FYZY FMV’nin armağanıdır. Para ile satılmaz.
EL EMEĞİ GÖZ NURU... SATILIK SEVGİ! HA BU AKAN DERELER... AŞK MESHEBİ MELEKLER ŞEHRİ İKİNCİ HAYAT
Ekim 2015
32.
SAYI: 32
İÇ İ N D E K İ L E R 4 FMV Haberler 9 Öğretmen Olmak 10 Eğitim Satılık Sevgi 12 Kültür Farklı Kültürlere Başka Bir Gözle Bakmak AFS Kültürler Arası Programları 14 Sosyoloji Aşk Mezhebi 16 Hobi El Emeği Göz Nuru 18 İçimizden Biri Sanata Adanmış Bir Yaşam 22 Gezi Melekler Şehri 26 Kent Kültür Ha Bu Akan Dereler 30 Sosyal Sorumluluk İkinci Hayat Yaşamak da Güzel Yaşatmak da 34 Sağlık Olmalı mı Olmamalı mı? 36 Sanat Başka Bir Sinema Hâlâ Mümkün 40 Spor Akrobasi 42 Tarihten Sayfalar Burası Dingo’nun Ahırı mı?
EKİM 2015
FYZY İMTİYAZ SAHİBİ Feyziye Mektepleri Vakfı Işık Okulları adına FMV Yönetim Kurulu Başkanı Mimar M.Kâmil ÖZKARTAL • SORUMLU MÜDÜR Elk. Müh. Alp GÜNAY Feyziye Mektepleri Vakfı Genel Müdürü • YAYIN KURULU Sevil KARACIK FMV ve Işık Okulları Kültür Sanat Yöneticisi Ömer ORHAN FMV Özel Ayazağa Işık Lisesi Müdürü Şenay KURT FMV Özel Ayazağa Işık Lisesi Müdür Yardımcısı • DÜZELTMEN Leyla TARAKÇI FMV Özel Ayazağa Işık Lisesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni • TASARIM - KAPAK Ömer ORHAN FMV Özel Ayazağa Işık Lisesi Müdürü EDİTORYAL YAPIM - BASKI Mas Matbaacılık San. ve Tic. A.Ş. Hamidiye Mahallesi, Soğuksu Caddesi, No: 3 34408 Kağıthane - İstanbul Tel: 0212 294 10 00 Faks: 0212 294 90 80 info@masmat.com.tr Sertifika No: 12055 • İMTİYAZ SAHİBİ, SORUMLU MÜDÜR VE YÖNETİM YERİ ADRESİ Teşvikiye Cad. No: 6 Nişantaşı - İstanbul Tel: 0212 233 12 03 444 1 368 (FMV) www.fmv.edu.tr 4 ayda bir yayımlanır. Yayının türü: Dergi, yerel, süreli
BAŞYAZI
Sevgili Işıklılar, F YZY dergimizin yeni sayısında sizlerle bir kez daha buluşmanın heyecanı içindeyiz.
Her yıl daha büyük bir heves ve heyecanla başladığımız eğitim-öğretim yılına, aramıza yeni katılan Işıklılarla birlikte bu yıl bir kez daha merhaba dedik. Öğrencilerimizin en değerli yıllarında onlara yol göstermek, çağdaş bilgiye ulaşmalarında yardımcı olmak ama en önemlisi “önce iyi birer insan” olmaları için çalışmaya devam ediyoruz. Türkiye’nin en köklü eğitim kurumlarından biri olarak şimdiye kadar binlerce mezun ve binlerce Işıklı ile Türkiye’nin aydınlık geleceğine atılmış binlerce köprüye yenilerini ekleyebilmek adına, “130. Eğitim-Öğretim Yılı”mıza başladık. Yolundan bir an olsun ayrılmadığımız Başöğretmen Mustafa Kemal Atatürk’ün dediği gibi “Geleceğin güvencesi sağlam temellere dayalı bir eğitime bağlıdır.” Biz Ulu Önder’imizin bu sözü doğrultusunda ve aynı bilinçle, 130 yıllık köklü tarihimizde olduğu gibi bu yıl da yeni nesillere ilham olmak ve geleceğe ışık tutmak için vazifemizi yerine getireceğiz.
İstanbul’un bir ucundan diğer ucuna yayılmış kampüslerimiz, Işık’ın vizyoner ve köklü eğitim geleneğini artırarak yeni nesillere aktarmaya ant içmiş öğretmenlerimiz, Türkiye Cumhuriyeti’nin temel değerlerine bağlı, Atatürk ilke ve inkılaplarından taviz vermeyen, hoşgörülü, adil, dürüst, başarılı, yani kısaca “iyi insan” yetiştirme hedefini paylaştığımız velilerimiz ve çok sevgili mezunlarımız ile birlikte daha nice yıllar bu “Işıklı” yolda yürümeye devam edeceğiz.
Mimar M. Kâmil ÖZKARTAL Feyziye Mektepleri Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı
Yeni eğitim-öğretim yılına başlarken inanıyoruz ki en değerli varlığımız olan öğrencilerimiz de denemekten korkmayan, farklı olana saygı gösteren ve düşünce özgürlüğüne inanan, yaşadığı topluma karşı sorumlu ve bilinçli, soran, sorgulayan, doğru ve iyinin peşinde koşan bireyler olmayı hedefleyeceklerdir. 1885 yılından bugüne süregelen 130 yıllık eğitim yolculuğumuzda, tarihe tanıklık ediyor ve ışığımızı gelecek nesillere taşıyoruz. Biliyoruz ki bu eğitim serüveni sürecek ve kuşaktan kuşağa aktarılmaya devam edecek. 130. Eğitim-Öğretim Yılı’nın hepimiz için sağlıklı, mutlu, verimli, barış dolu ve başarılı olmasını temenni ediyorum.
130 Yıldır Çağdaş Eğitim 5
HABERLER
Lüküs Hayat... Yönetmenliğini Cengiz Çevik’in, koreograflığını Özlem Güde’nin, müzik direktörlüğünü Sadettin Ademoğlu’nun ve yönetmen yardımcılığını İrem Dilaver ile Ceyda Demircioğlu’nun yaptığı; Ekrem Reşit Rey ve Cemal Reşit Rey kardeşlerin ölümsüz eseri “LÜKÜS HAYAT” bu kez FMV Özel Erenköy Işık Lisesi ve Fen Lisesi Tiyatro ve Müzikal Topluluğu tarafından sahnelendi. Topluluğumuz, geçtiğimiz üç sezonda sahneledikleri “Yedi Kocalı Hürmüz”, “Hisseli Harikalar Kumpanyası” ve “İstanbul Efendisi” oyunları ile toplamda 58 ödül kazanmıştı. Bu sene sahneledikleri “Lüküs Hayat” oyunu ile de 21 ödül daha kazanarak dört senenin sonunda toplam 79 ödüle ulaştılar. Bu sene altıncısı düzenlenen “İstek Dramafest Liseler Arası Tiyatro Yarışması”nda verilen on kategorideki ödüllerin dokuzunda aday gösterilen “Lüküs Hayat”, “En İyi Oyun” dâhil olmak üzere beş ödülün sahibi oldu. 6 Haziran’da Yeditepe Üniversitesinde yapılan ödül töreninde, ekip adına ödülleri topluluğumuzun yönetmeni Cengiz Çevik, Devlet Tiyatroları Sanatçısı Levent Niş’in elinden aldı.
Ödüller ROTARY UR 2420. BÖLGE 3. SEVGİ - SAYGI - HOŞGÖRÜ LİSELER ARASI TİYATRO ŞENLİĞİ Müzikal Dalında; VASFİ RIZA ZOBU En İyi Müzikal Ödülü FMV Özel Erenköy Işık Lisesi ve Fen Lisesi SUHANDAN SÜHEYLA ŞENGEL Sanata Destek Ödülü Özden Soyer SUHANDAN SÜHEYLA ŞENGEL Sanata Hizmet Ödülü Cengiz Çevik NİSA SEREZLİ - TOLGA AŞKINER En İyi Kadın Oyuncu Ödülü Zeynep Sönmez NİSA SEREZLİ - TOLGA AŞKINER En İyi Erkek Oyuncu Ödülü Kerim Kaya NİSA SEREZLİ - TOLGA AŞKINER Yardımcı Rolde En İyi Erkek Oyuncu Ödülü Gökalp Ciner GÜLİSTAN GÜZEY Jüri Özendirme / Yardımcı Rolde En İyi Erkek Oyuncu Ödülü Nihat Tarık Afacan PERİHAN TEDÜ Jüri Özendirme Ödülü Lüküs Hayat Orkestrası En İyi Kostüm Tasarımı Ödülü Buse Kilimci En İyi Dekor Tasarımı Ödülü Selin Bakış - Fuat Vardar
İSTEK DRAMA FEST 6. LİSELER ARASI TİYATRO FESTİVALİ En İyi Oyun Ödülü Lüküs Hayat En İyi Erkek Oyuncu Ödülü Kerim Kaya Yardımcı Rolde En İyi Erkek Oyuncu Ödülü Nihat Tarık Afacan Yardımcı Rolde En İyi Kadın Oyuncu Ödülü Burcu Şahin En İyi Dekor Tasarımı Ödülü Selin Bakış - Fuat Vardar
ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ 3. LİSELER ARASI TİYATRO BULUŞMASI En İyi Oyun Ödülü En İyi Erkek Oyuncu Ödülü En İyi Kadın Oyuncu Ödülü En İyi Kostüm Tasarımı Ödülü
6
Lüküs Hayat Kerim Kaya Burcu Şahin Buse Kilimci
7
HABERLER
#teknolojideIŞIKvar Yaz Öğretmen Eğitimlerimizin İkincisini Tamamladık. FMV Bilişim ve Eğitim Teknolojileri ekibi olarak bu yıl ikincisini düzenlediğimiz #teknolojideIŞIKvar yaz öğretmen eğitimlerimiz tamamlandı. Teknolojiyi derslerimize etkin bir şekilde entegre etmek amacıyla geçen yaz başlattığımız #teknolojideIŞIKvar eğitimleri; Google eğitim uygulamaları, eğitim yönetim sistemimiz, sınıf yönetim sistemi ve Web 2.0 araçlarıyla zenginleştirdiğimiz içeriğiyle, 4 kampüsümüzde bulunan 630 öğretmenimize yönelik ortalama 12’şer saatlik programla gerçekleşti. Eğitimler hakkında yapılan olumlu geri bildirimler ve ETL (Eğitim Teknolojileri Liderliği) programına gönüllü katılımlar sonucunda teknolojinin etkin kullanıldığı ders örnekleri artmış, kurum içinde ve dışında çeşitli eğitim platformlarında okulumuzu temsilen sunumlar yapılmıştır. Geçen yıl temellerini attığımız #teknolojideIŞIKvar eğitimleri, bu yıl daha küçük gruplara daha fazla eğitmenimizle uygulamalı olarak tasarlandı. Kontenjanı sınırlı olan eğitimlerimize bu yıl 302 öğretmenimiz gönüllü katılım sağladı. Google eğitim uygulamaları, eğitime teknoloji desteği ile ilgili akademik modeller, web 2.0 araçları ile etkin ders içeriği hazırlama, dijital geri bildirim araçları, bilgiyi görselleştirme ve artırılmış gerçeklik uygulamalarının eğitim alanındaki kullanımları, bu yılın öne çıkan başlıklarını oluşturdu. “Öğretmenler Öğretmenlere Öğretiyor” (Teachers Teach Teachers) felsefesi ile başlattığımız ETL programımızdaki öğretmenlerimiz, eğitimlerimizde aktif görev alarak bilgi ve deneyimlerini meslektaşları ile paylaştı. Öğretmenlerimizin alan bilgisi ve tecrübesini, eğitim teknolojilerinin interaktif araçları ile entegre etmeyi amaçladığımız eğitimlerimiz, yıl içerisinde daha küçük gruplar ve modüller hâlinde yapılmaya devam edecektir.
8
Bu yıl 3’üncüsü düzenlenen “ESU Debate Academy Summer 2015”, English Speaking Union Türkiye ile birlikte 13-17 Haziran 2015 tarihleri arasında Ayazağa Işık Lisesinin ev sahipliğinde gerçekleştirildi. Harvard Üniversitesi, Oxford Üniversitesi, Slovenya Ljubljana Üniversitesi, Birmingham Üniversitesi, Franklin and Marshall College Amerika’dan gelen dünyaca ünlü münazara koçları, 5 gün boyunca münazara eğitimi verdi. “ESU Debate Academy Winter 2015” öğrencilere uluslararası platformlarda İngilizce hitabet kabiliyetlerini kullanma, analitik düşünme ve mantıklı sonuç çıkarma, ulusal ve uluslararası konular hakkında bilgi sahibi olma ve pratik çözüm bulma gibi yeteneklerini geliştirme fırsatı sundu. “ESU Debate Academy Summer 2015”e konuşmacı olarak katılan ABD Ankara Büyükelçiliği Ekonomi Müsteşarı Jim Turner, PE International Türkiye Müdürü Matthias Reimers ve Vestel Ticaret CFO/ Pazarlama GMY Tunç Berkman “iş dünyasında münazaranın önemi”ni vurgulayarak öğrencilerimizle bilgi ve deneyimlerini paylaştılar. Ayazağa Işık Lisesinin yanı sıra Açı Okulları, Erkan Avcı Anadolu, Darüşşafaka, Eyüboğlu, Galatasaray, İELEV, İTÜ Ekrem Elginkan, Kadıköy Anadolu, MEF, Özel Ege, 50. Yıl Tahran Anadolu, TVO Şişli Terakki, Üsküdar Amerikan, The Gunnery Washington ve Robert Liselerinden 90 öğrencinin katılımıyla gerçekleşen akademide öğrencilerimiz çok başarılı sonuçlar elde ettiler. En çok ilerleme ve başarı gösteren ilk üç öğrenci arasına giren 10. sınıf öğrencilerimizden Süha Güney Göksu ve Atakan Orhan “The Most Improved Student” ödülünü alarak “ESU Debate Academy London 2016”ya burslu olarak katılmaya hak kazandı. Öte yandan 9. sınıf öğrencilerimizden Kaan Sevenler, Nejat Yiğit Can ve 10. sınıf öğrencimiz İlker Işık turnuvadaki en iyi 5 konuşmacı arasına girmeyi başararak “The Best Speaker” ödülünü aldılar.
9
Bize Işık Oldun Bu Işık Hiç Sönmeyecek! 10
Öğretmen olmak; ... ateşler içinde yanarken okula gidip en yakınınızı toprağa verdikten hemen sonra derse girmektir. ... evinin ihtiyaçlarını kenara iterek sabaha kadar yazılı kâğıdı okumaktır. ... belki de sadece bir çocuğun ilgisini çekebilme ihtimali ile ders hazırlamaktır. ... kendi derdini unutup öğrencilerinin dertlerine üzülmektir. ... yağmurda şemsiyeni paylaşmak, pardösünün altına bir öğrenciyi almaktır. ... kahvaltı yapmadığını bildiğin öğrenciyle poğaçanı bölüşmek, onun doymasını sağlayamadığın için geceleri düşüncelere dalmaktır. ... elindekinin değerini bilmeyenle elinde hiçbir şeyi olmayanı yan yana oturtabilmektir. ... yetişmemiş anne ve babaların çocuklarını yetiştirmeye çalışmaktır. ... şartlar ne olursa olsun her zaman ve her yerde model olduğunu unutmamaktır. ... sadece kazanmayı değil kaybetmeyi de öğretmektir. ... eğitim-öğretim için çabalamak, üretmek ve engellerle mücadele etmektir. ... öğrencilere adı ile hitap ederek onlara saygı duymaktır. ... öğrencilerin hatalarına ergen gibi karşılık vermemektir. ... “özel”e saygıyı duymayı bilmektir. ... okumaktır, yazmaktır. ... merak etmek, araştırmaktır. ... sınavların sadece birer araç olduğunu unutmamaktır. ... farklılığın ne demek olduğunu bilmek ve bunu anlatabilmektir. ... durum ne olursa olsun her öğrencinin gözünün içine bakmak, onları samimi olarak dinlemektir. ... soru sormayı öğretmektir. ... estetik kaygılara sahip olmak ve sanatın gerekliliğini yaşamında taşıyarak gösterebilmektir. ... emeği yücelterek dürüst olmak ve evrensel değerlere sahip çıkmaktır. ... insanların yaratamayacakları hiçbir şeyi yok etme haklarının da olmadığını anlatmaktır. ... yaşamsal tüm hakları önemseyerek engellilerin hayatlarını kolaylaştırmaya çaba göstermektir. ... asaletin ve saygınlığın, her türlü güç, mevki ve rütbe bırakıldığında, geriye kalan kısım olduğunu öğretmektir! ... olumsuz koşullara karşı direnmek, ölmemek, hayatta kalmaktır! Öğretmen, yakamoz gibi karanlıkta ışıldamak ve özel olmaktır. Koşullar ne olursa olsun yılmayan, ulusal ve evrensel değerleri benimseyerek iyi insan yetiştirme telaşında olan mücadeleci öğretmenlere minnet duygularımla… Ömer Orhan 11
EĞİTİM
Satılık sevgi! Ömer ORHAN FMV Özel Ayazağa Işık Lisesi Müdürü
Ş
u Lidyalılar bugün olsa yine parayı ortaya çıkartma ve kullanma konusunda istekli olurlar mıydı acaba? Bence olurlardı çünkü insan günlük yaşamını kolaylaştıran ya da daha doğru bir deyişle kolaylaştırdığını düşündüğü şeyleri çok çabuk benimsiyor. Ah kapitalizm, nelere “kadirsin”. En inançlı ve iyi huylusunu bile azdırırsın! Lidyalılar alışverişlerde araç olsun istediler ama biz tadını kaçırdık ve “amaç” hâline getirdik. Parayı eskiden olduğu gibi değerli metal olarak da bırakmadık. Kâğıt, çek, senet, bono, tahvil ve kredi kartlarına
dönüştürdük. Günlük yaşantımızı ne kadar kolaylaştırdığı tartışılır ama binlerce yıldan beri kendimizi kaybederek hep peşine düştük. Neredeyse her türlü inanç sisteminde erdem, iyilik, doğruluk, adalet ve paylaşım gibi değerler savunulur hatta söylemlerde mangalda kül de bırakılmaz. Ancak bunu düstur edinenlerin yaşamlarına yakından bakmak gerekir. Yani bu söylemler nereden geliyor? Mütevazı bir hayatın içinden mi yoksa sırça köşklerden, yatlar, katlar ve saraylardan mı? Sıcak jakuzi içinde soğuk içeceğini yudumlarken ahkâm kesmek marifet değil. Yok, çok para insanı bozuyor, bu kesin, fazlası akla zarar. Azdıkça azası geliyor insanın. Eski Yunan döneminde zenginlerin ve aristokratların gün boyu yan gelip yattıkları ve yiyip içtikleri bilinir. Hatta yemeğe o kadar düşkünmüşler ki doyduklarında kendilerini zorla kusturarak tekrar yemek yerlermiş. Bunu bilmeyenlerin “yuh artık” dediklerini duyar gibi oluyorum ama durum buymuş. Şaşırmayın, ben artık insanların bu sapkınlıklarına şaşırmıyorum. İnsanlardan gelen sürprizlerin milyonda biri hayvanlardan gelmiyor!
Paşa 12
Bir tarafta açlık, sefillik, bebek ve çocuk ölümleri, yok olan canlı türleri; diğer tarafta ise bundan bihaber, şımarık ve aymaz insanlar! Bu durum günümüzün sorunu değildir, insanoğlu var olduğundan beri süregelmektedir. Maddi olarak zengin olan, her şeye de sahip olacağı algısı ile yaşar. Bu tür insanlar için para ile açılamayacak kapı da yoktur.
O, bedeni ile ruhunun tüm ihtiyaçlarını satın alabileceğini düşünür. Peki, gerçekten alabilir mi? Mesela sevgi… Sevgi satın alınabilir mi? Belki… Ancak aldığını sanmakla, gerçekten sahip olmak arasında kıyaslanamayacak fark olduğu kesindir. O zaman çocuklarımıza maddi kazançla duygusal kazancın ne olduğunu iyi anlatmak gerekir. Onlara, verdiğimiz sevginin karşılıksız olduğunu ve onların da sevgilerini karşılıksız vermeleri gerektiğini öğretmeliyiz. Sevgi için para değil, samimiyet ve sorumluluk gerektiğinin altını çizmeliyiz. Nasıl yapmalı, nasıl anlatmalı? Elbette belirli bir reçete yok ama öneri var. Eğitimde sıkça kullanılan ödül ve ceza uygulamaları ile sevginin arasında çok ince bir çizgi olduğu unutulmamalıdır. Çocuğunuzu seviyor olmanız, onun her davranışını onaylayacağınız anlamına gelmez, gelmemeli. Sevdiğiniz için çocuğunuza ceza vermemek ya da ödülün değerini yitirtecek şekilde ve her istediğinde ödüllendirmek uygun değildir. Eğitimde bireyin kendisine değil, davranışlarına odaklanmak ve doğru ile yanlışı ayırt etmek gerekir. Özellikle sevgi göstergesi olarak paranın gücünün kullanılması, ekilecek en kötü tohumlardan biri olacaktır. Ebeveynler, çocuklarını ihmal ettikleri noktalarda veya kontrolü kaybettiklerinde sevginin arkasına sığınarak açıklarını para ile kapatma yoluna gidebilmektedir. Bu durumda, çocuklarda sevginin de herhangi bir meta gibi satın alınabileceği algısı oluşmaya başlar.
tropik bir ada görüntüsü verilmiş küçücük bir tas içerisinde başlayan kaplumbağanın sorunları o büyüdükçe büyür. O büyür, kap da büyür ama bir yere kadar, en sonunda kaplumbağa 10 cm’yi bulmadan bir gölete atılarak macera sona erdirilir. Kaplumbağa için artık “survivor” macerası başlamıştır. Tüm evcil hayvanlar için makûs talih değişmez. Küçük kalacağı düşünülen ya da hiç düşünülmeden satın alınan hayvanlar büyür, hastalanır ve ilgi ister. Çocukların bu büyük sorumluluğu sonuna kadar alıp alamayacağından emin olmak gerekir. Hayvanların doğal ortamlarında bulunmalarının daha doğru olacağı veya ona sunulacak şartların doğal ortamlarını aratmayacak şekilde olması gerektiği söylenmelidir. Diyelim ki ciddi anlamda bu sorumluluğu istiyorsunuz, o zaman para ile bir hayvan satın almak yerine sokaklara terk edilmiş hayvanlara sahip çıkmalısınız. Gerçekten sevginizi paylaşmak ve bunu çocuğunuza aşılamak istiyorsanız engelli hayvanları sahiplenerek yaşamlarını sürdürmelerini sağlamalısınız. Evcil hayvan satan dükkânlardan para karşılığında satın alıp sonra terk etmenin yollarını arayacağınız bir hayvana vereceğiniz tek şey, sahte bir sevgi ile trajik bir son olacaktır. Çocuklarımıza sevginin satılık olmadığını öğretelim.
Konuyu hemen hemen herkesin bir şekilde dâhil olduğu evcil hayvan sevgisi bağlamında örnekleyebiliriz. Sanırım çoğu kişi yaşamlarının bir kısmında hayvan beslemiş veya buna yeltenmiştir. Sahip olmak için ilk akla gelen yol ise bir dükkândan, güncel adıyla “pet shop”tan satın almaktır. En kolay yol. Ver parayı, seç seç al! Özellikle de en şirinini, en küçüğünü… O zavallı yavrucaklardan civciv olarak alınanların tavuk, çoğunlukla da horoz olacağı dikkate alınmaz, ördek yavrusunun da büyüyeceği hiç düşünülmez mi ki? Ne o, küçük beyimiz ya da hanımefendimiz öyle istemiş… Singapur kaplumbağaları vardır, herkes bilir. Çok küçücükken satılır. Hemen hemen her ailenin evine girmiştir. Plastik ağaç süsleri ile 13
KÜLTÜR
Farklı Kültürlere Başka Bir Gözle Bakmak: AFS Kültürler Arası Programları Ömer Ongun Türk Kültür Vakfı Eğitim Koordinatörü ve Kültürler Arası Öğrenme Sorumlusu
D
aha önce yurt dışına gittiniz mi? Muhtemelen şu anda bu yazıyı okuyan birçoğunuz iş, eğitim veya tatil sebebiyle dünyanın bambaşka köşelerine gitmişsinizdir. Peki, hayatınızın herhangi bir döneminde farklı bir kültürde bir ailenin evinde bir yıl boyunca yaşadınız mı? 15 yaşımda, hayatımda ilk defa Amerika Birleşik Devletleri’ne giderken sebebim tam da buydu… 1 sene boyunca hiç tanımadığım bir ailenin yanında kalacaktım. Daha önce ailemden 2 haftadan daha uzun süre ayrı kalmamıştım. Karadeniz Ereğli gibi küçük bir yerde büyümüştüm ve hep aynı evde oturmuştuk. Ailem, arkadaşlarım, okulum ve komşularımdan ayrı, yapayalnız bambaşka bir dünyaya doğru yolculuk yaparken ne kadar tedirgin olduğumu hatırlıyorum. Amerika’nın Wisconsin eyaletinde küçük bir kasabada geçirdiğim bir sene boyunca hem fiziksel hem psikolojik hem de düşünsel anlamda çok fazla değiştiğimin farkındaydım. Bugün bu deneyimin üzerinden 12 sene geçti. Liseyi ve üniversiteyi bitirdim, yüksek lisansımı yaptım ve iş hayatına atıldım. Ancak 12 yıl önceki AFS deneyimim, bugün benim kim olduğumda ve hayatta neyi isteyip neyi istemediğimde en önemli etkenlerden biridir. Dünyanın ne kadar çeşitli, büyük ve karmaşık ama bir o kadar da küçük olduğunu aynı anda hissetmek müthiş bir duygu. AFS Kültürler Arası Programları sizi izlediğiniz bir filmin, okuduğunuz bir kitabın veya gördüğünüz bir fotoğrafın içerisine gönderiyor âdeta. Yaşadığınız her bir deneyim ve biriktirdiğiniz hikâyeler size bambaşka değerler katıyor. En önemlisi de bu değerler, daha adil, barışçıl, demokratik ve saygılı bir toplum için kendinizden başlayarak hayata ve dünyaya farklı bir açıdan bakmanızı teşvik ediyor. AFS Kültürler Arası Programları 100 yıldır dünyanın dört bir yanında faaliyet gösteriyor ve özellikle de lise öğrencilerine yönelik kültürler arası öğrenme fırsatları sunuyor. Temelleri 1. ve 2. Dünya Savaşlarında ambulans şoförlüğü yapan gönüllülere dayanan AFS Kültürler Arası Programları, farklı kültürlerden insanlar arasında kurulacak diyalog sayesinde ön yargıların yıkılması, duygudaşlık ve kültürler arası anla-
14
Kültürler Arası Değişim Deneyimi Bireylere Farklı
Neden Kültürler Arası Bir Değişim Deneyimi? Kültürler arası bir deneyim bireylerin küresel dünyada uluslararası bir toplumun parçası olduklarını görmelerini, dünyaya ve hayata farklı bir pencereden bakmalarını sağlıyor. Amerika Birleşik Devletleri’ndeki 11 okulda yapılan bir araştırmaya göre kültürler arası değişim programlarına katılan gençler hem kendi ülkeleri hem de diğer kültürlerle ilgili çok daha fazla bilgi, ilgi ve meraka sahip oluyorlar. Bilinmeyene yolculuk, farklı olanı deneyimleme ve çeşitliliği yaşama; gençlerde duygudaşlık, uyum ve açık fikirlilik yetkinliklerinin gelişimini sağlıyor ve bu yetkinliklere sahip olan bireyler profesyonel hayatlarında farklı kurum ve kuruluşlara, ofis ortamlarına ve takımlara çok daha kolay adapte olarak daha başarılı oluyorlar. Öte yandan farklı bir kültürde yaşayan genç, kendisini daha iyi tanıma, kapasitesini zorlama ve yaratıcılığını geliştirme imkânı buluyor. Bulunduğu kültüre uyum sağlama noktasında yaşadığı sorunlara çözümler üretiyor, yeni bir dil öğrenip günlük hayatında bu dili konuşabiliyor ve uzun yıllar sürecek arkadaşlıklar ediniyor. 12 ülkeden 2000 genci kapsayan bir bilimsel araştırma ise AFS programlarından faydalanmış gençlerin dil öğrenme becerilerinin, stresle başa çıkma yetkinliklerinin ve farklı kültürlerden arkadaş edinme isteklerinin yaşıtlarına kıyasla gözle görünür biçimde yüksek olduğunu ortaya çıkardı. Kültürler arası deneyim gençlerde küresel liderlik özelliklerinin gelişimini destekliyor. Katılımcılar, dünyadaki problemlerin farkına varıyor ve küresel çözümler üzerine düşünüyor. Alışkın olmadığı yeni ve farklı araç ve kaynakları keşfederek inisiyatif alan bireyler, parçası oldukları toplumlara girişimci fikirleriyle katkıda bulunuyorlar.
bu programlara başvurabilir ve kültürler arası bir değişim deneyimi için ilk adımı atabilirsiniz!
Başvuru ve Katılım Süreci AFS Kültürler Arası Programları’na başvuruları İnternet üzerinden alınmaktadır. Her yıl 1 Eylül’den itibaren www.afs.org.tr adresini ziyaret ederek sizler de
1- http://www.washingtonpost.com/blogs/monkey-cage/wp/2015/08/20/thesurprising-effects-of-study-abroad/ 2- http://www.afs.org/afs-and-intercultural-learning/research/
Seviyelerde Öğrenme Fırsatları Sunuyor
yışın artmasıyla dünya barışının sağlanacağı inancıyla yola çıktı ve dünyanın dört bir yanına yayılarak sürdü. Sadece geçtiğimiz yıl 102 ülkeden 10,700 genç AFS’li oldu ve bu gençlere 40,000’den fazla gönüllü destek oldu. Türkiye’den ise her yıl yaklaşık 250 genç lise öğrencisi, Türk Kültür Vakfının düzenlediği Kültürler Arası Değişim Programları’ndan faydalanıyor. AFS Kültürler Arası Programları, Türkiye’de Türk Kültür Vakfı tarafından yürütülüyor. AFS, sadece bir değişim programı değil, küresel bir aile ve ağdır. IMF Başkanı ve Forbes dergisi tarafından dünyanın en güçlü 5. kadını seçilen 1973 AFS’li Christine Lagarde’ın dediği gibi “Bugün beni ben yapan yer, farklılıklarımla beni kabul eden ve bana kucak açan bu AFS ailesidir.”
15
SOSYOLOJİ
Aşk mezhebi kim olursan ol gel...
Hatice ALTINTAŞ FMV Özel Ayazağa Işık Lisesi Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmeni
İ
nsanı ruh ve bedenden mürekkep iki ayrı cevher olarak ele alan Doğu geleneğinde çok iyi bilinen bir efsaneye göre Tanrı, kilden bir heykel yapar, ardından “ruh”a bu heykelin içine girmesini buyurur. Ancak ruh söz konusu kutsal emre uymak istemeyerek hapsolmaktan korktuğunu söyler. Çünkü ruh, özgürce uçmak arzusu ile doludur ve hiçbir tutsaklığa boyun eğmek istemez. Başka bir deyişle ruh bedenin içine hapsolmayı reddeder. Bunun üzerine Tanrı, meleklerine müzik çalmalarını emreder. Başlayan müzikle birlikte ruh kendinden geçer ve müziğin tınısını daha iyi yakalayabilmek için, kilden yapılmış heykelin bedenine girer. Bu efsanede ruh ve beden ilişkisi açısından müzik, aracı bir rol üstlenmiş olur ve ontolojik olarak insanın var oluşuna bir katkıda bulunmuş olması hasebiyle ona ayrıcalıklı bir statü verilir. İslam kültüründe özellikle Mevlevi, Bektaşi ve Alevi geleneğinde müziğin ilahi aşkın bir ifadesi olarak kullanıldığını görürüz. Burada müzik âdeta ilahi olanla bir iletişim kurma vasıtasıdır. Müziğin ruh üzerinde etkisi olduğu gibi beden üzerinde de etkisi vardır ve tesiri çok yüksek olan bir müzik, bedeni bir şekilde harekete geçirir. Bu durumda da akla Mevlevi geleneğinde yüzyıllardır var olan bir motif gelir: Sema Sema Nedir? 700 yıl kadar önce Konya´da mutasavvıf, filozof ve mukaddes bir şahsiyet olan Mevlana Celaleddin-i Rumi ile başladığını bildiğimiz sema, aslında çok daha öncesine, Şamanlar dönemine kadar dayanır. Mevlana ile rafine edilen ve İslami bir hüviyet kazandırılan sema esnasında kişi, kalbinin bulunduğu istikamete doğru döner çünkü kalp Tanrı´nın evidir. Yavaşça eller ve kollar bulunmaları gereken yerlere ulaşırlar. Sağ el Tanrı´dan gelecek ihsanları kabul etmek üzere yukarı doğru açılır, sol el ise vermek ve paylaşmak gayesiyle aşağıya çevrilir. İşte burada “Hakk’tan alıp halka vermek” anlayışı devreye girer. Kişi aslında hiçbir şeye sahip değildir, her şeyi Allah’tan alır ve diğer varlıklarla paylaşması gerekir.
Sema evrensel aşka giden yolda bir adım ve bir dua, ayin öğeleri taşıyan bir ibadet dansıdır. Kişi birlik hissini kaybetmeden diğer insanlarla birlikte sema eder. Sema aynı zamanda Tanrı´ya karşı duyulan ilahi aşkı simgeler; bu aşk yoluyla insan diğer insanları da sevmeyi öğrenir. Şimdi bir mekân hayal edin! Burada hiçbir din, dil, ırk, mezhep ayrımı yapılmadan insanlar bir arada müzik ve sema yapıyorlar. Dünyanın her yerinden insanlar buraya gelmiş. Hepsinin de tek bir gayesi, tek bir arzusu var: barış ve huzur içinde yaşamak. Kapitalist dünyanın kendilerine sunduğu “şunlara sahip olursan ancak mutlu olursun” dayatmasına kulaklarını tıkamış, onları ilahi olana yönelten bir müziğin peşine düşmüşler. Kendileri gibi duyan ve hisseden insanlarla beraber ilahi olanın birliğini hissetmişler. Hani Yunus der ya: “Gelin tanış olalım. İşi kolay kılalım. Sevelim sevilelim. Dünya kimseye kalmaz.” Sufi İnayet Khan, Müzik İnsan ve Evren Arasındaki Köprü,Çev: Kaan H. Ökten- Tuğrul Ökten, Arıtan Yayınevi, İstanbul 20001, s. 23-24
Evet, Yunus’un bu sözlerini evrensel boyutta hisseden ve sahip olduğu güzellikleri bütün bir insanlıkla paylaşmayı kendine görev edinmiş bir insan var: Oruç Güvenç. Müziği terapi olarak kullanan ve kadim geleneği ihya etmek için ömrünü vakfetmiş olan Oruç Güvenç, sufi müziği ve bir zamanlar bu müziğin icra edildiği ney rebab, çeng gibi otantik enstrümanları yurt içinde ve yurt dışında öğretmeye çalışan bir usta. Oruç Güvenç ve Tümata (Türk Musikisini Araştırma ve Tanıtma Grubu) birkaç yıl önce, 700 sene evvel Hz. Mevlana´nın yaptığı gibi esas şekliyle sema yapmak gayesiyle bir denemeye girişir. Amaçları maneviyatlarını derinleştirmektir. Bu çalışmalar sırasında müzik hiç durmaz ve her an en az iki semazen döner vaziyette çalışmalar devam eder. Elbet bu girişimlerinde ilhamlarını Mevlana’dan alırlar. Ahmet Eflaki, Menakıb el-Arifin (Ariflerin
16
Menkıbeleri) adlı eserinde Hz. Mevlana’nın bazen üç gün üç gece, bazen yedi gün yedi gece, bazen on altı gün ve on altı gece ve üç defa da kırk gün kırk gece sema yaptığını zikreder. Geçtiğimiz yıllarda İsviçre, Almanya, İspanya, Avusturya ve Türkiye’de (Yalova, Gökçedere, Mehmet Rasim Mutlu Kültür Merkezi) sema çalışması yapılmıştır. Sema süresi Mevlana’nın sema yaptığı günlere göre belirlenir. Dünyanın her yerinden gelen müzisyenlerin saat başı değiştiği bu etkinlikte sema hiç durmadan devam eder. Ancak öncelikle Yalova, Termal Gökçedere köyündeki Mehmet Rasim Mutlu Kültür Merkezinden bahsetmekte yarar var. Gökçedere köyünde sevilen ve sayılan bir hanım olan Havva Hanım’ın tahsis ettiği tepedeki arazide, projesi ve mimarı Mehmet Rasim Mutlu Bey’in kendisine ait bir kültür merkezi inşa edilir. Yöre halkı bu binaya bir minare konulmasını ister. Mutlu Bey köyde dört adet cami bulunduğunu ve burasının bütün dünya insanlarına açık bir ibadethane olacağını söyler. Sekiz köşeli binanın her bir köşesinde “Lailahe illallah” yazan bu merkez, din ve mezheplerle ayrılmış insanları tevhitle birleştirme gayretindedir. Bu yıl, on altı gün ve on altı gece süren sema etkinliği yüzlerce kişinin katılımıyla gerçekleşti. Ve kimler yoktu ki burada… Brezilya’dan, Belçika’dan, Bulgaristan’dan, İtalya’dan, İran’dan, Hindistan’dan, Avusturya’dan, Estonya’dan, Avustralya’dan, İspanya’dan, Moritus’tan, İsrail’den, İsveç’ten pırıl pırıl insanlar… Bu insanların bu etkinliği nasıl duyup buralara kadar geldiğini merak ederek gayri ihtiyari sormadan edemiyorsunuz. Herkes birilerinden duyduğunu söylüyor. Mesela bir Güney Afrikalı kadın, İtalyan bir arkadaşı vasıtasıyla etkinlikten haberdar olduğunu belirtince, İnternet ile yaşadığımız dünyanın ne kadar küçük bir mekâna dönüştüğünü tuhaf bir biçimde hissediyorsunuz. Bu kadar insanın bir arada bulunması ve hiçbir kavga ve gürültünün çıkmaması insana mucize gibi geliyor. Çünkü masraflar bağış üzerinden karşılanıyor ve her şey gönüllü olarak yapılıyor. Bir de gönüllülerin hası diyebileceğimiz, ibadet eder gibi çalışan bireyler var. Semahanede tertibi sağlayan İsmail, alışveriş işleriyle uğraşan Emre ve mutfakta yemek trafiğini düzenleyen, nevi şahsına münhasır arkadaşımız Hülya bunlardan bazıları. Mutfakta yardım etmek istediğinizde Hülya’ya belirtiyorsunuz ve o da sizi soğan doğramak, fasulye ayıklamak, salata yapmak gibi işlere yöneltiyor. Ancak bu işleri yaparken kötü enerjinin yemeğe geçmesini önlemek için dedikodu yapmamanızı tembihliyor. Zaten mutfakta öyle güzel ve coşkulu bir ortam var ki zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz. Zira yanınızda size
yardım eden farklı ülkelerden insanlar oluyor ve onlarla sohbet ederken dünyanızın genişlediğini duyumsuyorsunuz. Yunus’u Anlayabilmek Üst katta semahanede ise bambaşka ulvi bir âlem var. Burada sizi en çok duygulandıran şey, bin bir çeşit insanla bir arada aynı müziği yapmanın mutluluğu. Yunus’un eserlerini geçerken kimlikleriniz ve inançlarınız ne olursa olsun herkesin bir olduğunu ve bir bütünü temsil ettiğinizi düşünüyorsunuz. Bazen müzisyenler kendi enstrümanlarıyla kendi dillerinde müzik yapıyorlar. Mesela İranlıların müziğini dinlerken ilahi aşkın en güzel Farsça ifade edildiğini düşünüyor ve Mevlana’nın Mesnevi’yi neden Farsça yazdığını idrak ediyorsunuz. Burada duygularınız birbirine karışıyor, daha önce karşılaşmadığınız şeylere şahit oluyorsunuz. Bulgar bir grup kendi dillerinde söyledikleri eserlerin arasında “La ilahe illallah” dediklerinde bu ifadenin manasını düşünüp (Allahtan başka ilah yoktur), tek tanrılı dinlerin ısrarla vurguladığı tevhit anlayışının gerçekleştiğini ve Yaratan’ın birliğinde eridiğinizi hissediyorsunuz.
Sevgide güneş gibi ol, Dostluk ve kardeşlikte akarsu gibi ol, Hataları örtmede gece gibi ol, Tevazuda toprak gibi ol, Öfkede ölü gibi ol, Her ne olursan ol, Ya olduğun gibi görün, Ya da göründüğün gibi ol.
Tabii ki herkesin bu mekânla ilgili ayrı bir hikâyesi, ayrı bir tecrübesi var. Mesela rebab çalan bir İspanyol, Türkçe öğrenmek istediğini, zira eserlerin anlamını İngilizce çevirisinden değil de Türkçe’den daha iyi anlayıp hissedebileceğini düşündüğünü; geçen yıl Erasmus programı ile Türkiye’ye gelen ve Tümata’ya katılan Estonyalı konservatuvar öğrencisi bir genç kız ise burada nefes alabildiğini söylüyor. Avustralyalı bir bayan, bu ortamın ona kendisini cennette hissettirdiğini, burada sevgiyi bulduğunu ve bu güzelliklerin etkisiyle Müslüman olmaya karar verdiğini belirtiyor. Ailesinin Müslüman kelimesini terörist olarak algıladığını ve durumunu onlara nasıl açıklayacağını bilememekten dolayı da serzenişte bulunuyor. Dışarıdan bakıldığında İslam’ın bu kadar kötü bir kelime ile özdeşleştirilmesi sizi hüzünlendiriyor. Ancak böyle bir etkinliğin gerçekleşmiş olması ve “Ne olursan ol gel!”, “Yaratılanı severim yaratandan ötürü” düşüncesinin bir zamanlar bu topraklarda ortaya çıkması, aynı yaklaşımın yine bu topraklarda yeşereceğini umut etmenizi sağlıyor. Ayrıca bu coğrafyada yaşayan insanların, üzerinde yüzyıllardır uyunan bir hazineyi keşfeder gibi Mevlana’yı, Yunus’u, Hacı Bektaş Veli’yi yeniden anlamlandırarak bu felsefeyi diriltme azmiyle dünya barışını sağlamada ilk adımı atacağına inanmak istiyorsunuz.
Fotoğraflar: Levent Bozkurt 17
HOBİ
El emeği göz nuru... Şenay KURT FMV Özel Ayazağa Işık Lisesi Müdür Yardımcısı
Y
ıllardır teknolojinin getirdiklerini ve götürdüklerini tartışıp duruyoruz. Teknoloji, birçok durumda yaşamımızı kolaylaştırsa da aslında insanoğlunu tembelliğe alıştırdığınıda itiraf etmek gerekir. Zaman kazanacağız diye teknolojinin her hâlini evlerimize soktuk. Ne oldu da her işimiz aceleye döndü bilmem? Hepimizde bir telaş, bir acele... Nereye yetişiyorsak? Bu telaş ve acele yüzünden mi teknolojiye ihtiyaç duyduk yoksa teknoloji ilerleyince mi telaşa kapıldık? Ne, neyi tetikledi bilemem ama dört yanımız makinelerle çevrili olduğu hâlde hamladık, tembelleştik, üretimi durdurduk, tüketime tam gaz devam ediyoruz. Oturduğumuz yerde üretmektense saatlerce hatta günlerce sokak sokak, cadde cadde dolaşıp tüketiyor, adına da “vakit, nakittir” diyoruz. Ne çelişki ama! Şimdi teknolojiyi hafifçe kenara kaldırıp biraz nostalji yapsak... 70’lere, 80’lere gitsek... Elimizden neler geliyormuş bir göz atsak... Malum, önümüz 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı; Eskiden sınıflarımızı ne de güzel süslerdik bayramlarda; renkli grapon ve yüzü parlak el işi kağıtları eşliğinde! Bayrağımızı kendimiz yapardık, beyaz el işi kâğıdından hilal ve yıldız keser, kırmızı el işi kâğıdına
yapıştırırdık. Kes-yapıştır o zaman da vardı yani ama bildiğimiz makas ve yapıştırıcıyla... Küçük el kaslarımız böyle gelişti bizim, şimdikilerinse baş parmakları gelişiyor sadece. Bir beyaz, bir kırmızı, iki grapon kâğıdını uçlarından tutar, birbirinin üstüne gelecek şekilde beyazı kırmızının, kırmızıyı beyazın üstüne bir bir katlar, katlama bitince iki ucundan tutar açardık, camlara ve kapılara asılacak süsümüz hazırdı. Kendi ellerimizle, emeğimizle süslerdik sınıflarımızı, okulumuzu. Ya şimdi? Git kırtasiyeye; al hazır süsleri, hazır bayrakları asıver gitsin. Evlerde de hemen her şey el emeğiydi: örgü, dikiş, kanaviçe, etamin, tığ, iğne oyası, dantel, nakış... Eskiden her evde olağan sayılan el işleri, günümüzde dekoratif boyama ve takı tasarımın da eklenmesiyle öğrenmek için kurslara gidilen birer hobiye dönüştü... Hobi; genellikle boş zamanları değerlendirmek için heves edilen, ilgi duyulan, beceri geliştiren bir uğraşı. Benimki hobi miydi hatırlamıyorum ama bir zamanlar örgü öğrenmeyi çok istemiştim. Annem şiş ve yünü elime verip “Bunu şunun üstünden attırıp diğerinin içinden geçireceksin, hep aynı şekil devam edeceksin.” demişti. Ama solak olduğumdan mıdır nedir, bir türlü denileni yapamadım, herkes sağa giderken ben sola gitmeye çalıştım, beceremedim. Sonra tığ öğren dediler, onda da zincir çekmenin ötesine geçemedim. Ama o kadarcık kısa süre içinde bile el işinin ne büyük emek istediğini ve çok sabır gerektirdiğini öğrenmiştim. İnsan ortaya bir şey çıkarınca kendini değerli ve önemli hissediyor. Sizin için zaman ayrıldığını ve size özel emek harcandığını bilmek, insana tarifi mümkün olmayan bir duygu yaşatmaz mı? Nerede o sevdiği erkek için kaşkol ören genç kızlar? Çocuklarına kazak ören anneler? Komşu kızının bebeğine örülen patikler? Örneklerini paylaşan komşular nerede?
18
Aslında o yıllarda da teknoloji az da olsa vardı ve değerliydi. O kadar ki telefonların, televizyonların pikapların üzerlerine özel dantel örtüler örtülürdü. Açılışları kapanışları da seremoniyle olurdu. Dantel de kıymetliydi elektronik cihazlar da… Çoktan geçtik o günleri, artık her şeyimiz hazır... Trikotaj çıktı, örgü bitti. Konfeksiyon çıktı, dikiş bitti. O yıllarda özellikle yazlık mekânlarda bohçacılar vardı. Kapı kapı dolaşıp rahibe işi çeyizlik eşya satarlardı. Manastırlarda aylarca süren işlemeler sonrası nakşedilen yatak örtüleri, masa örtüsü takımları... Hepsi tarih oldu. O nadide nakışların, dantellerin yerini her şeyde olduğu gibi Çin işi aldı. El işinin masrafı az, emeği çok, değeri büyüktür. Ömrü uzundur; yıllarca dayanır, ne yırtılır ne de bozulur. Hâlbuki, teknolojiyle gelişen fabrikasyon dediğimiz üretim şekli ise kolay... Kısa sürede çok iş çıkarılıyor ama o kadar kısa sürede de yıpranıyor, bozuluyor, kırılıyor çıkan işler.
Manevi değeri tek sıfırken maddi değeri bol sıfırlı... Aradaki fark; hazır yemekle ev yemeği arasındaki fark gibi... El işleri; artık teknolojinin alıp başını gittiği, makineleşmenin önüne geçilemediği, her şeyin ateş pahası olduğu dünyamızda, hobi olarak yeniden canlanmaya başladı. Sadece yeni bir şeyler üretmekle kalmayıp geri dönüşüm fikirleriyle eskilerimizi nasıl değerlendiririzin derdine düştük. Hangi eskiyi, nasıl yeniden kullanabileceğimizle ilgili bir sürü televizyon programı ve İnternet sitesi yanında neredeyse mahallelere girmiş olan hobi merkezleri var. Bu programlar ve kurslar sayesinde hem hobi ediniyor hem de ailemizin ekonomisine katkı sağlıyoruz. Üstelik üretiyoruz... Ortaya çıkardığımız her yeni şeyle gurur ve mutluluk duyuyoruz... Hobimize yaratıcılığımızı ekliyor, kendimizi ifade şekli geliştiriyoruz. Hem biz hem de yanı başımızdakiler mutlu oluyor çünkü emek verdiğimiz işe sevgimizi de katıyoruz. Elimizin emeği, gözümüzün nuru, alnımızın teriyle...
19
KENT İÇİMİZDEN KÜLTÜR BİRİ
Sanata adanmış bir yaşam... Sevil KARACIK FMV ve Işık Okulları Kültür Sanat Yöneticisi
İ
çimizden biri köşemizin bu sayıdaki konuğu İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Kompozisyon ve Orkestra Şefliği Öğretim Görevlisi Volkan Akkoç. Müzik yolculuğuna çok küçük yaşta başlayan Akkoç’la sohbetimize Işıklı yıllarını sorarak başladık. Işık Lisesinden 2002 yılında mezun oldunuz. Biraz dinleyelim mi sizden o yılları? Bu sorunun benim için iki boyutu var: İlki yaşadığım zaman içinde hissettiklerim, ikincisi ise bugünden o zamana bakınca hatırladıklarım. Öncelikle o dönemin içinde yaşamış, özne konumunda biri olarak hissettiklerimden bahsetmek istiyorum. İlkokul, ortaokul ve lise boyunca Işık’ta okudum. Her öğrenci gibi sınav dönemleri, ödevler çok ağır gelirdi. Sürekli bir koşturmacanın içindeymişim gibi hissederdim. Bu hissiyatım lise 2’ye kadar sürdü diyebilirim. Lise 2’de tarih ve edebiyata merakım derinleşti ve sonrasında bu dönemin mirası olarak Mimar Sinan Üniversitesi (Şimdiki adıyla Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi) Tarih Bölümüne girdim ve bitirdim. İkincisinde ise şu andan geçmişe bakınca yaşadığım tatlı hatıraları, devam eden arkadaşlıkları görüyorum ve böyle bir ortamda yetişmiş olmaktan son derece mutluluk duyuyorum. 2008 yılında Işık Lisesinden okulda piyano dersi vermem için bir teklif aldım. Tabii mezun olduğum okuldan gelen bu teklifi, okuluma karşı hissetiğim duygusal bağın da etkisiyle mutlulukla kabul ettim. Ne ilginçtir ki ilkokulda okurken müzik öğretmenim olan Şehnaz Dilek (şu an Yalman) ile şu
20
anda iş arkadaşı olduk. Bu benim açımdan son derece değerli bir durum. Dahası Şehnaz Yalman’ın kızı şu an “Işık Ortaokul Korosu”nda benim öğrencim. Müzik aşkı ne zaman ve nasıl başladı? Bugüne nasıl geldiniz? Tabii tüm bunların yanında ilkokul 1’den itibaren İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarında yarı zamanlı piyano bölümüne başladım. Bu eğitim, o zamanlar 14 sene sürüyordu. Tüm eğitim hayatım boyunca hem okul hem de konservatuvar eğitimini paralel olarak devam ettirdim ve 2007 senesinde hem konservatuvarın piyano bölümünden hem de üniversiteden mezun oldum. Gerçekten ilgi duyduğum için tarih bölümünde okumayı seçmiştim, hâlâ da aynı ilgiyi ve merakı taşımaktayım. Tarih okumanın benim açımdan en büyük kazancı Osmanlıca ve Rusça öğrenmek ve olaylara çok boyutlu bakabilmeyi başarmak oldu. Sonrasında eğitim hayatım açısından İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) Müzik İleri Araştırmaları Merkezinde (MİAM) Müzik Teorisi Yüksek Lisans Programına başladım. İkinci haftaydı yanılmıyorsam, hocamız Michael Ellison asistanlık teklif etti ve böylece akademik anlamda eğitimcilik yolculuğum başlamış oldu. Bu dönemde koro müziğine ilgi duymaya başladım ve arkadaşım besteci Yiğit Özatalay’ın daveti ile Nazım Kumpanya Korosu’nun piyanistliğini ve daha sonra da şefliğini üstlendim. İşin içine girdikçe Nazım Kumpanya için besteler, İspanyol halk şarkıları düzenlemeleri yaptım. Bu koro, bestecilik deneyimi açısından benim için iyi bir laboratuvardı. Bir yandan da koro şefliği konusunda uzmanlaşmak istiyordum. MİAM’da Emin Güven Yaşlıçam ile orkestra şefliği dersi görüyorduk. Fakat Türkiye’de resmî olarak koro
şefliği bölümü olmadığı için her yaz bir ay, yurt dışında koro şefliği üzerine ustalık sınıflarına ve atölyelere katılıyordum, hâlâ da katılmaya devam ediyorum. Bu süreç içerisinde Avrupa’nın farklı şehirlerinde Elisenda Carrasco, Volker Hempfling, Hans-Dieter Reinecke, Denes Szabó, Frieder Bernius gibi önemli koro şefleriyle çalışma imkânım oldu. Aynı zamanda Avrupa’nın en büyük Korolar Federasyonu olan Europa Cantat tarafından düzenlenen festivallere katılarak koro şefliği konusunda deneyimlerimi artırmaya çalıştım.
Ne zaman kuruldu? 2012 yılının Ağustos ayında Macaristan’da dünyanın önemli korolarından biri olan Cantemus ProMusica ve onun şefi Denes Szabo ile çalışma imkânım oldu. O tarihten beri Türkiye’de bir kadınlar korosu kurma fikrim vardı. Bu alanda da bildiğim kadarıyla profesyonel bir koro yoktu. Önemli koro şeflerimizden Gökçen Koray da bir konserimizden sonra bu konudaki benzer görüşlerini bizimle paylaştı. 2014 yazında İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı mezunu olan küçük bir grup operacıyla çalışmaya başladık.
2012 yılında İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarından ders vermek üzere davet aldım ve okulun lisans bölümünde okuyan şan öğrencileri ve müzik bölümü (enstrüman çalan lisans öğrencileri) öğrencilerinden oluşan ortalama 65-70 kişilik bir koroyu çalıştırmaya başladım. 2013 senesinden beri her sene, yıl sonunda, okul dışındaki çeşitli mekânlarda herkese açık konserler veriyoruz. Bunun aynı zamanda öğrenciler açısından da önemli bir motivasyon kaynağı olduğunu gözlemliyorum.
O süreçte “Sirene” ismini sopranolarımızdan Melis Demiray önerdi ve isim hepimizin çok hoşuna gitti, benimseyerek kabul ettik. Daha sonra yurt içinde çeşitli festivallere katıldık, yurt içi ve yurt dışından gelen yabancı korolarla ortak konserler verdik. En son 29. Uluslararası İzmir Festivali’nde, Fransa’nın önde gelen oda müziği topluluğu Ensemble Sagittarius Vokal Solistleri ile ortak bir proje kapsamında önemli bestecilerimizden Ahmed Adnan Saygun’un Kadınlar Korosu için yazdığı “Duyuşlar” eserinin dünya prömiyerini yaptık.
(Konserlerden bir link Harbiye-Saint Esprit Kilisesi) https://www.youtube.com/ watch?v=NxLDtpIB8cI 2014 yılında TRT Çok Sesli Gençlik Korosu’nun teklifiyle bu koronun şefliğini yapmaya başladım. Aynı yıl İstanbul Devlet Opera ve Balesine konuk koro şefi olarak çağrıldım. 2014-2015 sezonunda besteci Çetin Işıközlü’nün “Çanakkale’den Barış Çağrısı”nı ve Nevit Kodallı’nın “Atatürk Oratoryosu”nu sahneye koyduk. Bir de sizin kurduğunuz Kadınlar Korosu “Sirene” var. Bundan da bahseder misiniz?
Önümüzdeki sezonun konser takvimi de şu anda oldukça yoğun gözüküyor. Aynı heyecan ve özveriyle çalışmalarımızı sürdürüyoruz. Konserlerimize tüm Işıklıları ve müzikseverleri bekliyoruz. (sirenekoro.com / https://www.facebook.com/sirenekoro) Peki, koronun adı neden Sirene, Sirene ne demek? Bu soruyu çok soran oluyor. Kısaca açıklayayım: Sirenler, mitolojide “Sirenum Scopuli” adlı bir adada yaşadıklarına inanılan deniz yaratıkları, deniz kızlarıdır. Çeşitli kaynaklarda farklı yerlerde (adalarda) yaşadıklarından da bahsedilir. Tüm bu mekânların ortak karakteristik özelliği 21
İÇİMİZDEN BİRİ
kayalıklarla ve uçurumlarla çevrili olmasıdır. Sirenler burada dolaşan denizcileri güzel sesleriyle ve söyledikleri şarkıyla büyüleyerek kendilerine çekerler, sonra denizcilerin gemilerini kayalıklara doğru sürerek denizcileri kendilerine yem yaparlarmış. Burada aslında modern toplumu da çağrıştıran güçlü ve özgür kadın imajı mevcut. Hikâyedeki meydan okur tavrın negatif sonucunu (denizcileri kendine yem yapmanın) müziğimizle pozitif yöne doğru çevirmeye çalışıyoruz. Dinleyicilerimize güçlü bir kadın kimliği altında nasıl ortak bir şekilde davranılacağı imajını müzik yoluyla anlatmaya çalışıyoruz. Koro bireysel seslerden oluşuyor ama aynı zamanda kolektif bir iş. Söylerken herkesin birbirini dinlemesi, duyması ve kendini bir topluluk içinde konumlandırması gerekiyor. Sadece söylemek değil prova, konser gibi tüm aşamalarında bir paylaşım, dayanışma ve iyi bir arkadaşlık gerektiriyor. SİRENE de bu ortak paylaşımı kadın kimliği çatısı altında müzikle buluşturmaya çalışıyor. İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarında öğretim üyeliği, çeşitli korolarda şeflik, Işık İlköğretim Kurumunda usta öğreticilik, provalar, yurt içi ve yurt dışı festivaller... 24 saat size yetmiyor diye düşünüyorum. Nasıl yetişiyorsunuz bu kadar işe? Evet, bu soruyu birçok insan soruyor ve anlatınca da şaşırıyorlar tempoma. Elimden geldiği kadar güzel işler yapmak istiyorum. Mevcut işlerimin yanında çok güzel proje teklifleri de geliyor. Reddetmek içimden gelmiyor, onları
22
da heyecanla en iyi şekilde yapmak istiyorum. Tabii hayatta her tercihin bir bedeli var. Bunu da göz önünde bulunduruyorum. Fakat genel olarak yaptığım iş, mesleğim beni gerçek anlamda çok mutlu ediyor. Bu kadar çalışabilmemin sırrı zannederim ki burada. Beste çalışmalarınız da var mı? Koro için 2008 senesinden beri yazıyorum. Bunlardan 2011 yılında çok sesli düzenlediğim halk türküsü “Yağmur Yağar Taş Üstüne”, Boğaziçi Caz Korosu ve İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı tarafından seslendirildi. 2009 yılında bestelediğim Nazım Hikmet’in “Ceviz Ağacı” şiirini ise Nazım Kumpanya, İstanbul Avrupa Korosu ve Boğaziçi Üniversitesi Klasik Korosu seslendirdiler. Son olarak Kadınlar Korosu için bestelediğim Orhan Veli’nin “Bedava” şiiri, Sirene ve Rezonans tarafından seslendirildi. Koro müziği dışında da vokal ağırlıklı müzikler yazmaya çalışıyorum. Afşar Timuçin’in “Akşam Sezgileri” şiirini klarnet, piyano ve soprano için besteledim ve bu beste nisan ayında Süreyya Operası’nda düzenlenen 8. Genç Besteciler Şenliği kapsamında Piyanist Barış Büyükyıldırım, Klarnetist Hür Can Davran ve Soprano Ceren Aydın tarafından seslendirildi. Son bir ayda Sirene için “Sarı Gelin”, “Divane Aşık” gibi türkülerin yanı sıra Fazıl Say’ın Nazım Hikmet Oratoryosu’ndan “Kız Çocuğu” bölümünü kadın korosuna uyarladım. Bir de koromuzun dinamiklerini yansıtan
“Sirene” adında bir parça besteledim. Şu anda da Özdemir Asaf’ın “Ego” şiirini koro için bestelemekteyim. Lise yıllarına ait anılar hafızalardan hiç silinmiyor. Nasıl geçti Işıklı yıllarınız, arkadaş ve öğretmenlerinizle ilgili bize anlatacağınız anılarınız vardır mutlaka. Tabii birçok anımız var. Ben orta birinci sınıftayken müdür yardımıcımız Şevket Emir’in odası bizim katımızdaydı. Tabii Şevket Emir annemin de hocası olmuş. Malum Işıklı büyüklerimiz de iyi hatırlarlar: Eli pek ağırdı fakat annemi öğrencilik yıllarından tanıdığı için bana torpil geçerdi diyebilirim. Onun dışında aklımda net kalan isimlerden biri edebiyat öğretmenimiz Ayşin Kuyan’dır. Çok iyi bir edebiyat hocasıydı, aynı zamanda çok da disiplinliydi. O zamanlarda her şeye kızdığını, sinirli olduğunu düşünürdüm ve anlam veremezdim. Şu anda Işık’ta ders veren bir eğitimci gözüyle sinirlendiği şeylerde çok haklı olduğunu düşünüyorum. Lisede sözel okuyordum ve sınıfımız ilk sene beş, ikinci sene ancak dokuz kişi olabilmişti. Üniversite sınavında fazladan geometri sorusu çözmek lehimize olduğu için geometri dersimiz vardı. Öğretmenimiz Uğur Özcan’dı. Cuma günü ilk iki saat olan derslerde de Uğur Hoca’nın çıldırdığı anları unutamam. Onun dışında ortaokuldan lise sona kadar bahçede her pazartesi ve cuma yapılan törenlerde İstiklal Marşı’nı ben çalardım. Bir yandan konservatuvarda da okuduğum bilindiği için çok karışan olmazdı. Akademik olarak çok başarı-
lı bir öğrenci sayılmazdım, vasat bir seviyem vardı. Fakat okulun tüm müzik etkinliklerinde mutlaka piyano çalmam istenirdi, koroya eşlikleri Cenan Akın Hoca yoksa ben yapardım. Çok güzel hatırladığım zamanlardır hepsi. O yıllardaki Işık’la bugünkü Işık arasında büyük farklar var, okuduğunuz yılların Işık’ı ile bugünkü Işık’ı değerlendirir misiniz? Değerlendirmeyeyim bence. Son yıllarda teknolojinin çok hızlı bir biçimde ilerlemesiyle iletişim biçimleri ister istemez değişti ve eğitim de bundan nasibini alır hâle geldi. Sanal yollarla yapılan hatta sanal yolla bile değil, bilgisayar/tablet ekranı ve çocuk beyni arasında kurulan “sessiz” bir iletişim hâkim günümüze. Bunu biraz da şimdiki küçük neslin geleceğinden korkarak gözlemliyorum ve kendi okuduğumuz yıllarda yaptığımız haylazlıkların, yaramazlıkların, şakaların buna kıyasla çok masum, daha insana dair şeyler olduğunu düşünüyorum. Bu tabii Işık özelinde değil, genel eğitim anlayışının bir getirisi. Gülümseyerek yanıt verdiğiniz bir önceki soru üzerine genç Işıklılara neler söylemek istersiniz? “Biz Işıklı gençler yurdunu sevenler…” Şaka bir yana genç Işıklılara naçizane önerim erken yaşta kendilerini alanlarında geliştirebildikleri kadar çok geliştirmeleri ve bunu yaparken de toplumsal duyarlılıklarını kaybetmemeye özen göstermeleridir. İstedikleri şeyin peşini asla bırakmadan, okuldaki anılarını ve dostluklarını unutmadan yollarına devam etmeleridir.
23
GEZİ
MELEKLER ŞEHRİ Jana Cana KOLELLE FMV Özel Işık İlköğretim Kurumu İngilizce Öğretmeni
A
tatürk Havaalanı’ndan yaklaşık 13 saat süren uçuş sonrasında, Meksikalılar tarafından keşfedilen ve İspanyolca “Melekler Şehri” anlamına gelen, Kaliforniya eyaletinin en büyük ve New York’tan sonra Amerika’nın en kalabalık şehri olan Los Angeles Havaalanı TAX’e iniş yaptık. Pasaport kontrolü bayağı meşakkatli bir işti. Önce 2 saate yakın bir süre kontrol sırasının sana gelmesini bekliyorsun, sonra da kontrol memurunun bitmeyen sorularını cevaplıyorsun. Hiçbir güvenlik zaafına yer bırakılmıyor. Havaalanından kaldığım yer olan Malibu’ya gitmek üzere yaklaşık 1,5 saat süren otobüs yolculuğuna çıkıyorum. Türkiye ile burası arasında 10 saatlik bir fark olduğu için üç haftalık tatilin ilk günü yerleşme ve ardından derin bir uykuyla geçiyor. Sabah uyandığımda hayatımda gördüğüm en huzur verici manzaralardan biriyle karşılaşmanın mutluluğunu yaşadım. Uzun palmiye ağaçları, ördeklerin süzüle süzüle keyfini çıkardıkları bir göl ve uçsuz bucaksız okyanus… Gün gerçekten aydın... Dayanamayıp sonraki günlerde de sık sık tekrarlayacağım üzere gölün kenarına gittim. Tek hissettiğim huzur... Egzoz dumanı, korna sesi, insan gürültüsü olmayan Malibu Bluffs Park, ördekler dışında su kaplumbağaları, sincaplar ve tavşanlara da ev sahipliği yapıyor. Onları izlerken geçen zamanın farkına bile varmadım. Malibu, Pasifik Okyanusu’nun kıyısında bulunan ufak, sessiz ve huzurlu bir sahil şehri. Yerlileri tarafından kısaca “The Bu” diye anılıyor. Özellikle bembeyaz kum sahilleri ve çılgın dalgalarıyla sörfçülerin göz bebeği Malibu. Hollywood film yıldızlarından çoğunun bu sahil şeridinde yazlık evleri bulunuyor. “Biraz da insan içine çıkayım” dedim ve Los Angeles şehir merkezinde bulunan “the Grove”a doğru yola çıktım. The Grove, ünlü marka
24
butiklerin ve restoranların bulunduğu bir açık hava alışveriş merkezi. Burada yürürken şansınız varsa her an bir ünlüye rastlayabiliyormuşsunuz. Maalesef ben ünlü birine denk gelemedim. Mağazalarda fiyatlar çok yüksek olduğu için alışveriş keyfini outletlerde çıkarmanızı tavsiye ederim. The Grove’da bizdeki Mısır Çarşısı’nı andıran “Farmers’ Market” e girip ister alışverişinizi yapabilir isterseniz de küçük ve sempatik kafelerinde hızlıca bir şeyler atıştırıp açlığınızı bastırabilirsiniz. Fakat “The Grove” da bulunan “Cheesecake Factory”de bir cheesecake yemeden buradan ayrılmamanızı tavsiye ederim. Ayrıca, “Farmers’ Market”in hemen yanında bulunan devasa büyüklükteki “Barnes&Noble” kitapçısını atlamayın derim. Şanslıysanız, kitabını okuduğunuz bir yazarın imza gününe denk gelebilirsiniz. Los Angeles’a gelip de basketbol, beyzbol, ragbi ya da futbol maçlarından birini izlemeden dönmek olmaz. Ben StubHUB Center Stadyumu’nda LA Galaxy maçını izledim. Maç biletini online satın almanızı tavsiye ederim. Maç başlamadan önceki havai fişek gösterileri büyüleyiciydi. Bu inanılmaz büyüklükteki stadyumda en çok ilgimi çeken şeylerden biri, çok kalabalık olmasına rağmen stadyumun tahmin edilemeyecek kadar temiz olması. Aslında bu durum, birazdan bahsedeceğim Disneyland ve Universal Studios gibi her gün 35-40 bin civarında ziyaretçi alan yerlerde de geçerli. Kısacası, Los Angeles çok kalabalık ama bir o kadar da temiz bir şehir. Ertesi gün, “epey gezdim, yoruldum” diyerek tüm gün sıcak kumların üzerinde yatmak ya da kendimi okyanusun serin sularına bırakmak düşüncesiyle Zuma Beach’e doğru yola koyuldum. Alabildiğine uzun olan kumsalda kendime bir yer bulup martılarla birlikte güneşin tadını çıkardım. Burada en önemli görev, sahil güvenlik çalışanlarının olmalı. Hem okyanus dalgalarına hem de köpek balıklarına karşı tatilcilerin can sağlığını
korumakla yükümlüler. Zuma Beach dışında, El Matador, Point Dume kumsalları ve Malibu’dan arabayla yaklaşık 30 dakika mesafede bulunan Santa Monica’daki Venice Beach kesinlikle görülmeye değecek diğer yerler. Özellikle Amerikan filmlerinde sıkça gördüğüm patenci kızların ve yakışıklı sörfçülerin olduğu Venice Beach, kendimi kızgın kumlardan serin sulara attığım bir Amerikan filminin içindeymişim gibi hissettirdi. Bu saydığım plajların hepsinin halk plajı olmasına rağmen gayet temiz ve gürültüsüz olduklarını da eklemeden geçemeyeceğim. Eveeet, akşam yemeği için gittiğim yerler arasında en beğendiklerim Malibu Pier’deki “Pier Restaurant” ve Santa Monica’daki “Sushi Roku” oldu. Malibu iskelesinden güneşin batışını izlerken içkinizi yudumlayıp okyanusun ferahlatıcı kokusunu ciğerlerinize çekip, kendinizi “hayat güzel” derken bulabilirsiniz. Yemeklerin lezzeti, menünün çeşitliliği ve porsiyonların doyuruculuğu bu restoranı sevmemin diğer nedenleriydi. Fiyatlar biraz pahalı ama değiyor. Eğer sushi seviyorsanız, mutlaka “Sushi Roku”ya uğramalısınız. Envaiçeşit sushi arasından seçme zorluğu yaşayacağınız için bence hepsinden azar azar denemelisiniz. Buraya kadar gelmişken, gecenin devamının da tadını çıkarmak gerek. Tam bir tatil kasabası olan Santa Monica, gündüz büyüleyici plajları ve alışveriş mağazalarıyla, gece de restoranları ve eğlenceli gece hayatıyla aklınızı başınızdan alacaktır. “Çocuklar gibi eğlenmek benim de hakkım,” diyenler için eğlence parkları bulunmaz birer nimet. Knott’s Berry Farm, Disneyland, Six Flags Magic Mountain, Water Park ve tabii ki Universal Studios mutlaka gezilmeli. Siz de benim gibi hız trenlerinden fazla hoşlanmıyorsanız Knott’s Berry Farm içinde bulunan “Ghost Town”, hem dükkânların mimarisi hem de dükkân çalışanlarının kostümleri ile size “vahşi batı” sokaklarında geziyormuşsunuz hissi yaşatacaktır. Burada farklı temalarda canlı performanslar izleyebilirsiniz. Eski bir kovboy barı olan “Calico Saloon”da kankan dansını ve yerli Amerikalıların kendilerine özgü danslarını izlemek benim için müthiş keyifliydi. Ortalama 7-8 santim uzunluğundaki Madagascar böceklerinin ve zehri alınmış örümceklerin üzerimde yürümesi, hız treninden alamadığım adrenalinin yerine geçti. Diğer eğlence parklarında olduğu gibi, burada da dikkat edilmesi gereken birkaç önemli nokta var. Birincisi, biletlerinizi mutlaka önceden online satın alın. İkincisi, hepsi çok büyük parklar oldukları için, içeri girer girmez mutlaka parkın haritasını edinin. Aksi takdirde, kaybolmanız an meselesi. Üçüncüsü, her gün her saat çok kalabalık olduğu için, hem canlı performansların hem de hız trenlerinin bitmek bilmez gibi görünen sıralarında ortala-
25
BİLİM GEZİ
ma kaç dakika bekleyeceğiniz yazılıdır, programınızı ona göre yapın. Ve son olarak ortalama 60-90 dakika sırada beklemeyi göze aldıysanız sabırlı olun ya da gidip ek bir ücret ödeyerek “fast pass” alın ve sıra beklemeden tüm parkın tadını çıkarın. Bir diğer konu da yemek konusu. Parkların içinde birçok fast food restoran mevcut. Fakat maalesef, yiyeceklerin hemen hemen hepsi çok ağır ve yağlı. Bildiğiniz gibi obezite, Amerika’da büyük bir sorun. Bu nedenle, son yıllarda çıkarılan bir yasaya göre, birçok menüde, yemeklerin yanında kaç kalori olduğu belirtiliyor. Bunu da göz ardı etmemekte fayda olduğunu düşünüyorum. Özellikle Çin mutfağı sevenler için, hem lezzetli hem de uygun fiyatlı fast food zinciri “Express Panda” doğru bir seçim olabilir. Disneyland’da çocuk, genç, yetişkin; her yaşa uygun eğlence mevcut. En sevdiğim çizgi filmin karakterlerinin evlerini gezerken çocukluğuma döndüm. Tüm gününüzü korkuyla karışık keyif çığlıkları arasında geçirebilir, içinizdeki çocuğu mutlu etmekten aldığınız doyumla yorgunluğunuzu unutabilirsiniz. Dikkat etmeniz gereken bir diğer nokta da restoranların önlerindeki uzun sıralar. Size tavsiyem, gözünüze kestirdiğiniz bir yeri seçip önceden yemek rezervasyonunuzu yaptımanız. Eğlence parkları demişken, “Universal Studios”a uğramadan olmaz. Burada gezinirken, içimden, “adamlar bu işi iyi biliyor” demiştim. Kendimi bambaşka bir dünyada buldum. Mutlaka canlı performansları izlemelisiniz. “Water World” izlediklerim arasında en beğendiğim gösteri oldu. Yalnız, üstünüz başınız ıslansın istemiyorsanız ön sıralara oturmayın. Onun dışında, “Animal Actors” adlı şovda filmlerde oyunculuk yapmış hayvanlarla tanışıyor, onların eğitmenlerinden işin püf noktalarını öğreniyorsunuz. “Special Effects” adlı şov ise size gizemli film dünyasının kapılarını açıyor. Bunların yanı sıra 3D gösterilerde, oturduğunuz yerden maceradan maceraya koşabilirsiniz. Ve tabii ki “Studio Tour”… Yaklaşık bir saat süren tren yolculuğuyla izlediğiniz filmlerin çekildikleri sokaklarda geziniyor, hemen dibinizde köpek balığının parçaladığı bir adamı, depremi, yangını, seli yaşıyor; günlük güneşlik havada yapay yağmurla ıslanıyor, gök gürültüsü efektiyle ürperiyorsunuz. Bir anda “Psycho” elinde bıçağıyla üzerinize doğru koşarken korkudan donakalıyorsunuz. Kısacası, “Studio Tour” büyülü sinema dünyasında tarifsiz bir deneyim sunuyor sizlere. Gelelim alışveriş meselesine… Devasa büyüklükteki outletlerde, birbirinden ünlü dünya mağazalarının ürünlerini çok uygun fiyata bulabilirsiniz. Alışveriş yaparken dikkat etmeniz gereken en önemli nokta şu: Los Angeles’ta ürünlerin üzerlerindeki etiketlerde vergisiz fiyatlar yazıyor. Kasaya geldiğinizde, hesapladığınızdan farklı bir tutar
26
çıkıyor. Bu yüzden, etiket fiyatlarının üzerine vergisini katıp öyle hesaplama yapın. “And the Oscar goes to…” Şimdi de, Oscar Ödül Töreni’nin yapıldığı binanın önündeyiz. Caddenin iki tarafında yol boyunca “Walk of Fame” üzerinde, Hollywood’da iz bırakmış aktörlerin isimlerini yıldızların içinde göreceksiniz. Tüm yol boyunca, siz de benim gibi hayranı olduğunuz aktörün yıldızıyla fotoğraf çektirebilirsiniz. Bu caddede en çok dikkat etmeniz gereken husus güvenlik. Çok kalabalık olan caddede kapkaç olaylarına sıklıkla rastlanıyormuş. Benim gibi hayvan delisi olanlar için “Aquarium of the Pacific” iyi bir tercih. Köpek balıklarından denizanalarına; yengeçlerden penguenlere; foklardan balinalara her türlü deniz canlısını burada bir arada görmeniz mümkün. Saatlerine denk gelirseniz, fok gösterisini mutlaka izleyin derim. Hayvanlardan söz açılmışken son olarak, sizlerle bir anımı paylaşmak istiyorum. Bir akşam, deniz ve mehtabı izlemek için odamdan biraz ilerideki ağaçlıkta otururken arkamdan gelen hışırtılarla irkildim. Arkamı dönüp baktığımda gözlerime inanamadım: İrili ufaklı çok sayıda geyik hemen arkamda durmuş beni izliyorlardı. Koşmalı mıydım? Durmalı mıydım? Sakince uzaklaşmalı mıydım? Sonunda, korktuğumu belli etmeden sakince yürürsem bana bir zarar vermeyeceklerine kendimi ikna ederek yanlarından uzaklaştım. Güvenli bir mesafeye kadar uzaklaştığımda, beni izlemeye devam eden sevimli geyiklerin fotoğrafını çekerken geyikler tarafından kovalanmadığım için kendimi şanslı hissediyordum. Los Angeles’ta her yaştan ve zevkten birilerine hitap edecek bir şeyler bulmak mümkün. Pek mümkün olmayan şey ise toplu ulaşım. Burada insanlar özel araçlarıyla trafiğe çıktıkları için dört şeritli geniş yollarına rağmen özellikle iş çıkışı saatlerinde trafik çok yoğun oluyor. Turla gitmediğiniz sürece, bir yerden bir yere rahatça gidebilmeniz için araba kiralamanızı tavsiye ederim. Son olarak, insanların güler yüzlülüğüne değinmeden edemeyeceğim. Özellikle, Malibu ve Santa Monica gibi küçük sahil kasabalarında, tanımadığım insanların gülümseyip, selam verip “iyi günler” dilemeleri güne daha pozitif başlamamı sağlıyordu.
27
KENT KÜLTÜR
Ha bu akan dereler... Askoros Deresi - Rize Fotoğraf: Kemal SOĞUKDERE / AL JAZEERA Ömer ORHAN FMV Özel Ayazağa Işık Lisesi Müdürü
1
461 yılında Fatih Sultan Mehmet’in Trabzon’u fethinden sonra, o dönemde Trabzon Valisi olan Yavuz Sultan Selim’in Lazistan Krallığı’na girerek Batum’a kadar olan bölgeyi Osmanlı topraklarına katmasıyla “Temel ve Fadime” ile tanışmamız gerçekleşmişti. Doğu Karadeniz, Tanrı’nın insanlara armağan ettiği ve aynı zamanda onları sınadığı bir bölgedir. Denize paralel yaklaşık 4000 metre yüksekliğe ulaşan dağlar, geçit vermez insanlara. Yeşilin bu kadar farklı tonu başka bir yerde görülemez. Karadır, Karadeniz… Korkutur insanı… Şakası yoktur! Bereketi de boldur, belası da…
Palovit Şelalesi - Çamlıhemşin Fotoğraf: Saygın Saner
Onun ürkütücü görüntüsü ve çılgınlığına karşı dağlar da dik yamaçlarla karşılık verir. Sanki bir restleşme, üstünlük kurma, direniş vardır. Doğa, sert olduğu kadar anaçtır. Bugün bile çıkarken zorlanılan dağ yamacın-
Fotoğraf: www.caykur.gov.tr
28
daki Sümela Manastırı, insanları korumuş ve kollamıştır. Yukarıdan bakıldığında göz alabildiğine yemyeşil bitki örtüsü her yanı kaplamış olsa da içine girildiğinde, iğne oyası gibi işlenmiş zarafet, doyulmaz tatlar bırakır zihinlerde. Göğü delen boylarıyla bedenlerini sarmak mümkün olmayan kayın, gürgen, kestane, kızılağaç, ladin, köknar, sarıçam, bölgede en çok yetişen ağaçlardır. Coğrafi özelliği nedeniyle Türkiye’nin en çok yağış alan bölgesi, Doğu Karadeniz’dir. Özellikle yağmurun ne zaman yağacağı, ne zaman başlayacağını anlamak neredeyse mümkün değildir. Yüksek yağış ve nem, yörede çay yetiştiriciliğini önemli bir geçim kaynağı hâline getirmiştir. Çaykara’nın dik yamaçlarından daha az eğimli yerlere veya deniz kenarındaki alanlara kadar, Trabzon ve Rize çay yetiştiriciliğinde tektir. Seylan çayı, İngiliz çayı ya da Uzak Doğu çaylarının bizim çayımızın yanına yanaşamamasının nedeni ise yetiştirilmesindeki emektir. Koşulların zorluğuna karşı ayakta kalmaya çalışan yöre insanı ile doğa arasında binlerce yıldan beri
Uzun Göl - Trabzon
süregelen uyum, pamuk ipliğine bağlı gibidir. Her mevsimde aşırı yağış alan bölge toprağı verimli değildir. Var olan toprağın sürüklenmesini engelleyen ağaçlardır. Bu nedenle bırakın ormanların yok edilmesini, tek bir ağaç bile kesildiğinde ne tür sonuçlar doğacağını kimse önceden kestiremez. Karadeniz insanı, kabul gördüğü doğaya her zaman saygı duyarak mütevazi ve uyumlu bir yaşam benimsemiştir. Yüksek ve betonarme binalar yerine, ahşap geçmeli en fazla iki katlı yaşam alanları inşa etmiş ve dağınık bir yerleşim benimsemiştir. İşte bu muazzam ekosistem nedeniyle yeşil doğası, zirvelerdeki gölleri ve gürül gürül akan dereleri hayattır Karadeniz’in. Her taşın yeri binlerce yılda belirlenmiş ve doğa kendi düzenini kurmuştur. Yerinden oynatılan her kaya parçası, kesilen her ağaç Karadeniz Bölgesi’nde kurulan ekolojik düzenin bozulmasına neden olmaktadır. Bu anlamda doğayı hiçe saymanın ya da onunla inatlaşmanın bedeli çok ağır olmuş ve olmaya devam edecektir. İşte bu nedenle son yıllarda Doğu Karadeniz Bölgesi’nde hidroelektrik santralleri (HES) yapmak için derelerin tahrip edilmesinden bir an önce vazgeçilmelidir. Sonra, eyvah para etmeyecek... Böyle giderse yaylalar da dereler de bir bir yok olacak. Ne Anzer kalacak ne de balı! Oysa Doğu Karadeniz yayları Avrupa’da olsa herhalde dünyanın merkezi hâline getirilirdi. Huzurun tanımını resimle yapın deseler, eminim herhangi bir yaylamız bunun için yeterli olurdu. Günümüzde yaylacılık hâlen yapılmakta, yöre insanı topraklarına ve değerlerine sahip çık-
2007
2011
Çayeli, Senoz Vadisi - Uzundere HES’den önce ve sonra...
Doğa, kendisinden çalınanı bir gün geri alır ve bedeli mutlaka daha ağır olur. 29
KENT KOLEKSİYON KÜLTÜR
maktadır. Yaz başında yapılan yolculukların ayrı bir heyecanı olduğu gibi hazırlıkları da kendine hastır. Bu hazırlıklardan biri de boğa güreşleri ile bilinen ve Artvin’in Yusufeli yöresinde her yıl haziranın üçüncü haftasında gerçekleştirilen festivaldir. İspanya’da düzenlenen güreşlerin tersine burada hayvanlara özenle bakılır ve elbette güreş sonunda ölen ya da öldürülen olmaz. Gelenek hâline gelmiş “Kafkasör Boğa Güreşleri”, yaylaya çıkmadan önce hayvanların birbirini tanıması ve baskın boğanın belirlenmesi için yapılmaktadır. Bu şekilde hayvanların önceden karşılaştırılması, tehlikeli yayla yollarında birbirlerine saldırması ve uçurumlara yuvarlamasının da önüne geçilmiş olur. Bakın, hiçbir şey dışarıdan görüldüğü gibi değil… Karadeniz insanı da doğasına benzer, bir anda köpürür, yıldırımlar çakar, yağmur olur yağar, sonra bıçakla kesilmiş gibi durulur, sakinleşir. Sert görünümünün altında şakacı ve aşırı duygusal bir kimlik vardır. Hoşgörüsünün ne kadar yüksek olduğu ve kendisi ile barışıklığı; fıkralara konu olan Temel, Dursun ve Fadime tiplemelerine gülüp geçmesinden, hatta bunları kendisinin anlatmasından anlaşılır. Karadenizliler heyecanlı, çalışkan ve tutkuludur. Silah, horon ve atmaca onlar için vazgeçilmezdir. Silaha olan tutkuları sadece sahip olmaktan ibaret değildir. Kendi olanaklarıyla evlerinde silah yapanlar bile vardır ve Trabzon’un Sürmene ilçesi özellikle bıçak yapımında öne çıkmıştır. Horon oynayan erkeklerin bellerinde sallanan özel bıçaklar Sürmene işidir… Bir başka sevda ise atmacadır. Dağların tepelerindeki vadilerde kurdukları tuzaklarla Rusya’dan göç eden kuşları yakalamak için
saatlerce bekleyen insanlar, bunu bir ritüel olarak yaparlar. Atmacanın genç ve dişi, tür olarak da “sarı ve ispiri” olanları tercih edilir. Yakalanan kuştan bir “elektrik” alınmazsa salınır! Şaka gibi… Yediden yetmişe erkeklerin yakaladıkları atmacaya bakışlarını, kuşları kollarında taşımalarını veya tüylerini okşamalarını izlemek gerekir. Beslenen bu hayvanlar, genelde bıldırcın avında kullanılır ve ailenin bireyi olur. Halk, atmaca gibi özgürlüğüne düşkündür. Belki de bu nedenle böylesine zor bir coğrafyada yaşamayı göze almışlardır. Ancak şartlar ne olursa olsun keyiflidir Karadenizli… Kemençenin sesini duyup yerinde oturabilene rastlamak mümkün değildir. Üstelik mekân da önemli değildir. Yaylada, evde, işte, caddede, sokakta her yaştan insan horon oynar. Karadeniz’in doğası sert, insanı merttir. Bir horoz için iki sülale birbirini kırar ama bir dal kırılmasın diye de birleşir, dünyaya kafa tutarlar. Yaşamın zorluklarıyla dalga geçerken, inadına neşelidirler. Evet, Karadenizliler şen şakrak ama bir o kadar da gözü kara insanlardır. Bakın Nazım, Kuvayı Millîye Destanı’nda ne güzel betimlemiş… “… Dümende ve başaltlarında insanları vardı ki bunlar uzun eğri burunlu ve konuşmayı şehvetle seven insanlardı ki sırtı lâcivert hamsilerin ve mısır ekmeğinin zaferi için hiç kimseden hiçbir şey beklemeksizin bir şarkı söyler gibi ölebilirdiler...”
http://www.itu.edu.tr/haberler/2015/05/01/dansin-renkleri-itu-deydi
30
Sümela Manastırı - Trabzon Fotoğraf: Bjorn Christian Torrissen 31
SOSYAL SORUMLULUK
“İkinci Hayat”
Yaşamak da güzel, yaşatmak da…
G
eçtiğimiz yıllarda izlediğimiz, Türk sinemasına damga vuran “Aşk Tesadüfleri Sever” filmini hatırlayın; birbirini çok seven iki genç... Biri kalp hastası, her an ölümle burun buruna... Kalp nakli olmazsa sonu kaçınılmaz. Hastanede nakil için bir kalp beklendiği sırada sevdiği kız ona ulaşmaya çalışırken trafik kazası geçirir ve beyin ölümü gerçekleşir. Aile kızının organlarını bağışlar. Aranan kalp de bulunmuş olur. Genç için ikinci yaşam başlar, hem de sevdiğinin kalbiyle... Gönüllülük esasına dayanan projelerle toplumun ve insanlığın geleceği için yapılan her türlü etkinlik olarak 32
nitelendirilir sosyal sorumluluk. Yalnızca kendi çıkarlarımızı değil, yardıma gereksinim duyan herkesi düşünerek ve gözeterek oluşur sosyal sorumluluk bilinci. Sosyal sorumluluk kapsamında düzenlenen çok çeşitli kampanyaların en özeli ve anlamlısı belki de organ nakli kampanyalarıdır. Bir insanın hayatını değiştirmek, bir insana yaşam bağışlamak, kısaca hayat kurtarmak... Ne yüce bir duygu... Tarifi olanaksız... Yaşarken veya öldükten sonra işe yarayan organlarınızın başkalarına can olması... Başka bedenlerde sizden sonra da var olabilmesi... Birçok sosyal sorumluluk projesine imza atan Feyziye Mektepleri Vakfı Işık Üniversitesi, düzenlediği Uluslararası Organ Nakilli Çocuklar Kampı ile farklı ülkelerden organ nakli olmuş 30 çocuğu Şile’de buluşturdu. Kampta, çocuklar keyifli zaman geçirirken organ bağışına dikkat çekmek ve farkındalık oluşturmak için dünyaca ünlü organ nakli cerrahlarının konuşmacı olarak katıldığı Türkiye’nin en kapsamlı organ bağışı konferansı düzenlendi. Her yıl geleneksel olarak Antalya’da düzenlenen Uluslararası Organ Nakilli Çocuklar Kampı, bu yıl 1-5 Temmuz tarihleri arasında Işık Üniversitesi Şile Kampüsü’nde gerçekleştirildi. Bu yıl kampa; İngiltere, Norveç, Macaristan gibi ülkelerin yanı
Üniversitenin akademik ve idari kadrosu, öğrencileri, nakilli çocuklar ve ailelerinin katılımı ile halka açık olarak gerçekleşen organ nakli konferansında dünyaca ünlü karaciğer nakli cerrahı Prof. Dr. Münci Kalayoğlu, böbrek nakli rekortmeni Prof. Dr. Alper Demirbaş, Türkiye’de ilk başarılı akciğer naklini gerçekleştiren cerrah Doç. Dr. Asım Kutlu ve çocuk böbrek hastalıkları uzmanı Prof. Dr. Ahmet Nayır organ bağışının önemini vurguladılar. Işık Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkanı Prof. Dr. Sıddık Yarman konferansın açılış konuşmasında düşüncelerini şöyle dile getirdi: “Bugün Işık Üniversitesi için gerçekten bir dönüm noktası. Organ nakilli çocuklar ve aileleriyle bir arada olmaktan ve onların duygularını paylaşmaktan mutluluk duyuyoruz. Bugün burada Türkiye’de organ nakli konusunda branşlarında dünyaya kendini kanıtlamış hocalarımızla birlikte olmak bizlere şeref verdi. Yaşamak da güzel, yaşatmak da… Öldükten sonra yaşamak daha da güzel. Organlarınızı sizden sonrakilere bırakmak ve onların yaşamasına katkıda bulunmak… Ben bundan dolayı organ naklinin fevkalade önemli olduğunu düşünüyorum.”
Karaciğer nakli konusunda uluslararası başarılara imza atmış olan, Hocaların Hocası Prof. Dr. Münci Kalayoğlu konferansta yaptığı konuşmada, “Cerrahlar olarak bizler çok yoğun çalışıyoruz. Böyle olunca zaman zaman hayatın bazı noktalarını kaçırıyoruz. Sanırım şu an dünyadaki en yaşlı organ nakli cerrahıyım. 2500’e yakın karaciğer nakli yaptım. Hâlâ cebimde ilk nakil yaptığım karaciğerin fotoğrafı mevcut. Hastalarımın isimlerini hatırlayamıyorum ama onları ciğerlerinden tanıyabiliyorum. İstanbul, Antalya, İzmir, Erzurum, Kahramanmaraş, Gaziantep, Urfa, Diyarbakır ve Ankara’da organ nakli merkezlerimiz var. Bu yıl yaklaşık 2500 karaciğer, 3000 kadar böbrek nakli yapıldı. Çok iyi yetişmiş ekiplerimiz ve ekipman desteğimiz var; olmayan tek şey maalesef organ! Geçen yıl yaklaşık 1300 beyin ölümü tespiti yapıldı fakat son beş senede gerçekleşen beyin ölümlerinden sonra ailelerin sadece %22-25’i organ bağışına onay verdi. Yani her dört hastadan üçü, organları bağışlanmadan defnedildi. Organ bağışı sevapların en büyüğüdür ama bu olgu kültürel veya bazı dinî düşünceler nedeni ile destek görmüyor; bunu aşmalıyız. Bu kadar donanımlı organ nakli merkezimiz varken, bu konuda başarılı çalışmalar yaparken bu eksikliğimizi toplum olarak gidermeliyiz. Lütfen organlarınızı bağışlayın.” sözleriyle düşüncelerini dile getirdi. Daha sonra söz alan böbrek nakli cerrrahı Prof. Dr. Alper Demirbaş, “Türkiye’de her gün 100 bin üzerinde kişinin ve ailelerinin canı, bir böbrek, bir karaciğer ya da kalp bulunabilir mi, sorusuyla yanıyor. Organ bağışı, hayatın ta kendisidir. Bu, bin bir tane gündemin içinde asla gündemden
Organlarınız sizden sonra başka bedenlerde can bulsun!
sıra Türkiye’den İstanbul, İzmir, Trabzon, Konya, Adana, Gaziantep, Kahramanmaraş’tan çocuklar ve aileleri katıldı. Böbrek, kalp ve karaciğer nakli ile ikinci hayatlarına başlamış olan şanslı çocuklar, birkaç gün de olsa hastalıklarını unutarak üniversite öğrencilerinin rehberliğinde yaşıtları ile tatil yapmanın keyfini boyama aktiviteleri, ebru çalışması, grup oyunları, sessiz sinema, karaoke ve dart gibi oyunlarla çıkardılar.
33
SOSYAL SORUMLULUK
düşmemesi gereken bir noktadır. Çünkü aslolan hayattır. Şimdiye kadar 5 binin üzerinde organ nakli gerçekleştirdim. Bunun verdiği haz, tahmin ediyorum ki dünyadaki herhangi bir şeyin verebileceği hazdan çok çok daha fazladır. İnsanları ölmek üzereyken yaşatıyorsunuz. Geçen gün bir böbrek nakli yaparken, 7 yıl önce böbrek nakli yaptığımız bir hastamızın bitişik ameliyathanede sezaryen ile doğum yapıp anne olduğunu öğrendim. Bu mutluluk başka hiçbir meslekte yoktur.” diyerek konunun önemine dikkat çekti. Organ bulunamadığı için yeterince organ nakli yapamadıklarını ifade eden Demirbaş, organ bağışlamak konusunda Türkiye’de yeterli kültürün oluşmadığını belirterek, “Dünyada öldükten sonra en az organ bağışı yapan ülkelerden biriyiz. Yaşarken de organlarımızı; bir böbreğimizi veya karaciğerimizin bir kısmını yakınlarımıza bağışlayabiliriz. Bunu yapmazsak ne oluyor biliyor musunuz? Her dört saatte bir, bir hastamızı kaybediyoruz. Yani biz onlara kıyıyoruz. Neden? Çünkü onları kurtarabilecekken kurtaramıyoruz. Herkes bir gün organ nakline ihtiyaç duyabilir. Türkiye’de %10 oranında böbrek hastalığı var. Toplumun yaklaşık %10’u Hepatit B taşıyıcısı ve bu kişiler böbrek ve karaciğer nakli olmaya aday. O hâlde kıymayalım bu insanlara. Organlarınızı yaşarken bağışlayın,
34
öldükten sonra da bağışlanmasını sağlayın. Yaşatmak için bağışlayın.” şeklinde sözlerini sürdürdü. Türkiye’de ilk başarılı akciğer naklini 2012 yılında gerçekleştiren Doç. Dr. Asım Kutlu ise Işık Üniversitesi yöneticilerine böyle bir vesile ile ağırlandıkları için çok teşekkür ederek başladığı konuşmasında, katılımcılara Brezilya’da yapılmış buzdan heykellerin içine organ konulmuş bir fotoğraf göstererek: “Buzlar eriyor ve geriye organlar kalıyor. Bir gün biz de eriyeceğiz ve geriye hiçbir şey kalmayacak.” dedi. Kutlu, organ bekleyen akciğer hastalarının sadece günaydın demek için bile üç kere nefes almaları gerektiğini belirtti ve sözlerini “Organlarınızı bağışlayın.” diyerek tamamladı. Konferansta söz alan çocuk nefroloğu Prof. Dr. Ahmet Nayır, böbrek naklinin öneminin yanında toplumumuzda böbrek hastalıklarını azaltmanın çarelerini bulmamız ve bunun bilincini oluşturmamız gerektiğini ifade etti. Bu konuda Türkiye’de yapılan hataların başında akraba evliliklerinin geldiğini kaydeden Nayır, “Ülkemizde akraba evliliği oranı hâlâ %20-25. Akraba evliliği ile bazı hastalıklar özellikle de böbrek hastalıkları daha sık görülebiliyor. Anne baba sağlamken çocuklarda %25 oranında böyle ölümcül hastalıklar ortaya çıkabiliyor. Aramızda çok genç arkadaşlar var. Umarım onların
bilgisi, bilinci topluma yayılır ve hataları azaltabiliriz.” şeklinde konuştu. “Bir başka önemli nokta ise anne karnında takiplerin iyi yapılması. Çocukta hayati bir hastalık tespit edildiğinde bu, aileye bildiriliyor ancak aile bebeğini aldırmayı kabul etmiyor ve çocuk bu şekilde doğuyor. Bu da ailede büyük bir yıkım ve toplumda önemli sorunların oluşmasına neden oluyor. Çocuklarımız yeterince su içmiyor ve yanlış besleniyorlar. İyi bir şekilde dinlenmiyor, spor yapmıyorlar. Bunlar ileride böbrek hastalıklarını daha çok artıracak çünkü ileri yaşlardaki böbrek hastalıklarında biliyoruz ki hipertansiyon, damar sertliği ve özellikle diyabet çok önemli. Biz bunlara toplumda dikkat etmezsek bu hastalıkların sayısı ile birlikte organ bekleyen hasta sayısı da artacak. Organ bağışı çok doğru bir adım ama bağışladığımız bedenin de sağlam olması lazım. Biz emanetimize iyi bakalım ki ileride başkalarına deva olsun. Bu arada biz organımızı bağışlıyoruz demekle bitmiyor iş, bunu vasiyetimiz olarak ailemize bildirmemiz lazım.” dedi. Konferansın hemen ardından gerçekleştirilen organ bağışı kampanyasında ilk organ bağışını FMV Işık Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkanı Prof. Dr. Sıddık Yarman ile Mütevelli Heyeti Üyesi Cem Yurtbay yaptı. Kampanyada yaklaşık 600 organ bağışı yapıldı. Bu projede görevli olan Işık Üniversitesi öğrencileri, ünlülere ulaşarak projeye destek mesajı vermelerini istedi. Haluk Bilginer, İlhan Şeşen, Serra Yılmaz, Hüseyin Avni Danyal, Burhan Şeşen, Ata Demirer, Gürkan Uygun, Ayda Aksel, Ayşenil Şamlıoğlu, Serra Halis, Kemal Kuruçay, Ufuk Özkan, Serkan Çağrı, Resul Dindar, Yeliz Akkaya, Lemi Filozof, Abidin Yerebakan, Murat Okay, Gözde Okur, Ecem Üstündağ, Dr. Halit Yerebakan ve birçok duyarlı ünlü, çektikleri videolar aracılığıyla organ bağışı çağrısı yaparak kampanyaya destek verdiler. Bu çağrılardan oluşan video Organ Nakli Konferansı’na katılan yaklaşık 500 izleyici tarafından büyük alkış aldı. Değerli Okurlar, 3-9 Kasım tarihleri, Organ Bağışı ve Nakil Haftası’dır. Yukarıda yazılanların ışığında insanlık için bir hayat da siz bağışlayın, umudunu yitirenlerin umudu olun!
Bu yazı, Işık Üniversitesinden gelen fotoğraf, bilgi ve bültenlerden yararlanılarak FYZY Yayın Kurulu üyeleri tarafından derlenmiştir.
Organ bağışı; •Sağlık Müdürlüklerinde, •Hastanelerde, •Emniyet Müdürlüklerinde (ehliyet alımı sırasında), •Organ nakli yapan merkezlerde, •Organ nakli ile ilgilenen vakıf, dernek vb. kuruluşlarda yapılabilir.
35
KOLEKSİYON KOLEKSİYON SAĞLIK
OLMALI MI OLMAMALI MI? Dr. Murat KINIKOĞLU İç Hastalıkları ve Kardiyoloji Uzmanı
1
00 kişilik bir sınıf düşünelim. Grip olan birini içeri sokup tek tek herkesle tokalaştırsak... Yetmedi, gripli kişiden tek tek herkesin suratına hapşırmasını rica etsek... Amacımızı anladınız sanıyorum; 100 kişinin hepsi grip virüsü ile karşılaştığında acaba kaçı grip olur? Tamamı mı, yoksa yarısı mı? Yaklaşık yüzde 10’u grip olur, yüzde 90’ı virüsle karşılaştığı hâlde grip olmaz çünkü bu 90 kişinin solunum yollarını döşeyen epitel hücrelerindeki alıcı moleküller, genetik yapıları sayesinde o virüsün hücreye girmesine izin vermeyecek şekilde kodlanmışlardır. Grip salgınlarında bazılarımızın salya sümük, ellerinde mendiller gezerken bazılarımızın ince gömlekle gezdikleri hâlde grip olmamalarının nedeni budur. Şunu da ilave etmeliyiz ki bu korunma sadece o sene dolaşımda olan grip suşu (cinsi) içindir, bir sonraki sene ortaya çıkan değişik suş; bu sefer Ali’yi hasta ederken Veli rahat rahat ortalıkta gezebilir veya Ali tekrar hasta olup Veli ikinci kez Ali’yi sinir edebilir. Bu tamamıyla genetik kodlamanıza, daha doğrusu atalarınızdan birisinin çok uzun yıllar önce o suşla karşılaşıp karşılaşmamasına bağlıdır. Demek ki herkes illa grip olacak, her salgından etkilenecek diye bir kural yok. Nitekim etrafınıza bakın, yılda birkaç kez gribal enfeksiyon geçirenlerin yanında, yıllardır grip nedir bilmeyen pek çok insan göreceksiniz. Aşının koruyuculuğu ne kadardır?
36
Geçtiğimiz yıllarda tüm dünyada görülen ve İstanbul’u da etkileyen bir grip salgınında İnfluenza A (H3 N2) suşu etkili olmuştu. Aşı üreticisi firmalar, bu salgına karşı hazırlıksız yakalandıklarını itiraf etmişlerdi. Ürettikleri aşıda bu suşu tam olarak karşılayan antikorlar olmadığı için aşının koruyucu etkisi yüzde 50 civarında kalmıştı. Bu şu demektir: O yıl virüsle karşılaşan ve aşı olmayan 100 kişinin 10’u hasta oldu, buna karşılık aşı olan 100 kişinin 5’i aşıya rağmen hasta oldu. FDA, basit bir gribin hayati risk oluşturacağı kadar düşkün ve yaşlı insanların, astımlı ve kronik bronşitli hastaların, kalp hastaları, kronik böbrek hastaları, şeker hastalığı, AIDS gibi kronik hastalığı olanların grip aşısı olmasında fayda olduğunu söylüyor. Ancak maalesef bu tavsiye halka “Tüm çocuklar ve herkes aşı olursa iyi olur.” şeklinde yansıtılıyor. Grip aşısı, yan etkisi hiç olmayan bir aşı değildir. Gribin hayati tehlikeye neden olabileceği ağır bir kalp hastası için bu riski göze alabiliriz ama sağlam insanların birkaç gün yatmamak için bu riski kabullenmelerini anlayamıyorum. • Çocuklarınıza -doktoru özellikle önermedikçe- grip aşısı yaptırmayın. İçeriğindeki “Thimerosal” katkı maddesinin cıva içerdiğini ve yan etkilere neden olabileceğini unutmayın. •
Aşının şişlik, kızarıklık ve ağrıya,
nadiren de olsa bizzat kendisinin grip benzeri bir hastalığa yol açabileceğini bilin. Bu durumda hırıltılı öksürük, gözde kızarma, ateş ve kas ağrıları ortaya çıkar. • Aşı, yumurtaya alerjisi olanlarda ürtiker ve *anaflaktik şoka neden olan alerjik reaksiyonlar yapabilir. • Grip aşısının önemli komplikasyonlarından biri de Guillain-Barrè sendromudur. Sırt ağrısı, bacaklarda ileri derecede hâlsizlik ve yürüyememe şikâyetleri ile başlar. Birkaç saat veya gün içinde ilerler, sinir sistemini etkilediği için yutma güçlüğü ve nefes darlığına neden olabilir. • Grip aşısına bağlı olarak ortaya çıkan zatürre bildirilmiştir. Geçirdiğiniz her gripten daha güçlü çıkarsınız. Bu yüzden yukarıda belirttiğim FDA’nın aşı olmasını önerdiği gruplardan birine girmiyorsanız gripten korkmayın ve aşı olmayın. Grip virüsü elektrik düğmesi ve kapı kolunda birkaç gün yaşayabilir. Enfekte kapı kolu ve elektrik düğmelerinin üzerinde bir gün sonra bile yüzde 33 oranında virüs saptanmıştır. Eve gelince, elinizi sabunla yıkamaya dikkat edin. Grip olursanız tavuk suyuna çorba, nane limon, ıhlamur için, bol bol sebze ve meyve yiyin. En önemlisi, istirahat edin, biraz tembellik yapıp gribin tadını çıkarın. Her şekilde iyi olmak için bir hafta 10 güne ihtiyacınız var, bu yüzden doktorunuzu size antibiyotik vermesi için zorlamayın.
*Anafilaksi: Aniden başlayan ve ölüme neden olabilen ciddi bir alerjik reaksiyon
37
BAŞKA BİR SİNEMA HÂLÂ MÜMKÜN
KOLEKSİYON SANAT
Leyla TARAKÇI FMV Özel Ayazağa Işık Lisesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni
S
inemaya dair sanatsal içerikli haberlerin yanı sıra sektörle ilgili haberleri de takip etmeye çalışan biri olarak, son dönemde çok sık karşılaştığım bir projeyle ilgili düşüncelerimi paylaşmak istedim. 2013 yılının Ekim ayından beri İnternet’te, sosyal medyada ve sonrasında kısa süreli de olsa bazı televizyon kanallarında tanıtımlarını izlediğimiz, alternatif sinema izleyicisini oldukça heyecanlandıran, umutlandıran yepyeni bir projeden bahsediliyor: “BAŞKA SİNEMA”. Projeden ilk olarak, bir İnternet sitesinde “Yönetmen Onur ÜNLÜ’nün son filminin ‘BAŞKA SİNEMA’ kapsamında gösterime gireceği” başlığını gördüğümde haberdar oldum. Bilindiği gibi Onur ÜNLÜ, “Sen Aydınlatırsın Geceyi” adlı son filmiyle 32. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde “en iyi film” de dâhil olmak üzere birçok ödül almış ancak buna karşın filmini, bazı özel gösterimler dışında, seyirciyle buluşturmayacağını söyleyerek sinemaseverleri şaşırtmıştı. Filmi, festivalde izleme şansı bulamayan seyirciler de merakla bu “özel gösterim”leri bekler olmuştu. Peki, Onur ÜNLÜ neden böyle bir karar almıştı? Alternatif sinemayı ve sinemacıları takip eden izleyiciler, yani namıdiğer “festival izleyicisi”, aslında bu sorunun cevabını çok iyi biliyor.
38
Festival izleyicisi, ‘kapısı sokağa açılan’ sinema salonlarının 2000’lerin başından bugüne nasıl yok olduğuna tanık oldu. “Sanat filmi” nitelemeleriyle övüldüğü mü yoksa yerildiği mi belli olmayan seçkin filmlerin, ancak bir ya da iki hafta vizyonda kalabildiğini gördü. Bütçesi kısıtlı, az tanınmış yüzlerin başrolde olduğu “küçük” filmleri; gösterişli ve her türlü teknik donanıma sahip “büyük” salonlarına layık görmeyen AVM’lerin sinema dünyasında hâkimiyetini ilan ettiği zamanlarda yaşıyor bu festival izleyicisi. İşte tüm bu süreçte, Onur ÜNLÜ’nün bir film çekip, bu filmle ülkenin en prestijli festivallerinden ödüller alıp, sonrasında da filmini gösterime sokmamasını en iyi “festival izleyicisi” anlayabiliyor. Tam da bu noktada, bahsettiğim festival izleyicisi için ilaç gibi nitelendirilebilecek bir proje çıktı karşımıza. Yaratıcı ve umut verici bir fikirle “yıl boyu festival” anlayışını projeleştiren “BAŞKA SİNEMA”nın ülkemiz sinema sektöründe hangi ihtiyacı kapatacağını anlatmadan önce, “bağımsız” filmlere ve fikirlere nasıl ve niçin ihtiyaç duyulduğundan biraz bahsetmek istiyorum. Bağımsız sinema filmlerinin müdavimleri, yıl boyunca dünya sinemasını ve özellikle bağımsız filmlerin ya da sanat filmlerinin görücüye çıktığı festivalleri yakından takip ederler. Ancak bizler, takip ettiğimiz yönetmenlerin filmlerini görmek ya da ödüllü festival filmlerini izlemek
için yurt dışındaki sinemaseverler kadar, örneğin Avrupalılar kadar, şanslı olamıyoruz. İstanbul izleyicisi üzerinden konuşacak olursak, senede sadece 1 ay ya da daha iyimser bir tahminle 6 hafta kadar; vizyondan bağımsız, sinema derdiyle çekilmiş filmler görebiliyoruz. İstanbul Film Festivali ve Film Ekimi dışında (“İF İstanbul” da bu organizasyonların arasına alınabilir ancak bana göre bu festival, son birkaç yılda seçkisine aldığı filmlerle, bilet fiyatlarıyla ve filmleri göstermeyi tercih ettiği salonlarla “bağımsız” olma niteliğini kaybetmiştir.) çok az festival filmi şehrimiz salonlarında kendine yer bulabiliyor. Dolayısıyla gişe filmlerinden, abartılı görsel efektlerden, Amerikan rüyası klişelerinden sıkılan ve nitelikli hikâyeleri beyazperdede görmek isteyen izleyici için, yıl içinde pek fazla alternatif kalmıyor. Dağıtıcı firmalar, sanat filmlerinin izlenmediğini öne sürerek savunuyorlar kendilerini ve ekliyorlar: Ülkemizde insanlar, temiz, rahat bir ortamda yemeklerini yiyip alışverişlerini yapmak, sonrasında da keyifli, kafalarını boşaltacak ya da onlara görsel bir şölen sunacak filmler izlemek istiyorlar. Hâl böyle olunca piyasaya, izleyicinin beklentisini ve taleplerini karşılayan bir sinema anlayışı hâkim oluyor. Bu bakış açısı ülkemizde sinemanın geleceğine ve nasıl algılandığına dair bizlere çok rahat bir fikir verebilir. Ancak durum gerçekten böyle midir, bunu tartışmalıyız. Uzun süredir, İstanbul’da bağımsız sinema adına düzenlenen birçok etkinliği/festivali takip eden biri olarak rahatlıkla söyleyebilirim ki festival zamanlarında defalarca merdivenlerde, hatta hınca hınç dolu salonlarda ayakta film izleyen insanlar gördüm. Tüm seansları dolu olduğu için gece 24.00’daki ek seansta oturacak yer bulamayan insanlar ve bunun için “Neden daha fazla ek seans koymuyorsunuz?” diyerek festival direktörlerini azarlayan izleyiciler gördüm. Meselenin filmlerin az izlenmesiyle ilgili oldu-
Türkiye’de benzeri olmayan bir sinema deneyimi
Onur Ünlü 39
SANAT
ğunu düşünmüyorum. Çağımızın hastalığı “tüketim” furyasının sinemayı da ele geçirdiğini ve “biz, neyi, ne kadar istersek o kadar tüketeceksiniz” anlayışıyla özgün ve özgür sinemanın -ve sanatın- yavaş yavaş unutturulmak istendiğini düşünenlerdenim. Öyle olmasaydı bugün, kapatılan sinema salonları, 20 TL’ye varan bilet fiyatları, sinemayla ilgisi olmayan uzun reklam araları ve tabii ki ‘alternatif filmleri nasıl izleyeceğiz?’ soruları ve sorunlarıyla boğuşuyor olmazdık. Bahsettiğim tüm bu sorunlar şehrimizin yeni, cesur ve uzun soluklu sinema projelerine ne kadar ihtiyacı olduğunun bir göstergesidir. Yazımın başında söylediğim gibi, “BAŞKA SİNEMA” projesini tesadüfen duydum. Projenin içeriğini okuyunca, anladım ki yukarıda sıralanan sorunlar sadece sinema izleyicisinin kafasını meşgul etmiyormuş. Sanat adına güzel şeyler yapmak isteyen ve bu yüzden kâr amacını ikinci planda tutan -en azından şimdilik-sinemaseverleri sınırlı sayıdaki festivale muhtaç olmaktan kurtarmayı amaçlayan ve bu yüzden “Bize her gün festival!” diyerek yola çıkan Kariyo&Ababay Vakfı ve M3 Film, içi boşaltılmaya çalışılan sinema kültürümüzü her şeye rağmen yaşatmaya çalışıyor. BAŞKA SİNEMA, 2013 yılında İstanbul’da 3 (Beyoğlu Sineması, Kadıköy Rexx Sineması ve Altunizade Capitol Sinema Salonları) ve Ankara’da 1 salonla (Büyülü Fener Kızılay) başladığı sinema yolculuğuna, Mayıs 2015 itibarıyla 6 şehirdeki 16 sinema salonuyla devam etmektedir. Özellikle dünya festivallerinde yoğun ilgi gören bağımsız filmlerin yıl boyu art arda izlenebilmesine olanak sağlayan seçkileriyle ve esnek gösterim tarihleriyle izleyicileri rutin sinema deneyimlerinin dışına çıkarma-
40
yı amaçlayan BAŞKA SİNEMA, festival heyecanını tüm yıla yaymayı başarıyor. Böylece özellikle Hollywood yapımları ve popüler Türk filmleri arasında kaybolan bağımsız filmler, uzun süre gösterimde kalarak hak ettikleri tanıtıma ve izleyici kitlesine ulaşma fırsatı da bulabiliyor. Ayrıca yine ülkemizde pek az gösterim şansı bulan kısa filmleri de yine bu proje kapsamında izleme fırsatı bulabiliyoruz. Yaratıcı ekip, İnternet sitelerinde bu proje ile başardıklarından bazılarını şöyle sıralıyorlar : “BAŞKA SİNEMA salonlarında doluluk ortalaması Türkiye genelindeki salon doluluk ortalamalarının iki katını geçti. Beyoğlu Sineması’nın kapanma tehlikesinin önüne geçildi. Pera Sineması yenilenerek izleyicinin zevkle film izlediği bir salona dönüştürüldü. 19’u yerli 74 bağımsız filmi izleyiciyle buluşturdu. “Sürpriz Film Gecesi”nde Charlie Chaplin’in kayıp filmini dünyada ilk kez seyirciyle buluşturdu. Proje, dünyanın en prestijli sinema yayınlarından Variety’e “A New Distribution Model Gives Turkey’s Film Fans Their Fill of Foreign Fare” başlığıyla haber oldu ve ayrıca Avrupa Konseyi Eurimages Fonu desteği almaya uygun görüldü.” Filmlerin en az bir ay vizyonda kaldığı, aynı salonda her gün en az üç farklı filmin gösterildiği, 110 dakikadan kısa olan filmler için ara verilmeyen bir sinema anlayışını yıl boyunca devam ettiren bu proje, sinemanın tekelleşmesini kaygıyla izleyen birçok sinema takipçisini heyecanlandırarak onları başka bir sinemanın hâlâ mümkün olduğuna inandırmış ve umutlandırmıştır. Kalıcı olması ve bu alandaki yeni projelerin öncüsü olarak anılması, sanırım tüm sinemaseverlerin ortak dileği olacaktır.
41
SPOR
AKROBASİ Şenay KURT FMV Özel Ayazağa Işık Lisesi Müdür Yardımcısı
H
ep karaya bağlı yaşadığımızdan mıdır nedir, kendimi bir gökyüzünde, bir de denizde özgür hissederim. Sonsuz ufka bakmak ruhuma iyi geliyor. Yaşamım boyunca gerçekleştirmek istediğim hayaller arasında deniz ve hava ile ilgili olanlar da var. Yunuslarla yüzerek denizdeki hayalimi yıllar önce gerçekleştirdim. Gökyüzündeki hayalimin gerçekleşmesinin ise mümkünü yok. Bir gösteri uçuşu sırasında Türk yıldızlarından birinin arkasında oturmama kim izin verir ki? Denge, koordinasyon, kıvraklık... Heyecan, macera, tutku... Tehlike, çılgınlık ve belki biraz da delilik... İşte akrobasi... Genellikle ip veya tel üzerinde yapılsa da bisiklet, motosiklet ve hatta at üstünde de gerçekleştirilen, vücut kontrolüne dayalı bir gösteri sanatı olarak tanımlanıyor akrobasi. Gösteri sanatı olmakla da kalmıyor, günümüzde artık spor olarak da kabul ediliyor. Yerdekini ağzımız açık, hayranlıkla ve bir o kadar da endişeyle izlerken bu işin bir de havada yapılanı var; aerobasi yani hava akrobasisi. Müthiş bir hız, ani ve keskin manevralar, taklalar ve dalışlar gibi sıra dışı hareketlerle yapılan çılgın uçuşlar... Aerobasi, Uluslararası Havacılık Federasyonu (FAI) tarafından belirlenen 17 spor branşından biri... Aerobasi yarışlarının en popüleri, bana göre
42
havacılığın Formula-1’i “Red Bull Air Race”. Tabii F-1’deki gibi tüm pilotlar aynı anda yarışmıyor. Yani havada birbirini geçmeye çalışan, sollayan, sağlayan, pist dışına atan uçaklar yok. Bu organizasyon ilk kez 2003 yılında, yarışlara adını veren “Red Bull”un sponsorluğunda düzenlenmiş. Hâlâ da öyle devam ediyor. Mottosu nedeniyle mi sponsor oldu, yoksa sponsor olduğu için mi bu slogan bulundu bilemem ama 12 yıldır “kanatlandırdığı” bir gerçek. Dünyanın en hızlı ve heyecan verici motor sporunun kahramanları da dünyanın en özel ve en sıra dışı pilotları. Pilotlar, yüksek hız, alçak irtifa ve olağanüstü manevra kabiliyetinden oluşan üçlü kombinasyona dayalı sınır tanımaz performanslar sergiliyorlar. Tehlikeyle dalga geçerek, yer çekimini hiçe sayarak, ani hızlanmalarda, dalışlarda, manevralarda kendi ağırlıklarının neredeyse 10 katına eşit maruz kaldıkları G-kuvvetine güç gösterisi yapıyorlar. Ustalar sınıfı kategorisinde yer alan 14 pilot, yıl boyunca dünyanın farklı noktalarında gerçekleştirilen toplam 8 yarış sonunda “dünya şampiyonu” olabilmek için mücadele ediyor. Pilotlar, yarış takviminde belirlenen yerlerdeki hava koşullarıyla da mücadele etmek zorunda kalabiliyorlar. Bu nedenle yarışların birbirine hiç benzememesi hava yarışlarını daha heyecanlı ve özel kılıyor.
kadar bir alternatifiniz daha var: Dünya Hava Oyunları (World Air Games). İlki 1997 yılında Türkiye’de gerçekleştirilen, 1-12 Aralık 2015 tarihleri arasında Dubai’de 5. kez düzenlenecek oyunlarda, paraşütle atlamadan akrobasiye kadar birçok branşı izleme olanağınız olacak.
Amaç; parkuru en hızlı ve en az hatayla tamamlamak. Yarışlar, beş bölümden oluşuyor: antrenman, sıralama turu, birinci tur, ikinci tur ve final. Antrenman yarıştan iki gün, sıralama turu ise yarıştan bir gün önce yapılıyor. Yarış günü birinci tur sonunda 14 pilotun yarısı eleniyor, elenenlerin en hızlısı şanslı kaybeden olarak ilk yediye giren pilotlarla birlikte ikinci tura yükseliyor. Bu turu ilk dört sırada bitirenler ise finalde yarışma hakkını elde ediyor. Final turunu kazanan, o yarışın galibi oluyor.
Belki bir “roller coaster”da, belki de bir yarış otomobilinin direksiyonunda...
Yıl boyunca yapılan 8 etapta en çok puan toplayan pilot “dünya şampiyonluğu” unvanını alıyor. Profesyonel sporcular, belli bir yaşa geldiklerinde emekli olurlar. Örneğin, sahalarda 40 yaşında bir futbolcu görmek neredeyse imkânsızdır. 50 yaşında, sporda aktif olan sporcu göremezsiniz çünkü spora çocuk yaşta başlanır, 20’li yaşlarda formun zirvesine ulaşılır, 30’lu yaşların başı ise en deneyimli olunan yıllardır. Ama söz konusu hava yarışlarıysa durum tam tersi, aerobasiye başlama yaşı zaten 20’den sonra... Dolayısıyla pilotların yaş ortalaması 47. E tabii dünyanın en iyileri arasında yer almak, ustalar sınıfına girmek için deneyim gerek, bu da yıllar demek! Red Bull Air Race’in en başarılı ismi 51 yaşındaki İngiliz Pilot Paul Bonhomme. İki dünya şampiyonluğu, iki ikincilik ve bir üçüncülük elde eden Bonhomme, bu yıl da ipi göğüslemeye çok yakın. Genel klasmanda en yakın rakibinin 12 puan önünde bulunan Bonhomme, üçüncü şampiyonluğunu resmen ilan etmek için 17-18 Ekim tarihlerinde uçulacak olan Las Vegas etabını bekliyor. Ben de... Bu nefes kesici yarışları bugüne dek izlemediyseniz, sezonun son yarışında televizyonun karşısında yerinizi almanızı öneririm. Bunu da yakalayamazsanız yeni sezona
Üstelik izlemenin riski de yok. Gerçi herkesin şu meşhur g-kuvveti deneyimini bir kez bile olsa yaşaması gerekir diye düşünüyorum...
Siz hiç g kuvvetini hissettiniz mi?
Yarışlar, özel olarak tasarlanan, yaklaşık 5 km uzunluğundaki pistlerde gerçekleşiyor. Pisti belirgin hâle getiren, koni şeklindeki şişme kuleler. Aralıklarla ve karşılıklı dizilen kuleler, parkurun kapılarını oluşturuyor. Hızları saatte 370 km’ye ulaşan uçakların uçuş yüksekliği, 15-25 m arası değişirken kulelerin yüksekliği de 2014’ten itibaren 20 metreden 25 metreye çıkartılmış. Şişme kuleler de özel tasarlanmış; temas edildiği anda patlayacak kadar narin ancak kuvvetli fırtınalara dayanacak kadar da sağlam.
43
TARİHTEN SAYFALAR
Burası Dingo’nun Ahırı mı? Dr. Arif AKDENİZ FMV Özel Işık Lisesi Türkçe-Sosyal Bilimler Bölüm Başkanı
Ö
ğrencilik yaşamı boyunca bu sözü duymayan ya da bu sözle azarlanmayan kişi yok gibidir. Hepimiz öğrencilik yıllarımızda birkaç defa bu sözü duyduk. Ama anın heyecanı içinde, içinde gizlediği gerçeklerin farkına varmadan hatta üzerinde çok fazla düşünmeden unuttuk gitti. Oysa bu gibi atasözü ve deyimler, yaşanmış şeyleri de anlatırlar bize. “Dingo’nun Ahırı” ne anlatır bize? Nasıl bir gerçeklik saklar içinde? Devrinin en üstün toplu taşıma aracı olan tramvaylar, İngiltere’de madenlerde kömür taşıma işlerinde kullanılan bir nakil aracından örnek alınarak keşfedildi. Yer üstünde ise ilk kez 1832 yılında New York şehrinde çalışmaya başladı. Daha sonra onu 1854 yılında Paris, 1860 yılında Londra ve 1868 yılında Viyana ve Sofya da kurulan atlı tramvay şirketleri izledi. Atlı tramvayın bulunuşundan yaklaşık 40 yıl sonra,1869 yılında, Osmanlı’da ilk kez İstanbul’da Konstantin Karapano Efendi ilk atlı tramvay hattı için izin almıştı. Hazırlık çalışmalarının tamamlanmasından sonra, 1872 yılının 3 Eylül günü, Tophane Meydanı’nda İstanbul’un ileri gelen kişilerinin de bulunduğu kalabalık bir topluluk, o güne kadar İstanbul’da hiç görmedikleri bir taşıtın etrafını sarmışlardı. İstanbul tarihinde yeni bir çığır açan ilk atlı tramvay, Azapkapı-Ortaköy hattının açılış töreni ile İstanbul’da hizmete başladı. Bu atlı tramvaylar sayesinde artık İstanbullunun ayağı yerden kesiliyor, o güne kadar sadece zenginlerin binebildiği tahtırevanlara, küheylanların çektiği tenteli arabalara, kupalara ve faytona binemeyen orta hâlli ya da yoksul halk, nispeten ucuz bir taşıta ilk defa binme şansına kavuşuyordu.
44
Sarı boyalı atlı tramvaylar, genellikle iki at tarafından çekilmiş, yokuş yerlerde ise arabalara, yedek olarak iki at daha bağlanmıştır. Bu nedenle, yokuş başlarında bu yedek atlar için küçük ahırlar yaptırılmıştı. Bu ahırlardan biri de bugün Taksim alanının batı kısmındaki sular idaresi maksemi ile Fransız Konsolosluğu arasında bulunan ve şimdi tramvay deposu olarak kullanılan bir ahırdı. Atların Taksim’de düzlüğe çıktıktan sonra ahıra alınarak dinlendirildiği ve bir önceki seferden kalan dinlenmiş atların Azapkapı’ya indirildiği bu mekânı, yani ahırı Dingo isimli bir Rum vatandaş işletiyordu. Atlı tramvayların yoğun olarak çalışması sebebiyle gün boyunca buraya bir sürü at girip çıkıyordu ve belirli saatleri yoktu. Bundan dolayı bu ahırda her zaman bir kalabalık, düzensizlik ve keşmekeşlik egemendi. İşte günümüzde kaynağını bilmeden sıklıkla kullandığımız “Burası Dingo’nun ahırı mı? Giren çıkan belli değil!” sözü rivayetlere göre kaynağını buradan almıştır. Deyim, 1914 yılında atlı tramvayların kalkıp yerlerini elektrikli tramvaylara bırakmasından ve Dingo’nun ahırının işlevsizlikten kapanmasından sonra dilimize girip yerleşmiştir. Kaynaklar: 1- İstanbul’da Tramvay Tramvayların Tarihi, Fehime Tunalı Çalışkan- Zikrullah Kırmızı, İst. 1998 2- İstanbul’un Atlı Ve elektrikli Tramvayları, Prof.Dr. Vahdettin Engin, İTO yayını, İst. 2011 3- http://www.iett.gov.tr/tr/main/pages/troleybus/30 4- http://anadoluraylisistemler.org/tr/announcementDetail/tramvayin-tarihcesi/186 5- http://www.internethaber.com/dingonun-ahiri-ne-demek-171582h.htm 6- http://www.sabah.com.tr/yazarlar/ay/2013/05/16/iste-dingonun-ahiri 7- http://liberteryen.org/2011/09/dersaadetin-istanbul-atli-tramvaylari/ 8- http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/139629/Dingo_nun_Ahiri.html# 9- http://ackuzu.com/dingonun-ahirindan-gunumuze-kalanlar/ 10- http://blog.milliyet.com.tr/burasi-dingo-nun-ahiri-mi--giren-cikan-belli-degil-sozunerden-geliyor/Blog/?BlogNo=226815 11- http://www.bilgisayarbilisim.net/ansiklopedi-f57/dingonun-ahiri-deyimi-neredengeliyor-t67249.html 12- http://www.bilgidostum.com/2014/01/10/dingonun-ahiri-sozu-nereden-gelmektedir/ 13- TRAMVAY VE TARİHİ RAYLI SİSTEMLER, Prof. Dr. Ural Akbulut, ODTÜ Kimya Bölümü
Anaokulundan üniversiteye güçlü ve çağdaş eğitim FMV Işık Okulları 130 yıllık köklü geçmişi, güçlü eğitimci kadrosu, çağdaş eğitim sistemiyle eğitimde öncülüğünü sürdürüyor.
Nişantaşı Kampüsü
Ayazağa Kampüsü
Erenköy - Güneş Kampüsü
Ispartakule / Bahçeşehir Kampüsü
www.fmv.edu.tr
Işık Üniversitesi Şile Kampüsü
105-KSY-SY-18-10/2015
130 Yıldır Mer?klı Öğrencilerin Okulu