FYZY FMV’nin armağanıdır. Para ile satılmaz.
BİZE IŞIK OLDUN! AKZAMBAKLAR ÜLKESİ FİNLANDİYA 2015 DÜNYA IŞIK YILI HER SABAH SİZİ AYAĞA KALDIRAN ŞEY NEDİR? CAM ALTI BİRİKTİRMEK BİR BOĞAZİÇİ ÖYKÜSÜ
Şubat 2015
30.
SAYI: 30
İ Ç İ N D E K İ L E R 4 FMV Haberler 9 Profesyonel Gözüyle 10 İçimizden Biri Bize “Işık” Oldun! 14 Kültür Konferansları 16 İnsan Her Sabah Sizi Ayağa Kaldıran Şey Nedir? 18 Kent Kültür Bir “Boğaziçi” Öyküsü 22 Sanat “Yalnız” Bir Opera 24 Bilim Işıksız Kalmayalım Diye 28 Sağlık İnsan-Toplum, Kadın 30 Gezi Akzambaklar Ülkesi Finlandiya 34 Sosyoloji Sevgi Dolu Öykülere… 36 Koleksiyon Cam Altı Biriktirmek 40 Spor Teknoloji ve Spor 42 Tarihten Sayfalar Yarbay Hasan Bey ve Köpeği Canberk
ŞUBAT 2015
FYZY İMTİYAZ SAHİBİ Feyziye Mektepleri Vakfı Işık Okulları adına FMV Yönetim Kurulu Başkanı Mimar M.Kâmil ÖZKARTAL • SORUMLU MÜDÜR Elk. Müh. Alp GÜNAY Feyziye Mektepleri Vakfı Genel Müdürü • YAYIN KURULU Sevil KARACIK FMV ve Işık Okulları Kültür Sanat Yöneticisi Ömer ORHAN FMV Özel Ayazağa Işık Lisesi Müdürü Şenay KURT FMV Kalite Müdürü • DÜZELTMEN Sennur KARANLIK FMV Özel Ayazağa Işık Ortaokulu Türkçe Öğretmeni Leyla TARAKÇI FMV Özel Ayazağa Işık Lisesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni • TASARIM - KAPAK Ömer ORHAN FMV Özel Ayazağa Işık Lisesi Müdürü EDİTORYAL YAPIM - BASKI Mas Matbaacılık San. ve Tic. A.Ş. Hamidiye Mahallesi, Soğuksu Caddesi, No: 3 34408 Kağıthane - İstanbul Tel: 0212 294 10 00 Faks: 0212 294 90 80 info@masmat.com.tr Sertifika No: 12055 • İMTİYAZ SAHİBİ, SORUMLU MÜDÜR VE YÖNETİM YERİ ADRESİ Teşvikiye Cad. No: 6 Nişantaşı - İstanbul Tel: 0212 233 12 03 444 1 368 (FMV) www.fmv.edu.tr 4 ayda bir yayımlanır. Yayının türü: Dergi, yerel, süreli
C
M
Y
CM
MY
CY
CMY
K
BAŞYAZI
Değerli Işıklılar, S
elanik’te 1885 yılında yaktığımız Işık, eğitim ailemize kattığımız, yolu Işık’tan geçen her öğretmen ve öğrenciyle güçlendi, büyüdü, çoğaldı. Bu yıl okullarımızın 129. yılını kutlarken duyduğumuz mutluluk, ışığımızın elden ele aydınlık bir geleceğe taşınacak olmasından duyduğumuz mutluluk ve coşkudur. Kimilerine göre tesadüf, kimilerine göre şans, kimilerine göre de kader... Ama hayat, tuğla üzerine tuğla örerek sizi bir yere taşıyor. Size düşen hep hazırlık yapmak; iyiye de kötüye de başarıya da başarısızlığa da sevince de üzüntüye de... Eğitim kurumlarının görevi, çocukları hayata hazırlamaktır. Onlara, bilmeyi değil, bilgiyi nerede bulacağını; cevabı değil, çözümü nasıl arayacağını; yılmamayı, gücünü korumayı; engellerle karşılaşıldığında yepyeni seçenekler denemeyi, galibiyeti de mağlubiyeti de aynı vakarla karşılamayı öğretir. Beni hayata Işık Lisesi hazırladı. Bu okulun duvarları arasında “ben” oldum. Minnettarım. Bugün üstlendiğim görev, bu borcun ifasıdır. Ahmet Hamdi Tanpınar, “Türkiye, evlatlarına kendinden başka şeyle meşgul olma imkânını vermiyor.” dediğinde 20. yüzyıl ortalarıydı. Yarım yüzyıl sonra bu cümleyi hâlâ aynı güncellikle telaffuz ediyoruz. Bunu yorgun bir çehreyle, yılgınlıkla söylemek de mümkün ama pek yararı olmaz. Bize düşen, ülkesiyle meşgul olmayı zul görmeyen evlatlar yetiştirmek. Bugün bu okulun sınıflarını dolduranlar, yarın bu ülkenin geleceğini şekillendirecekler. Tıpkı bugün Türkiye hakkında söz sahibi olanların bir zamanlar benzer sıralarda oturduğu gibi…
Kırılıp dökülenleri hoyratça kenara itilenleri, ellerinden tutup yeniden ayağa kaldırmak görevi onlara düşüyor. Bu kapıdan çıktıklarında geçmişi bir kenara itmeden geleceğe bakabilir, ülkemizin ortak değerlerini yeniden canlandırabilirlerse biz işimizi doğru yapmışız demektir.
Mimar M.Kâmil ÖZKARTAL Feyziye Mektepleri Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı
Albert Einstein der ki: “Eğitim, okullarda öğretilenleri unuttuktan sonra geriye kalandır.” Everest Tepesi kaç metre, Pasarofça Antlaşması’nın tarihi nedir, bunları unuturuz. Hatırlaması kolaydır; hele İnternet ile... Adaleti, vicdanı, öğrenme iştahını, bilmenin lezzetini unutmaksa imkânsızdır. Eğer bu okulun kapısından çıkarken öğrencilerimize diplomalarıyla birlikte bu kavramları da verebiliyorsak işimizi doğru yapmışız demektir. Bende 52 yılın tecrübesi var ama yeni neslin önünde benim hayalimden bile geçiremeyeceğim zenginlikte bir bilgi kaynağı uzanıyor. İnsanlar da toplumlar da zaman zaman tökezlerler fakat tarih hep ileriye gider. Bizler de geçmişte bize verilen eğitim bayrağını bir taraftan geleceğe taşırken, bir taraftan da edindiğimiz tecrübelerle her alanda ileriye ve daha iyiye ulaşabilmenin gayretini gösteriyoruz. Okullarımızın kuruluşunun 129’uncu, Vakfımızın kuruluşunun ise 60. yılını idrak ettiğimiz bu yıl, bu satırları okuduğunuz dergimizin de 10. yılını tamamlamasının haklı gururunu yaşıyoruz. 10 yıldır bizleri güzel yazılar ve farklı bakış açılarıyla buluşturan dergimizin yayın kuruluna teşekkür ediyor, nice 10 yıllar diliyorum. Saygılarımla…
Biz, tam da bu nedenle önce iyi insanlar yetiştirmek istiyoruz. Adil, yapıcı, başkalarının da ne düşündüğünü önemseyen, farklı yaşamlara hürmetle yaklaşan insanlar… 3
HABERLER
BİRLİK BERABERLİK İÇİNDE
F
eyziye Mektepleri Vakfının 129. kuruluş yıl dönümü, Nişantaşı, Ayazağa, Erenköy ve Ispartakule Kampüslerinde düzenlenen tören ve etkinliklerle coşku içinde kutlandı. Işıklılar, 129 yıllık bu köklü kurumun bir parçası olmanın gururunu, mutluluğunu ve paylaşımını doyasıya yaşadılar ve birlik, beraberlik içinde büyümek sözü verdiler.
129 YIL
Nişantaşı Kampüsü, Muvaffak Benderli Salonu’ndaki tören, genç Işıklılardan oluşan koro ve en küçük Işıklıların konuklara seslenişiyle başladı. Feyziye Mektepleri Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Mimar M. Kâmil Özkartal’ın konuklar ve mezunlara yaptığı duygulu ve samimi konuşmayla devam etti. Törende mezuniyetlerinin 50, 40 ve 25. yılını kutlayan Işıklılara gümüş anı plaketi sunuldu. 50. yıl mezunlarından FMV Yönetim Kurulu Üyesi Dr. Said Akçura, 50. yıl mezunları adına bir konuşma yaparak kendilerini yetiştiren öğretmenlere, yöneticilere ve töreni hazırlayanlara teşekkürlerini iletti. Mezuniyetlerinin 40. yılını kutlayan Işıklılar ise tören sonrası gösterdikleri müzikal sahne performanslarıyla hem çok eğlendiler hem de izleyenlere keyifli dakikalar yaşattılar. Geleneksel öğle yemeğinden sonra tüm kampüslerde kutlamalar Feyziyeliler Işıklılar Derneğinin düzenlediği etkinliklerle devam etti. Her yıl artan bir coşkuyla kutlanan törenlerde Işık mezunları tekrar bir araya gelmenin mutluluğunu yaşadılar.
FMV Yönetim Kurulu Başkanı Mimar M.Kâmil Özkartal 4
25. Yıl Mezunları
Nişantaşı Kampüsü
40. Yıl Mezunları
Ayazağa Kampüsü
50. Yıl Mezunları
Erenköy Kampüsü 5
HABERLER
GALERİ IŞIK TEŞVİKİYE’DEN... Lozan’dan Cumhuriyet’e İsmet İnönü Sergisi
L
ozan Antlaşması’nın imzalanmasının 90. yılı etkinlikleri kapsamında geçtiğimiz yıl İnönü Vakfı tarafından hazırlanan Lozan’dan Cumhuriyet’e İsmet İnönü Sergisi, Ankara, Antalya ve Eskişehir’den sonra, 1 Eylül-11 Ekim 2014 tarihleri arasında İstanbullularla buluştu. İnönü Vakfının arşivlerindeki belge ve fotoğraflardan oluşan, FMV Işık Okullarının ev sahipliği ve Şişli Belediyesinin iş birliğiyle açılan sergi; Lozan’ın imzalanmasından Cumhuriyet’in ilanına, erken Cumhuriyet yıllarından iç ve dış politikaya kadar çeşitli toplumsal, ekonomik ve kültürel dönüşümleri İsmet İnönü ekseninde gözler önüne serdi. Küratörlüğünü Prof. Dr. Zafer Toprak, genel tasarımını ve kurgusunu Çağdaş Arpaç ve Dr. Fatma Türe, grafik tasarımını Ferah Perker’in üstlendiği sergide ziyaretçiler, dokunmatik ekranlar, video enstalasyonlar aracılığıyla interaktif olarak belge ve fotoğraflara ulaşarak tarihin bir dönemine tanıklık etti.
Gültekin Çizgen’in
“Birikimler”i
T
ürkiye’de, fotoğraf sanatında akla gelen en önemli isimlerden biri olan Gültekin Çizgen’in tecrübesini modern teknolojiyle birleştirdiği 55 yıllık birikiminden oluşan fotoğraf ve portfolyolar sergisi “Birikimler”, 14-31 Ekim 2014 tarihleri arasında İstanbullu sanatseverlerin beğenisine sunuldu. Sergide, 74 yaşındaki Çizgen’in sanattaki 55. yılına özel gerçekleştirdiği proje kapsamında 1 Ocak 2014 tarihinden başlayarak her gün çektiği fotoğraflar yer aldı.
6
BM Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin 25. yılına özel bir sergi: “Tepetaklak”
E
ğitimde yaratıcılığın geliştirilmesini misyon edinen FMV Işık Okulları; İstanbul İsveç Başkonsolosluğu, İsveç Sanat Konseyi ve İsveç Enstitüsünün “Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin 25. Yıl Dönümü” için oluşturduğu projesi “Genç Sesler”e kapılarını açtı. Çocukların yaratıcı seslerinin toplumda duyulabilmesi amacıyla bir ay boyunca İsveç ve Türkiye’den geniş bir kültürel yelpazede yaratıcı fikirlerin sunulduğu “Genç Sesler” projesinin İsveç’in ünlü sanatçılarının illüstrasyonlarını bir araya getirdiği “Tepetaklak”, kasım ayı boyunca sanatseverlerle buluştu.
Mezunlar Yan Yana Sergisi
H
attan tasarıma, resimden fotoğrafa, birbirinden farklı disiplinlerden 12 Işıklı sanatçının buluştuğu “Mezunlar Yan Yana” sergisi, 14-21 Aralık 2014 tarihleri arasında sanatseverler tarafından ziyaret edildi. Anaokulundan üniversiteye kadar Işıklı sanatçıların “Yan Yana” olduğu sergide, Taçlan Görgün, Ceylan Aksu, Yakut Ayverdi, Canan Alimdar, Berçin Güvengil, Zeynep Ebru Ersoy, Yeşim Yıldız Kalaycığlu, Ahmet Arda Berker, Zuhal İnsel, İnci Kaymak, Zeynep Sezerman ve Sibel Avcı Tuğal’ın eserleri yer aldı.
FMV Işık Okulları Sanat Eğitimcileri Sergisi
E
ğitimde bilime olduğu kadar, sanata ve spora da büyük önem veren FMV Işık Okulları, düzenlediği sanat etkinlikleri ve aldığı uluslararası ödüllerle de adından söz ettiriyor. Şimdiye dek öncülük ettiği projelerle, öğrencilerinin yurt içi ve yurt dışında pek çok başarısına katkı sağlayan Işık Okulları görsel sanat öğretmenleri, bu kez kendi çalışmalarını 2-11 Aralık 2014 tarihleri arasında sergiledi.
7
HABERLER
DR. YUSUF ZİYA EFE MATEMATİK ÜSTÜN BAŞARI ÖDÜLÜ
1
963 yılında Işık Lisesinden mezun olan Prof. Dr. Turan Durgunoğlu’nun kendisine matematik dersini sevdiren ve başarılı olmasında büyük emeği olan Işık Lisesinin unutulmaz Matematik Öğretmeni Dr. Yusuf Ziya Efe’yi anmak ve öğrencileri motive etmek amacıyla 2009 yılında koyduğu “Dr. Yusuf Ziya Matematik Üstün Başarı Ödülü”nü bu yıl Ayazağa Işık Lisesi 12. sınıf öğrencisi Selin Balıkçı kazandı.
SACİT ÖNCEL İYİ İNSAN ÖDÜLÜ
F
eyziye Mektepleri Vakfına, okul müdürlüğü ve yönetim kurulu üyeliği görevleriyle uzun yıllar hizmet etmiş merhum Sacit Öncel’in anısını ve “iyi insan” modelini yaşatabilmek amacıyla Durgunoğlu ailesi tarafından 2013 yılında ihdas edilen “Sacit Öncel İyi İnsan Ödülü”nü, bu yıl Işık Ortaokulundan Selin Yücebıyık, Ayazağa Işık Ortaokulundan Azra Haseki, Erenköy Işık Ortaokulundan Zeynep Özsu almaya hak kazandılar.
KEMAL ÜÇYİĞİT KİMYA BAŞARI ÖDÜLÜ
I
şık Lisesinde 1958-1968 ve 1982-1984 yılları arasında görev yapan ve kimya dalında başarılı öğrenciler yetiştiren öğretmemiz merhum Kemal Üçyiğit’in anısını yaşatmak için bu yıl ilk kez verilen ve Işık Lisesi 1964 mezunu Bülent Pulak tarafından tahsis edilen “Kemal Üçyiğit Kimya Başarı Ödülü”nü Erenköy Işık Fen Lisesi 12. sınıf öğrencisi Özgür Rüzgâr Çatal kazandı.
FATMA SUAT ÖZKARTAL TEŞVİK ÖDÜLÜ
M
ustafa Kemal Atatürk’ün “Bilim gerçeği bilmektir.” ilkesi doğrultusunda 129 yıldır eğitimini bilim ve teknolojinin olanaklarıyla sunan Işık Okullarında; 19681969 Işık Lisesi mezunu, Feyziye Mektepleri Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı M.Kâmil Özkartal tarafından eşi merhume Fatma Suat Özkartal’ın adına, anısını yaşatmak amacıyla bu yıl ikincisi verilen teşvik ödülünü Işık Lisesi 10. Sınıf öğrencisi Gönül Kaya almaya hak kazandı. Öğrencimiz ödülünü kuruluş yıl dönümü töreninde M.Kâmil Özkartal’ın kızı Miraç Zeynep Özkartal’ın elinden aldı.
8
PROFESYONEL GÖZÜYLE
FYZY 10 yaşında... O kullarımızın 129, Vakfımızın ise 60. kuruluş yılını idrak ettiğimiz bu yıl, FYZY dergimizin de 10. yılını kutluyoruz. 2005 yılının Haziran ayında, eğitimin ve başarının olmazsa olmaz anahtarının iletişim olduğunu yazarak başladık FYZY dergisinin ilk satırlarına. Bir eğitim kurumu olarak başardıklarımızın farkındaydık ancak bunları yeterli şekilde paylaşamadığımızı gördük. Sizlerle olan iletişimimizi artırmak ve kampüsler arasındaki birlikteliği güçlendirmek amacıyla; bizden, sizden, eğitimden ve hayattan haberlerin yer aldığı dergimizi gün ışığına çıkardık. Hem okullarımızın hem de hayatın içinden paylaşımların yer almasını hedeflediğimiz FYZY; uzun yıllar hayatımızda kalsın, bakıldığında anılarımız canlansın ve arşivlik özelliklere sahip olsun istedik. Farklı kalemlerden çıkan kalabalık yazı yığınları ile dergiyi doldurmak kolaydı. Oysa dergiyi kucaklayacak yöneticilere ihtiyaç vardı; “İster benimse, ister yadsı, ister eleştir ama kucakla.” demişti büyük usta Cemal Süreya… Tam 10 yıldır yayın hayatında olan FYZY; onu kucaklayanlar sayesinde, ilk sayısından itibaren çizgisi bozulmadan artırılan sayfa sayısı ve kalitesiyle Işıklılar, veliler, iş birlikçilerimiz ve koleksiyonerler tarafından beklenen, takip edilen ve beğenilen bir dergi oldu. Gelin, derginin 10 yıllık geçmişine kısa bir nostaljik gezi yapalım: 1. sayıda,“Eğitim sektörüne getirdiği yeniliklerle tanınan, 119 yıllık köklü geçmişiyle eğitim sektörüne hizmet veren Feyziye Mektepleri Vakfı Işık Okulları, ErenköyGüneş Kampüsü’ne lise ve fen lisesini de ekleyerek İstanbul’daki okul sayısını 10’a çıkardı.” haberi yer alırken 26. sayıda, Ispartakule Kampüsü ve Tuzla Işık Anaokulunun açılmasıyla okul sayımızın 13’e çıktığı duyurulmuştu. 4. sayıda, Işık Okulları Satranç Takım Yarışmalarının ilkinin düzenlendiği haberi yer almıştı. Anaokulundan üniversite düzeyine kadar yapılan yarışmalar, 10. yılında da devam ediyor. Haziran 2008’de, 10. sayıda; birçok sergiye ev sahipliği yapacak, sanatseverleri bir araya geti-
recek Galeri Işık Teşvikiye hizmete açılmıştı.
Yine 1. sayıda, dünyanın en ünlü arp sanatçılarından Şirin Pancaroğlu’nun yetiştirdiği Erenköy Işık İlköğretim Okulunun dört öğrencisinden oluşan Türkiye’nin ilk, tek ve en genç arpistlerinin konseri, Işık Lisesi Kız Voleybol Takımının Türkiye Şampiyonu olduğu ve “Gelibolu Belgeseli”ne sosyal sorumluluk kapsamında sponsor olan tek eğitim kurumu FMV Işık Okulları ile ilgili başlıklar vardı. 10 yıl sonra bu başlıkları hatırlamak çok keyifli…
Alp GÜNAY Feyziye Mektepleri Vakfı Genel Müdürü
Tirilye’den Katmandu’ya, Küba’dan Canberra’ya, Eskişehir’den Kenya’ya kadar 22 yer gezmişiz hep birlikte... “İçimizden Biri” sayfalarında Prof. Dr. Mustafa Yurtkuran’dan İdil Tarzi’ye, Ali Sunal’dan Nuray Mert’e toplam 20 Işıklıya konuk olmuşuz. 30 sayı boyunca futboldan su balesine, bisikletten tenise birçok spor dalını; dopingden şiddete birçok konuyu ele almışız. Kan grubuna göre beslenmeden gıdada etiğe, ortodontiden bel fıtığına 22 sağlık yazısında hastalıklarımıza çare aramışız. Karadeniz kemençesine, Bocuk Gecesi’nin kültürüne ortak olmuş, Rodin ve Arif Mardin’in rüzgârına kapılmışız. Mutluluk ve hüzünle Abidin Dino’yu anmış, dâhi Dali’yi incelemişiz. 30. sayısını okuyor olduğunuz, dört ayda bir yayımlanan dergimizde; eğitimden sanata, kültürden spora, tarihten sağlığa 10 farklı disiplin başlığı altında, toplam 405 yazıyla dergiye katkı sağlayan 148 kişi olmuş. Eminim ki ileriki sayılarda dergimize yazılarıyla destek verecek kişiler artacaktır. Başta yayın kurulumuz olmak üzere, bugüne kadar FYZY için kalemlerini gönülleriyle kullanan profesyonellere, yönetici, öğretmen, veli, çalışan ve mezunlarımızla birlikte dergide düzeltmen olarak gönüllü görev yapan öğretmenlerimize en içten duygularımla teşekkürlerimi sunuyorum. Siz Işıkseverlerle birlikte nice 10 yıllara... Saygılarımla…
9
İÇİMİZDEN BİRİLERİ
Bize “Işık” Oldun! Melda CEMAL FMV Özel Ayazağa Işık Lisesi İngilizce Öğretmeni 1982 Işık Lisesi Mezunu Yıl 1976, aylardan Eylül... Feyziye Mektepleri Vakfının o yıllarda tek kampüsü olan Nişantaşı Işık Lisesine 6. sınıf öğrencisi olarak adım atışım... Hem de yatılı olarak... Bu yazıyı yazarken o zamandan beri ne değişti diye düşündüm de... Neler değişmedi ki… Öğrenci kıyafetleri, not sistemleri, öğretmenlerin ders işleyiş yöntemleri, okul kuralları hatta derslerin isimleri… Tam altı yıl, belki de şu an her öğrencinin hatta eğitimcinin hayretle bakacağı kurallar silsilesi içinde, gelecek için hem eğitildik hem de öğretildik. Öyle ki bugün geriye baktığımda birçoğunu tebessüm ederek anımsıyorum. Her sabah saat 6’da kalkış ve ister istemez, giyindikten sonra, hemen bir saatlik ders çalışma... Bir haftayı okulda geçiriyorsunuz ve saçlarınızı yıkamanıza izin vermiyorlar. Akşamüstü yapılan üç saatlik etütlerin hepsinde tek başına çalışıyorsunuz; grup hâlinde çalışmayı bırakın, yan yana iki kişi bile çalışılmıyor (Ses olmasın diye!). Ama gecenin bir saatinden sonra okulun tüm binaları size kalıyor. Bunca yıl geçmesine rağmen en güzel yıllarınızı birlikte geçirdiğiniz arkadaşlarınızla aranızda, bugün öğrencilerim arasında hiçbir şekilde gelişmeyen farklı dostluklar hatta “can dostum” diyebileceğiniz ilişkiler kalıyor. Bir de ne kalıyor derseniz, Işık Liselerinin asla taviz verilmeyen Atatürkçü ilkeleri, nereye giderseniz gidin aldığınız eğitim ve
10
öğretimin sizi başkalarından ayıran özellikleri ve Işıklı olmanın verdiği ayrıcalık… Ben, yaklaşık 40 yıldır bu camianın içinde yer almış biri olarak öğrencilerimi de bu düşünce ve duygularla yönlendirmeye çalışıyorum. Aylin ADIVAR GERON FMV Özel Ayazağa Işık Ortaokulu İngilizce Öğretmeni 1992 Işık Lisesi Mezunu 1974 Mart ayının başı... Karnı burnunda bir kadın Nişantaşı’nda gezerken, saçları örgülü, ekose formalı kızlara bakarak derinden bir iç geçirir ve dua eder: “İnşallah bir kızım olur ve onun saçlarını örüp, bu ekose formayı giydirip bu prestijli okula gönderebilirim.” Bu kadın o duayı öyle içten etmiş olmalı ki bir kızı olur ve kızını 1979-1980 Eğitim-Öğretim Yılı’nda kura sonucunda Işık Anaokuluna kaydettirir. Anaokulu, ilkokul ve derken lise... O kız, Işık Lisesinden 1992 yılında mezun olduktan sonra Boğaziçi Üniversitesinde Batı Dilleri ve Edebiyatı okur ve ardından hiç vakit kaybetmeden Ayazağa Kampüsü’ne öğretmen olur 1997 yılında. İşte o kız benim! Her zaman gurur duydum okulumla. Adı gibi topluma IŞIK tutan, Atatürkçü, asırlık çınardan kendime kattıklarım o kadar çok ki... Okulumun hayatıma en önemli katkısı öz disiplin olmuştur. Bugün geldiğim noktaya baktığımda kendimi bildim bileli IŞIKLI olduğumu fark ediyorum. Ne büyük bir gurur ki feyz aldığım okulumda iki çocuğum
Esra GÜLSEREN BALCI FMV Özel Ayazağa Işık İlköğretim Okulu İngilizce Öğretmeni 1992 Işık Lisesi Mezunu Geriye dönüp okul hayatıma baktığımda, Işık Lisesinde okurken her öğrenci gibi bazen heyecan, bazen mutluluk, bazen bıkkınlık gibi bir sürü duygu çemberinde geçen senelerimi hatırlıyorum. Çabuk geçen öğrencilik yıllarımın devamında, okulumda öğrendiğim İngilizce ve diğer bilgi donanımım sayesinde üniversiteyi kazandım. Üniversite hayatımı tamamlayınca kendi okulumda İngilizce öğretmeni olarak çalışmayı çok istemiştim. Ve hayalim gerçekleşti. Ayazağa Işık İlköğretim Okulunda, çalışma hayatına başladığım andan itibaren mezun olduğum okulumun bana katmış olduklarının farkına daha iyi vardım. Atatürkçü bir anlayışa sahip olmam, birbirinden değerli öğretmenlerimin öğretileri, insanı insan yapan değerlerin okulda gördüğüm örneklerle benliğimde iyice pekişmiş olması, güzel dostluklarım, kalite ve kimliğinden ödün vermeyen yapısıyla çoğunluk tarafından kabul ve saygı görmüş bir okuldan donanımla mezun olduğumda bana açılan farklı kapılar ve her zaman hoş bir gülümseme bırakan anılarım… Ne kadar şanslıyım ki ailem beni bu okula göndermiş ve ben, okulumun bana kattığı tüm bu artılar sayesinde, mesleğimi kendi mezun olduğum okulda severek yapmaktayım. Özlem ORBAK MİZRAHİ FMV Özel Ayazağa Işık İlköğretim Okulu İngilizce Öğretmeni 1995 Ayazağa Işık Lisesi mezunu Yıllarımı geçirdiğim okulumun bana aktardığı aydınlığı şu anda aynı kurumda öğrencilerime yansıtıyor olmanın gururunu taşıyorum. Öğretmenliğin keyfi ve iyi insan yetiştirme misyonuyla küçük kalplere dokunmanın gururu ve mutluluğunu; öğrendiğim bilgiyle Atatürkçü bilinci yansıtmanın kıvancını yaşıyorum.
Bunun yanı sıra kendi öğretmenlerimden bazılarıyla çalışmanın mutluluğu da tarif edilemez. Geri dönüp Işık’ta öğrenci olarak geçirdiğim yıllara baktığımda içimi sıcak dostlukların güveni ve paylaştıkça artan sevgi dolduruyor. Böyle köklü bir kurumun parçası olmak gerçekten gurur verici… Işıklı çocukların artması ve aydınlığın yayılması dileklerimle… Hande ACARMAN YEŞİLKAYA FMV Özel Ayazağa Işık Lisesi İngilizce Öğretmeni 1996 Işık Lisesi mezunu Bir gün babamın eve sevinçle gelişini, annemle beni kucaklayıp “Çok bekledik ama oldu.” deyişini hatırlıyorum. Tüm aile coşkuyla kutlamıştı Işık Lisesinin anaokuluna kabulümü. Altı yaşın verdiği toylukla bu sevincin sebebini bilmeden ben de heyecandan zıplamaya başlamıştım. Akabinde önce ilkokul ve sonra kolej sınavları, baraj sınavları sonucu lisesinde okumaya hak kazandığım okulumda film şeridi gibi akan yıllar... İlk İngilizce öğretmenlerim Mrs. Bahar’ın o güzel giysilerini ve rahmetle andığım Mrs. Konger’in tatlı dilini, beden eğitimi salonu önünde bulunan mektup pulu satış yerini, coğrafya öğretmenim Sayın Necmi Dalman’ın bu pulları bize detaylarıyla anlatmasını ve koleksiyon yapanları teşvik edişini, kız ve erkek ayrı salonlarda gördüğümüz beden eğitimi derslerinde kasalar üzerinden hızla koşup ters takla atarak hem eğlenip hem de uygulamalı not aldığımız o canım günleri şimdi yüzümde bir gülümsemeyle anıyorum. Özlüyorum… En sevdiğim dersin İngilizce olduğunu söylememe gerek var mı? İngiliz edebiyatı klasiklerini okuyup derslerde tartışır ve denemeler yazardık. Bana bu dersi sevdiren ve içimdeki cevheri çıkartmama yardımcı olan okulum ve öğretmenlerim sayesinde üniversitede de İngilizce öğretmenliği bölümüne girmiştim. Fakültede bize okutulan aynı eserleri Ms. Kurt, Mrs. Şiranlı ve Mrs. Sağman’ın ders notlarından çalışmış olmam okulumun ne kadar kaliteli olduğunun bir başka kanıtıydı. Ben, bu okulda hayatımın neredeyse tümünü geçirdim. Eğitim aldım, mezun oldum, geri geldim ve 14 senedir Ayazağa Işık Lisesinde görev yapmaktayım. Duygu yoğunluğumun tarifi mümkün değil. Ben okulumun ismini hâlâ altın bir madalyon gibi gururla göğsüm-
1885’ten Günümüze
da aydınlanıyor. Ve ben de her yıl onlarca çocuğa rehberlik ediyorum, ışık tutuyorum.
11
İÇİMİZDEN BİRİLERİ
de taşırım. Şimdi sıra okulumun sancağını ellerimle teslim ettiğim ve onun da bir ömür Işıklı olmakla gurur duyacağını bildiğim oğlumda… Ne mutlu Işıklı olabilen bizlere… Ceylan NURCAN YAMAÇ FMV Özel Ayazağa Işık İlköğretim Okulu İngilizce Öğretmeni 1999 Işık Lisesi mezunu Nişantaşı Işık... Sabah, caminin köşesinden dönüp Bahar Pastanesi veya Saray’da okul öncesi arkadaşlarla buluşup kahvaltı etmek, yedi yıl boyunca birbirinden değişik öğretmenlerle okul yıllarını tamamlamak, güzel arkadaşlıklar, birbirinden güzel anılar... Hepsi hâlâ aklımda, hepsi hâlâ hayatımda… Işık serüvenim ortaokul hazırlıkta başladı ve hâlen devam ediyor. Işıklı olmak, yedi yıl boyunca Işık ruhunu, kültürünü yaşamak, iç disiplin, başkalarına saygı ve iyi insan olma yolunda hayatıma yön veren unsurlardan sadece birkaç tanesidir. Seçtiğim öğretmenlik mesleğine ilham veren sevgili İngilizce öğretmenlerim, şu anda mesleğimi aynı çatı altında devam ettirmek, bize öğretilen “iyi insan olma”, Atatürk’ün aydınlattığı yoldan gitme bilinci ve birçok olumlu öğretiyi kendi öğrencilerime öğretebilme çabam ve inancımın oluşmasında en önemli yere sahip Işık Okulları, hayatımın hep anlamlı bir parçası olacaktır. Gamze ARSAL FMV Işık Anaokulu Öğretmeni 1999 Işık Lisesi mezunu 1992 yılında başladı Işık yolculuğum. Dolu dolu tam yedi yıl. İyi bir eğitimin yanında müzik kariyerimin temelleri burada atıldı benim. Gökçel Odabaş, Şehnaz Yalman, Nilgün Öcalır ve Sueda Şanver; onlar benim “Fantastic Four”um. Hazırlık korosunda keşfettiler beni, o gün bugündür müziğin içindeyim. Sene 1993, bir gün annemi ve babamı görüşmeye çağırdılar; kızınızın kulağı çok iyi, onu konservatuvara hazırlamak istiyoruz, dediler. Annem ve babam, okulla birlikte zor olur düşüncesiyle bu hayali maalesef ertele12
diler. Ama ne ben ne de öğretmenlerim işin peşini bıraktık. Korolar, provalar, orkestra çalışmaları derken sene oldu 1996. Milliyet gazetesi, “Liseler Arası Müzik Yarışması” düzenliyordu. Ekip beni o yarışmaya hazırladı. Hem de ne hazırlamak… Okulumu temsil edecektim, bir yanda inanılmaz bir heyecan diğer yanda büyük bir onur. Sonuç pek de istediğimiz gibi olmadı ama edindiğim tecrübeyi kelimelerle ifade edemem. Müthiş dörtlü bununla da yetinmedi tabii. TRT İstanbul Radyosu Gençlik Korosu sınavına da hazırlayalım, dediler. Hiç pes etmediler, ben de… Olur, dedim; başladık yine şan çalışmaları, solfej çalışmaları vs… Bu defa kazandım ve tam 9 yıl devam ettim TRT İstanbul Gençlik Korosu’na. Ve sene 1999, mezun oldum. Sonrasında da onların bana müzikal anlamda kazandırdıkları temeller üzerine inşa ettim her şeyi ve devam ettim müzikal yolculuğuma. Jana Cana KOLELLE FMV Özel Işık İlköğretim Okulu İngilizce Öğretmeni 1999 Işık Lisesi mezunu İlkokul birinci sınıftan lise son sınıfa kadar, her hafta “Işıklı olmak sevincimiz” derken, bunu uzun yıllar boyunca söylemeye devam edeceğimi henüz 11 yaşında hazırlık sınıfı öğrencisiyken çok sevgili İngilizce öğretmenimle tanıştığımda anlamıştım. Bana, “Büyüyünce ne olacaksın?” diye sorduklarında, “Mrs. Ertekin olacağım.” dediğim günden bu yana 22 yıl; lise son yıllığımda arkadaşlarımın benim için, “Seni ileride bu yıllıklarda İngilizce öğretmeni olarak görmek dileğiyle…” yazdıklarından bu yana 15 yıl; bir öğretmen olarak Işıklı öğrencilerle buluşmamdan bu yana da 10 yıl geçmiş. Üzerimde büyük emekleri olan öğretmenlerimle çalışabilmek, onların çocuklarını okutabilmek Işık’ın bana yaşattığı en büyük mutluluktur. Dilerim bir gün benim yetiştirdiğim öğrencilerimi de Işık yıllıklarında öğretmen olarak görürüm ve okulum, ışığını nesilden nesle daha birçok Işıklıya yaymaya devam eder. İdealimi gerçekleştirmeme olanak sağlayan, bana çok güzel dostluklar kazandıran ve her zaman aile sıcaklığını hissettiren okulumu seviyorum.
Öğretmenler her gün sınıfa girdiklerinde kalıplaşmış sözcüklerle sınıfı selamlar. Öğrenciler de -hoşlanmasalar da- hep aynı cevapla öğretmenlerini selamlar ama her ders niye bunu yaptıklarını pek anlayamazlar. Hâlbuki bilmezler, yıllar sonra o selamı vermeyi bile özleyecekler. Bir öğretmen olarak belki de geçmiş yılların da özlemiyle, bunu öğrencilerime sık sık hatırlatırım ben çünkü çok özlüyorum tüm o zamanlarımı… Melahat Altunlu ilkokul yıllarımı ve kocaman sınıfımı, Özden Soyerli Prep B’yi, Mr. Bowerlı, Fatma Şahinli ortaokul günlerimi, Feyziye Çankayalı koro anılarımı ve her anı macera dolu lise yıllarımı ve 11 YD sınıfımı… Bilenler bilir, koyu Işıklıyımdır, bu öğrenciyken de böyleydi ama bu ruh mezun olduktan sonra, aldığım eğitim ve vizyonun bana nasıl kapılar açtığını gördükten sonra iyice perçinlendi. Şimdi 5 yaşındaki oğlum Doğu da bir Işıklı… 1986 yılında Ayazağa Işık İlkokulunda başladığım serüvenimi, 1999 yılında yine Ayazağa Işık Lisesinde tamamladım. 2004 yılından beri de Erenköy Işık’ta İngilizce öğretmeni olarak çalışıyorum. Beni tanıyan, hatırlayan tüm eski arkadaş ve öğretmenlerime selam olsun… Pınar ŞİMŞEK İNAL FMV Özel Ayazağa Işık Ortaokulu Fen Bilgisi Öğretmeni 2001 Işık Lisesi mezunu 1995-2001 yılları arasında eğitim öğretim hayatımı FMV Özel Işık Lisesinde sürdürdüm. İlk kez annemle geldiğim ve herkesin “modern hapishane” diye bahsettiği gelecekteki okulumun -çoğunluğun aksine- çok samimi bir ortamı olduğunu düşünmüş ve kendimi bu ortamda çok mutlu hissetmiştim. İlerleyen yıllarda okulumun kazandırdıkları, bu düşüncelerimde yanılmadığımı daha iyi anlamamı sağladı. Okul yaşantımın beş senesinde yatılı olmam; paylaşmak, birlik olmak, saygılı olmak gibi değerlerin hayatımda önemli yer tutmasına sebep oldu. Arkadaşlarımla birlikte kazandığımız bu
değerlerin ve derslerde edindiğimiz bilgilerin yanında, okulumuzun sağladığı fırsatlarla ve öğretmenlerimizin teşvikleriyle müzik, spor, sanat dallarında da kendimizi geliştirme fırsatı bulduk. Bu yüzden Işık Okullarının “Önce iyi insan yetiştirir.” felsefesinin çok anlamlı ve yerinde olduğunu düşünmekteyim. Mesleğimle aydınlık gençlerin yetişmesine katkı sağlamak amacıyla öğrencilik yıllarımı sevgiyle geçirdiğim kurumuma öğretmen olarak geri dönmekten de gurur ve mutluluk duymaktayım. Cana KOÇAK FMV Erenköy Işık İlköğretim Okulu Yabancı Diller Bölüm Başkanı 2003 Ayazağa Işık Lisesi mezunu Işık’tan geçmişim ilerledikçe daha da büyüyen bu yemyeşil kampüse… Liseye başlıyorum hem de yeni bir okulda… Çifte heyecan benimkisi… Sınıfa yaklaştıkça kalbim daha hızlı atmaya başlıyor. Yeni insanlarla tanışmak, kendini tanıtmak zor geliyor. Ama öyle bir sınıf karşılıyor ki beni, ömürlük dostluklar doğuyor. Birbirinden güzel anılarla ilk yıl geçiyor. İkinci yıl alanlar seçiliyor. Aklımda, belki de ağabeyimin de etkisinde kalarak fen bölümünü seçmek var. Genetik mühendisi olabileceğimi zannediyorum galiba. Fen sınıfında eğitim başlıyor, zaman geçiyor ama bir şeyler ters gidiyor. Fizikle, biyolojiyle kimyamız tutmuyor. Enerjimin yüksek olduğu tek ders var: İngilizce. O zamanki İngilizce öğretmenim sağ olsun, ikinci dönemin ortasında bir gün beni kenara çekiyor ve diyor ki: “Derslerdeki durumunun farkındayım, kendini iyi hissettiğin tek ders İngilizce. Sakin ve sabırlı birisin. Öğretmenlik senin için ideal.” Bu tavsiye gün geçtikçe kafama daha da yatıyor, günler boyu düşünüyorum. Kararım ne mi oluyor? Bugün Erenköy Kampüsü’nde İngilizce öğretmeni olarak yedinci yılımı dolduruyorum. İşte birinin hayatına dokunmak, geleceğe “Işık” tutmak...
Yolu Işık’tan geçen öğretmenlerimize saygıyla
Sinem ÇETİNOYAR ÖZGÖZ FMV Erenköy Işık Lisesi İngilizce Öğretmeni 1999 Ayazağa Işık Lisesi mezunu
13
KÜLTÜR KONFERANSLARI
Fmv Konferansi 50 x 70 cm.pdf
C
M
Y
CM
MY
CY
CMY
K
14
8
10/11/14
18:20
FYZY 10 Yaşında! 19 Kültür yazısı
30 sayı
32 Sanat yazısı
20 Röportaj
43 Eğitim yazısı
30 Spor yazısı
22 Gezi yazısı
23 Ortak yazı
408 makale 15 Koleksiyon yazısı
40 Tarih yazısı
148 yazar 22 Doğa ve Çevre yazısı
22 Sağlık yazısı
Katkı sağlayanlara teşekkürlerimizle... Yayın Kurulu
10 Yıl 15
İNSAN
Her sabah sizi ayağa kaldıran şey nedir?
Ömer ORHAN FMV Özel Ayazağa Işık Lisesi Müdürü
D
üşünen canlı olarak insan, duygusal bir varlıktır. Beyin yapısı da onu diğer canlılardan farklı kılmaktadır ve gelişmiş bir insan beyninde 100 milyarın üzerinde nöron bulunur. Bu nöronlar ve sahip olduğu sinir sistemi aracılığıyla insan, tüm aktivitelerini gerçekleştirir. Onu üstün kılan en önemli aktivite ise düşünme becerisidir. Beyin yapısı insanın sahip olduğu bir lütuftur. Peki, herkes bu lütfun farkında mıdır? Ekosistem içerisinde var olan canlıların tümü yaşamsal döngüye katkı sağlayarak bu zincirin bir halkası olmaktadır. İnsan da bu zincirin ucundaki kolye gibidir ve çoğu zaman kendisini zincirden ayrı hisseder, ayrı bir havası vardır, farklıdır o! Şımarık bir çocuk gibidir. Dünya onun için vardır ve var olacaktır! Tüm kaynakları tüketme ve her alana yayılma hakkına sahiptir. Kendini, dünyanın sahibi olarak görmektedir ve buna direnecek başka bir canlı türü de yoktur. Ee kolay değil, 100 milyar nöron olunca hakkını da vermek gerekir. Hayır, say desen sayamaz da ama varlığı onu rahatlatır ve bu rehavet içerisinde yaşantısına devam eder. 100 milyar nöron… Dile kolay! “Kısıtlı nöronlarıyla” tüm canlılar mütevazı ve yaşamsal bir saygınlık içinde hayatlarını sürdürürken, insanın dünyayı yok edecek işler yapıyor olması, diğer canlıları hiçe sayması ise beynini ne kadar ve ne amaçla kullandığını da göstermektedir. O hâlde fazla nöron zararlıdır ya da insanlar bunu hazmedecek olgunlukta değiller diyebiliriz. Asla yetinmeyi bilmeyen, doyumsuz bir canlı olan
16
insan, sürekli sahip olmadıklarının peşinde koşarak hayatını sürdürür. Bu son derece isterik bir duygudur ve bu dürtü ile sabah kalkarak akşamı eder. Elbette bu durum ihtiyaçlara göre şekillenir, yani öncelikler ve eğer yaşamsal ihtiyaçlar varsa önce bunlar giderilir, bunlar tamamsa diğer isteklere geçilir. Yani durum asla değişmez mutlak bir sahip olma isteği vardır. Çoğu insan tüm ömrünü bu şekilde geçirir ve sürekli kendini ikna edecek bir fikir yapısına sahip olur. Basit bir yaşam sürdüren diğer canlılar, bunu, biyolojik yapıları daha fazlasına el vermediği için zorunlu olarak yaşamaktadırlar. Daha gelişmiş bir canlı olan insan ise bu gelişmişliğini çoğu zaman yönetememekte, basit ihtiyaçlar için bile karmaşık bir zihin yapısına bürünerek birçok konudan, ana temadan ve özden uzaklaşmaktadır. Tüm bu karmaşık yapı içinde ise ömrünün sonuna doğru sorgulamalara başlar. Asıl, nöronlar ona şimdi lazımdır ama şimdi de sağlığı, birçok şeyi yapmasına izin vermemektedir. Bu da onun için son derece ironik bir durumdur ama iş işten geçmiştir artık. O da deneyimlerini diğer insanlara aktarmak için çaba sarf eder ama nafile! Kulaklar onun sözlerine kapalıdır ve o, kendi gençliğini düşünür. Çünkü o da geçmişte kulaklarını bu tür sözlere kapatmıştır. Amerikalılar yaşamak için çalıştıklarını, Japonlar ise çalışmak için yaşadıklarını söyleseler de insan günlük yaşantısı içinde çoğunlukla rutin bir hayat sürer. Coğrafyalar bu rutinin şekillenmesinde önem taşır. Örneğin; Akdeniz ülkelerinde yaşayanlar daha rahat, kuzey ülkeleri ise daha disip-
linli bir yaklaşım içindedir. Ancak iklim ve coğrafya dışında, insan toplulukları kültür yapıları bakımından da farklılıklar gösterir. İster yerleşik olsun ister göçebe, herkesin sabah kalkmak için bir nedeni vardır. İşte bu neden, insan hayatı için son derece önemlidir. Saat çaldığı için zorunluluklarla kalkarak güne başlayan ve bunu sürekli yapan bir kişinin enerjisinin ne olacağını hepimiz biliriz. Çoğu zaman ne yaptığının bile farkına varmadan günü tamamlar. Gün tamamlanmış, akşam olmuş ve günün yorgunluğu tüm bedeni ve beyni sarmıştır. Ertesi gün ve diğer günler de aynı rutinle geçer ve bu sıradanlık tüm yaşam boyu da devam edebilir. Bu mudur? Böyle mi olmalıdır? Hayır, hayatın anlamı bu olmamalıdır… Bunun için dünyaya gelmiş olunamaz! Olumlu bir enerji ile güne başlamak ve yaşama değer katmak gerekir. İnsan hayatının içinde ve / veya sonunda, ürettiğini ve hayata kazandırdıklarını sorgular, yanıtlar arar. Tüm hayatını sadece para kazanmak, mal mülk edinmek için geçiren kişiler, yaşlanınca kazandıklarını da bu sefer kaybettikleri sağlıkları için harcarlar. Herkes için böyle olmasa bile durum genel olarak bu çerçevede gelişir. Gerçi para kazanmak için sabah kalkmak da insan için bir motivasyondur ancak belirtmeye çalıştığım bu değildir. Yani insan, aklını ve becerilerini sonradan vazgeçeceği bir şey için neden harcasın? Bu hiç mantıklı değil. Antik Yunan filozofu Aristotales’e göre “Arzu öyle bir şeydir ki hiç doymak bilmez; birçok insanın hayatı, arzuları doyurma yollarını aramakla geçer.” Başka bir şeyler gerekiyor… Hayatı anlamlı kılmak, yaratıcı olmak, üretmek, geleceğe olumlu izler bırakmak ve karşılıksız paylaşabilmek. İşte, belki de en önemlisi, en büyük yürek isteyen kısmı da bu. Üreterek, bunu çıkar beklemeden başkalarına sunabilmek. Bu zihin yapısına sahip olan insan, sabah olmasını iple çeker. Gün onun için yeni umutlar ve yeniliklerle doludur. Öğrenme, düşünme, yaratma ve üretme isteği onu ayağa kaldırır. İçi içine sığmaz. Koşarak güne başlar, diğer insanların varlığı, söylemleri, hırsları onun için doğadaki diğer canlıların vızıltıları gibidir. Ne söylenirse söylensin o, sadece amacına odaklanmıştır. Bunu gerçekleştirmek için de tüm nöronlarını kullanır. Onun için başarı, üretmek ve paylaşmaktır. Gününü ve gecesini, bu ideal için geçirir ve beklediği karşılık ise sadece, paylaştıklarının bir değer olması
ve işe yaramasından başka bir şey değildir. Fransız yazar ve varoluşçu düşünür, Jean Paul Sartre, 1964 yılında kendisine verilmek istenen Nobel Ödülü’nü geri çevirmiştir. Sanırım birçok insana göre bu tavır, anlamlı değildir. Belki de son derece züppe ve kendini beğenmiş bir yaklaşım olarak değerlendirilmiştir ve değerlendirilebilir. Ama bence daha ince düşünmek ve daha derinlere inerek bakmak gerekir ve bakan kişi ile bakış açısına göre her şey değişecektir. Olabildiğince az çöp çıkartan, temiz enerji kullanan, çevresini kirletmeyen, tüm canlıların yaşam haklarına saygı gösteren, okuyan, okuduğunu anlayan, üreten, açık fikirli, ahlâklı ve emeğe saygı gösteren bir insansa bakan kişi, o derine de inmeden her şeyi görecektir. Sadece tüketen, başkalarının emeğini hiçe sayan ve onlarla beslenen, sadece eleştiren, okumayan, okuduğundan da bir şey anlamayan aslında kısacası sadece fotosentez yapan biri ise durum elbette değişecektir. İşte o, ne kadar bakarsa baksın tavukkarası ve bir perde iner gözüne, göremez ve görmek de istemez. Bu zihin yapısındaki bir insan, 100 yıl sadece bu idealler için yaşasa ve ona 100 yıl daha yaşama şansı verilse ne değişir ve neyi değiştirir ki?
Ne tür bir
Ziyan olan nöronlar! Her canlı hayatta bir iz bırakır. Ne tür bir iz bırakacağınız ise size bağlıdır. Karar sizin!
karar sizin! 17
KENT KÜLTÜR
BİR “BOĞAZİÇİ” ÖYKÜSÜ Mert SANDALCI Araştırmacı-Yazar 1974 Işık Lisesi Mezunu
İ
stanbul denince akla ilk gelen sözcük “Boğaz” olur. İki yaşlı kıtayı birbirinden ayıran doğa harikası bu lacivert suyolu, sahillerinde yer alan muhteşem sarayları, zarif yalıları, hisarları ve sırtlarında baharda açan erguvanlarla süslenen koruluklarıyla Roma, Bizans ve Osmanlı gibi cihan imparatorluklarının olduğu kadar, Türkiye
Cumhuriyeti’nin de belki en pitoresk bölgesidir. Geçmişten bugüne Boğaziçi’ne baktığımızda birbirinden tamamen farklı yapılaşmaların doğal dokuyu renklendirdiğini görürüz. Boğazın her iki yakasındaki köylerde bir yanda varlıklı ailelerin, saray mensuplarının ve yabancı büyükelçiliklerin muhteşem yazlıkları koyları dantel gibi işlerken, bir yanda da göz ardı edemeyeceğimiz başka bir güzellik, kıyının doğal hâlini görmemizi sağlayan balıkçı köyleri yer alır. Bazılarına yüzyıllar boyu sadece deniz yolu ile ulaşılabilmiş, son 40-50 yıla kadar şehrin diğer bölgelerinde yaşayanların haberi dahi olmayan bu köyler; kararmış ahşap evleri, orada burada asılı balıkçı ağları, sahile çekilmiş renk renk sandalları ve balıkçı tekneleri ile Boğaz’ın neredeyse hiç değişmeden kalmış bir başka zenginliğidir aslında. Unutmamak gerekir ki güzelliğinin yanı sıra her bir köyün ayrı öyküsü vardır, her bir yapıda pek çok anı yaşamaktadır, yaşayanlar kadar önemlidir buralarda yaşananlar da… Boğazın mavi sularına kulak verirsek pek çok efsaneyi ve öyküyü anlatırlar bize, tıpkı Akıntıburnu’nun hızla akan sularının “Çifte Sarayları” fısıldadığı gibi… Çifte Saraylar artık yok! Yıkılmış! Unutulmuş! Ama ben biliyorum ‘Feyziati’nin(*) ya da ‘Boğaziçi Lisesi’nin hazin mi hazin öyküsü bu
18
sarayın içinde gizli… Bu yüzden anlatacağım bu öyküyü size, tıpkı dedemin bana anlattığı gibi… Yıl 1921. İlk orta ve liseyi Selanik’teki Feyziye Mektebinde, üniversiteyi Mekteb-i Mülkiyede (Siyasal Bilgiler) bitiren dedem Kudret Azmi Sandalcı, önce Uzunköprü Kaymakamlığına atanıyor, daha sonra kendi isteği ile orduya katılıyor. Şam’da Cemal Paşa’nın karargâhında iken yakalandığı Malta humması sonucu terhis oluyor, tedavi için önce İzmir’e gidiyor, iyileştikten sonra da İstanbul’a dönüyor ve ülkesi için bir şeyler yapmak üzere kolları sıvıyor. İşte dedemin ağzından o günlerde İstanbul:
fakir ve kimsesiz 234 öğrenci ile eğitim başlıyor. İyi bir öğretmen kadrosuna sahip olan okul, ikinci yıl tüm masraflarını, tüccardan Macit Karakaş Bey’in üstlendiği Bakırköy İnas (Kız) İttihat Mektebi ile birleşiyor. Bakırköy’deki okulun başına müdür olarak getirilen şair, eğitimci, daha sonra da milletvekilliği yapacak olan İbrahim Alaeddin Gövsa, kısa bir süre
Uğursuz mütarekenin en ıstırap verici yıllarından olan 1921 senesinde zavallı İstanbul, buhranlar içinde idi. Bunların arasında günden güne artan bir de mektep buhranı vardı. Maaşlarını alamayan hocalar vazifeleri başına gidemeyecek hâlde idiler. Halk, mahallelerde, “Maarif Encümenleri” kurarak bu derde çare bulmağa çalışıyordu…
Dedem ve kardeşi Galip Azmi Bey, bir okul açmaya karar veriyor ve Divanyolu’nda Karababa Sokağı’ndaki Pertev Paşa Konağı’nda Feyziati Numune Mektebini kuruyorlar. Kurucular okula her yıl 6000 liralık bir yardım yapıyor, hâli vakti yerinde olan velilerden de bir miktar aylık alınıyor, böylelikle çoğunluğu 19
KENT KÜLTÜR
sonra görevden ayrılıyor. Okul için zor günler başlıyor. Yerine o sırada İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümünden yeni mezun olan Türkân Hanım (Baştuğ)1 getirilse de okulu düştüğü zor durumdan kurtarmak mümkün olmuyor, okul kapanıyor, öğrencileri Feyziati’ye naklediliyor, okul “Leyli ve Nehari (Yatılı ve Gündüzlü) Feyziati Mektepleri” adını alıyor, öğrenciler eğitim hayatlarına bu yeni okulda devam ediyorlar. Kısa zamanda kaliteli öğretmen kadrosu veliler üzerinde son derece olumlu bir etki yaratıyor ve öğrenci sayısı hızla artıyor. Okul 1924’te Beyazıt Divanyolu’ndaki Şerif Paşa Konağı’na taşınıyor. Bina tamamen elden geçiriliyor, büyük bir yatırım yapılıyor. Ancak 5 yıl sonra, tarihler 5 Şubat 1930’u gösterdiğinde çıkan büyük bir yangında tüm emekler heba oluyor, her şey yanıp kül oluyor. Okul, kısa bir süre Münir Paşa Konağı’na, Terakki Mektebinin yanına taşınıyor ancak burada fazla kalmıyor. Dönemin Milli Eğitim Bakanı Esat Sagay’ın da inanılmaz desteği ile Boğaziçi’ndeki Çifte Saraylar’a taşınıyor. Buraya taşındığında Feyziati’nin adı değişiyor ve Boğaziçi Lisesi oluyor.
20
Kudret Azmi Sandalcı, o günlerde yerli bir “Robert Kolej” yaratabilmek için var gücüyle çalışıyor. Anadolu’nun muhtelif kentlerinde sınavlar yapılıyor, kazanan başarılı öğrenciler parasız yatılı olarak okutuluyor, Fransa ve Almanya’dan muazzam laboratuvarlar getirtiliyor. Her alanda isim yapmış en iyi öğretmenler ve bilim adamları kadroya alınıyor.2 İngilizcenin yanı sıra yardımcı lisan olarak Fransızca ve Almanca öğretiliyor. Okul; tenis kortları, futbol sahaları, milli takıma seçilen sporcuları ile spor alanlarında ses getiriyor. O yıllarda liseler arası futbol şampiyonasında genç yaşlarında Fenerbahçe forması giyen millî oyunculara sahip olan okul takımı; Cihat Armanlı, Sabri Kirazlı kadrosuyla finalde Galatasaray Lisesini yenerek şampiyon oluyor. Balkan turnuvalarında Türkiye’yi temsil ediyor. Boğaziçi’nde eğitimlerini tamamlayan öğrencilerin arasından sanatçılar, sporcular, bilim adamları, iş adamları yetişiyor. Okulun yıl sonunda tüm öğrencilerinin katılımıyla gerçekleştirdiği 66 numaralı Boğaz vapuru ile yapılan ada gezileri dillere destan. Kudret Azmi Bey’in bir “Kolej” olma hayali giderek gerçek oluyor. 30 yılı aşkın bir
süre pırıl pırıl gençler yetişiyor bu okuldan. Ancak 1950 yılında iktidar değişikliği ile birlikte, birden her şey alt üst oluyor. Yerli bir kolejin milli eğitim için sakıncalı olduğu, Türk gençlerine yabancı diller öğretmenin onları milli duygularından uzaklaştırdığı, kızlı erkekli vapur gezilerinden rahatsızlık duyulduğu, tüm bu faaliyetleri kurucuların çok para kazanmak için yaptıkları, bu nedenle okul binalarının kiralarının 10 misli artırılacağı, ayrıca boğaz sahil yolu genişletileceğinden binaların tümüyle yıkılması gerektiği, dönemin Milli Eğitim Bakanı (Tevfik İleri) tarafından Ankara’ya çağrılan dedemin yüzüne söyleniyor. Bakanın ağzından bunları duyan dedem, “Yarın itibarıyla okulumuz kapanmıştır.” diyerek Ankara’dan ayrılıyor. Dedem ve büyük amcam okulun tüm laboratuvarlarını, yurt dışından getirttikleri tüm araç gereçleri ve öğretmen kadrosunu içinden yetiştikleri, Işık Lisesine devrediyorlar. Boğaziçi’nde parlayan Çifte Saraylar’ın ışıkları
1952’de sönüyor. İlk olarak muhteşem saray, yol genişletilmesi bahanesiyle yıkılıyor. Gençlerin ve çocukların kat kat bahçelerden, havuz başından yankılanan sesleri duyulmaz oluyor, bu alan yıllar boyu kazılarak doğal setler kaldırılıyor ve son derece garip dik bir yamaç hâline getiriliyor, öylece terk ediliyor, tepelerdeki spor sahalarında ise deniz manzaralı villalar, apartmanlar yükseliyor… Çifte Saraylar’ın öyküsünü bana dedem anlatmıştı. Ben o binaları, o okulu hiç görmedim ama onun hakkında bir ömür boyu belge topladım. Her biri ayrı bir tarihî gerçeğe tanıklık eden resimler, yazılar, fotoğraflar, anılar biriktirdim. Güneşli bir kış gününde Akıntıburnu’ndan denize bakarken Boğaziçi’ni dinledim, geçmişi düşündüm ve Çifte Saraylar’ın öyküsünü bilenler, görenler, yaşayanlar tümüyle kaybolmadan bir kez daha hatırlansın istedim. (*) Ferit Devellioğlu’nun anıtsal eseri “Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügât”ta Feyz-i ati için şunları yazar: Feyz-i ati: Geleceğin feyzi, verimliliği, gürlüğü, (İstanbul’da Kuruçeşme ile Arnavutköy arasında “Boğaziçi Liseleri” adını taşıyan lisenin eski adı. DEVELLİOĞLU, Ferit: Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat; 18. Baskı, 2001, Aydın Kitabevi Yayınları-Ankara; s.264. Maalesef bu ifade yanlıştır. Okula adını verenler Feyziati’yi “geleceğin ilmi ve irfanı” manasına gelecek şekilde kullanmışlardır. Ayrıca lugâtta verilen adres de yalnıştır. Okul Arnavutköy ile Kuruçeşme arasında değil, Arnavutköy ile Bebek arasındadır. 1 Türkân Örs Baştuğ: 1900’de Üsküdar’da doğdu. İstanbul Darülfünunun Felsefe Şubesi’nden mezun oldu. Fransızca biliyordu. Uzmanlık alanı felsefe, sosyoloji ve eğitimdi. Üsküdar Kız Sanat Mektebinde ve Feyziati Lisesi Kız Kısımında müdürlük yapan Türkân Hanım, iki dönem de Antalya milletvekili olarak görev yapmıştır. 2 Bu öğretmenler arasında Hıfzı Tevfik Gönensay, Nusret Kürkçüoğlu, Semih Nafiz Tansu, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Nihal Atsız, Nihad Sami Banarlı, Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu, Hüseyin Nail Kubalı, Muhittin Sadak’ı sayabiliriz.
21
SANAT
“YALNIZ” BİR OPERA Çiğdem KUTLUĞ FMV Özel Ayazağa Işık Lisesi Müzik Öğretmeni
T
iyatro ve şiirin müzikle birleştiği; danslar, oyunlar, gösterişli dekorlar ve kostümlerin güç verdiği; coşkulu ve lirik bir anlatımla izleyicisini kimi zaman hüzünlendiren kimi zaman güldüren masalsı bir sahne sanatıdır opera. Sözlerinin tamamı veya birçoğu müzikle söylenen, konusunu mitolojiden ya da gerçek hayattan alan, içinde görsel sanatların tümünü barındırabilen bir sanat… Sahnedeki şölen; ruha işleyen müziği, hikâyesi ve olağanüstü görselliğiyle izleyicisine yepyeni bir hayal dünyası yaratır. “Opera” sözcüğü, Latince “yapıt” anlamına gelen “opus” sözcüğünün çoğuludur ve sanat yapıtlarının bir araya gelişini ifade eder. 16. yüzyıldan bu yana, akımlara, ülkelere, bestecilere göre değişimler geçiren ve büyük bir heyecanla izlenen opera sanatı; Avrupa kültürünün gösterişli bir parçası olması sebebiyle Osmanlı padişahlarının da ilgisini çekmiştir. Operanın sarayda tam olarak tanınması, kendisi de Türk sanat müziği bestecisi olan ve Batı müziğine ilgi duyan Sultan III. Selim döneminde gerçekleşmiştir. Sonrasında, II. Mahmut döneminde, Besteci Giuseppe Donizetti İstanbul’a davet edilmiş, onun eğittiği müzisyenler burada konserler vermiş, Avrupa ülkelerinde ilk temsili gerçekleştirilen opera yapıtları, artık İstanbul’da da sahnelenmeye başlanmıştır. Operanın saray değil, halk tarafından tanınması ise Cumhuriyet’in ilanından sonra mümkün olabilmiştir. Ülkelerin gelişmesinde kültür ve sanatın ne denli önemli olduğu yadsınamaz. Bu anlamda Cumhuriyetimizin kuruluşu ile kültür ve sanatı geliştirmek adına yeni bir sürece girilmiş; devletin kısıtlı bütçesine rağmen yarışmalarla seçilen yetenekli gençler, müzik eğitimi almak üzere Avrupa’nın başlıca sanat okullarına gönderilmiştir. Tiyatro, opera, bale ile çok sesli müzik alanında eğitim verilmesi ve devletten
22
destek alan yeni kurumlar oluşturulması için yasalar çıkarılmıştır. Orkestralar ve konservatuvarlar açılmış, eğitimleri için gönderildikleri ülkelerden dönüp ilk yapıtlarını yazan Ahmet Adnan Saygun ve Cemal Reşit Rey gibi Türk bestecilerinin eserleri sahnelerde yerini almıştır. Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki bu özverili destek ve çalışmalarla opera sanatı adını duyurmaya başladıysa da bizde bu kültürün yerleşmesi ne yazık ki çok da kolay olmamıştır. Söz gelimi Avrupa’daki opera binaları, şehirlerinin en görkemli tarihî binaları olmasına rağmen 1930’larda Türkiye’de opera gibi büyük etkinlikler için henüz kamuya ait uygun bina bulunmamaktaydı. II. Dünya Savaşı sonrasında, 1946’da Taksim’de temeli atılan opera binası, Mimar Hayati Tabanlıoğlu’nun projesiyle çok yönlü bir kültür merkezine dönüştürülmüştür. 1970 yılında çıkan bir yangın nedeniyle büyük ölçüde tahrip olan bina onarılmış ve 1978’de “Atatürk Kültür Merkezi” (AKM) adıyla yeniden açılmıştır. AKM, Alman Mimar Willi Ehle’nin tasarladığı sahne düzeneği sayesinde, farklı kullanımlara imkân veren ve çeşitli asansörlerden oluşan gelişmiş mekanik kapasiteli, derin ve geniş sahneli 1300 kişilik büyük bir salona sahiptir. Bunun yanında, konser salonu, oda tiyatrosu ve sergi salonlarının da yer aldığı AKM; Cumhurbaşkanlığı Devlet Klasik Türk Müziği Korosu, İstanbul Devlet Opera ve Balesi, İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası ve Devlet Tiyatrosu gibi sanat kurumlarının çalışmalarına uzun yıllar ev sahipliği yapmıştır. AKM, birçok devlet sanatının çalışma ve sahnelenme sürecinde bütünleştirici bir rol üstlenmiştir. Ne var ki 2005 yılında ömrünü tamamladığı gerekçesiyle AKM hakkında yıkım kararı alınmıştır. Gelen tepkiler nedeniyle bu karardan vazgeçilse de 9 yılın sonunda bina hâlâ onarılamamıştır.
İstanbul Devlet Opera ve Balesi sanatçılarından Ecesu Sertesen, en büyük eksikliklerinin İstanbul gibi bir metropolde kapsamlı büyük bir opera sahnesinin yer almaması olduğunu vurgulayarak bu eksiklik yüzünden İstanbul’da büyük prodüksiyonların gerçekleşemediğini dile getirmiştir. 2008 yılından bugüne, uygun sahne bulunmaması nedeniyle İDOB bünyesinde sadece iki klasik bale eseri sahnelenebilmiştir. Atatürk Kültür Merkezinin kapanmasından sonra, prova ve konserler için farklı binalara nakledilen kültür kurumlarından biri olan İstanbul Devlet Opera ve Balesi; tüm estetik güzelliğine rağmen yeterli büyüklükte sahnesi ve orkestra çukuru olmayan Süreyya Operasında, küçük kadrolu opera ve balelerle çalışmalarına devam etmektedir. Bu çalışmalardan biri de biletleri aylar öncesinden tükenen Benjamin Britten’ın “The Turn of the Screw” (Kötülüğün Döngüsü) adlı operasıdır. 2013 yılında Macaristan’da düzenlenen Armel Opera Yarışması ve Festivali’ne davet edilen İstanbul Devlet Opera ve Balesi; solistleri ve sadece 13 kişilik orkestrasıyla bu korku operasını başarıyla sahnelemiştir. Hem prodüksiyon hem de seçilmiş rollerin yarıştığı Armel Opera Festivali, dünyaca ünlü klasik müzik kanalı Arte TV’den de canlı olarak yayımlanmıştır. Pek çok ülkenin operasının katıldığı bu yarışmadan İstanbul Devlet Opera ve Balesi, 5 ödülün 4’ünü kazanarak ayrılmıştır. “En İyi Yapım- Szeged Üniversitesi Jüri Ödülü”, “En İyi Yapım- ARTE Halk Jürisi Ödülü”, “En İyi Erkek Solist Ödülü” ile birlikte; “İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası Çocuk Korosu”nda eğitim alan İlyas Seçkin, sadece 11 yaşında olmasına rağmen, rol yeteneği ve çok zor soloları olan modern bir eseri başarılı bir şekilde seslendirmesiyle “Szeged Üniversitesi Jüri Bireysel Ödülü”nü almaya hak kazanmıştır. İstanbul Devlet Opera ve Balesi sanatçıları birçok olumsuzluğa ve yokluğa rağmen kazandıkları bu başarılarla bir yandan yurt içi ve yurt dışı turnelerine devam ederken bir yandan da ülkemizde sanata ilgiyi artırmak adına farklı çalışmaların içinde yer almaktadır. İDOB orkestrasının başarılı müzisyenlerinden oluşan “İstanbul Wind Ensemble” oda müziği topluluğunun enstrümanlar, besteciler ve eserler hakkında açıklamalı konserler verdiğini belirten Fagot Sanatçısı Mert Kutluğ; içinde yer aldıkları yeni projede kendilerine dünyaca ünlü Piyanist Fazıl Say’ın da destek verdiğini belirtmiştir. Bunun gibi
farklı çalışmalarla İDOB’u ve Türk sanatını birçok yönden zenginleştiren kurum sanatçıları, ülkemizde opera ve bale kültürünün yerleşmesi adına umut vadetmektedir. Avrupa’nın birçok ülkesinde köklü bir kültür olan opera ve bale sanatı, hem devlet hem de özel kurumlar tarafından koşulsuz olarak desteklenmektedir. Türkiye ise İngiltere’nin sanat politikasını örnek alarak düzenlediği, devlet ve sanat kurumlarının kamu kurumlarından ayrılması ve özel kuruluşların desteğiyle idame edilmesi esasına dayanan TÜSAK yasa tasarısını bugün hâlâ tartışmaktadır. Özellikle son yıllarda kültür ve sanat alanında gururlandığımız birçok başarıya imza atılmasına rağmen sanat kurumlarının devlet tarafından desteklenmesi gerekliliği kesinlikle sona ermemiştir. Özellikle opera, bale, dans gibi sanatların özel kuruluşlar tarafından sürekli desteklenmesi mümkün değildir. Ünlü Besteci Muammer Sun, TÜSAK yasa tasarısının sanat kurumlarını ve sanatçıları dağıtarak yetenekli gençlerin bu alanda eğitilmesini engellediğini vurguluyor ve ekliyor: “Tiyatro, orkestra, opera, bale kurumlarımız yoksa, ulusumuzun yetenekli çocukları, gençleri ne yapsın? Nasıl geliştirsinler yeteneklerini?” Toplumların kültürel zenginliklerini besleyen, bireylerin hayal dünyalarını ve yaratıcılıklarını en farklı ve renkli yönleriyle sergilemelerini sağlayan opera sanatı, Osmanlı’dan günümüze varlığını sürdürerek ülkenin her kesimine hitap edebilme çabasındadır. Bu çaba, elbette bugüne kadar birçok önemli başarıyla taçlanmıştır. Ancak bunun devam edebilmesi için sadece sanatseverlerin değil, toplumun büyük bir kesiminin operanın ülkemizdeki geleceğini destekleyen bilinçte olması ve buna yönelik somut adımlar atması beklenmektedir. Kaynaklar: Müzik Tarihi-Ahmet Say http://www.dobgm.gov.tr http://www.kahramankaptan.com/timeline-3/87-muammer-sun-tuesak-darbe-tasar-s http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/44339/Opera.html
23
BİLİM
IŞIKSIZ KALMAYALIM diye… Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu, 2015 yılını Uluslararası Işık ve Işık Temelli Teknolojiler Yılı ilan etti. Gültuğ ŞAHİNOĞLU FMV Özel Ayazağa Işık Lisesi Biyoloji Öğretmeni Sennur KARANLIK FMV Özel Ayazağa Işık Ortaokulu Türkçe Öğretmeni
H
angimiz çocukken uçsuz bucaksız gökyüzünde pamuk yığınlarına benzeyen bulutlara el uzatmadık? O bulutların peşinde hangi hayal ülkesini ziyaret etmedik? Ya güneş… Bütün gün bizi ısıttıktan sonra, gece nereye gittiğini anlamazdık; şen ve nur yüzlü arkadaşımızdı ay ve ne zaman başımızı kaldırsak ayın yanında mağrur ve sessiz parıldardı yıldızlar. Karanlıktan, geceden korkar; ayın ve yıldızların ışıltısı altında cinli, perili masallara inanır; bir an önce sabah olsun da uçurtmalarımız gökyüzünde süzülsün isterdik. Sonra bize ne olduysa oldu ve bıraktık Ay’ı, yıldızları, bulutları gözlemeyi; bıraktık masallara inanmayı. Gökyüzüne uzanan dev şantiyelerin arasına sıkışıp kaldık. Artık kafamızı kaldırıp yıldızlara bakmıyoruz geceleri, yapay ışıklarla donattığımız yapay dünyamızda masallar olmadan, hayal kurmadan, gökyüzünden uzakta yaşıyoruz. Oysa gökyüzü ışığın evi... İnsanoğlu var olduğu günden beri gökyüzünü ve ışığın rotasını izleyerek geliştirdi kendisini. Önceleri karanlığa veya mum ışığına mahkûm yaşanırken, 19. yüzyılda ampulün bulunmasıyla geceler gündüze dönüştü. Küçücük evlerden şehirlere tüm yaşam alanları ışıklandı; yapay ışık yaşam biçimlerini, çalışma şartlarını, günlük akışı değiştirdi; elektrik ışığı, sanayide, fende, haberleşmede tüm gelişmelerin önemli unsuru hâline geldi. Artık günlük hayatımızın olmazsa olmazı ışık, disiplinler arası bir bilim olarak kabul edilmekte. Bu bağlamda Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu, 2015 yılını Uluslararası
24
Işık ve Işık Temelli Teknolojiler Yılı olarak ilan etmiştir. BM bu ilanla; enerji, eğitim, tarım ve sağlık alanlarında ışık bazlı teknolojilerin önemini vurgulamayı, küresel bilinçlenmeyi desteklemeyi, sürdürülebilir kalkınmayı teşvik etmeyi amaçlamıştır. 2015 Işık Yılı, hem modern dünyada ışığın öneminin anlaşılmasını teşvik edecek hem de geçmişte yer alan bir dizi önemli keşfin yıl dönümüne sahiplik edecektir. Peki, ışık neden bu kadar önemlidir? Öncelikle güneş ışığından elde edilen enerji, çevre kirliliğini en aza indirgeyen ve iklim değişikliğine sebep olmayan kaynaklardan biridir. Yaşam kaynağı olarak Güneş’ten gelen ışık enerjisi, günümüzde ısı ve elektriğe dönüştürülüyor ve birçok devlet, solar enerji teknolojisini pratik, çevreye duyarlı ve sürdürülebilir olduğu için destekliyor. Fotonik enerji; sürdürülebilir kalkınma, iklim değişikliği, sera etkisi, sağlık, iletişim ve tarım gibi çok değişik alanlarda ekonomik çözümler sunmaktadır. Yenilikçi aydınlatma çözümleri, ışık kirliliğini ve enerji tüketimini azaltırken, karanlık bir gökyüzünde evrenin güzelliğinin farkına varılmasını da sağlamaktadır. Işık Yılı, küresel olarak bu alanda farkındalığı artırmak için mükemmel bir fırsattır. Işığın biyoloji bilimiyle de yakından ilgili olduğu bilinen bir gerçektir. Çünkü yaşamın yegâne enerji kaynağı güneşin yanında, kendi ışığını oluşturan canlılar mevcuttur.
*Ateş rengi algler (dinoflagellatlar) olarak bilinen canlılar, genellikle rahatsız edildiklerinde ışık yayarlar. Halk arasında yakamoz, genellikle ayın su yüzeyinde oluşturduğu parıltılara verilen isim veya balıkların sudaki kımıldanmalarıyla oluşan parıltılardır. Bu, yaygın bir yanlıştır. Günümüzden üç asır önce Franklin, yakamozun gerçek sebebini keşfetmiştir. Yakamoz, biyolojik ışık üretme özelliğine sahip alglere verilen isim olmasının yanında onların meydana getirdiği parıltıyı da ifade eder. Latince “bios”(yaşam) ve “lumen”(ışık) kelimelerinden oluşturulan biyolüminesans kelimesi, canlılar tarafından meydana getirilen biyolojik ışıldamayı ifade eder. Bu tür ışığın yani biyolüminesansın temel özelliği, çıplak gözle görülebilir olmasıdır. Lüminesan canlılar genel olarak 440-480 nanometre dalga boyu arası ışık yayar ve bu da insan gözüyle görebildiğimiz mavi-yeşil ışık aralığına denk gelir. Lüminesan canlıların çoğu avlarını çekmek, karşı cinsi cezbetmek, sürü içi iletişim sağlamak amacıyla ışığı kullanırlar. Bazı balıklar, lüminesan tepkime ürünlerini vücut dışına açılan salgı bezlerinden suya püskürterek, avcıların kendi yerlerini bulmasını zorlaştırırlar ve böylece hayatta kalırlar. Ya ateş böcekleri? Ateş böcekleri belirli aralıklarla ve uyarıldıkları zaman ışıldarlar; bu uyarmalar dokunmayla, ışıkla, kimyasal veya elektriksel olabilir. Yaygın bilinen lüminesan canlı ateş böcekleri, bu özelliği tür içi iletişimde kullanır. Belirli aralık, uzunluk ve miktarlardaki bu parlamaları kendi aralarında özel iletişim kodları gibi kullanırlar.
Canlıların ışık yayması bir dizi tepkime sonucudur. Lusiferin bir tür fotoproteindir. Lusiferaz enzimi varlığında bu özel protein ATP harcanarak oksijenle birleşir ve bizim gözlemlediğimiz ışığı yayar. Tepkime sonunda inaktif oksilusiferin maddesi oluşur. Oksilusiferin, kimyasal işlemlerden geçirilerek aktif lusiferine dönüştürülür ve tekrar tekrar kullanılır. Bu özel protein günümüzde çeşitli araştırmalarda da kullanılmaktadır. Genetik bilimindeki gelişmeler sayesinde bugün ultraviyole ışık altında parlayan tavşanlar bile üretilmektedir. Balıklar zaman zaman da lüminesan bakteriler tarafından enfekte olabilmektedirler. Balık, yaralanarak enfekte olduğunda bu durum yaradan sızan mavi ışık şeklinde görülebildiği gibi balığın yediği bir besinden aldığı bakteriler balığın içinden yayılan sönük bir ışık şeklinde de görülebilir. Bu bakteri-balık birlikteliği bir tür mutualist yaşam örneğidir. Bakteriler balıktan kendileri için gerekli besini alır ve bunu ışık şeklinde geri verir. Bu bakteriler balığa zarar vermez. *Işık, biyolojik teknoloji alanında nasıl kullanılır? Tek bir hücreden insan gözünün görebileceği şiddette ışık veya lazer ışığı üretilebilir mi? Harvard Tıp Okulundaki bilim adamları tek bir böbrek hücresi ve denizanasından elde edilen özel bir proteinle bunu başardı. Peki, lazer nedir?
25
BİLİM
Açılımı, “Light Amplification by Stimulated Emission of Radiation”dır. Yani, “uyarılmış radyasyon yayılımı ile ışığın güçlenmesi”. Lazer oluşturmak için iki şeye ihtiyaç vardır: Dış kaynaklı ışığı kuvvetle yayan bir materyal ve bu ışığı yoğunlaştıracak bir ayna düzeneği. Günümüze kadar ışığı kuvvetlendiren materyal olarak yarı iletkenler, gazlar, kristaller kullanılmış ama son çalışma, bunların yerine denizanasında bulunan yeşil floresans proteinin (GFP) kullanılması olmuştur. GFP’i popüler yapan ışık yayması, emdiği ışığı geri yansıtması. Bu proteinle hücreleri etiketleyip görsel takiple hücresel hastalıklar üzerinde çalışmak, biyolojide çığır açmak mümkün. Peki, ya gelecekte neler olacak? Bilim adamları şu sıralar oluşturulan biyolazerin ayna ihtiyacını kaldırıp, ayna görevi olacak yapıları hücreye yerleştirip hücrenin bağımsız lazer üretmesini amaçlıyorlar. İleride yapılan çalışmalarla biyolazer kelimesini birçok alanda duymaya başlayacağız. Dünya baş döndürücü hızla ilerlerken Işık Yılı’nın dikkati çekmeye çalıştığı en önemli konulardan biri de yapay ışığın artması ve bunun sonucunda atmosferde oluşan kirlilik. Işık kirliliği, ışığın yanlış olarak canlıları rahatsız edecek şekilde kullanılmasıdır. Yapay ışıkların sebep olduğu kirlilik, öncelikle gökyüzünden yıldızları çalıyor. Işık kirliliği ile sadece gecenin asaletine değil, doğanın düzenine de zarar veriyoruz. Bir çevre şirketinin hazırladığı rapora göre, binlerce deniz kuşu, denizlerdeki petrol rafinerileri-
nin ışığına yönelerek düşüp ölünceye kadar dönmeye başlıyor. Geceleri göç eden kuşlar, yüksek binaların ışığına aldanıp bu binalara çarparak ölüyor. Plajlarda yumurtalarından çıktıktan sonra deniz kaplumbağaları, turistik otellerin ışıklarını yakamoz zannettikleri için, deniz yerine karaya yürüyor ve denize ulaşamadığı için ölüyor. Bu tarz örnekleri çoğaltmak mümkün… İnsanlar da bu kirlilikten nasibini alıyor ne yazık ki! Araştırmalara göre, uygun olmayan aydınlatma, insanları huzursuz etmekte ve uykusuzluğa neden olmaktadır. Aydınlık ortamda uyumanın insanlarda miyopluğa neden olduğuna dair incelemeler de yapılmaktadır. Aşırı ışık nedeniyle beyin, melatonin maddesini salgılamadığı için, oluşmayan östrojen hormonu özellikle kadınlarda göğüs kanserine sebep olmaktadır. O yüzden canlılar yok olmasın, yıldızlar tümden yitip gitmesin, dünya ışıksız kalmasın diye gökyüzüne bakma ve yıldızları görme zamanı şimdi… Dünya, Işık Yılı’na girdi. Hadi, sen de söndür ampulleri, kapat LED’leri… Şehrin tüm şalterini indirip kap battaniyeni; balkona, bahçeye, parklara, gökyüzünü görebileceğin bir yere at kendini, Samanyolu’ndan kendine bir yıldız seç önce, Büyük ve Küçük Ayı’yı, Kutup Yıldızı’nı ara sonra; yıldızların altında ışığı yakala! Dünyanın tüm canlılar için “ışık”tan bir yıla dönüşmesi dileğiyle…
*www. isikkirliligi.org, The Book of Popular Science, Cilt 2, The Grolier *http://www.sciencedaily.com/releases/2003/04/030415083721.htm, Naturenews
26
ABD / Seattle
27
İNSAN - TOPLUM, KADIN
KOLEKSİYON SAĞLIK
Dr. Rabia DEMİRCAN FMV Işık Okulları Ayazağa Kampüsü Okul Doktoru
28
İ
nsan, en küçük canlı birim olan hücrelerden oluşur; toplum ise bireylerden… • Hücre, ait olduğu dokuyla ilgili özellikleri taşır: kırmızı kan hücresi, beyaz kan hücresi, sinir hücresi, kas hücresi, deri hücresi, üreme hücresi gibi… Birey ise ait olduğu toplumla ilgili özellikleri taşır. • Hücreler, ait oldukları dokudaki işlevleriyle ilgili farklılaşmalara uğramıştır. Örneğin kas hücreleri; düz kas hücresi, çizgili kas hücresi, kalp kası hücresi gibi işlevleriyle uyumlu, yapısal farklılıklara sahiptir. Bireyler de ait oldukları toplumlarda, iş bölümü gereği farklı mesleki nitelikler edinmişlerdir. Aynı meslek grubu içinde de işlev açısından ihtisaslaşmalar olabilir. • İnsan neslinin devamından sağlıklı cinsiyet hücreleri ve bunlarla gerçekleşen üreme işlevi sorumludur. Toplumların devamından ise özgür düşünebilen bireyler ile özgür düşünen, düşüncelerini özgürce söyleyen ve söylediklerini dürüstçe eyleme döken liderler… • Her insanın kendine has biyolojik özelliklerinin nesiller arası aktarımını ve süreğenliğini, üzerinde o canlıya ait özel genetik kod molekülleri taşıyan kromozomlar sağlar; toplumların kendine has kültürel özelliklerinin aktarımını ise düşünsel akımlar ve bunları üreten bireyler sağlamaktadır. • İnsanın sahip olduğu DNA zincirinde bazen yapısal değişimler ortaya çıkabilir, buna MUTASYON denir. Hücre bölünerek çoğalırken DNA’sının bir kopyasını çıkarmak zorundadır. Kopyanın bire bir olamadığı durumlarda, DNA diziliminde meydana gelen farklılık bir mutasyondur. Bu mutasyon, doğal nedenlerle ya da dış etkenlerle (kimyasallar, radyasyon, ultraviyole ışınları, sigara, beslenmede aşırı hazır gıda kullanımı vb.) olabilir. Bu durumda hücre, DNA’yı onarmaya çalışır ancak bunu her zaman mükemmel biçimde gerçekleştiremez ve işlem orijinalinden farklı bir DNA ile tamamlanır; mutasyon oluşur.
Mutasyon aslında genetik çeşitlilik sonucunun ana kaynağıdır. Bir başka sonuç ise hücre bölünmesindeki kontrol mekanizmasının ortadan kaldırılmasıdır. Kontrolsüz bölünmeyle ortaya çıkan en olumsuz tablo kanserdir. Mutasyon, somatik dediğimiz bedensel hücrelerde gerçekleşmişse ortaya çıktığı organizma üzerindeki etkileri, sadece o organizmayı ilgilendirir; gelecek nesle aktarılmazlar. Kontrolsüz hücre üremesi dediğimiz kanser, buna örnektir. Ancak somatik mutasyonlar, bir organizmanın yaşlanma sürecinde de rol oynadıkları için tıpta önem taşırlar. Mutasyon, germ hücreleri dediğimiz dişi (oosit) ve erkek (sperm) üreme hücrelerinde gerçekleşmişse nesilden nesile aktarılır. Toplumda sosyal koşulların etkisiyle bazı değişimler olur. HEPSİNDE AMAÇ O ANIN KOŞULLARINA UYUM VE YAŞAMIN DEVAMINI SAĞLAMAKTIR. • İnsanın canlılığı için hücre içi enerji üretiminden MİTOKONDRİ sorumludur. Toplumun refah ve mutluluğundan ise üretken ekonomi ve BİLİMSEL EĞİTİM… • İnsanda mitokondrinin enerji üretimi, elektron koparmaya dayanan oksidatif bir işlemdir. İşlem gerçekleştikçe bazen ölümcül etkileri olan serbest radikaller açığa çıkar. Toplumda ise ekonomik krizler, bilim dışı ve hukuk dışı uygulamalar, terör eylemleri vb. • İnsan hücresini serbest radikallerden korumak için, nükleer santrallerin dışındaki kurşun-beton tabaka gibi, mitokondrilerin dışında da bir koruyucu zar vardır. Hukuk, emniyet, sosyal güvence vb. de toplumlar için âdeta koruyucu bir zar gibidir.
• İnsanın sağlıklı yaşaması için serbest radikallerin etkisini en aza indirgeyecek antioksidan besinler, vitaminler, mineraller vb. önerilir. Toplumun mutluluğu içinse bilimsel çalışmaların kurumsallaşması, düşünce özgürlüğü, hukukun üstünlüğü, sosyal devlet güvencesi gibi uygulama ve hakların sağlanması vazgeçilmezdir. • Ne kadar ilginçtir ki insanda canlılığın sürmesi için gerekli olan mitokondriyi, doğa yarı otonom ünite hâline getirmiş. Hücre içi ve hücre dışı süreçlerden etkilenmesini en alt seviyede tutabilmek için bu organele özerklik armağan etmiş. Özerk mitokondride enerji üretimiyle yükümlü ve bunun kontrolünü sağlayan tam 37 adet gen var. Mitokondri kendi DNA’sına sahip olmasına rağmen ana hücreden tamamen bağımsız bölünemez. Canlı türüne özgü kromozom sayısı değişse de (insanda 23 çift, atta 24 çift gibi…) mitokondrideki 37 gen sayısı değişmez! Çok hücreli canlıların hepsinde bu sayı yaklaşık 550 milyon yıldan beri aynıdır. Sebebi tam olarak bilinmese de bu genetik bağımsızlık, büyük olasılıkla otokontrol amaçlıdır. Çünkü mitokondrial genetik yapının pek çok pasif kopyası, başta kromozomların mekânı olan hücre çekirdeği olmak üzere, hücre içinde çok sayıda bulunur. Çok küçük bir mutasyon bile olsa pasif kopyalar hemen aktif üretime katılır; mutasyonlu gen elenir. Süreğenlik ve korunma muhteşemdir. • İnsan ürerken dişi ve erkek kromozomların yeni kombinasyonundan yepyeni bir başka insan daha doğmaktadır. Toplumlarda da düşünme ve düşünceyi ifade özgürlüğü, yaşam biçimi hâline gelince yepyeni düşünce akımları ve bilimsel gelişmeler doğmaktadır.
• İnsanda döllenmede rol alan erkek hücresinin spermin dişi hücresi oosite girmesini spermin kuyruk hareketleri sağlar. Bir sperm oositin yani yumurtanın içine girdikten sonra, oosit zarının özelliğini değiştirerek başka spermlerin içeriye girmesine izin vermez. Kuyruğun hareketleri ise spermin boyun kısmında yerleşmiş mitokondrilerin enerji üretimi sayesinde gerçekleşir. Süreci başlatan, spermdeki mitokondrilerin enerji üretimidir. Oosite giren spermin mitokondrial genleri olayı başlatmasına başlatır da spermin boyun ve kuyruk kısmı işlem gerçekleştikten sonra hemen dışarı atılır. Dişi ve erkek kromozomların yeni bileşkesi oluşur. Değişim ve gelişim aşamaları devam eder: ZİGOT, EMBRİYO, FETUS ve yeni BİREY. Yeni canlıda sadece anneden gelen dişi mitokondriler kalır. Nesilden nesile mitokondrial genler hep dişi kökenli aktarılır ve mitokondriler, yarı otonom özellikleri sayesinde, her hücre bölünmesinde ayrıca bölünerek canlıdaki tüm hücrelere yayılırlar. Yazının başlığında yer alan “İNSANTOPLUM” sözcüklerine “KADIN” sözcüğünün eşlik etmesinin nedeni de işte budur. Bu genetik yapının milyonlarca yıldan beri muhteşem bir korunmada ve DEĞİŞMEZ olduğunu da tekrar vurgulayalım. Bunun nedeni konusunda araştırmalar devam etse de bilimsel açıklaması henüz tam yapılamamıştır. Tarihsel süreçte ve günümüzde bazı toplumlarda, bireyin “soyunun adı olarak anne adını taşıması”nda bu bilimsel gerçeğin etkisi var mıdır, bilmiyorum. Ama doğanın dişi insana armağan ettiği bu genetik özgürlük ve yükümlülüğün, toplumsal yaşama yansıdığında sadece yükümlülük olarak kalmamasını ve özgürlüğün de ona eşlik etmesini diliyorum. İnsanların barış ve mutlulukla yaşayacağı, herkese eşit değer verilen toplumların sürekliliğine inanıyorum.
29
GEZİ
AKZAMBAKLAR ÜLKESİ FİNLANDİYA Sessizliğin sesi, huzur, temiz hava, çam ağaçları ve dağ yemişleri diyarı… Sevgi ŞİRANLI FMV Özel Işık Lisesi Yabancı Diller Bölüm Başkanı
A
skerî doktor olan dayım, ortaokul yıllarımda yabancı dile olan ilgimi görmüş olacak ki kitap koleksiyonundan özenle seçtiği bir İngilizce kitabı bana armağan etmişti. The Land of White Lilies “Akzambaklar Ülkesi Finlandiya’da”. Dayımın hatırası olan bu kitapla birlikte benim Finlandiya’ya karşı ilgim de başlamış oldu. Grigory Petrov, “Akzambaklar Ülkesi Finlandiya’da” adlı kitabında; Finlerin vatanseverliğini, ülkelerini kahramanca savunmalarını ve dürüstlüğü hayatlarına ilke edinmiş bu sessiz ama yüreği sıcak insanların hikâyesini anlatır. Fin ulusunun hayatında ve tarihinde çok önemli yer tutmuş iki ilginç özelliği bulunmaktadır. Bunların birincisi, Finlerin 1917 Rus devrimine kadar tarihleri boyunca bağımsız bir ulus ve devlet hayatı yaşamamış olmalarıdır. İkincisi, Finlerin tarih boyunca, başlı başına büyük güç sayılacak ve kendilerine önderlik yapacak değerde büyük liderler yetiştirmemiş olmalarıdır. Finlerin, görünen ve bilinen yüksek kültürleri, tek tek büyük kişilerin eseri değil, Fin halkının bir bütün olarak birlikte yarattığı ortak bir eser olmuştur. Fin aydınların en önemli temsilcilerinden biri olan Snellman, bir halk öğretmeni, Finlerin ulusal kültürlerinin yaratıcısı olarak ün yapmıştır. Grigory Petrov kitabında, Snellman’ı, göller ve bataklıklar ülkesi Finlandiya’yı “Akzambaklar Ülkesi”ne dönüştüren ve yepyeni bir Finlandiya yaratan lider ola-
30
rak tanımlamaktadır. Snellman’ın istekleri doğrultusunda genç Fin öğretmenler, din adamları, avukat ve memurlar harekete geçmişler; halk yığınlarının eğitimi, okuryazarlığı, aydınlatılması ve uyarılması için bir seferberlik başlatılması gereğini yaymaya başlamışlardır. Yöneticiler iyi veya kötü, kahraman veya korkak ya da hain olabilirler. Fakat her biri kendi ulusunun eseridir. Onlar ulusal ruhun birer kopyasıdır, halk yığınlarının yarattığı kişilerdir ve kendi uluslarına benzerler. Bu yakınlık, “Her ulus layık olduğu devlet şekliyle ve hak ettiği yönetimle yönetilir.” sözüyle pekiştirilmiştir. 700 yıllık İsveç idaresinin ve bir asırlık Rus egemenliğinin ardından, 1917 yılında bağımsızlığını ilan eden Finlandiya, Atatürk’ü de o kadar etkilemiştir ki Atatürk, Cumhuriyet’in kuruluşu ile tüm askerî okullarda bu kitabı müfredatta okunması zorunlu kitaplar listesine ekletmiştir. 1923 yılında kurulan Modern Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş öyküsünde, Atatürk’ün Finlerin bağımsızlık mücadelesi ve yeniden bir ülke yaratma çabalarından etkilendiğini düşünmekteyim. Bu kitabı okuduktan yaklaşık 35 yıl sonra Finlandiya’ya yaptığım geziye dair izlenimlerimi sizlerle paylaşmak istiyorum. Finlandiya, jeopolitik konumu itibarıyla (batıda İskandinav yarımadası, doğuda Rusya) bir tampon bölge konumunda. Bugün Finlerin kafasını en çok yoran, bölgedeki politik gelişmeler, özellikle de RusyaUkrayna sorunu. Kamuoyunda iki görüş hâkim: Nato’ya katılmak ya da katılmamak.
Nato’ya katılmak, 100 yıl egemenliği altında kaldıkları Rusya’yı karşılarına almak demek. Sınırlarındaki hassas dengeyi bozmak istemiyorlar. Nato’ya katılmamak ise Nato’ya bağlı ülkeleri karşılarına almak ya da yalnız kalmak olarak düşünülüyor. Finler, İsveçliler gibi yaşamlarını devlet güvencesi altında sürdüren ekonomik sıkıntıları olmayan, fakirle zengin arasında uçurumlar olmayan -kazancınız ne kadar yüksek ise devlet sizden o oranda vergi kesiyor- sade yaşamdan mutlu olan, azla yetinmeyi bilen insanlar. Finler görünüşte oldukça utangaç ve içine kapanık insanlar ancak soru sorduğunuzda sizinle ilgilenen ve kalplerini açan sıcak insanlar. Onlar da bizim gibi evlere ve hatta okullara ayakkabılarını çıkararak giriyorlar. Koskoca ülke 6 milyon nüfusa sahip. Devlet genç nüfusu artırmak için genç çiftlere maddi destek veriyor. İş başvurularında evli bayanlara sorulan “Çocuk sahibi olmayı düşünüyor musunuz?” sorusuna verilecek olumlu cevaplar onlara artı puan kazandırıyor. Finlandiya’nın başkenti Helsinki’ye yapılan 3.5 saatlik bir uçak yolculuğundan sonra, trenle ülkenin kuzeyine keyifli bir yolculuk yapılması tavsiye edilir. 4 saatlik tren yolculuğunun ardından eski bir liman şehri olan Kokkola’ya varıyorsunuz. Küçücük bir şehir olan Kokkola’da alışveriş merkezlerinden büyük ve içi her yaştan insanla dolu şehir kütüphanesi, Finlerin yaşam tarzlarının bir göstergesi. Kışın günler kısa, geceler uzun. Trafik diye bir sıkıntı yok hatta saat 18.00’den sonra sokaklarda insan bulmak bile zor. 7’den 70’e her Fin, ulaşımda bisikleti tercih ediyor. Hayatı yaşayacak o kadar çok zamanları oluyor ki bu yaşam tarzı onları el sanatları, ağaç oymacılığı, yün örgü, kukla yapımı, ev-bahçe tasarımı gibi hobile-
re yönlendirmiş. Öyle bir yaşam düşünün ki gündüz iş yerinizde çalışmanızı bitirdikten sonra, bisikletinize atlayıp ormanın içinden yaklaşık 1 km uzaklıktaki bahçe içindeki evinize ulaşabiliyor, akşam arkadaşlarınızla buluşup vakit geçirererek tekrar bisikletinize atlayıp evinize güvenli bir şekilde dönebiliyorsunuz. Finler tabiri caizse ince eleyip sık dokuyan bir toplum. Geçmişin izlerini bir dedektif gibi sürüp en küçük kalıntılardan bir belgesel hazırlayabilecek kadar ince görüşe sahipler. Kokkola’da eskiden okul, şimdi müze hâline gelmiş binada sergilenen eski bir sirk sihirbazı olan “Ben Şeyh Ali” sergisi, sahip olduğu zengin geçmişi acımadan çiğneyip, yakıp yıkan toplumlara örnek olmalı. Sergi küratörünün terk edilmiş bir evde bulduğu eski sirk ve sihirbazlık aletlerinden yola çıkarak bir zamanlar ünlü olan bir İsveçli sihirbazın yaşantısını ve anılarını tekrar bir araya getirdiği sergi ve belgesel bu çabanın bir örneği. Finlandiya’nın kuzeyinde kutup çizgisinde bulunan “Lapland”, Türkçedeki karşılığıyla Laponya, turistik bir bölge. Bölgede yaşayan etnik grubun adı Samiler. En bilinen özellikleri binlerce yıldır Ren geyiği sürülerini gütmeleri. Hâlâ gelenek devam ediyor. Sami dili; Fince, Estonca, Macarca ve Türkçe ile aynı aileden geliyor. Samilerin kendilerine ait kültürü, dili, inanışları mevcut. Laponya, turistik açıdan gayet popüler bir bölge. Santa Claus’un köyü burada olduğundan bölgeye çok sayıda turist geliyor. Kışın ise burada haskilerle kayabilir-
31
GEZİ
siniz. Lapland’e Kokkola’dan araç kiralayarak ya da 4 saatlik tren yolculuğu ile -kutup ekspresi deneyimi yaşamak isterseniz- ulaşabilirsiniz. Kütük evler kiralayabilir ya da buz otellerde kalabilirsiniz. Teleferikle tepelere çıkıp doğa yürüyüşleri yapabilirsiniz. Ren geyiklerini yakından görüp her dilde merhaba demeyi bilen Noel Baba ile hatıra fotoğrafı çektirebilirsiniz. Finlandiya’nın başkenti Helsinki sakin, sessiz ve düzenli bir şehir. İstanbul’dan 3.5 saatlik bir uçak yolculuğu sonrası Helsinki Havalimanı’na varıyorsunuz. Havalimanı bildiğimiz havalimanlarından çok farklı, yerler ahşap parke kaplı, sanki evin salonuna giriş yapmış gibi bir duyguya kapılıyorsunuz. Çocuk oyun köşeleri bile doğal ahşap malzemelerden oluşturulmuş. Doğa ile iç içe bir yaşam yerine geldiğinizi hemen anlıyorsunuz. Bu, bizim gibi İstanbul’un yoğun yaşam temposuna alışmış insanlar için âdeta bir kültür şoku! Havalimanından şehir merkezine her 15 dakikada bir otobüsler kalkıyor. Trafik olmadığından yarım saatte Helsinki’desiniz. Şehri gezmek ise en fazla bir saatinizi alıyor. Elinizdeki bagajı tren garındaki emanet dolaplarına bırakıp şehri rahat rahat gezmeye hazırsınız. Görülmesi gereken yerlerin başında Senato Meydanı ve ortasında yer alan Helsinki Katedrali geliyor. Yüksek merdivenlerle çıkılan bir temel üzerine neoklasik tarzda inşa edilmiş Katedral, bembeyaz ve sade görünümüyle âdeta Finlerin hayat tarzını yansıtıyor. Limana doğru gittiğinizde kırmızı tuğladan yapılmış Ortodoks Uspenski Katedrali mimari farklılığı ile göze çarpıyor. 1868’de inşası tamamlanan Katedral, Batı Avrupa’nın en büyük Ortodoks kilisesidir. Kırmızı tuğla mimarisi ile Doğu ve Batı mimarisinin özelliklerini birleştirir. Eğer vaktiniz varsa gün içinde sürekli seferleri olan şehir hatları vapuru ile Seurasaari Adası’nı gezmeye gidebilirsiniz. Seurasaari, popüler bir açık hava müzesi. Ada’daki tahta evler 18. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar Fin geleneksel ahşap evlerini bizlere tanıtıyor.
Teşekkürler Merhaba Su Kahve Hoş geldiniz Hoşça kal
32
: Kiitos : Moi Moi : VessiK : Kahvi : Tervatuola : Näkemiin
Karnınız acıktıysa, kuzey lezzetlerinden tadımlık yiyeceklerin satıldığı ve ikram edildiği hemen rıhtımda bulunan Hakaniemi Pasajı’nı gezebilirsiniz. 1914’te inşa edilen bu tarihî pasaj 2 kattan oluşuyor. Giriş katında yiyecek satışı yapılıyor, ikinci katta ise hediyelik eşyalar satılıyor. Bizim Balık Pazarı’na benzeyen mekânda Türk yiyecekleri standı görürseniz şaşırmayın. Deniz mahsullerinden oluşan kanepeleri atıştırıp, güzel bir içecekle içinizi ısıtarak soğuğa aldırmadan
turunuza devam edebilirsiniz. Limandaki açık tezgâhlardan çeşitli dağ yemişleri alıp tatmayı unutmayın. Bu küçük geziyi bir saat içinde tamamlayabilirsiniz. Eğer biraz daha zamanınız varsa şehrin sanat müzelerini de gezmeyi unutmayın. Ateneum Sanat Müzesi, Finlandiya’nın en popüler müzesidir. Ağırlıklı olarak Fin sanatından koleksiyonların sergilendiği müzede Batı sanatının örneklerini de bulabilirsiniz. Ulusal Müze prehistorik dönemden bu yana Fin yaşamını anlatan koleksiyonlardan oluşur. Ulu çam ağaçlarının gökyüzünü bir dantel gibi sardığı engin yeşillikler, havada çam ve sonbahar yapraklarının kokusu, dağ yemişleri ile kaplı çalılıklar arasında sessiz sessiz ormanın içinden yürüyün. Islak yapraklarla kaplı toprak yolda ayak izlerinizin yaprakları ezerken çıkardığı hışırtılardan başka bir ses duymayacaksınız. Aklıma Robert Frost’un “Stopping by the Woods on a Snowy Evening” şiiri geliyor. “Kimin bu karla kaplı ormanlar sanırım biliyorum.” İnsana bazen ürperti bazen de hoş bir boşluk hissi veren bir ormanın içindesiniz. Çalılıklar arasından her an kırmızı kukuletalı uzun sakallı ve kırmızı yanaklı sevimli bir Elf çıkabilir karşınıza, sakın korkmayın, onlar Lapland’de Noel Baba’nın çocuklara hediyeler hazırlayan yardımcıları. Sevimli cinler kırmızı şapkalarını öylesine yüzlerine çekmişler ki yalnızca mantar burunları gözüküyor. Sonra da size şöyle sesleniyorlar: “Tervetuola mielle”, evimize hoş geldiniz!
Helsinki Katedrali
33
KOLEKSİYON SOSYOLOJİ
SEVGİ DOLU ÖYKÜLERE... Şenay KURT FMV Kalite Müdürü
1
4 Şubat, “Dünya Öykü Günü”ymüş. Ne güzel bir rastlantı!
Herkesin bir öyküsü var ve her öykünün içinde dolaylı bile olsa sevgi... Gün, öykü günü olunca, tarihi de aşkın, sevginin günüyle aynı olunca, dünyanın bu en güzel duygusunun öyküsünü paylaşmadan olmaz diye düşündüm. Öyküden önce mevsime takıldım; aşkın gününün, konunun sıcaklığıyla tezat oluştururcasına kışa denk gelmesinin anlamına... Neden tüm duyguları coşturan yaz mevsimi değil veya neden doğayla birlikte gönlümüzde açan çiçeklerin mevsimi ilkbahar değil de kış? Belki ilkbaharda ve yazın aşkın sıcaklığını hissetmek daha kolay olduğu içindir. Öyle ya en güzel aşk zor olandır. Bakalım kış mevsiminin soğuğu aşkın sıcaklığına baskın gelecek mi? Aslında hiçbiri. Hatta bu tarih diğer özel günler gibi, örneğin anneler veya babalar günü gibi kaybedilen bir sevgilinin ardından ortaya atılan bir tarih de değil. Sevgililer Günü’nün kökeninde ilginçtir ki din var. Ucu Roma Katolik Kilisesine kadar dayanıyor. Bir din adamı olan Valentin’in adına ilan edilmiş gündür 14 Şubat. Tüm dünyada “St. Valentine’s Day” yani Aziz Valentin Günü diye biliniyor olması bu yüzden. Gelin önce 14. yüzyıla uzanan bu romantik günün dinle ilişkisine bakalım: Bu konuda birçok hikâye var. En bilineni Roma Azizi Valentine’in yasak olmasına rağmen Romalı askerleri gizlice evlendirmesiyle ilgili. Bir diğer hikâye ise Aziz Valentine’in Hristiyanlara yardım ettiği gerekçesiyle hapse atılmasıyla başlar. Efsaneye göre, hapis yattığı dönemde bir mucizeyi gerçekleştirir ve gardiyanın kör kızı Julia’yı iyileştirir. Hristiyan olduğu için idama mahkûm edilen 34
Valentin, infaz edilmeden bir gün önce kıza “Your Valentine” yani “Senin Valentin’in” yazılı bir veda notu yazar. Belki de o nedenle Batı’da Valentin adı “sevgili” sözcüğü gibi kullanılır olmuş. Rivayetin devamında Julia, Valentin’in Roma’daki bir kilisede bulunan mezarının yakınına pembe çiçek açan bir badem ağacı diker. Ağaçlarla ilgili efsanelere göre badem ağacı, bu nedenle sevgiyi ve dostluğu simgeler. “Aşk Çeşmesi” diye bilinen Trevi Çeşmesi’nin de Roma’da olduğu düşünülürse dünyanın en romantik şehri belki de Roma olmalı, Paris değil! Öte yandan tarih olarak bakıldığında bu özel günün aşkla bağlantısının Antik Yunan dönemine kadar uzandığı söyleniyor: Çünkü ocak ayı ortası ile şubat ayı ortası arasındaki zaman dilimi o dönemde, Tanrıların ve İnsanların Babası Zeus ile Evlilik Tanrıçası Hera’nın evliliğine adanmış. Antik Roma’da ise 15 Şubat, Bereket Tanrısı Lupercus’un onuruna kutlanmakta olan bir günmüş. O gün, din adamları Tanrı’ya keçi kurban ederler, sonra da kafalarının üstüne koydukları bir parça keçi derisiyle Roma sokaklarında koşturup karşılaştıkları herkese dokunurlarmış. Genç kızlar da Bereket Tanrısı’nın dokunuşundan nasiplerini alabilmek için ileri atılırlarmış çünkü inanışa göre bu dokunuş sayesinde doğurganlıkları kolaylaşırmış. Ayrıca bu bayramın arifesinde yani 14 Şubat’ta genç kızların isimleri yazılır, genç erkekler de kura çeker, kurada çıkan kızla bayram boyunca çift olurlarmış. Tarihi, kökeni, kaynağı, nedeni ne olursa olsun çok güzel ve anlamlı bir gün 14 Şubat. Çünkü artık gittikçe maddeleşen dünyamızda en büyük manevi değeri ayakta tutmaya
çalışıyor: sevgiyi. Yani insanı bir şeye veya bir kimseye karşı yakın ilgi ve bağlılık göstermeye yönelten duyguyu... Tabii bu tanım Türk Dil Kurumuna göre, çok resmî. Oysa tüm zamanların en iyi Türk filmlerinden birinde, “Selvi Boylum Al Yazmalım”da, sevgi o kadar güzel tanımlanmıştı ki... “Sevgi neydi? Sevgi iyilikti, dostluktu. Sevgi, emekti.” Her yıl 14 Şubat yaklaşırken tüm mağazaların vitrinleri kırmızıya bezenir. Kırmızı; aşkın rengi! Yukarıda söz ettiğim filmde aşkın tanımı da vardı: “Coşkun akan dere, sonbahar rüzgârıyla ürperen yapraklar, cama vurup dağılan yağmur damlaları, bir yürek çarpıntısı...” Sonunda coşkun akan dere durulur, yapraklar kurur, dökülür, yağmur diner, güneş çıkardı… Yani aşkın sevgiye dönüşümü... Çünkü aslolan sevgidir, aşk ise çok daha güçlü olmasına rağmen geçidir. Belki de bu nedenle Âşıklar Günü demiyoruz, kim bilir? Peki ya geçici olan aşkın rengi kırmızıysa kalıcı olan sevginin rengi nedir? Pembe? Kırmızının içinden tutkuyu çıkarınca hafifler, yumuşar ve uysal bir pembe kalır. Yoksa insana huzur veren mavi midir sevginin rengi? Ya da beyaz; istediğin renge boyayasın diye... Belki de rengi yoktur sevginin, şeffaftır. Rengini öykünüze göre siz tayin edin ama bu sevgi gününde yakınındaysanız birlikte paylaşacağınız sıcacık bir saati ve içten bir gülümsemeyi; uzaktaysanız bir kartı, çok uzaklardaysa da bir fincan sıcak çikolatayla anılar eşliğinde dualarınızı esirgemeyin sevdiğinizden ve öykünüze bir sevgi dolu anı daha katın.
35
KOLEKSİYON
CAM ALTI BİRİKTİRMEK
B
ugüne değin hiç cam altı resmi görmemişseniz eminim ilk sorunuz, o da nesi, nasıl biriktireceğiz, olacaktır. Ama cam altı bir resmin karşısındaysanız soğuk bir nesne olan camın nasıl sımsıcak bir esere dönüştüğünü görüp ilk bakışta vurulabilir ve hemen bir tane edinmek isteyebilirsiniz.
Mert SANDALCI Araştırmacı-Yazar 1974 Işık Lisesi Mezunu
Ben, gençlik yıllarımda, İstanbul’da, oturduğum semtlerde, cam altıyla tanışmışım da farkında değilmişim. Eskiden apartmanların giriş kapılarının yan tarafında isim ve numaraları üzerine yazılmış kalın cam levhalar bulunurdu. Bunlar, siyah zemin üzerine altın yaldız boya kullanılarak yapılmıştı, bir de dükkânların vitrinlerine asılan ayna tarzı; isim, adres, telefon bilgileri olan levhalar vardı. İşte yaşı ellilere dayananların hemen hatırlayacakları, İstanbul’da reklam tabelası yapanların elinde düz bir işçilikle yapılan bu işler, aslında birer “cam altı” imiş. Bir koleksiyoncu gözüyle olaya baktığımızda biriktirmek deyince işe belki buradan başlamak lâzım. Birbiri ardına yıkılmakta olan binalardan çıkan bu levhalardan birkaç örnek bir kenarda durmalı, yerine yenisi gelmiyor çünkü. Ama bu yazının konusu tabii ki bu levhalar değil. Ben, çok renkli, çok keyifli ama bir o kadar da zor bir sanattan bahsedeceğim. Üretimi zor, ulaşması zor, nakliyesi zor! Ama yine de bulmaya, görmeye, bilmeye değer bir şey cam altı resimleri… Bir zamanlar İstanbullu ustaların elinde yapılırmış cam altı resimler. Dinî konular işle-
36
nirmiş, özellikle Fatma Ana’nın eli, “vav” harfiyle oluşturulan çalışmalar, “göz”, hat sanatından örnekler bolca yapılırmış. Halk arasında bu eserlerden birini evde bulundurmanın insanları kötülüklerden koruyacağına inanılırmış. Resimler parlak, göz alıcı oluyor ve camın altında olduğundan tozdan, isten korunuyormuş ama cam işte, günün birinde bir şekilde kırılıp yok olabiliyormuş. Bu bakımdan Osmanlı dönemi örneklerden günümüze çok azı kalmış, ayrıca geçmişte kullanılan kök boyaların zamanla bozulması, kuruyup akması da kalan örneklerde bazı bozulmalara neden olmuş. Cam altı sanatı aslında 40-50 yıl öncesinde bitme noktasına gelmiş. Ta ki bakır dövmeciliğin zirveye ulaştığı yıllarda Mardin’de Hasan Usta, o zamana kadar bakıra işledikleri “Şahmaran”ı cama işlemeyi deneyene kadar… O zamana dek Mardin’de cam altı eserler özellikle Ermeni ve Süryani kiliselerinde kullanılırmış. İşi bilen eski ustalardan bu sanatı öğrenen Hasan Usta, işe “Şahmaran” resimleri yaparak başlamış. Bir süre sonra “Şahmaran” ile “cam altı” sözcükleri birlikte anılır olmuş. Bugün yer altındaki yılanların prensi, bir masal kahramanı olan “Şahmaran” Mardin’le bir anılıyor. Cam altı resimleri perspektif, derinlik içermiyor. Bu bakımdan cam altını minyatür sanatının cama işlenmesi gibi düşünebiliriz. Ama tabii ki çok önemli zorlukları var. Bir kere ters yönde çalışmanız gerekiyor, çizim alanlarını boyarken taşma olmaması
gerekiyor, kısacası sabır ve vakit işi. Zaman zaman işin yarısında veya iş bittiğinde kırılmalar oluyor. Sağlam sinirlere sahip olmak gerek yani… Bu arada unutmadan, cam boyaları yurt dışından geliyor. Onlarca farklı renk için ustalar zaman zaman İstanbul’a gelip boya satın alıyorlar. İş bittikten sonra yörede yetişen ceviz ağaçlarından üretilen el yapımı çerçeveler, resme büyük bir zenginlik daha katıyor. Ne yazık ki Mardin’de ahşap çerçeve yapanların sayısı da iki üçü geçmiyor. Konu hakkında bilgiyi ahşap sanatçısı Tekin İliğ bize veriyor. Günümüzde cam altı sanatçılığını Mardin’de iki aile babadan oğula el vererek sürdürüyorlar. Benim cam altı merakım da bundan iki yıl evvel Mardin’de Hasan Özcan ve oğulları Hamit ve Kadir kardeşlerin dükkânından içeri girdiğimde gördüğüm manzara karşısında başladı. Şöyle bir dolaştıktan sonra şehirdeki ikinci dükkâna, amcaoğulları Yusuf ve Emrah’ın yanına gittim. Özcan ailesi dışında son cam altı ustası da 1980’lerin sonunda bu işe gönül veren Tacettin Toparlı’ydı, o da oğlu Burak’ı yetiştirmişti. Hepsinden alışveriş ettim. Yapılan işlerden etkilenmemek mümkün değildi. Kısa bir süre sonra cam altı sanatçısı Hamit Özcan Usta İstanbul’da açılan el sanatları sergisine katıldı. Sergiye pek çok eş dost götürdüm. Mardin’den getirdiği tüm resimler burada satıldı. O günlerde cam altını tanıtmak, geliştirmek için Hamit Özcan’la kafa kafaya verdik, düşündük, taşındık. Eczacılık tarihi konusunda bazı eserler yapmak üzere harekete geçtik. Ben kaynak buldum, Hamit de üretti. Bu planı yaparken eczahane dekorasyonlarını düşündük, hekim muayenehanelerini
37
KOLEKSİYON
düşündük, tıp ve eczacılık kongrelerinde verilen ödülleri düşündük, meslek odalarının bina dekorasyonlarını düşündük… Bu el sanatı hak ettiği ilgiyi görürse Mardin’in hâlihazırdaki cam altı sanatçılarının tümü için aralıksız çalışabilecekleri bir ortam sağlanabilirdi. Yeni yetişecekler için de göz kamaştırıcı bir gelecek sunulabilirdi. Bir zamanların benzersiz minyatürlerini veya sanatçılarımızın kendi dünyalarında yarattıklarını, kitap sayfalarından çıkartıp duvarlarımıza taşımak mükemmel bir iş olacaktı fakat ciddi bir eserin ancak bir ayda ortaya çıktığı düşünülürse fazlaca talep olduğunda onca iş nasıl yetişir? Bu da cevaplanması gereken bir soru tabii… İstanbul sergisi dönüşü Hamit Usta eczacılık tarihi ile ilgili tabloları bir bir yapmaya koyuldu. Her tablo bittiğinde bir fotoğrafını gönderiyordu. İşler biriktikçe artık dayanamayıp onlara bir an evvel kavuşmam lazım geldiğini düşünmeye başladım. Peki, kırılmaya yatkın bu objeler Mardin’den buraya nasıl gelecekti? Ne uçak ne otobüs ne de kargo, hiçbirine güvenemedim doğrusu. Bu işin tek çaresi Mardin’e gitmek, taşımayı kendi aracımla yapmaktı. Öyle de yaptım. Eşim Gülnur ile birlikte yola koyulduk. Hamit Özcan’ı, babası Hasan Usta’yı, yaptığı cam altı çalışmalar ile çok yakında ülkemizi Los Angeles’te temsil edecek küçük kız kardeş Seda’yı tanıdık. Hamit’in babası Hasan Usta’nın Kültür Bakanlığı tarafından yurt dışına gönderildiğinde başından geçen olayları masal tadında keyifle dinledik. California Valisi Arnold Schwarzenegger’den girdik, Belçika’yı, Fransa’yı gezdik, Luxemburg’dan çıktık. Akşam kalabalık ailenin sofrasında aileden biri gibi yer aldık, Sakine annemizin elinden müthiş yemekler yedik. Mardin’in cam altı ve bakır işleme ustaları aslında Avrupa, Amerika demiyor geziyorlar. Yanlarında pek çok eseri buralardaki sergilere götürüyorlar ve geriye elleri boş dönmüyorlar. Yani ürünler kapış kapış gidiyor. Yurt içinde ise yeterli ilgi gördükleri söylenemez. Bunun nedeni de her zamanki gibi tanıtım eksikliği. Ayrıca bire bir sanatçının elinden çıkmış bir esere sahip olmanın keyfini yaşamak için biraz bilgi ve saygı gerekiyor galiba… Peki, bu soruna koleksiyoncular bir çözüm getirebilir mi? Neden olmasın? Benim şair Roni Margulies’in yanına birkaç meraklı daha katabilirsek tamamdır.
38
39
SPOR
TEKNOLOJİ VE SPOR Korhan SEÇİLMİŞ FMV Özel Işık Ortaokulu Müdür Yardımcısı
C
itius, fortius, altius. Yani daha hızlı, daha güçlü, daha yüksek. Latince bu üç sözcük, modern olimpiyat oyunlarının kurucusu Pierre de Coubertin’in önerisiyle 1894’te Uluslararası Olimpiyat Komitesinin kuruluşuyla birlikte, olimpiyatların resmî sloganı olarak kabul edilmiş. Sporun özüdür daha hızlı, daha güçlü olmak, daha yükseğe ulaşmak... İşin içine “daha” girince sporun olmazsa olmazı rekabet de kendiliğinden devreye giriyor. Spordaki rekabet artık sadece rakiplerin performanslarıyla da sınırlı değil, her alanda olduğu gibi bu alanda da teknoloji kendini iyiden iyiye hissettiriyor. Teknolojik firmaların şu anda en çok rağbet ettikleri sektör, hiç şüphesiz spor sektörüdür. Olimpiyatların amatör ruhunun aksine günümüzde futboldan basketbola, tenisten buz hokeyine, Formula 1’den kayağa kadar birçok spor dalına teknoloji firmaları girmiş durumda. Gelişen teknoloji sayesinde mayodan kayağa, kasktan ayakkabıya kadar her tür ekipman, sporcuları hız, güç ve yükseklik anlamında daha ileri götürmeye yönelik. Antrenörler ve sporcular da kişisel veya takım performanslarını artırmak adına teknolojinin nimetlerinden sonuna kadar faydalanıyorlar. Öte yandan sporla teknolojinin birlikteliği sonucu gelen başarıyı kimileri doğal, kimileri de son derece suni buluyor. Teknolojinin sporun heyecanını, gizemini azaltıp azaltmadığı ise bir başka tartışma konusu... Takdir sizlerin. Peki, gerek olimpiyatlarda gerekse dünya şampiyonalarında kırılan rekorların bir sonu var mı? Mevcut antrenman sistemleriyle sporcunun kas sistemi kırılan rekorları en
40
fazla nereye kadar taşıyabilir? İnsanoğlu 100 metreyi en iyi hangi sürede koşabilir? Uzun atlama rekoru en çok kaç metreyle kırılabilir? Sırıkla atlamadaki sınır nedir ve bu sınıra ne zaman gelinecek? Bu rekorların önünde sonunda bir sınırının olması gerekmez mi? Pek çok olimpik sporda insan, performansının sınırlarına yaklaşıp bu sınırlara ulaşmış olsa bile yeni teknolojiler yardımıyla bu sınırlar sürekli bir üst seviyeye taşınıyor. Uluslararası spor federasyonları her ne kadar teknolojiyi spor dallarının içine aktif olarak sokmamakta direnseler de sporun endüstri olduğu bir ortamda bunun mümkün olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Futbolda yaklaşık elli yıldır “Top gol çizgisini geçti mi, geçmedi mi?” tartışması yapılıyor. Tartışmalar devam ederken, GoalRef sensörlerle topun çizgiyi geçip geçmediğinin tespitini sağlayan teknolojinin artık kalıcı olarak kullanılması düşünülüyor. Tenis ve kriket müsabakalarında da topun çizgiye değip değmediğini görüntülemek için “şahin gözü” olarak bilinen teknoloji kullanılıyor. 2001 yılında Dr. Paul Hawkins ve David Sherry tarafından tasarlanan bu sistem, kısa süre içerisinde birçok maç yayını yapan bazı TV kanalları tarafından da kullanılmaya başlandı. Oyun sahası içerisindeki farklı alan ve açılarda bulunan dört adet yüksek hızda kamerayla sanal görüntü sağlayan ve zaman da hesaplanarak üçgenleme metoduyla topun çizgiye değip değmediğini ölçen şahin gözü sistemi, bilgisayar kameradan gelen görüntüler sonunda aldığı bilgilerle topun üç boyutlu animasyonunu ve hızını hesaplıyor. Daha sonra da bu görün-
tü, kameraların görüntü verdiği herhangi bir açıdan tekrar izlenebiliyor. Yani topun çizginin içine mi, dışına mı düştüğü birden fazla açıdan görülebiliyor. Krikette ilk olarak 2001’de İngiltere ile Pakistan arasındaki karşılaşmada bir TV kanalı tarafından yayına verilmek için kullanılan sistem, teniste 2006 yılında Miami Masters Turnuvası’nda denendikten sonra 2006 Amerika Açık Turnuvası’nda uygulanmaya başlandı. Teknolojik imkânlar, sporcuların doğru antrenmanla kendilerini geliştirmelerini sağlamak amacıyla kullanılarak onların müsabakalarda başarılarını artırmalarına yardımcı oluyor. Yani kullanılan teknoloji sporcunun performansına dolaylı olarak etki ediyor. Günümüzde birçok spor dalında veriler bilgisayarlara yüklenerek rakiplerin analizleri yapılmakta, buna göre antrenman programları oluşturulmaktadır. Rakiplerinin hangi zaman diliminde yorulduğu, toplarının kaç km hızla gittiği, sahanın neresinde oyunun efektif olarak oynandığı ve bunun gibi birçok konunun analizi yapılmadan günümüzde müsabakalara çıkılmıyor artık. 20. yüzyılın başlarında bambu sırıklarla yapılan sırıkla yüksek atlama sporunda 1950’lerde metal sırıklar kullanılmaya başlandı. Bunun ardından kullanılmaya başlanan cam elyafı kompozit sırıklar performansta büyük fark yarattı. Sırıkla atlama rekorları 1912’den bu yana %53 oranında bir yükseliş gösterdi. Teknolojiyi sırıkla yüksek atlamaya oranla dolaylı kullanan yüksek atlamada ise kırılan rekorlardaki artış, 1912 senesinden bu yana %23 oranındadır. Aynı şekilde uzun atlamada da bu artış oranı %18 civarındadır. Bu sonuçlar teknolojinin performans üzerinde ne kadar etkili olduğunu net bir şekilde ortaya koymaktadır.
saliselerin önemli olduğu yüzme sporunda teknolojik bir destek olarak tanımlayabiliriz. Spor-teknoloji yakınlaşması o kadar ileri boyuta gitti ki yüzme sporunda bazı kısıtlamalara bile gidildi. Zira özel yollar ve teknolojiyle üretilen mayolar yüzücülerin dünya rekorlarını bir anda bir iki saniye gibi farklarla kırmalarının önünü açmıştı. Bu mayoları kullanamayan yüzücüler ise doğal olarak yarışta geride kalıyordu. Bu durumun rekabeti engellediği görüşünü savunan Uluslararası Yüzme Federasyonu (FINA) bir düzenleme getirerek bazı özel üretim mayoların müsabakalarda kullanılmasını yasakladı. Geriye doğru bakarsak eğer, mayo teknolojisinin var olmadığı bir 1972 Münih Olimpiyatları’nda 7 altın madalya alan Mark Spitz mi yüzyılın efsanesidir, yoksa ileri teknoloji mayosuyla 6’sı altın toplam 8 madalya kazanan Michael Phelps mi? Takdir yine sizin!
Citius
fortius
altius
Günümüzde spor yapan kişilerin direkt veya dolaylı yönden spor mühendislerinin tasarladıkları malzemeleri kullanarak spor yaptıkları gerçektir. Artık sporcuların kullandığı malzemelerin vücut ısısını dengeleyen, hafif ve sporcunun maksimum konforla sporunu yapmasını sağlayan cinsten olması tabii ki sporcuların lehine bir durumdur. Ancak teknolojik yenilik ve gelişmeler gün geçtikçe sporun her alanına daha fazla girecek ve kendine has masumiyetini de zamanla yok edecektir.
Birincinin saliselerle belirlendiği yüzme sporunda sporcuların performanslarında artış sağlamak amacıyla spor ve teknoloji firmalarının yapmış olduğu çalışmalar sonucunda kırılan rekor sayısında gözle görülür bir artış meydana geldi. Ünlü bir yüzme mayo firması yüzücünün sudaki sürtünme katsayısını minimuma indiren bir mayo teknolojisini piyasaya sürdü. Dünya şampiyonalarında ve olimpiyatlarda kırılan rekorların sayısında hatırı sayılır bir artışla karşılaşıldı. Biraz daha ileri gidilerek başka bir firma mayolarında poliüretan ve elastane adı verilen sentetik bir lif kullandı. Yüzücü, bu teknolojiyle üretilen mayo sayesinde su içerisinde yüzerken, suyu geri ittiğinde hidrodinamik pozisyonunu koruyabildi ve kaslara gelen oksijenin akışını bu sayede dengelendi. Bu durumu da 41
TARİHTEN SAYFALAR
YARBAY HASAN BEY VE KÖPEĞİ CANBERK Dr. Arif AKDENİZ FMV Özel Işık Lisesi Türkçe-Sosyal Bilimler Bölüm Başkanı
Ç
anakkale Savaşı, 1915 yılında Osmanlı ordusu ile İtilaf Devletleri arasında geçen en büyük muharebelerden biridir. Bu savaşta Osmanlı Devleti cephede yaklaşık 250 bin şehit vermiş; en seçkin, en genç evlatlarını kaybetmiştir. Mehmetçik, eşi benzeri görülmeyen bir kahramanlıkla bu savaşta dünyanın en güçlü donanmalarını ve en güçlü ordularını hüsrana uğratarak büyük bir destan yazmıştır. Çanakkale’de destan yazanlardan biri de 17. Alay Komutanı Yarbay Hasan Bey ve köpeği Canberk’tir. Çanakkale’de kara savaşlarının başladığı ilk günler, 26. alayın taburları, kendilerinden on misli kalabalık düşmanla kahramanca savaşıyorlardı. Fransızlar, 27 Nisan’da Morto Koyu civarından taarruza geçmişlerdi. Buradaki birliklerimize takviye gerekiyordu. Gelibolu’nun kuzeyindeki 5. ve 7. tümenlerin bu bölgeye kaydırılması emri verildi. 5. tümene bağlı olan 17. piyade alayı, deniz yoluyla Kilya’ya geldi. 9. tümenin emrine verilen bu birlik, yaya olarak Eceabat ve Kilitbahir’e geçecek ve Havuzlar mevkiinde konaklayacaktı. 17. Alay Komutanı Yarbay Hasan Bey, askerleriyle birlikte ilerliyordu. Kilitbahir köyünde meydan çeşmesinin yanından geçiyorlardı. Çeşmenin etrafında kadınlar, çocuklar vardı. Çeşmenin önündeki bir şey, Hasan Bey’in dikkatini çekmişti. Üzeri yara bere içerisinde ve tüyleri dökülmüş bir köpek, su içmek için çeşmeye yanaşmaya çalışıyor, onun bu perişan hâlini görenler taş atarak köpeği çeşmeden kovuyorlardı. Hasan Bey bu duruma çok üzüldü, atından indi, köpeğin üzerindeki yaralara aldırmadan onu kucağına aldı ve çeşmenin yanına götürdü. Hayvana su içirip yaralarını temizledi. Ardından hayvanın karnını doyurdu ve onu yanına alarak yoluna devam etti. O günden sonra köpeği yanından ayırmadı Hasan Bey. Adını da Canberk koydu. Canberk kısa zamanda tüm Mehmetçiklerin dostu olmuştu. Türk askerleriyle beraber siperden sipere atlıyordu. Tüyleri yeniden çıkmış, yaraları ise tamamen iyileşmişti. Bölgedeki savaş olanca şiddetiyle sürüyordu. 11 Temmuz 1915 günü, Kerevizdere’de saldıran Fransızlara, gün biterken büyük kayıplar verdirildi. Fransız ölüleri, siperlerimizin önünü doldurmuştu. 17. Alay Komutanı Yarbay Hasan Bey yerde yatan Fransız ölüleri arasında bir kıpırdanma gördü, eğildi ve yaralı askeri omuzundan tutarak çevirdi. Yaralı Fransız, ani bir hareketle elindeki süngüyü Yarbay Hasan Bey’in göğsüne sapladı. Alay Komutanı gafil avlanmıştı, yere 42
yıkıldı. Her şey aniden olup bitmişti. Mehmetçikler acı gözyaşlarıyla Hasan Bey’i yere uzattılar, hepsi ağlıyordu. O an uzaklardan acı bir havlama sesi duyuldu. Canberk olanca hızıyla koşup geldi ve Yarbay Hasan Bey’in yanına çöktü. Yarbay Hasan Bey’in ellerini yalıyor, âdeta kalkması için yalvarıyordu. Mehmetçikler komutanlarını şehit olduğu yere gömmeye karar verdiler. Hasan Bey’in üzeri Türk bayrağıyla örtüldü ve mezar kazılmaya başlandı. Onlar bu işlerle uğraşadursunlar, Canberk de Hasan Bey’in üzerine örtülen bayrağın altına girmiş, Hasan Bey’in ayaklarının yanına uzanmıştı. Askerler, dualarla Hasan Bey’in aziz naaşını kaldırmak için Canberk’i kenara çekmek istediler. Ama Canberk kımıldamıyordu! Hasan Yarbay’ın yanında o da son nefesini vermişti. Önce Hasan Bey’i tekbirlerle defnettiler, ardından da ayak ucuna Canberk’i gömdüler. Kaynak:
1-http://secmehikayeler.com/canakkale-gercekleri/canakkalede-tummehmetciklerin-dostu-canberk.html#more-1369 2-http://www.torlakon.com/haberdetay.asp?ID=416 3-https://www.facebook.com/186941624710164/ posts/629752683762387 4-http://dergi.altinoluk.com/index.php?sayfa=yillar&MakaleNo=d265s 020m1 5-Sadiye Öner, Altınoluk Dergisi, 2008 - Mart, Sayı: 265, Sayfa: 020
BİR YÜZÜK HİKÂYESİ Çanakkale Savaşlarının en yoğun günlerinde İstanbullu binlerce ev kadını, Çanakkale Savaşlarında yaralanan Mehmetçiklere hizmet etmek için hastanelere koştu. Günlerce uykusuz ve bitkin bir hâlde yaralılarla ilgilendiler. Savaşın ardından kadınlara vefa borcunun ödenebilmesi için dönemin yöneticilerince para dağıtılması teklif edildi. Ancak kadınlar böyle bir teklifi kesinlikle kabul etmediler. Bütün bu fedakârlıklar karşılıksız kalmamalıydı. Bunun üzerine Osmanlı yetkilileri, ordu depolarındaki İngiliz tüfeklerinin çelik namlularını kestirerek üzerinde “1332 Cihadiye” yazılı yüzükler yaptırdılar. Bu yüzükler, vatansever kadınlara yaptıkları hizmetlerin nişanesi olarak dağıtıldı. (Foto: cihadiye, cihadiye_02, cihadiye_03, cihadiye_04, cihadiye_05, yüzük-01) Kaynak: 1-http://www.muhtarinyeri.org/fotosehitlikler.htm 2-http://www.zaman.com.tr/cumaertesi_canakkale-hatirasi-cihadiye-yuzugu_1348529.html
Ayazağa Kampüsü
Anaokulundan üniversiteye güçlü ve çağdaş eğitim FMV Işık Okulları 129 yıllık köklü geçmişi, güçlü eğitimci kadrosu, çağdaş eğitim sistemiyle eğitimde öncülüğünü sürdürüyor.
91-KSY-SY-16-01/2015
Nişantaşı Kampüsü
Erenköy - Güneş Kampüsü
Ispartakule / Bahçeşehir Kampüsü
Işık Üniversitesi Şile Kampüsü
www.fmv.edu.tr