FYZY Dergisi 31. Sayı

Page 1

FYZY FMV’nin armağanıdır. Para ile satılmaz.

HALKİDİKİ BILL GATES’E MEKTUP NERJA MAĞARASI’NDAN DİJİTAL TUVAL’E SANAT SERÜVENİ SIRA DIŞI SPORLAR PERGAMON, O BİR ŞEHİRDİ...

Haziran 2015

31.


SAYI: 31

İ Ç İ N D E K İ L E R 4 FMV Haberler 13 Eğitimci Gözüyle 14 Sosyoloji Yüksek Yüksek Tepelere... 16 İnsan Bill Gates’e Mektup 16 İçimizden Biri Türk İnşaat Sektöründe Prefabrikasyon Devrini Başlatan Bir Işıklı, Altan Gökçek 22 Gezi Halkidiki 26 Kent Kültür Pergamon, O Bir Şehirdi... 28 Edebiyat An Geçici, Hatıra Kalıcıdır 30 Koleksiyon Koleksiyon Deyince... 34 Sağlık Koşun Ama Abartmayın... 36 Sanat Nerja Mağarası’ndan Dijital Tuval’e Sanat Serüveni 40 Spor Sıra Dışı Sporlar 42 Tarihten Sayfalar Güneş Saatinden Kol Saatine

HAZİRAN 2015

FYZY İMTİYAZ SAHİBİ Feyziye Mektepleri Vakfı Işık Okulları adına FMV Yönetim Kurulu Başkanı Mimar M.Kâmil ÖZKARTAL • SORUMLU MÜDÜR Elk. Müh. Alp GÜNAY Feyziye Mektepleri Vakfı Genel Müdürü • YAYIN KURULU Sevil KARACIK FMV ve Işık Okulları Kültür Sanat Yöneticisi Ömer ORHAN FMV Özel Ayazağa Işık Lisesi Müdürü Şenay KURT FMV Kalite Müdürü • DÜZELTMEN Leyla TARAKÇI FMV Özel Ayazağa Işık Lisesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni • TASARIM - KAPAK Ömer ORHAN FMV Özel Ayazağa Işık Lisesi Müdürü KAPAK FOTOĞRAFI Erkin ÖN EDİTORYAL YAPIM - BASKI Mas Matbaacılık San. ve Tic. AŞ Hamidiye Mahallesi, Soğuksu Caddesi, No: 3 34408 Kağıthane - İstanbul Tel: 0212 294 10 00 Faks: 0212 294 90 80 info@masmat.com.tr Sertifika No: 12055 • İMTİYAZ SAHİBİ, SORUMLU MÜDÜR VE YÖNETİM YERİ ADRESİ Teşvikiye Cad. No: 6 Nişantaşı - İstanbul Tel: 0212 233 12 03 444 1 368 (FMV) www.fmv.edu.tr 4 ayda bir yayımlanır. Yayının türü: Dergi, yerel, süreli


BAŞYAZI

Değerli Işıklılar, 2 005 yılının Haziran ayında yayın hayatına başlayarak 10 yılı geride bırakan FYZY dergimiz aracılığıyla Işık camiasına seslenmeye ve ulaşmaya devam ediyoruz.

Işık Okullarının sürekli değişim ve gelişimi barındıran 129 yıllık tarihinde hiç değişmeyen bir gerçek var; o da okullarımızın “önce iyi insan” yetiştiriyor olmasıdır. Gelecek hedeflerimizin içinde, FMV Işık Okullarının yüksek eğitim imkânlarından genç nesillerin daha fazla yararlanmasını sağlamak önemli bir yer tutuyor. Eğitim için sadece İstanbul’da değil, İstanbul dışında da gereken çağdaş fiziki donanımlara sahip yeni okullar açmak Vakfımızın önemli hedefleri arasındadır. FYZY dergimizin bu yeni sayısında da sizlere okullarımızla ilgili pek çok önemli gelişmeyi aktarmanın mutluluğunu yaşıyorum. Ayazağa Işık Lisemizin dört yıldır düzenlediği “Spectrum of Education” eğitim sempozyumu yine yurt içinden ve dışından onlarca akademisyen, öğretmen, bilim insanı ve öğrenciyi bir araya getirdi. Dünyanın en eski oyunlarından biri olan satranç, FMV Işık Okullarının öncülüğünde 10. kez düzenlenen okullar arası turnuvayla 315 okuldan 325 takımı, 3 gün boyunca Ayazağa Kampüsü’nde buluşturdu. Tarihi 100 yılı aşan Türkiye’nin en köklü 33 lisesi arasında düzenlenen 100 Yıllık Okullar Spor Şöleni bu yıl da keyifli müsabakalara sahne oldu. Şölenin açılışı, spor ve iş dünyasının ileri gelenlerini bir araya getiren Spora Işık Tutanlar Ödül Töreni ile yapıldı. Sanatın ömür boyu insan ruhunu besleyen önemli ve vazgeçilmez bir gereksinim olduğu anlayışıyla Galeri Işık Teşvikiyede pek çok değerli sanatçının sergisini sanatseverlerle buluşturduk. 1981’den beri her yıl 50 ülkeden 140.000 öğrencinin katılımıyla yapılan ESU Public Speaking Competition, bu yıl 11-16 Mayıs 2015 tarihleri arasında Londra’da gerçekleştirildi. ESU Türkiye tarafından ülke şampiyonu seçilerek dünya şampiyonasına katılmaya hak kazanan FMV Özel Ayazağa Işık Lisesi öğrencimiz Aynil Aybaba, yaptığı konuşmalarla yüksek başarı göstererek yarı finallere kadar yükseldi. Uzun yıllar biyoloji ve fen dalında başarılı öğrenciler yetiştiren Işık Lisesi emekli biyoloji öğretmenimizin adını yaşatmak üzere konulan “Bedia Özeriş Fen Bilimleri Üstün Başarı Ödülü”nün bu

yılki sahibi Işık Lisesi öğrencimiz Onat Zeybek Kuşkonmaz oldu. Yine Işık Lisesinde Türk dili ve edebiyatı öğretmenliği yapmış Rauf Mutluay’ın anısını yaşatmak, öğrencilerimizin duygu, düşünce ve gözlemlerini yazı yoluyla ifade etmesini sağlamak, Türkçenin etkili ve doğru kullanımının yerleşmesine katkıda bulunmak amacıyla bu yıl üçüncüsü düzenlenen “Rauf Mutluay Edebiyat Ödülü Öykü ve Şiir Yarışması”nın sonuçları da açıklandı: Birinciliği öykü dalında Işık Lisesi öğrencisi Ayşe Aslı Altınkılıç, şiir dalında Erenköy Işık Lisesinden Venüs Yelkikanat aldılar.

Mimar M.Kâmil ÖZKARTAL Feyziye Mektepleri Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı

Erenköy Işık Lisesi ve Fen Lisesi Tiyatro ve Müzikal Topluluğu öğrencilerimiz, yönetmen Cengiz Çevik ile her gün saatlerce, aylarca süren yoğun çalışmalar sonucu sahneye koydukları “Lüküs Hayat” müzikaliyle tam 21 ödül kazandı. Gazeteci Sayın Hıncal Uluç, “ödül yağmuru” diye ifade ettiği bu başarılı çalışmayı “Geleceği Aydınlatan Işıklar” başlıklı köşe yazısında kaleme aldı. Tüm öğrencilerimizi canı gönülden kutluyor, başarılarının devamlı olmasını diliyorum. İşte böyle farklı kulvarlarda elde edilen başarılarla birlikte bir eğitim-öğretim yılını daha geride bırakıyoruz… Mezuniyet törenlerinde mezunlarımız, öğrencilerimiz, velilerimiz ve değerli öğretmenlerimizle bu köklü Işık ailesinin sıcaklığını ve gücünü tekrar yaşıyoruz. Sevgili çiçeği burnunda mezunlarımız, 1969 mezunu bir ağabeyiniz olarak 46 yıl önce ben de sizinle aynı heyecanları yaşadım, hayatınızın bu önemli döneminde neler hissettiğinizi çok iyi anlıyorum. Bir eğitim kurumu öğrencileriyle kısa süre geçirir ama sizler yaşam boyu öğrenmeye devam edin. Ufkunuzu açık tutun ve bilginin lezzetini keşfedin. Kendinize, ailenize, ülkenize ve insanlığa fayda sağlayan bireyler olmak için çok çalışın. Dünyanın neresinde olursanız olun, hoşgörü ile adalet ve özgürlük için mücadele etmekten vazgeçmeyin. En önemlisi de yıllarca aynı sıraları paylaştığınız, birlikte gülüp ağladığınız okul arkadaşlarınızı asla bırakmayın çünkü sizler aynı ailenin; “IŞIK Ailesi”nin çocuklarısınız. Mutlu bir gelecek önünüzde… Her şeyin gönlünüzce olmasını ve verdiğiniz tüm emeklerin karşılığını almanızı temenni ediyorum. Sizlerle her zaman gurur duyduk ve duyacağız. Yolunuz açık ve Işıklı olsun! Saygılarımla... 3


HABERLER

Ispartakule’nin “Yaşam Merkezi” lise ve fen lisesiyle büyümeye devam ediyor. 128. kuruluş yılında hizmete giren FMV Işık Okulları Ispartakule Kampüsü; bölgede, kültür-sanat ve spor faaliyetlerini destekleyen “bir yaşam merkezi” olarak da hizmet verirken 2016-2017 Eğitim-Öğretim Yılı’nda açacağı lise ve fen lisesiyle eğitime katkı sağlamaya devam edecek. Toplam 35.000 m2 alan üzerinde anaokulu, ilkokul ve ortaokul ile eğitime başlayan kampüste, spor alanlarından yemekhaneye, kütüphaneden konferans salonuna, her birim çok geniş alanlara yayılmış durumda. Yarı olimpik kapalı yüzme havuzu, tenis, voleybol ve jimnastik salonları, açık-kapalı basketbol ve futbol sahaları ile öğrenciler kampüs içinde her türlü sporu yapma imkânı bulabiliyor. Kampüs çevresinde herhangi bir üretim veya sanayi tesisi bulunmadığı için de öğrenciler okuldaki tüm zamanlarını daha temiz bir çevrede geçirebiliyor.

4


Sosyal sorumluluk projesi kapsamında yalnızca kendi öğrencilerinin değil, diğer okul öğrencilerinin de kampüsün tüm olanaklarından yararlanması isteniyor. Her anlamda “önce iyi insanlar yetiştirebilmek” için onların her türlü kültürel, sosyal ve sportif faaliyetten yararlanmaları gerektiği düşüncesiyle Ispartakule Kampüsü’nün sahip olduğu tüm olanaklardan çevredeki çocukların ve ailelerinin de faydalanması sağlanıyor. 336 kişilik konferans salonunda çevredeki devlet okullarının kendi oyunlarını sergileyip konserler ve etkinlikler düzenlemelerine olanak tanınıyor. Okul yönetimi, zaman zaman kendi etkinliklerine çevre okulları da davet ederek bölgede yaşayan tüm çocukların birbirleriyle kaynaşmasına ve iletişim içinde olmasına imkân veriyor. FMV Işık Okulları öğrencilerini; çağdaş, sorgulayan, araştıran, yaratıcı, bilimsel düşünen, yaşam boyu öğrenen, çevreye duyarlı, sosyal yaşamlarında etkin birer dünya vatandaşı olarak yetiştirme misyonu ile büyüyerek her geçen gün daha çok çocuğa ulaşmak amacıyla lise ve fen lisesini açmaya hazırlanıyor. Bilim insanı yetiştirmeye yönelik programlarla yol alması hedeflenen liselerde, güçlü yurt dışı bağlantıları ve öncelikle AB ülkelerinin etkin yabancı dil programları yardımıyla öğrencilerin mesleki ve kişisel gelişimleri için altyapı çalışmalarına başlanmıştır.

5


HABERLER

GALERİ IŞIK TEŞVİKİYEDEN... IMOGA - Koleksiyon Sergisi

Sınır Tanımayan Fotoğrafçılar

Türkiye’nin önemli sanat profesörlerinden Süleyman Saim Tekcan’ın kurucusu olduğu, Türkiye’nin ilk çağdaş ve özgün baskı atölyesi, grafik sanatlar müzesi İMOGA, “Koleksiyonlar Sergisi” ile Galeri Işık Teşvikiyede sanatseverlerle buluştu. Yıllar içerisinde bir müze hâline getirilen Türkiye’nin önemli sanat platformlarından İMOGA’nın koleksiyonları arasından seçilen eserler, 24 Şubat - 21 Mart tarihleri arasında izlenime sunuldu. Sergide Adem Genç, Adnan Çoker, Adnan Turani, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Burhan Doğançay, Engin İnan ve Ferruh Başağa gibi önemli sanatçıların eserleri yer aldı.

Sınır Tanımayan Fotoğrafçılar, bu kez dünyanın çatısına, Dam-El-Dunya’ya, Maverraünnehir’in doğduğu dağlara, Amu Derya’nın Yunan mitolojisindeki adıyla Oxus’un kaynağı Pamir Dağlarına yolculuk gerçekleştirdi. Oxus’un ve kadim kavimlerin peşinde, saklı kalmış öykülerin izinde pek bilinmeyen bir dünyayı, “Wakhan Koridoru”nu fotoğraflarıyla kitlelere aktarmayı amaçladı.

6

Sınır Tanımayan Fotoğrafçılar ekibinden Naz Köktentürk, Nasuh Mahruki, Zekai Demir ve bu yolculukta aralarına konuk olarak katılan Fatih Börekçi ve Dr. Kurtuluş Açıksarı’nın çalışmalarından oluşan sergiye, Galeri Işık Teşvikiye 24 Mart - 5 Nisan tarihleri arasında ev sahipliği yaptı.


Yurdaer Altıntaş İçin 80. Yaş Etkinlikleri Grafik tasarım alanındaki birçok uluslararası etkinlikte ülkemizi temsil eden ve grafik tasarım eğitimine katkılarıyla bilinen Prof. Dr. Yurdaer Altıntaş’ın 80. doğum günü, hâlen öğretim üyesi olarak çalışmakta olduğu Işık Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Görsel İletişim Tasarımı Bölümü tarafından organize edilen “Yurdaer’e 80. Yaş Etkinlikleri” adı altında afiş sergileri ile kutlandı. “Yurdaer’den Afişler”, “Yurdaer’in Öğrenci Meslektaşlarından Afişler” ve “Lise Öğrencileri Yurdaer’e Afiş Yarışması” sergileri, Işık Üniversitesi Galeri Işık Maslakta; “Uluslararası Çağrılı Afişler” sergisi ise FMV Galeri Işık Teşvikiyede 8-30 Nisan tarihleri arasında gerçekleşti. 26 ülkeden 48 önemli tasarımcının 100’e yakın özgün afişi ve Yurdaer Altıntaş’ın 40’ın üzerinde afişinin yanı sıra 38 öğrenci meslektaşından 60 afiş ile lise öğrencilerinin kendisi için tasarladıkları 50 afiş de sergilendi. Bu afiş şöleni ile duayen eğitimci ve tasarımcı Yurdaer Altıntaş ve usta tasarımcıların tanınmalarına fırsat yaratılarak Işık Üniversitesinin değerli bir afiş arşivine sahip olması da sağlandı.

Süleyman Saim Tekcan’dan Muhteşem Bir Sanat Ziyafeti Daha... Galeri Işık Teşvikiye, yarım asırlık sanat hayatına dünya çapında sayısız ödül sığdırmış; Türk çağdaş sanatına önemli katkıları bulunan Türk sanatının duayeni Prof. Dr. Süleyman Saim Tekcan’ın “At’nağme II” sergisine ev sahipliği yaptı. Tekcan, at konulu ve “Ottoman” kaligrafi temalı tabletler ile yağlı boya, heykel ve baskı resimden oluşan eserleriyle 28 Nisan - 23 Mayıs tarihleri arasında sanatseverlere muhteşem bir sanat ziyafeti sundu. Eserlerinde gücün, özgürlüğün ve hareketin sembolü olan atları, mağrur, coşkulu ve masalsı bir dille yorumlayan usta sanatçıyı Yeşilçam’ın çınarları, Ülkü Erakalın, Yusuf Sezgin ve Süleyman Turan’ın yanı sıra Feyziye Mektepleri Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı ve üyeleri de yalnız bırakmadı.

7


HABERLER

Çanakkale’ye Işık Yolculuğu, Barış ve Dostluk Adına “100 Işıklı Resim Sergisi”

Feyziye Mektepleri Vakfı Işık Okulları öğrencileri dostluk, barış ve kardeşlik mesajlarını renklerle buluşturdu. 3.100 öğrencinin hazırladığı resimler arasından seçilen 100 eser, 23 Mart - 8 Nisan tarihleri arasında Çanakkale Evi Galerisinde sergilendi. Çanakkale Zaferi’nin 100. yıl etkinlikleri kapsamında Işık Üniversitesi akademisyenleri, öğrencileri, mezunları ve Bisikletliler Derneği üyelerinden oluşan 40 bisikletlinin 475 km’lik “Işık Yolculuğu”, konvoyun 23 Mart 2015 tarihinde Çanakkale Şehitler Abidesi’ne ulaşmasıyla tamamlandı. Etkinlikler, FMV

Işık Okulları öğrencilerinin resimlerinden oluşan dostluk ve barış temalı “100 Işıklı Resim Sergisi” ile devam etti. Işık Okulları öğrencilerinin imzasını taşıyan 100 eserden oluşan serginin açılışı, Çanakkale Valisi Ahmet Çınar ve Feyziye Mektepleri Vakfı Işık Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkanı Prof. Dr. Sıddık Yarman’ın katılımı ile düzenlenen törenle yapıldı. Işık Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkanı Prof. Dr. Sıddık Yarman “önce iyi insan yetiştirme” gayesiyle çalışmalarını sürdüren FMV Işık Okullarının tüm öğrencilerine, tarihlerine sahip çıkarken sanatsal çalışmalarını dostluk, barış ve kardeşlik ekseninde sürdürdükleri için teşekkürlerini sundu. 8


Spectrum of Education -IV Career

“Spectrum of Education IV” eğitim sempozyumu, FMV Özel Ayazağa Işık Lisesi ile Türk Kültür Vakfı ortaklığında, 25-26 Nisan 2015 tarihlerinde, 300’e yakın konuğun katılımıyla Ayazağa Kampüsü’nde gerçekleştirildi. AFS Gönüllüleri Derneğinin de destek verdiği ve ana başlığı “Kariyer” olarak belirlenen sempozyumda; “Kariyer nedir, başarılı olmakla kariyer sahibi olmak arasında bağlantı var mıdır?” sorularına yanıt arandı. Türk ve yabancı birçok değerli akademisyenin yanı sıra Türkiye’nin farklı illerinden çok sayıda katılımcının bir araya geldiği sempozyumda; “Kariyer seçiminde yaşın önemi, kariyerin yaşamın bir parçası olduğu, yaşamda belirleyici etkenlerin kariyeri de belirlediği” gibi konular üzerinde duruldu.

Yönetim Kurulu Başkanı Vivi Soryano, “Gelecek Daha Net” Koordinatörü Melek Bar Elmas ve Mimar Bora Mutlu’nun konuşmacı olarak yer aldığı sempozyumda, farklı kültürlerin kariyer kavramına nasıl baktığı, eğitim modellerinin kariyer planlaması üzerindeki etkileri ve mesleki gelişimde kariyerin önemi vurgulanırken kariyerin eğitim üzerindeki etkilerinin ve öneminin saptanması, doğru kariyer planının nasıl yapılacağının yolları belirlenmeye çalışıldı.

Sempozyum boyunca Arjantin’den Filipinler’e, Belçika’dan Malezya’ya 16 farklı ülkeden 40 yabancı konuk ağırlandı. Prof. Dr. Yankı Yazgan, İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon ve Sinema Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Nilüfer Pembecioğlu, Polonya Warmia-Mazury Üniversitesi Gelişim ve Eğitim Psikolojisi Bölüm Başkanı Yrd. Doç. Dr. Beata KrzywoszRynkiewicz, Galatasary Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Feyza Ak Akyol, Macaristan Eötvös Loránd Üniversitesi Sosyal Psikoloji Bölümünden Prof. Dr. Marta Fulop, Işık Üniversitesi Psikoloji Bölümünden Yrd. Doç. Dr. Rukiye Hayran, Bahçeşehir Üniversitesinden Doç Dr. Tunç Bozbura ve Yrd. Doç. Dr. Orhan Gökçöl, Gazeteci-Yazar Hayko Bağdat, Insparkus 9

PROFESYONEL GÖZÜYLE


İÇİMİZDEN HABERLER BİRİLERİ

13. “100 Yıllık Okullar Spor Şöleni” ve 6. Spora Işık Tutanlar Ödül Töreni FMV Işık Okulları öncülüğünde, tarihi 100 yılı aşan Türkiye’nin en köklü 33 lisesi arasında düzenlenen 13. 100 Yıllık Okullar Spor Şöleni 4 gün boyunca futbol, basketbol, voleybol, masa tenisi, atletizm, yüzme ve tenis dallarında keyifli müsabakalara sahne oldu. Şölen, Işık Okulları Ayazağa Kampüsü Dr. Özge Sezerman Spor Salonu’nda düzenlenen 6. Spora Işık Tutanlar Ödül Töreni ile açıldı. İş ve spor dünyasının ileri gelenlerinin bir araya geldiği törende öğrenci, mezun, veli ve öğretmenler arasında yapılan anketler sonucunda, Türk sporuna emeği geçen ve başarısı tescillenmiş isimlere toplamda 29 farklı kategoride ödül verildi. Açılış konuşmasında Feyziye Mektepleri Vakfı CEO’su Prof. Dr. Nafiye Güneç Kıyak: “Işık Okullarının kuruluş ilkesi olan ‘önce iyi insan yetiştirmek’ prensibimizin tüm eğitim kurumlarına yayılması ve sporun, eğitimin temel unsurlarından biri olduğunun vurgulanması amacıyla başlattığımız ve artık geleneksel hâle gelen bu ödüller, Türk sporuna başarılarıyla damga vuran çok değerli öncülere gönülden teşekkürümüzün simgesidir. Biz de Türkiye’nin aydınlanmasına hizmet eden gençler yetiştirme deneyimimizin yanında, Türk sporunda tesisleri ve sporcuları ile olimpiyatlara dek ulaşan başarılara imza atarak katkıda bulunmanın mutluluğunu ve gurunu yaşıyoruz.” diyerek düşüncelerini ifade etti. Törenin sonunda, sporun öncelikle dostluk ve centilmenlik temelleri üzerine oturtulması gerektiği bilinciyle 2014-2015 yılının spora ışık tutan değerleri aynı fotoğraf karesinde görüntülendi. 10


Sinan Güler THY %100 Futbol-NTV Mehmet Demirkol Metin Tekin Şahika Ercümen Fenerbahçe Bayan Voleybol Takımı Slaven Bilic Naz Aydemir Akyol Dirk Kuyt Burak Yılmaz İlhan Cavcav Arda Turan Demba Ba Harun Erdenay Dusan Ivkovic Zeljko Obradovic Aydın Örs Roberto Carlos Rahmi Koç Bülent Eczacıbaşı Faruk Süren Uğur Erdener Serkan Ok Mert Çetin Çağla Büyükakçay Güler Demircan Nevriye Güngör Yalçın Granit Turgay Demirel

Yılın Basketbolcusu Yılın Sponsoru Yılın Spor Programı Yılın Spor Yazarı Yılın Spor Yorumcusu Yılın Sporcusu Yılın Takımı Yılın Teknik Direktörü Yılın Voleybolcusu Yılın Yabancı Futbolcusu Yılın Yerli Futbolcusu Onur Ödülü Başarı Ödülü Başarı Ödülü Başarı Ödülü Kariyer Ödülü Kariyer Ödülü Yaşam Boyu Başarı Ödülü Yaşam Boyu Başarı Ödülü Süleyman Seba Barış ve Dostluk Ödülü Türk Sporuna Hizmet Ödülü Türk Sporuna Hizmet Ödülü Türk Sporunu Tanıtım Ödülü Yılın Işıklı Ödülü Yılın Işıklı Ödülü En İyi Çıkış Yapan Sporcu Ödülü Fair Play Ödülü Paralimpik Ödülü Vefa Ödülü 129. Yıl Özel Ödülü

11


İÇİMİZDEN BİRİLERİ HABERLER

FMV Işık Okulları 10. Satranç Takım Yarışması Türkiye’nin en büyük satranç turnuvasının açılış töreninde, Türkiye Satranç Federasyonu Başkanı Gülkız Tulay ve Sarıyer Belediye Başkanı Şükrü Genç de hazır bulundu. Açılış töreninde konuşan FMV Eğitim Kurumları Genel Müdürü Erdoğan Bozdemir, satranç sporunun öğrencilere planlı hareket etme, strateji kurabilme, doğru ve çabuk karar verebilme, konsantre olabilme, olaylara doğru yorumlarla yaklaşabilme, sistemli ve disiplinli çalışma prensipleri kazandırdığını belirterek; “Işık Okullarının eğitim anlayışında “önce iyi insan” yetiştirme prensibi yatıyor. Bu çatı altında öğrencilerimizin her yönüyle gelişimine büyük önem veriyoruz. Okullarımızda kültürel ve sportif faaliyet olanaklarını daima artırmak için büyük çaba sarf ediyoruz. Bu hedefle, Türkiye’nin en büyük satranç organizasyonlarından biri olan Satranç Takım Yarışması’nda anaokulundan üniversiteye her yıl binlerce öğrenciyi bir araya getiriyoruz.” diye konuştu. Türkiye Satranç Federasyonu Başkanı Gülkız Tulay da 10 yıldır Türkiye’nin en büyük satranç turnuvasını düzenleyerek satranç sporunun yaygınlaşmasına olanak sağladığı için FMV Işık Okullarına teşekkür ederek FMV Işık Okullarının her alanda değer yaratan çok önemli bir kurum olduğunu belirtti. Minikler, küçükler, yıldızlar, gençler ve üniversite kategorilerinden oluşan satranç turnuvasında, Bulgaristan takımı üniversite kategorisinde misafir olarak yer aldı.

Dünyanın en eski oyunlarından biri olan satranç, FMV Işık Okullarının öncülüğünde 10’uncu kez okullar arası bir turnuvaya dönüştü. 315 okuldan 325 takımın 3 gün boyunca mücadele ettiği turnuva, Işık Okulları Ayazağa Kampüsü’nde 1600 öğrencinin aynı anda yaptığı hamle ile başladı.

12


EĞİTİMCİ EĞİTİMCİ GÖZÜYLE GÖZÜYLE

Dünyanın hiçbir modern ülkesinde, insanlar çocuklarının istikbali için bu kadar yorulmuyor hatta ezilmiyor.

Ö

ğrencilerimiz için mutlu bir geçiş, yeni bir başlangıç diyebileceğim ama âdeta dikenli tellerle kapatılmış bir yol var önlerinde. Onlardan daha çok velileri yoracak bu zorlu geçişi olabildiğince hasarsız atlatmak için yıllardır hep birlikte çalıştık, didindik. Bunu yaparken canınızı dişinize taktığınızı biliyoruz. Dünyanın hiçbir modern ülkesinde, insanlar çocuklarının istikbali için bu kadar yorulmuyor hatta ezilmiyor. Modern olmayanlarda ise böyle bir çaba zaten yok. Bu çalışmaların büyük bir kısmının biraz abartılı bir algı yönetimi neticesinde sarf edildiğini bile bile yine de aynı çabayı göstermekten geri duymuyoruz. Sayın veliler; siz ne kadar çaba gösterirseniz gösterin, amacı ve niteliği tartışılır bir sınavla bir çocuğun hayatına yön vermek mümkün değil. İster sizlere göre en üst basamaktan ve genellikle sizin hedefiniz olan okula gitsin, ister gitmesin çocuklarınızın kalbindeki gerçek hedefi değiştiremezsiniz. Bunları bir eğitim yöneticisi olarak değil, bu süreçleri bire bir yaşamış bir baba olarak ifade ediyorum. Aslında eğitimdeki temellerin, temel hedeflerin ilköğretimde öğrencilerinize kazandırılıp kazandırılmadığına bakmakta yarar var. Çocuğunuz nasıl bir öğrenci? Büyüklerine saygılı, küçüklerine sevgi gösteren, anne babasının, ailesinin kıymetini bilen, doğaya, hayvanlara ve çevreye saygılı, dil bilen, bilim, sanat ve sporla ilgili ve en önemlisi Ata’sını kalbinin bir köşesine yerleştirebilmiş, onu örnek alan, vatanseverliği şüphe götürmez bir dünya insanı olabilmiş mi? İlköğretim çocuklara bunları öğretir. Kalıcı olanlar da bunlardır. Bütün bunları özümsemiş insan, zaten hayat başarısını yakalayacak insandır. Eğitimin bu aşamasında yapılanlardan sonra, onlara sağlam bir kültür eğitimi vermek üzeresiniz. Şimdiye kadar yaptıklarınızı taçlandırabilmek için lise eğitimine özellikle dikkat etmelisiniz.

Hayat boyu devam edecek dostluklar lisede edinilir ve hayat mücadelesinde lise diplomasının çok büyük bir önemi vardır. Çünkü lise eğitimi, bütünüyle bir kültür eğitimidir. Hayat başarısının kaynağı, burada aldığınız eğitimdedir. Sizler şimdi lisenizi seçme aşamasına geldiğiniz için önümüzdeki günlerde yapacaklarınızı özetlemek istiyorum.

Erdoğan BOZDEMİR FMV Eğitim Kurumları Genel Müdürü

Değerli veliler, TEOG sonuçları açıklandı. 24 Haziran’a kadar çok fazla yapacak bir şeyiniz yok ama 24 Haziran-5 Temmuz tarihleri arasında özel bir okula kesin kaydınızı yaptırabilirsiniz. Devlet okuluna kayıt yaptırmak gibi bir düşünceniz varsa 6-16 Temmuz tarihleri arasında tercih listenizi doldurabilirsiniz. Ancak herhangi bir özel okula kayıt yaptırdıysanız devlet okullarının tercih listesi sizlere açılmayacaktır. Devlet okullarını tercih edip istediğiniz okula yerleşemediğiniz takdirde, tekrar özel okula dönme şansınız var ama bu maalesef kayıt yapma şansınız olduğu anlamına gelmiyor. Çünkü o sırada özel okulların bir kısmının da kontenjanı dolmuş olabilir. Yani bu durumda liselerimize diploma puanı neticesi veya TEOG ile kayıt yaptırmak için 5 Temmuz’a kadar şansınızı kullanmanızı tavsiye ederim. Türkiye’nin en seçkin okulları arasında yer alan, çizgisini, eğitim kalitesini yıllardır bozmayan ve uluslararası programları ile göz dolduran okullarımıza kötü maceralar yaşamadan önce başvurmanız ve belli puanlar için uygulanacak başarı burslarından yararlanabilmeniz için okul idarelerimizi rahatsız edebilirsiniz. Son olarak Darwin’in yorumunu hayatın başlangıcındaki öğrencilerimizle paylaşmak istiyorum: “Bilim ve sanat, bir kuşun iki kanadı gibidir. Bu iki kanadı kullanabilen toplumlar uçar ve özgür olurlar, uçamayanlar ise tavuk olur. Tavuk toplum, önüne atılan bir avuç yemi gagalarken, arkadan yumurtalarının alındığının farkında bile olmaz!” Sağlıklı ve mutlu yıllar sizlerle olsun. 13


KÜLTÜR

YÜKSEK YÜKSEK TEPELERE...

KONFERANSLARI SOSYOLOJİ

Şenay KURT FMV Kalite Müdürü

B

ir gece, bir eğlence... Ortada bir gelin... Üstünde bindallısı, başında kırmızı örtüsü... Elleri kınalı, gözleri yaşlı... Eğlence diyoruz ama gelinin gözleri yaşlı... Mutluluktan mı ağlıyor acaba? Aman sakın, evleniyor diye mutlu olduğu falan anlaşılmasın, ayıptır! Mutlu olmak niye ayıpsa?.. Gelin dediğin mutluluğunu gizleyecek, baba evinden ayrılıyor diye hüngür hüngür ağlayacak, yoksa maazallah “Kocada gönlü varmış.” veya “Bu kız da ne koca meraklısıymış, oynaya oynaya gitti.” diye yorumlanabilir. İşte bir kına gecesi manzarası... Peki, nedir kına gecesi? Neden gelinlere kına yakılır?

Gelinlerin bekâr arkadaşlarına duyurulur: Eğer tören sırasında kimseye çaktırmadan gelinin kına örtüsünü başından çalmayı başarırsanız kısa sürede evleneceksiniz demektir. Başaramazsanız sonucundan mesul değiliz.

14

Yörelere göre farklılık gösterse de aslında düğünden bir gece önce, yani kızın baba evindeki son gecesinde, ellerine kına yakmak için düzenlenen geleneksel bir eğlence, sosyal bir törendir kına. İslami bir gelenektir. Son yıllarda büyük şehirlerde de mekânlar tutularak kına geceleri düzenleniyor. Bir nevi bekârlığa veda...

Kına günü kız evine bayrak asılır. Bu, düğün başladı demektir. Gecede yakılacak olan toz kınayı erkek tarafı alır ve erkeğin evinde toplanan kadınlar da kız evine götürür. Yeşil renkteki kuru kınaya belirli miktarda su karıştırılarak elde edilen yaş kına, durdukça yani kurudukça kırmızılaşır ve kına rengini alır. Ne kadar çok bekletirseniz rengi o kadar koyu, çıkması da zor olur. Gelin bindallısını giyer, sonra da başına kına örtüsü örtülür. Kına, etrafında mumlarla, sini diyebileceğimiz büyükçe bir tepsi içinde getirilir. Başından ayrılık geçmemiş evli bir kadın tarafından yakılması şarttır. Çok mantıklı; ayrılık görmesin. Gelinin avucunun içine bereket olsun diye altın, üstüne de kına konur ve avuç kapatılarak kına eldiveni giydirilir veya el ipek mendille kapatılarak kınanın kuruması beklenir. Törende kına, önce evlenmeye aday genç kızlara yakılır. Daha sonra isteyen tüm davetlilere... Kına ağıtları veya türküleri de daha tepsi getirilirken duyulmaya başlanır:


Kınayı getir ane Parmağın batır ane Bu gece misafirem Koynunda yatır ane Yanında yatır ane Geline yakılan kına farklı anlamlar taşıyabilir. Bir rivayete göre, kına yakılmayan gelin cennete gidemezmiş. Bekâreti de simgeleyen kına ile ilgili bir başka inanış ise eşlerin birbirine yakınlaşması ve aşklarının bir ömür boyu sürmesi amacıyla yapıldığıdır. Evlenecek çifti nazardan ve kötülüklerden korur, evliliklerinin de kutsanması anlamına gelirmiş. Başka bir inanca göre; gelin, gittiği evde acı ve eziyet çekecektir. Rahat günler bitmiş, zor günler başlamıştır. Öyle ki baba evinden ayrılış, ölümle bile eş değer tutulurmuş. Öte yandan, kınanın adanmışlığın da simgesi olduğuna inanılıyor. Gelin olan kıza, askere giden erkeğe ve kurbanlık koçlara/koyunlara yakılıyor. Koç/koyun Allah’a, asker vatana, gelin de eşine kurban olsun diye... Belki de gelinin ağlatılmasının veya ağlamasının nedenleri de bunlardır: “Kurban” edilmek istememesi! Çekeceği eziyete hazır kılınması... Baba evine bir daha aynı şartlarda dönemeyeceğini bilmesi... Ya da iyi ve güzel tarafından düşünelim: Bu, gelinin ağladığı son gün olsun, gittiği evde çok mutlu olsun, hiç ağlamasın! Hani gelinin ağlaması âdettendir diye ille de çaba harcıyoruz ya gözlerinden yaşlar akana kadar... Törenin en eğlenceli anı da hiç kuşkusuz bu olsa gerek; gelinin ve gelinle birlikte etrafındaki kadınların ağlaması. Ne çelişki ama... Hem ağlarım hem giderim gibi... Madem ağlayacaksın niye gidiyorsun? Madem gitmeye karar verdin, niye ağlıyorsun? Duygu yoğunluğunun tavan yaptığı kına gecesinde bir de “ağlamam ben”, “ağlamayacağım işte” diye duygularına direnenler de var. Ama biz çok şükür onu da halletmişiz... Ağlatmanın en güzel yolunu sözleri hüzünlü mü hüzünlü, yanık yanık söylenen türküyle bulmuşuz. Hatta toplum olarak o denli şartlanmışız ki ezgiyi duyduğumuz an ağlayasımız gelir. Hazır yaz gelmiş, düğün mevsimi de açılmışken hadi kınaya, eller havaya... Tüm evlenenlere mutluluk dileklerimizle... Ama ağlamadan olmaz! Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar Aşrı aşrı memlekete kız vermesinler Annesinin bir tanesini hor görmesinler Uçan da kuşlara malum olsun, ben annemi özledim Hem annemi hem babamı, ben köyümü özledim Babamın bir atı olsa binse de gelse Annemin yelkeni olsa uçsa da gelse Kardeşlerim yolları bilse de gelse Uçan da kuşlara malum olsun, ben annemi özledim Hem annemi hem babamı, ben köyümü özledim 15


İNSAN

Bill Gates’e Mektup Ömer ORHAN FMV Özel Ayazağa Işık Lisesi Müdürü

S

evgili Bill,

Sayende bilgisayar ve teknoloji konusunda dünya inanılmaz bir noktaya geldi. Başlarda fareye alışamamıştık ama şimdilerde çok rahatız, şu sağ klik olmasa ne yaparız bilemiyorum. Hayatımız çok kolaylaştı. Öğrencisi, öğretmeni, akademisyeni, iş adamı, tasarımcısı, tekstilcisi, ev hanımı... Tüm toplum bu işi çok sevdik: “Kes, kopyala, yapıştır.” Sizin oralarda kulaktan kulağa fısıldama oyunu var mıdır bilmem ama biz millet olarak pek severiz. İlk fısıldayanla son kişinin duyduğuna şaşırıp hâlimize güler, eğleniriz. Bu kopyala yapıştır işi de ona benziyor. İlk yazanla son kopyalayanın arasında neler neler değişiyor bilemezsin. Ama hiç gülmüyoruz Bill, seviyoruz bu kısa yolları. Sağ olasın Bill, bizi onlarca kitap okumaktan ve yazmaktan kurtardın. İnternet de icat edildikten sonra ailecek nasıl rahatladık bilemezsin. Ben işimle ilgili her bilgiyi artık rahatça buluyor, sunumlarımı bir gece öncesinden rahatça hazırlıyorum. Gerçi İnternet’ten aldığım bilgileri paylaşan kişileri tanımıyorum ama herkes nasıl özverili ve paylaşımcı, inanamazsın. Hanım artık yemek tariflerini İnternet’ten kopyalayıp alıyor ve sonra bizim için hazırlıyor.

16

Anlayacağın onun da keyfi yerinde. Hep sana minnettarlığını ifade ediyor. Ölçülerde bazen karışıklıklar olsa da yemeklerden şikâyetimiz yok çok şükür. Yok yok karışıklık dediğim abartılacak bir şey değil, geçen gün sütlaca tuz koymuş ama tarifi alırken yanlış kopyaladığını söyledi bizimki. Olur böyle şeyler Bill, hanım çok rahatladı artık, ne yemek yapacağını düşünmüyor ya, inan biz de rahatladık. Bu arada sen çocukları büyütmüşsün maşallah. Bizim oğlan da altıncı sınıfa gidiyor ve eve bol bol araştırma ödevleri getiriyor. Vallahi yeniden okula başladık desem yalan olmaz. Biliyor musun ödevlerin adı değişti, performans oldu. Hatırlıyor musun Bill, bizim zamanımızda ne uğraşırdık ödevlerle. Kütüphanelere gider, onlarca kitap okur, araştırır ve birkaç sayfa özet yazardık. Ne zor günlerdi değil mi? Gerçi sen severdin okumayı, e sonuçta o zamanın olanakları ile dev gibi bir bilgisayar teknoloji imparatorluğu kurdun ve dünyanın en zengin adamlarından biri oldun. Demek ki şu an öğrenci olsan kim bilir neler yapardın? Evet, Bill ödevlerin adı değişti, performans oldu ama sanki bizim oğlanın değil de benim performansım ölçülüyormuş gibi geliyor bana. Neden oldu anlamadım ama bizim kerata biraz rahata alışık da ona yardım ediyorum. Bilgiye ulaşıp ödevi bitirmemiz on beş dakika


sürüyor, hani fotoğraf falan isteniyorsa bilemedin yarım saat. Allah razı olsun Bill, inan hep sana dua ediyoruz. Tüm hayatımız çok kolaylaştı ve artık bize daha çok zaman kalıyor. Ne iyi oldu bilemezsin Bill, ben daha çok maç seyrediyorum, hanım Facebookta tüm gün boyunca arkadaşlarıyla paylaşımda. Tam bir felsefeci oldu bizimki, nereden buluyor o sözleri bilmem ama çok gelişti çok. Bazen yemek fotoğrafları da paylaşıyor, şu an için o yemekleri yapmasa da inanıyorum ki kısa bir zaman sonra onların da tadına bakacağız. Görüntüleri muhteşem! Ödevler hemencecik bitince oğlanın da keyfi yerinde tabii. Akşam olunca odasına çekiliyor, ne sesi çıkıyor ne de soluğu duyuluyor. Şu bilgisayar çok iyi geldi ona. Geçen gün merak ettim ne yapıyor diye, bilgisayarda strateji oyunu oynuyormuş; savaş stratejileri. Sanırım bizimki bürokrat olup dış işlerinde görev alacak. Gerçi bir ara savaş oyunu olduğunu duyunca şiddet öğrenmesinden korktum ama “Yok baba gerçekten öldürmüyoruz.” dedi de rahatladım. Sevgili Bill, hayatımızı kolaylaştırdığın için sana minnettarız. İnan başarılarınla da gurur duyuyoruz. Bu arada, senin sözlerinden olan “Ben zor işler için hep en tembelleri seçerim çünkü onlar zor işleri hep en basit yol ile çözer.” sözünü ailecek çok benimsedik. Sanırım yeterince tembelleştik, artık bizi keşfedecek başka birilerini bekliyoruz Bill. Sevgilerimle Dostun…

17


KENT İÇİMİZDEN KÜLTÜR BİRİ

Türk inşaat sektöründe prefabrikasyon devrini başlatan bir Işıklı, Altan Gökçek Sevil KARACIK FMV ve Işık Okulları Kültür Sanat Yöneticisi

1

951 Işık Lisesi mezunu. Mesut bir aile, iki evlat, dört torun... Kızı Müge ve oğlu Refik, Işık İlkokulunu bitirmişler. Torunu Berent Aldıkaçtı ise Ayazağa Işık Anaokulunda başladığı Işık yolculuğunu Ayazağa Işık Lisesinde tamamlamış. Küçük bir sanat koleksiyonu, eşiyle seyahat tutkusu... Kışın sıcak memleketlere seyahat ediyor, bahar aylarını İstanbul’da geçiriyor, yazları teknesiyle Türkiye kıyılarını dolaşıyor, kendi deyimiyle sahil muhafaza teşkilatı gibi... Önce çocukluk yıllarından bahsederek başlarsak röportaja, neler hatırlıyorsunuz? Ben, Haziran 1934’te doğdum. Salacak’ta büyük dedem Kazasker Mustafa Tevfik Efendi’den ailesine kalan yalının çok geniş

bahçesinde ailem ve komşu çocukları ile çok mesut bir çocukluk geçirdim. Harp seneleri tüm ülkemizde olduğu gibi bizde de tesirini göstermiş ve tek torun şımarıklığı nedeni ile salonlarda topla kırdığım camların yerini kartonlar vb. malzemeler almıştı. Bizim arkadaş tayfasında kız olmasına rağmen üstümüzde sıkı otoritesi bulunan büyüğümüz Hilkat’ın emrinde idik. Burada ileride bahsedeceğim “Işıklılık” hususunda beni yönlendiren bir kararı hatırlıyorum. Hilkat bir gün bizi topladı: “Çocuklar bundan böyle hepimiz Fenerbahçeliyiz, tamam mı?” dedi. O zamanlar 8-9 yaşlarında olan bizler hep bir ağızdan “Tamam!” dedik. İştirak ettiğim bu karar, ileriki yıllarda oturacağımız Cihangir’deki evimize çok yakın olan Galatasaray Lisesinin yolunu da bana kapatmış oldu. İlkokul yılları ve o yıllarla ilgili paylaşmak istediğiniz anılar olabilir. Salacak’ta ilkokulu beşinci sınıfa kadar Ayazma İlkokulunda okudum. Çok memnundum, yine diğer dedemin apartmanında anneme tahsis olunan yere taşındığımız için beşinci sınıfa Cihangir, Parmakkapı’daki 29. İlkokulda devam ettim. Sınıflarda alışkın olduğumuz sıralar yoktu. Sınıf 4-5 kişilik gruplara ayrılmıştı ve birer masa etrafında oturuluyordu. Ana ders konuları genel hatları ile öğretmenimiz tarafından veriliyor ve her grup ayrı ayrı kendi görüşlerini işliyordu. Ve sınıfta o konu ile ilgili görüşme oluyordu. Yıl 1945. İlk dönem bu tip çalışmaya ayak uydurabilmek için çok zorlandım ama sonu iyi bitti. O dönemdeki Millî Eğitim Bakanı’nın Şeref Stadı’nda

18


yapılan bir merasimde okulumuzu tebrik ettiğini hatırlıyorum. Şimdi çok başarılı bir mimar olan Yıldırım Sağlıkova ve bu neslin hatırlayamayacağı Aktris Necla İz de sınıf arkadaşlarımdan bazıları idi. Enteresan bir tesadüf, aynı okulda ancak bilahare Feyziye Mektepleri Vakfında uzun yıllar başkanlık yapan rahmetli Hasan Fikret Evsen ile evlenen Mukadder Hanım da başka bir sınıfta öğretmenlik yapıyordu. Peki, “Işık”la tanışmanız nasıl oldu? Evimiz Galatasaray Lisesine çok yakındı. Ama benim daha önce bahsettiğim gibi Hilkat’a verilmiş sözüm vardı ve ben Fenerbahçeliydim. Öte yandan anneannem İzmir’e gelin gitmiş ve orada çok yakın dostluk kurduğu Seniye Hanım’la tanışmış. Seniye Hanım kim? Seniye Hanım, okulumuzun efsane müdürü Sacit Öncel’in annesi. Tabii çok yakın görüşüyorlar ve benim de yolum IŞIK’a dönüyor. Çok da iyi oluyor, okul arkadaşlarımla hemen kaynaşıyoruz, hâlen pek çoğunu sadece ismen değil okul numaraları ile hatırlarım. Okul yıllarından bugün size kalan anılar nelerdir? Okulda arkadaşlıklarınız nasıldı, okul arkadaşlarınızla görüşüyor musunuz? Okuldaki hatıraları anlatmaya kalksam belki çok sıkıcı olmaz ama dergide yer kalmaz. 6. sınıftaydık, biz erkekler her sabah aynaya bakıyoruz, acaba sakal veya bıyık yönünden bir gelişme var mı diye ve geçen günlerde durum pek parlak değil. Bir sabah okula gittiğimizde müthiş bir hadise, bir arkadaşımızın yüzünde kıl var ama bıyık değil hatta yanakta da değil, burnunda! Bunu arkadaşımıza takılan lakapla kutladık. Burundansakal Coşkun (6 Coşkun Özarslan). Yaş ilerliyor, Beyoğlu bize yakın. Yakın arkadaşım 178 Gökçen Yazıcı ile cumartesi akşamları Ses Opereti’ne gidiyoruz. İtiraf edelim, ikimiz de Ayla Karaca’yı çok beğenirdik. Gençler bilmeyecektir, “Ah Berelim Vah Berelim Senle Şöyle Bir Gezelim” bir gece önce öğrendiğimiz nakarata biz derste de kendimizi kaptırmışız, bir de ne görelim tepemizde Hamparsun Bey: “İki iyi çocuk, bir arada kötü çocuk!” Tahmin edersiniz dediği laf yerindeydi.

Bir anı daha: Şükrü Ağabey iyi geçinilmesi gereken sert mizaçlı ama içten, iyi bir insandı. Bir gazetecinin oğlu olan ve benden iki sınıf büyük Erol Simavi olayı çözmüştü, yürüttüğü politikada yalnız olamayacağını anladığından beni de yanına aldı. Şükrü Ağabey’in numaralandırdığı hindilerinden 79 ve 83 no.lu hindileri ben, 101 ve 49 no.lu hindileri de Erol beslerdi. Başka bir anım da 11 Fen-11 Edebiyat sınıfları futbol maçı... Bizim ekipte topa vuracak adam yoktu. Biz de avans istedik ve onlar da bize 12 avans verdiler. Maça başladık. 11 Edebiyat, 12-0 öndeydi. Son anda kazara bir kafa golü attım ve maç 12-1 bitince maçı biz kazanmış olduk. Maç sonrası her birimize kantinden 12,5 kuruş ödeyerek aşure aldılar, biz de 7,5 kuruş ilave ederek üzerine fındık koydurup galibiyetin keyfini çıkardık. Son sınıfta Fen sınıfında 12, Edebiyat sınıfında 40 civarında öğrenci vardı. Fenden mezun olan çoğu öğrenci ben de dâhil mühendislik tahsili yaptık. İçimizdeki tek kız arkadaşımız Leyla Tarzi bildiğim kadarı ile yurt dışına gitti. Çok değerli ve sevgili arkadaşlarım Olcay Öncel, Zeki Kasman, Hilmi Rit, Özer Tokay ve Teoman Akoğlu’na rahmet, Dinçer Erimez’e ise sağlıklı ömür diliyorum. T e k n i k Üniversite yılları ve o yıllardan silinmeyen anılarla devam edelim mi? En büyük ş a n s ı m çok değerli hocalarla tanışmamdı. Ancak üniversite yılları önceki dönemler kadar neşeli değil, zordu. Her ne kadar yurt dışı stajı keyifli idiyse de Anadolu ve şehir dışı stajları hiç de kolay değildi.

19


İÇİMİZDEN KENT BİRİ KÜLTÜR

Teknik Üniversitede beş yıllık mühendislik eğitimi boyunca 45 civarında ders vardı, bunlardan hiçbirinde vizesiz kalmadım ancak üçünü eylül döneminde tamamladım. Bunlardan biri akarsu, diğeri ise yoldu. Peki üçüncü?.. Bu son sınıfta okutulan inkılap tarihi idi ve ben haziranda mezun olmayı garanti gördüğümden Kanada’da iş imkânı bulmuştum. İnkılap tarihinden eylüle kalmam bütün düzen ve projelerimi değiştirdi. İsmini hatırlayamadığım profesörün yanına gittim ve kâğıdımın bir kere daha tetkik edilmesini rica ettim ama olmadı. Bugün dahi ne gibi büyük bir hata yaptığımı merak ederim. Eylül dönemine kalmamın faydası erken askerlik oldu. Yedek subaylığımı önce İstanbul Kâğıthane’de İstihkâm Okulunda sonra da bir yıl Ankara Genel Kurmay Başkanlığı Tercüme Bürosunda yaptım. Ve üniversite yılları tamamlandığında iş hayatına geçişiniz... Eşimin ailesi devrin çok büyük sanayicilerindendi. İnşaat mühendisi olmuş, kendini yeni inşaat teknolojileri için hazırlamış bir gencin tekstil sanayiine uyum sağlaması zordu. Büyüklerim tarafından çok büyük anlayışla karşılandım. İnşaat sektörüne girerek yollara düştüm. Devir çok uygundu. İlk işimiz, Eskişehir Muttalip Caddesi’ndeki kız ortaokulu ek bina inşaatı ile Alibeyköy ve Zeytinburnu Okulları inşaatıydı. Bunları değerli Işıklı arkadaşım Gökçen Yazıcı ile birlikte yapmıştık. Sonra tek başıma kaldım. Tamirat, tadilat derken genç müteahhit olarak bir büyüğümün desteğiyle NATO’ya ait İzmit Hoyt Jones taburu inşaatını ve bilahare NATO’nun Erdek Kuru Dok inşaatını üstlendim ancak yanımda şantiye şefi ve kâr ortağı olarak da değerli dostum Nahit Küçük vardı. Erdek’e gidiş gelişimiz uçakla Bandırma Havaalanı üzerindendi. Havaalanı askerî olduğu için giriş ve çıkış özel izne tabi otobüslerle yapılırdı. Bu seyahatlerde o dönem konserve tesisi kurmakta olan Vehbi Koç da bulunurdu. Hatta kendisinde bozuk çıkmadığı için otobüsün 1 TL’lik ücretini ben verirdim. İnşaatlar devam ederken Sınai Kalkınma Bankasından kayınpederim ve kardeşlerine, değerli büyüğümüz Bülent Demiren tarafından kurulmakta olan YTONG tesislerine ortaklık teklifi geldi. Benim için yeni inşaat teknolojisi olarak iş konusu çok cazipti 20

ve ben de küçük bir hisse ile kendimi YTONG yönetiminde buldum ve burada uzun seneler yönetim kurulu üyeliği yaptım. Bu durum kendi işim olan Gök İnşaattaki işimi hiç aksatmadı. Yurdumuzda bu sıralarda büyük bir sanayileşme hareketi ve dolayısı ile bina ihtiyacı doğmuştu. Benim gibi düşünen inşaatçı ve sanayi eğilimli müteşebbisler yurdumuza uygun olan betonarme ön gerilimli üretim işine girdiler, yani prefabrikasyon işine. Şunu iftiharla söyleyebilirim ki zamanla kurduğum iki üretim tesisinde yılda 500-600 bin metrekare bina yaptım. Yurt dışından üretim teknolojileri lisansı satın aldım. 1999 Ağustos depreminde yaptığınız binalarda hasar oluştu mu? 1999 Ağustos depremi ile başlayan dönemde yine iftiharla söyleyebilirim ki yaptığım hiçbir bina hasar görmedi. Ancak takiben 2001-2002 mali krizi bize ağır bedeller ödetti. Biraz da sosyal yaşantınızdan bahsedelim. İşimin dışında cemiyet hayatı ile de ilgilendim. 1973 yılından beri İstanbul Rotary Kulübü üyesiyim. 1989-1990 yıllarında da başkanlık yaptım. Zevkle de devam etmekteyim. 24 yıldır da Feyziye Mektepleri Vakfı Yönetim Kurulu üyesiyim. Aynı zamanda Işık Üniversitesi Mütevelli Heyetinde görev alarak gerek kuruluşunda gerek yönetiminde hizmet verdim. İTÜ Geliştirme Vakfı


Mütevelli Heyeti üyesiyim. Mezun olduğum İTÜ’ye bir kız yurdu kazandırarak eğitime katkıya devam etmek idealimdi ve gerçekleştirdim. Bir Işıklı olarak, bugün Işıklı gençlere ne söylemek istersiniz? 1959 yılında bilgisayar denilen, esasında İngilizce Punchcard makine ile tanıştım, boyu hilafsız 7-8 metre, genişliği de bir metreden fazla. Bir de günümüze bakalım: Bu vesile ile bana göre ideal eğitim, gençlerin gelişmesi için araştırmalarına imkân verme, kendilerini her döneme uygun teçhiz etmelerini sağlamaktır. İnkılap tarihi dersinden eylül dönemine kaldığım için yurt dışı planım kursağımda kalmıştı. Askerlikten sonra 1959’da İngiltere’ye iş idaresi tahsili yapmaya eşimle birlikte genç evliler olarak gittik ve tabiatı ile baş başa denilebilecek bir yıl geçirdik. Gençlere tavsiyem; birbirilerini daha iyi anlayıp tanıyabilmeleri için, bu şekilde, gerek iş gerekse tahsil için olsun, bir müddet yalnız kalabilmeleridir. İşte muvaffak olmak için işi sevmek ve her türlü fedakârlıkta bulunmak icap eder ama istikbal belli olduğu zaman hissî hareket etmeyip gerekli tedbirleri alarak işten ayrılmayı da göze almak gerekir. Bu söylediğim son cümleyi doğrusu ben layıkıyla tatbik edemedim.

21


GEZİ SANAT

HALKİDİKİ Hande KOÇ FMV Özel Ayazağa Işık Ortaokulu İngilizce Öğretmeni

N

EREYE GİDELİM? Hiç gitmediğiniz yerlere gitmek, daha önce tatmadığınız tatlarla, yepyeni insanlarla tanışmak... Müthiş heyecan verici, insanı âdeta sıfırlayan, tüm yorgunlukları unutturan bir deneyim. Yorucu bir kışın ardından tatilimizi planlarken turizm şirketlerinden esinlenerek suyun öte yanına, Yunanistan’a gitmeye karar verdik ama en yararlı önerileri bloglarda deneyimlerini paylaşan geziseverlerden aldım. Dolayısıyla benim de gezi notlarımı paylaşmam âdeta bir gönül borcu oldu. Umarım ben de başka gezginlere yeni bir rota için ilham veririm. Gidilecek yer, Halkidiki Yarımadası’nın ikinci parmağı olarak adlandırılan ve ağaçlık, bakir bir bölge olarak anılan Sithonia. Gece hayatını ve havalı mekânları sevenlere, birinci parmak olan Kassandra öneriliyor. Üçüncü parmak ise kutsal bir mekân. Athos Dağı’nın olduğu bu Yarımada’da 20 kadar manastır var ve buraya kadınların girmesi yasak. Erkekler de ancak özel izinle ve turistik amaç dışındaki sebeplerle kabul ediliyor. HANGİ İŞLEMLER YAPILACAK? İlk iş, booking.com’dan kalınacak yer bakıyoruz. Villa Rena, hem fotoğrafları hem de fiyatıyla uygun görünüyor. Zaten temiz bir oda yeter bize. Nasılsa tüm günü deniz kenarında geçireceğiz. Sonra otomobille yurt dışına çıkabilmek için Turing’den yeşil sigorta ve uluslararası ehliyet işlemleri yapılıyor. Çünkü Yunanistan vize evrakına yeşil sigorta da ekleniyor. Ayrıca her ne kadar T.C. ehliyetleri İngilizce açıklamalar içerse de uluslararası ehliyetin yerini tutmuyor. Resmî işlemler hızla halloluyor. Bu arada biz Villa Rena’nın sahibi Rena ile kaparo için mail-

22

leşiyoruz ve mailler “Kalimera” ile başlıyor. Yunanistan rüzgârları esmeye başladı bile... GİDİYORUZ!.. Ve bulutlu bir haziran sabahı İstanbul’u tüm keşmekeşi ile baş başa bırakıp düşüyoruz yollara... İki saat kırk dakika sonra İpsala’dayız. Gümrükte hiç oyalanmadan geçiyoruz Yunanistan topraklarına. Kara yolundan sınır geçmek ayrı bir deneyim. Sanki çocuklar bir oyun oynamışlar da “Burası bizim, orası sizin.” demişler. Derken Yunan bayrakları görünüyor. Karşıda mor dağlar, radyoda Yunan havaları, tabelalarda Yunanca, bulmaca gibi... Kavala’yı geçene dek otobandan gidiliyor. Yol boş ve düzgün ama benzin istasyonu görmek pek mümkün değil. Ara sıra tabelası var ama kaç km içeride, Allah bilir... Mola verecek yer de yok. Nadiren yol kenarında bir park alanı, bir meyveci ve bir kantina (mobil büfe- bundan sonra sıkça göreceğiz)... HALKİDİKİ’DEKİ EVİMİZ Navigatörümüz sayesinde Villa Rena’yı elimizle koymuş gibi buluyoruz. Teknolojiye hayranlık duymamak imkânsız... Kalacağımız yer, İnternet sitesinde göründüğünden de süper. Geniş bir zeytinliğin içinde, güzel bir villa… Odalarda acil ihtiyaçları karşılayacak mini bir mutfak bile var. Sırtını çam ormanlarına dayamış; her yeri ince ve şık ayrıntılarla süslü bir mekân... Burası Vourvourou, Ormos Panagios’ta. Bahçe öyle güzel ki insanın bırakıp denize gidesi gelmiyor. Rena, 18 yaşında ailesiyle Yunanistan’a tatile gelmiş ve şu anki eşi Yunanlı Theo ile tanışmış bir Alman. 40 yıldır Yunanistan’da yaşıyor ve 25 yıldır eşi ile hiç kimseden yardım


almadan burayı işletiyorlar. İkisi de gerçekten konuksever, 80’li yıllardan beri tuttukları konuk defteri görülmeye değer. Rena iyi İngilizce biliyor ve bölge ile ilgili iyi bir rehber. VE DENİZ... Halkidiki için Ege’deki Maldivler benzetmesini okumuştum gelmeden. Sabırsızlanıyoruz denizle buluşmak için. Kaldığımız yere en yakın plaj Talgo Beach. Çeşme’nin plajlarını aratmayacak kadar şık... Aynı koyda denize girmek ama plaj için 5 avro ödemek istemeyenler için de alanlar mevcut. Otopark parası da yok. Zaten 7 gün boyunca hiç böyle bir dayatmayla karşılaşmadık. Yalnız kendi şemsiyeniz ve şezlongunuzun olması konforlu olacaktır. (Biz ilk gün en yakın marketten ediniverdik.) Ve deniz gerçekten muhteşem… Üstelik bu plajın adı okuduklarımın arasında geçmiyordu bile... BAŞKA NERELERDE YÜZDÜK? Karidi Plajı: Çam ağaçlarının kumsala kadar indiği, ışıltılı beyaz kumsalı olan ve iki ucu her yerde gördüğümüz ilginç şekilli, pürüzsüz kayalıklarla çevrilmiş bakir bir plaj... İki adet kantinadan başka, bir de Manuel’in (Romanlar tüm dünyada aynı tarza sahip galiba.) mikrofonuyla bağırarak sebze, meyve sattığı kamyoneti vardı. Bu arada neredeyse herkes Türkçe anlıyor. İngilizce ya da Yunanca bilmemek hiç sorun değil. İlk iş nereli olduğunuzu soruyorlar ve Türkiye’den olduğunuzu duyunca yüzlerine sıcak bir gülümseme yayılıyor. Politikacıların masa başında kurduğu düşmanlığın yıkılması için dünya halkları daha sık bir araya gelmeli... Diaporos Adası: Vourvourou, kaldığımız yere en yakın yerleşim. Yazlıkçıların hâkim olduğu, kışın neredeyse hiç kimselerin yaşamadığı bir yer. Tüm evler geniş, yemyeşil bahçeler içinde ve en fazla iki katlı. Yazlık bir mekâna uymayan hiçbir görüntü yok. Diaporos Adası, bir taş atımı uzaklıkta ve çevresi yine turkuaz koylarla dolu. 11.00’de başlayan tekne turları 18.00’de sona eriyor ama bu turlar için 1-2 gün önceden rezervasyon yaptırmak gerekiyor. Teknemiz Yunan bayrağını andıran mavi beyaz küçük bir tekne. İçinde İtalyan, Sırp, Romen birkaç aile daha var. Kaptanımız Theo sanki bizden daha turist. Sık sık elinde kamerası, manzara fotoğrafları çekiyor. İlk fırsatta da üzerinde plastik dantelli bir örtü olan sehpa üzerine karpuz, peynir, ekmek koyuyor ve teknedeki herkese anasonsuz ev yapımı rakı (tsipouro) ikram ediyor. Komşu ve biz o kadar benziyoruz ki... Orange Plajı (Portakali Beach): Turkuazın da turkuazı... Yarımada’nın uç noktasındaki Sarti’ye yakın... Yine bakir... Sabah gitmekte 23


BİLİM GEZİ

yarar var çünkü geniş bir kumsal değil. Yine ilginç kayalıklarla çevrili... Kıyıda yatıvermiş denizkızı da bu plajın sembolü olmuş. Spaties Plajı: Yarımada’nın diğer tarafına dönen yol üzerinde avuç içi kadar küçük bir plaj... Minicik kumsalında devasa bir çam ağacı… Şemsiyeye ihtiyaç yok ama denizkestanelerine dikkat edin. Parmağımda bir iğneyi hâlâ anı olarak saklıyorum. Lagonisi Plajı: Villa Rena’nın çok yakınındaki plajlardan. Tüm plajlar gibi bu dünya güzeli plajı da kimse sahiplenmemiş. Sahilde hiçbir yapı yok. Güneş, deniz ve biz baş başayız. NEREDE NE YENİR? Tabii ki öncelikle deniz ürünleri. Akrogioli Restoran: Ormos Panagios’ta, kumsalın üzerinde tahta iskemleli güzel bir balık lokantası. Garsonlar aynı bizde olduğu gibi yoldan müşteri çeviriyor, sipariş alırken masanıza bile oturabiliyor ama yemekleri getirdikten sonra bir daha masaya bakan olmuyor. Bizdeki gibi durmadan bir garsonun gözünün üzerinizde olduğu, tabağınızın sık sık değiştirildiği restoranları beklememek lazım. Bahşiş için de aynı derecede tok gözlüler.

24

Paris Restoran: Vouourou’da deniz kıyısında güzel bir balık lokantası. (Tüm bu restoranlarda ızgara çeşitleri bulmak da mümkün.) Adı, sahibinin lakabından geliyor. Yaşlı ama enerjik bir bey Paris. Tam bir Rum meyhaneci... Tüm masalarla bizzat ilgileniyor. Türk olduğumuzu öğrenince gece boyu diğer masalardaki Türk konukları bizimle tanıştırmaya çalıştı. Cuma ve cumartesi geceleri canlı Grek müziği var. Meşhur Grek salatası her yerde... Peynir, kahvaltıdan çok salata için kullanılıyor. “Feta Salad” denilen salata ise bir parça beyaz peynirin üzerinde zeytinyağı ve kekikten ibaret... Kaya koruğu bizdekinden farklı olarak ılık servis ediliyor. Deniz börülcesi de bulunuyor ama bizde olmayan değişik Ege otları tatmayı bekliyorsanız beklentiniz boşa çıkabilir. Karidesler ister güveç ister ızgara olsun büyük ve ayıklanmamış olarak servis ediliyor. Çekinmeden kolları sıvayın. Ahtapotlar burada güneşte kurutulup sonra da kömürde pişiriliyor. Üzerine de mis gibi zeytinyağı...


Kabak kızartması her yerde var. Çıtır çıtır ve çok başarılı... Bol tarçınlı irmik helvası ve revani bildik tatlardan. Kumsalda satılan “lokuma” üzeri bol şekerli, mayalı bir hamur. Yememek büyük kayıp olmaz bence. Neredeyse bizdeki tüm hamur işi çeşitlerini bulmak mümkün ama Yunanistan’da olduğumuz sürece bir Türk’e lezzetli gelecek bir ekmeğe rastlamadık. Eğer Rena’nın evinde kalıyorsanız bahçede barbekü yapıp mis gibi bir şarap içmek de mümkün. Yanında da Rena’dan musakka ve yalancı dolma… BAŞKA NE YAPILIR? Bol bol yüzmek ve beyaz kumsallarda aylaklık yapmaktan sıkılanlar için birkaç öneri... • Nikiti, yakındaki bir diğer yazlık mekân. Çarşısındaki hediyelik eşya dükkânlarının bazıları sanat galerilerini andırıyor. Güzel kafeleri, neredeyse her masada frape içen yerli halk ve turistlerle dolu. Dünyaca ünlü kahve dükkânlarının soğuk kahveleriyle tanışmış biz İstanbullular için frape tam bir hayal kırıklığı ama burada çok popüler... • Nikiti’de cuma günleri pazar kuruluyor. Pazarda ev yapımı şarap ve rakı satılıyor ve ısrarla tattırıyorlar. Pazarı çakırkeyif gezme riskine dikkat! Balıkçı tezgâhında kocaman ahtapotlar, bir başka tezgâhta envaiçeşit kurabiyeler... Bunların dışında pazarda kendinizi evde hissedeceksiniz. • Halkidiki’den bölgeye özgü iri yeşil zeytinlerden alınabilir. Zira siyah zeytin anlayışı bizim alıştığımızdan çok farklı ve insana Gemlik zeytinini hasretle hatırlatıyor. • Sithonia fauna ve florası açısından koruma altında. Bal da satılıyor pek çok yerde. Ama en ilginç olanı portakal çiçeği balı. Biz Nikiti’nin girişinde atölyesi olan Stella’dan aldık balı. Satış yaptığı dükkânının yanında bir de atölyesi var. Tüm ziyaretçilere (Belki de bizim Türk olduğumuzu öğrenince torpil yaptı.) kovandan balın nasıl alındığı ve santrifüj yöntemiyle nasıl süzüldüğünü gösteriyor. Hemen bir kâseye petekli bal doldurup, paket edip elinize tutuşturuyor. • Zeytinyağı mümkünse Rena’dan alınmalı. Doğayla nasıl uyum içinde yaşadığını gördükten sonra onun zeytinlerinin yağının organik olduğuna ben bile kanaat getirdim. • Neos Marmaras… Mübadele sırasında Marmara Adası’ndan gelenlerin yerleştiği, sonrasında terk etmek zorunda kaldıkları ve adına inatla tutundukları yerin acıklı öyküsü. Bununla da kalmıyor; Halkidiki’de Nea Mudania, Nea Fokea da var. Ardındaki öyküleri düşününce insanın yüreğini burkan adlar bunlar… Neos Marmaras, Yarımada’nın birinci parmağa bakan

tarafında yer alıyor ve buranın Sithonia’nın en popüler yazlık mekânı olduğu söyleniyor. Biz bakir suları ve küçük lokantaları tercih ettik ama hareketli ortamları sevenlere duyurulur. • Mutlaka yapılması gerekenler listesinin son maddesi, bence en çok tavsiye edilmesi gerekeni: Bir cuma akşamüstü Agios Nikolaus’a gidip kilise ziyaret edilebilir. Eski ama korunmuş kasabanın evlerinin, sokaklarının fotoğrafları çekilebilir. Ama çok oyalanmayın. Çünkü 21.00’de meydanda canlı müzik ve sirtaki var. Meydana bakan herhangi bir restoranda ya da kafeteryada yerinizi alıp müziğin tadını çıkarın, dahası benim gibi yapıp sirtakiye katılın. Halkidiki daha pek çok kez ziyaret edilmesi gereken yerlerden biri. Biz 7 güne bunları sığdırabildik. Ama en önemlisi, suyun öbür kıyısında dostlar edindik, güzel anılarla döndük. Yeni yolculuklarda görüşmek üzere...

25


KENT KÜLTÜR

PERGAMON, O BİR ŞEHİRDİ… Mert SANDALCI Araştırmacı-Yazar 1974 Işık Lisesi Mezunu Fotoğraflar : Erkin ÖN

“K

ent-Kültür” başlığı altında size Pergamon’dan bahsetmek istiyorum biraz. Bu muhteşem antik kent, hâliyle satırlara sığacak gibi değil ama hazır yaz tatili, turistik sezon açılırken Pergamon’dan konuşmak iyi olacak. Kendinden ilk kez MÖ 400 yılında söz ettirmeye başlar Pergamon. 118 yıl sonra da adıyla anılan devletin başşehri olur. MÖ 282-133 yılları arasında altın çağını yaşar. Pergamon’u, günümüzdeki adıyla Bergama’yı, yıllar önce ilk kez ziyaret ettiğimde yeterince bilinçli değildim ama yine de çok etkilenmiştim. Ayrıca o zamanlar şehrin girişine bugünkü gibi bir teleferikle tırmanılmıyordu, yürümek zorundaydınız. O zor tırmanışın ardından tatlı bir yorgunluk yaşıyordunuz. Ancak Trojanus ve Athena Tapınakları ve kuş bakışı tiyatro manzarası, tarihten hiç nasibini almamış biri bile olsanız sizi bu şehre hayran bırakmaya yetiyor ve artıyordu… Pergamon gezisi tepeden, Akropol’den başlamalı. Tüm haşmetiyle Athena ve Trojanus Tapınaklarına dokunduktan ve buradaki havayı içinize çektikten sonra, Tiyatro’ya ve günümüz Bergama’sına zengin bir evin balkonundan bakmalısınız. İlk bakışta Tiyatro aklınızı başınızdan alacaktır. Buradan kolay kolay ayrılamazsınız. “İki bin beş yüz yıl öncesinde zengin bir soylu olsaydınız nelere sahip olurdunuz?” sorusunun cevabını yaşamaktasınızdır çünkü… Sonra bir seyirci olarak basamaklara oturup bir Pergamonlu olmak, bir oyun seyretmek istersiniz.

26

Tiyatro sizi bekler… Kendinize bir yer beğenir, oturursunuz. Bir süre sahneye bakarsınız. Burası öyle bir mekândır ki sanki bir girdaba kapılmış gibi sizi aşağıya, sahneye çeker… Sanatçı olup bir şeyler yapmak istersiniz. Seke seke aşağı inilir, seyirciye doğru kollar iki yana açılır… Tarihi, benzersiz duygularla yaşamaktasınızdır artık. Geziye devam kararı aldıktan sonra Tiyatro’ya doğru tekrar tırmanmalısınız. Meraklı biri değilseniz, buranın üst tarafındaki düzlük alanda yer alan agorayı takiben Zeus Tapınağı’na yönelin ve geziyi bitirin. Yok, yeterince enerjiniz varsa çıktığınız yokuş kadar yeniden inmeniz ve şehrin diğer yapılarını görmenizi öneririm. Burada Gymnasion oldukça dikkat çekicidir. Bir rehber eşliğinde gezilirse Pergamon’da sanat kadar sporun da ne denli önemli bir aktivite olduğunu görür, yaşarsınız. Buraya da bir saate yakın vakit ayırmak gerekir ve tabii ki dönüş yolu son bir tırmanmayı daha gerektirir. Şehirden ayrılırken girişin sol tarafında Zeus Tapınağı’ndan geriye kalan yalnızca 3-4 basamak göreceksiniz. Bu basamakların üzerinde nasıl bir yapı olduğunu anlayabilmeniz için hemen yanı başındaki makete bakmanız yeterli olabilir. Eğer bu yapıya ille de dokunmak isterseniz işiniz var, istikamet Berlin… Zeus Tapınağı’nın bir Alman demiryolu mühendisi tarafından fark edilip gerekli anlaşmalar yapıldıktan sonra, sessiz sedasız sökülüp Berlin’e taşınması yüreğinizi parçalar ama elden gelen bir şey yoktur. Ciddi bir yorgunlukla aşağıya indiniz, şehrin girişinde yer alan Serapis Mabedi günümüzdeki


adıyla Kızıl Avlu karşınızdadır. Pek çok özelliği bünyesinde barındıran Tanrı Serapis, Greklerin âdeta “Mısır Tanrıları da kusur kalmasın, ne olur ne olmaz!” diyerek yarattıkları sonradan olma bir tanrıdır aslında… Osiris ve Apsis’in karışımı bu tanrı, ahiret yaşamında rehber, endişeli ve üzüntülü insanlara yardımcı olan, mahsullerin verimini artıran bir fizikçiydi. Adına inşa edilen yapı oldukça göz alıcıdır. Yapının kulelerinden biri ise 1950 yılında eğreti bir camiye dönüştürülmüş, adına da Kurtuluş Camii denmiş, biraz harap, biraz bakımsız… Sırada dünyanın en ünlü tıp ve eczacı bilgini Aelius Galenus’un hekimliğini yaptığı hastane “Bergama Asklepionu” var. Günümüzde “History of Pharmacy” konulu hangi WEB sayfasını açarsanız açın karşınıza çıkacak ilk isimdir Galenus… Hastane yolunda ilerlerken şehir meydanına yeni dikilen heykeli içimizi ısıtır. Büyük üstada selam vermek, birlikte bir resim çekilmek âdettendir. Heykelin yapımı, Ege Üniversitesi Eczacılık Fakültesi, İzmir Eczacı Odası, İzmir İl Sağlık Müdürlüğü, Edak Ecza Kooperatifi, Olgunsoy İlaç Sanayi Sahibi Ecz. Enver Olgunsoy’un önemli çaba ve katkılarıyla ve Bergama Belediye Başkanı Sayın Mehmet Gönenç’in önderliğinde tam bir takım ve gönül işi olarak gerçekleşir. Heykelin mimarı Ekin Erman’dır. İzmir’in EXPO 2020’nin adaylık temasıyla da uyum gösteren Bergamalı Galenos’un heykeli, 25 Haziran 2012 Pazartesi günü saat 18.00’de Cumhuriyet Meydanı’nda açılır.

yazmaktadır. Yani hastaneye yalnızca iyi olabilecek hastalar alınmaktadır. Bunun üzerine bir an evvel ölmek isteyen hasta, orada bulduğu bir tasa, birbirleriyle kavga etmekte olan iki yılanın zehrini akıtır ve içer… Sonuç malum… İyileşir. Pergamon burada bitmez, son bir nazarı müzeye atfedilir. Pergamon’dan Bergama’ya geçilmiştir artık. Bergama içinde pek çok Osmanlı eseri de mevcuttur. Şadırvanlı Camii, Kurşunlu Camii, Kulaksız Camii, Hacı Hekim Hamamı, Arastası, pek çok çeşme ve sebilleriyle gününüzü doldurur Bergama… Bergama gezenini yorgun eder… Ama bir o kadar da zenginleştirir. Orada olmak, orada soluk alıp vermek şiddetle tavsiye edilir.

Geziye devam ettiğimizde Asklepion’a ulaşırız. Burası başlı başına bir dünyadır. Aslında tedavinin nasıl bir medeniyet gerektirdiğini, dünya çapında bir hekimin nasıl bir ortamda yetiştiğini anlamaktır bu ziyaretin amacı… Bu satırlar tabii ki yetmeyecektir ama yolunuz düşmeden önce mutlaka biraz çalışmalı, neyin nerede olduğunu bilerek gezmelisiniz bu olağanüstü hastaneyi. Hastanenin orta yerinde bugün replikası bulunan “yılanlı sütun”un hikâyesini de bilmek şarttır bu mekânı daha iyi anlayabilmek için… Bir çanağa zehirlerini kusan iki yılan resmedilmiştir bu sütunda. Günlerden bir gün, ağrılar içinde ölmek üzere olan bir hasta gelir kapıya. Can çekişmektedir. Ancak Bergama Asklepionu’nun girişinde “Bu hastahaneden içeriye ölüm giremez!”

27


EDEBİYAT

AN GEÇİCİ, HATIRA KALICIDIR Sevda KOÇ FMV Özel Ayazağa Işık Lisesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni

H

ayatı boyunca hep koşuşturur mu insan? Sürekli bir işin, bir hırsın peşinde mi olur? Gayeler gerçekleşince mutlu olur ve başka maceralara yelken açar insan herhâlde. Bu böyle ardı sıra, saç örgüsü gibi bağlanır birbirine. Geçmişte öyle miydi? Tek derdimiz oyundu ve her oyunda birinci olmak o kadar da önemli değildi. Şimdi; hayat, çalışmak, aşk, ayakta sağlam durmak derken kabuklarımıza çekildik. Ne zaman eskiyi düşünsek gözlerimiz, aklımıza gelen masumiyet düşüncesiyle bulutlanır oldu. Birçoğumuz “daha dün gibi” diye başlayan cümleleri sık sık kullandık. Bugünlerde etrafımız karışık; birbiriyle, hayatla savaşan insanlar olduk. Neyse ki bizim gülümseyerek hatırlayacağımız ve anlatacağımız bir çocukluğumuz var. Bu, bazen bugünün çocuklarını anlamamıza engel olsa da onların yaşadıkları dönemi çözümleyip daha anlayışlı olmamızı sağlayabiliyor. Beni gülümseten ve bugünle kıyasladığım çocukluğum 80’li yıllara ait. Varlık, yokluk, umut, umutsuzluk, asker, sivil, savaş, barış gibi birçok kavramın iç içe olduğu bir dönem. 80’li yıllarda çocuk olmak biraz eski, biraz da yeni olmak demektir. O yüzyıl içindeki en şanslı kuşak da diyebiliriz 80’li yılların çocuklarına. Kenan Evren’i, Turgut Özal’ı, Michael Jackson’ı, Cenk Koray’ı, Korhan Abay’ı, Erdal İnönü’yü tanımak ve biliyor olmak önemli bizim kuşak için. 1980 demek, teknolojinin bizi o kadar da sarıp sarmalamadığı zamanlarda sokakta rahatça oynayabilmek, sadece yemek vakitlerinde, eğer annelerimiz seslerini duyurabilirse, eve girmek demekti. Oyun için mekân; sokak, kapının önü

28

ya da arka bahçe olabilirdi. Nasıl olsa oynamak için elektriğe ve İnternet’e gerek yoktu, gece gündüz fark etmezdi. Araç sayısı bugünkü kadar fazla olmadığı için oyunlarımız sık sık bölünmez, bir tek “dansa davet”in en heyecanlı bölümünde geçen araba, hayalleri alıp götürebilirdi. Sadece, He-Man isimli çizgi filmin cazibesiyle yuvalarımıza dönerdik. Tom ve Jerry’nin neden normalde çıplak dolaşıp denize mayoyla girdiğini merak ederdik. Akşam saatlerinde yayımlanan bu filmler belki de çocukları biraz olsun dinlendirmek için bir bahaneydi. Kimi biraz ötedeki zincir salıncaklara, kimi eve çizgi filme... O döneme ait en teknolojik ve şiddet içerikli çizgi film Voltran’dı. Sabah bizleri sokağa döküp tam üç kez: “Voltran!” diye bağırtırdı. Bizleri böyle heyecanlandırmasının nedeni türünün bizdeki ilk ve tek örneği olmasıydı. Tadı tuzu da bundandı. “Köle İsaura” ve “Kara Şimşek” seyrederdik bir de. Biri ile empati, diğeri ile hayal kurardık. Bakkala her gittiğimizde arkadaşlarla son kalan naneli “Minti” sakız için kavga edip kendimizi leblebi tozuna boğardık. Herkes evine en yakın okulda okuduğundan hafta sonları okulun bahçesinde ip atlamak, sek sek oynamak en büyük keyiflerimizdendi. Topunu koltuğunun altına alan herkes soluğu okulun bahçesinde alırdı, zira orası bize çok aşinaydı. Bebekken, bebek arabasıyla gezdirildiğimiz, daha sonra biraz büyüyüp bisiklete bindiğimiz ve hafta içi ders, hafta sonu ise oyun için kullandığımız yerdi okul bahçesi. Belki bu yüzden içinde “okul” geçen kelimeler bizim kuşak için hep sempatik gelir kulağa.


Akşamları düz çizgi çizmeye çalışırken ya da defter kitap kaplarken bir taraftan da göz ucuyla haberlere bakardık. Akordeon kapaklı televizyonda, Çavuşesku ve karısının kurşuna dizilmesi gibi gerçek sahneleri gördükten sonra, dikkatimiz dağılsın diye çay içmek isterdik ancak Çernobil’le ilgili söylentiler yüzünden “paşa” kıvamında olanından tadardık.

sanal mı gerçek mi diye ayırt etmeye çalışmak, maskeleri sabah takıp akşam çıkarmak ve çıkıp çıkmadığından emin olamamak yorucu. Galiba, hayatın tüm evrelerini yaşamış ya da yaşayacak olanlar için en sakin liman çocukluk hatıraları. Hele bir de bu hatıralar sizi incitmiyor, aksine hafif bir tebessümle selamlıyorsa tadından yenmez.

Efsane

Fişlerimiz, Yerli Malı Haftası ve her 23 Nisan’da, “Paramız olsa da biz de kıyafetlerini alıp giysek, bir güzel ritim tutsak…” dediğimiz okul bandomuz vardı. Dantel yakalarımız bir türlü ütü tutmaz; kokulu silgilerimizi de yediğimiz için eve her gün mutlaka eksik dönerdik.

Sinemalarda, Hobbit, Avatar, The Lord Of The Rings, Harry Potter vs. izlemek yerine Jonathan Swift okumak ve Ayşecik’in başrolde oynadığı Pamuk Prenses’i TRT’den izlemek daha cazip gelirdi. Televizyonun tek ve doğal olarak zorunlu izlenen kanalında, askerler çıktıktan sonraki fasılasız “biiip!” sesini, mandalina ve sobanın üzerinde pişen kestaneler eşliğinde dinlemek için uyumazdık. “Aldım çantamı koluma, Çıktım Dallas yoluna, Ben Babi´yi beklerken Ceyar girdi koluma.” şarkısını dansıyla birlikte hâlâ hatırlarız. “Michael Jackson, Madonna Bir numara, Koy çuvala, Salla salla, Vur duvara.” tekerlemeleriyle daha küçücükken kafiye yapmayı ve ahengin ne demek olduğunu öğrenerek Batılılaşma temayülleri gösterirdik. Hatırlıyorum da birbirimize kendimizi anlatmaya çalışırken hiç zorlanmaz, birbirimizi yanlış anlamazdık çünkü sürekli paylaşım hâlindeydik. Bir kere bencil değildik. Aslında sadece oyun oynuyor gibi gözüksek de tüm bunları yaparken hayatla ilgili tecrübeler ediniyorduk. Çocukluğumuzu “çocuk gibi” yaşamak ve masumiyetin tadına varmak güzeldi; bu yüzden şanslıydık zaten. Bugün çocuklarımızı evden çıksınlar, biraz hava alıp hareket etsinler diye ikna etmeye çalışıyoruz. Çocuklarını bilgisayar başından kaldırmaya uğraşan ebeveynlerin kendi aileleri, aynı çabayı onları eve sokmak için verirdi. Şimdi hayat her anlamda daha kolay ancak yaşadıklarımız

29


KOLEKSİYON

KOLEKSİYON DEYİNCE… Olea Europaea Bonsai (Çok yaşlı Bonsai Zeytin, 600 yaşında), Celtis Australis (Adi Çitlenbik) sağ ve soldaki ağaçlar

F

YZY okurları ile koleksiyon başlığı altında yazılarımı yıllardır paylaşmaktayım. Sırada son derece ilginç, son derece farklı bir koleksiyon var. Bu sayıda ansiklopedik tariflerin, “koleksiyon” denilince akla ilk gelenlerin çok ötesinde bir birikimi paylaşacağım sizlerle… Elaeagnus Pungens Maculata aurea (Altuni süs iğdesi, 25 yaşında)

Mert SANDALCI Araştırmacı-Yazar 1974 Işık Lisesi Mezunu Fotoğraflar : Erkin ÖN

30

Koleksiyon için genel bir tanımlama yaparsak: “Öğrenme, zevk veya yarar amacıyla bir araya getirilmiş ve sınıflandırılmış nesneler bütünü…” diyebiliriz. Koleksiyoncu ise “koleksiyon merakı olan kişi” olarak tanımlanabilir. Koleksiyonlar burada olduğu gibi yabancılar tarafından anlatılmaya başlandığında, çoğu kez başlarına sıfatlar eklenir… “nadir”, “muhteşem”, “devasa”, “dünya sonu”, “korkunç”, “dehşetli”, “büyüleyici” ve daha birçoğu… Biriktirmeye yabancı biri için koleksiyon çoğu kez maddiyat ile ölçülür ve maalesef toplumumuzun büyük bir kesimi genetik olarak biriktirmeye yabancıdır. O nedenle gazetelerde zaman zaman

“Bir tablo şu kadar milyon dolara satıldı” ya da “Koleksiyonundaki pullara paha biçilemiyor” şeklinde atılan başlıklar görürüz. Bu yayınlarda yer alan hikâyelerde koleksiyoncular bilgileri ve şansları ile büyük servet sahibi olmuş kişiler olarak sunulur. Aslında iki koleksiyoncu karşı karşıya geldiklerinde değerlendirmede esas “emek”tir. Emek çok şey ifade eder. Emek harcamak için öncelikle bilgi gerekir ki koleksiyona ve koleksiyoncuya saygı burada başlar. Koleksiyonu yapılan nesne ne kadar gözlerden uzak, hakkında ne kadar az şey biliniyorsa o kadar ilgi çekicidir. İkinci olarak koleksiyonun sanatsal ya da bilimsel olarak değerine bakarız. Hele ki koleksiyon konusu hakkında biraz bilgi sahibi isek değmeyin keyfimize… Besleniriz, doyuma ulaşırız… Üçüncü olarak maddi değer ilgi alanımızdadır. Koleksiyon parçaları bu yönden ele alındıklarında bize çok şey ifade ederler. Ölçeriz, biçeriz ama sonra da


Olea Europaea (Zeytin Ağacı- Yaşlı, 100 yaşında) Platanus Acerifolia (Çınar Ağacı, 200 yaşında)

içinden çıkılmaz, anlaşılmaz düşünceler kaplar beynimizi… Genelde koleksiyonun maddi değerini maliyet ve maliyet sonrası, yani bir eserin koleksiyona girdikten sonraki değeri olarak ikiye ayırmak gerekir. Burada öğrendiğimiz şaşırtıcı hikâyeler hoşluklardır ama anlaşılamayan her zaman bir koleksiyon objesinin koleksiyoncu gözündeki değeridir. Eğer koleksiyoncu değilseniz bu paha biçilmezliğe bir anlam veremezsiniz. Delilik olarak görüp geçersiniz…

Bütün bu açıklamalardan sonra gelelim konumuza;

Olea Europaea (Calabria bölgesi Zeytin Ağacı, 700 yaşında)

Değerli dostum Kemal Bilginsoy bir sohbet sırasında bahçeye çok meraklı olduğunu, laf arasında yurt dışından getirttiği 500 yıllık bir zeytin ağacını bahçesine diktiğini söyleyince bunun sadece bir ağaçla sınırlı kalmayacağını tahmin etmiştim. Doğru da düşünmüşüm. Arkası gelmiş tabii ki… Bugün Kandilli sırtlarında geniş bir arazi üzerinde benzersiz bir 31


KOLEKSİYON

Quercus Suber (Mantar Meşesi, 250 yaşında)

Acer Platanoides “Crimson King” (Kırmızı Norveç Çınarı)

Quercus Suber’in gövdesi

koleksiyon oluşturmuş Bilginsoy: “Ağaç koleksiyonu”…

32

Koleksiyoncu dediğinizde şöyle bir tanımlama daha var, psikopataloglar şöyle diyor: Koleksiyoncular az bulunan değerli ya da acayip nesneleri elde etme ve toplamaya çalışırlar… Sayfalarımıza taşıdığımız koleksiyon az bulunan değerli hatta çok çok nadir ve paha biçilmez nesnelerden oluşuyor. Tarife uygun yani. Ağaç için “acayip” tanımlaması ne derece doğrudur, tartışılır ama Belginsoy’un koleksiyonunu izlerken “acayip” sözcüğünün ağaç için bile olsa ne kadar yerinde kullanıldığını düşünüyor insan… Aslında en acayip olan zeytin ağacı… 2500 yıl yaşayabiliyor. Bilginsoy 1976-77 yılında Kıbrıs’ta askerlik görevini yaparken Omorfo’da muhteşem portakal bahçeleri-

nin imara açılışına şahit oluyor. Bahçelerin sınırları asırlık zeytin ağaçları ile çizilmiş. Ağaçlar ateşe veriliyor. Bilginsoy yaşlı ağaçların aylarca yanışını, bir yandan da filizlerinin patlamasını büyük bir hüzünle seyrediyor. Yıllar sonra çok sevdiği yaşlı zeytin ağaçları ile birlikte bir yaşam alanı oluşturmaya karar veriyor. Sezai Metin Karakuş ile birlikte sayısız yurt dışı seyahati yapıyorlar. Karakuş, İtalya’dan binlerce yıllık ağaçları tırlarla getirip vinçlerle yerlerine yerleştiriyor. Bu arada bahçe, yaşlı zeytinlere dost pek çok ağaç ve ağaççık ile zenginleşiyor… Koleksiyonda türünün genellikle çok yaşlı ağaçları seçilmiş. Bu yaşlı ağaçların en büyük özelliği ise kimi kez en üst dallarını okşayacak kadar bodur, yani bir anlamda


Acer Palmatum Atropurpurea (Japon Akçaağacı, 30 yaşında) Lagerstromia indica “Speciosa” Bonsai (Bodur Oya Ağaçları, Bonsai)

Sequoia Sempervirens (Sekoya ağacı) Quercus Suber (Mantar Meşesi, 200 yaşında)

“bonsai” olmaları, kimi kez ise üst yapraklarını görmek için başımızı gökyüzüne kaldırmak zorunda oluşumuz. Ancak hemen belirtmeliyim ki yaşlı bonsailer öyle bir karış 3 yaprak, parlak gövdeli, sağda solda gördüğümüz ağaççıklardan değiller. Onların yanında ağacın yaşını gerçekten hissediyorsunuz. Bunlardan başka büyük-

lükleriyle eşsiz olanlar da var. Örneğin bir doğum günü hediyesi hemen göze çarpıyor. Ulu bir zeytin ağacı bu… Ya da eşsiz bir mantar ağacı, İngiliz meşeleri, serviler… İyisi mi lafı uzatmayayım… Koleksiyon dediğin seyredilir, hele ki ağaç koleksiyonu… 33


SAĞLIK SOSYOLOJİ KOLEKSİYON KOLEKSİYON

KOŞUN AMA ABARTMAYIN... Dr. Murat KINIKOGLU İç Hastalıkları ve Kardiyoloji Uzmanı

S

outh Carolina Üniversitesi tarafından yapılan ve San Francisco’daki spor hekimliği konferansında tebliğ edilen bir çalışma, koşmanın yürümeye göre daha yararlı olduğunu göstermiştir. Adı geçen çalışmada yaşları 20-100 arasında değişen 53 bin kişi incelendi. Kalp hastalığı, kanser ve şeker hastalığı olmamasına dikkat edilen katılımcılar, “düzenli koşanlar” (% 27) ve “yürüyenler” (%73) olarak iki gruba ayrıldı ve bu iki grubun uzun vadedeki ölüm oranları kıyaslandı. Sonuç: Koşanlarda ölüm oranı % 20 daha düşük bulundu. Koşun ama abartmayın… Koşmanın yürümekten iyi olduğunu anladık. Peki, hangi hızla ve ne kadar süreyle koşmak daha faydalıdır? Koşanlar, süre ve mesafe olarak gruplara ayrıldığında görülüyor ki saatte 10 km’yi aşmadan haftada 30 km’ye kadar koşanlar fayda görüyor. Buna karşılık saatte 10 km hızı aşan veya haftada 40 km’den fazla koşanlar zarar görmeye başlıyorlar. Daha önce Mayo Clinic dergisinde yayımlanan başka bir çalışma; maraton koşusu, triatlon gibi aşırı zorlamalı koşunun ve yarışmacı statüsünde bisiklet sürmenin uzun dönemde kalbe zarar verebileceğini göstermişti. Hiçbir şikâyeti olmayan sağlıklı maraton koşucularının %12’sinin kalp sintigrafilerinde “patchy myocardial scarring” (kalp kası harabiyetleri) bulunmuştur. Yalnız bu değil, maraton koşucularında atrial fibrilasyon dediğimiz ritim bozukluğunun ortaya çıkma ihtimali de beş misli artmaktadır. Danimarka’da yapılan bir çalışmada 1976’dan bu yana koşan 20 bin kişi incelendi. Bu çalışmada da koşanların yürüyenlerden 6 yıl daha

34

uzun yaşadığı gösterildi. Fazla koşanların ise (örneğin haftada 4-5 gün, birer saatten fazla) faydadan çok zarar gördükleri tespit edildi. En uzun yaşayanlar grubunda haftada iki veya üç kez olmak üzere toplam 1-2.5 saat koşanlar vardı. Sonuç olarak pek çok şeyde olduğu gibi koşunun da fazlası zararlıdır. Herhangi bir sağlık sorunu olmayan kişilerin koşmalarının sağlık açısından yararlı -yürümeden iyi- olduğunu düşünüyorum. Abartmadan, aşırıya kaçmadan, kasmadan koşmak en iyisidir. Bu işi sağlık amacıyla yapıyorsanız daha önce yazdığım gibi “üç yürü, bir koş” metodunu uygulamak en iyisidir. Koşun, yorulduğunuzu hissedince yürüyün, sonra tekrar koşun. Ne kendinizle ne de biraz önce koşarak yanınızdan geçen o adamla yarışın.


üç yürü

bir koş...

35


SANAT

Nerja Mağarası’ndan Dijital Tuval’e Sanat Serüveni Sibel AVCI TUĞAL Işık Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Öğretim Görevlisi

Kırmızı Kozmoz, CGD, 80X120cm, 2013 Tuval Üzerine Dijital Baskıresim (1/1)

36

T

arih boyunca sanat ve teknoloji birbiri ile son derece yakın ilişkide olmuştur. Yaklaşık yarım milyon yıl önce, insanın atalarından Homo Erectus tarafından yapıldığı düşünülen ve Endonezya’da bulunan deniz kabuğu üzerindeki çizimlerden, 42000 yıl önce Neandertal insanı tarafından yapılmış İspanya’daki Nerja Mağarası duvarındaki ayı balığı resimlerinden günümüz çağdaş sanat yapıtlarına kadar birçok alanda, dönemin sunduğu olanaklar bilim, kültür ve sanat yapıtlarında her zaman etkin olmuştur. Günümüz dünyasına biçim veren teknoloji, en önemli keşiflerin ve buluşların yapıldığı 19. yüzyılla birlikte rasyonel bakış açısıyla gelişmiş ve endüstrileşme ile

hayatın vazgeçilmezleri arasına girmiştir. Zihinsel ilişkilendirme yoluyla işlevselliklerin araştırılması, bunların uygun sistemler ve modeller hâline getirilmesiyle ilerleyen teknoloji, insan yaşamını ve insanın yapabilirliklerini belirleyen, bunları dönüştüren önemli bir etmendir. 1950’ler sonrası ortaya çıkan, özellikle elektronik, haberleşme ve bilgisayar alanındaki gelişmeler, bugün hâlâ heyecanla takip ettiğimiz, merak uyandıran ve şaşırtıcı oluşumları beraberinde getirmektedir. Bilimsel verilere dayanan ve rastlantısal olmayan, bilinçli kontrol edilerek ortaya konulan sanat anlayışı Op Art’ın kurucularından kabul edilen Victor Vasarely, 1950 öncesi sanat anlayışını “hisset ve yap”, 1950’ler sonrasını ise “tasarla, ifade


et ve ortaya çıkar” olarak tanımlamış; yeniden yaratma, çeşitleme ve genişleme olasılıklarının farkında olunduğunu belirterek çağdaş anlayışta tek ve özgün sanat yapıtının ortadan kalkacağını, sanatın makineler yolu ile varlığını sürdüreceğini ileri sürmüştür. Bugün geldiğimiz noktada öne sürülen bu savın gerçekliği ile karşı karşıyayız. Elektronik bilimi ve mühendisliği alanındaki gelişmeler 20. yüzyıla damgasını vurmuştur. Yarı iletken teknolojisi, ışık kullanımında yeni bir dönemin habercisi olan fiber optikler, bilgi işleme, kontrol sistemleri, görüntüleme, görüntü oluşturma, görüntü işleme, haberleşme ve iletişim sistemlerine büyük hız kazandırmış, böylelikle dijital/sanal dünyanın kapıları aralanmıştır. Günümüzde kendi içinde gerçek yaşamdan farklı bir dünya olan dijital ortam ile küresel anlamda sarmalanan 21. yüzyıl insanı için bilgi, mekân, hız ve zaman kavramlarının anlamları geçmiş yüzyıllara göre önemli ölçüde değişmiştir. Bilim, endüstri, sağlık, sanat, tasarım, eğitim, finans, haberleşme, eğlence, basın-yayın gibi birçok alanla birlikte günlük yaşamda da dijital gerçeklikle küresel anlamda etkileşim söz konusudur. İnsanı teknolojiye ve teknolojiyi kullanarak birbirlerine bağlayan, karşılıklı etkileşime olanak sağlayan her ortam ve uygulamada (arayüz, model, dolayımlayıcı gibi) her bilgi dijital olarak görselleştirilmiştir. Tabii ki sanatçılar da bu değişim ve dönüşüme büyük bir heyecan ve merakla yaklaşmışlardır. Sanatın ve sanatçının doğasında var olan sezgisellik, farklı düşünebilme ve bakabilme, algılama gücü, yaratıcılık ve hayal edebilme özellikleri, teknoloji ve uygulamalarda yaşanan bu dönüşümü kullanarak yeni sanat yapıtları ve ortamlarını yaratmış ve yaratmaya devam etmektedir. 20. yüzyıl başlarından itibaren sanat üzerinde yoğun etkisini gördüğümüz teknolojinin kullanıldığı yaklaşımlar ile yüzyılın son çeyreğinde ortaya çıkan dijital tekniğin sağladığı çoklu ortam ve sınırsızlık, dijital sanatın temellerini oluşturur. Dinamik ve sonsuzluğa açılan dijital yapıtlar, var edildikleri ve var oldukları dijital dünya ile gerçek dünya arasında ilişki ve/veya ilişkiler sunarak izleyicinin katılımını zorunlu kılar. Aslında sadece 0 ve 1’in sonsuz sadeliğinden oluşan dijital kodların oluşturduğu imge tabanlı metafor yapıları ile oluşan çalışmalar, sanatçının sezgisel, duygusal algılamalarıyla birleşerek güçlü, etkili dijital resimlere, sistemlere ve organizmalara dönüşmeye başlamıştır. Bir örnek vermek gerekirse, gerçekte kendisi optik bir sanat olan resim, geleneksel üretiminin yanı sıra 21. yüzyılla birlikte dijital teknolojinin ortaya koyduğu olanaklarla, doğrudan ışığın yapı malzemesi olarak kullanıldığı “dijital resim sanatı” örneklerini sunmaktadır.

Diğer tüm sanat alanlarında olduğu gibi dijital sanatta da oluşturulacak her bir yapıt, doğrudan sanatçının hayal gücüne ve yaratıcılığına bağlıdır. Çağdaş sanat örnekleri olarak kabul edilen ve gelişmekte olan teknolojiye bire bir bağlı olarak çeşitlilik gösteren dijital sanat uygulamaları ve dijital sanat yapıtlarının karşı karşıya kaldığı en önemli nokta “asıl” kavramında ortaya çıkmaktadır. Geleneksel yöntemlerle yapılan resimler, özgün sanat yapıtlarıdır ve tektir. Baskıresim belirli sayılarda üretilir, fotoğrafta dahi asıl ve kopya kavramı vardır. Dijital görsel/resim ise elektronik yolla saklanabildiği ve aynı şekilde hatta çeşitli boyutlarda ve farklı formlarda tekrar üretilebildiği için burada “asıl” kavramı büyük ölçüde yeniden sorgulanmakta, farklılaşmaktadır. Günümüz dünyasının çeşitliliği özdeksel ve tinsel birçok ögenin bir arada olduğu disiplinler arası sanat dilini beraberinde getirmektedir. İnsanın varlık alanını ve anlayışını geliştiren bu durumla birlikte dünya, fiziksel bir varlık olmaktan çıkarak insanın tinsel güçleri ve bilimle birlikte ortaya koyduğu tasarımsal, sanatsal bir dünya hâline dönüşmektedir. El ve beyin koordinasyonu insanı üretken kılabilir; buna duygu, sezgisellik, zekâ, yaratıcılık, analitik düşünebilme, sentezleme yeteneği ve hayal gücü eklenebildiği zaman ise sanat ve tasarım sürecinden bahsetmek mümkündür. 20. yüzyıl sanat ve tasarım anlayışına önemli ölçüde etki eden Bauhaus sanatçılarından Josef Albers’e göre aslında sadece bir deneyim alanı olan sanat, bugün dijital dünya ve olanakları ile yeni bir evren kurgusuna doğru yol almaktadır. Şimdilerde örneklerini görmeye başladığımız sanal gerçeklik ve yapay zekâ uygulamaları ise geleceğin nasıl biçimleneceğine dair oldukça merak uyandıran birtakım ipuçları sunmaktadır. Gelecekte nasıl bir sanat olacağı sorusu, sanatın gelecekte insan için anlamının ne olacağı ya da yapay zekânın yapay duygu ve sezgiselliği olup olamayacağı soruları ise henüz öngörüden öteye geçemez. Geleceğin nasıl olabileceği ile ilgili şimdilik tek sınırımız hayal gücümüzdür.

Digital Blue, CGD,90X90cm, 2011 Tuval Üzerine Dijital Baskıresim (1/1)

37


SANAT

4 Mart - 4 Nisan 2015 tarihleri arasında Işık Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Galeri Işık İstanbulda “Sayısal Uyum Resim Sergisi” açılmıştır. Sergide, Sibel Avcı Tuğal’ın dijital ortamda kurguladığı 42 adet tuval üzerinde yer alan özgün kompoziyon çalışmalarının yanı sıra yine sanatçıya ait “kinetik resim” adı verilen 60 farklı kısa tele-sunum çalışması da yer almıştır. “Kinetik Resim”lerle; film veya video beklentisi içinde olan izleyiciye, resmin içindeki hareket ya da “hareket eder görünen” sunularak onu kinetik sanatla buluşturmak amaçlanmıştır. Sergide bir diğer seri çalışma, sanatçının son dönemlerde kurguladığı ve resmin giyilebilirliğine yönelik araştırmalarından biri olan “fularlar” serisi olmuştur. Sergi sürecinde; “Sanatta Dijital Dönem” başlığı altında sayısal sanat, dijital resim sanatı ve kendi yapıtları ile ilgili açıklamaların yer aldığı seminerler, Ayazağa Işık İlköğretim Okulu öğrencileri ile “Çocuk Gibi Resim Yapmak” adlı etkinliklere de yer verilmişir.

İsimsiz 9, CGD,100x58cm, 2011 Tuval Üzerine Dijital Baskıresim (1/1)

İsimsiz 15, CGD,100x70cm, 2014 Tuval Üzerine Dijital Baskıresim (1/1)

Kaynaklar: • Burnett, Ron, İmgeler Nasıl Düşünür?, Metis Yayınları, İstanbul (2007). • Dempsey, Amy, Modern Çağda Üslupler Ekoller Hareketler, Akbank Kültür ve Sanat Dizisi: 25, Promat Basım Yayım Sanaii Tic. A.Ş., İstanbul (2007). • Houston, Joe, Optic Nerve Perceptual Art of 1960s, Merrell Puplishers Ltd., Çin (2007). • Lieser, Wolf, Dijital Art, Tandem Verlag GmbH, Çin (2009). • Myers, Jack Fredrick, The Language of Visual Art/Perception as a Basis for Design, Holt, Rinehart and Winston Inc., Amerika Birleşik Devletleri (1989). • Perkowitz, Sidney, Empire of Light, History and Discovery in Science and Art, A John Macre Book Henry Holt and Company, New York (1996). • Şahiner, Rıfat, Çağdaş Sanatta Temsiliyet Krizi, Ütopya Yayınevi, Ankara (2015). • Tuğal Avcı, Sibel, Oluşum Süreci İçinde Op Art , Hayalperest Yayınevi, İstanbul (2013). • Tunalı, İsmail, Felsefenin Işığında Modern Resim, Remzi Kitabevi, İstanbul (2008). • Wands, Bruce, Dijital Çağın Sanatı, Akbank Sanat Yayınları, İstanbul (2006). • Wolf Lieser, Dijital Art, Tandem Verlag GmbH h.f. Ullman Publishing, Çin (2009). • Kuspit, Donald, The Matrix of Sensations http://www.artnet.com/magazineus/features/kuspit/kuspit8-5-05.asp • Keim, Brandon, World’s Oldest Art Indentified in Half-Million-Year-Old Zigzag http://news.nationalgeographic.com/news/2014/12/141203-mussel-shell-oldest-art/ • Worden, Tom, The Oldest Work of Art Ever http://www.dailymail.co.uk/sciencetech/article-2097869/The-oldest-work-art-42-000-year-old-paintings-seals-Spanish-cave.html

38


Atlantis 11,CGD,90X90cm, 2012 Tuval Üzerine Dijital Baskıresim (1/1)

39


SPOR

SIRA DIŞI SPORLAR Şenay KURT FMV Kalite Müdürü

“B

edeni veya zihni geliştirmek amacıyla kişisel veya toplu olarak gerçekleştirilen ve bazı kurallara göre uygulanan hareketlerin tümü” olarak tanımlanır spor. “Spor deyince aklımıza ilk olarak hangi branşlar geliyor?” diye mini bir anket düzenledim. Ankete katılan arkadaşlarımdan, on spor dalı yazmalarını rica ettim. Beklentimin aksine, birinciliği basketbol ve tenis paylaştı. Akla ilk olarak gelir gözüyle baktığım futbol, yüzmeyle birlikte ikinci oldu. Ardından sırasıyla voleybol, atletizm ve hentbol geldi. Amerikan futbolu yazan bile olmuşken hiç kimse bu yazıya konu olan bir branş belirtmedi. Peki, nedir bu sporlar? Yine belli kurallar içinde yapılan ancak beden ve zihinden ziyade böbrek üstü bezlerinin salgısını üst seviyeye çıkarmayı amaçlayan sıra dışı sporlar! Sıra dışı diyoruz çünkü bu branşlar sınır tanımıyor, sınırı kendiniz çiziyorsunuz. Varabileceğiniz en üst noktayı ve kendinizi zorlayabileyeceğiniz seviyeyi siz belirliyorsunuz. İşte bu nedenle, çok mücadele gerektiriyor bu sporlar. Üstelik bu kez mücadeleyi rakiple değil, doğayla yapıyorsunuz. Bir anlamda doğaya ve fizik kurallarına meydan okuyorsunuz. Vücudunuzdaki hormon dengesini altüst ediyor, adrenalin bağımlısı oluyorsunuz. İşte birkaç örnek: “paragliding” yani yamaç paraşütü... Bir dağın yamacından rüzgârı karşınıza alıp koşarak atlıyorsunuz ve hafif hafif havalanıyorsunuz, tıpkı pistte hızlanan ve havalanan bir uçak gibi... Böylece paraşüt yardımıyla da olsa uçmanın tadına varıyorsunuz. Adrenalin sayesinde ve ayaklarınızın altındaki manzara karşısında nefesiniz kesiliyor.

40

Bedeninize vuran rüzgâr ve uçmanın verdiği müthiş özgürlük hissiyle ciğerleriniz nefes alıyor. Ya paraşütle atlamaya ne dersiniz? Yükseklik korkusu olanlara birebir... Bu kez uçak gibi havalanmıyorsunuz, uçaktan örneğin 3000 metreden aşağı atlıyorsunuz. Kendinizi yer çekimine bırakıp aşağı düşüyorsunuz. Söylenen o ki paraşütünüzü açana kadar geçen sürede 240 km hıza ulaşıyormuşsunuz. Düşünsenize, büyük bir şehirde Ferrari’nizle bile yapamayacağınız bir hıza yardımsız ulaşıyorsunuz. İşte özgürlük! Tabii paraşütü zamanında açmak kaydıyla... Açılınca da bu kez yeryüzüne doğru süzülmenin tarifsiz keyfini yaşıyorsunuz. Son yıllarda gençlerin en büyük tutkusu hâline gelen bungee jumping... Kan şekerinizin tavana vuracağı, böbrek üstü bezlerinizin dorukta salgılanacağı sıra dışı spor


Kiteboard, Türkçesiyle uçurtma sörfü... Ne hoş bir ad, hem uçurtma hem sörf... Belki de sıra dışı dediğimiz sporlar içerisinde en yenisi. İpin ucunda bir uçurtma, belinizde kemer ve ayağınızda da bir tahta, suyun üzerinde ilerliyorsunuz. Kâh suya değerek kâh hafif uçarak...

Şimdi biraz hızımızı azaltalım, yine sıra dışı ama ayaklarımızın yere bastığı sporlarla devam edelim: Canyoning... Ayağınız yere basıyor dedik ama yolculuğunuz bir bilinmeze gidiyor, zaten macera da bu noktada başlıyor. Canyoning; yürüyüş, tırmanış, iple iniş, atlayış ve yüzmeyi de içeren bir spor dalı. Kanyonlarda geçireceğiniz saatlerle nehir ve şelalelerde gezmenin, yer altını keşfetmenin heyecanına kapılıyorsunuz.

Çocukluğunda hiç uçurtması olmamış ve hep içinde ukte kalmış, üstelik deniz âşığı biri olarak sanırım bu spor tam da bana göre...

Yer altı demişken karada yapılan bir başka macera dolu branşa geçelim: Caving, yani mağaracılık. Bu spor sizi yer altını ve muhteşem hazinelerini keşfetmeye davet ediyor. Mağaraların şiirselliğinin yanı sıra yer altı gölleri, şelaleleri ve kaya formasyonlarının büyüsüne kapılmak farklı bir zevk olsa gerek. Bir de geçen yüzyılın ortalarında Amerika’da rüzgârsız günlerde sörf yapamayan gençlerin tahta bloklara tekerlek koyarak icat ettikleri kaykay var. Sokak oyunu olarak başlayan kaykay, artık özel tasarlanan rampalarda, havuzlarda, sıradan yollarda hatta herhangi bir yerde bulduğunuz geniş borular üzerinde bile inanılmaz dönüşlere ve havada atılan perendelere sahne olan, kanı deli akanlar için çok uygun bir spor. Hava, kara derken son olarak suya da girelim...

Ve dalış... Son yıllarda genç-yaşlı birçok insanın yaz sezonu tutkusu. Müthiş zevkli olsa da aslında büyük risk. Bir o kadar da dingin. Su altının efsunlu güzelliğine şahit olmak için inanılmaz bir fırsat. İster tüplü ister tüpsüz keşfe çıkın, bu sporun da hiç şakası yok. Vurgun yemeden tadına varmanız dileğiyle...

Heyecan, hız, macera, risk...

sanırım bu. Yüksek bir köprü veya bu spora özel kullanılan bir vinçten sadece ayağınıza bağlanan lateks kauçuk kordonla kendinizi boşluğa bırakıyorsunuz. Esneyen kordon sayesinde havada ileri geri, aşağı yukarı zıplıyorsunuz. Bana göre akla zarar bir spor! “O adımı atmaya cesaretin var mı?” diyerek bunu cesaret örneği olarak gösterenler var tabii... Ben almayayım, alana mani olmayayım.

41


TARİHTEN SAYFALAR

Güneş saatinden kol saatine... Dr. Arif AKDENİZ FMV Özel Işık Lisesi Türkçe-Sosyal Bilimler Bölüm Başkanı

Z

aman o kadar hızlı akıyor ki gündelik yaşantımızda birçok şeyin farkına varmıyoruz. Oysa bugün kullandığımız sıradan birçok “şey”in tarihi var. Saat de bunlardan sadece biri. Saat olarak adlandırdığımız “zaman ölçen aletler” aslında binlerce yıllık bir birikimin ve çeşitli toplumların ortak katkıları sonucu ortaya çıktı. İnsanların yerleşik yaşama geçmeye başlamasıyla birlikte zamanı ölçecek bir araca ihtiyaç duyulmaya başlandı; sabahleyin belirli bir anda kalkılması, hayvanların belirli anlarda beslenmesi, ürünlerin belirli anlarda pazarlara götürülmesi gerekliydi. İlk güneş saatlerinin MÖ 4000’ler civarında Mısır coğrafyasında kullanıldığı düşünülmektedir. Mısırlılar, Güneş’in her gün belirli bir düzende doğup battığını keşfetmişti. Bundan yararlanarak güneş saatini icat etmeyi başardılar. İlk “güneş saatleri”, gölgenin uzunluğuna, kısalığına göre zamanı göstermeye yarayan basit saatlerdir. Başlangıçta bunlar birer uzun sütundu. Bu sütunların üzerine ya da çevresine işaretler konulmaya başlandı. Bu saatler belli bir yerde durur, güneş ışınlarının iz düşümlerini belirtmeye dayanan işaretlere göre ayarlanırdı. Her işaret, günün belli bir süresi içinde güneş ışığının önünü keser, direk ya da taş boyunca belli aralıklarla sıralanan çizgiler, günün hangi bölümünde bulunulduğunu gösterirdi. Böylece sabah, öğle ve akşam gibi üç kesin zaman başlangıcı belirleniyordu. Güneş saatleri, özellikle kış aylarında yararsız duruma geldiği için “su saati” icat edildi. Hatta geceleri de zamanı gösterdiğini belirtmek için bunlara “gece saati” adı da verildi. Su saatlerinin dışında kum saatleri ve işaretli mumlar da süreç içinde zamanı gösteren aygıtlar olarak ortaya çıkmışlardır. Çin’de, Mısır’da ve Mezopotamya’da 5000-4500 yıl önce bu saatler kullanılmaktaydı. Yunanlılar ve Romalılar bu saatlerin daha gelişmiş şekillerini yaptılar. Bu arada İskenderiye şehrinde Yunanlı bir saatçi ilk defa bazı silindirler ve çarklar kullanarak kendi kendine işleyen ilk su saatini buldu. Suyun sürekli akıtılması esasına dayanan bu araç, zamanla süs kaygısıyla yerleştirilen birtakım mekanizmalarla karmaşık bir hâl almıştı. Bunun en tipik örneğinin 807 yılında Abbasi Halifesi Harun Reşit’in Alman İmparatoru Charlemagne’a (Şarlman) armağan ettiği “saat” olduğu kesindir. Saatin kaç olduğu, Ortaçağ Avrupası’nda kimsenin aldırış etmediği bir şeydi. Komşu manastırın saatleri günü yeterince bölümlüyordu. Manastırdakilere gelince; tören saatleri, gündüzleri ya güneş kadranı ya su ya da kum saatiyle ve geceleri de yıldızlara göre ayarlanıyordu. İlk mekanik saatler, saati göstermek değil, duyurmak üzere yapılmışlardı. Bu saatler birer ağırlığa bağlı olarak çalışıyorlardı ve belirli zaman aralıkları ile gonga vuran tokmaklarla donatılmışlardı. Günü eşit saatler hâlinde bölen ilk saat, 14. yüzyılda yapılan, Milan’daki Saint Gottard Kilisesi saatidir. İlk saatlerde kadran, akrep ve yelkovan bulunmuyordu. Okuma yazma oranının düşük olması, saatlere insanların bakıp anlayacağı yazılar koymak yerine çan sesleri

42

konmasını gerektiriyordu. Süreyi görsel olarak göstermek için saatlerde kadranı ilk olarak kullanan ve 1344’te 24 dilimlik saati yapan Giovanni di Dondi’dir. 1509 yılında Nürnberg’de Peter Heinlein’ın zembereği bulmasıyla, büyük ağırlıklar kalkarak taşınabilir küçük saatler olanaklı kılınmıştır. Heinlein’ın icat ettiği bu ilk cep saati “Nürenberg Yumurtası” diye tanımlanır. Saat gelişiminde atılan bir başka büyük adım da sarkacın bulunmasıdır. 1583 yılında Galileo, “pandelum” diye tanımlanan, gerçek ve bilimsel ilkelerle çalışan rakkası keşfetti. Kilisede papazı dinlerken kürsünün üzerinde sallanan lambanın salınım zamanının sabit olduğunu fark eden Galileo, sarkacın salınım periyodunun, ağırlığına ya da genişliğine değil, uzunluğuna bağlı olduğunu bulmuştur. İlk çalışan sarkaçlı saati 1656’da, Galileo’nun ölümünden 14 yıl sonra, Alman Astronom Christian Huygens yapmıştır. Böylece, rakkasın bir salıntısı bir saniyede tamamlanan rakkaslı saatlerin yapımı gerçekleştirildi. 1728 yılında, İngiliz John Harrison ilk kronometreyi yaptı. Sarkacın bulunmasıyla ilk defa saatlere dakika ve saniye kolları eklenmiştir. 1670’lerin ortalarında Huygens’in balans yayını geliştirmesi, taşınabilir saatlerin gerçek bir cep saati hâline getirilebilmesini sağlamıştır. Yay mekanizmasının bulunması, zamanın hem karada hem de denizde aynı doğrulukta ölçülebilmesini sağlamıştır. Balans yayının geliştirilmesi ile gittikçe küçülen saatler cepte ya da kolda taşınabilmeye başlanmış, ilk ucuz cep saatleri ABD’de üretilmiş, kol saatleri ise 1890’larda ortaya çıkmıştır. Başlangıçta sadece kadınların kullandığı kol saatleri I. Dünya Savaşı sırasında erkekler arasında da yaygınlaşmıştır. Kaynak: 1- http://arabulogren.com/index.php/5n1k/1327-saat-nedirtuerleri-cesitleri-ilk-kim-buldu 2- http://safiyyenurefsan.blogcu.com/saat-nedirkim-buldu/931961 3- http://www.goktepeliler.com/forums/bir-saatneden-t16229.html 4- http://nedircevap.com/gunes-saati-nedir 5- http://www.renklinot.com/soru-cevap-2/ saatin-icadi-saati-kim-buldu.html 6- http://www.renklinot.com/sorucevap-2/dunyanin-en-eski-saati-ne-zamanyapilmistir.html 7- Popular Science Türkiye Dergisi, Mayıs 2015, sayı: 37 FOTO: (4 British Museum compass (smaller), 26185_buyuk, 27925539, Al-Jazari_Automata_Elephant-Clock_1315, balat-ferruh-kethuda-camii-gunes-saati, breguettopkapi, e41b9c5533ac44c7b7abed0bb057fccf, filli-su-saati, gunes_saati, IMG_8565_s, kum-saati )



Ayazağa Kampüsü

Anaokulundan üniversiteye güçlü ve çağdaş eğitim FMV Işık Okulları 129 yıllık köklü geçmişi, güçlü eğitimci kadrosu, çağdaş eğitim sistemiyle eğitimde öncülüğünü sürdürüyor.

104-KSY-SY-17-06/2015

Nişantaşı Kampüsü

Erenköy - Güneş Kampüsü

Ispartakule / Bahçeşehir Kampüsü

Işık Üniversitesi Şile Kampüsü

www.fmv.edu.tr


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.