gece vardiyası sırasında baskın yaptılar, onlara göre düzgün çalışmayan ve

TAÞ-ÝÞ-DER ÖRGÜTLENME AÐINI GENÝÞLETÝYOR İstanbul Çapa Tıp Fakültesi’nde yürüttüğü örgütlenme faaliyetleriyle 1200 üye sayısına ve hak kazanımlarına sahip olan Taşeron İşçileri Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği (Taş-İşDer), örgütlenme alanını genişletiyor. Çapa Tıp Fakültesi’yle sınırlı olarak anılmalarına ve lokal bir dernek olarak algılanmalarına karşı çıkan dernek aktivistleri, “Bir yıl içinde elde ettiğimiz deneyimler bizlere çok şey öğretti. Başlangıçta Çapa dışa taşmakta tereddüt ettik. Önce burada somut bir güç ve kazanım elde edelim dedik. Ve başardık. 1200 civarında üyemiz, elde ettiğimiz kazanımlarımız, hastane yönetimince de tanınıyor olmamız gibi bir gerçekliğe sahibiz” diyorlar.

12

Cerrahpaşa’dan. Çapa’da işten atılan üyelerimize sahip çıkmak amacıyla ilk gelen arkadaşlarımız da onlardı. Cerrahpaşa’dan dayanışmaya gelen üyelerimizden üçü bu nedenle işten atıldılar. Direndiler, hastane bahçesinde oturma eylemi yaptılar, direnmeleri sonucunda yeniden işe başladılar” diye vurguluyorlar.

“Dernek yöneticilerimizle aktif üyelerimiz arasında hiçbir fark yok” diyen Taş-İş-Der aktivistleri, “yürüttüğümüz faaliyetler bunun en somut göstergesidir” demeyi de ihmal etmiyorlar.

“Haklarımıza Sahip Çıkma Zamanıdır” başlığı altında yaptıkları çağrı ile Cerrahpaşa Hastanesinde bir toplantı düzenleyen Taş-İşDer, “4857 sayılı iş kanununda var olan hakları kullanılabilir hale getirmek için…” diye söze başlıyorlar. Toplantı da yeni mücadeleci unsurlar hemen dikkati çekiyor. Hararetle öneri ve eleştiriler dile getiriliyor. İletişim ve irtibat ağı kuruluyor. İzinlerin yoğunluğu dile getirilerek, “ramazan sonrası daha kitlesel olarak toplanırız” deniyor. Yeni üye kayıtları, aidat ödemeleri yapılıyor. Cerrahpaşa’da alt yapı sağlam ve örgütlenme dinamikleri hazır. Toplantıda, Samatya’dan da gelenler var.

“Cerrahpaşa ve Samatya Hastaneleri’nde atağa geçtik” diyen aktivistler, “Cerrahpaşa zaten üyelerimizin olduğu bir hastaneydi. Dernek yönetiminde ki iki arkadaşımız da

Toplantı sonrasında dernek yönetimi ve aktivistler tarafından değerlendirme yapılıyor. Sonuç ve gelişmelerden memnunlar. / İşçilerin Sesi-Haber

işçileri kaytaran işçileri yakalamaya çalıştılar. 12 saatlik çalışma koşullarında ve yorgunluğun en tepeye ulaştığı bir noktada, mutlaka birilerini otururken görmüşlerdir. Lavabolarda sigara içerken görülen bir işçi, hemen tazminatsız olarak atıldı. Bu işçi hemen avukata başvurdu. Avukatı haksız yere tazminatsız işten çıkarıldığını söyledi. “Bir işçi kapalı alanda sigara içtiği zaman bunun cezası 61 TL’dir, en fazla bunu uygulayabilirsiniz, eğer işten çıkaracaksanız tazminatını ödemek zorundasınız, ödemezseniz mahkemeye vereceğiz” deyince işçinin tazminatı ödendi. Patronların her yaptığı ve söylediği şeyi hemen kabul etmemek gerek, yasal haklarımız var. Okuyup, kendimizi geliştirmeliyiz, yeni haklar alabilmek için örgütlenmeli birlikte mücadele etmeliyiz. Bugünlerde bayram izni veriliyor devlet dairelerinde 9 gün özel sektörde 3.5 gün ama bundan sadece devlet çalışanları yararlanıyor. Hükümet 9 gün resmi tatil diyerek özel sektör çalışanlarını yanıltıyor. AKP hükümeti, sadece patronları düşünüyor, onlara bir de 2 günlük maliyet yükleme istemiyor. İşyerinde bir çok arkadaş durumlarından şikayetçi ama henüz bilinçli bir örgütlenme yok, bize düşen bu örgütlenme çalışmasını sürdürmek. (Bir işçi)

Tekstil Sesimizi Yükseltmeden Para Yok Bayram öncesinde yükleme var gerekçesiyle baskılar artmıştı. Altı gün çalışmak da yetmeyince, zorunlu Pazar mesaisi dayatıldı. Ustaların da tehdidi peşinden geldi: “Pazar gelmeyenin canın yakarım”. Bayramı telafi etmek için üç hafta cumartesileri saat 18:00’e kadar çalıştırmışlardı. Sipariş yetişmeyince, yevmiyeli işçi çalıştırmak zorunda kaldılar. Ustaların getirdikleri işçilerin yevmiyelerinin yarısını ceplerine attığını öğrendik. Mesailere karşın ücretlerin ödenmesi on gün gecikmişti. Üretimin düşüklüğünden şikayet eden ustanın, bir de işçilere bağırması ve tehdit etmesi, bardağı taşırdı. “Tehditle iş olur mu? Bağırmadan konuş biz anlarız” diye işçiden tepki alınca, usta daha da terbiyesizleşti: “İçeride hayvan olan çok, anlamıyorlar” dedi. İşçilerin tepkisi büyüdü ve Cumartesi mesaiye gelmeme kararı alındı. Olayın büyüdüğünü fark eden idare, geri adım atmak zorunda kaldı. Geciken ücretlerin bankaya yatırılan kısmı Cuma günü, elden verilen kısmı ise Cumartesi günü işçilere ödendi. (Bir grup işçi ile görüşme)

Ýzin Hakkýmýzýn Gasp Edilmesine Sessiz Kalmadýk Konfeksiyonda kanayan bir yara olan yasal izin sürelerini kullanamama haline bir dur demek için bir grup işçi, çalışma müdürlüğüne, işyerini şikayet etmişti. Kısa bir zaman sonra şikayetin müdürler tarafından bilindiğini anladık. Bir işçi, “arkadaşın geldi” gerekçesiyle idareye çağrıldı. Kimsenin gelmediğini gören işçi, neden beni bu gerekçeyle ça-


Ýþçilerin Sesi

FABRÝKALARDAN... ÝÞYERLERÝNDEN... FABRÝKALARDAN... ÝÞYERLERÝNDEN... FABRÝKALARDAN... ÝÞYERLERÝNDEN... ğırdınız, diye sorunca, müdür “seni rencide etmemek için” demiş. Anlaşılan patronu şikayet etmek müdürleri daha duyarlı yapıyor. Müdürler, “rica ediyoruz, şikayeti geri alın” diye kıvrandılar. Şikayetçi işçilere, “çok ceza yeriz, işyeri kapanabilir” diye tehdit etmeyi de unutmadılar. Müdürlerin telaşı boşuna değil, patronun diğer bir fabrikasında işten atılan işçilerin yasal mücadelesi, ona pahalıya patlamıştı. Bu nedenle temkinli hareket ediyorlar. Bunu yanı sıra fabrikaların taşınacağı söylentileri de dolaşıyor. İşçinin hak arama mücadelesi, bugüne kadar iş yasalarından ve denetimden uzak faaliyet gösteren patronu, “görünür” hale getirmişti. Buna karşı bir önlem olarak, işyerlerinin yerini değiştirme gündeme gelmiş olabilir. İşyerinin değişmesi, işçinin mücadele fikrinin değişmesine mi neden olacak? Patron kendini

kandırıyor! (Bir grup işçi ile görüşme)

Kargo Merhaba arkadaşlar ben lojistiğin taşeron bünyesinde çalışıyorum. Tuzla’da Mudo deposunda var olan çeşitli mobilya ürünlerini evlere teslim ediyoruz. Borusan nevi kuryelik yapmaktayım. Asgari ücretle çalışıyorum. Benimle birlikte çalışan 20’ye yakın işçi arkadaş var. Belirsiz çalışma saatleri içersinde çalıştırılıyoruz. Ürünleri sipariş eden çeşitli müşterilerin evlerine teslimat gerçekleştiriyoruz. Her iş yerinde olduğu gibi burada da sıkıntılar oluyor. Örneğin; akşam iş dönüşü eve dönmemiz gibi. Son gidilen adres her neresiyse oradan çeşitli toplum taşıt araçlarıyla dönüş gerçekleştiriyoruz. Gecenin hangi saatinde işimiz biterse o saatten sonra toplu taşıma araçlarıyla dönüyoruz. Eğer işimiz daha geç saatlerde biterse o

MADEN ÝÞÇÝLERÝNÝN ÖLÜM NEDENÝ, ÖZELLEÞTÝRME VE TAÞERONLAÞMADIR Seyfi Adalý Geçen yıl (17 Mayıs 2010) Zonguldak Karadon’ta 30 madencinin hayatını kaybettiği “grizu” patlamasının ikinci bilirkişi raporu açıklandı. Raporda: “Son 12 dakikada, patlama olasılığının çok yüksek olduğu bilindiği halde, Uzaktan Gaz İzleme Merkezi görevlilerince nasıl bir çalışma yapıldığı, görevlilerin aşağıda çalışan Yapı-Tek çalışanlarına neden haber ulaştırmadığı, neden tüm ekipmanların durdurulmadığı, neden acil kaçış planının uygulanmadığını anlamak mümkün değildir” denildi. Bu açıklamaya bağlı olarak da “Uzaktan Gaz İzleme Merkezi”nde nöbette bulunan maden mühendisleri için “konunun önemini idrak edip çalışmanın durdurulmasını sağlamalıydı”(lar) diyor. Madenlerde yaşanan iş cinayetlerinin neredeyse tamamında görüldüğü gibi “ihmal” ön plana çıkartılıyor. İhmallerin de “kişi hatası”na bağ-

landığını görüyoruz. Özellikle de kazada hayatını kaybeden işçi ve mühendisler ölümlerden sorumlu tutuluyor ki, olayın faili de ortadan kalmıştır artık. Kuşkusuz kazalarda kişi hatasının payı küçümsenemez. Ancak “konunun önemini idrak” etmiş mühendis, iş güvenliği uzmanı (deneyimli ve nitelikli mühendis) ile işyeri yönetiminin hassasiyeti (önce iş güvenliği) ve işçilerin tehlike anında üretimi durdurma hakkı (işyeri örgütlenmesi ve sendika) sorgulanmıyor. Bu üç noktayı biraz açalım. Bütün özel ya da özelleştirme kapsamındaki kamu işletmelerinde “kâr” etmek esastır. Nitekim kaza kamu işletmesinde (TTK Karadon) çalıştırılan Yapı Tek adlı taşeron adlı şirkette meydana geldi. Taşeron demek kâr etmenin kuralsız ve güvencesiz temel eksen olduğu işletme demektir ki, kazalara davetiye çıkartılmış demektir.

zaman işte sıkıntı oluyor. Can güvenliğimiz yok. Ayrıca, bazı mobilyaların ağır olması, teslimat sırasında bulunan mevkide taşınması ve bir şekilde bir anlık göz kararması, aşırı yorgunluk sonucu elimizdeki ürünün bizler tarafından zarar görmesi halinde zararı aylık ücretlerimizden kesintiye kadar varıyor. Şu an ise mesailerimize göz dikilmiş durumda. Çalışma saatlerimiz 08.00–17.00 arası ve 17.00’dan sonrası mesai oluyor. Yine örnek verecek olursam saat 21.00 de işim biterse sabah 08.00 yerine 09.00 da gel’’deniliyor. Yani mesai vermemek için bir de bizleri düşündüklerini ima ediyorlar. Biz bu toplantı içersinde tüm arkadaşlar ile reddettik. Yemek ücretlerimiz yok. Yol parasını kendi cebimizden karşılıyoruz. (Gebze’den bir işçi) Kuralsızlık ve kâr eksen olunca bir işletmede maliyetin düşürülmesi esastır ki, bu durumda nitelikli ve deneyimli mühendis ya da iş güvenliği uzmanı değil, en ucuza çalıştırılabilecek mühendis ve uzman arayışı ön plana çıkacaktır. İş güvenliği değil, işyerinin kârı ön planda olduğu için, işçilere daha az ücret ve sosyal hak verebilmek için o işyerinde sendika ve işçi denetimi yoktur. Bu nedenle bu kazalar “cinayet” olarak nitelenmelidir. “Taksirli adam öldürme” suçu işlendiği için de ceza davaları açılabilmektedir. Hukuk da bu kazaları cinayet saymaktadır. Kapitalist işletme dürtüsü (kâr) mevcut hukukta bile “adam öldürme”ye sebep vermek olarak kabul ettiği halde, hükümet bu iş kazalarının tekrarlanmasını önleyecek herhangi bir önlem almamaktadır. Önlem sınıf hareketinden gelebilir. Nitekim, sınıf hareketinin görece etkili olduğu 1977-80 yıllarında DİSK’e bağlı Yer altı Maden-İş Sendikasının örgütlü olduğu işyerlerinde ve hatta imzalanan toplusözleşmelerde işçilerin ölçümlerde grizu artışını öğrenmelerinden itibaren madeni terk etme hakkı veriyordu. Zonguldak Karadon’da maden işçilerinin grizunun farkına varmaları halinde (ölçüm cihazlarının yanı sıra maden işçilerinin geleneksel metotlarla grizunun artışını tespit ettiklerini biliyoruz), “işyerini terk etme” hakkı olmadığı için, işletme yönetiminin emri olmaksızın ocağı terk edememişlerdir. İzinsiz işyerini terk etmek, tazminatsız işten çıkarılmak demektir. Bir yandan taşeron işletmelerin kuralsız, güvencesiz kâr sistemi diğer yandan işçilerin sendikalaşması önündeki engeller (işsiz kalma tehdidi) sebebiyle maden işletmelerinde de Tuzla tersanelerinde ya da inşaatlarda da işçiler hayatların kapitalist kâr sistemi nedeniyle kaybetmektedir. İş kazalarını tamamen önlemek belki mümkün değil. Ancak taşeronlaşmaya son vermek, işçi denetimini (sendikalaşma)sağlamak mümkündür. Ekonominin kâr dürtüsünü törpüleyip ortadan kaldırılması mümkündür ki, bu yolla her yıl binlerce işçinin işyerlerinde ölümünü engellemiş olabiliriz. 13


Ýþçilerin Sesi

ÝÞ GÜVENCEMÝZE SAHÝP ÇIKALIM (3) Patron, işçiyi, yeterliliğinden veya davranışlarından ya da işletmenin, işyerinin veya işin gereklerinden kaynaklanan bir sebeple işten çıkardığında, işçi, iş akdinin feshi kendisine bildirilmesini takip eden bir ay içinde, işe iadesi davası açabilir. Şunun altını özellikle çizelim: Bir aylık süre hak düşürücü süredir. Bir ayı geçirdikten sonra, işçi, işe iade davası açamaz. İkinci olarak, bir ayın hesabında başlangıç tarihi olarak, feshin, yani işten çıkarılacağının işçiye bildirildiği tarih esas alınır. Genellikle bildirim tarihi ile fesih tarihi çakıştığından bu durum göz ardı edilebilmektedir. Yani çoğu kez, patron ya da yetkili kişi, işçiyi çağırır, iş akdini feshettiğini söyler ve yasal haklarını vererek işçiyi işten çıkarır. Bu durumda işten çıkarma ile işten çıkarmanın tebliği, aynı tarihte gerçekleşmiş olur. Ancak bu durum her zaman gerçekleşmeyebilir. Bir örnekle açıklayalım. İşyerinde on aydır çalışmakta olan bir işçi, talep daralması nedeniyle işten çıkarılmak istendiğinde iki yol izlenebilir. Sıklıkla izlenen yol; işçiye ihbar tazminatı olarak dört haftalık ücreti peşin olarak verilip, içerideki diğer alacakları da ödenerek iş akdinin feshedilmesidir. Ancak patron şöyle bir yol da izleyebilir. Örneğin işçiyi 1 Mart tarihinde çağırır ve kendisine 28 Mart’tan geçerli olmak üzere iş akdini feshedeceğini tebliğ eder. İşçi dört hafta daha işte çalışır; bu süre içinde patron işçiye her gün için iki saat iş arama izni vermek zorundadır. İşte bu durumda, işe iade davası açılabilmesi için hak düşürücü süre, işten ayrıldığı 28 Mart günü değil, işten çıkarılacağının kendisine bildirildiği 1 Mart tarihinden itibaren işlemeye başlar. İşçinin 1 Nisan tarihine kadar işe iade davası açması gerekmektedir. Bu tarihten sonra dava açma hakkı kaybolur. İşçi, davayı açarken 1) İş akdi feshinin kendisine yazılı olarak bildirilmediği 2) Yazılı bildirim yapıldığı ama bildirimde herhangi bir neden belirtilmediği 3) Yazılı bildirim yapıldığı, bildirimde işten çıkarma nedeninin de belirtildiği, ancak bu nedenin geçersiz olduğunu gerekçe gösterebilir. Bu noktada ispat yükü, sorumluluğu patrona aittir. Yani patron işçiyi, talep azalması nedeniyle işten çıkarttığında, işçi böyle bir durum olmadığını kanıtlamak zorunda değildir. Patron işten çıkarmanın gerçekten bu nedene dayandığını kanıtlamak ve mahkeme heyetini buna inandırmak zorundadır. Ancak işçi, işten çıkarmanın patronun belirttiği nedenle değil ama başka bir nedenle gerçekleştiğini dava dilekçesinde ileri sürerse, bu durumu ispat etme yükümlülüğü altına girer. Örneğin, işçi, işten çıkarmanın patronun iddia ettiği gibi kendisinin kimi davranışlarından dolayı değil ama sendikaya üye olduğu için gerçekleştiğini savunursa, bu durumu kanıtlaması gerekir.

Ýþe Ýade Davasý Kýsa Sürede Sonuçlanmalýdýr 4857 sayılı İş Kanununun 20.maddesine göre, 14

yerel mahkeme, işçinin işe iade başvurusunu iki ay içinde sonuçlandırmak zorundadır. Karar temyiz edildiğinde ise üst mahkeme (Yargıtay) önüne gelen dosya hakkında bir ay içinde karar vermesi gerekir. İşe iade davalarının seri muhakeme usulüne göre, dosya üzerinden, görülüp karara bağlanması yasanın ilgili maddesi gereğidir. İşten çıkarılan işçinin mağduriyetini engelleme adına yasaya böyle bir hüküm koyulmasına karşın pratikte işler böyle gitmemektedir. Mahkemelerin iş yükü ve diğer nedenlerle davaların sonuçlanması, yasada belirtilen süreleri bir hayli aşmakta; bu yüzden de yasayla öngörülen amaç gerçekleşememektedir. Sonuçlanması uzun süreler alan davalar yüzünden, işçiler mağdur olmakta ve yasanın ilgili maddeleri, konuluş amacı olan işçilerin iş güvencesini sağlamakta yetersiz kalmaktadır. İşe iade davasının sonucunda mahkeme ya patronun işten çıkarma gerekçelerini geçerli bulur ve işçinin açtığı davayı reddeder. Bu durumda işçinin işe geri dönme olanağı ortadan kalkar ancak işten çıkarma nedeniyle yasadan doğan hakları (ihbar, kıdem, ücretli izin vs.) saklıdır. Eğer bunlar işten çıkartıldığında kendisine ödenmediyse, şimdi ödenmek zorundadır. İkinci olasılık, mahkemenin işe iade yönünde karar vermesidir. İşçi, bu kararın kendisine tebliğ edildiği tarihi takip eden on işgünü içinde, işe başlamak üzere başvuruda bulunmalıdır. Bu süre hak düşürücü süredir. Eğer on işgünü içinde işe başlamak için başvuruda bulunmazsa, iş akdinin feshi, mahkeme kararına rağmen, en başından itibaren geçerli hale gelir. Yani işe dönemeyeceği gibi mahkeme kararında belirtilen, ücret ve tazminatlara da hak kazanamaz. Ancak, işten çıkarıldığında eğer kendisine ödenmediyse, işten çıkarılma nedeniyle yasal olarak ödenmesi gereken yukarıda belirtilen hakları saklıdır. Patron, mahkemenin işe iade kararı vermesi halinde, on işgünü içinde işe başlamak için kendisine müracaat eden işçiyi, bir ay içinde işe başlatmak zorundadır. Mahkeme işe iade yönündeki kararında 1) işçinin işten çıkarıldıktan sonra çalışmadan geçirdiği dört aya kadar süredeki ücret ve diğer haklarının kendisine ödenmesini 2) eğer patron işçinin işe dönme yönündeki müracaatına rağmen işçiyi bir ay içinde işe başlatmazsa ödemesi gereken tazminatı (yasada bu tutar işçinin 4–8 aylık ücreti olarak belirlenmiştir) belirtmek zorundadır.

Ýþe Ýade Davasýný Kaybeden Patronun Yükümlülükleri İşe iade davasını kaybeden patron, işe başlamak için kendisine başvuran işçiye, işe başlatsın ya da başlatmasın, dört aya kadar ücret ve diğer haklarını ödemek zorundadır. Bu sürenin dört ay olmasının bir mantığı vardır. Yasada işe iade davası-

nın en fazla dört ay içinde sonuçlanması öngörülmüştür. Böylece dört aylık ücret ve diğer haklarını alan işçi, işten geçersiz bir nedenle çıkarılması dolayısıyla mağdur olmayacaktı. Ancak davalar ortalama bir yılda sonuçlanır hale geldiğinden, dört aylık süreye ilişkin haklarının kendisine ödenmesi, işçinin mağduriyetini gidermemektedir. Ayrıca davaların uzaması karşısında, işçiler bazen yeni iş bulup oraya alıştığından, işe iade davasını kazansalar bile, eski işlerine dönmemekte ve kazanılmış haklarını kaybetmektedirler. Ancak, şunu belirtmek gerekir ki, dava sürecinde işçiler bir başka işte çalışmış olsalar, günleri hiç boşta geçmemiş olsa dahi, mahkeme kararı sonucu işe dönmek için başvuruda bulunduklarında, bu dört aylık hakları kendilerine ödenmektedir. Cümleden de anlaşılacağı üzere, kendilerine ödenmesi gereken tutar dört aylık giydirilmiş ücretleridir. Bu tutardan SSK primi dâhil her türden yasal kesintiler(işsizlik sigortası primi, gelir vergisi, damga vergisi) yapılmaktadır. Eğer işe iade davasını kazanan işçi, başvurusu üzerine işe başlatılırsa, daha önce işten çıkarma nedeniyle kendisine ödenmiş olan ihbar ve kıdem tazminatları, dava sonucu kendisine ödenmesi gereken bu dört aylık ücretten mahsup edilecektir(düşülecektir). Daha önce ödenen kıdem ve ihbar tazminatı tutarının bu dört aylık ücretten fazla olması halinde ne yapılacağı konusunda yasada bir açıklık yoktur. İşçi ile patron arasındaki bu sorunun Borçlar Kanunu hükümlerine göre çözüleceği düşünülebilir. Patron yargı kararı olmaksızın, işçinin gelecekteki ücretinden kesinti yaparak daha önce yaptığı fazla ödemeyi geri alma hakkına sahip değildir. O nedenle bu fazla ödeme için, geri alma (istirdat) davası açmak ve bunun sonucuna göre davranmak zorundadır. İşe iade davasını kazanan ve yasal süre içinde işe dönme başvurusu yapan işçiyi bir ay içinde işe başlatmayan patron, dört aylık giydirilmiş ücretinin yanı sıra, 4–8 aylık ücreti tutarındaki işe başlatmama tazminatını işçiye ödemek zorundadır. İşe iade kararını veren mahkeme, bu tutarı da kararında belirlemek durumundadır. Ancak mahkemeler işe başlatmama tazminatını genellikle alt sınırdan, yani 4 aylık ücret olarak belirlemektedir. Bu ücret, boşta geçen süreler için verilen ücret gibi giydirilmiş ücret değil, çıplak ücrettir. Yani işçinin brüt ücretidir. Ancak bu ücretten, kıdem tazminatında olduğu gibi, binde 6,6 oranındaki damga vergisinden başka hiçbir kesinti yapılmamaktadır. Bu konuyu bitirirken, İş Kanununda işçiler lehine bir yenilik olarak getirilen iş güvencesine ilişkin hükümlerden, özellikle orta büyüklükte işyerlerinde sendikasız olarak çalışan işçilerin yararlanmaya özen göstermesi gerektiğini vurgulamak, bunun için de ilgili yasa maddeleri ve uygulamalar konusunda bilinçlenmenin önemini bir kez daha belirtmek gerekiyor.


Ýþçilerin Sesi

TROÇKÝ'NÝN KATLEDÝLMESÝNÝN ÜZERÝNDEN 71 YIL GEÇTÝ STALÝNÝZM VE TROÇKÝZMÝN BUGÜN ÝÇÝN ANLAMI NEDÝR? İşçilerin Sesi Gazetesi, siyasal çizgisini “Enternasyonalist Komünist” olarak ifade ediyor. Böyle bir adlandırma, Türkiye sosyalist hareketi içinde “Troçkizm” olarak anlaşılıyor. “İşçi sınıfı devrimi”nden söz etmek gibi, “enternasyonalizm”den söz etmenin Troçkizm olarak anlaşılmasının nedenleri devrimci siyasal tarih içinde kavranabilir. “Enternasyonalizm, komünizm, işçi sınıfı, dünya devrimi, dünya partisi, Leninist Parti, işçi devrimi, işçi cephesi, sınıf mücadelesi, sürekli devrim, eşitsiz bileşik gelişme” gibi bir dizi kavram; yani Marks, Engels ve Lenin’in terminolojisi 1917 Sovyet Devriminin ardından yaşanan bürokratikleşmeye paralel olarak Stalin’in lideri olduğu hâkim siyasal çizgi tarafından deformasyona uğratıldı. Sovyet bürokrasisi enternasyonalizm ve komünizm değerlerinden vazgeçti. Her ne kadar bürokratikleşmenin ve yozlaşmanın başlangıcı olarak farklı tarihler ileri sürülse de, bugün apaçık ortada olan gerçek şu ki, “bürokratik sosyalizm” tarihinden kesin kopuş gereklidir. Lenin bürokratikleşmenin ilk nüvelerini 1920 ve öncesinde gördü ve buradan çıkış yolu olarak III. Enternasyonalin 1919’da kuruluşunu gerçekleştirdi. Partinin adını “Komünist” olarak değiştirdi ve parti içi karar mekanizmalarını ve Sovyet yapısını tabana yayma iradesini gösterdi, büyük Rus şovenizmine karşı ezilen ulusların taleplerine öncelik verdi. Ancak sağlığı bu süreci ilerletmesine yetmedi; hastalığı ilerledi ve 1924’te öldü. Troçki ve Sol Muhalefet, Lenin’in başlattığı “anti bürokratik” önlemler sürecini devam ettirdiler. Le-

nin’in ölümünün ardından (1924 sonrasında) Sovyet bürokrasisi devrimci değerleri ifade eden militanlara ve Troçki’nin temsil ettiği Sol Muhalefete karşı inanılmaz bir terör uyguladı. Sol Muhalefet, bürokrasinin yozlaştırdığı enternasyonalizme, proleter devrime, Sovyet örgütlenmesine, parti için fikir özgürlüğüne sahip çıktı. Sol Muhalefet Marksist, Bolşevik geleneği “birikim” ve “yeteneği” oranında savundu; Troçki’nin 20 Ağustos 1940’ta Stalin’in bir ajanı tarafından öldürülmesi, bu geleneğin sekteye uğratılması içindi. Troçki’nin öldürülmesinin ardından Enternasyonalist komünist gelenek, Bolşevik Leninizm çoğunlukla aydın çevreleriyle sınırlı kaldı. Uzun yıllar boyunca ve bugün de esasen Troçkizm olarak ifade edeceğimiz siyasal hareket, küçük burjuva bir karakter taşımaktadır. Ancak bu tanımlama, karşıtlarının çoğunlukla ileri sürdükleri gibi savundukları fikirlerin bir sonucu değildir; aksine savunanların sınıfsal bileşiminden dolayı böyle bir izlenim doğmaktadır. 1990’larda Doğu Avrupa rejimlerinin ve eski Sovyetler Birliği’nin yaşadığı alt-üst oluşun ardından bürokratik sosyalizm geleneğinden gelen Stalinist Komünist Partilerin kadroları arasında iki eğilim ortaya çıktı. Büyük oranda devrim ve devrimci fikirleri savunma zorunluluğunu terk edip, huzura kavuştular; komünist parti isimleri bir günde sosyal demokrat parti oldu. Küçük bir kısmı eski çizgide ısrar eden küçük partiler olmaya devam etti. Bir bölümü ise, “beyaz sayfa” açmak üzere geçmişi unutmamızı vaaz ettiler.

KONGRE HAREKETÝ: BÝRLEÞÝK MÜCADELE ÝÇÝN BÝR OLANAK Seyfi Adalý 12 Haziran seçimlerine Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku olarak katılan bileşenler, 20 Ağustos’ta yaptığı toplantı sonucunda “Kongre Hareketi” olarak yollarına devam etme kararı aldılar. Alınan karar doğrultusunda “Kongre Hazırlık Komisyonu” oluşturuldu. Komisyon bir metin hazırlıyor. Hedef tüm Türkiye’den 551+100 (651) delegeyle bir kongre toplamak. 100 delege aydınlara ve partilere ayrılacak. Daha önce “Çatı Partisi”, “Üçüncü Cephe”, “Demokratik Ulus İttifakı” gibi adlarla anılan sürecin henüz kesin bir yol haritası bulunmuyor. Sürecin “birlikte” inşa edilmesine ve ortak “mücadele deneyimleri” yaşanarak ilerlenmesine, “partiler/siyasetler ittifakı” olarak algılanmamasına dikkat ediliyor. 12 Haziran seçimlerinin ertesinde Blok’un 36 milletvekili çıkartması ve milletvekilleri arasında hem Kürt halkı arasında birliğin sağlanmasına, hem Türkiye halkları arasından temsilcilerin yer almasına hem de sosyalistlerle bir arada seçimlere girilmesine dikkat edilmişti. Dolayısıyla, siyasal İslam ve ordu karşısında (AKP ve CHP+MHP diye de okuyabiliriz) tüm ezilen ve sömürülenleri yan yana getirme kaygı ve çabası hissedildi. AKP’nin seçimlerin ardından kurduğu hükümetin izlediği politika (emekçiye de Kürde de savaş) karşısında, emekçiyi de Kürdü de birleştirecek bir siyasal hareketin oluşturulması çabası, bizim de “birleşik mücadele” diyerek ısrarla sürdürdüğümüz çağrı ve tutumun bir ifadesi olmuştur. Ancak sözlerin ağırlığı, “yerinde ağır”dır. Birleşik mücadelenin toplumsal bileşenleri hem dağınık,

hem ideolojik olarak sınırlı hem de birleşik mücadele deneyimine sahip değildir. Diğer yandan sosyalist solun bölünmüşlüğü ve dar grup çıkarlarının yıllardır süren iç çekişmeleri birlikte yol almayı engelleyen bir etken olarak vardır. Daha da önemlisi, fikri gücün karşılığı olan bir toplumsal ve sınıfsal güç biriktirmesi ortada henüz yoktur. Dolayısıyla önceki deneyimlerin başarısızlığına yol açan bütün temel parametreler varlığını koruyor ve bu parametreleri, 12 Haziran seçimlerinin yarattığı duygu dışında değiştirmemiz için maddi bir olanak henüz yok. Gençlik hareketinde, kadın hareketinde, işçi hareketinde kuşkusuz kıpırdanmalar var. Ancak “kurumsal” yapıların (sendikalar, odalar ve siyasi partilerin tamamı için geçerli olmak üzere) yeni süreci kavrayacak bir perspektifi ise yok. Güçsüzlüğü güce dönüştürecek “esneklik” ve “perspektif” henüz oluşmasa da ancak olanaksız değil. Bunun oluşabilmesinin koşullarını yaratacak pratik mücadele deneyimleri yaşanmasıyla birlikte, “atomu parçalamak” ve önyargıları kırarak gerçek bir siyasal harekete ve partiye dönüşmek mümkün olabilir. Kongrenin toplanması, delegelerin seçilmesi ve temsiliyeti, yerel inisiyatiflere olanak tanınması ve bunun güvencesi olarak “kimliklerin” korunup, “çifte vatandaşlık” diye tarif edeceğimiz hem bulunduğu yere hem de kongreye aidiyet ilişkisi içinde yeni süreci örgütlemenin olanakları bulunmalı ve ısrar edilmeli. Kongre Hareketi Hazırlık Komisyonu üyesi Ertuğrul Kürkçü’nün altını çizdiği “Toplumsal muhalefet güçleri ittifakı” perspektifi, “Hükümetin örmeye çalıştığı tecrit duvarını yıkan bir yapı”nın inşası için

Geçmişi unutmak mı, neden olmasın? Ancak bu bir sınır kavgası değil ki? Kişisel husumet hiç değil. İşçi sınıfının Enternasyonalist ve komünist temelde yeniden örgütlenmesi kavgasında geçmiş olmaksızın bir gelecek kurulabilir mi? Kökleri olmayan bir sınıf hareketi olabilir mi? Bu nedenle Enternasyonalist Komünizm düşüncesi, Sol Muhalefet’in sadece itibarını iade etmek için değil, aynı zamanda bürokratik sosyalizm çizgisi ve Stalinizmin tezlerine karşı, devrimci bir kavga vermeden; bu düşüncenin Marks, Engels ve Lenin’e ait değerlerin içinde bir parçayı ifade ettiği anlaşılmadan, beyaz bir sayfa nasıl açılabilir? Üstelik Stalinizm ile Troçkizm’i (karşıtlarının adlandırmasıdır) eşitlenerek bir kenara bırakılmak isteniyorsa. Şunu kesin olarak söylemeliyiz: Troçkizm adlandırılması bizzat karşıtlarınca yapılmıştır ve amaçları, Enternasyonalist ve komünist değerlere saldırmak kolay olmadığı için Troçki’nin şahsında bu saldırıyı gerçekleştirmişlerdir. Nitekim Stalinizm incelendiğinde altından “ulusal” bir karakter taşıyan sosyalizm, tek parti rejimi, polis devleti, işçi sınıfının yerine “halk” kavramı ve sınıf uzlaşması çıkacaktır. Bu nedenle esas sorun Stalinizm-Troçkizm tartışmasında haklı-haksız olmak ya da kendimizi bu kavramlarla ifade etmek olmamalı. Esas sorun, ikirciksiz biçimde Enternasyonalist Komünist bir devrimi; uluslararası işçi devrimini, sınıfa karşı sınıf siyasetini savunup savunmama çizgisidir. Bunu savunan bir çizginin kendisine ilave adlar bulması kendi iç sorunu olarak kalacaktır. ilk adımı atmak için yeterli. Yıllardır başarısız “birlik” deneyimleri yaşayan sosyalist sol ve sendikaların güvenini kazanmak yerine, onların da dönüşümünü sağlayacak ve esas olarak “yeşerene” umut bağlayan bir hareketin inşasını hedeflemeliyiz: “Kendi kararını alan”, “yerelde herkesin eşit oy ve söz hakkına sahip olduğu”, “merkezin, yürütme/koordinasyon” ile sınırlı olduğu demokratik işleyişin güvence altına alındığı… Belki kimilerine tuhaf gelebilir ama Herkese Sağlık Güvenli Gelecek Platformu deneyimi tam da Kongre Hareketinin tarif ettiği biçimde yaşamını sürdürdü. 2007 yılından beri İstanbul’da birleşik mücadelenin olanaklarını, mümkün olduğunca ortaya koyan; soldan ve sendika bürokrasisinden gelen engelleri gösteren bir deneyimdi bu. Siyasi yapıların, sendikalarla, siyasi dergi ve devrimci grupların bireylerle eşit haklara sahip bileşenler olarak hareket edebildiği, demokratik işleyişin hâkim olduğu bir yapı. O kadar ki, bileşenlerin birinin bile itirazı varsa ve itiraz eden olur vermiyorsa, uygulama kararının alınmadığı bir deneyim. Hem de farklı büyüklükte ve statüde olan 70’e yakın örgütle birlikte. Sonuç olarak, emekçilerin örgütlenmesini ve sol siyaseti mevcut olanın dışına taşırarak, kendini aşmasına pratikte cesaret edeceksek, Kongre Hareketi’nin Türkiye siyaset sahnesinde AKP ve CHP karşısında tek alternatif olma olasılığı bulunuyor. Eski ölçütlerimizi bir kenara bırakıp, bu olasılığın gerçekleşme ihtimalini hesap etmek yerine reel olarak tek siyaset yapma zemininin burası olduğunu kavrayarak, çaba harcamayı göze almak gerekli. Ya başarısız olursak? Bu sorunun cevabı “evet” ise, bu sadece projenin ve hareketin başarısızlığı olmayacak; ulusal, toplumsal ve sınıfsal çözülmenin ve hatta yenilginin kapısı da aralanmış olacak.

15


12 EYLÜL ASKERÝ DARBESÝNÝN 31.YILDÖNÜMÜNDE

DARBELER ARTIK TARÝHE MÝ KARIÞTI? Demokratik geliþme düzeyi ne olursa olsun, askeri darbeler ve askeri diktatörlük, bütün kapitalist ülkelerde egemen sýnýflarýn, son tahlilde de olsa, baþvurabileceði bir yönetim biçimidir. O nedenle kapitalizm sürdükçe askeri darbeler hiçbir zaman tarihe mal olmaz. Aykut Özer 12 Eylül 1980 askeri darbesi, generallerin ülkeyi yönetme ihtirasından kaynaklanmadı; ABD emperyalizmi ve kapitalist sınıfın talepleri doğrultusunda yapıldı. 12 Eylül darbesi, ülkede sürmekte olan ve keskinleşerek sistemi tıkayan işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki sınıf mücadelesinde, ordunun burjuvaziden yana tavır alması anlamına geliyordu. Patron örgütü TİSK’in o dönemdeki başkanı Halit Narin’in “Bugüne kadar onlar (işçiler) güldü, biz ağladık, bundan sonra biz güleceğiz” şeklindeki ifadesi bu gerçeğin en özlü ifadesidir. İkinci olarak, gerek İran İslam Devrimi gerekse SSCB’nin Afganistan’ı işgali nedeniyle bölgede ciddi mevzi kaybına uğrayan emperyalist- kapitalist sistem için, Türkiye’nin istikrarı son derece önemliydi. Bu ülkede keskinleşen sınıf mücadelesine, yükselen ve giderek devrimcileşen toplumsal muhalefet hareketlerine ve ülkenin zayıf azınlık ya da koalisyon hükümetleriyle yönetilmesine izin verilemezdi. İşte ABD’li bir üst düzey bürokratın, darbe haberini sevinçle karşılayıp, zamanın ABD Başkanına, “Bizim çocuklar işi haletti” şeklinde müjdelemesi de, darbenin arkasında ABD emperyalizminin bulunduğunun göstergesiydi. Liberal çevreler, 12 Eylül darbesini bu sınıfsal özünden soyutlayarak, Türk ordusunun darbeci geleneğinin bir yansıması olarak sunarak hedef şaşırtıyor ve kafaları karıştırıyorlar. Ordunun on yılda bir siyasete müdahale etme geleneği bulunduğunu, bunu 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 de tekrarladığını iddia ediyorlar. 27 Mayıs darbesi ile bu yolun açıldığını savunuyorlar. Bu üç darbeyi aynı kefeye koyuyorlar. Oysa gerçek böyle değil. 27 Mayıs esas olarak bir “Albaylar darbesidir”. Ordunun, kurum olarak, devlet içindeki ağırlığını kaybetmesi ve buna bağlı olarak askeri bürokrasinin hem toplumsal hem de ekonomik olarak güçsüzleşmesine, alt rütbedeki subayların tepkisi biçiminde ortaya çıkmıştır. 12 Mart Muhtıra Darbesi ise, her ne kadar egemenlerin 16 Haziran Direnişi ile açığa çıkan işçi sınıfının devrimci potansiyelinden ve yükselen devrimci gençlik mücadelesinden duydukları korkunun izlerini taşısa da, esas olarak, bir “sol” darbeyi önlemek için yapılan bir darbeydi. Bu dönemde yaşananlar, darbeyi gerçekleştirenlerin kendi içlerinde bölünmüş olduklarını ve bir siyasi programdan yoksun olduklarını gösteriyordu. Bu iki darbe, sistemin çıkarları temel alındığında, “olmasa da olurdu”. Ancak 12 Eylül askeri darbesi için aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Kapitalist sistemin ülke bazında ve uluslar arası düzeydeki çıkarları bu darbeyi dayattı; işçi sınıfı ve demokrasi güçleri bu-

nu engelleyemeyince de darbe gerçekleşti. Bu özelliğinden dolayı, siyasi ve toplumsal sonuçları diğer iki darbeden çok farklı oldu. Kalıcı toplumsal ve siyasi sonuçlar doğurdu. Bir yandan her türlü muhalefet en vahşi biçimde ezilirken diğer yandan başta Anayasa ve yasalar olmak üzere tüm kurumlar, otuz yıl sonra bile etkisini sürdürecek şekilde, yeni baştan düzenlendi. Bu noktada tekrar başa dönecek olursak, 12 Eylül darbesi egemen sınıfların çıkarları açısından “olmazsa olmazdı”! Bu nedenle, liberallerin iddialarının aksine, bundan önceki iki askeri darbe yaşanmamış olsaydı bile, 12 Eylül askeri darbesi gerçekleşirdi.

Askeri Diktatörlük Bir Kapitalist Devlet Biçimidir Buradan güncele dönelim. Son bir-iki yıldır, AKP Hükümeti askeri bürokrasiye sıkı bir operasyon çekiyor. Darbe planları hazırladıkları gerekçesiyle en az ellisi general, yüzlerce subay kovuşturmaya uğradı, hapse atıldı. Hükümet üst düzey komutanları istediği biçimde belirliyor. Ordunun devlet içindeki kurumsal ağırlığı zayıfladı. Şimdi bu noktada, çoğunluğu siyasi iktidar yandaşı, birçok yazar, akademisyen ve düşünür, askeri darbelerin artık tarihe karıştığını iddia ediyor. Bu iddia bir yanıyla ve kısmen doğrudur. Üst düzey askeri bürokrasinin, siyasi ihtirası nedeniyle ya da siyasi tercihlerinden kalkarak, darbe planları yapması, darbe girişiminde bulunması artık çok zayıf bir ihtimaldir. Ancak bir başka çıkış yolu kalmadığında, yani siyaset sınıfı, geleneksel kurum ve araçlarla sistemin yaşamsal çıkarlarını savunamaz hale geldiğinde, askeri darbeler her zaman mümkündür. Bu noktada Genelkurmay Başkanının ve kuvvet komutanlarının kim olduğunun hiçbir önemi yoktur.

Yunanistan’da, hükümetin işçi ve emekçileri yoksullaştıracak tedbirlerine karşı, işçi sınıfı sert bir direniş sergileyince, toplumsal çatışmalar yayıldı. Bu tepki karşısında hükümetin bocaladığı koşullarda, CIA, Yunanistan’da askeri darbe olabileceği yönünde bir değerlendirmeyi kamuoyuna sızdırdı. Askeri Cuntanın devrildiği 1974 yılından bu yana, ordunun, siyasi iktidarlarca adeta “paspas” haline getirildiği, bir tuğgeneral ya da tuğamiralin Genelkurmay Başkanlığına atanabildiği bu ülkede, askeri darbe beklentisi ilk bakışta gülünç görünse de, sistemin çıkarları gerektirdiğinde nasıl da gündeme sokulabildiği ibret vericidir. Hüsnü Mübarek, kendisine isyan eden halk kitlelerinin taleplerine karşın işbaşında kalmakta direnince, rejim tehlikeye girdi. Bunun üzerine ordu “kılıcını attı”! Mübarek’i devirerek yönetimi ele aldı ve muhalifleri bölüp etkisizleştirerek yeniden istikrarı sağladı. Devrik Hüsnü Mübarek, mareşal rütbeli eski bir Hava Kuvvetleri Komutanı olmasına karşın, askeri yönetim tarafından alaşağı edildi. Onu alaşağı eden Askeri Konseyin Başkanı ise, yirmi yıl boyunca Mübarek’in Savunma Bakanlığını yapmış olan ve muhaliflerce “Mübarek’in fino köpeği” olarak nitelendirilen Mareşal Tantavi idi. Bu örnekten de anlaşılacağı üzere, önemli olan devrilen ya da darbe yapanın kimliği değil, sistemin, rejimin çıkarlarıdır. Askeri diktatörlük, bir kapitalist devlet biçimidir. Kapitalist sınıf, temsili sistemle ülkeyi yönetemez hale geldiğinde, son çare olarak açık diktatörlük yöntemlerine başvurur. Bu nedenle, demokratik gelişme düzeyi ne olursa olsun, askeri darbeler ve askeri diktatörlük, bütün kapitalist ülkelerde egemen sınıfların, son tahlilde de olsa, başvurabileceği bir yönetim biçimidir. O nedenle kapitalizm sürdükçe askeri darbeler hiçbir zaman tarihe mal olmaz.

İşçilerin Kurtuluşu Kendi Eseri Olacaktır İşçilerin Sesi - Aylık Süreli Siyasi Yayın Tarih: Eylül 2011 Sayı: 8 Baskı: Yön Matbaacılık Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi B Blok No: 366 Topkapı-İstanbul Tel: 0212 544 66 34 Sahibi ve Yazıişleri Sorumlusu: Canan Mengüloğul (İS Yayınevi) Adres: Fetihtepe Mah. Fatih Sultan Cad. No: 149 D: 13 Okmeydanı-Beyoğlu/İstanbul E-mail: iscilerinsesi@gmail.com Kadıköy Şubesi: Söğütlüçeşme Cad. Korular İş Hanı No:48 Kadıköy/İST.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.