Sayý: 3 Nisan 2011
ISSN: 2146-2151 1,5 TL
ÝÞTEN ATILMALARA, SENDÝKASIZLAÞTIRMAYA VE GÜVENCESÝZ ÇALIÞMAYA KARÞI
BÝRLEÞÝK ÖRGÜTLÜ MÜCADELE
Seçimlerde Kürt-Emekçi Bloðunu Destekleyelim 2
2
Libya: Emperyalistlerin Yeni Avý 10
10
'Dokunan Yanar!' 3
3
Tüpgaz, Köprü ve Nükleer Santral 11
11
Sivil Ýtaatsizlik 5
5
Fabrikalardan... Ýþyerlerinden... 12
12
Grev ve Direniþteki Metal Ýþçileriyle Haydi Dayanýþmaya! 8
8
AKB Tekstil'de Ýþçi Kýyýmý, Sendika Düþmanlýðý 15
15
Casper Ýþçileri Patrona Cevap Veriyor! 9
9
1 Mayýs 2011: Birleþik Mücadele ve Taleplerimiz 16
16
Ýþçilerin Sesi
SEÇÝMLERDE KÜRT-EMEKÇÝ BLOÐUNU DESTEKLEYELÝM Dýþ geliþmeler ve içerideki toplumsal dinamiklerin yarattýðý ve yaratacaðý “siyasi tsunami” dalgalarýnýn,yakýn gelecekte ülkeye vurmasý bekleniyor. Buna þimdiden hazýrlanmak ve seçim sürecini bu yönde deðerlendirmek gerekiyor. Bunun yolu, Kürt-emekçi iþbirliði ve örgütlülüðünü gerçekleþtirmektir. Bu yolda atýlacak ilk adým, seçimlerde BDP’nin desteklediði baðýmsýz adaylardan oluþacak, “Demokratik Seçim Bloðunun” etrafýnda birleþmek ve onu desteklemek olmalýdýr. Bundan yedi ay önce yapılan Anayasa referandumu, AKP’nin Anayasa’da yapmak istediği değişikliklerin onaylanmasının dışında, bir siyasi eğilim yoklaması olma özelliği taşıyordu. Halkın büyük bir bölümü, değişikliklerin içeriğini esas alarak değil, sahip olduğu siyasi eğilime göre oyunu kullandı. Referandumu, sadece iki partinin (AKP ve CHP) katılmasına izin verilen bir seçimde, halk kitlelerinin tercihinin ortaya çıktığı bir kamuoyu oylaması olarak da değerlendirebiliriz. Seçim ortamına girildiği günümüzde, iktidar ve ana muhalefet partisi, referandumda ortaya çıkan bu eğilimi dikkate alarak, siyasi hedef ve taktiklerini belirliyorlar.
AKP, MHP’yi Devre Dýþý Býrakmak Ýstiyor AKP, referandumda %58 oranında “Evet” oyu çıktığını göz önünde bulundurarak, belirli bir fireyle, seçimlerde %50 oy oranına ulaşmayı hedefliyor. Bunun yaparken, referandumda MHP tabanından ciddi bir destek aldığını düşünerek, bu desteğin seçimlerde de sürmesini istiyor. Bu nedenle, ırkçımilliyetçi bir söyleme ağırlık veriyor. Böylece, MHP tabanından alacağı oyla, hedeflediği oy oranına ulaşmayı amaçlıyor. Bu yolla, MHP’yi seçim barajının altında bırakmayı başarabilirse, aynı 2002 seçimlerinde olduğu gibi, oy oranının çok üstünde bir milletvekili sayısı ile Meclis’te temsil edilecek ve Anayasayı tek başına değiştirebilecek bir çoğunluğa ulaşabilecektir. Irkçı-milliyetçi söylem ve politika ile MHP tabanından oy alırken Kürt tabanını kaybetme ihtimali, AKP’yi pek fazla tedirgin etmiyor, çünkü AKP, hâlihazırda Kürt halkı nezdinde ciddi bir itibar ve oy kaybına uğradığının farkında. İkinci olarak, kendisinden kaçan Kürt oylarının bir başka sistem partisine gitmeyeceğini, BDP’ye mesafeli duran Kürtlerin oylarının “çantada keklik” olduğunu düşünüyor. Üçüncüsü, izlediği bu politika ile milliyetçi Türk seçmenden kazanacağı oyun, AKP’den kaçacak Kürt oyundan kat be kat fazla olacağını hesaplıyor. Dördüncü olarak ise, seçim barajı dolayısıyla BDP’nin seçimlere bağımsız adaylarla girmek zorunda kalmasının sonucu, normalde bu partiye gidecek çok sayıda vekilliği, AKP’nin kazanacağını varsayarak, oy tabanının aşınmasından pek kaygı duymuyor. Ancak Kürt halkının devlet partilerinden tümden kopuşunu sadece milletvekili sayılarıyla değerlendirmek AKP’yi ciddi bir yanılgıya sürükler. Çünkü Kürtlerin düşünsel olarak T.C sisteminden kopuşu, siyasi rejime muhalefeti yükseltmelerini getireceğinden, siyasi istikrarı kökünden sarsacağı gibi, AKP’yi, egemen sınıfların ve devletin gözünde değersizleştirecektir.
2
CHP Oy Tabanýný Geniþletme Peþinde CHP de, referandumda çıkan %42 “Hayır” oyunu temel alarak, 12 Haziran seçimlerindeki hedefini %40 oranında oy almak şeklinde belirliyor. Bu hedefi yakalamaya dönük olarak hem söylemini ve politikalarını çeşitlendiriyor hem de geniş bir yelpazeye yayılmış aday listesiyle halkın karşısına çıkmaya çalışıyor. Ekonomik büyümeden payını alamamış, tersine bu süreçte daha da yoksullaşmış halk kitlelerine ve işsizlere yönelik olarak, “Aile Sigortası”, “800 bin kişiye yeni iş yaratılması” gibi projelerini öne çıkarıyor. Geniş bir halk kesiminin talebi olan “bedelli askerliği” savunuyor. Böylece geçmişte sola oy vermiş işçiler, işsizler ve yoksulların yeniden desteğini almaya uğraşıyor. Yolsuzluklara ve kayırmacılığa karşı dürüstlüğün, despotluğa ve baskı rejimi uygulamalarına karşı demokrasi ve özgürlüğün simgesi olarak görünmeye çalışıyor. Kürtlerden tümüyle tecrit olmuşluğunu telafi etmek ve bu kesimde taban oluşturmak üzere, Kürt sorununun çözümü çerçevesinde, koruculuğun kaldırılması, ana dil öğretimi gibi Kürtlerin kulağına hoş gelen söylemleri kullanıyor. Kısacası, bürokratik sınıfın sözcülüğüne odaklanmış tek tip söylemini terk ederek, halkın gözündeki olumsuz imajını silmeye çalışıyor. Yine milletvekili adaylarını, sendika önderlerinden iktidar mağduru bürokratlara, “Ergenekon Davası” sanıklarından Kürt aydınlarına kadar, geniş bir yelpazede oluşturarak, siyasi iktidar karşıtı merkez sağdan Kürt ve sosyalistlere kadar uzanan geniş bir toplum kesiminin oyunu almayı hedefliyor.
Kürtler Siyasi Çözümü Dayatýyor Kürt siyasi hareketi, siyasi iktidarın çok yönlü saldırısı altında mücadelesini sürdürüyor. Askeri ve siyasi operasyonlar sürüyor. Bir yandan yeni ölümler meydana gelirken diğer yandan Kürt siyasetçi ve militanlara yönelik baskı ve tutuklamalar hız kesmiyor. Bunun yanında Kürt siyasetine karşı yoğun bir psikolojik operasyon yürütülüyor. Bu yolla Kürtleri bölmek ve “ılımlı” Kürtlerin, Kürt aydınlarının Kürt siyaseti ile aralarına mesafe koymaları hedefleniyor. Kimi Kürt sanatçı ve yazarlara yönelik ölüm tehditleri, Kürt siyasetine mal ediliyor. İbrahim Tatlıses’e yönelik silahlı saldırı, PKK ya da uzantısı örgütlere yüklenmeye çalışılıyor. Sabahat Tuncel’in tepki gösterdiği polis şefinin Kürt kimliği öne çıkarılarak, PKK ve BDP’nin Kürtlere de düşman olduğu ispatlanmaya çalışılıyor. Kısacası Kürt siyasi hareketine yönelik yıldırma, bastırma ve yıpratma operasyonları eş zamanlı olarak yürütülüyor. Buna karşı Kürt siyasi hareketi, tüm dinamiz-
miyle, mücadeleyi yaygınlaştırıp, büyütüyor. Bu sene Newroz, her zamankinden daha yaygın ve kitlesel olarak kutlanıyor. Bunun hemen ardından Kürtler acil siyasi taleplerini ileri sürerek, çeşitli il ve ilçelerde “Demokratik Çözüm Çadırları” kuruyor. Halk, temsilcileri ile birlikte, polisin buralara yönelik saldırılarına karşı direniyor. Kürt siyasi hareketi, seçim sürecini, sadece daha fazla oy almak ve daha fazla temsilcisini Meclis’e göndermeye çalışmak olarak görmüyor. Bu süreci, acil taleplerinin yerine getirilmesi ve Kürt sorununa siyasi çözüm çabalarını yükseltmenin aracı olarak kullanıyor. Kürt siyasi hareketi, sadece seçimleri kazanmaya ve Kürt halkının siyasi temsilcisi olduğunu bir kez daha kanıtlamaya değil, aynı zamanda siyasi çözümü gerçekleştirmeye kilitlenmiş durumda.
Emekçi ve Ezilenlerin Cephesini Örelim Siyasi iktidar adeta bir “ateş çemberi” içinde seçimlere gidiyor. Her gün bir başka bölge ülkesinde, halklar, ekonomik ve siyasi talepleri için ayaklanıyor. Bu durum siyasi iktidara “Kâbesini şaşırtıyor”; bir gün önce “NATO’nun Libya’da ne işi var” derken ertesi gün NATO ile birlikte Libya’ya operasyona girişiyor ve saldırının kontrol merkezinin İzmir’e alınmasını onaylıyor. Kürtler kitlesel olarak sokağa dökülerek, talepleri ve Kürt sorununa çözüm için iktidarı sıkıştırıyor. On binlerce metal işçisi 20 yıl aradan sonra ekonomik talepleri için greve çıkıyor. Sağlık emekçilerinden güvencesiz çalışanlara kadar geniş bir emekçi kesim talepleri için eylemler düzenliyor. Siyasi iktidarın kendisine karşı en küçük bir muhalefete katlanamaması, yazar ve aydınları hapse doldurması, yayınevlerinde henüz yayınlanmamış kitap avına çıkması, toplumda gerilimi ve kutuplaşmayı arttırıyor. Bu gelişmeler, ülkede referandum öncesi döneme benzer bir saflaşmayı beraberinde getiriyor. Siyasi iktidar, bölgesel ve ülke içindeki durum daha da kötüleşmeden, ekonomi küçülmeye geçmeden, elindeki medya ve devlet olanaklarını da kullanarak, bu seçimden de zaferle çıkmaya çalışırken, sistem içi muhalefet, ülkenin yeni bir AKP iktidarına tahammülü olmadığını belirterek, toplumsal kutuplaşmadan çıkar sağlamaya soyunuyor. Dış gelişmeler ve içerideki toplumsal dinamiklerin yarattığı ve yaratacağı “siyasi tsunami” dalgalarının, yakın gelecekte ülkeye vurması bekleniyor. Buna şimdiden hazırlanmak ve seçim sürecini bu yönde değerlendirmek gerekiyor. Bunun yolu, Kürt-emekçi işbirliği ve örgütlülüğünü gerçekleştirmektir. Bu yolda atılacak ilk adım, seçimlerde BDP’nin desteklediği bağımsız adaylardan oluşacak, “Demokratik Seçim Bloğunun” etrafında birleşmek ve onu desteklemek olmalıdır.
Ýþçilerin Sesi
‘DOKUNAN YANAR!’ Özel Yetkili Aðýr Ceza Mahkemelerinin, 12 Eylül döneminin Devlet Güvenlik Mahkemelerinden ne farký var? Leyla Durusu Hükümet sözcüleri, tutuklanma kararının, gazetecilikle ilgili olmadığını, savcı Zekeriya Öz ise Ergenekon davasıyla ilgili “delil”ler olduğunu söyleyedursun, hatta “tehditkâr” açıklamalar yapsın, inandırıcı hiçbir somut kanıt bulunmuyor. Görünen o ki, fikir ve basın özgürlüğünü hiçe saymayı göze alan, hükümet ve yargı kararlarını hukuki ölçülere göre değil, siyasi karar mekanizmalarının istekleri yönünde oluşturuyor. Kuşkusuz 12 Eylül döneminde yapılan yargılamalarda benzer bir biçimde işliyordu, bir farkla askeri diktatörlük dönemi altındaydık. Bırakalım Tayyip Erdoğan”ın “ileri demokrasi” nutuklarını bir yana, yine de “parlamenter demokrasi” işleyişinde yeri olmayan uygulamalar ardı ardına geliyor.
Neye dokundu, ne yaktý? Ahmet Şık’ın neredeyse bir simge haline gelen “dokunan yanıyor!” sözü, bu davanın anahtar kelimelerinden biri. İkinci anahtar ise “itibarsızlaştırma” taktiği. Ahmet Şık’ın Emniyet Teşkilatı içindeki Fethullahçı örgütlenmeler üzerine yazdığı “İmamın Ordusu” adlı taslak halindeki kitabından rahatsız olan “derin devlet” güçleri işbirliği içinde kitabın yayınlanmasını beklemeden harekete geçtiler. O
kadar ileri gittiler ki, basılmayan kitap için neredeyse basmadıkları yer kalmadı! Kitabı basacağı yolunda bilgiler dolaşan İthaki Yayınevinden Ahmet Şık’ın evine, Radikal Gazetesinde yazar Ertuğrul Mavioğlu’nun masasına kadar kitabın kopyaları arandı, yok edildi. Ahmet Şık, yine kendi ifadesinde belirttiği gibi, gazetecilik yaptığı için değil, “taraflı”, “ezilenlerden, iktidar karşısında mağdur olanlardan” yana yayın yaptığı için tutuklandı. AKP hükümetinin ve ortağı Fethullah Gülen cemaatinin hoşuna gitmeyen, onun sivri bir dille olayları bir bir ortaya dökme çabasıdır. Fransız devrimi sırasında, devrimci Danton’un hırsızlarla bir araya konularak yargılanması, itibar kaybettirilmesi gibi eskiye dayanıyor, AKP’nin hukuk siyaseti. AKP hükümeti, adım adım faşizan bir hukuk sistemini hortlatarak, yeni eklerle devreye soktu. Arkasından bu duruma uygun savcılar, hâkimler bulmak zor olmadı.
Hükümet ve yandaş tarikatların amacı, Ergenekon örgütü iddiasıyla suçlananlarla hesaplaşırken, bu kirli torbaya, katiller ve işkencecilerin (Veli Küçük, Şener Eruygur vb) yanı sıra, kendisine tehdit oluşturabilecek her türlü muhalefeti “zanlı” olarak sokup, yargılamaktır. Bu nedenle, çocukları bile güldürecek saçmalıklarla dolu sorgular yapılmaktadır.
Bugün, gazetecileri yargılayan Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemelerinin, 12 Eylül döneminin Devlet Güvenlik Mahkemelerinden ne farkı var? Belki şunu söyleyebiliriz; o gün hâkim konumunda olan askerler, bugün sanık konumuna getiriliyor! Hepsi de değil tabii ki.
Tabii ki, gazetecilerin yargılanmasını şimdi kınayan, “yok artık!” diyebilen sözde solcu liberal yazarlar, gazetecilerin ise, AKP’ye “demokrasi” sözcüsü rolü biçtikleri dönemi hatırlayıp, tutuklanmalarda payları olduğunu da unutmamalılar.
YARGI TECAVÜZ DAVASI ÝÇÝN DÖRT YIL BEKLEDÝ! Dört yýldýr toplu tecavüz suçlularý ne tutuklandý ne yargýlandý! 15 Mart tarihinde Fethiye’de kadınlar açısından son derece önemli bir davanın ikinci duruşması yapıldı. İstanbul, Ankara, İzmir, Antalya, Muğla, Denizli, Hatay ve Aydın’dan yüzden fazla kadın, feministler ilk duruşmadan iki ay sonra, bir kez daha Fethiye Adliyesi önünde buluştu. Yüzü aşkın kadın örgütlerinden kadınlar, feministler Fethiye Adliyesi’nin önünde, “Tecavüzcüleri korumak tecavüze ortak olmaktır” pankartı arkasında, “Tarafız”, “Taciz ve tecavüze hayır”, “Erkek tecavüz ediyor devlet koruyor”, “Tacize, tecavüze, şiddete karşı, kadın cinayetlerine isyandayız”, “Münferit değil sistematik tecavüz” sloganları atarak, nasıl bir karar beklediklerini ilan ettiler. “Erkek egemen sisteme karşı güçlerimizi birleştirmek, davanın sonuna kadar takipçisi olmak ve tecavüzcülerin cezalandırılmasını sağlamak için buradayız” dediler. Talepleri, tecavüzcülerin tutuklanıp, tecavüz çetesinin diğer üyelerinin bulunması. 2007 yılının Haziran ayında Muğla’nın Fethiye ilçesinde, Gebeler Kaplıcası’nda sekiz kişi bir ka-
dına tecavüz etti. Yaşanan toplu tecavüz suçunun failleri üç yıldır ne tutuklandı ne de yargılandı. Üstelik tecavüz mağduru kadın, olaydan sonra savcılığa suç duyurusunda bulunmasına rağmen, Fethiye savcılığı, talep edilen delilleri toplamamış.
Aynı savcılık, tecavüzü doğrulayan Adli tıp raporuna rağmen, yargılamaya gerek görmemiş. Adalet bakanlığı 2010 yılında kararı bozunca 18’den küçük iki sanık hakkında da dava açılabilmiş. Duruşma sanıklardan üçünün avukatı olmadığı ve baronun avukat tayin edilmesini beklemek üzere mayıs ayına ertelendi. Bu arada sanıklardan ikisinin avukatlığını Muğla Barosu Başkanı ve Sekreterinin üstlenmesi ise en hafifiyle üzüntü verici. Bu durum gösteriyor ki, kadın örgütlerinin baskısı olmasa, devlet ve hukuk sistemi, tecavüzcüleri korumaya devam edecek.
KONFEKSÝYON ATÖLYESÝNDE ÖLDÜRÜLDÜ Serpil Kamay konfeksiyon atölyesinde çalışmak için atölye sahibi ile görüştü. İş başvurusu kabul edilen Serpil çalışmaya başladı. Yakınlarının anlatımına göre, “boşanma davası açtım ve eşimden ayrılacağım, avukat parası biriktirmem gerek” diyordu. Serpil iki gün çalıştı. Pazartesi ve Salı. Çarşamba günü işe gitmedi ve avukatla görüştü. Perşembe günüyse sabah 8.35’te işbaşı yaptı. İş arkadaşları da yeni gelmişti. Ne iş yapacağını sordu ve verilecek işi beklemeye başladı. O esnada karşısındakine baktı ve “ne yapıyorsun sen” diye bağırdı. Atölyede çalışanlar elinde silah tutan bir adam gördüler. İki
el ateş edildi. “Yapma” diyen itiraz sesleri duyuldu. Engellemek isteyenlere çevrildi silah, sonra yeniden Serpil’e. Serpil, Bayrampaşa’da bulunan tekstil atölyesinde çalışırken boşanma davası açtığı eşi tarafından vurularak öldürüldü. Suçu, boşanmak istemesiydi. Katil infaz sonrasında evine döndü ve kendini de vurdu. Kadın cinayetlerine bir yenisi daha eklendi. Oysa kadınlar, “Kadın Cinayetlerine Hayır!” demek için meydanlara çıkmıştı 8 Mart 2011’de. Serpil de “Öldüren Sevgi İstemiyoruz!” diyordu kuşkusuz ve bu ölümü hiç hak etmemişti.
3
Ýþçilerin Sesi
2011 SEÇÝMLERÝNDE KOMÜNÝST TUTUM: SONUÇLAR VE OLASILIKLAR AKP Hükümeti, 12 Haziran’da genel seçimlerin yapılmasını kararını meclisten geçirdi. İşçiler, emekçiler ve tüm ezilen yığınlar için önümüzdeki seçim, burjuva düzen partilerinin hayali seçim vaatlerinin havada uçuştuğu bir süreç olacak. AKP’nin, “sadaka” siyasetiyle, CHP’nin de “aile sigortası” adıyla mevcut sadaka siyasetini “yasal bir çerçeve”ye oturtma çabalarıyla oy avcılığı yapacakları anlaşılıyor. MHP ve diğer şovenist partiler, ırkçı politikaların ve Kürt düşmanlığının sözcüsü olmayı sürdürecekler. Emekçilerin, Kürt yoksullarının ve topyekûn ezilenlerin gerçek sorunları ve talepleri 12 Haziran seçimlerinde de görmezden gelinecektir. Bu çemberin kırılmasını sağlayacak olasılıklar ve seçimlerdeki komünist tutum ne olabilir? Seçimler, burjuva demokrasisinin biçimsel sınırlarıyla kısıtlı bir siyaset alanıdır. Bu nedenle de, seçimler karşısındaki tutumumuz “taktik” bir sorun olarak ele alınmalıdır. “Taktik” tutumlarımızla stratejik hedeflerimiz birbirleriyle bağlantılı olmak zorundadır. 12 Haziran seçimlerinde de popülist ve reformist solun burjuva demokrasisine hayranlık besleyen parlamentarist lafazanlıklarına ve seçim çalışmalarına karşı koyacağız. Emekçilerin ve bütün ezilenlerin yüzlerini politik alana döndüğü ender anlardan biri olan genel seçimler
sürecinde, aşırı sol söylem ve görünümdeki “seçimlerin reddi” ve “boykot” tutumlarına prim vermeyeceğiz. Genel seçimler, ülke çapında siyasi propaganda yapma olanağını yoğunlaştırarak artırmaktadır. Açık siyasi faaliyet olanaklarını genişleterek gündeme getirmektedir. Bu imkânlardan yararlanma kapasitemiz, harekete geçirebileceğimiz kitle gücüyle ve siyasi koşullarla doğrudan bağlantılıdır. Seçimler süreci, devrimci programın geçiş talepleriyle gündelik bir dile çevrildiği somut alanlar ve imkânlar sunar. Geniş emekçi kesimlerine seslenme olanağı artar.
AKP’ye aday adayı olmak üzere başvuran üst düzey bürokratlarda yaşanan “patlama”, 2002’den beri AKP’nin, devlet içindeki kadrolaşmasının hangi düzeyde olduğunu gösteriyor. Yaptıkları icraat ve aldıkları tavırlarla, 4
BDP, Haziran ayında yapılacak genel seçimlerde bağımsız adayları destekleme kararı almış ve demokratik blok arayışlarını sürdüreceğini açıklamıştır. BDP Eşbaşkanları Gültan Kışanak ve Selahattin Demirtaş tarafından, “tüm taleplerine rağmen AKP Hükümeti’nin yüzde 10’luk seçim barajında ısrar ettiği, bu nedenle BDP olarak seçimlerde bağımsız adayları desteklemeye yönelik karar aldıkları” açıklandı.
12 Haziran seçimlerinde izlenecek siyasetin kâğıt üzerinde kalmaması, seçim politikalarının somutlanmasından geçer. Seçimlerde komünistlerin kendi adaylarını çıkarmaları ve devrimci propagandalarını somut alanlarda yürütmeleri önemli bir taktik tutumdur.
12 Haziran seçimlerinde, Kürt özgürlük hareketinin devrimci dinamiğine destek vermek; bu dinamiğin işçi ve sosyalist hareketle buluşma noktalarını artırmak, doğru taktik olacaktır.
Sosyalist ve işçi hareketinin dağınık ve çok parçalı durumu; sınıf siyasetinin geniş bir çevreye seslenecek biçimde uygulanabilmesi olanaklarını daraltıyor. 12 Haziran seçimlerinde, gerek AKP Hükümeti’ne gerekse geleneksel devlet siyasetine karşı sınıf mücadelesinin çıkarlarını savunabilecek devrimci dinamik, Kürt özgürlük hareketinin yürüttüğü mücadele etrafında toplanmaktadır.
BDP’nin, Adana, Mersin, İzmir ve İstanbul gibi “bölge” dışındaki metropollerde belirleyeceği adaylarının işçi, kadın ve sosyalist aydınlar arasından seçilmesi, Kürt özgürlük hareketinin işçi ve sosyalist hareketle birleşik mücadele perspektifine katkı sunacaktır. Bu esaslarla belirlenecek adaylar etrafında bir genel seçim çalışması taktiği uygulamak, 2011 seçimlerinde alınacak en anlamlı devrimci tutum olacaktır.
AKP’NÝN ADAYLARI DEVLET KADROLAÞMASININ ÝTÝRAFI GÝBÝ! 12 Haziran milletvekili genel seçimleri için AKP’ye 6 bine yakın kişi, milletvekili aday adayı olmak için başvurdu. 2002 ve 2007 seçimlerinde olduğu gibi AKP yönetiminin, kendi bazı bürokratlarını hem “ödüllendirmek” hem de dokunulmazlık kazandırmak için milletvekili seçtireceği belli oldu. Hatırlanacağı gibi AKP, 2002 seçimlerinde Başbakan Erdoğan’ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı iken belediyeye bağlı kuruluşlarda yönetici olan ve belediye bürokrasisindeki isimlerden birçoğunu milletvekili yapmıştı. 2007 seçimlerinde ise, devletteki kadrolaşmasının bir ifadesi olarak, üst düzey bürokratları aday yaptı (Başbakanlık Müsteşarı olan Ömer Dinçer vb.).
2007 ve 2009 seçimlerinde de görüldüğü gibi, Kürt ulusal hareketinin genel seçim politikası burjuva düzen partileri ve sosyalist hareket üzerinde belirleyici önemde etkili olmuştur. Barış ve Demokrasi Partisi bugün “demokratik ana muhalefet partisi” konumundadır.
AKP’li olduklarını defalarca ispatlayan bu yüksek bürokratlar seçildiklerinde, makamları boş kalmayacak. Bürokrasi içinde daha alt düzeyde olan, AKP kadrolarının önü açılacak, kadrolaşmadaki nöbet değişimi sürecek. Adaylara gelince; eski İstanbul Valisi, yeni Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarı Muammer Güler ve Emniyet Genel Müdürü Oğuz Kaan Köksal AKP’den aday oldular. (Milletvekili adaylığı için en fazla istifanın 29 bürokrat ile yaşandığı bakanlık İçişleri oldu). Öne çıkan diğer adayların içinde Efkan Ala - Başbakanlık Müsteşarı, İbrahim Şahin TRT Genel Müdürü, Ali Boğa - Sanayi Bakanlığı Müsteşarı, İsmail Barış - SHÇEK Genel Müdürü, Orhan Birdal -DHMİ Genel Müdürü, Erdoğan Bayraktar - TOKİ Başkanı, Hasan Albayrak - Kredi ve Yurtlar Genel Müdürü dikkat çekti. Bunlara bakanlıklarda görev yapan en üst düzey memurlar olan müsteşar adaylarını da eklemek gerekiyor.
Tunceli’de görevliyken, son seçimler öncesinde vatandaşlara beyaz eşya dağıtan ve hapis cezasına çarptırılan Giresun Valisi Mustafa Yaman da AKP’den aday adaylığı için istifa etti. Özellikle valilere getirilen “kamu görevlisi değil, AKP’li gibi çalışıyorlar” eleştirileri karşısında bu bürokratlar kendilerini, “Siyasetçi değiliz, kamu görevlisiyiz, AKP’nin değil devletin görevlisiyiz,” diye savunuyorlardı, bu adaylıkları “kimin adamı” olduklarını gösterdi. AKP’nin bürokrat adaylarının sayısına bakılırsa, partinin “ampulü” çok çekici, üstüne konan konana! Bu üst düzey bürokratlar, AKP hükümetine verdikleri devlet hizmetini bir üst aşamaya taşımak, siyasi olarak da partinin hizmetinde olmak istiyorlar. AKP hükümeti başından beri, devlet içindeki kadrolaşma iddialarını red ediyor, bürokrasi içinden atamalar yaptığını, bu kişilerin devlet memuru olduklarını söylüyordu. Hükümette bulunan bir partinin, devlet içinde özellikle üst düzey bürokrat ve yöneticileri “kendi adamları” içinden belirlemesi AKP ile başlayan bir uygulama değil. AKP döneminin farkı bu kadrolaşmayı açıktan ve pervasızca yapması, atadığı bürokratların da “partili” olduklarının gizlememeleri.
Ýþçilerin Sesi
SÝVÝL ÝTAATSÝZLÝK “Tahrir’e Selam, Kürlerle Savaþa Devam!” diyen AKP düðümünü, iþçilerin ve Kürt halkýnýn “Tayyip Sonun Mübarek Olsun!” diyen mücadelesi çözecektir.
Kitlesel Newroz kutlamalarıyla demokratik ve siyasi taleplerin dile getirildiği süreç, yeni bir sivil itaatsizlik dönemini de işaret etti. Mısır’ın Tahrir Meydanı’na siyasi göndermeler yapan Demokratik Çözüm Çadırları, sivil itaatsizliğin hattını görünür kıldı. Sivil itaatsizliğin hattı, sistem dışı bir karaktere sahiptir. Bu hat, özellikle seçim sürecinde AKP Hükümeti’ni yüreğinden vuracaktır. Özgürlük hareketinin itaatsizlik hattıyla alan genişletmesi, sermaye düzeni nezdinde AKP Hükümeti’nin itibarını ve alanını daraltacaktır. Polis baskısı ve saldırılarla sivil itaatsizlik eylemlerinin provoke edilmeye ve Demokratik Çözüm Çadırları’nın engellenmeye çalışılmasının temel nedeni budur. İtaatsizliğin ön saflarında yer alan BDP milletvekilleri doğrudan hedef seçilmiştir. Kitleye saldıran ve gaz bombaları yağdıran polisler yerine, kendini savunan Kürt halkı televizyon ekranlarına taşınmıştır. Hedef alınarak ayağına atılan gaz bombasının kapsülüyle yaralanan BDP Milletvekili Sabahat Tuncel’e saldıran polislerin görüntüleri değil, bu saldırı emrini veren emniyet amirinin Tuncel tarafından tokatlanışı gösterilmiştir. BDP Milletvekili Bengi Yıldız’ın gaz bombalı coplu polis saldırıları karşısında elindeki taşla direnmesi, şoven galeyanlar ve seçim malzemesi olarak kullanılmıştır. Psikolojik savaş taktikleri ve dezenformasyon çabalarıyla Kürt halkının hak talepleri kuru gürültüye getirilerek duyulmaz ve görünmez kılınmaya çalışılmaktadır. Diyarbakır’dan başlayarak Kürt coğrafyasına yayılan sivil itaatsizliğin amaç ve talepleri şunlardır: 1- Askeri ve siyasi operasyonlar derhal sona erdirilsin. 2- Anadilde eğitim ve anadilin kamusal alanda kullanım hakkı anayasal güvence altına alınsın. 3- Kürt halkının meclisteki temsilini engelleyen yüzde 10 seçim barajı kaldırılsın. 4- Ayrımsız tüm siyasi tutuklular serbest bırakılsın.
“
Sivil itaatsizlik, şiddeti reddeden pasif direnişin adıdır. Demokratik Çözüm Çadırları’nda, Kürtlerle savaşın sona erdirilmesi ve adil bir barış istenmektedir. 2011 Newroz’u ve kilometrelerce uzayan özgürlük kortejleri, bütün tereddütleri ve devletin spekülasyonlarını silip süpürmüştür. Milyonlarca Kürt; barış, demokrasi ve özgürlük taleplerini siyasi iradesiyle birlikte açıkça ortaya koymuştur. Barışçıl pasif direnişlere gaz bombaları, basınçlı sular, sopalar ve coplarla yapılan saldırılar, geliştirilmekte olan yeni saldırı politikalarının da göstergesidir. AKP Hükümeti’nin ırkçı politikalarının paravanı olan “demokratik açılım” safsatası, Demokratik Çözüm Çadırları’na yapılan saldırılarla bir kez daha teşhir olmuştur. Ortadoğu’da devrilen diktatörlere “halkın taleplerine kulak vermediler” diyen Başbakan Tayyip Erdoğan’ın, seçilmiş vekillere, çocuk ve kadın demeden Kürt halkına karşı “gereği yapılacaktır” tehditleri artarak devam etmektedir. İnkar, asimilasyon, tasfiye ve imhaya dayanan yıllanmış Türk sorunu, AKP Hükümeti eliyle sürdürülmektedir. Kürt sorununu Kürtsüz çözme saplantısıyla savaş kronikleştirilmektedir. “Tahrir’e Selam, Kürlerle Savaşa Devam!” diyen AKP düğümünü, işçilerin ve Kürt halkının “Tayyip Sonun Mübarek Olsun!” denklemi çözecektir. 2011 Newrozu “Ya Özgürlük, Ya Özgürlük!” şiarıyla başladı ve sivil itaatsizlik eylemlerinin ilk raundu olan Demokratik Çözüm Çadırları ile gelişti. Sivil itaatsizlik başka eylem biçimleriyle sürecektir.Yeni döneme sivil itaatsizlikler damgasını vuracaktır. Çıplak bedenleri, havai fişek ve taştan ibaret teçhizatlarıyla saldırılara direnenler özgürlük mücadelesinin öznesi olmuşlardır. Kürt özgürlük mücadelesinin güçlenen tabanı, emekçi ve yoksullardan oluşan sınıfsal karakteriyle sistem dışı hattın derinleşmesini ve artan devrimci dinamikleri işaret etmektedir. Demokratik ve siyasal talepleriyle alanını genişleten özgürlük hareketinin devrimci dinamikleri, sadece AKP Hüküme-
“
N. Cemal
Sivil itaatsizliðin hattý, sistem dýþý bir karaktere sahiptir. Bu hat, özellikle seçim sürecinde AKP Hükümeti’ni yüreðinden vuracaktýr. Özgürlük hareketinin itaatsizlik hattýyla alan geniþletmesi, sermaye düzeni nezdinde AKP Hükümeti’nin itibarýný ve alanýný daraltacaktýr.
ti’nin parababaları nezdindeki yerini ve itibarını daraltmakla kalmayacaktır. Bu devrimci gelişme, sermaye düzeninin egemenlik alanını da sınırlayacaktır. Kürt halkı muhtaç olduğu kudreti, Tahrir Meydanı’nda özgürlük çığlığı atan Mısır halkından çok daha önce keşfetmiştir. Ortadoğu’da yükselen özgürlük mücadeleleri ile Kürt coğrafyasında devam eden sürekli devrim süreci birbirinden kopuk değerlendirilemez. Diyarbakır’da, cuma namazını bile eylem alanında kılanlar olmuştur. Kürtçe okunan hutbede halkların kardeşliğine vurgu yapılmıştır. Mersin’de, “Barışa giden bir yol yoktur. Barış yolun ta kendisidir” diyen Gandi’nin sivil itaatsizlik filmi gösterilmiştir. Demokratik Çözüm Çadırları’na ve sivil itaatsizlik eylemlerine karşı Diyarbakır’da, Batman’da, Silopi’de, Nusaybin’de ve daha onlarca merkezde saldırıyla verilen cevaplar, Kürt halkının amaç ve taleplerinden geri adım atmalarını sağlayamamıştır. AKP Hükümeti eliyle sürdürülecek yeni baskı ve saldırıların yakın hedefi Haziran ayında gerçekleştirilecek olan milletvekili seçimleridir. Seçim süreci saldırıların boyutlarını da çeşitlendirerek artıracaktır. Seçimlerde elde edilecek sonuçların, gerek devrimci dinamiklerin gelişmesine, gerekse karşı devrimci saldırıların boyutuna önemli bir etkisi olacaktır. Sivil itaatsizliğin ve pasif direnişin yeni biçimlerini bu süreçte daha fazla görecek ve yaşayacağız. Bu noktada ortaya çıkan görev; Kürt halkını, emekçileri ve tüm ezilen yığınları etrafında toplayacak olan bir “Demokratik Seçim Bloğu”nu yaratmaktır. DAXWAZÊN MAFÊN GELÊ KURD DAXWAZÊN ME NE JÎ! KÜRT HALKININ HAK TALEPLERİ TALEPLERİMİZDİR! 5
Ýþçilerin Sesi
EÐÝTÝM SEN ÝSTANBUL ÞUBE KONGRELERÝ:
MÜCADELE ÝÇÝN UMUT VAR! Yunus Öztürk Yaklaşık 15 bin eğitim emekçisini 8 şubede toplayan Eğitim Sen İstanbul Şubeleri, şube genel kurullarını 26 Şubat–13 Mart tarihleri arasında tamamlandı. Şube yönetimleri yenilendi. Yönetimlerin bileşimleri büyük oranda değişti. İstanbul Şube Kongrelerinin ortaya koyduğu bir gerçek var: Tabandan değişim süreci başladı ve şube yönetimlerine, bu sistemi değiştirmek üzere giren delegeler de var. Eski sistemin artık gitmediğini ve değişimin başladığını gösteren iki örnekten birincisi, grupların vesayeti altında saydığı delegelerin sayısının iddia edilen kadar olmadığının açığa çıkması. 400 delegelik bir kongrede tüm listelerin denetlediği delege sayısı 150’yi geçmedi. “Blok Oy” diye tabir edilen yani grupların listenin tamamına oy vereceğini taahhüt ettiği “blok delege sayısı” tahminleri doğru çıktı. Siyasetlerin “kendinden” saydığı delegeler dahi, her iki listeden de tercih ettiği adaylara (parçalı) oy verdi. Delegeler, tanıdığı ve mücadele edeceğine inandığı adaylara oy vermeyi özgürce (siyasetlerden de gizleyerek) tercih etti. Kongre sonuçlarına bakılınca farklı listelere rağmen karma yönetimler oluştu.
İkincisi ise, bağımsız adayların, delegelerden yüzde 10’dan fazla oy almasıdır. Özellikle kadın adayların seçimlere bağımsız olarak katılmaları tabandan gelişen bir başka duyarlılığı ifade etmektedir. Kongrelerden çıkarılması gereken birinci sonuç, siyasi grupların delegeler üzerindeki grupçu vesayetinin geçmiş dönemlere göre azalmış olması, kadın adayların ve bağımsız adayların çıkmasıdır. Bu olumlu bir gelişmedir. Şube Kongrelerinin ikinci önemli sonucu ise, bürokratik sendikal eğilimin etkisinin kırılmış olmasıdır. İstanbul Eğitim Sen şubelerinin KESK Şubeler Platformundaki ağırlığı da düşünüldüğünde, bürokratik eğilimin aşılması önemlidir. Geçen dönemde “birleşik mücadele”ye engel çıkartıp, KESK şubelerini son bir yılda Türk-İş bürokrasisinin kuyruğuna takmak isteyen eğilim ile KESK ve Eğitim Sen Genel Merkezi üzerinden şube yönetimlerine müdahale etmeyi siyaset sayan liberal sol eğilimin İstanbul işçi-emekçi mücadelesine verdiği zararı herkes biliyor. Bu nedenle de Eğitim Sen İstanbul Şubelerinde, Emek Hareketi (EMEP) ile merkezi ittifak yapan “Yetmez Ama Evet”çi Demokratik E-
MUSTAFA BAÞOÐLU: ÖMÜR BOYU SENDÝKA BAÞKANI Devletten ve sermayeden baðýmsýzlaþmýþ, tabanýn söz ve karar sahibi olduðu bir sendikal yapý, iþçi sýnýfýnýn sorunlarýnýn çözümünün ön koþuludur. Bunu saðlamak için, öncelikle, sendikal hareket içinde yuvalanmýþ, Mustafa Baþoðlu benzeri, yüzlerce gerici ve bürokrat sendikacý tasfiye edilmelidir. Aykut Özer Türk-İş’e bağlı Türkiye Sağlık İşçileri Sendikasının 46 yıldan beri genel başkanlığını yapmakta olan Mustafa Başoğlu, tabanın ve yakın çevresinin baskısı sonucu, sendika başkanlığını bırakmak zorunda kaldı. 1961 yılında kurulan sendikaya, 1963 yılında yönetici, 1965 yılında ise genel başkan seçilen ve aralıksız olarak 46 yıldır bu görevi sürdüren Başoğlu, geçtiğimiz ay yapılan Sendika Genel Kurulunda görevini bıraktığında, 78 yaşındaydı. Genel Kurulda ağlayarak yaptığı veda konuşmasında, “Sezar’ın bir Brütüs’ü vardı benim 6
on tane Brütüs’üm var” diyerek, görevi bırakması konusunda kendisini zorlayan yakın çalışma arkadaşlarını, kendisine ihanet etmekle suçladı. Veda konuşmasında bile, “bırakın seçimlere katılayım, sandıkta mağlup olayım” diyerek, tabanın hâlâ kendisini destekleyeceği yönündeki umudunu koruduğunu ima etti. Türk-İş Genel Başkanı Mustafa Kumlu da, genel kurulda yaptığı konuşmada bir yandan Başoğlu’nu överken diğer yandan artık bırakmasının zamanı geldiğini ifade etti. Kendisine Türk-İş bünyesinde ihtiyaçları olduğunu belirterek, her zaman birlikte olacaklarını vurguladı. Böylece, Türk-İş Genel Başkanının da, Başoğlu’nu “arkadan hançerleyenlerin” arasında yer aldığı ortaya çıktı. Biraz hayal gücümüzü zorlayacak olursak, Kumlu’nun, Başoğlu ile şu minvalde konuştuğunu düşünebiliriz: “Başkan, başkanlık süren dikkate alındığında, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da halk ayaklanmalarıyla alaşağı edilen yöneticilerin en kıdemlisine bile fark atarsın. O nedenle sen iyisi
mek Meclisi (EDP) listeleri delegelerin desteğini alamamıştır. Bu iki eğilim dışındaki sendikal dinamiklerin oluşturduğu “Emek ve Demokrasi Mücadelesinde Yeniden Yapılandırma Bileşenleri” listeleri kongreleri kazanmıştır. Umarız geçtiğimiz dönemin özellikle de son bir yılın sendikal siyaset ve sendika içi demokrasi açısından doğru bilançosu yapılarak, bürokratik sendikacılığa ve genel merkez destekli şube yönetimlerine baskı ve tasfiye politikalarına son verilir. Birleşik mücadelenin tabandan inşa edilmesinin önü açılarak, tabandan gelen yapısal değişimle, grupçu vesayetin terk edilmesi yönünde devrimci adımlar atılır. mi şimdi kendiliğinden görevi bırak; sana Türkİş’te bir oda ve koltuk tahsis ederiz, gelir, gidersin. Aksi halde Hüsnü Mübarek’in başına gelen senin de başına gelir.” Böylece Kumlu, ABD’nin Mübarek karşısında aldığı tavrın benzerini, Mustafa Başoğlu’na uygulamış oldu. Mustafa Başoğlu, sadece, sendikasının başına çöreklenmiş bürokrat bir sendikacı değil. Aynı zamanda sendikal yaşamı boyunca devlet ve sermaye partileri ile kol kola girmiş siyasi bir kişiliktir. Adalet Partisi gibi, egemen burjuvazinin siyasi temsilcisi olan, bir partide milletvekilliği yapmış, Süleyman Demirel’in Cumhurbaşkanlığı döneminde ise dört yıl süreyle Cumhurbaşkanı Başdanışmanlığı görevini üstlenmiştir. Mustafa Başoğlu, sendikal pratiği ile, Türk-İş ve Türkiye sendikal hareketinin iki temel zaafını içinde taşıyan bir semboldür. Bunlardan birincisi, devlet güdümlü olmak ve siyasi iktidarlarla iyi geçinmeyi temel almaktır. İkincisi ise, devletin ağır bürokratik işleyişinin bir benzerini sendikal yapı içinde kurmuş olması; yani bürokratik sendikacılıktır. İşçi sınıfı, sermayenin ve siyasi iktidarın ağır saldırıları karşısında hak kayıplarına uğrarken, bu zaafları nedeniyle, Türk-İş etkisiz ve sessiz kalmaktadır. Devletten ve sermayeden bağımsızlaşmış, tabanın söz ve karar sahibi olduğu bir sendikal yapı, işçi sınıfının sorunlarının çözümünün ön koşuludur. Bunu sağlamak için, öncelikle, sendikal hareket içinde yuvalanmış, Mustafa Başoğlu benzeri, yüzlerce gerici ve bürokrat sendikacı tasfiye edilmelidir.
Ýþçilerin Sesi
CHP’LÝ BELEDÝYELER TAÞERONU BÝTÝRÝYOR (MU?) Geçtiğimiz aylarda, İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu’nun billboardları süsleyen, “işçi dostu belediye” ilanları, tüm Türkiye’de bir anda gündem olmuştu. Belediyeye bağlı taşeron şirketlerde çalışan 2 bin 500 işçiyi belediye şirketi kadrolarına alması ve böylece işçilerin iş güvencesi yüksek, sendikalı, toplu sözleşmeli bir çalışma hayatına sahip olmaları gerçekten önemli bir adımdı. Bunu CHP’nin seçim politikalarından biri olarak görsek de, İzmir’deki işçiler ve hatta tüm ülkedeki CHP’li belediyelerde çalışan işçiler için bir fırsat olarak değerlendiriyorduk. Ancak CHP’li İzmir ilçe belediyelerinde taşeron şirketlerde çalışan işçilerin bırakın iş güvencesi olan belediye şirketlerine alınmasını, aksine, taşerona karşı mücadele etmeye kalkan, örgütlenmeye başlayan işçiler üzerindeki baskının arttığı görüldü. Önce Buca Belediyesinde çalışan taşeron işçilerinin örgütlenmesinin önü kesildi. Önder işçiler işten atıldı. Ardından ücretlerini alamayan Konak Belediyesi taşeron işçilerinin mücadelesi başladı. Şimdi de Bayraklı Belediyesi taşeron işçilerinden örgütlenme faaliyeti yürüten 5 işçi işten atıldı. 13 Mart itibariyle Bayraklı İşçileri de direnişte. Direniş çadırları bir bir kurulmaya devam ediliyor.
Rakamlarla Taþeron Ýþçileri İzmir Büyükşehir Belediyesi 2500 işçiyi kendi şirketi İz-Enerji’ye aldı ancak yine CHP’li başkanları olan ilçe belediyelerinde taşeron zulmü devam ediyor. İzmir ilçe belediyelerinde; Bornova (450), Konak (440), Bayraklı (400), Aliağa (400), Karşıyaka (350), Buca (320), Torbalı (240), Urla (230), Menemen (225), Kemalpaşa (220), Selçuk (165), Dikili (125), Seferihisar (125), Çeşme (120), Menderes (120), Beydağ (85), Balçova (85), Kınık (70), Foça (70) ve Güzelbahçe’de (55) taşeron işçisi var. AKP’li Belediye başkanının bulunduğu Bayındır’da (180), DP’li belediye başkanı olan Tire’de 200 taşeron işçisi var. Yani, İzmir’e bağlı ilçe belediyelerinde toplam 4.295 işçi, hala taşerona bağlı ve güvencesiz bir şekilde çalışmaya devam ediyor.
“Emek Dostu” Ýmajý “Çizildi”! İlan panolarında taşeronu bitirdiğini söyleyen, işçilerle birlikte yemek yerken çekilen fotoğraflarını şehrin her yerine koyduran Başkanın foyası erken çıktı. Yapılan bütün bu reklâm ve etkinliklerden hemen iki hafta sonra 3 Mart günü, taşeronu kaldırarak tarihe geçtiğini söyleyen Büyükşehir Belediyesinin, binasının dış cephe, boya ve tadilat
KONAK BELEDÝYESÝ TAÞERON ÝÞÇÝLERÝNÝN DÝRENÝÞÝ DEVAM EDÝYOR İzmir Büyükşehir Belediyesinin, 2 bin 500 taşeron işçisini belediye şirketi kadrolarına alacağını açıklamasından sonra, CHP’li başkanların yönetimindeki, İzmir’in ilçe belediyelerinin uygulamaları tartışılmaya başlandı. Zira Büyükşehir belediyesi işçi dostu politikalarını ilan eder ve taşerona karşı savaş açtığını bildirirken, aynı partinin ilçe belediyeleri, taşeron işçilerin analarından emdiği sütü burunlarından getiriyor. Konak Belediyesinde son iki yılda Ceysan Hizmet İşletmeleri taşeron şirketine bağlı çalışan 220 temizlik işçisi, Aralık 2010’da yapılan i-
haleyi kazanan, Efekent Endüstri Makineleri Şirketine aktarıldı. İki aydır ücretlerini alamayan ve sigorta primleri yatırılmayan işçiler, 25 Şubat’ta Konak Belediyesi önünde, yazdıkları dövizlerle taleplerini dile getirerek, eylem yaptılar. Bu günden sonra Belediye Binası önünde direnişe başlayan işçiler, ücretlerinin ve sigorta primlerinin ödenmesinin yanı sıra, taşeron şirketinden kurtulmak ve belediyenin asıl şirketinde kadroya alınmayı talep ettiklerini açıkladılar. Haklı taleplerini basın açıklaması ve yürüyüşlerle sürdüren işçiler, bu yazının yazıldığı tarih itibariyle, 25 gündür mücadelelerini sürdürüyorlar.
Direnen Ýþçilere Saldýrý İşçiler, direnişlerinin 8’inci gününde, taşeron şirketin para karşılığı tuttuğu eli sopalı kişiler tarafından saldırıya uğradı. Direnişlerinin bir parçası olarak, çöplerin toplanmasına izin vermek istemeyen işçilere, yanlarında taşıdıkları sopalarla karşılık veren saldırganlar, 2’si kadın 5 işçiyi yaraladı. Bu saldırıdan yılmayan işçiler, Belediye önündeki direnişlerine devam ettiler ve çöplerin toplanmasına izin vermediler.
işini yapmakta olan Nesih Taşkın ve Mehmet Toprak isimli iki taşeron işçisi, yeterli güvenlik önlemi alınmadığı için, çelik halatı kopan iskelenin düşmesi sonucu hayatını kaybetti. Büyükşehir işçileri artık belediyeye ait İz-Enerji şirketinde çalışmaya başlasa da taşeron düzeni halen sürüyor ve işçiler de bu uygunsuz şartlarda hayatları pahasına çalışmaya devam ediyorlar. CHP’li Belediyelerin ne kadar emek dostu olduğu ortaya çıkarken, işçilerin mücadeleleri devam ediyor. Buca Belediyesi taşeron şirketinde çalışırken işten atılan ve 56 günlük bir mücadele sonucu arkadaşları ile birlikte işe alınma söz verilen Batıgül Tunç, verilen sözlerin yerine getirilmemesi üzerine, yeniden direnişe başladı. CHP İzmir İl Binası önünde tek başına oturma eylemi yapan Tunç, eş zamanlı direnişte olan Konak Belediyesi taşeron işçileri ile dayanışıyor. Kent A.Ş, Park ve Bahçeler Müdürlüğü işçileri mücadeleleri ile genişleyen taşerona karşı mücadele, bugün Buca işçileri, Konak İşçileri ve Bayraklı İşçileri ile devam ediyor. İzmir’de taşeronu bitirecek olan, Belediye Başkanlarının seçim amaçlı politikaları değil, işçilerin örgütlü mücadelesidir. Bir diğer saldırı 15 Mart günü sabah saatlerinde gerçekleştirildi. Konak Belediyesi önünde direnişlerini sürdüren işçilerle, CHP İzmir İl Başkanlığı önünde oturma eylemi yapan Buca Belediyesi taşeron işçisi Batıgül Tunç’a, zabıta ekipleri, çevik kuvvet ve sivil polisler tarafından eş zamanlı bir saldırı gerçekleştirildi. İşçilerin direniş alanındaki tüm eşyaları toplandı, hatta özel eşyalarına da el konuldu. 18 Mart günü Kemeraltı’nda yürüyüş yapan ve bildiri dağıtan işçilerin direniş yerleri, çöp konteynırları konularak kapatılmak istendi. Alana giden işçiler, çöp konteynırları kaldırılıp direniş alanı açılana kadar, Basmane yolunu trafiğe kapatacaklarını söyleyerek, oturma eylemine başladılar. Çevik kuvvet polisleri zor kullanarak ve darp ederek işçileri gözaltına aldı. Meydana gelen saldırı esnasında bazı işçiler yaralandı, kolu kırılan bir işçi hastaneye kaldırıldı. Toplamda 81 işçinin gözaltına alındığı öğrenildi. Gece saat 2’ye kadar gözaltında tutulan işçiler, serbest bırakıldıklarında, yeniden kaldıkları yerden direnişlerine devam etmek için Belediye önünde toplandılar. Çeşitli demokratik kitle örgütleri ve sendikalar direnişçi işçilere destek amacıyla basın açıklamaları gerçekleştirdi. Büyükşehir Belediyesi Parklar ve Bahçeler Müdürlüğüne bağlı olarak çalışan İz-Enerji işçileri de, direnişçi işçilere destek verdi. 7
GREV VE DÝRENÝÞTEKÝ METAL ÝÞÇÝLERÝYLE
HAYDÝ DAYANIÞMAYA! Seyfi Adalý DİSK Birleşik Metal-İş Sendikası 2010-2012 Dönemi Grup Toplu İş Sözleşmesinde anlaşma sağlanamadığı için yasa gereği zorunlu olarak grev kararı aldı. 28 işyerinden 21’inde grev kararı ilan edildi. Bunların 13’ünde grev oylaması yapıldı. 6 işyerinde grev oylamasından greve “hayır” çıktı. Diğer işyerlerinde grev oylamasına gidilmedi. Bu yazı yazıldığı sırada Eskişehir ve Kocaeli’de iki fabrika greve çıkmıştı.
Neden Grev? Grevin en önemli nedeni, MESS’in dayatmasıdır. Türk Metal ve Öz Çelik-İş ile sözleşme imzalayan Madeni Eşya Sanayicileri Sendikası (MESS), Birleşik Metal-İş üyesi işçileri de kemer sıkmaya zorlamaktadır. Metal işçileri patronların veremeyeceği bir ücret ve sosyal hak talebinde bulunmuyorlar. Nitekim MESS’ten istifa eden Delphi Otomotiv’de sendika toplu iş sözleşme imzaladı. ÇEMAŞ’ta ise toplu iş sözleşmesi görüşmeleri başladı. Delphi Otomotiv’de imzalanan toplu iş sözleşmesi ile işçilerinin maaşlarına ilk altı ay için yüzde 9, yan ödemelere ise yıllık yüzde 11 oranında artış yapılmış oldu. İşçilerin ücretlerine net 173 TL civarında artış sağlandı.
Bu da gösteriyor ki, MESS’in işçilere karşı direnç noktası ekonomik olmaktan çok siyasi. Metal işçisinin işyerinde ve toplu iş sözleşmesinde üstünlük sahibi olmasını istemiyor. İşçinin boyun eğmesini istiyor. Onu basit bir makine parçası sayıyor, başını kaldırmadan çalışmasını istiyor; işçiyi insan yerine koymuyor.
MESS Nereden Güç Alýyor? MESS’in böylesine rahat hareket etmesine neden olan etkenlerden biri iş kolundaki diğer iki sendikanın (Türk Metal ve Öz Çelik-İş) MESS’in tüm taleplerine evet demesi ve sözleşme imzalamasıdır. MESS ile sözleşme imzalayan Türk Metal Genel Başkanı Pevrul Kavlak, sözleşmenin imzalanmasını ardından: “Ülkemizin içinde bulunduğu zor dönem ve çalışanlarımız ile işyerlerinin ekonomik koşulları göz önünde bulundurularak anlaşmaya varılmıştır. Çalışma hayatında iş barışının sürdürülmesi en önemli görevlerimizdendir. Her iki taraf da bu görev bilinciyle hareket etmiş ve Türk sanayisinin gelişmesi için karşılıklı özveri ve iyi niyet göstererek sözleşmeyi imzalamıştır” diyerek, sermayeye bağlılığını da ifade etmişti. 2010-2012 Grup Sözleşmesinde MESS’in Türk Metal ve Öz Çelik-İş’le imzaladığı
Birleþik Metal-Ýþ’te Rota Deðiþikliði İşçilerin sürekli hak kaybına uğradığı, işyeri örgütlenmelerinde insafsızca işçi çıkartıldığı (son olarak Casper’da), örgütlenen işyerlerinin patronlar eliyle Türk Metal’e geçirildiği bir ortamda, Birleşik Metal-İş Sendikası tabandan gelen taleplere kulak verdi ve farklı bir tutum takındı. Birleşik Metal-İş, neredeyse 20 yıldır tekrarlanan, her 3 yılda bir Türk Metal’in imzaladığı sözleşmeye küçük değişikliklerle imza atma halinden çıkmak istediğini kamuoyuna açıkladı. Böylesine köklü bir “rota” değişikliği, kuşkusuz çok ciddi davranmayı ve sorumluluk almayı gerektiriyor. Bu grev kolay olmayacaktır. Metal işçileri hem 20 yıllık alışkanlıkları yıkmak zorundadır hem de tarihi rollerini yeniden oynama fırsatı kendileri için doğmuştur. Nereden bakarsanız bakın, sınıf hareketinde yeni bir sayfanın açılması yönünde bir adım atılmıştır.
GREV SÝLAHI PATLAMADAN KAZANDIRDI
ilk açıklama geldi: “Areva, Shinder ve Alstom’da sabah saat 8 itibariyle anlaşma sağlanmıştır. Greve değil, kutlamaya eşlik edeceğiz…”
ililerince bu yönde bir açıklama yapılmadı. Böyle olunca da telefon trafiğiyle bu haberler dışarıdan doğrulandı. Trende; Birleşik Metal-İş’in yanı sıra, KESK, Eğitim-Sen, Tekstil-Sen, Emekli-Sen, BTS, TTB vardı, sol / sosyalist bazı gruplar da döviz ve bayraklarıyla dikkat çekiyordu.
Alstom fabrikası önünde sınıf dostlarını Birleşik Metal-İş Sendikası Genel Sekreteri Selçuk Göktaş karşıladı. Göktaş konuşmasında özetle: “Bu mücadele sadece metal işçileri adına yapılmadı. Bütün işçiler, emekçiler ve Türkiye metal işçileri adına bir açılım olmasını istedik. Özgür toplu sözleşmeler yapılsın istedik. Türkiye’deki metal işçileri, kaçırılan toplu sözleşmelerden kurtulsun istedik. Metal işçileri mücadeleyi başından beri en iyi şekilde göğüslediler. Areva işçisi bugün mutlu olarak işbaşı yaptı. Bu kazanım sadece Birleşik Metal-İş üyesi işçilerin değildir. Bu tüm metal işçilerinin kazanımıdır. Türkiye işçi sınıfının kazanımıdır. Anlaşma sağlanması beklenen 32 fabrikamız daha var.” dedi.
Camlar tutuştu, doğan güneşin aksinde. Sabahın ilk ışıklarında, grevci işçilerle dayanışmak için yola çıkan sınıf dostlarını yeni doğan güneş karşıladı. DİSK’in çağrısı üzerine gruplar halinde Haydarpaşa Tren Garı’na gelindi. Bugün, Birleşik Metal-İş’te örgütlü işçilerin çalıştığı Areva, Shinder ve Alstom fabrikalarında grev günüydü. Patron sendikası MESS’le sürdürülen görüşmeler uzlaşmazlıkla bitmiş ve MESS’in sadaka kabilinden dayattığı 25 kuruşluk zamma rest çekilmişti. Dövizler, pankartlar, afiş ve sloganlar eşliğinde sınıf dostlarını taşıyan “grev treni”, 8.20’de hareket etti. Trenin içine ve dışına dayanışma afişler asıldı. Trene damgasını vuran pankart: “Kavga Bitmedi Yeni Başlıyor!” Yolculuk sırasında gelen haberler anlaşmanın sağlandığına işaret ediyordu, ancak sendika yetk-
Trende ve yol boyunca atılan sloganlar şunlardı: “Zafer direnen emekçinin olacak!”, “Metal işçisi yalnız değildir!”, “Söz, yetki, karar, çalışanlara!”, “Hak verilmez alınır, zafer sokakta kazanılır!”, “İşgalci NATO Libya’dan defol!” Sadece slogan atılmadı, marş ve türküler de söylendi: “Gün doğdu hep uyandık”, “Oy Cemo”, “Çav Bela”, “Ellerinde pankartlar”, “Hava döndü işçiden esiyor yel” gibi. Birçoğunun sınıf mücadelesiyle doğrudan bir ilgisi olmasa da, ne gam…
Grev deðil, kutlama… Metal patronlarının sendikası MESS’e karşı mücadele, sınıf işbirlikçisi hain Türk-Metal’e karşı da bir mücadele demektir. Dolayısıyla da, 22 yıl aradan ve çetin mücadelelerden sonra metal iş kolunda yeni kazanımlara ihtiyacımız olduğu kesin. İşçilerin MESS’e ve dayatmalarına çektiği rest ve grev silahının ele alınması çok önemliydi. Sınıf dostlarını trenden alarak araçlarla fabrika önüne taşıyan DİSK yöneticilerinden 8
sözleşmede işyeri ortalaması zam oranı yüzde 5,35’tir. Sözleşmede sonraki altı aylık dilimler için de TÜFE artış oranında zam yapıldı. Birleşik Metal-İş üyeleri bu oranda artışa “evet” demektense, “grev” demeyi tercih ettiler.
DİSK Genel Sekreteri Tayfun Görgün ise; “Dayatmalara ve baskılara boyun eğmediniz ve kazandınız. Bundan sonra da boyun eğmeyerek hep birlikte kazanmaya devam edeceğiz” dedi ve Birleşik Metal-İş’e teşekkür etti. Grup Yorum’un türküleri eşliğinde grev alanında şenlik halayı kuruldu. Sorular üzerine, 1700 işçiyi kapsayan anlaşmanın işçilere sorarak ve onayları alınarak yapıldığının bilgisi alındı. Dayanışma ziyareti “Metal işçisi direnişin simgesi!”sloganlarıyla son buldu.
Ýþçilerin Sesi
CASPER ÝÞÇÝLERÝ PATRONA CEVAP VERÝYOR! Direnişteki Casper işçileriyle görüşülerek hazırlanmıştır...
Neden Sendikalý Olduk? İşyerinde insanca yaşayacak ücret ve çalışma koşulları bulunmuyordu. Bir örnekle açıklayalım: Bugünkü ücretlerimizin satın alma gücü Gülbağ’da çalışırken alınan ücretten daha düşüktür. Örneğin, Gülbağ’da çalışırken yani deneyimsiz ve 17–18 yaşında bir işçiyken aldığımız ücretle haftada en az bir gün sinemaya gidebilir, diğer günlerde de eğleneceğimiz bir kafeye gidebilirdik. Aradan geçen yıllar içinde şirket 1 milyar dolarlık bir markaya ulaştı. 2007’de Plaza’nın açılışı yapıldı. Teknik serviste çalışan 14 yıllık bir işçi bin 200 TL alabiliyor; ancak Gülbağ’daki ücretinin satın alma gücüne sahip değil. Şirketi bugüne getiren ve gençliğini şirkete veren işçilerin ücretlerinin yıllar içinde azalmış olması sendikalaşmaya yönelmiş olmamızın ilk nedenidir. İkinci bir neden ise, bilgi ve deneyim bakımından şirkette sorumluluk verilmesi, kademe ilerlemesi yapılması gereken işçiler yerine dışarıdan getirilen kişiler müdür yapılıyor. İşyerinde ortaya çıkan teknik sorunları yine eski işçiler çözse de, sorumluluk, kademe dışarıdan kişilerde oluyor. Üçüncüsü, şirket içinde nedensiz bölüm değişiklikleri artık bıktırıcı olmaya başlamıştır. Dördüncüsü, çalışma saatleri haftada 35 dak. olmak üzere fazladır ve bu sürenin ücreti mesai olarak da ödenmemektedir. Fazla mesai ücretleri ise, hiçbir zaman zamanında ve tam ödenmemiştir. Eksik ve aylarca sonra alınan mesai paraları işçileri bıktırmıştır. Beşincisi, yılık izinler, özellikle 2007 yılından öncesine dair olanlar 1 hafta kullandırılarak, izin hakkı kullandırılmamaktadır.
Altıncısı, hiçbir sosyal hak yoktur. İkramiye, yakacak parası, bayram parası yoktur. Yedincisi keyfi yönetim ve işten çıkartmalar yaşanmaktadır; işçiler çıkartıldıklarında haklarını tam olarak alamamaktadır. Ellerimizde giderek büyüyen bir şirket dururken; 8-10 ve daha fazla yılımızı bu şirkete vermişken karşılığını almadan çalışmak istemediğimiz için örgütlendik ve sendika üyesi olduk.
Hak arayan, kendi ürettiði bilgisayarý almayýn diyemez mi? Hak niçin aranır? Emeğinin karşılığı verilmiyorsa, işçinin hakkını araması gerekir. Casper çalışanının emek ürünüdür ürettiği bilgisayar. Altan Aras Fakılı sadece bilgisayarın parçalarının ve plazanın sahibidir. Bu parçaları birleştiren ve ürüne dönüştüren işçinin kendisidir. İşçinin hakkı verilmiyorsa, ürettiği bilgisayarın tüm değeri patrona gidiyor demektir. İşçinin ürettiği bilgisayar kendisine yabancılaşmıştır. Onun olmaktan çıkmıştır artık. Öyleyse, işçinin ürettiği bilgisayardan hakkı verilmiyorsa, bilgisayar satılmasın
daha iyi!
Ýþsizlik koþullarýnda, hak aramak iþsizlere haksýzlýk mý? İşsizliğin geldiği feci boyutların farkındayız. İşverenler bu ortamı çok iyi kullanarak, işçilerin haklarını ellerinden almaktadır. Bize şu söylenmektedir: İşinizin olduğuna dua edin, gerisini boş verin. Bir işte çalışmak işsizler için şans olarak görülebilir. Patronların, işsizliği kendileri için fırsata dönüştürmesine izin vermek işsizliği önler mi? Patronlar, işsizlik sebebiyle herkesi ellerinden gelse asgari ücretle çalıştırmak istiyor. Casper işçileri hak arayarak, örgütlenip sendika üyesi olarak işsizler için de mücadele etmiş oluyor. Ücret ve çalışma koşullarını iyileştirmeye çalışmak işsizlerin daha kötü koşullarda çalışmalarını da önleyecektir. Sendikalaşma mücadelesi işsizlere yeni iş olanağı sağlar. İş, ücret ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi, işçi sınıfının yaşam seviyesini yükseltir. Öyleyse, sendikasız işyeri kalmasın!
CASPER ÝÞÇÝLERÝYLE SINIF DAYANIÞMASI
bilgisayarı üreten ve donatan işçilerle, işyerlerinde onu kullanan beyaz yakalı işçilerin ortaklığı hepimize güç katacaktır.
Akbank ve IBM’deki işten çıkarmalara da gönderme yaparak, sermayenin çalışanların haklarına yaptığı bu tür saldırılara karşı mücadelenin aslında daha yeni başladığını ve bundan sonra da birleşerek ve güçlenerek devam etmesi gerektiğini belirttiler.
Devrimci Banka ve Sigorta İşçileri Sendikası (DİSK/BANK-SEN), Plaza Eylem Platformu (PEP), Çağrı Merkezi Çalışanları Derneği (ÇMÇ-DER), Bilişim ve İletişim Çalışanları Dayanışma Ağı (BİÇDA) olarak bizler;
“Beyaz yakalılar” Casper Bilgisayar işçilerinin direnişine destek vermek amacıyla Maslak’ta bildiri dağıttılar. Çoğunluğu beyaz yakalı olan bölge çalışanlarını, Casper işvereni çalışanların yasal haklarını tanıyana kadar Casper ürünlerini satın almamaya, aldırtmamaya davet ettiler. Bilgisayarı üreten ve donatan işçilerle, işyerlerinde onu kullanan beyaz yakalı işçilerin ortaklığının verilen emek mücadelesine güç katacağını bildirilerinde özellikle vurgulayan gruplar, yakın geçmişteki ATV, Vodafone,
Dağıtılan bildiride şöyle deniyor: “ŞİMDİ SIRA KİMDE ?!... Haklarımıza yöneltilen saldırılar karşısında
Bütün çalışma arkadaşlarımızı Casper işçileriyle dayanışmaya ve Casper işvereni çalışanların yasal haklarını tanıyana kadar Casper ürünlerini satın almamaya, aldırtmamaya çağırıyoruz.” 9
Ýþçilerin Sesi
LÝBYA: EMPERYALÝSTLERÝN YENÝ AVI NATO önderliğindeki emperyalist güçler, Afganistan ve Irak’tan sonra, şimdi de Libya’ya saldırdı. Emperyalistler dün Afganistan’a özgürlük, Irak’a demokrasi getirmek için gittiklerini söylüyorlardı. Bugün de Libya’ya, insani nedenlerle, sivilleri korumak için gittiklerini söylüyorlar. Emperyalistlerin insan hakları, demokrasi ve özgürlük sicilleri oldukça kirlidir. ABD, bundan sekiz yıl önce, demokrasi götürmek ve halkı Saddam zulmünden kurtarmak adına, Irak’a saldırmış, ülkeyi işgal etmiş, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ilkesini ayaklar altına almıştı. Bu müdahale sonucu yaklaşık bir milyon insan ölmüş, milyonlarca insan ya ülkeyi terk etmiş ya da kendi ülkesinde mülteci hayatına mahkûm olmuştu. İlişkileri dalgalı bir seyir izlese de, Kaddafi’nin halkını ezmesine kırk yıldır ses çıkarmayan emperyalistlerin, Libya halkı tam da kendi hakları ve özgürlükleri için ayağa kalkmışken, birden Kaddafi’nin diktatör olduğunu hatırlamaları tam bir ikiyüzlülüktür. Bu saldırı Libya’nın içişlerine müdahaledir. Ulusların kendi kaderini tayin hakkının ihlalidir. Emperyalistler, sivilleri korumak adına, askersivil ayırt etmeksizin, insanları öldürüyor. Afganistan ve Irak’tan sonra yeni bir insanlık dramının ve kitle katliamının altına imza atılıyor. Emperyalistler, Kaddafi’yi devirerek veya ülkeyi bölüp Kaddafi’yi güçsüz düşürmek suretiyle, petrol bakımından zengin, Bingazi merkezli kendi güdümünde yeni bir devlet ve kukla bir iktidar yaratarak, Libya’yı sömürgeleştirmek istiyorlar. Libya’da diktatörlüğe karşı olduğunu söyleyen ve bu ülkeye saldırmak için BM’den ve Güvenlik Konseyinden karar çıkartmak için büyük çaba harcayan Fransa, daha dün Tunus halkı, Bin Ali diktatörlüğüne karşı ayaklandığında, ayaklanmayı bastırmak için bu ülkeye asker göndermeyi düşünüyor ve öneriyordu. Tunus Fransa’nın adeta sömürgesi gibi idi. Bin Ali rejimi de Fransa’nın kuklasıydı. Dolayısıyla Tunus’ta diktatörlüğün korunması Fransa’nın çıkarınaydı. Libya’da ise durum farklıdır. Libya petrolleri, esas olarak, İtalya ve Almanya’ya akıyor. Fransa bundan pay kapmak için, Libya’nın yeniden paylaşılmasını ve Fransa’nın çıkarlarını da gözetecek yeni bir işbirlikçi ve kukla iktidarın işbaşına getirilmesini istiyor. Ayrıca Tunus’ta kaçırdığı fırsatı, Libya’ya müdahale ederek telafi eden ve buradan Libya fatihi olarak dönen bir Sarkozy, gelecek yıl yapılacak başkanlık seçimlerini de garantileyecekti. Ne var ki evdeki hesap çarşıya uymadı. ABD’nin baskıları, Türkiye’nin savaşın içine girmesi için istediği “güvencelerin” verilmesi ve operasyona ortak edilmesiyle birlikte, NATO devreye girdi. Fransa eylem ve ittifak içindeki öncü rolünü kaybetti. Emperyalistler Libya’ya sivilleri korumak için değil, kendi emperyalist çıkarlarını koru10
mak, Libya’nın başta petrolü olmak üzere tüm yer altı ve yerüstü zenginliklerini yeniden paylaşmak ve bu ülkeyi sömürgeleştirmek için saldırıyorlar. Obama sonunda ağzından baklayı çıkarıyor. San Salvador’da yaptığı konuşmada “Ortadoğu’daki duruma özellikle de Libya’daki duruma müdahil olmanın ABD’nin ‘ulusal çıkarına’ olduğunu” söylüyor. Emperyalistler, en yetkili ağızdan, “insani nedenlerin” ve “sivillerin korunmasının” tam bir aldatmaca olduğunu itiraf ediyorlar. Tunus’ta başlayan, oradan Mısır’a sıçrayan ve tüm K.Afrika’ya ve Ortadoğu’ya yayılan halk ayaklanmaları, bölgede taşları yerinden oynatıyor. Her biri 30–40 yıldır hükümet eden despot yönetimleri alaşağı ediyor. Mevcut sınıfsal ve uluslararası dengeleri bozuyor, kapitalist sınıf ve emperyalist ağa babalarını geri adım atmaya, taviz vermeye, burjuva demokratik dönüşümler, anayasal reformlar yapmaya zorluyor. Buna, karşı, egemenler de boş durmuyor. Kapitalist emperyalizm bir taraftan orduyu ve eski rejimin artıklarını kullanarak, devrimi kesintiye uğratmaya ve denetim altına almaya çalışıyor. Diğer taraftan da Libya’ya saldırarak, Suudi birliklerini kullanıp Bahreyn’i işgal ederek, bölge de inisiyatif kazanmaya, Ortadoğu’yu ve Kuzey Afrika’yı yeniden şekillendirmeye çalışıyor. Kendi iç dinamikleri ile diktatörlükleri devirmek, emperyalizm ile kendi arasına mesafe koymak isteyen halk hareketlerine gözdağı veriyor. Onları denetim altına almaya çalışıyor.
AKP Hükümeti Müdahalenin Yanýnda Yer Aldý AKP hükümeti, Afganistan ve Irak’tan sonra, Türkiye’yi, şimdi de Libya’ya yönelik emperyalist savaşın içine çekiyor. Operasyon başlamadan önce, batıyı, “petrol hesabı yapmakla” eleştiren, “Libya’ya nasıl müdahale edilebilir? Türkiye olarak biz bunun karşısındayız. Bu saçmalık. Böyle bir şey düşünülemez” diyen Başbakan Erdoğan, BM Güvenlik
Konseyinden saldırı kararı çıktıktan ve operasyon başladıktan sonra, savaşın dışında kalırsa, savaş sonrası ganimetten pay alamayacağını, dahası Türk müteahhitlerinin ekonomik büyüklüğü 20 milyar doları aşan işlerinin de kaybedileceğini düşünmeye başladı. Bu noktadan sonra, daha önce “Libya Libyalılarındır” diyen, Başbakanın tutumu değişti. Hükümet Libya’ya karşı düzenlenen emperyalist savaşa katılma kararı aldı. O güne kadar uluslararası toplantılara çağrılmayan Türkiye, koalisyon ülkelerinin toplantılarına çağrılmaya başlandı. O zamana kadar “NATO’nun orada ne işi var” diyen Türk hükümeti, kendisi savaşa katıldığı gibi, savaşın NATO komutasında yürütülmesi için de ABD ile birlikte öncülük yaptı. “Türkiye’nin asla ve asla Libya halkına karşı silah doğrultan taraf olmayacağını” söyleyen Başbakan ve AKP hükümeti, daha savaş tezkeresini Meclisten geçirmeden, savaş gemilerini Libya’ya gönderdi. Libya halkına ve daha dört ay önce elinden ödül alıp, “şükranlarını” sunduğu, “değerli kardeşim” dediği, Kaddafi’ye, emperyalist çıkarlar uğruna, sırtını döndü. Libya’nın sömürgeleştirilmesi ve kaynaklarının yeniden paylaşılması için Türk askerini emperyalizmin ve Türk şirketlerinin hizmetine koştu. Türkiye’yi Libya’ya karşı NATO’nun ileri karakolu, saldırı üssü haline getirdi. Ondan sonra da “biz Libya’da saldırılara katılmıyoruz, yardım ulaştırılması ve erzak dağıtımı ile ilgileniyoruz” diyorlar. Emperyalistler de zaten Libya’ya yardıma gittiklerini, sivilleri korumak için operasyon düzenlediklerini söylüyorlar. İnsani nedenlerin arkasına saklanarak gerçek niyetlerini, emperyalist hedeflerini gizlemeye çalışıyorlar. Siyasi iktidar, “çaldığı minareye kılıf arıyor”, ancak hiçbir kılıf ve gerekçe, Türkiye’nin emperyalist saldırganlarla birlikte saf tuttuğu gerçeğini örtemez.
Ýþçilerin Sesi
JAPONYA FACÝASINDAN DERS ALIN! NÜKLEER MACERADAN VAZGEÇÝN! Alper Mert 11 Mart 2011 tarihinde Japonya’da meydana gelen şiddetli depremin ardından nükleer santraller hasar gördü ve çevreye yüksek miktarda radyasyon yaymaya başladı. Depremin üzerinden haftalar geçmesine rağmen sızıntı hala kontrol altına alınabilmiş değil. Onbinlerce insanın öldüğü depremin ardından hayatta kalabilenler şimdi radyasyondan kaynaklı hastalıklarla karşı karşıya. Etkisinin yüzlerce yıl süreceği bir felaket tüm canlı yaşamını tehdit ediyor. Radyasyonun etkisinin Japonya’nın sınırlarını aşarak çevre ülkelere yayılma olasılığı bulunuyor. Üzerinden 65 yıl geçmesine rağmen İkinci dünya savaşında Japonya’ ya atılan atom bombasının etkileri hala ortadan kalkmış değil. Yaşanan bu acılara rağmen Japonya nükleerden vazgeçmiyor. Üstelik ülkenin tehlikeli bir deprem bölgesinde olduğu herkesçe biliniyor olmasına rağmen, Japon hükümetlerinin nükleer inadı bu facianın asıl nedeni olarak görülmelidir. Nükleer enerji karşıtlarının uyarıları, yapılan gösteriler, yayınlanan raporlar dikkate alınmamış, nükleer felaket bağıra bağıra gelmiştir. Yaşanan bu felaket nükleer santrallerin insanlık için ne kadar büyük bir tehlike kaynağı olduğunu bir kez daha gözler önüne serdi ve tüm dünyada tekrar sorgulanmasına neden oldu. Nükleer teknoloji ve depreme dayanıklı inşaat konusunda en ileri yöntemleri kullanan Japonya’da meydana gelen bu olay, nükleerin hiçbir koşulda güvenli olmadığını gösteren bir uyarıdır. Bu durum, Almanya’nın yedi nükleer santrali geçici olarak kapatmasına, diğer birçok ülkenin de nükleer projeleri durdurmasına yol açmıştır. Fakat tüm bu gelişmelere rağmen, AKP hükümetinin nükleer inadı sürüyor. Tam bu dönemde Akkuyu’da nükleer santral kurulması amacıyla Rusya ile yapılmış olan anlaşma yürürlüğe kondu. Daha önce santral inşası için tek katılımcı ile yapılmış olan ihale dava sonucu iptal edilmişti. Bu kez hükümet
NÜKLEER SANTRALÝ OLMAYAN TÜRKÝYE DÜNYA NÜKLEER KAZA LÝSTESÝNDE 1999 yılında, bir hurda çöplüğünde bulunan radyoaktif madde, Türkiye’nin nükleer atıklar konusuna ne düzeyde hazırlıklı ve duyarlı olduğunu gösteriyordu. Serbestçe hurda çöplüğüne atılan radyoaktif hurda aynı aileden 13 kişinin radyasyondan kaynaklı hastalıklara yakalanmasına bir kişinin ise kanserden ölümüne neden olmuştu. Olay sonucunda, ağır kusurlu bulunan Türkiye Atom Enerjisi Kurumu’na tazminat cezası verildi. Kurum tazminatı ö-
mahkeme kararını aşmak için santral yapımını devletlerarası bir anlaşmaya bağlandı. Santral yapımının planlandığı Akkuyu, deprem bölgesinde yer almaktadır. Birçok bilimsel araştırmada tespit edildiği üzere Ecemiş fay hattı Akkuyu’nun 20 km yakınından geçmektedir. Aynı araştırmalara göre tarih içerisinde bu bölgede çok büyük deprem ve tsunamilerin yaşandığına dair veriler bulunmuştur. Bilim insanları, uzun dönemdir suskun olan bu fay hattında tehlikeli bir enerji birikiminin olduğuna işaret etmektedirler. Ayrıca şunu da eklemek gerekir ki, Akkuyu’da Nükleer santral yapılması için yer lisansı 1976 yılında alınmıştı. Bu yıllarda Ecemiş fay hattı henüz bilinmiyordu. Aktif olan bu fay hattının 90’lı yıllarda bulunmuş olmasına rağmen,
TÜPGAZ, KÖPRÜ VE NÜKLEER SANTRAL Japonya’daki nükleer felaketin tüm dünyada korku ile izlendiği günlerde Başbakan Erdoğan Akkuyu’da yapılacak nükleer santral ile ilgili görüşmek için Rusya’daydı. Olağanüstü bir pervasızlıkla, hiçbir koşulda nükleer santralden geri adım atılmayacağını açıklıyordu. “Bize güvenin” diyordu. Nükleer santrale karşı tepkiler konusunda ise artık alıştığımız kahvehane yüzeyselliğiyle derinlemesine yorumlar yapıyordu. Nükleer kaza riskini sıradanlaştırmak çabası ile Tüpgaz patlaması ve köprü yıkılması ile karşılaştıran vecizeleri sıralıyordu. Risk var diye evimize tüp almamanın veya yıkılır diye köprü yapmamanın mantıksız olduğunu belirten açıklamaları büyük bir mantık silsilesi halinde yüzümüze çarpıyordu. Üstelik bu tezleri öylesine benimsemişti ki bir hafta sonra aynı sözleri meydanlarda tekrarlıyordu. Başbakan Erdoğan’a ve Rusya başkanı Medvedev’e sonsuz güvenimiz baki olmakla birlikte bazı
basit gerçekleri hatırlamakta fayda var. Tüp gazların patlama ve köprülerin yıkılma riski gerçekten vardır. Hatta bu riskler gerçekleşme ihtimali bakımından nükleer kaza riskinden daha yüksek olabilir. Fakat bu olasılıkların gerçekleşmesi durumunda ortaya çıkan sonuçlar bir nükleer kazanın yanında önemsiz sayılabilir. Bunu anlamak için bugüne kadar yaşanan nükleer kazalara bakmak yeterlidir. Bir tüp gazın barındırdığı enerji potansiyeli ile nükleer santraldeki atom bombası ile eşdeğer enerjinin kontrolsüz saçılması arasında dağlar kadar fark olduğunu görmek için çok fazla bilgiye gerek yoktur. Ayrıca bir nükleer sızıntının nesiller boyunca hastalıklara yol açan etkisi ile Tüp gaz’dan atmosfere saçılan gazların etkisini karşılaştırmak bilimsel açıdan komiktir. Komik olduğu için böyle bir açıklama için çabalamak da gereksizdir. Bu açıklamalar muhtemelen birçoğumuza Çernobil kazasından sonra zamanın bakanlarının
demeyince aile Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurdu. TAEK ancak bu aşamada tazminatı ödemeyi kabul etti. Başbakanlığa bağlı bir kurum olan TAEK Türkiye’de nükleer atıklar konusunda tek denetleyici. Hurdalıktan çıkan radyoaktif madde ile ilgili sorumluluğunu kabul etmiyor ve tazminat kararına da ancak AİHM sürecinde uyuyor. Bu olay Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’nun yayımladığı nükleer kazalar listesinde yer alıyor.
Akkuyu’daki santral 35 yıl önceki lisansa dayandırılarak planlanmaktadır. Ortada büyük bir aymazlık olduğu görülmektedir. Sadece Akkuyu ve çevresinde yaşayan insanlar için değil, çevre ülkeler açısından da büyük bir risk söz konusu. Fakat, jeopolitik pazarlıklar, nükleer lobilerin kar hesapları tüm mantık ve vicdan yasalarına hakim olmaktadır. Olası felaketler pahasına Türkiye bir nükleer maceraya sürüklenmek istenmektedir. Bu planların en kısa zamanda durdurulması gerekmektedir. Akkuyu’da, Sinop’ta ya da ülkenin başka bir yerinde yapılacak olan nükleer santralleri durdurmak, sadece kendi geleceğimiz değil tüm gelecek nesiller için dünyayı ve yaşamı savunmak adına boynumuzun borcudur. yaptığı açıklamaları hatırlatmıştır. İlk olarak kazanın Türkiye’ye bir etkisi olmadığı ilan edilmişti. Radyasyondan en fazla etkilenen Karadeniz bölgesinde yetiştirilen çay ve fındıkla ilgili açıklamalar bunu izlemişti. Çaydaki radyasyonun tehlikesiz olduğu türünden bilimsellik dışı iddialarla halkı kandırmak için demeçler verilmişti. Sonrasında dönemin sanayi bakanı halkı çay içmeye ikna etmek için televizyona çıkıp karşımızda çay içmişti. Bugün ise Karadeniz bölgesindeki kanser vakalarının ortalamanın çok üzerine çıktığı verilerle kanıtlanmaktadır. Neredeyse her aileden bir kişi meme kanserine veya akciğer kanserine yakalanmaktadır. Fakat bu konuda hükümete bağlı kurumlar tarafından ciddi bir araştırma hiçbir zaman yapılmamıştır. Gerçekler hala neden toplumdan saklanmaya devam edilmektedir. Daha önce olduğu gibi bugün de devlet yetkileri halkı çocukça iddialarla kandırmaya çalışmak yerine bilimsel verileri ve yapılan uyarıları dikkate alıp nükleer santral projelerini iptal etmelidir. Halktan güven beklerken öncelikle halkı aptal yerine koymamak gerekir.
11
Ýþçilerin Sesi
FABRÝKALARDAN... ÝÞYERLERÝNDEN... FABRÝKALARDAN... ÝÞYERLERÝNDEN... FABRÝKALARDAN... ÝÞYERLERÝNDEN... Gýda Patrondan ek zam tavizi İşçilerin birlik olması patronlara geri adım attırıyor. Ocak ayında verilmesi gereken zam bir ay ertelendi, Şubat’da verildi. Ücretler alındığında yüzde sekizle ile on arası zam verildiğini görüldü. Fabrikada bazı bölümler yetersiz zam üzerine işi bırakıp, çalışmadı. İşçiler müdürü çağırıp zamla ilgili olarak konuştular. Başta müdür çok kararlı bir şekilde bundan fazla veremeyiz deyip, kestirip attı. Pazartesi günü, işçinin kararlı tavrı devam etti, yeniden bazı bölümlerde iş başı yapılmadı. Çaresiz kalan müdür, işçileri muhatap almak zorunda kaldı. İşçileri ikna etmek için, devletin de 2011 yılında bu kadar artış (asgari ücret) yaptığını, işyerinin devletten daha fazlasını vermeyeceğini söyledi. İşçiler bazı önerilerde bulunduğunda, müdür bu önerileri yönetim kuruluna götüreceğini söylemek zorunda kaldı. İşçileri oyalamak için de, kendisine söylenenleri, yazılı olarak öneri kutularına atılmasını istedi. İdare o zaman okur, bunları değerlendirirmiş! İşçilerin neredeyse tümü zam isteklerin ifade eden yazılarla kutuyu doldurdular. İş bırakmamız ve müdürle tartışmamız, patronu ara zammı vermeye mecbur bıraktı. Müdür, ücretlere Nisan ayında 20 TL düzeltme yapacağını ustalarla, işçilere iletti. Ek zam çok yetersiz olsa da, işçileri şaşırttı. İşçiler, iş bıraktık, toplantı yaptık ama bir değişiklik olmaz diye düşünüyorlardı. Kendilerine olan güvenleri arttı. İki bölüm iş bırakmıştı bu kadar alabildik, belki herkes bıraksaydı daha fazla alabilirdik, yönünde yorumlar yapıldı. Patron az para ile çok iş yaptırıyor, bizim sırtımızdan kazanıp yeni fabrikalar açıyor ve durmadan işçi alıyor. Asgari ücretle iki yıl önce çalışan işçi sayısı 250’di, bugün 500 yakın işçi var. Yeni giren işçilere, işler yoğun iki vardiya olacak, hiç bir sosyal hakkımız yok, bu şartlarda çalışmak istiyorsanız girin, diyerek işe alıyorlarmış. Son mücadele deneyimimiz her zaman patronun dediğinin olmadığını gösterdi. Niyetlerini tersine çevirmek işçilerin elinde. (Bir işçi)
Belediye Kamu işyerlerinde kadrolu çalışan işçiler, azınlık bir kesimi oluşturuyor. Özel sektördeki taşeronlaşma kamu hizmetlerindekini de körüklüyor. Partiler taşeron işçi çalıştırmakta yarışıyorlar, CHP de sözde işçi dostu olarak aynı. CHP’li bir belediyeye bağlı taşeron bir şirketteyim. Şirketin bir adı kesin. Onun dışında o gün işe geldiğimizde ne iş yapacağımız belli olmuyor. Sabah işbaşı yapıyoruz, sorumlu kişi bize o günkü çalışmamızı açıklıyor. Bir gün yol tamiri yaparken, ertesi gün taş döşüyoruz veya ev yıkıyoruz. 12
İşi bilip, bilmemek hiç önemli değil; bu çalışma düzeni iş kazalarını da beraberinde getiriyor. Belediyedeki taşeron işçinin sayısı, kadrolu işçiler emekli oldukça artıyor. Taşeron şirketle yapılan anlaşma 11 aylık, sonrası belli değil! Atölye düzeninden bu işe girdim, oradaki yemek ve servisi bile bulamadım. Üç aydır ücretlerimiz ödenmiyor. İstediğimizde, “düzelecek” diyerek oyalıyorlar. Taşeron firma ihaleyle yenilendi, gerekçesiyle işçileri oyalıyorlar; belediyenin ise taşerona parasını verdiğini biliyoruz. İşçilerin çoğunluğu ya emekliliği gelmiş ya da emekli konumunda olduğu için bekleme eğilimde. (Bir işçiyle görüşme)
Tekstil Þefler itiþiyor iþçiler arada kalýyor Model bölümünde iki şef olduğundan beri, (biri makinecilerden diğeri ise modelistlerden sorumlu) birbirleriyle yalakalıkta yarışıyorlar. Aralarında rekabet var: modelistlerin şefi dikime de karışmak ve dikim hatalarını yakalamak istiyor, sonra da gürültü koparıyor. Dikim şefi de, kalıp hatalarının peşinde. İlk başlarda ikisinin arası iyiydi, bugün idareye yaranmanın peşindeler. Olansa işçiye oluyor. Patron, yoğun çalışmayı ve sayıyı dayattığı için mutlaka, kalıptan ya da dikişten kaynaklanan hatalar oluyor. Bu yalaka şefler, hataları kendi aramızda düzeltmemizi de istemiyorlar, her sorunu onlar çözecek ki, göze girebilsinler. Bir modelist işçi, şefle yaptığı işi konuşurken, birden ona bağırmaya başladı. İşçinin bir yanlışı yoktu, şefin bağırıp kendisini gösterme zamanı gelmişti. Bir de elindeki dosyaları yere fırlatarak çok kızdığını göstermek istedi. Daha işe başlayalı bir ayı bile olmayan bir işçi, bu hakaretler üzerine bir şey demedi, arkasına bile bakmadan işyerinden ayrıldı. Ertesi gün işten çıktığını öğrendik. Şefin hırçınlığı bir işçinin, işine mal olmuştu. Malum şubat ayı zamlı ücretlerin alındığı aydır, herkesin gözü zamlardaydı. Patron, işçiler arasında ayrımcılık yapmak için zammı kullandı. Zam oranları yüzde 4 ile yüzde 10 arasında değişti. Patron bir taktik olarak, çıkarmak istediği eski işçilerin ücretlerine en düşük zammı verdi. İşçilerin morali bozuldu, 50 TL’yi bile bulamayan bir zam almışlardı. Bu işçiler şefle görüştüler ve “neden bize az zam yaptınız?” dediler. Önce sıkışan şef, muhasebe hatası diyerek alttan aldı, işçilerin ısrarı üzerene sertleşti. Çıkış tehdidinde bulundu, işlerin azaldığı, bazı işçilerin çalışmasından memnun olmadığını söyledi. Ardından da ağzından çıkış olacağını kaçırdı. Düşük zam alan işçilerin, iyi çalışan işçilerin sırtından geçindiklerini söyleyecek kadar da pervasızlaştı. Bu tehditler karşısında işçiler, çıkış endişesiyle lanet okuyup, işlerine döndüler. Bu çıkışımız yarıda kaldı çünkü hazırlıklı ve örgütlü değildik. Şimdilik susuyoruz ama nereye kadar? (Bir işçi)
Çýkýþlar sendikalaþmanýn önünü kesemeyecek Çalışma Müdürlüğü’nün yaptığı denetim, idarecileri endişelendirdi. Sigortasız işçileri depolara kaçırdılar. Yine de bir grup işçinin sigortasız çalıştıkları tespit edildi ama önceden idareciler bu işçileri hazırlamışlardı, yeni işe girdik, diye ifade verdiler. Ne yazık ki, sigortasız çalışan işçilerden hiçbiri bu imkandan yararlanıp, şikayetçi olmadı. Biz de hazırlıklı olmadığımız için, sigortasız işçileri, hakları için teşvik edemedik. Patron yeni açtığı işyerine buradan kalifiye işçi göndermek istiyordu. Bir grup işçi belirlendi ama gitmeyi kabul etmediler, 3-4 yıllık kıdemleri yanacaktı. İdarecilerin bütün çabalarına rağmen işçiler ikna olmadı. Sözleri geçmeyince de, bu işçilere 15 gün içinde çıkışlarının yapılacağını söylediler. İçlerinde sendikaya üye olanlar da vardı. Telaşa kapılmadık, çıkış olduğunda neler yapılabileceğimizi, sendika yetkilileri ile konuştuk. Sürenin dolmasına bir iki gün kala, bu grubu işten çıkardılar. Çıkış öncesi ustalar, alacaklarınız hazırlanıyor diyerek, çıkışı haber vermişlerdi. Bu işçilerden önce yine sendikaya üye bir işçi, patronun yaptığı toplantıda işçi haklarını savunduğu için işten çıkarılmıştı. Bu işçinin, hiçbir kağıdı imzalamayıp, hakkını arayacağını kararlılıkla savunması, patron ve idarecileri rahatsız etmişti. Bu nedenle bugüne kadar işyerinde tazminatın “T”si bile duyulmamışken, hakkımız olan paranın yaklaşık olarak üçte birine karşılık gelen paralar tazminat olarak verilmek istendi. İdarenin bir çıkış oyunu yapmaması için, muhasebeciden çıkış kâğıtlarımızı istedik. Muhasebeci gerek olmadığını, İŞKUR’a bildirim yapıldığını söyledi. Bir kazaya uğramamak için önceden postane yoluyla işyerine ihbarname göndermiştik. Patron, konfeksiyon işçisini iyi tanıyordu, parayı masada gören işçinin, hakkından vazgeçip olanla yetineceğini farz etti. Ayrıca bu işçilerin gözlerini korkutmak için son ücretleri de yatırılmamıştı. Bu işçiler işyerine gidip ücretlerini bastırarak aldılar ama hiçbir kâğıdı imzalamadılar, hatta patron verilecek paranın üstüne bir de benden 500 TL ekleyin demiş. Buna rağmen işçiler hakları olan parayı almak için mücadele yolunu seçtiler. İdareciler verilen parayı neden kabul etmediğimizi sorduklarında (bayram ve izin vb.) gibi haklarımızın dahil edilmediğini ve düşük hesaplandığını söyledik. İdareciler taviz verdikçe geri adım atmadık, üstlerine gittik. Tartışma büyüyünce, patron, işçi rahatsız oluyor dışarı çıksınlar diye haber göndermiş. Çıkışı verilen işçiler esas biz rahatsızız, faturalar eve bir bir geliyor bundan haberiniz var mı demiş! Nereden nereye, daha birkaç hafta önümüzde nutuk atan patron bugün hakkını arayan işçiden fabrikadan çıkmasını rica eder hale düştü. Sendikaya giderek yasal süreci (işe dönüş davası) başlattık.
Ýþçilerin Sesi
FABRÝKALARDAN... ÝÞYERLERÝNDEN... FABRÝKALARDAN... ÝÞYERLERÝNDEN... FABRÝKALARDAN... ÝÞYERLERÝNDEN... Fabrikada hakkını arayan işçinin sesi yükselince en çok ezilen çıraklara bile güven gelmiş. Bir grup çırak, sigortasız çalıştırıldıkları ve söz verildiği halde işlemleri yapılmadığı için iş bıraktılar. Elbette iş bırakmak doğru bir mücadele yolu değil ama ellerinden bu kadarı geldi, tepkilerini böyle gösterebildiler. İdareciler heyecanla işçileri ikna etmeye çalıştılar, sigortalarının yapıldığı yalanını dillendirdiler. İşçiler internet üzerinden kontrol ettiklerini, sigortalarının yapılmadığını söylemişler. İdarecide yalan bol, biz gördük siz nasıl göremediniz, diye lafı çevirmek zorunda kaldılar. Çıraklar çalışmıyor dediklerinde 15 gününüzü keseriz diye tehdit edilmişler. İşyerinden ayrıldıklarında patron peşlerinden koşup, “konuşalım, birlikte sigorta işlemlerini yapalım” diye işçileri ikna etmeye çalışmış. Nereden nereye? (Bir grup işçi ile görüşme)
Kaðýt Ýþlerine gelirse yasalardan bahsediyorlar Her işçinin çok iyi bildiği bir uygulama var:
eğer yasa maddeleri işçinin yararına (yıllık izin vb.) ise işyerinde gündeme gelmez, aksine patrona hizmet edecekse (telafi çalışması vb.) idareciler tarafından sürekli gündeme getirilir, neredeyse “yasa bu” diyerek gözümüze sokulur. Son yıllarda belli hak kayıplarımız olmuştu, üç ikramiyenin buharlaşması ve yıllık izinlerin tam kullandırılmaması gibi. Bu gidişatın hayırlı olmadığı belliydi ama işçi kesimindeki genel eğilim, beklemek oldu. Geçen hafta patron sürprizini yaptı, bütün işçilere “Belirsiz Süreli İş Sözleşmesi”nin imzalamasını dayattı. Beş sayfalık bu sözleşme işçi aleyhine olan iş yasasında ne kadar madde varsa içerdiği kadar, patronun keyfi hareket etmesini ve yasal olarak kendisine avantaj sağlayacak maddelerle de doluydu. Bu yetmezmiş gibi hem sözleşmeyi okutmuyorlar hem de imzalama sırasında içine ek dört sayfa daha koyuyorlardı. Bildiğimiz bazı fabrikalarda da benzer iş sözleşmelerini dayatıldığını duymuştuk. Yeni işçiler benim için fark etmez diyerek imzayı basınca, kıdemli işçiler sıkışmış oldular. İdarecilerin baskısı arttı, her kıstırdıkları yerdi imzalamamızı istediler. Sonunda her
UZUN BÝR HAK ALMA MÜCADELESÝ (2) çok rahatsız oldu. Beni dışarı çıkarttı ve ana fabrikanın yöneticisini aradı.
Yasal doğum iznimin bitmesinin ardından fabrikaya geldiğimde beni güvenlik görevlileri karşıladı. Sanki tanımıyorlarmış gibi kim olduğumu sordular, hemen içeriye almadılar. Yeni insan kaynakları müdürü iş başı yapmadan önce imzalamam için bana bir yazı verdi. Bu yazıda, yasal olarak iznimi kullandığım ve vardiyalı olarak çalışmam gerektiği yazıyordu.
Ardından beni yeniden çağırıp 17, 18, 24. maddelerden çıkışımı verdi. Tazminatımı almadan hiçbir belgeyi imzalamayacağımı söyledim. İdareciler ise “Neden bize karşı bu kadar güvensizsin” dediler. On beş yıllık işçilik tecrübem idarecilere güvenmemeyi öğretmişti.
Bu dayatmayı kabul etmedim, gece çalışmama hakkımın olduğunu, bunu kullanmak istediğimi belirttim. Yönetici böyle bir seçeneğimin olmadığını, kabul etmediğim takdirde tazminatlı olarak çıkışımın verileceğini söyledi. Bu belgeyi imzalamadan iş başı yapamayacağımı anlayınca verilen belgenin altına “süt iznimi kullanmak istediğimi ama idarenin buna izin vermediğini” yazdım yani şerh düştüm. Yönetici bu yasal taktiğimden
Daha önceden tanıdığım bir sendika avukatına gidip durumu izah ettim. Avukat eğer doktorlardan sağlık durumumla ilgili bir rapor alabilirsem, bu belgeyi imzalamama karşın işe iade davası açabileceğini söyledi. İş yasasındaki 9. madde emziren kadın işçilerin, çocuk bir yaşına gelene kadar gece vardiyasında çalıştırılamayacağını belirtiyor. Bu durumumu belgeleyecek olan raporu, devlet hastaneleri veriyor. Ardından zamana
“
“
Sözde Saðlýk Bakanlýðý sürekli anne sütünün önemini vurgulayan tanýtýmlar yapýyor, emzirmeyi teþvik ediyor. Buna karþýlýk Çalýþma Bakanlýðý bu hakkýn kullanýlmasýný saðlayacak hiçbir tedbiri almýyor.
vardiyadan 10-15 sözleşmeyi imzaladı.
işçi
dışında
herkes
Durumun vahametini fark ettik, bölgeden tanıdığımız deneyimli işçilerden destek istedik. Bir grup işçi olarak bu arkadaşlarla görüştük. İmzalamayan işçi sayısının azınlığa düşmesinden dolayı tek başına direnme imkânının kalmadığı anlaşıldı, buna karşılık yine de mümkün olduğu kadar geciktirerek, tepkimizi göstermeye karar verdik. Bazı işçiler patronun keyfiliğine dur demek için neler yapabiliriz sorusunu gündeme getirdiler, sendikalaşma önerisi de geldi. Sonunda sözleşme dayatmasının yeni saldırıların habercisi olduğu ortak fikir oldu. Ne yapabileceğimize dair düşünmek ve mümkünse ortak bir karar almak üzere dağıldık. Sözleşme dayatmasının yaygınlaştığı anlaşılıyor, patronlar yasal bir zorunluluk olan “iş sözleşmesini”, işçiye karşı bir silah gibi kullanmaktan kaçınmıyorlar. Hem yasal hem de yasal olmayan uygulamaları sözleşmeye koyarak, işçilerin kendilerini güçsüz olduklarına ve yapacak bir şey yok fikrine, inandırmak istiyorlar. (Bir grup işçiyle görüşme) karşı bir yarış başladı yasal sürem bitmeden bu raporu almak zorundaydım. Ne yazık ki doktorların da bu yasa maddesinden haberleri yoktu. Benim başvurum üzerine ilk defa böyle bir taleple karşılaştıklarını söylediler. Anlaşılıyor ki kadın işçiler işlerinden olmamak için çocuklarının da sağlığını tehlikeye atacak şekilde bu emzirme hakkından vazgeçiyorlardı. İşte bu sömürü düzeni kadın işçileri bu seçeneği kabul etmeye zorluyor. Sözde Sağlık Bakanlığı sürekli anne sütünün önemini vurgulayan tanıtımlar yapıyor, emzirmeyi teşvik ediyor. Buna karşılık Çalışma Bakanlığı bu hakkın kullanılmasını sağlayacak hiçbir tedbiri almıyor. Sonunda doktorlardan ilgili raporu aldıktan sonra işe dönüş davasını açtık. Avukatım şahitlerimiz olursa bunun mahkemede bir avantaj sağlayacağını söylediğinde, en güvendiğim arkadaşlardan bir grubu mahkemeye çağırdım. Ama bunlardan sadece iki tanesi şahitlik için geldi. Bu şahitler işten çıkartılmak için bölüm değiştirilmeye zorlandığımı ve sendikalaşmayı başlattığım için işten çıkartıldığımı biliyorlardı. Bunu da mahkemede ifade ettiler. İkinci duruşmada mahkeme beni haklı buldu, davayı kazandım; patron sonuca itiraz ettiği için temyiz kararını bekliyoruz. İşyerinde bir kadın işçi de tıpkı benim gibi doğum iznini kullanıyor, onun da çıkartılacağını duydum. Umarım bu kadın işçi benden daha dikkatli hareket eder. İdarecilere açık vermeden hakkını sonuna kadar savunur. (Bir işçi) 13
Ýþçilerin Sesi
KIDEM TAZMÝNATI NEDÝR? Kıdem, işçinin işyerinde geçirdiği süredir. Kıdem tazminatı ise işçinin en az bir yıl çalışmasından sonra, kanunda belirtilen sebeplerle iş sözleşmesinin sona ermesi halinde, patron tarafından işçiye yapılan ödemedir. İşçinin ölümüyle iş sözleşmesinin sona ermesi halinde ise kıdem tazminatı işçinin mirasçılarına ödenir. İşçinin ölümünün iş yerinde veya iş dışında olmasının bir önemi olmadığı gibi kendi kusurlu davranışı ile ölmesinin de kıdem tazminatının ödenmesinde herhangi bir etkisi yoktur.
Kýdem Tazminatýna Hak Kazanabilme Koþullarý Nelerdir? Kıdem tazminatından faydalanabilmek için öncelikle İş kanuna göre “işçi” olmak gerekmektedir. Ev hizmetlerinde çalışanlar, çıraklar, sporcular, 51 kişiden az çalışanın olduğu tarım ve orman işlerinin yapıldığı işyerlerinde ve işletmelerinde çalışanlar, kıdem tazminatından faydalanamamaktadır. Bir diğer şart da işçinin aynı iş yerinde en az bir yıl çalışmış olmasıdır. Bir yıllık süre dolmadan iş sözleşmesi kanunda belirtilen nedenlerden biriyle sona erse bile işçi, kıdem tazminatından faydalanamaz. İşçinin ölümü ile sona eren iş sözleşmesinde bile çalışmanın en az bir yıl sürmüş olması gerekmektedir. Bir yıllık sürenin hesaplanmasında patronun farklı işyerlerindeki çalışılan süreler de dahil edilir. Patron sınıfı iş sözleşmelerini bir yıldan kısa süreli yaparak kıdem tazminatı ödememekten kaçınmaktadır. Sözleşme süresinin bitmesiyle yeni bir iş sözleşmesi yapmaktadır. Fakat Yargıtay yapılan bu iş sözleşmelerinin toplamını esas almaktadır. Kıdem tazminatı da işçinin sözleşmenin fesh edilmesinden önce kaç tam yıl çalıştığı belirlenerek hesaplanır. Her tam yıl için işçinin 30 günlük giydirilmiş ücreti işçiye kıdem tazminatı olarak ödenir. Tazminat hakkı sağlanan koşullar iş kanununda şöyle belirtilmiştir: Sözleşmenin işçi tarafından feshi (iş kanunu madde 24) İş sözleşmesinin konusu olan işin yapılması, işçinin sağlığı ve yaşayışı için tehlikeli olursa
İşveren işçiyi, iş sözleşmesinin yapılması sırasında sözleşmenin esaslı noktalarından biri hakkında yanıltmışsa İşçi ve ailesine karşı şeref ve namusa dokunacak davranış ve sözlerin söylenmesi durumunda İşçiye yönelik cinsel taciz İşçinin diğer işçi veya 3. kişiler tarafından rahatsız edilmesi durumunda işverenin gerekli önlemi almaması İşçinin ücretinin ödenmemesi İşveren veya işveren vekilinin işçi veya ailesine karşı bir suç işlemesi, şeref ve haysiyetine dokunacak isnatlarda bulunması İşçinin çalıştığı işyerinde 1 haftadan fazla süreyle işin durmasını gerektirecek zorlayıcı sebebin bulunması. 1 hafta süre için ise işçiye yarım ücret ödenir. Yukarıdaki işçi için haklı neden oluşturan hallerden biri gerçekleşirse, işçi isterse iş sözleşmesini haklı nedenle feshedebilir. Bu nedenle işçinin kıdem tazminatı doğar. Sözleşmenin işveren tarafından feshi(iş kanunu madde 25)
İşveren tarafından sözleşmenin haklı nedenlerle feshini sağladığı diğer durumlarda işçi kıdem tazminatına hak kazanmaz. Bunlardan uygulamada en çok karşılaştığımız durumlar işçinin kendisine küfür ettiğini söyleyerek veya işçinin işe gelmemesini söyledikten sonra işçinin işe aralıksız iki iş günü gelmediğinden bahisle işverenin haklı nedenle iş sözleşmesini derhal fesh ettiği durumdur. İşveren bu durumu işçiye kıdem tazminatı vermemek amacıyla kullanmaktadır.
Kýdem Tazminatýmýza Sahip Çýkalým Patronlar, işçilere kıdem tazminatlarını ödememek ya da eksik ödemek için çeşitli yollara başvururlar. Daha çok küçük işyerlerinde uygulanan en ilkel yöntem, işçi henüz işe alınırken kendisine tarihsiz boş ya da bütün yasal haklarını aldığını belirten bir kâğıt imzalatılmasıdır. Böyle bir kâğıt imzalanmamalıdır. Ancak işçiler çoğu kez işe girebilmek için, böyle bir kâğıt imzalamak zorunda kalmaktadır. İmzalatılan bu kâğıtların, yasal olarak geçerli olmadığına dair çok sayıda yargı kararı vardır. O nedenle işçiler, daha işe girerken böyle bir kâğıt imzalamak zorunda kaldıkları için, haklarını aramaktan vazgeçmemelidirler. Eğer kıdem tazminatları ve diğer yasal hakları ödenmezse, yargı yoluna giderek haklarını aramalıdırlar.
İşyerinde 1 haftadan fazla süreyle işin durmasını gerektirecek zorlayıcı bir sebep varsa işveren de iş akdini feshedebilir.
Daha çok başvurulan ikinci yöntem ise, patronların işçiyi işten çıkarırken tazminat ve diğer yasal haklarını eksik ödeyip, elinden “tüm haklarımı aldım” ibareli bir ibraname almalarıdır. Patronların bu yöntemi de sakatlıklar taşımaktadır. Bir defa ibraname de işçilere hangi haklarının ödendiği tek tek yazılmalıdır. İkinci olarak ibranamede hangi haklar için ne kadar ödendiği belirtilmezse bu ibraname makbuz yerine geçmediği gibi, yasal hakların eksiksiz ödendiğine kanıt olmamaktadır. O nedenle, işçinin, bu tür bir ibranameyi “yasal haklarım saklı kalmak koşuluyla” ibareli bir şerh koyarak ve kendisine ödenen toplam tutarı belgeleyerek imzalaması yerinde olacaktır.
Bu nedenlerle işveren tarafından haklı nedenle iş sözleşmesi derhal fesh edilse bile işçi kıdem tazminatına hak kazanır.
Sınıfsal çıkarlarımızın neler olduğunu çok iyi bilmeliyiz. Onları, burjuva sınıfının ayak oyunlarına gelerek, kaybetmeyelim.
İşçinin kendi kastından, derli toplu olmayan yaşamasından dolayı ardarda 3 işgünü veya 1 ayda toplam 5 işgünü işe gelmemesi İşçinin tutulduğu hastalığın tedavi edilmeyecek nitelikte olduğunu ve çalışmasında sakınca olduğunun sağlık kurulunca saptanması İşçinin kaza, hastalık, doğum, gebelik gibi nedenlerle işe gelmemesi
Ý.Ü.’DE KADRO ALIMI YÝNE ADALETSÝZ
apist, diyetisyen, çocuk gelişimcisi, sağlık teknikeri, anestezi teknikeri, radyoloji teknikeri, radyoterapi teknikeri alındı.
Ýþçilerin Sesi - Haber
Dışarıdan alımlar, çalışanlar arasında “kadrolaşma” olarak algılanırken, taşeron işçilerinin çoğunluğunu oluşturan temizlik işçilerinden kadroya alınmaması tepki çekti. Ayrıca çok sayıda kayıtta çalışan ve hasta bakıcı ise, KPSS’de iş tanımı olmadığı için kadroya alınmamaktadır.
Taşeron İşçileri Dayanışma ve Yardımlaşma Derneği (Taş-İş-Der) kadrolu çalışma talebiyle Şubat ayında Rektörlüğe “başvuru” kampanyası yapmış ve bu kampanya çerçevesinde tüm taşeron işçilerin kadroya alınmasını talep etmişti. Bu talebini sözlü olarak da Rektörlükle yapılan görüşmede yetkililere iletti.
14
İşçinin sürekli görüştüğü işveren veya başka bir işçinin bulaşıcı hastalığa tutulmuş olması
Rektörlük bin 300 kadronun 200’ü için alım yapmaya karar verdi. Dernek bu alımların mevcut çalışanlar arasından yapılmasını talep etti. Ancak 16 Şubat’ta ilan edilen alımlar, özellikleri belirtilen çalışanları kapsayacak biçimde 21 Mart’ta yapıldı. Ancak sadece kurum içinden değil kurum dışından da alım yapıldı. 4 B statüsünde kadroya alınanlar sağlık kapsamında çalışanlardır. 115’i hemşire olmak üzere çeşitli sayılarda laborant, ebe, fizyoter-
Taş İş Der, bu adaletsizliğin ortadan kaldırılması için mücadelesini sürdüreceğini açıkladı.
Ýþçilerin Sesi
AKB TEKSTÝL’DE ÝÞÇÝ KIYIMI, SENDÝKA DÜÞMANLIÐI AKB Tekstil Sanayi ve Dış Ticaret Kolektif Şirketi ünlü markalara iş diken bir firma. 94 işçi çalışıyor. Trakya Serbest Bölgesinde (Çatalca) kurulu bulunan fabrikada Türk-İş’e bağlı Teksif Sendikası örgütlendi. Patron işçilerin çoğunluğunun sendikaya üye olduğunu tahmin ederek (ama kimlerin üye olduğunu da kestiremediği için) dikimhane bölümünü kapattı. Bantlarda siparişlerin dikildiği sırada işi durdurup, küçük gruplar halinde işçileri idareye çağırıp işten çıkarttı ve servislere bindirerek Serbest Bölgenin dışına çıkarttı. Toplam 78 işçi işten çıkartıldı AKB şirketi aynı zamanda ÖZAK Tekstil’inde sahibi olan Akbalık Ailesine ait. Ahmet ve Urfi Akbalık’a ait Malatya’da ve İkitelli’de ayrıca fabrikalar bulunuyor. İkitelli’deki fabrikada sendikalaşmayı kırmaya çalışan
şirket, birçok işçiyle mahkemelik durumda. Ahmet Akbalık İstanbul Tekstil ve Konfeksiyon İhracatçılar Birliği Başkan Vekili, Makedonya’nın Antalya Fahri Konsolosu, Antalya’da zaman zaman Başbakanın da kaldığı ünlü Ela Risorte Oteli’nin sahibi. Bütün zenginliğini işçilerin sırtından kazanan firma, uluslararası Dolce Gabana, Zara, Celvin Kleine, GAP, Guess, Tornavina gibi markalara iş dikiyor.
Yasadýþý çýkýþ İşçilerin topluca işten çıkarılmış olmaları, sendikaya üye oldukları için işten çıkarılmaları tamamıyla yasadışıdır. İşçilerin yasal ve Anayasal hakkı olan sendika üyeliğine karşı bu düşmanca tutum karşısında işçiler birlik olarak haklarını almak için çalışıyorlar. (Bir grup işçiyle görüşme)
Gökkuþaðý Hareketi, Pratt Whitney THY Teknik Uçak Motoru Bakým Merkezi Limited Þirketi (TEC) Ýþyerinde yaþanan son olaylarla ilgili aþaðýdaki bildiriyi basýn ve kamuoyuyla paylaþtý:
PATRONLARI UYARIYOR, SENDÝKACILARI GÖREVE DAVET EDÝYORUZ. TEC’TE ZEDELENEN SADECE DEMOKRATÝK HAKLAR DEÐÝL AYNI ZAMANDA UÇUÞ GÜVENLÝÐÝDÝR! Pratt Whitney, Teknik Uçak Bakım Merkezi (TEC) işyerlerinde Amerikalı patron ve ortağı THY yönetiminin anti demokratik ve işçi düşmanı tutumunu kınıyoruz. Bu işyerinde üretilen hizmet, havacılığın ve uçuş güvenliğinin kalbi olan uçak motorları üzerindedir. Bu nedenle iş barışını bozan, çalışanların haklarına saygısız tutumlar sadece çalışma yaşamını değil, uçuş güvenliğini de zedeleyen bir sonuç doğurmaktadır. Ne yazık ki işyerinin THY bünyesinden kopartılışı ile başlayan süreç, sendikal örgütlülüğün gereği mücadelelerin yapılamayışı nedeniyle de Amerikalılara peşkeş çekilmesiyle sonuçlanmış ve şimdi de yasa tanımaz bir patron tavrına bürünmüştür. Şirket yöneticilerinin işçilere ve onların anayasal haklarına saygısızca engel olmaya çalışan tutumu diğer birimlerdeki havacılık çalışanlarınca da ibretle izlenmektedir. Gökkuşağı Hareketi Hava İş yönetimine muhalefet yürütmesine rağmen bu işyerindeki örgütlü yasal sendika olarak, Hava İş Sendikasının ve işçilerin mücadelesinin yanın-
dadır. İşçi kardeşlerimizin haklarına sahip çıkan duruşlarının sonuna kadar destekçisiyiz. Bu çerçevede tamamen hukuksuz ve despot bir tutumla 3 işçi kardeşimizin işten çıkarılmasını şiddetle kınıyoruz. Havacılık her meslekten çalışanların oluşturduğu bir zincirdir. Bu zincirin bir ucunda
yüklemeci bir ucunda pilot varsa, motor, tam ortasında ve kalbidir. Şirket yöneticilerini çalışanların haklarına saygılı olmaya, iş barışını ve dolayısıyla uçuş güvenliğini zedeleyen anti demokratik tavırlardan vaz geçmeye çağırıyoruz. GÖKKUŞAĞI HAREKETİ 15
1 MAYIS 2011: BÝRLEÞÝK MÜCADELE VE TALEPLERÝMÝZ 1 Mayıs 2011 Ortadoğu ve Kuzey Afrika halklarının ayaklanma ve devrim süreçleriyle dayanışma içinde olduğumuz bir dönemin eşiğinde gerçekleşiyor. 1 Mayıs 2011’i metal işçilerinin grevleriyle, Casper ve AKB Tekstil işçilerinin sendikalaşma mücadelesiyle karşılıyoruz. Sermayenin dayattığı esnek ve güvencesiz çalışmaya işçi sınıfı
yanıtsız kalmıyor. Uzun mücadelelerle kazanılmış olan haklarımızın “torba yasa” gibi alınteri hırsızı kanunlarla gasp edilmesine karşı güvenceli iş ve insanca yaşanacak bir ücret için mücadele ediyoruz.
Ücretlerde Kesinti Yapılmaksızın Çalışma Saatleri Azaltılsın! Herkese İş! Mevcut işler tüm çalışanlar arasında pay edilsin! İşsizlik Fonunda İşçi Denetimi! Emeklilik yaşı ve prim gün sayısı geri çekilsin!
1 Mayıs 2011 emek dünyasının esnekliğe ve güvencesizliğe karşı birleşik mücadelesinin yükseldiği mücadele günü olsun!
1 Mayıs 2011’e toplumsal hak taleplerimizle girmeliyiz.
İşten Atmalar Yasaklansın! Atılan İşçiler Geri Alınsın! Sendikal Örgütlenme Önündeki Bütün Yasal Engeller, İşkolu ve İşyeri Barajı, Noter Şartı Kaldırılsın! Metal işçilerinin grevi, sadece ücretlerin ve sosyal hakların artırılması için değil, başta metal sanayicilerinin örgütü MESS ve sermayenin hükümeti AKP’ye karşı, işçilerin başkaldırısıdır. Metal işçilerinin grevi, 2010 yılına damga vuran TEKEL işçilerinin mücadelesinin devamı sayılır ‘Esnek Çalışma’ Sözleşmelerden Çıkarılsın! Haftalık Çalışma Süremiz 37,5 Saat Olsun! Zorunlu Mesai Kaldırılsın! Güvenceli İş, Güvenli Gelecek, İnsanca Yaşanacak Ücret! Yıllık İzin Sürelerimiz Artırılsın! Parababaları, güvencesiz çalışma koşullarıyla, belirsiz iş saatleriyle, zorunlu mesailerle, yoksulluk sınırındaki ücretlerle, yani vahşi kâr hırslarıyla yarattıkları işsizlik batağıyla bizleri boğmaya çalışıyorlar. İşsizlik tüm kötülüklerin babasıdır ama işsizlik de, yoksulluk da bizim kaderimiz değildir
Kürt halkının talepleri taleplerimizdir. Suyun ticarileştirilmesine, nükleer santrallerin ve hidroelektrik santrallerin yapılmasına karşı çıkarak, insan onuru, insan hayatı, doğanın geleceği için de birlikte mücadeleye omuz vereceğiz. Kadın cinayetleri, taciz ve tecavüze karşı mücadele etmeyi; kadınlarla dayanışma içinde olmayı birleşik mücadelenin vazgeçilmez bir parçası sayarak 1 Mayıs 2011’i karşılıyoruz! 1 Mayıs 2011 İşçi Sınıfının, Kürt Halkının, Kadınların ve İnsan Yaşamının Güvenli Geleceği ve Enternasyonal Dayanışma İçin; Birleşik Mücadele Günü Olsun! YAŞASIN 1 MAYIS, YAŞASIN BİRLEŞİK MÜCADELE! İŞÇİ SINIFININ KURTULUŞU KENDİ ESERİ OLACAKTIR! ZAFERE KADAR SÜREKLİ DEVRİM! ÖZGÜRLÜK İŞÇİLERLE GELECEK!
AKIN RENÇBER, EN SONUNCU KAVGAMIZDA 1 Mayıs mücadelenin adıdır. 1 Mayıs 1977’de katledilen 34 canımızın kanıyla kızıl meydana dönüşen Taksim’in adı 1 Mayıs Meydanı oldu. 1977 katliamıyla başlayıp, 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra da süren 1 Mayıs yasaklarına karşı amansız mücadeleler verildi. Bedeller ödendi. 1989’da marangoz atölyesinde işçilik yapan 17 yaşındaki Mehmet Akif Dalcı polis tarafından vurularak öldürüldü. 1990’da kamu emekçilerinden Gülay Beceren polisin açtığı ateş sonucu vurularak felç oldu. 150 bin kişinin katıldığı 1 Mayıs 1996’da Dursun Odabaş, Hasan Albayrak, Yalçın Levent polislerin açtığı ateş sonucunda vurularak öldürüldü. 1 Mayıs’ın yasallaşmasının da, 1 Mayıs Meydanı’nın yeniden kazanılmasının da yapı taşları, verilen kararlı mücadeleler ve 1 Mayıs şehitleridir. Adı 1 Mayıs’la bütünleşen isimlerden birisi
de genç yoldaşımız Akın Rençber’dir. 1 Mayıs 1996 kanlı bir mücadele günüydü. Açılan ateş sonucunda katledilenlerin sayısı üçe yükselmişti. Polis saldırılarının ve açılan ateşin ardından gözaltı furyası başladı. Miting sonrasında gözaltına alınarak sistematik işkenceye tabi tutulan Akın Rençber’in iç organları parçalandı. Serbest bırakıldığında yorgun ve bitkindi. İşkenceciler “iş”lerini iz bırakmadan yapmıştı. Ankara Sanatoryum’da teşhis bile konulamadı. Bırakıldıktan 10 gün sonra Akın Rençber’in genç bedeni hayata yenik düştü. İşkencede tahrip edilen ciğerleri iflas etmiş, 1 Mayıs 1996’nın dördüncü kızıl karanfili olmuştu. Akın Rençber devrimci Marksist’ti ve enternasyonalist son kavganın militanıydı. Bu kavga en sonuncu kavgamızdır artık, enternasyonalle kurtulur insanlık diyerek, mücadelenin en ön safları-
na atılmıştı. Henüz 18 yaşındaydı; Genç ölmek, turfanda bir meyve dalında, Türkü örmek, dünden yarın sevdasında, Sen, umudumun baharında, akın akın, en sonuncu kavgamızda… Mücadelemizde Yaşayacaklar!
İşçilerin Kurtuluşu Kendi Eseri Olacaktır İşçilerin Sesi - Aylık Süreli Siyasi Yayın Tarih: Nisan 2011 Sayı: 3 Baskı: Yön Matbaacılık Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi B Blok No: 366 Topkapı-İstanbul Tel: 0212 544 66 34 Sahibi ve Yazıişleri Sorumlusu: Canan Mengüloğul (İS Yayınevi) Adres: Fetihtepe Mah. Fatih Sultan Cad. No: 149 D: 13 Okmeydanı-Beyoğlu/İstanbul E-mail: iscilerinsesi@gmail.com