NiSAN 2015 / Sayı: 2
Çukurova’nın sarı sıcağında, Toroslar’ın arasından koca bir dağ gibi yükselen, yapıtlarıyla dünyaya nam salan ince ruhlu bir adam… 28
OLAĞAN MASALLAR TİYATROSU
44
HOLLYWOOD’UN YENİ ÇIKIŞ YOLU: SÜPER KAHRAMANLAR
56
MEKANIM DATÇA OLSUN
EDiTO BÜYÜK USTAYA VEDA...
Erdem Yaşar
İlk merhabamızdan bir ay sonra tekrar sizlerle birlikte olmanın mutluluğunu yaşıyoruz. Bu bir aylık süreçte bir yandan ilk sayımızla ilgili gelen olumlu tepkileri görüp motivasyonumuzu yüksek tutarken bir yandan da eleştirileri dikkate alarak ve yine bizim gibi düşünen birileriyle aynı zevkleri paylaşıyor olmanın verdiği heyecan ile yeni sayımızı hazırladık. Mümkün olduğunca yoğun gündem arasından eleyerek seçtiğimiz konularımızı okurken keyifli zamanlar geçireceğinizi umuyorum. Zira biz de yazarken motivasyon kaynağı olarak gördüğümüz, “sevdiğimiz şeyi yazma” çizgisinden hiç sapmadık. Konular arasında özellikle değinmek istediğim bir tanesi var ki aslında Türkiye’de herkesin hayatının bir döneminde yollarının kesiştiği bir ismin bilinmeyen yönlerini bize sunuyor. Hayatında hiç Yaşar Kemal okumamış olanlar bile aslında onun anlattığı hikayelerde yer alan insanlarmış gibi romanları gerçek ve içimizden. Yakın dostum Hakan Karakullukcu’nun yazdığı Yaşar Kemal dosyasını okuyunca bu kitapların nasıl bir ustanın kaleminden çıktığını daha iyi anlayabilmek mümkün oluyor. Göz atmanızı mutlaka tavsiye ettiğim bir diğer konu da Olağan Masallar Tiyatrosu adı altında ilk oyunları olan Mavi’yi oynayan genç ve yetenekli ekiple yaptığımız keyifli söyleşi. İkinci sezonuna başlayan oyun, farklı çizgisiyle diğer tiyatro oyunlarından ciddi bir şekilde ayrılmayı başarırken eleştirmenler ve izleyenleri kendisine hayran bırakmayı başardı. İlk sayımızda olduğu gibi tüm olumlu ya da olumsuz fikirlerinizi bizimle paylaşmanız dileğiyle, iyi okumalar...
Genel Yayın Yönetmeni: Erdem Yaşar Yazı İşleri Müdürü: Özgür Aydoğan
Görsel Yönetmen: Gülay Sağ
Editör: Hakan Karakullukçu, Emir Bozkurt, Emin Eren, Gülşan Karademir
İletişim: info@kulturadergi.com bulten@kulturadergi.com
iÇiNDEKiLER NİSAN 2015
28
OLAĞAN MASALLAR TİYATROSU Olağan Masallar Tiyatrosu’nun ilk oyunu Mavi’nin ekibiyle oyun üzerine keyifli bir söyleşi yaptık.
4
14
KOCA YAŞAR, İNCE KEMAL Çukurova’nın sarı sıcağında, Toroslar’ın arasından koca bir dağ gibi yükselen, yapıtlarıyla dünyaya nam salan ince ruhlu bir adam…
28
56
HABERLER USTALARIN USTASI HALDUN DORMEN
RÖPORTAJ OLAĞAN MASALLAR TİYATROSU
HABERLER WOODY ALLEN YENİ KADROSUNU BELİRLEDİ
Konu sıkıntısı çeken Hollywood’un yeni cansimidi: Süper Kahramanlar
44
KAPAK KONUSU KOCA YAŞAR, İNCE KEMAL
11
HOLLYWOOD’UN YENİ ÇIKIŞ YOLU: SÜPER KAHRAMANLAR
14
HABERLER 34. İSTANBUL FİLM FESTİVALİ BAŞLIYOR
10
44
38
BONSAI
DOSYA KONUSU
DOSYA KONUSU HOLLYWOOD’UN YENİ ÇIKIŞ YOLU: SÜPER KAHRAMANLAR GEZİ MEKANIM DATÇA OLSUN
62 66
KİTAP SİNEMA
KULTURA
3
SİYAD, YÜZYILIN EN İYİLERİNİ SEÇTİ 47. SİYAD Türk Sineması Ödülleri, Türk sinemasının 100. yılı için düzenlenen ödül töreninde sahiplerine kavuştu.
Türk sinemasının en prestijli ödülleri arasında gösterilen ve Sinema Yazarları Derneği tarafından verilen SİYAD Türk Sineması Ödülleri, 47. kez sahiplerini buldu. Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda gerçekleştirilen ve sunuculuğunu Özge Özberk’in yaptığı ödül töreninde Türk sinemasının 100 yıllık
4
KULTURA
tarihinin en iyileri de belirlendi. SİYAD Başkanı Melis Behlil’in konuşmasıyla başlayan törende sansürün her türlüsüne karşı olduğunu vurgulayan Behlil’in, “15 yaşında bir çocuk 9 ay mücadele ettikten sonra aramızdan ayrıldı, Katillerinin yargı önüne çıkmasını hala bekliyoruz. Berkin Elvan’ı anıyoruz.” sözleriyle büyük alkış topladığı törende Cem Yılmaz da yaptığı konuşmayla izleyenleri kahkahaya boğdu.
Cahide Sonku En iyi kadın oyuncu performansı: Melisa Sözen - Kış Uykusu En iyi müzik: Kenan Doğulu - Unutursam Fısılda En iyi yardımcı erkek oyuncu performansı: Ayberk Pekcan - Kış Uykusu En iyi yardımcı kadın oyuncu performansı: Lale Başar - Köksüz En iyi görüntü yönetimi: Gökhan Tiryaki - Kış Uykusu En iyi kurgu: Yorgos Mavropsaridis - Sivas
Bu sene 94 üyenin oylarıyla belirlenen ödüllerine kavuşan isimler: En iyi film: Kış Uykusu - Zeyno Film, Memento Films, Bredok Films En iyi yönetim: Nuri Bilge Ceylan - Kış Uykusu Mahmut Tali Öngören En iyi senaryo: Deniz Akçay Köksüz En iyi erkek oyuncu performansı: Haluk Bilginer - Kış Uykusu
En iyi sanat yönetimi: Soydan Kuş - Unutursam Fısılda En iyi belgesel film: Tepecik Hayal Okulu, Güliz Sağlam En iyi kısa film: Müjdeler Var Yurdumun Toprağına Taşına, Erdi Sinemam 100 Şeref Yaşına!, Melik Saraçoğlu & Hakkı Kurtuluş En iyi yabancı film: 2 days 1 night Onur ödülleri: Yavuz Turgul, Nebahat Çehre, Genco Erkal ve Attila Özdemiroğlu Emek ödülü: İrfan Demirkol
Yüzyılın 100 filminin ilk 10’u 1) Umut - Yılmaz Güney 2) Yol - Şerif Gören 3) Sevmek Zamanı - Metin Erksan 4) Anayurt Oteli - Ömer Kavur 5) Vesikalı Yarim - Ömer Lütfi Akad 6) Muhsin Bey - Yavuz Turgul 7) Sürü - Zeki Ökten 8) Selvi Boylum Al Yazmalım - Atıf Yılmaz 9) Masumiyet - Zeki Demirkubuz 10) Bir Zamanlar Anadolu’da- Nuri Bilge Ceylan
KULTURA
5
ENGELSİZ FİLMLER
Düzenlendiği 2013 yılından itibaren tüm sinemaseverlerin birlikte film izleyebilmesine olanak sağlayan Ankara Engelsiz Filmler Festivali, bu yıl da 21-26 Nisan tarihleri arasında perdelerini açıyor. Türkiye’de görme, işitme ve ortopedik engellilerin de katılabildiği ilk film festivali olan Ankara Engelsiz Filmler Festivali, fiziksel engellerin sinema deneyimini paylaşmaya engel olmadığını göstermeyi hedefliyor. Görme engelli olanlar için sesli betimleme, işitme engelli olanlar için ise işaret dili ve ayrıntılı altyazı eşliğinde gösterilecek olan festivalde bu destek atölye çalışmaları, açılış ve ödül törenlerinde de sürecek. Çağdaş Sanatlar Merkezi ve Ulucanlar Cezaevi Sinema Salonu’nun ev sahipliği yaptığı festivalin sponsorluğunu ise Halkbank üstleniyor.
TÜRKİYE’NİN EN PAHALI FİLMİ
Holywood’da film için harcanan bütçeler hala astronomik görünmeye devam ederken Türk sinemasında da bu alanda yeni bir rekora imza atıldı. Çanakkale Savaşı’nın 100. yılında vizyona giren ve Çanakkale Savaşı’nı konu alan Son Mektup filmi, harcanan 20 milyon lirayı aşan bütçesi ile Türk sinemasının en pahalı filmi olma özelliğini de taşıyor. Nusret gemisinin büyük bir bölümünün yanı sıra Çanakkale Savaşı’nda kullanılan 4 uçak ve 5 topun da orjinallerine sadık kalınarak Türk mühendisler tarafından yeniden üretildiği filmde 7 yıllık çalışmanın sonucunu izleyebilmek mümkün.
6
KULTURA
TÜRKİYE KİTAP PİYASASINDA 12. SIRADA Her ne kadar Türk insanının kitap okuma alışkanlığı pek umut verici olmasa da Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürü Hamdi Turşucu, geçen yıl Türkiye’de 544 milyon kitap basıldığını ve Türkiye’nin kitap piyasası bakımından 12. sırada olduğunu söyledi. Kitap okuma oranında 2000’den sonra her yıl daha iyi rakamlara ulaşıldığını ifade eden Turşucu, geçen sene Türkiye’nin basılan kitap sayısı ve basım piyasası büyüklüğü bakımından dünyada 12. sıraya yükseldiğini vurguladı. Turşucu Türk Edebiyatının Dışa Açılımı (TEDA) Projesi kapsamında şimdiye kadar yaklaşık 1800 kitabın yabancı dillere çevirisi için destek sağladıklarını da bildirdi. 1350 kitabın 63 ülkede okurla buluştuğunu ifade eden Turşucu, bu kitapların en fazla Almanya, Bulgaristan ve İran’da yayınlandığını ifade etti.
DÜNYANIN EN BÜYÜK PLAK ARŞIVI ONLINE OLUYOR
Müzik severlerin en pahalı hobilerinden birisi şüphesiz plak koleksiyonculuğu. Durum böyle olunca dünyanın en büyük plak koleksiyonunun da bir iş adamında olması pek şaşırtmasa gerek. Dünyanın en büyük kişisel plak arşivinin sahibi olan Zero Freitas, bu hobisi için 2300 metrekarelik bir depo satın almış. İçerisinde de 5 milyondan fazla plak mevcut. Dünyanın dört bir tarafından gelen plaklar ile oluşturduğu bu dev arşivin kendisi için taşıdığı önemin farkında olan Freitas, tüm dünyanın bu arşivden faydalanabilmesi için bir çalışmalara başladı. Freitas, arşivini internet üzerinden dinlenebilir bir hale getirmeyi planlıyor. 5 milyondan fazla plağın dijital ortama aktarılması ne kadar zaman alır bilemiyoruz ama beklemeye değer bir çalışma olacağı kesin.
BLUR YENi ŞARKISINI YAYINLADI Kayıtları uzunca bir süre aldığı bilinen İngiliz grup Blur, 27 Nisan’da yayınlanacak olan albümü The Magic Whip için beklemekten sabırsızlanan hayranlarına büyük bir jest yaptı. En son albümleri olan Think Tank’i 2003 yılında yayınlayan, s o n r a uzunca bir ara vermeyi seçen grup, Şubat ayı içerisinde The Magic W h i p albümünde yer alan Go Out şarkısını yayınlamıştı. Albümle ilgili hayranlarının h e y e c a n seviyesini yüksek tutmayı hedefleyen grup, albümde yer alan bir diğer şarkı olan There Are Too Many Of Us adlı parçayı YouTube üzerinden yayınladı. Yayınlanan şarkılar için gelen tepkiler uzun bekleyişe değecek bir albüm olduğuna işaret ediyor.
EFSANE FOTOĞRAFLAR MINYATÜRLERLE HAYAT BULUYOR Birçoğumuzun hayatı boyunca onlarca kez karşılaştığı ve artık hafızalarımıza kazınan birçok ünlü fotoğraf, ilginç bir proje ile tekrar hayat buluyor. İsviçreli fotoğrafçılar Jojakim Cortis ve Adrian Sonderegger’in 2012 yılında ilk adımlarını attığı projede bu ünlü fotoğraflar 3 boyutlu minyatürler olarak canlandırılıyor. Gördükleri ilgi üzerine projeyi genişleten ikili, projeye Ikonen adını vererek daha fazla fotoğrafı canlandırmaya karar verdi. Sonuç ise kesinlikle görmeye değer.
KULTURA
7
AMY WINEHOUSE BELGESELİ 3 TEMMUZ’DA Sesiyle olduğu kadar çalkantılı hayat hikayesiyle de hayatından çokça bahsettiren ve 2011’de aramızdan ayrılan Amy Winehouse’un hayat hikayesi, farklı bir bakış açısıyla bu yaz belgesel olarak karşımıza çıkacak. BAFTA ödüllü yönetmen Asif Kapadia’nın yönetmenlik koltuğunda yer alacağı projede Winehouse’un hayatına dair daha önce gün ışığına çıkmamış olaylarında yer alacağı da gelen duyumlar arasında.
EDEBİYAT DESTEKLİ MESAJLAŞMA UYGULAMASI Doğru kelimeleri seçebilmek iletişimin önemli adımlarından olduğu gibi karşı taraf için de etkileyici olabilecek bir özellik. Görünüşe göre etkileyici sözler kullanabilmek yurtdışında da önemli bir mesele. Gelişen teknoloji, bu konuda kendine güvenmeyenlere de çözüm getiriyor. Words U adlı uygulama, mesajlaşma esnasında yazılan kelimeleri, daha edebi sayılabilecek olan, daha eski ve günlük hayatta daha az kullanılan eş anlamlılarıyla değiştiriyor. 6.99$ ödeyenlere kullanabilecekleri 800 yeni süslü kelime sunan uygulama, ne yazık ki sadece İngilizce için geçerli. Ayrıca uygulama otomatik olarak değiştirdiği kelimelerin anlamlarını da öğrenebilmenize imkan tanıyor. Türkçe mesajlaşırken böyle bir etki yaratmak istiyorsanız eski sözlüklerinize başvurmanızı tavsiye ederiz.
BURGER KING’DEN PARFÜM MÜ? Açlıktan midenin guruldadığı anlarda dev bir hamburger ve taze patates kızartması kokusu karşı konulamaz olabilir. Ancak bu kokunun bir insanın üzerinde olması konusunda da aynı şekilde düşünür müsünüz bilemiyoruz. Görünüşe göre Burger King, bu konuda fazla iyimser. Izgara esanslı yeni parfümünü duyuran Burger King, parfümün 1 Nisan günü, limitededition ve fast food kavramlarının belki de kesişebildiği tek ülke olan Japonya’da satışa sunulacağını duyurdu. 1 Nisan tarihini duyunca bunun bir şaka olmasını dilediğinizi tahmin edebiliyoruz ancak Burger King bunu daha önce de ABD’de yapmıştı. 41 $ fiyat etiketiyle satışa sunulacak olan parfümü alanlara Whopper da hediye edilecek.
8
KULTURA
YENİ BJÖRK’TEN İKİ KLİP Bu yıl 50 yaşına basacak olan İzlandalı şarkıcı Björk, Ocak ayında alışıldığı üzere yaklaşık 4 yıl sonra yeni albümü olan Vulnicura’yı yayınladı. Birçok albümünde olduğu gibi çizgisinde ciddi şekilde değişikler tercih eden Björk, klip konusunda da hızlı davrandı. Mart ayı içerisinde önce Lionsong şarkısı için klip yayınlayan Björk, bir hafta sonra da Family adlı parçasının klibini hayranlarının beğenisine sundu. Albümün çıkış noktası olarak “kalp kırıklıklarını” baz aldığını açıklayan Björk, sıradışı sayılabilecek kliplerinde konsepte bağlı kalmayı tercih etmiş.
KENDRICK LAMAR’DAN SPOTIFY REKORU
YENİ JAMES BOND FİLMİNİN AFİŞİ GÖRÜNDÜ
Sinema dünyasının en prestijli serileri arasında gösterilen ve bugüne kadar Sean Connery, Roger Moore, George Lazenby, Pierce Brosnan ve şimdi de Daniel Craig sayesinde beyaz perdede hayat bulan karakterin yeni filminin adının Spectre olacağı açıklanmıştı. Daniel Craig’in dördüncü James Bond filmi olan Spectre, şimdiden hayranlarını heyecanlandırmaya başladı. Baş rollerinde Léa Seydoux, Stephanie Sigman, Ralph Fiennes, Christoph Waltz, Ben Whishaw ve Monica Belluci gibi önemli isimlerin yer alacağı filmin afişi James Bond’un resmi Twitter hesabından yayınlandı. Filmin fragmanının da önümüzdeki aylarda yayınlanması bekleniyor.
Online müzik dinleme servisi Spotify, geçtiğimiz gün kırılması güç bir rekora ev sahipliği yaptı. Albümün yayınlanmasından 1 hafta önce Spotify üzerinden dinlemeye izin veren Kendrick Lamar, bu hamlesi ile bir gün içerisinde 9.6 milyon dinlenme sayısına ulaşmayı başardı. To Pimp a Butterfly adlı albümü ile önümüzdeki aylarda adından bir hayli söz ettireceğe benzeyen Lamar, arkasına aldığı plak şirketi Interscope’un da yüzünü güldürecek gibi görünüyor.
KULTURA
9
USTALARIN USTASI HALDUN DORMEN
İstanbul’un yeni sanat platformlarından olan MOİ Sahne, 27 Mart Dünya Tiyatrolar Günü kapsamında MOİ Sahne’de sergilenen ve başrolünü Haldun Dormen’in oynadığı Kibarlık Budalası adlı oyun sonrasında Dormen’e Ustaların Ustası ödülünü takdim etti. Önümüzdeki yıllarda da devam ederek geleneksel hale gelmesi planlanan tören kapsamında Dormen’e ödülü öğrencisi Ayça Bingöl verdi. Mall of İstanbul içerisinde yer alan MOİ Sahne’de düzenlenen törende Göksal Kortay da Tiyatro Onur Ödülü’ne layık görüldü. Tören sonrasında konuşan Torular GYO Yönetim Kurulu Başkaı Aziz Torun, 4.5 milyon insanın yaşadaığı bu bölgeye Uluslar arası standartlarda bir kültür sanat merkezi kazandırdıkları için duydukları mutluluğu dile getirdi.
10
YAPI KREDİ AFİFE TİYATRO ÖDÜLLERİ 27 NİSAN’DA
İZMİR KİTAP FUARI 20 YAŞINDA
Türkiye’nin en prestijli ve uzun soluklu ödülleri arasında kabul edilen Yapı Kredi Afife Tiyatro Ödülleri, bu yıl 19. kez düzenleniyor. Adayların 30 Mart akşamı açıklanacağı etkinliğin ödül töreni ise 27 Nisan akşamı Haliç Kongre Merkezi’nde gerçekleştirilecek. 11 ana ve 3 özel olmak üzere 14 kategoride dağıtılacak olan ödüller için her kategoride 5 aday bulunuyor. Jüri başkanlığını Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Devlet Konservatuarı Tiyatro Ana Sanat Dalı Başkan Yardımcısı Doç. Dr. Merih Tangün yürüttüğü Afife Tiyatro Ödülleri’nde geçen yıl Muhsin Ertuğrul Özel Ödülü Münir Özkul’a, Cevat Fehmi Başkut Özel Ödülü Ahmet Sami Özbudak’a, Yapı Kredi Özel Ödülü ise Prof. Dr. Zehra İpşiroğlu’na verilmişti.
Türkiyenin en köklü kitap fuarlarından olan İzmir Kitap Fuarı, bu yıl 20. yaşını kutluyor. Kitap fuarı, 20. yaşına özel olarak tasarladığı interaktif web sitesiyle, okurların, yayıncıların ve yazarların İzmir Kitap Fuarı ile ilgili 20 yılda biriktirdikleri görsel ve yazılı anılarını bu site üzerinden paylaşabilecekleri bir alan yaratıyor. Fuar sırasında ise tüm bu paylaşımlar 18-26 Nisan tarihleri arasında Uluslararası İzmir Fuar Alanı’nda bir sergi ile ziyarete açılacak.
KULTURA
YENİ TRON’UN ÇEKİMLERINE BAŞLANIYOR Bilim-kurgu sinemasının kültleri arasında yer alan ve 1982 yılında seyircilerle buluşan Tron serisinin yeni filminin çekimlerine başlandı. 2010 yılında yayınlanan Tron: Legacy ile tekrar hayat bulan efsane, 33 yıl sonra tekrar beyaz perdedeki yerini almaya hazırlanıyor. Disney imzası taşıyacak olan filmde kameranın arkasında ise Joseph Kosinski olacak. 5 Ekim’de çekimlerine başlanacak olan filmde oynayacağı kesinleşen isimler arasında şimdilik sadece Garret Hedlund yer alıyor. En çok merak edilen konulardan birisi de yeni filmin de müziklerinin Daft Punk tarafından mı hazırlanacağı.
ENGELLERİ KALDIRAN SERGİ
WOODY ALLEN YENİ KADROSUNU BELİRLEDİ
Madrid’deki Touching the Prado isimli sergi, sanatın engel tanımadığını bir kez daha ortaya koymayı başardı. Görme engellilerin, tarihin en önemli tablolarını elleriyle “görebileceği” sergi, şimdiye kadar eşine pek rastlanmayan bir fikir. Museo del Prado’da gerçekleştirilen sergide küratörler Didú adını verdikleri bir teknik sayesinde ünlü tabloların ana hatları kabartma tekniğiyle görme engellilerin de algılayabileceği bir hale getiriyor. Estudios Durero isimli tasarım stüdyosunun imzasını taşıyan bu çok özel sergi 28 Haziran’a kadar sürecek.
Çalışma temposu konusunda bir hayli iddialı olan efsane yönetmen Woody Allen, 24 Temmuz’da vizyona girmesi beklenen Irrational Man filminde yıldızlar geçidine imza atmaya hazırlanıyor. Öğrencisine aşık olan bir akademisyeni konu alan yeni filmi için Emma Stone, Bruce Willis, Joaquin Phoenix, Jesse Eisenberg, Kristen Stewart’ı tercih etti. Jamie Blackley ve Parker Posey’in de yer alacağı film, kadrosuyla şimdiden bu yılın en merak edilen filmleri arasındaki yerini almayı başarmış gibi görünüyor.
KULTURA
11
34. İSTANBUL FİLM FESTİVALİ BAŞLIYOR İstanbul Kültür Sanat Vakfı tarafından 11. kez düzenlenen 34. İstanbul Film Festivali, Akbank’ın sponsorluğunda 4-19 Nisan tarihleri arasında gerçekleştiriliyor. 62 ülkeden 222 yönetmen ve 204 filmin katılacağı etkinlikte söyleşi, atölye çalışmaları, sinema dersleri ve diğer özel etkinliklere de yer veriliyor. 3 Nisan akşamı Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı’nda gerçekleştirilecek olan açılış töreninde yapımcı ve yönetmen Yılmaz Atadeniz, müzisyen Cahit Berkay, oyuncu Nebahat Çehre, senarist ve yönetmen Safa Önal ve oyuncu Süleyman’a Turan Sinema Onur Ödülleri takdim edilecek. 2014 ve 2015 yılında yayınlanan öne çıkmış filmlerin dışında birçok klasik eserin de gösterileceği festivalde yarışma filmleri festivalin ikinci haftasından itibaren izleyicilerin beğenisi ve jüri üyeleri tarafından değerlendirildikten sonra 18 Nisan akşamı Lütfi Kırdar Sergi ve Kongre Sarayı’nda düzenlenecek ödül töreninde ödüllerine kavuşacak. Yeni bölümler ve yarışma dallarıyla bu yıl daha da zenginleşen festivalde ödül kazanan filmlerin yönetmenlerine sonraki çalışmalarında teşvik etmek üzere verilecek olan ödül miktarları da açıklandı.
SON DAKTİLO FABRİKASI DA KAPANDI Edebiyat ile özdeşleşen imgelerden birisi olan ancak bilgisayarların getirdiği kolaylıklardan sonra zahmetli bir nostalji olarak hafızalarımızda kalan daktiloların sonuncusu da üretildi. Tabii eğer yeni bir daktilo fabrikası açılmazsa. Hindistan’da bulunan dünyanın son daktilo fabrikası Godrej and Boyce, üretimi durdurduğunu açıkladı. Mumbaili şirket, depolarında sadece birkaç yüz adet daktilo kaldığını belirtti. Şirketin Genel Müdürü Milind Dukle, 1990’larda yılda 50 bin adet daktilo sattıklarını, geçtiğimiz sene ise sadece 800 adet daktilo satabildiklerini açıkladı. Firma ellerindeki son 200 daktilo’nun Arap ülkesinden gelen bir sipariş üzerine olduğunu, bu teslim attan sonra üretim yapılmayacağını duyurdu.
12
KULTURA
RUS KIZIL ORDU KOROSU YENİDEN İSTANBUL’DA Rus Kızıl Ordu Korosu, Istanbul Entertainment Group (IEG) Live ve Sa Organizasyon işbirliğiyle 13 Haziran günü Zorlu PSM’de sahnede olacak. İzleyicilerini şaşırtmalarıyla ünlü olan koronun bu konserlerinde de Rus klasik halk ezgileri dışında opera aryalarına ve “Sex Bomb” ve “Hey Jude” gibi pop şarkılara, hatta sürpriz Türkçe şarkılara da yer vereceği açıklandı.
YILIN FOTOĞRAFI
ŞARKILAR TİYATRO İÇİN
Anadolu Ajansı tarafından düzenlenen Istanbul Photo Awards yarışmasında kazananlar belli oldu. Farklı kategorilerde ilk üçe giren fotoğrafların belirlendiği yarışmada 100’den fazla ülkeden yaklaşık 12 bin fotoğraf ile başvuru yapıldı. Dört kategoride 7 farklı ülkeden 11 fotoğrafçıya ödül verilen yarışmada birinciliği Liberya’daki ebola salgınını konu alan fotoğrafı ile Daniel Berehulak kazandı.
Şermola Performans Sahnesi, 10 Nisan akşamı düzenlenecek olan özel bir etkinlik ile hayatına devam etmeyi planlıyor. Sahneyi içerisinde bulunduğu ekonomik sorunlardan kurtarmak için düzenlenecek olan etkinliğin sunuculuğunu Sadi Celil Cengiz üstleniyor. Gelirin tiyatroya bırakılacağı gecede Emre Kınay, Fırat Tanış, Funda Eryiğit, Sermet Yeşil, Sevinç Erbulak ve birçok ünlü isim daha sahne alacak. Konser, 12 Nisan akşamı saat 21:00’de Taksim The Mekan’da gerçekleştirilecek.
4. ROMA TÜRK FiLM FESTiVALi Roma Büyükelçiliği’nin desteği ve Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Başbakanlık Tanıtma Fonu’nun katkılarıyla düzenlenen Roma Türk Film Festivalinin dördüncüsü 15-19 Nisan tarihlerinde düzenlenecek. Başkanlığını Serap Engin’in yaptığı festivalde onur ödülüne tiyatro, televizyon, müzik ve sinema çalışmalarıyla sanata uzun yıllardır verdiği değerli katkılar nedeniyle Hümeyra layık görüldü. Ödül, 16 Nisan günü Roma’nın en eski sinema merkezlerinden olan Barberini sinemalarında düzenlenecek olan gala gecesinde, festivalin onursal başkanı Ferzan Özpetek tarafından takdim edilecek.
KULTURA
13
Çukurova’nın sarı sıcağında, Toroslar’ın arasından koca bir dağ gibi yükselen, yapıtlarıyla dünyaya nam salan ince ruhlu bir adam… Halkın Koca lakabını ona uygun görmesinde, yoksulluğun içinden gelerek halk için ve barış için verdiği edebi mücadelenin ve insanseverliğinin payı vardır. Geçtiğimiz ay kaybettiğimiz büyük usta Yaşar Kemal’in çok bilinmeyen yönlerini sizler için derledik. Hakan Karakullukçu
14
KULTURA
KULTURA
15
GÖÇ VE ÇOCUKLUK HiKAYESi
Defalarca Nobel’e aday gösterilen, romanları 40 civarında dile çevrilen, gerçek ismi Kemal Sadık Göğçeli olan ancak bütün dünyanın Yaşar Kemal ismiyle tanıdığı, Türk edebiyatının koca çınarı, 1923 yılında Osmaniye’nin Hemite köyünde doğdu. Yaşar Kemal’in doğumundan öncesine, ailesinin ilginç göç hikayesine dönelim… Yaşar Kemal’in babası Sadık Bey, 1. Dünya Savaşı’ndaki Rus işgali sebebiyle Van’ın Ernis köyünden Osmaniye’ye göç etti. O zamanları Kimsecik romanına şöyle aktarmıştır Yaşar Kemal: “Akşamüstüydü, gün kavuşuyordu, birden köyün ortasına bir top güllesi düştü, köyün tam ortasında kaynayan sıcak sulu pınarın sularını havaya fışkırttı, orada derin bir çukur açtı. Top gülleleri artık ardı ardına köyün ortasına, yanına yönüne düşüyordu. Toz duman, çığlıklar, melemeler, böğürmeler, kişnemeler, horoz sesleri, gölün uğultusu, yankılanmalar, bir kıyamet gününün akşamüstüydü. Çok kişi ölmüş, çok kişi yaralanmıştı.” Tam da böyle bir ortamda yollara düştü Sadık bey ve ailesi. Anası Hırde Hatun’u sırtında taşıdı yol boyunca. “Ben küçükken, babam bana hep Van’dan Çukurova’ya göç macerasını anlatırdı.” diyor Yaşar Kemal. “Derdi ki: ‘Oğlum, yol boyunca hep çocuk sürülerini gördük.’ Bu cümle hayatım boyunca kafamın içinde çınlayıp durdu. Kimsecik Üçlemesi’ni
16
KULTURA
yazmaya oturduğumda, kafamda bu cümle vardı. Ve bu cümleden 3 cilt roman çıkardım.” Yolda bir yerde durdular, yaralı bir çocuk gördüler ve yanlarına aldılar. Çocuğun adı Yusuf’tu. İleride Yaşar Kemal’in hayatını darmadağın edecek olan Yusuf… Aile Çukurova’ya vardı, Kadirli’nin Hemite Köyü’ne. Çukurova’da o zamanlar bütün Ermeniler öldürülmüş, sürülmüş, nüfus yok, ahali yok… Çukurova’ya gelenlere İskan Komisyonu tarafından Ermenilerin terkettiği, boşalttığı evleri teslim ediliyor. Sadık Bey de İskan Komisyonu Başkanı’nın karşısına çıkıyor. Başkan ona güzel bir ev veriyor fakat Sadık Bey istemiyor. “Yuvasından atılmış bir kuşun yuvası başkasına hayretmez.” diyor. Başkan kızıyor ve aileyi “yılanların oynaştığı kayalık” Hemite Köyü’ne gönderiyor. Halk Sadık Bey ve ailesini çok iyi karşılıyor, kendilerine bir ev yapıyorlar. İşte Dünya edebiyatına unutulmaz katkılar yapan Koca Yaşar Kemal bu evde, kendi ifadesiyle Türkmen köyündeki tek Kürt ailenin çocuğu olarak doğdu. Hemite’ye en son 2013 yılında kendi adına yapılan bir kültür evinin açılışı için gittiğinde köydeki çocukluk anılarını anlatan yazar, hiç kimseden bir kez bile “Sen Kürt’sün” lafını işitmediğini söylerken şunları eklemişti: “Burada benim köyümde bir kez bile ‘Sen Kürtsün’ demediler. Bütün Türkiye Yaşar Kemal’in köyü gibi olsun. Şimdi biz bin senedir beraberiz. Bu memleketi, yani Osmanlı memleketini demek istiyorum, çok müthiş yapmışlardır. Ben Kürt çocuğuydum, ama oyun oynarken arkadaşlarımız kavga ederdi, herkesi döverlerdi. Ama beni dövmezlerdi. Hiçbir köylü ben Kürt’üm diye dışlamadı. Biz cennette büyüdük. Hiçbir kötülük görmedim, anadan, babadan, dededen. Şimdi bağırıyorum yine buradan ve Türkiye bunu dinlesin, Türkiye bilsin, bütün
Türkiye desin ki; Bütün Türkiye Yaşar Kemal’in köyü gibi olsun!’ Ben de bunu yazayım. Benim işim yazmaktır, konuşmak değildir.” Fırtınalı, huzursuz ve dramatik bir çocukluk yaşayan Kemal, bir gözünü henüz üç yaşındayken talihsiz bir kazada kaybetti. Küçük Kemal evlerinin önünde koyun kesen eniştesini izlerken bıçak eniştesinin elinden kayıp sağ gözüne geldi ve bu gözü kör oldu. Babası Sadık Bey, Yaşar Kemal dört buçuk yaşındayken evlatlığı Yusuf tarafından camide gözleri önünde öldürülünce hayatı altüst oldu. “Ben dört buçuk yaşındayken, babam camide namaz kılarken onu, Van’dan gelirken ölümden kurtarıp besleyip büyüttüğü Yusuf adındaki oğulluğu yüreğinden bıçakladı.” diye anlatıyor o günü Yaşar Kemal. Ve devam ediyor: “Ben babamın camide namaz kılarken yanındaydım. Hançerlendiği akşamdan sonra, sabaha kadar yüreğim yanıyor diye ağladım. Ardından kekeme oldum. Babamın ölümü de beni çok üzdü. Babamın ölümüne uzun yıllar inanamadım ve onun mezarına hiç gitmedim. Uzun yıllar mezarın yanından
bile geçmedim. Öldüğünden dolayı da ona derinden kırıldım, küstüm.” Kemal’in annesi, Kemal büyüyüp de Yusuf’u öldürerek babasının intikamını alsın diye yıllarca dua etti. Ancak Yusuf’u Yaşar Kemal değil, akrabalarından Osman adında biri öldürdü. Kemal’in annesi buna yıllarca inanmak istemedi ve olayı etrafındakilere “Yusuf’u Kemal öldürdü, babasının intikamını aldı ve hapse girmemek için suçu Osman’ın üzerine attı.” diye anlattı. Yaşar Kemal babasının ölümünden 10 yaşına kadar kekeme kaldı, yalnızca türkü söylerken kekemeliği geçerdi. Babasının ölümünden sonra annesi, evli olan amcası Tahir’in ikinci eşi oldu. Yazar, amcasından “iyi bir adamdı” diye bahsederdi. Yaşar Kemal’in bu dönemleri, ileride yazacağı büyük destanların tohumlarını atmıştı belki de. Köyde yaşadıkları, çocukluk hayalleri, babasının katilini öldürme isteğinin yarattığı korku, dönemin eşkıyaları ve daha birçok etken, ona bütün bu birikimleri anlatma arzusunu aşılıyordu. Anlatacaktı fakat kendinden önceki anlatıcılardan daha farklı, daha modern bir yolla; romanla anlatacaktı.
KULTURA
17
SAZ ÇALAMAYAN HALK OZANI
İlkokul sıralarında şiir yazmaya başlayan Kemal, yaşlı aşıklarla karşı karşıya gelir, onlarla atışmaya girerdi. Bir gün atıştığı görme engelli Aşık Ali’nin kendisine söylediği, “Sen şimdiden böyleysen ileride Karacaoğlan gibi olacaksın!” sözleri onu çok mutlu etmişti. İlkokuldan sonra köy köy dolaşıp halk türküleri söyleyerek Karacaoğlan gibi bir aşık olmakla ortaokulu okumak arasında kalan Kemal, uzun uzun düşündükten sonra okumaya karar verdi. Ortaokulu okuyabilsin diye amcası ellerindeki tosunu sattı ve yeğenini okula gönderdi. Ancak maddi imkansızlıklar yüzünden ortaokulun son sınıfından tastikname alan Kemal okumadı, bir sürü işe girdi çıktı: ayakkabıcı çıraklığı, fabrika işçiliği, ırgatlık, traktör şoförlüğü, amelelik, arzuhalcilik, vekil öğretmenlik… Geçtiğimiz yıllarda kendisiyle yapılan bir röportajda sorulan “Bir daha dünyaya gelseniz yazar olur muydunuz?” sorusuna şöyle samimi bir cevap vermiştir
18
KULTURA
yazar: “Yalan söylemeyeceğim, bir daha dünyaya gelsem traktör şoförü olurdum. Çünkü ben gençliğimde traktör şoförlüğü yaptım ve hayatımın en mutlu günleri o zamanlardı.” Ortaokuldan ayrıldıktan sonra halk türkülerini derlemeye başlayan Yaşar Kemal’in ilk kitabı “Ağıtlar” 1943 yılında Adana Halkevi tarafından yayımlandı. Kemal henüz 17 yaşındayken, Adana’ya sürgüne gönderilen Abidin Dino ve Arif Dino kardeşlerle tanıştı. Arif Dino kendisine ilk modern roman olarak bilinen Cervantes’in Don Kişot’unu hediye etti. Yaşar Kemal Cervantes ile tanışmasını şu cümlelerle anlatır: “Don Kişot’u okuyunca yeni bir dünya buldum. Günlerce etkisinde kaldım. Cervantes bütün insanlığımı, yüreğimde sakladığım birçok gizi açıklamıştı. Bir karanlığa gömülmüş, sonra da içimde bir yücelme olmuştu.” Abidin ve Arif Dino, Yaşar Kemal’in hayatında çok önemli bir yer tutar. Bu dönemde
yazarın siyasi kişiliği şekillenmeye başlamıştır. Abidin Dino bu tanışmayı 1979 yılında Milliyet Sanat Dergisi’nde şöyle anlatır: “Gözümüzün önünde, bir deri bir kemik, köylü delikanlının biri... Adı Kemal Sadık Göğçeli. Hemite Köyü’nden gelmedir. Dağ bayır dinlemez, köyünden, dağ köylerinden, obalardan, ovalardan, kasabalardan ikide birde kopup gelir Adana’ya, çöker önümüze. Ağıtlar, türküler, destanlar serer buruşuk sarı kâğıtlar üzerine yazılmış. Her getirdiği söz yumağı, akıllara durgunlukta... Dehşet acı, dehşet güzel.”
Yazmaya şiirle başlayan, kekemeliği sadece türkü söylerken geçen Yaşar Kemal, ilkokul arkadaşı Aşık Mecit ile sabahlara kadar atışırdı. Aşık olursa başını alıp gideceğinden korkan anasının yüzünden saz çalamazdı Kemal. Onun yerine de sazı Aşık Mecit çalardı. Yaşar Kemal bu yıllarda Adana’da bir kütüphanede çalışmaya başladı. Kütüphanedeyken dünya klasiklerini neredeyse hatmetti. Bu sırada Raşit Kemal’i Öğütçü ile, bizlerin bildiği isimle Orhan Kemal’le tanıştı. Hapishaneden yeni çıkan Raşit Kemali, kütüphanede çalışan Kemal Sadık’tan Goriot Baba romanını istedi
ve böylece dostlukları başladı. 1946 yılında askere giden Kemal, burada Mehmet Ali Aybar’la tanıştı ve sosyalizm fikrine iyice kanı ısınmaya başladı. Askerden sonra yeniden Kadirli’ye dönen yazar burada arzuhalcilik yapmaya devam etti ve adı ‘komünist’e çıktı. Hakkındaki bir ifadeden dolayı ilk kez bu sırada tutuklanan Kemal, bu anısını şöyle anlatır: “Adana’da Kadirlili bir çocuk komünist propagandası yaparken yakalanmış... Çocuğu çok dövmüşler, o da bildiği adların hepsiyle bir olmuş Çukurova’da Komünist Partisi kurmuş, ben de o kurucular arasındayım. Bir sabah candarmalar geldi, şangur şungur kelepçeler taktılar.” Yazar hapisten çıktıktan sonra mahkeme başkanının da tavsiyesiyle önce Ankara’ya, ardından İstanbul’a göç etti. Gazeteci Muhsin Kızılkaya ile bir gün Gülhane Parkı’nda dolaşırken İstanbul’daki ilk günleriyle ilgili şunları anlatır Kemal: “İşte şurası, şu çınarın altı, 1951 yılında İstanbul’a geldiğimde benim ilk evimdi. Yaz başıydı. Uzun süre burada yatıp kalktım. Anam balmumundan muşamba bir torba dikmişti bana. Adana’dayken bir kısmını yazdığım İnce Memed romanım vardı o torbanın içinde. Boynumda bir muska gibi taşıyordum. Karton sermiştim şuraya, geceleri İnce Memed’i de yastık yapıyor, başımı koyup uyuyordum.”
KULTURA
19
RÖPORTAJ YAZARLIĞINDAN DESTAN YAZARLIĞINA Bu depremle ilgili yaptığı Hasankale Yerle Bir isimli röportaj, Röportaj Yazarlığı’nda 60 Yıl isimli kitapla yeniden günyüzüne çıkmıştır.
Yaşar Kemal, Orhan Kemal ile birlikte Orhan Kemal’in babasından miras kalan parayla İstanbul’da bir süre zerzevatçılık yaptı. Ardından Arif Dino’nun İstanbul’a gelmesi, Behçet Kemal Çağlar ile tanışması ve bu isimlerin de araya girmesiyle ‘Bebek’ hikayesi Cumhuriyet Gazetesi’nin sahibi Nadir Nadi’nin eline geçti. Böylece Cumhuriyet Gazetesi’ne giren Kemal Sadık Göğçeli, “Yaşar Kemal” adını ilk kez burada kullandı.
20
KULTURA
Kemal Sadık Göğçeli ismi ‘komünist’ diye mimlenmişti çünkü, gazete ona yepyeni bir isimle yepyeni bir hayat sunmuştu. 1951-1963 yılları arasında gazetede fıkra ve röportaj yazarı olarak çalıştı. 1952 yılında Aşık Veysel’i ziyaret etmek için Sivas’a giden Yaşar Kemal, İstanbul’a dönecekken Erzurum depremini öğrendi ve hemen Erzurum’a hareket etti. Yazar, bu büyük depremi Türkiye’ye ilk haber veren muhabirler arasındadır.
Yaşar Kemal röportaj yazarlığı ile ilgili şunları söyler: “Röportaj bir edebiyat sayılabilir mi? Bu soruyla çok karşılaştım. Röportajı bir edebiyat dalı saymak ne, röportaj bal gibi edebiyattır. Onu haberden ayıran nitelik onun edebiyat gücüdür. Haber bir yaratma değildir, bir taşımadır. Röportaj bir yaratmadır. Gerçeğe, gerçeğin, yaşamın özüne yaratılmadan varılamaz. Yaratmadan hiç kimse hiçbir şekilde gerçeği yakalayamaz, yakalarsa da karşısındakine anlatamaz. Haber gerçek değil mi, bence haber gerçeğin simgesidir. Haberin arkasında neler var, neler dönüyor, ne yaşamlar, dramlar, sevinçler var, haber bunu bize veremez. Röportaj haberin varamadığı yere varandır, nasıl,
yaratarak, gerçeği değiştirerek değil, yaratarak.” Röportaj yazınında müthiş bir üretkenlikle çok kısa sürede sayısız eser ortaya koydu Yaşar Kemal. Türkiye’yi adım adım, karış karış gezdi, Anadolu Notları adı altında bir dizi röportaja imza attı. Gazetedeki lakabı ‘Ağır İşçi’ydi artık.
Cevat Fehmi kitabı bu kez gerçekten okudu ve yanına çağırdı Kemal’i. “Önceki gün başladım romanına, bu sabaha kadar durmadan okudum. Sen haklıymışsın. Hemen yayınlayalım, ama romanın başında Çukurova’yı tasvir ettiğin o uzun bölümü atalım.” dedi fakat yazar bunu kabul etmedi. O bölümü atmayacağı gibi, romana da adını vermeyecek, müstear ismiyle yayımlatacaktı. Çünkü bu romanı
Derken hayatının büyük aşkı Thilda ile tanıştı Kemal… Abdülhamid Han’ın baştabiplerinden Jak Mandil Paşa’nın torunu Mathilda Serero… Edebiyat konusunda nadir rastlanan bir donanıma sahip olan Thilda, aynı zamanda birkaç dil biliyordu. Böylece Thilda, Yaşar Kemal’in dünyaya açılan kapısı oldu. Önce karı-koca oldular, ardından yazar-çevirmen. Thilda Kemal, yazarın 17 eserini İngilizce, İspanyolca ve Fransızcaya çevirerek kocasının dünyaya nam salmasına vesile oldu. Yaşar Kemal, Cumhuriyet Gazetesi’nde kendisi de bir yazar olan Yazı İşleri Müdürü Cevat Fehmi Başkut’a yazımına 1947 yılında başladığı ‘İnce Memed’ romanından bahsetti. Romanın gazetede tefrika edilmesini istiyordu. Bu iş İçin Kemal’e 1000 lira avans verildi, roman beğenilir de yayımlanırsa 800 lira daha alacak, beğenilmezse aldığı avansı geri ödeyecekti. Derken İstanbul Boğazı’nın buzlarla kaplandığı o meşhur 1953 kışında, yazar ‘İnce Memed’i buz gibi evinde kurşun kalemle yazıp bitirdi ve Cevat Fehmi’ye okuması için teslim etti. Onbeş gün sonra dayandı Cevat Fehmi’nin kapısına ve romanı okuyup okumadığını sordu. Cevat Fehmi “Yarısına kadar okudum.” dedi fakat inandıramadı yazarı. “Okumamışsın. Başlasaydın bitirmeden bırakamazdın.” dedi Yaşar Kemal.
Köye gelen bir çerçinin tuttuğu borç çetelesiyle birlikte yazıyla tanışan Kemal, yazıyla ilişkisini Cumhuriyet Gazetesi’nde röportaj yazarı olarak sürdürdü. 1955’te ‘Dünyanın En Büyük Çiftliği’nde Yedi Gün’ isimli röportaj dizisiyle aldığı Gazeteciler Cemiyeti Başarı Armağanı ile röportaj yazarlığında da ne denli başarılı olduğunu kanıtladı.
para için yazmıştı. Gerçek adını daha sonra yazacağı asıl romanlarında kullanacaktı. Thilda’nın deyimiyle ‘Kürt inadı’ tutmuştu Koca Yaşar’ın. Kimse ikna edemedi yazarı, sonunda Cumhuriyet Gazetesi’nden ayrılmak zorunda kaldı. Dünya Gazetesi’nin sahibi Bedii Faik olayı duyunca Yaşar Kemal’i çağırdı ve romanı tefrika etmek istediğini söyledi. Romana adını koyması konusunda da yazarı ikna etti. Birkaç gün sonra tekrar çağırdı ve daha önce Cumhuriyet’in k e n d i s i n i keşfettiğini ve kendi gazetesinde r o m a n ı n yayımlanmasının ahlaka aykırı o l a c a ğ ı n ı söyleyerek yazarı tekrar Nadir Bey’e yönlendirdi. Roman gazetede yayımlandı ve yer yerinden oynadı. Ağalık düzenine başkaldıran bir eşkıyayı böylesine yücelterek komünizm propagandası yapan bir romana elbette ki Ankara’dan yayın durdurma uyarısı geldi ancak elbette ki gazete bu uyarıyı dinlemedi. Roman ertesi yıl kitap olarak da yayımlandı ve memleketin en çok satan romanlarından biri oldu. Yaklaşık kırk dile çevrildi ve dünyanın dört bir yanına nam saldı. Böylece İnce Memed, Koca Yaşar Kemal’in dünya edebiyatının belli başlı isimlerinden biri olmasının yolunu açtı. 1947’de başladıktan sonra yarım bıraktığı romanı 1954’te bitiren yazar, 1987 yılında verdiği bir röportajda romanı yazma nedeninin “eşkiya olan ve dağda vurulan amcasının oğlu” olduğunu belirtti.
KULTURA
21
TÜRK SİYASETİNDEN BİR KOCA YAŞAR GEÇTİ
1962 yılında Türkiye İşçi Partisi’ne katılarak siyasete atıldı Yaşar Kemal. Çok yakın arkadaşı Mehmet Ali Aybar, 1961’de kurulan partinin Genel Başkanı olunca, bir yıl sonra partiye üye olarak arkadaşının yanında yer aldı. Partinin propaganda işlerini üstlendi. Yazıları ve aktivist tavrı yüzünden defalarca kovuşturmaya uğradı. Türkiye İşçi Partisi 1963’te ilk kez seçimlere girmeye hak kazanınca partinin radyodaki seçim konuşmasını
1963’teki seçimlerde Türkiye İşçi Partisi adına radyodan konuşan Yaşar Kemal konuşmasında özetle şunları söyledi: “İşçiler! Köylüler! Aydınlar! Ve bilcümle Türk halkım sözüm sizedir! Beni dinleyin; on dört yıl toprağa yalınayak basmış ve köyünden ilk okur-yazar olarak karşınıza gelebilmiş, o da tesadüfen gelebilmiş bir köylüyü dinleyin. Dünyanın en bereketli topraklarından birisi olan, Çukurova toprağı üstünde yaşayan benim ailem yarıcıydı. Biz eker, biçer, biz toplar, ürünün üçte ikisini toprak sahibi ağaya verirdik. Bu bereketli topraklar üzerinde inanılmaz bir yoksulluk içindeydik. Şimdi düşünüyorum da bu büyük bir haksızlıktır. Böyle bir toprak üstünde insanların bu kadar yoksulluğa düşmesi ayıptır,utanç vericidir.
22
KULTURA
Yaşar Kemal yapmıştı.
Yaşar Kemal, partinin 1964’te yaptığı ilk kongrede ve daha sonraki tüm kongrelerde genel yönetim kurulu üyeliğine seçildi. Ta ki Mehmet Ali Aybar’ın istifasının ardından partiden istifa edene kadar… 1966’da Fethi Naci ile birlikte Ant Dergisi’ni çıkarmaya başlayan Yaşar Kemal, Sovyetler Birliği’nin
Bugün ilkokul çağındaki çocukların yarısına yakını ilkokul bulamıyor. Talihleri yardım eder de ilkokulu bulabilirlerse, bu ilkokulu da bitirebilirlerse, ortaokullara, liselere, sanat okullarına, yüksekokullara giremezler. Örneğin 100 çocuktan sadece 9’u liseye gidebiliyor. Bu sayıyı şunun için veriyorum ki, Türkiye’nin eğitim durumu bir faciadır. Demek oluyor ki, binlerce, yüzbinlerce Türk çocuğu şu yaşanası dünyada ne olup bittiğini bilmeden korkunç bir karanlıkta ömürlerini tamamlıyorlar. 30 milyon Anadolu insanı okumaktan, aydınlıktan mahrum ve sonsuz bir karanlık içinde… Her güzel, her iyi şeyden ve bütün dünya nimetlerinden mahrum… Bu ağlanası, bu acı, bu insanlığa yakışmaz bir haldir. Size yine tekrar ediyorum! Şu karşınızda bulunan ben bir tesadüf eseri olaraktan karşınızda bulunuyorum. Ve bunun acısını ağu gibi yüreğimin özüne çökmüş
Çekoslovakya’yı işgaliyle birlikte Türkiye solcularının bütün şimşeklerini üzerine çekme pahasına işgale açıktan karşı çıktı. Bu zamandan sonra Yaşar Kemal solcular arasında hiçbir zaman “makul” bir aydın olarak görülmedi. 1971 muhtırasıyla birlikte ismi arananlar listesine girdi Yaşar Kemal’in. Teslim oldu ve Davutpaşa Kışlası’nda bir ay kadar yattıktan
duyuyorum. Benim hayatım tesadüf olmasa, şimdi 25 milyonun bulunduğu kurşun geçmez karanlığın içinde debelenip duracaktım. … Bundan epeyce önceleri ülkemize demokrasi diye acaip bir nesne getirildi. Bu demokrasi denilen şey, halk için ve halkın faydasına işlemedi. Oysa ki, demokrasi bir bütündür. Demokrasi aslında, insanı insanlığına kavuşturan bir düzendir. Demokrasi insanı insanlığına yabancı kılan bütün engellerin, ekonomik, sosyal, politik bütün engellerin kaldırılması için gerekli ortamı yaratan bir düzendir. Demokrasinin başlıca prensipleri eşitlik ve hürriyettir. Ve de bütün dünyada demokrasi, yani eşitliği, yani hürriyeti ve adaleti, yalnız ve yalnız emekçi halk yığınları savunmuşlardır. Emekçilerin savunulmasında fayda görmedikleri yalan demokrasiler ergeç yıkılmağa mahkum olmuşlardır.”
sonra serbest bırakıldı. Hapisten çıktıktan sonra en üretken dönemi başladı ve siyaset dolayısıyla ara verdiği roman yazarlığına müthiş bir dönüş yaparak peşpeşe eserler vermeye başladı. Ağrı Dağı Efsanesi, Binboğalar Efsanesi, Çakırcalı Efe, Demirciler Çarşısı Cinayeti, Yusufçuk Yusuf, Al Gözüm Seyreyle Salih, Yılanı Öldürseler, Filler Sultanı ile Kırmızı Sakallı Topal Karınca, Kuşlar da Gitti, Allah’ın Askerleri ve Deniz Küstü romanları 1970-1978 yılları arasında ortaya çıktı. Tekin Sönmez ile yaptığı bir söyleşide romanlarının ana konusundan şöyle bahseder Yaşar Kemal: “Makinayla doğayı öldürmek, ormanları sökmek, suları kurutmak, otları, böcekleri, hayvanları öldürmek daha kolay oldu. Feodal düzenin doğasıyla kapitalist düzenin doğası ayrı ayrı şeyler oldular. Feodal düzenin doğası daha az sömürülüyor, daha az öldürülüyordu. Kapitalist düzen makinaları, tarım ilaçlarıyla doğayı daha çabuk öldürüyor, değiştiriyor, daha çok sömürüyor, sömürdüğü işçi gibi ona da ancak yaşayacağı kadar bir şeyler veriyordu. İşçiye yaşayacağı kadar bir şeyler bırakmak zorunda olan kapitalist düzen, bunu da doğadan esirgiyor, doğayı salt hiçbir şey vermeden sömürüyordu. İşte dünyamız da böylesine bir ölüm, yıkım karşısında kaldı. Bu acı, benim romanlarımın ana konusu. Bundan başka da konuya el uzatacağımı sanmıyorum. Bu öldürülen dünya karşısında da salt ağıtçılık yapmak da istemiyorum.”
Yaşar Kemal 70’lerde yazdığı bir yazıda kütüphanesindeki kitaplardan bahsederken, kitaplığında Karl Marx’ın Kapital’inin de bulunduğundan, hatta sadece Türkçesinin değil, İngilizcesinin de olduğundan bahsedince, savcılık bunu ihbar kabul etti. Bir gün sabahın köründe eve baskın düzenleyen polis, evi didik didik edip Kapital’i buldu ve gerekeni (!) yaptı…
KULTURA
23
DÜNYANIN NOBELSiZ 1970’lerin ortasında siyasi cinayetler işlenmeye başlayınca Yaşar Kemal başını alıp önce Fransa’ya, ardından da İsveç’e yerleşti. İsveç’te kafası çok rahattı, büyük bir yazarın görmesi gereken muameleyi görmüştü sonunda. Burada Kimsecik üçlemesini yazıp bitirdi ve 80 darbesiyle birlikte tüm solcuların akın akın kaçtığı memlekete Yaşar Kemal geri döndü. Belki de bu geri dönüş, defalarca aday olduğu Nobel ödülünü alamamasında da etkili olmuştu. Kemal’in yakın dostu Zülfü Livaneli, bu Nobel olayını şöyle
Hayatı ile ilgili en çok konuşulan şeylerden birisi belki de bir türlü alamadığı Nobel ödülüdür.
anlatır: “Bir seferinde Yaşar Kemal, Nobel Ödülü’ne çok yaklaşmıştı. En güçlü aday olarak adı geçiyordu ve sonradan öğrendiğimize göre ödülü kazanamaması için hiçbir neden yoktu. Tam o sırada bazı Türkler ve Türkiyeli Kürtler devreye girerek Yaşar Kemal aleyhine bir dedikodu çarkı çevirdiler. İsveç Akademisi’ne, Türk edebiyatını iyi bilmediklerini, aslında Yaşar Kemal’in Türkiye’de beşinci sınıf bir yazar olduğunu, sadece o çevrilmiş olduğu için ödülü ona vermenin haksızlık olacağını söylemişler. Bu arada bazı Kürtler de Yaşar Kemal’in Kürt olduğu halde Türkçe yazmasının Kürt kimliğini inkar etme anlamına geldiğini öne süren
24
KULTURA
bir kampanya başlattılar. Onlara göre Yaşar Kemal, Kürt halkının masallarını alıp Türklere mal etmekle görevli bir devlet yazarıydı. Lars Gustafson adlı İsveçli romancı Avusturya’da tanıştığı Diana Canetti adlı Türkiyeli bir yazarın Türkiye’de Yaşar Kemal’den daha ünlü olduğunu yazınca dayanamadım ve yazının yayımlandığı E x p r e s s e n g a z e t e s i n e bir açıklama gönderdim... Bu tartışmalar, zaten kıl payı dengeler üstünde duran İsveç Akademisi’ni ürküttü, Yaşar Kemal’e verecekleri ödülü ertelemeyi uygun görüp Patrick White’a verdiler.” Bu ödül meselesi burada kalmayacak, uzun süre İsveç’te sürgün hayatı yaşayıp Türkiye’ye dönen Kürt gazeteci Mahmut Baksi yıllar sonra 1992’de Aktüel Dergisi’ne şu itiraflarda bulunacaktı: “Yaşar Kemal’e Nobel vereceklerdi, ben engel oldum. Nobel Komitesi’ne, ‘Darbe olunca can güvenliğim sağlandı’ diyerek Türkiye’ye döndü dedim, onlar da bunu önemsediler.” Halbuki Mahmut Baksi, Koca Yaşar Kemal’in sayesinde yurtdışına gitmiş, orada itibar gören bir gazeteci olmuştu.
90’lı yıllarda yine aydınlar teker teker öldürülmeye başlayınca Yaşar Kemal yine ikinci vatanı İsveç’e göç etti. ‘Bir Ada Hikayesi’ üçlemesini burada yazmaya başladı. Üçleme olarak düşündüğü roman daha sonra üç cilde sığmadığı için ‘dörtleme’ye döndü. 1995 yılında Der Spiegel’de yazdığı ‘Yalanlar
Z EN BÜYÜK YAZARI Seferi’ başlıklı yazıyla ilgili olarak Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nde yargılandı ve aklandı. Yine aynı yıl Index on Censorhip’teki ‘Türkiye Üzerinde Karabulut’ başlıklı yazısından dolayı 1 yıl 8 ay hapis cezasına mahkum oldu ancak cezası ertelendi.
Yaşar Kemal yaşı ilerledikçe sağlığını da yavaş yavaş kaybetmeye başladı. Eşi Thilda kendisine ne kadar iyi bakmaya, ağır şeyler yemesini, içkiyi, sigarayı yasaklamaya çalışsa da Yaşar Kemal her fırsatta bu yasakları delmeyi başardı. “Şu Koca Kürt’ün her şeyini değiştirdim de,” diyordu Thilda, “Şu yemek alışanlığını bir
türlü değiştiremedim.” Derken hayatının büyük aşkı, romanlarının tüm dünyaya tanıtılmasında en büyük vasıta, hayat arkadaşı Thilda 2001 yılında hayatını kaybetti. Thilda ölünce Yaşar Kemal birlikte oturdukları Basınköy’deki evlerinden taşındı ve ikinci evliliğini Ayşe Baban’la yapıp hayatının geri kalanını onunla geçirdi.
Yaşar Kemal’in Der Spiegel’de yazdığı yazıda Türkiye Cumhuriyeti ile ilgili dobraca sarfettiği şu sözler elbette ki birilerinin hoşuna gitmeyecekti: “Türkiye Cumhuriyeti, kurulduğu gün olan 29 Ekim 1923’den bugüne kadar tahammül edilmez bir baskı ve zulüm sistemine dönüştü. Türkiye Cumhuriyeti, bu gelişmeyi, Doğulu çarpıtma sanatı ve ikiyüzlülükle insanlığın gözlerinden saklamaya çalıştı. Türkiye Cumhuriyeti, Anadolu halkı üzerinde öyle bir tiranlık oluşturdu ki, bu halk, Osmanlı otokrasisini bin kere tercih eder hale geldi. 1946’da çok partili sistemin kuruluşuna kadar, jandarma sopasını hissetmemiş ne kız, ne kadın, ne Kürt, ne Türk ne de Laz köy sakini vardı. Cumhuriyet hükümetinin şiddeti, her şeyi yerle bir eden bir fırtına gibi, Anadolu’nun üstünde esti. Türkiye’nin halkı yaklaşık yetmiş yıl boyunca bu kadar çok zulme, işkenceye, yoksulluğa ve açlığa nasıl tahammül etti? Bu gerçekten bir mucizedir. Avrupa’nın kıyısındaki bir ülkede böylesine baskıcı bir rejimin kurulması o denli kolay bir iş değildir. İşte Türk Devleti bunu başardı. Bunun için bu devletin yurttaşları insanlık onurlarını yitirmek gibi yüksek bir bedeli ödüyorlar.
KULTURA
25
USTAYA VEDA Derken, 28 Şubat 2015 tarihinde hayata gözlerini yumdu Yaşar Kemal. Demirciler Çarşısı Cinayeti Romanı’nın ilk ve son cümlesindeki gibi; “O iyi insanlar, o güzel atlara binip gittiler. Demirin tuncuna, insanın piçine kaldık.” Toroslar gibi kocaman bir yüreği olan Koca Yaşar, kelebek kanadı gibi incecik bir ruhu olan İnce Kemal, Thilda’sından 14 yıl sonra bu diyardan göç etti. Thilda hasta yatağında yatarken kulağına şöyle fısıldamıştı Yaşar Kemal: “Sana teşekkür ederim. Yaşadığımız bu güzel hayat için sana teşekkür ederim sevgilim. Korkma, sakın korkma! Biz namuslu bir hayat sürdük.” Namuslu bir hayat sürdü Yaşar Kemal ve ardında çok güzel eserler bıraktı bizlere. Romanlarıyla kütüphanelerimizde ebediyen yaşayacak olan Koca Yaşar Kemal’e sonsuz teşekkürler.
Kırık Dökük Hatıralar
• Neşet Ertaş Almanya’da kısa süreliğine hapse düşünce ona tek geçmiş olsun mesajı yazan Yaşar Kemaldir: “Geçmiş olsun bozkırın tezenesi.” Böylece ünlü halk sanatçısının lakabı belli olur: ‘Bozkırın tezenesi’ • Lütfü Akad Yaşar Kemal’le olan ahbaplığını anlatıyor: “Naci Duru çağırtmış, Duru Film yazıhanesinde oturmuş, konuşuyoruz. ‘Altı Ölü Var’ filminin işinden, çekim sırasındaki aksiliklerden falan. O sırada iri bir sesle, ‘Selamünaleyküm!’ diyen biri girdi odaya. Uzun boylu, iri gövdesi kaslı ama şişman değil, belirgin esmer bir teni, kısa kesilmiş hafif dalgalı kara saçları var. Düzgün kaşlarının altındaki gözlerinden birinin dünyaya daha dikkatli baktığı hemen göze çarpıyor. Meğer sağ gözü görmüyormuş. Naci Duru, ‘Yaşar Kemal’i tanıyor musun?’ dedi. Adını duymuşluğum vardı, gazetelerde röportaj mı yapıyordu ne? ‘Meraba arkadaş!’ dedi Yaşar Kemal. Konuştuk sonra. Naci Duru, ikimizden bir
26
KULTURA
film tasarımı istiyormuş, derdi buymuş. Aradan birkaç gün geçmişti zannederim. İpek Sineması’nın önünden Taksim’e doğru çıkarken, ensemin dibinden gelen kalın bir sesle irkildim: ‘Ulan, sinemanın serserisi, nerelerdesin kaç gündür?’ Sesin sahibi bir kaç gün önce tanıştığım Yaşar Kemal. Konuşma biçimine şaşırsam da renk vermedim. Mutlu olmuş, sevinmiştim doğrusu. Yıllardır içinde olduğum bu soğuk, çıkarcı ortamda, Yaşar’ın gocunmasız, mahalle arkadaşı sıcaklığını özlemişim demek ki! Neyse, sürükleyerek Duru Film’ e götürdü beni. Naci, beni görünce ‘seni bekliyorduk’ diyerek, kucağıma daktiloyla yazılmış bir tomar kağıt attı: ‘Bunu oku!’ Elimde kağıtlar, Yaşar Kemal’e bakıyorum; ‘Ben yazdım, beğeneceksin’ dedi, içinde gözdağı da olan bir ses tonuyla! Yaşar’la iyi dost olduk sonra. İyi tanıyordum onu. Hatta, Beyaz Mendil’in senaryo çalışması sırasında eklenen yeni bölümlerle birlikte diyalog ihtiyacı doğunca, ‘Bunları benim dilimle yazmak olmaz’ düşüncesiyle, bazı konuşmaları onun diline benzeterek yazmıştım. Bunu daha sonra ona söylediğimde, ‘Yok yahu, onları ben yazdım sanıyordum’ demişti, sevimli bir şaşkınlıkla. Beyaz Mendil, doğal bir çevre, yalın bir anlatım ve yeni bir müzikle uzun süre en sevdiğim filmlerimden biri oldu.” • Yaşar Kemal, ABD’nin ünlü politika dergisi Nation’a, 1960’larda kendisine ahlaksız bir teklifte bulunan CIA ajanıyla ilgili bir anısını açıkladı. “CIA ajanı bir arkadaşım vardı. Bana ‘İşçi Partisi’nden ayrıl, kitapların ABD’de popüler olsun’ dedi. ‘O.. ç.., beni Amerikan parasıyla satın mı almaya çalışıyorsun. S... git. ’ dedim. • Fotoğraf sanatçısı Mehmet Turgut, bir röportajda şunları anlattı: “Fotoğraf çekmek için Yaşar Kemal’in evine gittim. Yedinci ya da sekizinci çayı içiyoruz ve o da sürekli anlatıyor. Ben gözümü kırpmadan dinliyorum, sonuçta yaşayan bir mucizenin önündeyim. Yaşar Kemal’in gülen fotoğrafını
çekmeyi kafama takmıştım. Tam fotoğraf çekeceğiz, her seferinde yeniden Mustafa Kemal’i anlatmaya başlıyor. ‘Ya üstat, ben de çok severim Mustafa Kemal’i ama sabahtan beri hep onu anlatıyorsun’ dedim. ‘Ne diyorsun sen?’ diye öyle bir bağırdı ki bana… ‘Yaşar Abi, sen doğduğunda Mustafa Kemal yoktu ki, daha Vahdettin padişahtı’ dedim. Durdu düşündü, ‘Hakikaten lan’ deyip bastı kahkahayı. Kaçırır mıyım o anı? Ben de şak diye bastım deklanşöre.” • Gazeteci-yazar Muhsin Kızılkaya ve Eyüp Burç katıldıkları bir programda, ünlü yazar ile ilgili şu anekdotu aktardılar: “Öcalan bir röportajda ‘Ahmed Arif, Yılmaz Güney ve Yaşar Kemal çok önemsenecek sanatçılar değildir’ demişti. Yaşar Abi de buna çok içerlemişti. Sonra bir kez Yaşar Kaya’nın aracılığıyla Öcalan’la telefonda görüştüler. Yaşar Kemal, Öcalan’a telefonda ‘Benim hakkımda niye böyle şeyler söylüyorsun’ demiş, ve o meşhur Kürtçe küfürlerinden birini etmiş. Öcalan da ‘Yaşar Abi senin küfrün benim başım gözüm üstüne’ diye cevap vermiş.” • Yaşar Kemal ve Aşık Veysel bir gün kolkola girmişler İstiklal Caddesi’nde yürüyorlarmış. Onların karşıdan geldiğini gören ünlü hikayeci Sait Faik Abasıyanık birden kahkahalarla gülmeye başlamış. “Ne gülüyorsun ulan?” demiş Yaşar Kemal. “Yahu,” demiş Sait Faik, “Çok komik görünüyorsunuz. İki kişisiniz, tek gözle yürüyorsunuz.”
ÖDÜLLERİ Ömrü boyunca Nobel’e defalarca aday olmasına rağmen hiç kazanamayan Yaşar Kemal’in aldığı diğer tüm ödüller Nobel’i alamadığını herkese unutturdu. Büyük edebiyatçımızın hayatı boyunca aldığı ödüller şöyle: 1955 - Dünyanın En Büyük Çiftliğinde Yedi Gün adlı röportaj dizisiyle 1955 Gazeteciler Cemiyeti Başarı Armağanı, 1956 - İnce Memed ile 1956 Varlık Roman Armağanı, 1966 Teneke’den aynı adla uyarlanan oyunu ile 1966 İlhan İskender Armağanı, 1966 - Teneke oyunu ile 1966 Uluslararası Nancy Tiyatro Festivali Birincilik Ödülü, 1974 - Demirciler Çarşısı Cinayeti ile 1974 Madaralı Roman Armağanı, 1977 - Yer Demir Gök Bakır ile 1977 Fransa Eleştirmenler Sendikası En İyi Yabancı Roman Ödülü, 1978 - Ölmez Otu ile 1978’de Fransa’da En İyi Yabancı Kitap Ödülü, 1979 - Binboğalar Efsanesi ile 1979 Fransa Büyük Jüri En İyi Kitap
Ödülü, 1982 - Uluslararası Cino Del Duca Ödülü, 1984 - Fransız Legion d’Honneur Ödülü Commandeur payesi, 1984 - TÜYAP Kitap Fuarı Halk Ödülü, 1985 - Sedat Simavi Vakfı Edebiyat Ödülü, 1986 - Kale Kapısı ile 1986 Orhan Kemal Roman Ödülü, 1988 - TÜYAP Kitap Fuarı Halk Ödülü, 1988 - Fransa Kültür Bakanlığı “Commandeur des Arts et des Lettres” Nişanı, 1991 - Fransa Strasbourg Üniversitesi Onur Doktorası, 1992 - 11. TÜYAP Kitap Fuarı Onur Yazarı, 1992 - Antalya Akdeniz Üniversitesi Onur Doktorası, 1993 - Kültür Bakanlığı Büyük Ödülü, 1994 - Mülkiyeliler Birliği Rüştü Koray Armağanı, 1995 - Morgenavissen Jylaand-Pösten Ödülü (Danimarka) , 1996 - Türkiye Yayıncılar Birliği Düşünce Özgürlüğü Ödülü, 1996 - Kanun Sesi ile 1996 Akdeniz Yabancı Kitap Ödülü (Perpignan, Fransa), 1996 - VIII Katalunya Uluslararası Ödülü (Barcelona, İspanya),
1996 - Lillian Hellman/Dashiell Hammett Baskıya Karşı Cesaret Ödülü (New York, ABD), 1997 - Uluslararası Nonino Ödülü (İtalya), 1997 - Kenne Vakfı Düşünce ve Söz Özgürlüğü Ödülü (Uppsala İsveç), 1997 - Norveç Yazarlar Birliği Ödülü, Wole Soyinka ile ortak, 1997 - Frankfurt Kitap Fuarı AlmanYayıncalar Birliği Ödülü, 1998 - Frei Üniversitesi Berlin fahri doktora, 1998 - Bordeaux Yayıncılar Birliği Yabancı Edebiyat Ödülü, 2002 - Bilkent Üniversitesi fahri doktora, 2003 - Z. Homerus Şiir Ödülü, 2003 Savanos Ödülü (Selanik) , 2003 - Türkiye Yayıncılar Birliği Yayıncılık Emek Ödülü, 2008 - Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü, 2011 - Türkiye Gazeteciler Derneği Özel Onur Ödülü, 2011 - Grand Officier dans l’Ordre National de la Légion d’Honneur Nişanı, 2013 - Ermeni Krikor Naregatsi Nişanı.
KULTURA
27
Emir Bozkurt
A.G. :AYKUT GÖKER
E.B.: EMİR BOZKURT C.Y.: CAN YAMAN
Ş.S.: ŞAHİN SANCAK
28
KULTURA
Gülşan Karademir
E.B.: Öncelikle sizleri tanıyalım mı? A.G.: 1984 doğumluyum. 10 yıla yakın basında editörlük, yazarlık ve yazı işleri müdürlüğü yaptım. Hemen hemen bu döneme paralel olarak da tiyatro eğitimi aldım. Üç farklı tiyatroda eğitim aldıktan sonra, en son mezun olduğum kurum Gösteri Sanatları Merkezi’nde tiyatro oyunculuğu bölümünde asistan olarak yıllarca kaldım. O dönem kısa oyunlar yazıp yönetmeye başladım. Beş tane kısa oyunun ardından uzun oyuna geçmem için hocam Aziz Sarvan beni teşvik etti. Artık vaktinin geldiğini düşünmemi sağladı ve ilk deneme olarak da
Mavi ortaya çıktı. C.Y.: Can Yaman. Halihazırda konservatuar öğrencisiyim halihazırda, ikinci sınıf öğrencisiyim. Daha önceden Aykut ve Şahin’le aynı eğitim kurumunda eğitim gördüm, oradan tanışıklığımız var zaten. Bu benim profesyonel olarak tiyatrodaki dördüncü yılım. Bundan önce dört farklı yapımda daha yer aldım. Bunların son ikisinden sonra Mavi oyununa geçtim. Bu kadar (gülüşmeler). Ş.S.: Ben Şahin Sancak. 1987 doğumluyum. Ben de konservatuvar öğrencisiyim, ikinci sınıf. Hala daha eğitime devam edip de şu
Olağan Masallar Tiyatrosu’nun ilk oyunu Mavi’nin ekibiyle oyun üzerine keyifli bir söyleşi yaptık. an profesyonel bir iş yapmak kimilerine göre zor ama kimilerine göre çok kolay bir şey gibi geliyor. Aslında çok zor. Çünkü bazı yerlerde öğrenci statüsündesin, hâlbuki sen profesyonel bir iş yapıyorsun. Ama bunu bazı kimselere anlatamıyorsun, çünkü onlar hep öyle bakıyorlar. Ben 2008 yılından beri bu işin içindeyim. İlk iki yıl bu işi sadece hobi olarak yapıyordum. Başka bir işten geçinip hobi olarak yapıyordum veya kafa dağıtmak da diyebiliriz. Ya da zevk aldığım bir şey olarak bu işi yapıyordum. Fakat 2010 yılında bu işten geçinip sadece bu işi yapma kararı aldım. Şu an baktığımda iyi etmişim diyorum. Ama çevren yok, tanıdığın yok, akıl danışabileceğin veya yardım isteyebileceğin hiç kimse yok ve işte bilgin yok. Ama diyorsun ki ben bunu
sevdim, yapacağım abi. Çok radikal bir karar evet. Tabii ki çok zorlandım, şu an da zorlanıyorum ama o zamanki kadar değil. En azından şimdi bir çevrem var, bu işi yapabileceğim, destek olan güzel insanlar var hayatımda. İşte bizim üçümüzün yolu aslında bir eğitim kurumunda birleşti ve benim aklımda hiç böyle bir oyun yoktu. Öğrenciydim. Profesyonel olarak bu işi yapmaya karar verdiğimin birinci yılı, hatta ikinci yılı diyebilirim. İlk yıl tiyatro dışı işleri yapmaya başladım bu sektörün içinde. İkinci yıl buna karar verdiğimde Gösteri Sanatları Merkezi’ne giriş yaptım. Orada çok iyi insanlarla arkadaş oldum, çok iyi hocalarım oldu. Can’la daha önce farklı projelerde de birlikte çalıştık. C.Y.: Son üç projedir… Ş.S.: Hatta son üç-dört projede, bütün projelerimizde birlikte çalışıyoruz (gülüşmeler). Ş.S.: Çok güzel bir duygu. Bir de ekibi, çalıştığın insanları tanımak bir iş geldiği zaman, “Tamam o işi biz kesin yaparız”
gibi bir duruma sebep oluyor. Çünkü ekibe güvendikten sonra, birçok tiyatro oyununda çalıştım, 15-20 üzerinde oyunda oynadım, fakat Mavi’de şunu gördüm: Böyle bir ekibe ben daha önce hiç rastlamadım. Hatta bize tiyatro camiasında çok sözü geçen bir kurumun başındaki bir beyefendi bir sohbet esnasında bir şey dedi. Kendi oyununda da oynuyorum ben, ondan bahsediyorduk. Oyuncular sürekli şikayet ediyor, “Dekorla alakalı problem var, dekorcu dekoru taşımamış, servis gelmemiş” falan… Beyefendi bana döndü dedi ki, “Şahin, Mavi’de sizin dekorları kim taşıyor?”, “Biz taşıyoruz”, “Oyunu kim oynuyor?”, “Biz oynuyoruz”, “Kim topluyor?”, “Biz topluyoruz”, “Nasıl geliyorsunuz?”, “Otobüsle”. “Gördün mü işte?” dedi, “Ekip dediğin böyle olur”. Bunu demesi beni çok mutlu etti çünkü bizde hiç gocunan yok hakikaten. Şuradan örnek verebilirim, şu an biz burada oturmuş röportaj yapıyoruz, diğer arkadaşlarımız aşağıda dekor topluyor
KULTURA
29
mesela. Bu bile çok güzel, kolay kolay da yakalanamayacak bir şeydir. Dışarıda “Ben sadece bildiğim işi yaparım, ben bu işi yapmak istemiyorum.” diyebilirsiniz ama bizim içimizde böyle bir şey yok. A.G.: Çok güzel bir ekip yakaladık. Ben kendi adıma çok şanslı olduğumu düşünüyorum. İlk oyunum ve bunu bu arkadaşlarla çıkarıyorum. Çok iyi bir ekip yakaladığımı düşünüyorum ve birçok tiyatro ekibiyle ilgili bilgi alıyoruz sağdan soldan. Dağılıyorlar, aralarında tartışma çıkıyor… Bizim hakkımızda da dağılacaklar gibi bir şey söylenmişti ama ortada hiçbir şey yokken dendi. Zaten hiç öyle bir şey olmadı. Kırkıncı oyunumuza yaklaştık, yakında kırkı oynayacağız. Belki sezon bitmeden elli olacak. Bir de yeni bir grup olmamıza rağmen. Örneği Türkiye’de çok azdır herhalde, kırkı elliyi gören. Yirmilerde millet bırakıyor. C.Y.: Kendi çevremden biliyorum, takip ettiğim birçok oyun var. Genelde şunu yapıyorlar; oyunu çıkarıyorlar, fakat
30
KULTURA
sahne parasını bütünleştirip aylık bir oyun koyuyorlar, ona tanıdıklar geliyor. “Oo para kazandık haydi bir oyun daha koyalım.” diyorlar. Ama biz bu yolu hiç denemedik. Sürekli olarak bu oyunu nasıl oynayabiliriz? Biz bu kafayla gittiğimiz için şu an kırkıncı oyuna yaklaşıyoruz. Nereden baksan, sezon içi dahil olmak üzere, her Cuma, aksilik çıkmadığı sürece biz bu oyunu oynadık. E.B.: Şu an esas hedefiniz böyle bir ekip olarak ilerleyip, bu ekibi büyütüp daha büyük işler yapmak mı yoksa televizyona sinemaya sekip farklı ekiple, daha büyük bir işe girmek mi? A.G.: Aslına bakarsan tam olarak kafamdaki şey, bu ekibi daha da genişletip daha fazla tiyatro oyunu ve hep beraber içinde olacağımız, mesela sadece benim yazmadığım, Şahin ve Can’ın veya bir başkasının da bir şeyler yazdığı, hep beraber ortaya çıkarabileceğimiz daha geniş içerikli bir yapı kurmak. Bunun içinde kamera önüne geçmek de var.
Tiyatro üzerine yoğunlaştık ama kamera önünü de düşünüyoruz kendi yapacağımız projelerde. E.B.: Ne gibi şeyler düşünüyorsun, dizi, film? A.G.: Aslında benim yazdığım bir kısa film var, yakında çekimleri gerçekleştirilecek. Onun haricinde yenileri de gelecek. Dizi de planlıyoruz ama İnternet dizisi. Kafamızda böyle küçük projeler var. Böyle böyle ilerleyeceğiz, direkt dev bir işe girişmek istemiyoruz. Zaten beceremeyiz, altından kalkar mıyız bilmiyorum? Ufak ufak kendimizin yapabileceği şeyler yapacağız. Olağan Masallar Tiyatrosu’na daha fazla farkındalık sağlayacak şeyler yapmak istiyoruz. E.B.: Olağan Masallar nedir, onu bir öğrenelim? Çünkü çok bulamadık İnternet’te açıklamasını. A.G.: Olağan Masallar Tiyatrosu bundan yaklaşık beş yıl evvel kendi tiyatromu kurmak istediğim fikri ilk oluştuğunda aklıma gelen isimdi. Adının Olağan
KÜÇÜK SAHNELERiN AVANTAJI, OYUNCU iLE SEYiRCiNiN iÇiÇE OLMASI. Masallar olması, gerçek olabilme ihtimali olan hikâyeler olmasından kaynaklanıyor. Mavi de bunun içerisinde. Mavi’de sıra dışı bir durum var ama bu gerçek olamaz diye de bir şey yok. Olağan Masallar adı altında bu tür birçok metin oluşturup, “Bu tiyatronun bir tarzı var.” dedirtmek istiyorum insanlara. Aykut Göker yazdıysa şöyle yazmıştır, Olağan Masallar ekibinden
söyleyeyim, gerçekten pek örneği yok psikolojik gerilim türünün. E.B.: İlerideki kısa film işinizde de buna benzer bir tarz devam edecek mi? A.G.: Kesinlikle. Ben yazar olarak şöyle düşünüyorum: Sevdiğim şeyler, beni şaşırtan ve beni sürükleyen hikayeler oluyor genelde. Sevdiğim gibi yazmaya çalışıyorum ve ortaya Mavi ve benzeri
bir şey çıktıysa hemen hemen şu tarz bir şey çıkmıştır gibi… Çünkü bu yaptığımızın çok örneği yok Türkiye’de. E.B.: Yazı dilinizde bir imza oluşturmak istiyorsunuz. A.G.: Aynen öyle. Örneğin Mavi için
metinler çıkıyor. Seyirciye herkesin gördüğünü göstermenin ötesinde, onlara sürprizler yapan, şaşırtan ve oyundan çıktıklarında oyundan konuşmalarını sağlayacak bir şey ortaya çıkarmak istiyorum. Bundan keyif alıyorum, bunu
izlemek istiyorum, izlemek istediğim şeyi yapıyorum. E.B.: Mavi iki kişilik bir oyun. Daha büyük bir sahnede oynansa bu kadar etkili olur mu? Seyirciye bu kadar yakın oynanmasının bir artısı var mıdır? Ş.S.: Çok etkisi var. Büyük sahnede de oynadık. Olaya şuradan bakalım, oyunu da çok fazla açıklamak istemiyorum ama oyunda yaşanan bazı anlar var. Bunların sürprizleri var. Sokakta veya herhangi bir yerde, gündelik hayatınızda fark edemeyeceğiniz ya da karşılaşmayacağınız şeylerle oyunda karşılaşabiliyorsunuz. Bugün şunu duydum mesela, “Oğlum ne gerildik ya!” falan dediler az önce oyun çıkışında (gülüşmeler). Bunu duymak yetiyor, bazı şeyleri açıklıyor. Küçük sahnede oynamanın şu avantajı var; oyuncuyla seyirci iç içe. Oyuncuya veya seyirciye bir statü biçmiyorsun. Sen şurada şusun, ben burada buyum demiyoruz. Hepimiz iç içeyiz. Ben senin kardeşin de olabilirim, abin de, arkadaşın da, iç içeyiz. Kardeşinle kavga etsen de kalkıp üzerine yürüyecek, şu mesafede konuşacaksın. Kalkıp dur abi sana holden sesleneceğim demeyeceksin. Biz bu alternatif sahnelerde aradaki o mesafeyi kırıyoruz. Ben alternatif sahnede izlediğim oyunlardan daha fazla zevk alıyorum, çünkü oyunun daha fazla içinde oluyorum. A.G.: Sahnede olması gereken şey hemen
KULTURA
31
önünde oluyor ya, bu çok etkileyici bir şey. Büyük sahnelerde oyunun kendisine gerçekten uzaksın. Alternatif sahnelerde 2-3 adım mesafedesin. Hatta Mavi’de içindesin. Seyirciler olayın tam ortasında. E.B.: Siz de oyuncu olarak seyircinin verdiği tepkiye çok yakınsınız. A.G.: Evet, aynen öyle. Gerildiklerin de ya da geri çekildiklerinde rahatlıkla fark ediliyordur sahneden diye tahmin ediyorum. Ş.S.: Zaten bazı yerlerde, tabi bu oynanan karakterin derinliğine göre değişir, bazen seyircinin enerjisinden etkilenebiliyorsun. Bazen seyircinin tam yanında durduğum anlar oluyor. O an o seyircinin tedirginliği ve ondan aldığım o elektrik beni etkiliyor. E.B.: Oyunculuğa etkisi var o zaman küçük sahnenin. Ş.S.: Kesinlikle. E.B.: Zorlaştıran bir tarafı var mı peki küçük sahne olmasının? Ş.S.: Zorlaştıran hiçbir tarafı yok çünkü her şey şeffaf, çok açık. Büyük sahnedeki gibi değil. C.Y.: Zor olan tek tarafı şu, seyirciyle çok iç içe olduğun için hata kabul etmiyor. Bir de küçük sahnenin şöyle bir avantajı var, büyük sahnelerde daha çok
32
KULTURA
teatral oyunlar seyrediliyor. Ama küçük sahnelerde daha minimal, daha gerçekçi oyunculuklar var. Ben mesela bağırarak, “Merhabalarr, hoşgeldiniz” demek yerine sakince “Merhaba, hoşgeldiniz” diyorum. Abartılı hiçbir şey yok küçük sahnelerde, çünkü kaldırmıyor. Ş.S.: Küçük sahnelerin, oda tiyatrolarının şöyle de bir güzelliği var. Bazı replikler vardır, bazı metinler vardır, onlar bağırılarak konuşulacak şeyler değildir. Çok küçük harflerle seslenmen gereken şeyler vardır. Küçük sahne o yüzden çok iyi, bağırman gerekmiyor bazı yerlerde. Ama büyük sahnede böyle değil. Hatta Erdal Beşikçioğlu’nun oyununu izlediğimde, onun da kısık konuştuğu yerler var. Büyük sahnede imkânı yok öyle oynayamazsın. Kosova’da Amok diye bir oyun seyrettim, psikolojik bir oyun, bir romandan oyunlaştırılmış. Kosova’nın dünya festivallerinde ödül almış bir oyuncusu oynuyordu. Tek kişilik bir oyun. Herhalde bir opera sahnesiydi, bayağı büyüktü çünkü. Fakat seyirciyi de oyuncuyu da sahne kısmına almışlar, yükselti yapmışlar. Adam önünde oynuyor ve (kısık sesle) şundan daha fazla sesle konuşmuyor ve biz hayranlıkla izledik. Bağırmaya ihtiyacı yoktu çünkü. Bazı şeyler vardır, küçük olması gereken.
Fakat ben hiç devlet tiyatrosu sahnelerinde, büyük sahnelerde öyle bir şey görmedim, bu farklı bir kafa çünkü. C.Y.: Zaten tiyatro sahnelerinde işin içine mikrofon, headset gibi dış materyaller girince işin gerçekçiliği kaçıyor. Ne kadar gerçekçi bir oyun olsa da, gerçekçilik üzerine sahnelenen bir oyun olsa da o büyü bozuluyor. E.B.: Peki oyunculuk öğrencisi olarak okuldakiyle bu yaptığınız işin çeliştiği yerler oluyor mu? Ş.S.: Her okulun, hatta her okulu da geçtim, her okuldaki her hocanın kendine göre farklı teknikleri vardır. Mesela Gösteri Sanatları Merkezi’nden örnek verecek olursam, Nadir Sarıbacak’la çalıştım. Onun farklı bir tekniği var, Çetin Sarıkartal’ın ekolünden gelen bir tekniği var. Erol Babaoğlu’yla çalıştım, Ayla Algan’la çalıştım, onların bambaşka bir tekniği var. Şu an Mehmet Birkiye ile çalışıyorum, bölüm başkanımız, İstanbul Aydın Üniversitesi’nde. Mehmet hocamızın apayrı bir tekniği var. Keza yine aynı okulumuzda Nazım Uğur Hoca’nın bambaşka bir tekniği var. Herkesin tekniği farklı olabilir. Ama hepsi aynı amaca hizmet ediyor. Tabii ki bizim buradaki çalıştığımız bambaşka bir oyunculuk, buradaki yönetmenin de bir tekniği var. Aslında mesele bir mesaj vermektir, bir şeyi anlatmak, göstermektir ama bu onu hazırlayan kişinin bakış açısına göre değişebilir. Tiyatroda metnin hizmet ettiği şey,
bir de yönetmenin vermek istediği şey vardır, bu değişebiliyor. Onun için okulda aldığımız bazı şeyler buraya uymayabiliyor. Ama şu da var, okulda aldığımız bazı şeyler doğrultusunda burada çok rahat edebiliyoruz. Bunlar hep birbiriyle bağlantılı. E.B.: Farklı ama birbirini destekleyen şeyler… Ş.S.: Tabi bir bir daha iki şeklinde değil de her zaman bir küsurat durumu oluşuyor. C.Y.: Okulda aldığımız eğitimde bütün hocalar birbirinden ayrılıyor. Şahin’in de söylediği gibi her hocanın kendine ait bir tekniği var. Ben bu bölümde şunu hedef edindim; her hocanın tekniğini öğrenip kendi tekniğimi yaratmak. İşin sanatsal boyutu da buradan çıkıyor zaten. Ben eğer o hocanın yolundan yürürsem, sadece o hocanın yolundan yürümüş olurum. Ama ondan öğrendiğim, ondan öğrendiğim, ondan öğrendiğimi sentezleyip kendime bir yol çizersem bu sefer başkaları benim yolumdan ilerler. İşte o zaman işin sanat boyutu ortaya çıkıyor. Ş.S.: Bu konuda Nadir Sarıbacak’ın bir sözüne şahit oldum, çok güzel bir laf: “Hepsini öğren ama sen yine içinden sana yardımcı olanları seç.” Çok teknik bilmek, hepsini bilmek çok iyidir. Keza Mavi’de ben böyle şeylerle karşılaşıyorum. Bazen bir yol bana daha iyi geliyor, bazen de diğer yolu tercih edebiliyorum veya oyunun içindeki sahnelere göre de değişebiliyor. E.B.: Oyun şu an ikinci sezonunda. İki sezon boyunca ne gibi değişiklikler oldu, karakterlerde, senaryoda? A.G.: Metinde hiçbir şey değişmedi. E.B.: Oyunculuk açısından değişen bir şey oldu mu? A.G.: Dışardan bakıldığında şöyle bir şey oluyor, aslında dışardan bakmak pek mümkün değil, içinde olduğum bir proje çünkü. Provalar bittiğinde, Tarık
Zafer’de ilk oyunumuzu oynadığımızda iyi bir şey yaptık diyorduk. Ama üç oyun sonra, “Biz aslında o zaman pek iyi bir şey yapmamışız da asıl şimdi iyi oldu” dedik. Beş oyun sonra, “Aslında ötekiler pek iyi değilmiş de şimdi bayağı iyi oldu” dedik. Bu sezon bambaşka bir hale geldi. Arkadaşlarımız ikinci sezonu izlemek için geliyor tekrardan. “Aa çok iyi olmuş” diyor insanlar. Demek ki bayağı bir ilerleme kaydetmişiz. Bunu da dışarıdan bakıyor olsam da ben çok iyi algılayamıyorum çünkü sürekli izliyorum. Son zamanlarda tekrar bir şeyler algılayabileyim diye izlememeye başladım. Ama gelen insanlar, ilk sezon ve ikinci sezon gelenler ikinci sezonu daha çok beğeniyor. Bir de rejide dördüncü sahnede tüm sahneye yayılan bir değişiklik yaptık. Daha da hızlandırdık orayı. Genel olarak daha iyiye gidiyor. İkinci sezonda kırkıncı oyunumuza yaklaştık, hala geliştiriyoruz. E.B.: Prova sürecini biraz anlatır mısın? A.G.: O bambaşka bir hikaye. Ben 2013 Haziran’da elimde metinle Şahin ve Can’a geldim. Onlar benim asistanlık yaptığım tiyatroda öğrencilerdi. Ben o zamanlar bu oyunla ilgili rollerini düşünmeye başlamıştım, doktor ve hasta diye. Eğitimlerinin son zamanlarında konuştum “Böyle bir proje var, ben ilk oyunumu yapıyorum, düşünür müsünüz?” diye. Onlar da olumlu karşılık verdi, zaten tanışıklığımız vardı. Ama sonradan öğreniyorum ki onlar metni okumadan önce projenin çok uzun süreceğini düşünmemişler. Sonradan bunlar konuşuldu aramızda. Sonra metni gönderdim, ilk buluşmayı yaptık. İkisi de benimle konuşurken hakikaten şaşırmış gibilerdi. Çünkü beklemedikleri kadar farklı bir şey geldi önlerine. Sonra biz sahne aramaya başladık. Hikâye burada
KULTURA
33
kopuyor (gülüşmeler). Bu hikâye tiyatro yapmak isteyen gençlere de örnek olabilecek bir hikâye. Prova yapacak sahne bulmak çok zor. Çoğunluğu dolu oluyor ya da en iyi ihtimalle ciddi paralar istiyorlar. Bu oyunun çok sıkı çalışılarak bir ayda çıkması lazım. Ama onun maddi yükünden kalkmak kolay değil. Biz de bunu daha uygun fiyatlarla veya ücretsiz yapabileceğimiz sahnelere yöneldik. Eğitim aldığımız kurumun sahnelerinde çalıştık. Ancak dolu oluyor sahne, mesela biz provaya gideceğiz, akşamleyin bilmem ne etkinliği konmuş, iptal oluyor prova. Haftanın belli günleri ders var mesela, biz akşam 5’te gelebiliyoruz, 6 buçukta ders başlıyor. Biz 1 saat 15 dakika falan ancak prova yapıp kaçıyoruz sahneden ki derse girsin öğrenciler. Cumartesi günü gece yarısına kadar çalışıyoruz, bazen yine ders oluyor başka bir şey oluyor gidemiyoruz. Bir ara ezber yapmak için Maçka Parkı’na gittik. C.Y.: Açıkhava Tiyatrosu’nda yaptık, betonun üstünde (gülüşmeler). A.G.: Harbiye Açıkhava’nın dışında. C.Y.: Tam da yaz konserleri zamanı. Konser olurdu, prova iptal olurdu. A.G.: Evet bak bir de o vardı, doğru (gülüşmeler). Şurada bir ezber çalışalım dedik, yan tarafta şarkı çalıyor. Bir süre benim evimde çalıştık ama pek verimli geçtiğini düşünmüyorum. O sırada verimli olduğunu sanıyorduk ama sahneye geçince her şey değişiyor. Önceki yaptığın çalışma çöpe gidiyor gibi bir şey. Sahnede bambaşka bir hale geliyor iş. Ama bu süreç toplamda 5 buçuk aya yakın sürdü ki anormal bir süre. Çünkü vakit bulamadık. Haftada iki gün çok kısıtlı saatlerle provalara gittik. Artık 5 ayın sonunda bu oyunu artık çıkaracağız çünkü bu kadar çalıştık, yapmamız lazım dedik. Birbirimizi gaza getirdik. Aralık’ın 23’üne tarih koyduk bu oyun oynanacak diye. O dönemde iyice bir yardırdık gece yarısı çalışmalarıyla falan. Her boş bulduğumuz fırsatta, işten okuldan izin alıp çalışıyoruz... Önce bir
34
KULTURA
ailelere oynadık. Derken 23’ünde biletli bir satış yaptık. Ocak ayında da resmi olarak başlangıcımızı yaptık. Şu anda bilinen birçok alternatif sahnede oynama fırsatı elde ettik. E.B.: Bu sene sadece Kadıköy’de oynuyorsunuz değil mi? A.G.: Aslına bakarsan Kadıköy’de oynuyoruz, Halkalı’da oynadık, Beylikdüzü’ne gittik, Beykoz’a gittik, şimdi Taksim’e geçeceğiz. Nisanda Taksim’de bir oyunumuz olacak. Bir yandan da aksilik olmazsa Kadıköy’de devam edeceğiz. Çünkü karşıdaki seyirci buraya gelmiyor, buradaki seyirci de oraya gitmiyor. Bu yüzden Taksim’de de oynayalım istiyoruz. E.B.: Seyirci açısından bir fark var mı? A.G.: Belirgin bir şekilde var, Taksim çok daha fazla seyirciye sahip. Kadıköy’de beklemediğimiz kadar düşük. Yani biraz şaşırtıcı geliyor ama beklediğimizden düşük. E.B.: Kadıköy’de çok tiyatro kültürü
olmadığı içindir belki. Alternatif bir sahne yok. A.G.: Aslında var da o kültür Taksim’e daha yakışmış ve orada daha oturmuş durumda. Muhtemelen ondan. Taksim’de çok fazla sahne var zaten ve insanlar çok alışık bu duruma. Burada bu oyun varmış deyip gidiyorlar. Bir de biz Cuma akşamları oynuyoruz, çok güzel bir akşam. Önce yemeğini yersin, sonra oyuna gidersin, sonra da eğlenmek için bir yerlere girersin… E.B.: Kadıköy’e gelenler içki içmeye geliyor demek ki daha çok (gülüşmeler). Algı bu demek ki. A.G.: Barlar Sokağı’nı tercih ediyorlar (gülüşmeler). E.B.: Ben oyunu izlediğimde dikkatimi çeken şey oyunun diliyle ilgiliydi. Diliyle ilgili çok ipucu vermek istemiyorum. Neden böyle bir yol tercih ettin? Biraz risk alınarak yapılmış bir şey gibi hissettim. Daha önceden çalışma hayatın
NEDEN MAVi SORUSUNU ÇOK DUYDUM. boyunca yazı yazmış olduğun için mi böyle farklı bir dili denemek istedin? Onun bir etkisi ya da katkısı oldu mu? A.G.: Avantajı oldu ama bir seçimdi bu. Çünkü oyunun sonundaki sürpriz, aslında o dile hizmet eden bir sonuç. Oyunun sonunda bu birazcık anlam kazanmaya başlıyor. Bir de açık söyleyeyim sokak ağzıyla yazılmış bir metin de çok hoşuma gitmiyor benim. O başka bir yere götürüyor senin yaptığın işi. Kötü demiyorum ama başka bir yere götürüyor. Bence sahnenin üzerinde biraz daha farklı davranmak lazım. E.B.: Senin yazdığın metin daha uluslararası bir dil gibi hissediliyor. A.G.: Özellikle global bir metin yazmak istedim çünkü çevirttirip yurtdışında da yayımlama planım var. Özellikle yaptım bunu. E.B.: Oyunun sonunda soru-cevap kısmı oluyor bildiğim kadarıyla.
A.G.: Aslında bir defa oldu ama çok güzel olduğu için devam edeceğiz ona muhtemelen. E.B.: Orda gelen tepkiler nasıldı? Yani hemen o anda çıkmış insandan aldığınız tepkiler ya da gelen ilginç sorular… Kafaya takılan şey çok var çünkü. A.G.: Biz neredeyse hiç olumsuz tepki almıyoruz, ben hakikaten şaşırıyorum buna. İnternet’te de araştırıyorum, olumsuz bir şey yok piyasada, seyirci de yok (kahkahalar). Biri de demiyor ki şu oyun şöyle kötü, gitmeyin, hiç öyle bir şey yok. Soru-cevap da tabi tepkiler yine güzeldi. Enteresan soru ne vardı hatırlıyor musunuz? C.Y.: Biri bana “iyi misin?” diye sordu (gülüşmeler). A.G.: Ha evet biri parmak kaldırdı, “buyurun” dedik, “iyi misin?” diye sordu (gülüşmeler), “Neden Mavi?” vardı mesela. E.B.: Zaten oyunun içinde geçiyor. A.G.: Evet, onu sormasalar daha iyiydi (kahkahalar). Hâlbuki iki sezon boyunca ben Facebook’tan da çok fazla soru aldım. Oyunu izleyip beni ekleyen çok oluyor. “Neden Mavi?” sorusunu çok duydum. Hele biri çok çok ısrarla sordu ama açıklamadım. Bu bence seyircinin kendi
kafasında kurgulayıp çözebileceği bir soru. Başka bir şey de olabilirdi, peki neden Mavi? Oyunda renklerle ilgili enteresan çağrışımlar da var... Renklerden de bahsediliyor. Açıklamıyorum, bu tamamen seyirciyle ilgili bir şey, gelenler kendileri çözmeli. E.B.: Senaryoyu yazarken, doktorun sorduğu sorularla ilgili bir psikiyatra danıştın mı? A.G.: Bu garip gelecek belki ama, çocuk psikoloğu bir arkadaşım var, Mavi’yi yazmaya başlamadan evvel ona üç tane soru yazdım Facebook’tan, o da onlara cevap verdi. Ayrıca bu iyi bir şey mi kötü bir şey mi bilmiyorum, ben hiç psikoloğa da gitmedim (gülüşmeler). Ama oyuna gelen psikiyatr ya da psikologlar oldu, hakikaten konuşmaların çok doğru mantıkta olduğunu düşünüyorlar. E.B.: Hiç psikiyatra ya da psikoloğa gitmeden böyle bir şey yazmışsın ya, bir referans alma durumun var mıydı? A.G.: Aslında psikologa giden bir iki arkadaşımdan ilham almıştım. Normal hayatta onların sorunları üzerine konuşurken, “Zaten psikoloğum da senin dediklerini diyor.” diyorlardı bana. Bu bana küçük bir cesaret kazandırdı hikayeyi yazarken. Bunun haricinde, felsefe kitaplarını seviyorum, biraz onlardan,
KULTURA
35
izlediğim filmlerden, dizilerden kafamda bir şeyler oluşmaya başlamıştı. Kendim İnternet’ten de araştırma yaptım. Mantığını çözünce yapabiliyorsun. Mantığını çözdüm ve sanırım doğru ilerlemişim, gerçekten de bununla ilgili olumsuz hiçbir tepki almadım. E.B.: Oyunun ne kadar daha devam edebileceğiyle ilgili uzun vadeli planlarınız var mı? A.G.: Oyun aslında yeteri kadar seyirciye ulaşmadı diye düşünüyoruz. Bizi körükleyen de bu oluyor ve devam ediyoruz. İkinci sezon bitecek bu sene, çok büyük ihtimalle üçüncü sezon da olacak bir aksilik olmazsa. Dördü bilmiyorum ama üçüncü sezonda da “Yeteri kadar olmadı.” diyebiliriz (gülüşmeler). E.B.: Peki Anadolu’da oynamayı düşünüyor musunuz ya da böyle bir imkanınız var mı? A.G.: Bunu hep aramızda konuşup planlıyoruz. Yakın gelecekte bununla ilgili daha somut adımlar atacağız. Bir yerlere gideceğiz muhtemelen. Bunu istiyoruz çünkü. E.B: Basından tiyatroya geçişin nasıl oldu? 36
KULTURA
A.G.: Ben zaten basındayken bir yandan tiyatro oyunculuğu eğitimi alıyordum, üç farklı tiyatrodan da eğitim alıp mezun oldum. Tiyatro şöyle bir şey, arkadaşlar daha iyi bilir onlar tamamen oyunculuk yapıyorlar, işin içine girince çıkmayı pek istemiyorsun. Bir de hayatının geri kalan kısmında yaptığın işlerin önemi değişmeye başlıyor, yani dengeler değişmeye başlıyor. Tiyatro gitgide senin içinde yükseliyor ya da ağırlığı artıyor diyeyim. Bende de böyle oldu. Zaten basında yaptığım iş de haber yazmak, editörlük, yazarlık, yazı işleri müdürlüğü gibi hep metinler üzerine oldu. Oyunculuk eğitimi alırken de benim bir numaram yazarlıktı. Bu hiç değişmedi. Zaten oyunculuk eğitimi alırken, yurtdışındaki yönetmenlerin oyunculuk eğitimi aldığını biliyordum. Yönetmenlik hayalimi gerçekleştirmek istediğimden, oyunculuk eğitimi de alayım istedim. Bir yandan oyunculuk da yaptım çok kısa süre ama iyi bir oyuncu değilim. Ezber yeteneğim de çok beter. Bu ikisi birleşince de asla yapamazsın (gülüşmeler). O yüzden oyunculuğu şimdilik hayatımdan çıkardım.
Tamamen yazarlığa ve yönetmenliğe konsantre oldum. Gündüz basın mensubu olarak çalışırken gece bir yandan da Mavi’yi yazdım. E.B.: Ne kadar sürdü? A.G.: Toplamda tüm süreç 4 ay filan galiba. E.B.: Sonra da provalar, 5 ay. A.G.: Metin bittikten sonra hemen başlamadık. Metin tahminimce Mart’ta bitti, Haziran’da provalara başladık. Çünkü o zamanlar ben sadece hikayenin yazarı olacağımı, yönetmenin başkası olacağını düşünüyordum. Böyle bir plan vardı ama olmayınca, ustam Aziz Sarvan da sen altından kalkarsın deyince ben yönetmen oldum. Çok da memnunum böyle olmasından. E.B.: Metnin oyunculuk açısından, dilinin farklı olması ya da tiratlar olmasında, zorlaştıran kolaylaştıran bir tarafı var mı? C.Y.: Uzun metin olmasının avantajı şu, içselleştirmeniz daha kolay oluyor. Zaten karakterler öyle güzel yazılmış ki. İçimde özümseyerek onu dışa yansıtmak benim için çok kolay oldu. Çok kolay oldu derken
sancının içindeki kolaylıktan bahsediyorum. İlk zamanlar bayağı bir “yapamayacağım” düşüncesi vardı. Çünkü biraz dili ağır geldi bana açıkçası. Fakat mantığını kavradıktan sonra çorap söküğü gibi geldi olay. Bu konuda Şahin ve Aykut’un da çok fazla yardımı oldu çünkü tek başıma aşmadım. Hep beraber aştık. Yapamadım, “Olsun, bugün yapamazsın, yarın yaparsın, bir de şu açıdan bak, bir de şuradan bakarsan, şöyle yaparsan bence daha iyi olur.” diye diye bütün metni içimizde hallettik ve dışarıya yansıttık. Başta da sorduğunuz bir soru vardı, “Oyun gittikçe daha mı iyi oluyor, hissediyor musunuz?” diye. Geriye dönüp baktığımda ilk oyunlarla son oyunlar arasında gerçekten büyük fark var. Ben içimde hissediyorum, ne kadar çok sabit bir sahnede oynarsam, o mekân benim evim gibi oluyor. Zaten biz bu oyunun dekor sürecinde de, sahne sürecinde de hep beraber beyin fırtınası yaptık. Dekoru da gerektiği yerde hep beraber, gerek öndeki gerek arkadaki bütün ekip olarak hep birlikte inşa ettik. Bildiğimiz o masa, küpler, herhangi bir detay çocuğumuz gibi. İşin bu kadar çok içinde olunca ister istemez samimi bir yapım çıkıyor ortaya. Bu şekilde de olunca oyunculuk ilerleyen süreçte daha rahat bir konuma geliyor. A.G.: İlk zamanlardan bu zamana oyunun gelişmesiyle ilgili bir şey demek istiyorum. Dördüncü provamızda bir tane fragman yaptık biz (gülüşmeler). O da bir yere göndermek içindi. Daha ezberler yok ortada. Çekim şu şekilde yapılıyor, hemen iki dakika okuyorlar, kameranın karşısına geçiyorlar. O zamanlar güzel oldu filan diyorduk da şu anda o kadar pişmanız ki onu yaptığımıza. Bir de bir yerlerde yayınlanmış o İnternet’te. Oradaki problem hakikaten dördüncü provada olmamızda. Bir yere göndereceğiz diye çok acele ettik. E.B.: Uzun vadede planlarınız var ama şu anki oyun ekonomik olarak bunu destekliyor mu? Öyle bir ışık görüyor musunuz? A.G.: Tiyatroda genel olarak bir sonraki projeyi destekleyecek işler genelde
tanınmış tiyatroların içerisinde oluyor. Bizim gibi yeni kurulan ekiplerde öyle bir şey hiç söz konusu değil. Sıfırdan başlamak zorundasın bir sonraki iş için. C.Y.: Çünkü desteklenmiyor alternatif tiyatrolar. Çok az seyirci kitlesi var. “Bakayım bu oyunda kim oynuyor, tanıdık değil dizilerde falan görmedik, neyse gitmeyeyim.” diyorlar. Ya da “Aaa bak bu tanıdık bunun oyununa gidelim mutlaka, bir yakından görelim.” diyorlar.
A.G.: Bir olayın içerisine geliyorsun. Hakikaten nerede yanlış yaptığımızı bilmiyorum, aslında yanlış yaptığımızı da düşünmüyorum, tiyatro yapan kitleyle seyirci arasındaki bağı kuran şey ya yok ya da bize denk gelmedi henüz. E.B.: O bağ artık sosyal medya mıdır? A.G.: Onu da deniyorum, ondan da pek olumlu sonuç alamıyoruz. Can’ın anlattığı gibi, insanlar gerçekten de televizyonda gördüğü insanı görmek için gidiyor
E.B.: Basında çok yerde gördüm oyununuzu. A.G.: Soru-cevap etkinliğinde en son ben bir soru sordum seyirciye. Dedim ki, “Oyunu nereden gördünüz?” Bir Allah’ın kulu da basından demedi. İnternet’ten falan gördüklerini söylediler, bambaşka mecralardan. Yani basında kimse yakalamamış, en azından o gün gelen kitle için söylüyorum. C.Y.: Hatırı sayılır bir basın desteği var bir de. Ş.S.: Belki de biz şunu anlatamıyoruz; aslında bu bir oyun değil sadece, bir olay yeri var, burada bir şey var, sokakta başına gelen bir şey gibi, buradaki bir oyun değil daha çok bir şeye şahit olmak.
sahneye, özellikle de alternatif sahnelere. Çünkü dibinde göreceksin o kişiyi. Dizide izlediğin kişiyi göreceksin, gerçekten buna gidiyorlar. Oyuna değil, insana gidiyorlar artık. E.B.: Eklemek istediğiniz bir şey var mı? A.G.: Her cuma Kadıköy’de oynuyoruz. Avrupa yakasındaki seyirciler nisan ayından itibaren olaganmasallar.com’daki ya da Facebook.com/OlaganMasallar’daki etkinlik takvimimize mutlaka göz atsın. Zira Taksim’e Beyoğlu’na yolumuz düşecek. Ayrıca şehrin merkezinden çok uzaktaki ilçelerde de tek oyun da olsa oynayıp gelme ihtimalimiz var. Şu an kesinleşen ise, nisanda Kadıköy Living Room’da ve Taksim’de SekizinciKat’tayız. Bekleriz…
KULTURA
37
Şehir hayatının bize sunduğu beton yığınları arasında evinde bir orman yetiştirmek isteyenlerin tek seçeneği, kökleri 2000 yıl öncesine dayanan bonsai sanatı. Sabırla birleşince çalışma masanızın üzerinde her kafanızı kaldırdığınızda görüp, hayallere dalabileceğiniz canlı bir sanat eseri....
38
KULTURA
KULTURA
39
Bonsai, kelime anlamı olarak Japonca’daki çanak anlamına gelen bon ve bitki anlamına gelen sai’nin birleşiminden oluşmaktadır. Çok az sanat dalının öğesi canlı varlıklardır. Bonsai ise bu ender sanatlardan birisi. Her ne kadar bilgi ve sabır gerektirmesi sebebiyle birçok kişinin gözünü korkutan bir hobi olsa da bir kere başlayanlar için kısa sürede bir tutku haline gelmesiyle bilinir. Yine de birçok bahçe işleri ve botanikle uğraşan kişilerin ömür boyu sürdürebilecekleri, hatta eserlerini geliştirmesi için sonraki jenerasyonlara bırakabileceği bir hobi.
ilk kitap 1829 yılında, çam ağacını baz alan detaylar ve açıklamalar ile yayınlandı. 1868 yılında İmparator Meiji’nin başkenti Tokyo’ya taşıması sırasında bonsai’ler sarayın hem içerisinde hem dışarısında sergilendi. Japonya’nın dünyadan kopuk coğrafi konumu ve kültürel özellikleri sayesinde bonsai’lerin dünya çapında yaygınlaşması, ancak 20. yüzyılın başında gerçekleşebildi. Günümüzde ise artık dünyanın her yerinde bu sanatla ilgili doküman ve materyal bulabilmek mümkün hale geldi.
Tarihçe
Her ne kadar bonsai denilince akla Japonya gelse de bu sanatın kökleri aslında Çin’e dayanmaktadır. Çince’de penzai olarak da bilinen ve ağaç ya da doğa şekillerinin ufak bir çanak içerisinde minyatür olarak canlandırılmasına dayanan Penjing adı verilen sanat, bonsai’nin temellerini oluşturmaktadır. 6. yüzyıldan itibaren Japon elçilik çalışanları ve budist öğrencilerin Çin’e yaptıkları ziyaret sırasında ülkelerine dönerken beraberlerinde bir hatıra olarak bu minyatür ağaçları götürmeleri ile bonsai sanatı ilk kez Japonya’da yaygınlaşmaya başladı. Bonsai’ler 10. yüzyıldan önceki Japonca metinlerde ve resimlerde birçok kez kendisine yer buldu. 1300’lü yıllardan sonra Japonca çömlekteki ağaç anlamına gelen HachiNo-Ki adı ile de anılan bonsai’ler, birçok hükümdarın ve feodal lordların da hobileri arasında yer aldı. 1651 yılında ölen ünlü Japon Shogun Tokugawa Iemitsu’nun bu sanata gönül verdiği bilinmekte. Sonraki dönemde halk arasında da yaygınlaşan bonsai’ler, bu süreçte ülke çapında bilinen bir sanat haline geldi. İlerleyen dönemde Japonya’da çok daha popüler bir hale gelen bonsai sanatı ile ilgili yazılmış olan
40
KULTURA
Bilinen en yaşlı bonsai’nin 500 yaşından büyük olduğu biliniyor. Japonya’nın ulusal miraslarından birisi olan ve
Cüce ağaçların sırrı
Genel kanının aksine, bonsai’ler genetik olarak sıradan ağaçlardan farklı değildir. Bonsai, ağaçların kök ve gövde budaması gibi tekniklerle bodurlaştırılmış ve şekil verilmiş halidir. Her sanat dalında olduğu gibi bonsai’de de kurallar yoktur ve sonuçta ortaya çıkacak olan eser, tamamen sanatçının yaratıcılığına kalmıştır. Her ne kadar bonsai’lerin doğadaki ağaçlardan genetik olarak bir farkı olmasa da içerisine yerleştirildiği saksı ile görsel olarak bir bütünlük sağlaması, bakıldığı zaman büyük bir ağaç gibi görünebilmesi temel alınan esaslar arasında yer alır. Bu yüzden bir ağacı sığ bir saksıya ekip kendi başına büyümesini beklemek, bonsai sanatı olarak sayılmamaktadır. Ağacın bonsai olabilmesi için budama ve telleme
gibi teknikler kullanılarak sanatçının istediği biçimde şekillendirilmesi esas alınır. Bonsai canlı bir sanat dalı olduğu için en başta verilen şekil, zaman ilerledikçe değişebilir. Ağacın yaşına ve cinsine göre yıllar içerisinde farklı şekiller vermek, hatta büyük bir budama işleminden sonra yepyeni bir eser ortaya koymak da mümkün. Ağacın ilk bakışta büyük bir ağacın minyatür versiyonu gibi görünebilmesi için
Tokyo İmparatorluk Sarayı’nda sergilenen bonsai’nin ilk olarak 1610 ya da daha önceki bir yılda bonsai olarak işlem gördüğü, Tokugawa Iemitsu döneminde de Shogun’un bizzat kendisi tarafından bakımının yapıldığı biliniyor. Ağacın cinsi ise Japon beyaz çamı ya da latince adı ile pinus pentaphylla. gövde kalınlığı, yaprak büyüklüğü ve dal yoğunluğu gibi birçok farklı değişken, şekillendirilmeye başlamadan önce dikkat edilmesi gereken unsurlar arasında yer alır.
Bonsai’ye başlarken
Bonsai’ye yeni başlayan birisi olarak eserinizin 500 yıl boyunca canlı kalması biraz ütopik bir ihtimal. Ancak yine de en iyi ihtimalle ortaya iyi bir eser çıkarabilmeniz için bu işe birkaç yılınızı ayırmanız gerek. Eğer ağacınızı tohumdan yetiştirmeyi planlıyorsanız bu süre 4-5 sene bile olabilir. Durum böyle olunca bu sanata yeni başlayanlar için verebileceğim ilk tavsiye sabırlı olmaktır. Sonuç olarak ortaya çıkaracağınız eserin bir ağaç olduğunu düşünecek olursanız bu süre normal kabul edilebilir. Sabırla
Boylarına göre bonsai’lerin aldığı isimler: 3 cm ve altı: Keishi 8 cm ve altı: Shito 15 cm ve altı: Mame bonsai’nize göstereceğiniz ilginin size geri döneceğini bilmek, bu uzun süreçte sizi motive edecek en önemli unsur. Bonsai’ye yeni başlayan birisi olarak odaklanacağınız ilk konu, ağacınızı hayatta tutabilmek olacaktır. Tabii bu da yetiştirdiğiniz tür ile ilgili bilgi sahibi olmanıza bağlı. Bu sebeple bonsai sanatıyla ilgili genel geçer doğrular diye adlandırabileceğimiz yöntemler yoktur. Sulama ya da budama gibi işlemleri yetiştirdiğiniz türün ihtiyaçlarına bağlı kalarak gerçekleştirmeniz gerekmekte. Her ne kadar her tür ağacın bonsai’si yapılabilse de ileride sıkıntı yaşamamak için bulunduğunuz iklime uygun bir tür seçmenizde fayda var. Bu konuda
20 cm ve altı: Shohin 40 cm ve altı: Kifu Sho 60 cm ve altı: Chu 100 cm ve altı: Dai
kendinizi garantiye almak istiyorsanız etrafınızdaki ağaçlara bakıp onlardan birisini tercih edebilirsiniz. Hatta bulunduğunuz ortamdaki ağaçların tohumları ya da fidelerinden bonsai yapmaya başlarabilirsiniz. Eğer bonsai dört mevsim evinizin içerisinde olacaksa tropikal iklime uygun bitkileri de tercih edebilirsiniz. Bonsai her ne kadar yıllar süren bir çalışma olsa da aslında büyük bir kısmı beklemeden ibaret. Kök ve gövde budaması, genellikle bitkinin kışın girdiği uyku döneminin sonlarında, mart ayında gerçekleştirilirken yılın kalan döneminde düzenli sulama ve uygun dönemlerde bitki besini takviyesi yapmanız yeterli olacaktır.
Saksı seçimi
Minyatür ağacınız içerisinde bulunduğu saksı ile bir bütünlük oluşturmak zorunda olduğu için saksı seçimi de büyük bir önem taşıyor. Bonsai’ler için en yaygın olarak kullanılan saksılar genellikle birkaç santimetre derinlikte, sığ ve kilden yapılmış saksılardır. Fazla suyun tahliyesi için genellikle alt kısmında birkaç delik bulunan bu saksılar, bitki köklerinin fazla suyun içerisinde kalıp çürümesini engelleyecek şekilde tasarlanmıştır. Ayrıca bonsai’yi kök budamasından sonra yeni bir saksıya alırken köklerinin sabitlenmesi gerekmektedir. Aksi takdirde kökleri sabitlenmeyen ağaç kısa süre içerisinde ölecektir. Ayrıca saksının genişliğinin de bonsai’nin dallarından biraz daha geniş olması gerekmektedir.
ŞEKİLLERİNE GÖRE BONSAI’LER
Hokidachi
Chokkan
Moyogi
Shakkan
Kengai
Han-kengai
Bunjingi
Fukinagashi
Sokan
Kabudachi
Yose-ue
Seki-joju
Ishisuki
Ikadabuki
Sharimiki
KULTURA
41
Cüce Nar (Punica Granatum) Bonsai yetiştirmek isteyenlerin en popüler tercihleri arasında yer alan cüce nar, kökeni Akdeniz ve Asya olan bir tür. Çiçekleri oval şekilli olan bu tür, sarı ve kırmızı renkte meyveler de verir. Sıcaklığın 5 derecenin altına düşmeyen yerlerde dış mekanda bakılabilen cüce nar, güneşi seven bir tür olarak bilinir, bu yüzden soğuk iklimlerde iç mekanda ve güneş alan bir konuma yerleştirilmelidir. Şeklini koruyabilmesi için yaprak budaması yapılması gereken bu türü eğer çiçek açmasını istiyorsanız budamayı çiçeklenmeden sonra yapmanız gerekir.
42
KULTURA
Ladin (Picea)
Ardıç (Juniperus)
Ladin familyası da çam gibi bakımı kolay ancak şekillendirmesi biraz zahmetli türlerden birisidir. Kolay bulunabilmesi de önemli bir avantaj olan ladin, aydınlık bir yerde bulunması gereken dış mekan bonsai’lerinden birisidir. Küçük iğne yaprakları sayesinde görsel açıdan dev bir ağacın minyatürü gibi görünmesi kolay olan ladin, özellikle ilbahar ve yaz aylarında düzenli sulamaya ihtiyaç duyar. Ancak budamadan sonra tomurcuklanması zor olduğu için budama işlemi biraz zahmetli olacaktır.
Ardıç, ufak yeşil yaprakları ile bonsai yapımına son derece elverişli bir tür. 30’dan fazla çeşidi bulunan ardıç türlerinin hepsi ile bonsai yapılabileceği gibi bonsai’sine ölü-gövde görünümü vermek isteyenler için de ideal. -10 dereceye kadar soğuk havalarda dışarıda bakılması gereken ardıç, yıl boyunca güneş ışığına ihtiyaç duyar. Ufak yaprakları sayesinde yaprak küçültme gibi işlemlere çok ihtiyaç duymayan ardıçlar, kısa süreli hafif kuraklıkları tercih ettiği için yağmurlama yöntemiyle sulamaya ihtiyaç duyar.
Akçaağaç (Acer) Ana vatanı kuzey yarım kürenin nispeten soğuk kısımları olan akçaağaç, Kanada bayrağında da temsil edilmekte. En popüler bonsai türlerinden birisi olan akçaağacın alt türleri arasında Japon akçaağacı dayanıklı bir tür olmasına karşın aşırı güneş ışığında ve -10 derecenin altındaki sıcaklıklarda zarar görebilir. Nispeten büyük yapraklara sahip olduğu için yaz başlarında yaprak küçültme işlemi uygulanan akçaağaçlar, görsel açıdan sunduğu renkler ile birçok ağaç türünden daha farklı olduğu için sıkça tercih ediliyor.
Meşe (Quercus) Birçok alt türü bünyesinde barındıran meşe familyası, dayanıklılığı ile bonsai’ye yeni başlayanların tercih edebileceği, hem de kolay bulunabilen bir tür. En çok yaz meşesi (Quercus Robur) ve ak meşe (Quercus Alba) türleri tercih edilen ağaç aşırı soğuklarda korunmaya alınması gereken türlerden birisi. Toprağın tamamen kurumasına izin verilmemesi gereken meşe türleri, budamadan sonra güçlü yeni sürgünler ile şekillendirme budamaları için de yeni başlayanlara yardımcı olacaktır.
Çam (Pinus) Çam da birçok alt türe sahip olan bir familya olmasının yanında iklim olarak da Türkiye’nin birçok bölgesine uyumludur. En klasik bonsai türlerinden birisi olan çam ve özellikle kara çam, bakımı kolay olmasına rağmen şekillendirme açısından zorlayıcı olabilen bir tür. Genellikle kısa iğneli türleri tercih edilen çam familyasında yapraklara kısaltma işlemi uygulamak gerekebilir. Besin olarak kısıtlı topraklarda bile yetişebilen çam, dış mekanda bakılabilen bir tür. Ancak özellikle şekillendirme budamasında dikkatli olunması gerekmekte.
Ficus (Ficus Retusa) Ficus, yeni başlayanlara en çok önerilen türlerin başında geliyor. Soğuğa karşı hassasiyeti bulunan ficus türü, iç mekan bonsai’leri arasında yer alıyor. Her daim yeşil olan ve yoğun yaprakları bulunan bu tür, sulama hatalarına karşı da bir hayli dayanıklı olduğu için hatalara karşı toleranslıdır. Köklerinin büyük bir kısmı doğal olarak toprağın üzerinde kalan ficus, kaya üzerine yerleştirme yöntemine de elverişlidir. Kuru havaya ve düşük neme karşı da dayanıklı olan bu tür için baharda budama ve saksı değiştirme işlemleri yapılabilir.
Kurtbağrı (Ligustrum)
Çin Karaağacı (Ulmus Parviflora)
Birçok farklı alt türe sahip olan Ligustrum familyası, bonsai dışında da sıkça bahçelerde yetiştirilen bir ağaç türüdür. Soğukta iç mekanda bakılması tavsiye edilen kurtbağrı, -10 derecelerin altındaki sıcaklıklara karşı dayanıksızdır. Günün en az bir kısmında direkt güneş ışığı gören noktalara yerleştirilmesi gereken kurtbağrı, diğer birçok tür gibi ilkbaharda şekillendirme budaması işlemleri için hazır hale gelir.
Birçok karaağaç türü bonsai yapımına uygun olsa da en yaygın olarak kullanılan çin karaağacıdır. Çin karaağacını bu kadar popüler kılan ise bonsai yapımına uygun olan dal yapısıdır. Hem güneşte hem yarı gölgede yetişebilen bu tür, soğuğa dayanıklı olması sebebiyle kış aylarında da dış mekanda bakılabilmektedir. Düzenli olarak hafif nemli toprağa ihtiyaç duyan çin karaağacının sulaması yeni başlayanlar için çok zor değildir.
KULTURA
43
Yıllardır yeniden çevrimlerle, roman uyarlamalarıyla ayakta durmaya çalışan Hollywood sinema sektörü, son yıllarda üretkenliğini daha da çok kaybederek çizgi roman karakterlerinden medet umar duruma geldi. Özellikle DC Comics ve Marvel Comics’in ürettiği çizgi-roman karakterleri sayesinde Hollywood yapımcıları, önümüzdeki 5 yılı kurtarmış durumdalar.
44
KULTURA
Hakan Karakullukรงu
KULTURA
45
Sinemanın doğuşundan bu yana sektörün en büyük öncülerinden biri olan Amerikan sineması, 1940’lı yıllardan 1980’li yıllara kadar dünya sinemasına “klasik” olarak adını yazdıran yüzlerce film üretti. Özellikle 1940’lı ve 1950’li yıllarda Billy Wilder, Sidney Lumet, Frank Capra, Michael Curtiz, Orson Welles gibi duayenlerin yönetmenlik koltuğunda oturdukları film-noir ve drama tarzındaki senaryolar, gerçekten de sinema sanatının bütün inceliklerini yansıtıyor, özgünlüğüyle akıllara kazınıyordu. Daha sonraki yıllarda aralarında günümüze de uzanan isimler bulunan Stanley Kubrick, Quentin Tarantino, David Lynch, Martin Scorsese gibi isimlerse tamamen kendine özgün tarzlarıyla Hollywood sinemasını bambaşka yerlere taşıdılar. Ancak sinema sektörünün aynı zamanda milyon dolarların döndüğü çok büyük bir endüstri olması, elbette ki sanatsal kaygıların yerini ticari kaygıların almasına sebebiyet verecekti. Bu kaygılar Amerikan sinemasını bir
46
KULTURA
sanat dalı olmaktan çıkartıp, tüketim kültürünün bir malzemesi haline getirdi. Senaryolar klişeleştikçe ve fikirler tükendikçe, piyasaya sürecek yeni bir şey bulamayan yapımcılar yeniden çevrimlere sarılmaya, özellikle son yılların yükselen değeri uzakdoğu sinemasından örnekleri yeniden yorumlamaya başladı. Örneğin; 1960 tarihli Hitchcock klasiği Psycho (Sapık), 1998’de Gus Van Sant tarafından, 1998 yapımı Hideo Nakata filmi Ringu, 2002’de Gore Verbinski tarafından (The Ring), 2001 yapımı Jae-young Kwak filmi Yeopgijeogin geunyeo, 2008’de Yann Samuel tarafından (My Sassy Girl) yeniden yorumlandı. ‘Yeniden yorumlama’ tabiri bu durum için hafif kalıyor, çünkü yeniden çekilen filmler genellikle özgünlüğüyle dünyaya adını duyurmuş, dikkate değer bir beğeni toplamış, üst düzey senaryolarıyla beyinlere kazınmış yapımlardan seçiliyor. İnsanların hafızasında böylesine güzel yer edinmiş sanat eserlerinin tekrardan yorumlanıp, tabiri caizse sömürülmeye çalışılması hayranlarını ve aklı başında
film eleştirmenlerini haliyle üzüyor. Özellikle Güney Kore sinemasının mihenk taşlarından biri olan ChanWook Park Filmi Oldboy’un yeniden çevrilmesi, filmin hayranlarını çileden çıkarmıştı. Üretilmiş özgün bir fikrin herhangi yeni bir şey ortaya koymadan tekrar tekrar insanların karşısına çıkarılması ve bundan ticari kazanç elde edilmesi insanların sinirini bozan asıl şey. Yeniden çevrimleri ve Uzakdoğu sinemasını da tüketmeye başlayan Hollywood film fabrikası, bu kez tekrardan 1980’lerin çizgi-roman filmlerine el atmaya başladı. Geçtiğimiz yıllarda Batman, Spider-man, X-Men gibi karakterler üzerinden kaydadeğer bir şekilde rant sağlayan prodüksiyon şirketleri, 2020 yılına kadar temcit pilavını önümüze getirmeye devam edecekler. Genellikle bir hayvan tarafından ısırılıp mutantlaşan süper karakterler üzerinden kurgu yapan DC Comics ve Marvel, önümüzdeki 5 yıllık malzemesini geçtiğimiz günlerde dünyaya duyurdu:
2015
Avengers:
Age of Ultron: 2012 tarihli DC Comics yapımı The Avengers’ın da yönetmenliğini yapan Joss Whedon’ın yine yönetmenlik koltuğuna oturacağı Age of Ultron’un başrollerini yine The Avengers’ta da oynayan Robert Downey Jr., Chris Evans, Mark Ruffalo, Samuel L. Jackson ve Scarlet Johansson paylaşıyor. Filmin senaryosu ise yine The Avengers’ta olduğu gibi yönetmen Joss Whedon’a ait. Filmin Mayıs ayının başında gösterime girmesi planlanıyor.
Ant-Man:
Marvel Comics ileri gelenlerinin “Örümcekten, kaplumbağadan, akrepten, yarasadan süper kahraman olur da karıncadan olmaz mı?” diye düşünerek ortaya çıkardıkları Ant-Man 1970’lerde yaratılmış bir karakter. Peyton Reed’in yönetmenliğini yapacağı ve Temmuz ortasında gösterime gireceği planlanan Ant-Man’in başrollerinde Paul Rudd, Evangeline Lilly, Michael Douglas, Hayley Atwell gibi isimler yer alıyor.
Fantastic Four:
2012’de ilk filmi Chronicle ile sinema dünyasına adım atan genç yönetmen Josh Trank’in yönettiği Fantastic Four, ilk olarak 1978 yılında Marvel tarafından piyasaya sürüldü. Son olarak 2005 yılında Tim Story yönetmenliğinde çekilen Fantastic Four’un 2017 yılında bir de ikincisi çekilecek. Miles Teller, Kate Mara, Jamie Bell ve Michael B. Jordan’ın başrollerini paylaştığı film Ağustos ayında gösterime girecek.
KULTURA
47
2016 Deadpool: İlk olarak 1991 yılında Marvel’in çizgi-roman serisi New Mutants’ın 98. sayısında karşımıza çıkan Deadpool, paralı asker Wade Wilson’un kanserinin iyileşmesi sözü karşılığında Weapon X projesine katılmasının ve mutant bir kahraman dönüşmesinin hikayesini anlatır. Daha önce hiç beyazperdeye uyarlanmamış olan süper kahramanın Ryan Reynolds tarafından canlandırılacağı filmin yönetmenliğini Tim Miller üstlendi. Film 2016’nın Şubat ayında gösterime girecek. Suicide Squad: DC Comics’in bu zamana kadar hiç beyaz perdeye uyarlanmamış nadir hikayelerinden Suicide Squad, ilk olarak 1959 yılında okuyucu karşısına çıktı. Bünyesinde The Joker, Lex Luthor, The Thinker, Harley Quinn gibi kötü karakterleri barındıran hikaye, 2016 Ağustos’unda beyaz perdeye aktarılacak. Yönetmenlik koltuğunda David Ayer’in oturacağı filmin başrollerinde Jared Leto, Will Smith, Jesse Eisenberg, Margot Robbie gibi ünlü isimler bulunuyor. Özellikle Jared Leto’nun The Joker’i canlandıracağı haberi, türün hayranlarını şimdiden heyecanlandırıyor. Captain America: Civil War: Marvel’in 2. Dünya Savaşı sırasında halkın milliyetçi duygularını kabartmak amacıyla yarattığı siyasi propaganda kahramanı Captain America ilk defa 1944 yılında beyaz perdeye uyarlandı. Marvel’in son yıllardaki senaryo kısırlığına çare olarak defalarca sarıldığı kahraman, 2011’te Captain America: The First Avenger, 2014’te Captain America: The Winter Soldier olarak karşımıza çıkmıştı. 2016 Mayıs’ında yeniden karşımıza çıkacak olan Captain America’yı yine yakışıklı aktör Chris Evans canlandıracak.
48
KULTURA
Doctor Strange: Marvel okuyucusunun karşısına ilk olarak 1963’te çıkan Dr. Strange de şimdiye kadar Hollywood yapımcılarının elinden hiç geçmemiş. Özetle film fabrikatörlerinin gözlerinde dolar işaretleri oluşmasına sebep olan, hiç dokunulmamış pırıl pırıl bir senaryo daha… Uzun yıllardır yapımı planlanan Doctor Strange’in başrolü Joaquin Phoenix ile Benedict Cumberbatch arasında gidip geliyordu. Son olarak Hobbit, Enigma, 12 Years a Slave gibi filmlerden tanıdığımız Cumberbatch bu role layık görüldü. 2016 Kasım’ında vizyona girmesi planlanan filmin geri kalan oyuncu kadrosu ise henüz kesinleştirilmiş değil. Gambit: Bio-kinetik enerjiyle gücü kontrol edebilme yeteneğine sahip bir X-Men karakteri olan Gambit, X-Men’den ayrı olarak ilk kez beyaz perdeye uyarlanıyor. Daha önce X-Men Origins: Wolverine filminde Taylor Kitsch tarafından hayat verilen Gambit’i 2016 Ekim ayında gösterime girecek olan filmde bu kez Channing Tatum canlandıracak.
Batman V Superman: Dawn Of Justice: İki süper kahramanın ya da iki kötü karakterin karşı karşıya geldiği filmlerden sadece bizlere gına gelmiş olacak ki yapımcılar bu klişeyi tekrar tekrar önümüze sürmekten vazgeçmiyorlar. 300 Spartalı, Watchmen, Dawn of the Dead gibi filmlerin yönetmenliğini yapan Zack Snyder’in yönetmenliğini yapacağı Batman V Superman: Dawn Of Justice’in konusu henüz bilinmiyor. Batman’i Ben Affleck, Superman’i ise Henry Cavill’in canlandıracağı filmde Gal Gadot, Jason Mamoa, Amy Adams gibi isimler de rol alacak. Filmin 2016 Mart ayında gösterime girmesi planlanıyor. X-Men Apocalypse: Marvel Comics yazarları Stan Lee ve Jack Kirby tarafından 1963 yılında ortaya çıkarılan X-Men, ilk olarak 2000 yılında The Usual Suspects’in yönetmeni Bryan Singer yönetmenliğinde sinemaya uyarlandı. Wolverine karakterinin kendisiyle özdeşleştiği Hugh Jackman’ın her filmde başrolde oynadığı seri, 2006’da X-Men: The Last Stand, 2009’da X-Men Origins: Wolverine, 2011’de X-Men: First Class ve son olarak 2014’te X-Man: Days of Future Past filmleriyle devam etti. Her seferinde milyonlarca izleyici tarafından izlenerek yapımcıların ticari amaçlarına ulaşmasını sağlayan seri, 2016 Mayıs ayında yine Bryan Singer yönetmenliğinde X-Men: Apocalypse filmiyle karşımıza çıkacak.
KULTURA
49
2017 Wolverine Devam Filmi: Wolverine Devam Filmi: X-Men’in ekmeğini yemekten vazgeçmeyen senaristler, 2013 yılındaki The Wolverine filmi yetmemiş olacak ki bir kez daha baş kahraman Wolverine üzerinden bir film yazmaya niyetliler. Filmin kadrosundan sadece Wolverine’i her zamanki gibi Hugh Jackman’in oynayacağı hemen hemen kesin gibi. Yönetmenlik koltuğunda ise yine büyük ihtimalle The Wolverine filminin de yönetmenliğini yapmış olan James Mangold oturacak. Senaryosunu David James Kelly’nin yazacağı filmin oyuncu kadrosunun geri kalanı ve hatta tam ismi henüz belli değil. Film çok büyük ihtimalle 2017 Mart ayında vizyonda olacak. Guardians of the Galaxy 2: Senaryo kıtlığından çizgi-romanlara sarılan senaristler, daha da ileri gidip yazdıkları senaryoların da dışına çıkamayıp aynı hikayelerin devam filmleriyle ayakta durmaya çalışıyorlar. 2014 yılında vizyona giren ve kadrosunda Vin Diesel, Bradley Cooper, Zoe Saldana, Benicio Del Toro gibi yıldızları bulunduran ilk film 700 milyon $’lık hasılatıyla göz doldurmuştu. Marvel’in kıyıda köşede kalmış bir hikayesi olan Guardians of the Galaxy tüm dünyada öyle sükse yaptı ki, belli bir hayran kitlesinin oluşacağı ve böylece devam filmlerinin çekileceği çok belliydi. İkinci filmin yönetmeni ve senaristi ilk filmde olduğu gibi yine James Gunn olacak, oyuncu kadrosu ise henüz belirlenmiş değil. Film yüksek ihtimalle 2017 Mayıs ayında gösterime girecek. Wonder Woman: Wonder Woman: DC Comics’in uçan, kaçan, gelen kurşunları karşılayıp bir de rakibine geri gönderen ve en önemlisi Batman’e sırılsıklam aşık olan kadın kahramanı Wonder Woman, daha önce hiç beyaz perdeye aktarılmayan nadide eserlerden biri. Batman V Superman: Dawn of Justice filminde de boy gösterecek olan Wonder Woman’a, yine aynı filmde kahramanı canlandıracak olan Gal Gadot hayat verecek. Haziran 2017’de gösterime girecek olan filmin yönetmenliğini ise, Game of Thrones, Breaking Bad ve The Walking Dead gibi dev yapımların yönetmeni ve yapımcısı Michelle McLaren üstlenecek. Fantastic Four 2: Marvel Comics yine bir devam filmiyle daha karşımızda. Öyle ki daha ilk filmi gösterime girmeden ikinci filmin planlarını yapmaya başlayan senaristler, işi yıllar öncesinden sağlama almaya başlıyorlar. 2015 yazında gösterime girecek Fantastic Four’un ilk filminden iki yıl sonra yine yaz aylarında gösterime girecek olan devam filminin yönetmeni büyük ihtimalle ilk filmdeki gibi Josh Trank olacak. Fantastik Dörtlü’yü canlandıracak olan oyuncu kadrosu ise yine ilk filmde olacağı gibi, Miles Teller, Kate Mara, Jamie Bell ve Michael B. Jordan’dan oluşuyor.
50
KULTURA
Spider-Man Devam Filmi: Geldik Marvel’in en bilindik, en zıpır, en fırlama ve ekmeği en çok yenen ultra süper kahramanı Örümcek Adam’a. Daha önce defalarca beyaz perdeye uyarlanan, animasyon filmleri yapılan, dünya çapında hatrı sayılır bir hayran kitlesine sahip olan Spider-Man’in planlanan yeni filminin ismi henüz belli değil. Sony ve Marvel’in işbirliğiyle prodüksiyonu yapılan filmin önce 2016 yılında gösterime girmesi planlanıyordu. Ancak Sony’nin yapımcılığını üstlendiği bir başka çizgi-roman uyarlaması The Sinister Six Movie’nin gösterime girme tarihi 2018’den 2016’ya çekilince, Spider-Man’in gösterimi 2017’ye kaldı. Filmin yönetmenlik koltuğunda bir zamanların fenomen dizisi Lost’ta birkaç bölüm senaryo yazarlığı da yapan, The Cabin In The Woods filminin de yönetmeni olan Drew Goddard oturacak. Peter Parker’ı ise kimin canlandıracağı hala kesinlemiş değilse de, söylentilere göre yapımcılar Logan Lerman ve Dylan O’Brien arasında bir karar verecekler.
Thor: Ragnarok: İskandinav mitolojisinin en büyük tanrısı olan Thor, bir Marvel karakteri olarak ilk kez 1962’de karşımıza çıktı. Çekiciyle Marvel aleminde bir fenomene dönüşen Thor, ilk olarak 2011 yılında sinemaya uyarlandı ve Thor’u Chris Hemsworth, babası Odin’i ise Anthony Hopkins canlandırmıştı. İlk filmin gördüğü ilgiye dayanarak iki yıl sonra devam filmi geldi ve başroller elbette ki değişmedi. 2017 yılında gelecek üçüncü devam filminde ise henüz sadece başrol Hemsworth dışında kadroda kimse kesinleşmiş değil. Yönetmeninin de hala belli olmadığı filmin gösterim tarihi Kasım 2017 olarak duyuruldu.
Justice League, Part 1: Son yıllarda tek kahramanlı filmler yerine kendi alemlerinin birçok kahramanını bir araya getirerek önümüze yeni ve özgün hikayeler (!) sürme çabasında olan DC ve Marvel, bir sürü kahraman ve dolayısıyla bir sürü ünlü oyuncunun aynı filmde olduğu yapımlara gösterilecek yoğun ilginin farkında. Justice League de tam böyle bir yapım. DC aleminin en önemli kahramanlarının bir arada bulunduğu Justice League hikayesi, ilk olarak 1960’ta yayımlandı. Bünyesinde Superman, Batman, The Flash, Aquaman, Wonder Woman gibi çok önemli kahramanları besleyen Justice League daha önce hiç sinemaya uyarlanmadı. 2017 Kasım ayında gösterime girecek olan ilk filmde Superman’i Batman V Superman: Dawn Of Justice Henry Cavill, Batman’i yine aynı filmden Ben Affleck, Wonder Woman’ı ise yine Gal Gadot canlandıracak. Filmin yönetmen koltuğu ise Zack Snyder’e emanet.
KULTURA
51
2018
The Flash: DC Comics alemine 1940’ta Jay Garrick olarak katılan Flash karakteri, günümüzde Barry Allen olarak yaşamını sürdürüyor. Beyaz perdeye hiç uyarlanmayan, ancak geçtiğimiz yıl TV dizisi olarak izleyici karşısına çıkan süper kahraman, bir patlama esnasında kendisine şimşek çarpınca hücreleri müthiş bir hızda yenilenen süper hızlı bir karaktere dönüşür. Daha önce 1990’da yine 22 bölümlük bir dizi olarak yayınlanan Flash, Batman V Superman: Dawn of Justice filminde de karşımıza çıkacak. Süper kahramanı beyaz perdede 1992 doğumlu Ezra Miller’ın canlandırması bekleniyor. Yönetmeninin henüz belirlenmediği film 2018’in Mart ayında gösterime girecek. Aquaman: İlk olarak 2016’da Batman v Superman: Dawn of Justice filminde ardından 2017’de The Justice League, Part 1’de karşımıza çıkacak olan Aquaman, suda yaşayan canlılara mızrağıyla hükmeden bir süper kahraman. Smalville dizisinde de birkaç bölüm izleyici karşısına çıkan Aquaman henüz sinemaya uyarlanmamış DC Comics karakterlerinden biri. Süper kahramanı Batman v Superman: Dawn of Justice ve The Justice League, Part 1’de olacağı gibi yine Game of Thrones’un Khal Drogo’su Jason Momoa canlandıracak. Yönetmeninin henüz belirlenmediği filmin 2018 yılının Temmuz ayında gösterime girmesi bekleniyor.
52
KULTURA
Captain Marvel: Okuyucu karşısına ilk olarak 1939’da çıkarılan Captain Marvel, süper güçlü, dayanıklı, geleceği görebilen, uçabilen ve insanları hipnotize edebilen bir süper kahramandır. Marvel’in ilk Captain Marvel’i kanserden ölmüş, ardından kadın kahraman Ms. Marvel olarak yıllar sonra geri gelmiştir. Kahramanı henüz kimin canlandıracağının belli olmadığı filmin yönetmeni ve diğer oyuncu kadrosu da belirlenmiş değil. Marvel Comics, filmin Temmuz 2018’de gösterime gireceğini duyurdu.
Black Panther: Çizgi-roman meraklılarının en sevdiği süper kahramanlardan biri olan Black Panther de sonunda sinemaya uyarlanacak. Amerikan çizgi-roman kültürünün ilk siyahi süper kahramanı olan Black Panther, 1966’da siyahilerin haklarını savunmak için kurulan devrimci Kara Panter Partisi’nden esinlenerek yaratıldı. Marvel’in ilk olarak Captain America: Civil War filmiyle sinema severlerin karşısına çıkaracağı kahramanı yine aynı filmde olacağı gibi Chadwick Boseman canlandıracak. Filmin kötüsü Ulysses Klaw’ı ise Avengers: Age of Ultron’da olacağı gibi Andy Serkis’in canlandıracağı hemen hemen kesin gibi. Marvel Comics filmin Kasım 2017’de sinema salonlarında gösterime gireceğini duyurdu.
Avengers: Infinity War, Part 1: Yapımcıların sıkı sıkı sarıldığı Avengers serisinin üçüncü devam filmi olan Infinity War, Part 1, adından da anlaşılacağı gibi daha sonra piyasaya sürülecek olan Part 2’nin de habercisi. Avengers: Age of Ultron’da da Iron Man’i canlandıracak Robert Downey Jr.’ın büyük ihtimalle tekrardan aynı kahramanı canlandıracağı filmin henüz kadrosu belirlenmiş değil. Ancak söylentilere göre bu kez hikayede çizgi-roman serisinin meşhur Mad Titan’ı Thanos da kadroya katılacak. Serinin hayranları 2012 yapımı The Avengers’ta jeneriğin ardından bonus sahnede görünen Thanos’u Damion Poitier’in canlandırdığını hatırlayacaktır. Serinin üçüncü filmi için bu bir ipucu olarak görülebilir. Filmin 2018 yılının Mayıs ayında gösterime girmesi bekleniyor.
KULTURA
53
2019
Shazam: İsmi, Captain Marvel’ın güçlerini aldığı tanrıların isimleri olan Solomon, Hercules, Atlas, Zeus, Achilles ve Mercury’nin baş harflerinden oluşan Shazam, Captain Marvel’a güçlerini bahşeden büyücüdür. Yine hiç beyaz perdeye uyarlanmamış olan Shazam, yapımcılar için el değmemiş bir konu. Filmde şimdilik sadece Black Adam’ı canlandıracak olan Dwayne Johnson’ın oynayacağı kesin gibi. Dwayne Johnson filmle ilgili geçtiğimiz aylarda “Shazam beklediğimizden biraz daha erken tamamlanabilir. Senaryo çalışmaları devam ediyor. Bu film Black Adam karakteri için mükemmel bir fırsat. Kötü bir adam olarak başlayan Black Adam anti-kahramana dönüşecek. Onu biraz vahşi ve cazibeli bir hale sokabiliriz.” açıklamasını yapmıştı. Ne yönetmeni ne de diğer oyuncularının henüz belli olmadığı Shazam’ın Nisan 2019’da gösterime gireceği duyuruldu. Justice League, Part 2: İlki 2017’de salonlara gelecek olan Adalet Birliği filminin devamı olan Part 2, yine tanıdığımız en meşhur süper kahramanlar Batman, Superman, Aquaman ve Wonder Woman’ı tekrardan bir arada göreceğimiz bir film. Serinin ikinci filmi yine Zack Snyder tarafından yönetilecek. Kadroda ise bir değişiklik yok. Superman Henry Cavill, Batman Ben Affleck, Wonder Woman Gal Gadot tarafından canlandırılacak. Filmin 2019 yılının Haziran ayında gösterime girmesi planlanıyor. 54
KULTURA
Avengers: Infinity War, Part 2: Serinin dördüncü ve şimdilik son filmi gibi gözüken Avengers: Infinity War, Part 2, Marvel’in 2019 için duyurduğu iki filminden biri. İlk başta Avengers 3 olarak tasarlanan film daha sonradan Infinity War: Part 1 ve Part 2 olarak bölünmüştü. Yönetmenlerinin yine ilk filmdeki gibi Anthony Russo ve Joe Russo olacağı belirlenen filmde kadro yine kesinleşmedi. Part 1’in devamı niteliğindeki filmin konusu da dolayısıyla yine duyurulmuş değil. Part 2 de Part 1 gibi yine Mayıs ayında gösterime girecek.
Inhumans: Marvel evreninin süper güçlere sahip, Atillan şehrinde yaşayan ırkı Inhumans, Black Bolt, Medusa, Karnak, Triton gibi üyeleri bünyesinde barındırıyor. İlk olarak 1965’te okuyucuyla buluşan Inhumans, seyirci karşısına ilk kez 2019 yılının Kasım ayında çıkacak. Oyuncu kadrosu ve yönetmeni henüz belirlenmeyen filmde Black Bolt’u Vin Diesel’in oynayacağı söylentileri kulislerde dolaşıyor.
2020
Green Lantern: Elindeki bir yüzükle saf enerjiyi maddeleştirebilen süper kahraman Yeşil Fener, DC Comics tarafından ilk kez 1940 yılında okuyucu karşısına çıkartıldı. 2011 yılına kadar beyaz perdeye yansımayan Green Lantern, 2011’de Martin Campbell yönetmenliğinde sinemaya uyarlandı. Bu filmde baş karakter Hal Jordan’ı Ryan Reynolds canlandırmıştı. 2020 Haziran’ında izleyici karşısına çıkacak olan filmde ise yönetmen ve oyuncu kadrosu ile ilgili bir belirlilik söz konusu değil. Ancak Hal Jordan karakterini Chris Pine’ın canlandıracağı haberleri sosyal medyada dolaşmaya şimdiden başladı bile. Cyborg: Bilimadamı olan ebeveynleri Silas ve Elinore Stone tarafından zeka geliştirme projelerinde kullanılan Victor Stone’un hikayesini anlatan Cyborg, 2020 yılında kendi filmiyle ilk kez sinemaseverlerle buluşacak. 2016 yılında gösterime girecek olan Batman V Superman: Dawn of Justice’de de izleyici karşısına çıkacak olan Cyborg’u, yine bu filmde de olduğu gibi Ray Fisher canlandıracak. Filmin yönetmeni ve oyuncu kadrosu ise yine belirlenmiş değil. Cyborg, 2020 Nisan ayında sevenleriyle buluşacak.
KULTURA
55
Sessiz, sakin ve bir o kadar da doğal bir yer arıyorsanız eski bir Karya yerleşimi olan Datça geçmişten günümüze kadar koruduğu doğal güzelliği ile sizleri bekliyor… Son yıllarını burada geçiren ünlü şair Can Yücel’in de dediği gibi mekanınız Datça olsun…
Geçen ay Karadeniz’in bir başka yüzü olan Batum’dan sonra bu ay da Ege ve Akdeniz’i ayıran Datça’ya sizi misafir ediyoruz. Misafir ediyoruz dediğim bu yazıyı Datça’da kaleme aldığım için. Büyük ihtimalle Bodrum’un adını duydunuz, keza Marmaris’i de ama Datça’nın adını duyduğunuzu pek sanmıyorum ya da yerini bildiğinizi. Ülkemizde hemen hemen herkes Bodrum ve Marmaris’i bilir ama genellikle Datça’yı bilmez. Bu iki önemli turizm merkezi arasında yer alan ve Akdeniz ile Ege Denizi’ni birbirinden ayıran yarımada ise Datça’dır. Doğal güzelliği, koyları ve sakinliği yanında Knidos gibi antik kentleri ile tarihten bu güne odaklanan bir yerleşim yeri olarak öne çıkar bu sevimli ilçe. Öncelikle yazımıza Datça’ya nasıl gidebileceğinizi anlatarak başlayalım. Datça’ya kara yolu ya da uçak ve feribot aktarmalı olarak gönlünüz ve keyfiniz nasıl isterse öyle gelebilirsiniz. Ulaşım için gerekli tarifi yazı içindeki kutuda ayrıntılı olarak bulabilirsiniz. Biz şimdi detaylarla sizi sıkmadan Datça turumuza başlayalım isterseniz.
Merkezden denize gir
Datça’ya yaz aylarında ilk defa gelen turistler genellikle nerede denize girebileceklerini sorar. Burada yaşayanların cevabı ise her yerde olur. Evet Datça’da her yerde denize girebilirsiniz. Düşünsenize İstanbul’da yaşayıp denizi görse de giremeyen milyonlarca insan var. Ama burası öyle
58
KULTURA
değil. Yeni mi geldiniz? bırakın eşyaları ve hemen sahilden denize girin, hem de Mavi Bayrak’lı bir denize. Sahilde hastane altı, kumluk ve taşlık olmak üzere üç mekan sizi bekliyor. Evet Datça böyle bir yer, merkezde denize girme fırsatı tanıyan kaç yer biliyorsunuz? Merkezi birçok Anadolu ilçesindeki gibi küçük bir mecburiyet caddesinden oluşuyor. Ama yazın hareketlendiği için bu küçüklük çok da göze batmıyor. Eğer denize taşlık kumsalında girerseniz buradaki Ilıca Gölü’nün etrafında dolaşmayı ve buradaki parkı da es geçmeyin deriz. Yine merkezdeki liman yanında antik tiyatroya da göz atmayı unutmayın. Datça merkez dışında köyler ve koyları yanında doğal güzelliği ile ön plana çıkıyor.
Çok sayıda bük var
Datça’da ellinin üzerinde birbirinden güzel koy ve bük yer alıyor. Bu koylardan Gökçeler Bükü, Küçük Çatı, Çatı, Kızılağaç, Alavara, Çakal, Damlacık, Mersincik, Murdala, İskandil ve Bodrum feribotunun kalktığı ve yanaştığı Körmen Ege Denizi’ne bakıyor. Merkeze en yakın olana Kargı yanında Palamut Bükü, Akvaryum, Akça Bük, Kuru Bük, Ova Bükü, Hayıt Bükü, Kızıl Bük, Domuz Bükü, Karaincir, Sarı Liman, Kara Bük, Çiftlik, Kuruca Bük, Günlücek ve Lindos ise Akdeniz’e bakıyor. İster aracınızla ister köy minibüsleri isterseniz de yat turları ile bu koy ve bükleri gezme şansınız bulunuyor. Eğer vaktiniz varsa kesinlikle bir tekne turunu es geçmeyin deriz.
Taş evleri ile ayrı bir dünya
Datça, merkez ve koylar dışında köyleri ve diğer güzellikleri ile de dikkat çeken bir yer. Koylar ve bükler dışında da çok sayıda gezilecek mekanı içinde barındırıyor. Bu köylerden en çok öne çıkanlardan biri ise Eski Datça, Son yıllarda turizmin dikkat çekici mekanlarından biri olan Eski Datça, taş evleri ve şirin mimarisi ile dikkat çekiyor.
BAŞKA TÜRLÜ BİR ŞEY Datça denilince ilk akla gelen isimlerden biri de kuşkusuz Türk edebiyatının ünlü şairi Can Yücel. Bir dönem Milli Eğitim Bakanlığı yapan Hasan Ali Yücel’in oğlu olan Can Yücel. 1926 yılında doğdu. Ankara ve Cambridge üniversitelerinde Latince ve Yunanca okudu. Çeşitli elçiliklerde çevirmenlik, Londra’da BBC’nin Türkçe bölümünde spikerlik yaptı. Askerliğini Kore’de yaptı. 1958’de Türkiye’ye döndükten sonra bir süre Bodrum’da turist rehberi olarak çalıştı. Bölgeyi yavaş yavaş tanımaya başlayan şair yaşamının son döneminde ise Datça’ya yerleşti. Buralara kadar geldikten sonra şairin Eski Datça’daki evini de ziyaret edebilirsiniz. 12 Ağustos 1999’da vefat eden şair “Mekanım Datça olsun” diyerek şiirinde de belirttiği gibi vasiyeti üzerine Datça’ya gömüldü. Başka türlü bir şey
Özellikle fotoğraf meraklılarının abartısız bir gün boyunca fotoğraf makinesini elinden düşürmeden gezdiği köyde şirin kafeler ve lokantalar da yer alıyor. Şair Can Yücel’in evi de yine burada. Kafe ve lokantalar yanında el sanatları ile uğraşan hediyelik eşya ve atölyeler de yine görülmesi gereken yerler arasında yer alıyor. Çeşitli hediyelik eşyalar yanında kendi tezgahlarında dokudukları ipekten ürünleri Caria Silk markası ile satan Datça Sanat’a da göz gezdirebilirsiniz.
Yel değirmenlerine karşı
Eski Datça ardından Reşadiye, Hızırşah ve Kızlan gibi köyleri ve yerleri de es geçmemekte fayda var. Hızırşah’ta Selçuklulardan kalma Hızırşah camisi görülebilir. Bunun yanında Reşadiye’deki Türk mimarisinin güzel örneklerinden biri olan Mehmet Ali Ağa Konağı’nı da görmelisiniz. Tabii biraz daha gezmek isterseniz sizi bu sefer de yel değirmenlerine götürmek isteriz. Eğer fotoğraf çekmeyi seviyorsanız makinenizi yanınıza almadan Kızlan’a gitmeyin. Bölgeyi bilmeyen okuyucularımız için yine kısa bir not olarak eğer aracınız varsa Eski Datça ve bu köyleri bir günde doya doya gezebileceğinizi belirtelim. Bu civarda son olarak
başka türlü bir şey benim istediğim ne ağaca benzer, ne de buluta burası gibi değil gideceğim memleket denizi ayrı deniz, havası ayrı hava.. bir başka yolculuk dalından düşmek yere yaşadığından uzun bir tatlı yolculuk dalından inmek yere ağacın yüksekliğince dalın yüksekliğince rüzgarda ve bir yeni ömür vardığın çimen yeşilliğince nerde gördüklerim nerde o beklediğim rengi başka tadı başka..
KULTURA
59
Kızlan tarafına giderken Marmaris yönünde sağ tarafınızda kalan Datça Şarap tesislerini de gezilecek yerler listesine ekleyebilirsiniz.
Knidos
Eğer arkeolojiye ilgi duyuyorsanız Datça’da biri Knidos diğeri de Eski Knidos (Burgaz) olmak üzere iki ören yerini de görmenizi tavsiye ederiz. Kökeni Dor’lara kadar uzanan Knidos antik şehrinde kent surları yanında, küçük tiyatro, Dor Tapınağı, Demeter kutsal alanı, Nekropol gibi çok sayıda özel alanı görme şansınız var. Bu tarihi antik kent ünlü matematikçi, astronom ve filozof Eudoksos yanında İskenderiye Feneri’nin mimarı Sostratos gibi adını anmadığımız çok sayıda ünlü ismin de bir dönem yaşadığı bir yer. Bir diğer ören yeri ise merkeze 2 km uzaklıktaki Eski Knidos ya da Burgaz. İster araçla isterseniz de sahilden yürüyerek gidebildiğiniz bu ören yerinde ise Helenistik dönemden bu yana çeşitli kalıntılar sizi bekliyor.
60
KULTURA
Datça’ya nasıl gidilir? Datça, yolun en sonundaki nokta olarak ne yazık ki biraz uzak bir yer. O yüzden insanlar pek fazla burayı bilmiyor ve gelmiyor. Datça’ya karayolu ile ya da en yakında bulunan Bodrum ve Dalaman havaalanlarını kullanarak uçak aktarmalı gelmeniz mümkün. İstanbul tarafından gelecekseniz Yalova, Bursa, Susurluk, Salihli, Nazilli; Muğla ve Marmaris üzerinden yaklaşık 13 saatlik bir yolculuk ile Datça’ya ulaşabilirsiniz. Aynı şekilde Ankara’dan gelmek isterseniz de Afyon, Denizli, Muğla ve Marmaris güzergahını izleyebilirsiniz.
Dalaman aktarmalı Tabii 12 ya da 13 saatlik bu uzun yolculuklar yerine uçak aktarmalı gelmek de mümkün Datça’ya. Datça’da bir hava alanı yok. En yakın havaalanı Bodrum ve Dalaman’da yer alıyor. İstanbul ve Ankara’dan THY ve Pegasus’un yıl boyunca her iki hava alanına da seferleri bulunuyor. Dalaman üzerinden Datça’ya gelmek için Transfer Datça adlı servisi kullanabilirsiniz. Ya da önce Marmaris’e ardından da Datça’ya aktarmalı olarak gelme şansınız da var. Dalaman’dan Datça’ya direkt olarak 2,5 saatte aktarmalı olarak ise 3,5 saatte ulaşmanız mümkün.
Bodrum aktarmalı Az önce de belirttiğimiz gibi Bodrum üzerinden de Datça’ya gidebilirsiniz. Hem karayolu hem de feribotu tercih edebilirsiniz ama karayolu oldukça zorlu bir etap tatile giderken yolda harap olmayın deriz. En azından Bodrum üzerinden gelecekseniz
ulaşım için THY ve Pegasus’un uçuşları dışında Ulusoy, Varan, Pamukkale, Metro ve Kamilkoç gibi otobüs firmalarının düzenli seferleri bulunuyor. Bu firmaların bilgilerine kolayca erişebilirsiniz. Ama biz buraya ulaşımda çok da bilinmeyen iki transfer firmasına ait bilgileri de sizinle paylaşıyoruz.
feribotu kullanmanızı öneririz. Yalnız bir önemli bir not. Bodrum ve Datça arasında iki saat süren seferler gün içinde biri sabah biri de akşam olmak üzere iki kez düzenleniyor. Buna göre planlamanızı dikkatli yapmanızı tavsiye ederiz. Aksi halde feribotu kaçırabilirsiniz. Datça’ya
Ne diyelim, Datça’da buluşmak üzere… Transfer Datça www.transferdatca.net 0252 712 81 80 Bodrum Feribot İşletmeciliği www.bodrumferryboat.com 0252 316 0882
Ne yemeli, ne almalı? Datça ile ilgili olarak bir şeyler okuduğunuzda klasik bir şekilde bal, balık ve badem önerilerini görürsünüz. Ama şunu söyleyelim balık yerine o B’yi bük ile değiştirmek daha doğru olur. Eskiden balık varmış ama günümüzde o kadar da adını anacak gibi değil. Evet öncelikle bu üçünü aklınızda tutun. Bunun yanında Datça’ya 10 yıl önce yerleşen Müberra ve Yaşar Aydoğan çiftinin kendi y e t i ş t i rd i k l e r i ipek böceğinden elde ettikleri Caria Silk markalı ürünlere de bir göz atabilirsiniz. Eğer farklı ve özel bir şey istiyorsanız Eski Datça’daki Datça Sanat’ta sizleri bekliyor. Yazının içinde de söz ettiğimiz gibi Datça Şarabı da es geçilmemesi gereken yerel lezzetler arasında bulunuyor. Eğer şanslı iseniz çiçek dolması ile bademli köfteyi de tatmadan gelmeyin deriz.
KULTURA
61
Sonsuza Kadar Natasha Boyd Meşhur best-seller serisi Eversea’nin ikinci kitabı Sonsuza Kadar (Forever), Hollywood yıldızı Jack Eversea’nin hikayesini anlatmaya devam ediyor. Serinin ilk kitabı Aşka Var Mısın’da kendisini aldatan sevgilisinden kaçıp küçük bir kasabaya gelen ve burada Keri Ann ile tanışan Jack Eversea, serinin ikinci kitabında kasabaya geri dönüyor ve Jack ile Keri’nin aşk hikayeleri devam ediyor. Yurtdışında Kasım 2013’te yayımlanan Natasha Boyd romanı, Yabancı yayınlarından Filiz Tülek’in çevirisiyle Türk okuyucusuyla buluşuyor.
Puslu Kıtalar Atlası İlban Ertem Yaşayan en büyük Türk romancılarından biri olan İhsan Oktay Anar’ın ilk ve efsanevi romanı olan Puslu Kıtalar Atlası 1995 yılında yayımlanmıştı. Kitabın yayımlanmasının 20. yılında efsanevi Gırgır Dergisi’nde 1970’li yıllarda karikatürler çizen İlban Ertem, Puslu Kıtalar Atlası’nı çizgiroman halinde okuyucuların beğenisine sundu. 5 yıllık bir emeğin sonunda ortaya çıkan eser, zaten masalsı bir anlatıma sahip olan romanı iyice destanlaştırdı. İhsan Oktay Anar romanlarının anlatımı kadar görselliğinin de çok kuvvetli olduğunu söyleyen İlban Ertem’in bu eseri, İletişim Yayınları’nın baskısı ile kitapçılarda yerini aldı.
Franck Derrick ve Sıradışı Yaşamı J. B. Morrison Aynı zamanda bir punk rock sanatçısı olan Jim Bob Morrison, bu kitabında 81 yaşındaki Frank Derrick’in olağan dışı yaşamını anlatıyor. Frank Derrick yaşadığı kasabada kedisi Bill ve kasabanın diğer yaşlılarıyla sıradan yaşamını sürdürürken bir gün yaşlı adama bir kamyon çarpar ve Derrick’in yaşamı sıradanlığını kaybeder. Kendisine bakmayı üstlenen hemşiresine aşık olan Frank Derrick, kolunun alçıdan çıkmasını hiç istemeyecektir artık. Hemşire Kelly, Frank’e dünyanın evinin dört duvarlarından ibaret olmadığını hatırlatır. Kitap Irmak Bircan tarafından İngilizce’den dilimize çevrildi ve Hitkitap Yayıncılık tarafından piyasaya sürüldü.
62
KULTURA
Uzun Yürüyüş Ayhan Geçgin Gençlik Düşü ve Son Adım romanları ile edebiyat dünyasında isminden bahsettiren, 1970 doğumlu ODTÜ Felsefe mezunu Ayhan Geçgin’in bu romanı, Şehir ve Dağ olarak iki bölümden oluşuyor. Kitaptaki kahramanın ismi yok. İsmi sorulduğunda bazen Erkan oluyor, bazen Mahmut. Amaçsız, yalnızca gitmek, yalnız başına kalmak isteyen biri kahramanımız. Bir sabah evinden çıkarak başlıyor uzun yürüyüşüne ve her şeyi geride bırakıyor. Ayhan Geçgin’in bu son romanı Metis Yayınları’ndan yayımlandı.
İstanbul İstanbul Burhan Sönmez Masumlar ve Kuzey romanlarıyla Türk kitapseverlerinin beğenisini kazanan Burhan Sönmez bu son romanında, yine masalsı bir üslupla bu kez de İstanbul’u anlatıyor. Kentteki zamanı geçmiş ve bugün olarak değil, yerin altındaki ve üstündeki zaman olarak ikiye ayırıp, kentin yer altındaki işkencelerine indiriyor okuru. Kitabın dört anlatıcısı Öğrenci Demirtay, Berber Kamo, Doktor ve Küheylan Dayı, farklı hayallere ve hayatlara sahipler ancak aynı işkenceleri görüyorlar.Dört kişilik zindanda, işkenceden sonra ısınmak ve hayatta kalabilmek için birbirlerine hikayelerini anlatıyorlar. Yalnız hikayelerin tek bir şartı var: İstanbul’da geçmesi. Günümüzün en iyi hikaye anlatıcılarından biri olan Burhan Sönmez’in bu son romanı İletişim Yayınları sayesinde okuyucuyla buluştu.
Kaçan Şehir Hovhannes Tekgyozyan Ermenistan edebiyatının Türkiye’de yayımlanan ilk örneği olan Kaçan Şehir, iki ülke halklarını edebiyat yoluyla yakınlaştırma yolunda atılmış önemli bir adım. Ermenistan’ın başkenti Yerevan’ın metropolleşme adı altında kültürünün ve çehresinin değişimini, bu değişimin sokaklardan ve caddelerden çok içinde yaşayan halkı etkilemesini ve anlatıcı yazarın bu değişim karşısında duyduğu endişeyi anlatan kitap, Ayrıntı Yayınları Yeraltı Edebiyatı Serisi’nden ve Sevan Deirmendijan’ın çevirisiyle Türk okuru ile buluşuyor.
KULTURA
63
Bakır Gök Emiliano Monge Meksikalı yazar Emiliano Monge’nin dilimize çevrilen ilk romanı Bakır Gök’te yazar, “Meksika’nın tarihini üzeri beyaz örtüyle kaplanmış bir duvar gibi canlandırır zihninde ve bu örtüde açtığı ufak tefek deliklerden okurun geri kalanı tahmin etmesini” ister. Kitabın baş kahramanı German Alcantra’nın hikayesi, insanların azgın, soğuk ve her taşın altına sinmiş olan şiddeti doğumundan itibaren içselleştirdiği coğrafyadaki yaşamı anlatır bizlere. Latin Amerika’nın en önemli yazarları arasında gösterilen genç romancı Emiliano Monge’nin bu cesur romanı, Yapı Kredi Yayınları aracılığıyla ve Saliha Güler’in çevirisiyle okuyucunun beğenisine sunuluyor.
Türklerin Tarihi İlber Ortaylı Memleketin en popüler ve aynı zamanda en birikimli tarihçilerinden biri olan İlber Ortaylı, bu son kitabına göçebe bir kavim iken Ortadoğu’nun en büyük medeniyetlerinden birini kuran Türk milletinin kaynağı ile ilgili hala süregelen tartışmalarla başlıyor. Ardından Türklerin Anadolu’ya göç etmesi, buradaki milletleri Türkleştirmesi, bu topraklara ne zamandan beri “Türkiye” dendiği konularıyla devam ediyor. Orta Asya’nın çorak bozkırlarından, Avrupa’nın kapılarına kadar dayanan bir medeniyetin köklü hikayesini İlber Ortaylı’nın kendine özgün anlatımıyla bizlere sunan kitap, Timaş Yayınları’ndan çıktı ve kitapçılarda yerini buldu.
Yoksa Sen Benim En İyi Arkadaşım Mısın Murat Saat Halihazırda Sincan F Tipi Cezaevi’nde siyasi nedenlerden dolayı müebbet hapis cezasını çekmekte olan mahkum Murat Saat, 1992 yılından beri hapishanede. Yazarın öykülerini derlediği ilk kitabı Yoksa Sen Benim En İyi Arkadaşım Mısın’da Murat Saat, demir parmaklıklar ardında olmasına rağmen özgür insanların bile unuttuğu kelimelere bambaşka bir üslupla can vererek, dış dünyayı ve hayatı ne kadar yoğun hissettiğini gösteriyor bizlere. Yazara Uluslararası Ankara Öykü Günleri Derneği 2014 Öykü Ödülü’nü kazandıran Yoksa Sen Benim En İyi Arkadaşım Mısın, Dedalus Yayınları tarafından yayımlandı.
64
KULTURA
Demir Konsey China Miĕville Son dönem bilim-kurgu yazarları arasında öne çıkan isimlerden biri olan China Mieville’in Yara, Kraken: Bir Canavarın Anatomisi romanlarının ardından dilimize çevrilen üçüncü romanı olan Demir Konsey, 2005 yılında yayımlandı ve yazara Arthur C. Clarke ödülünü kazandırdı. Roman, yönetimde olan mevcut diktatör düzene karşı direnen çetelerin ve örgütlerin hikayesini anlatıyor. Perdido Sokağı İstasyonu ve Yara’nın ardından, Yeni Crobuzon üçlemesinin son kitabı olarak yayımlanan Demir Konsey, çok katmanlı, politik sınırları zorlayan ve lirik bir anlatıma sahip bir roman. Kitap yazarın diğer romanlarında olduğu gibi Yordam Kitap tarafından yayımlanıyor.
Gollik Hayko Bağdat Hayko Bağdat, son kitabı Gollik’te herkesi kendi Gollik halleri ile yüzleşmeye davet ediyor. “Unutmayın,” diyor yazar, “İnek Şaban ile Gollik aynı mahallenin çocukları. Aynı şey için mücadele ediyorlar. Dertleri insan olmak, insan kalmak olan iki iyi insan. Şimdilerde mumla aradığımız cinsten. İnsanlık hallerimiz bozulmasın, masa dağılmasın diye çabalayan. Biri Türk, biri Ermeni. İkisi de Türkiyeli… Şabanları çok sevdik, çünkü Şabanlar bir çocuk kadar dürüsttüler, temizdiler, bagajsız ve hakikiydiler. Severlerse tam severlerdi Şabanlar, isterlerse herkes için isterlerdi. Kazanırlarsa herkesle bölüşürlerdi, yumruk atmayı bilmeseler bile en önde girerlerdi doğruluğuna inandıkları kavgaya. Eğer Şabanları sevdiysek, gollikleri de seveceğiz demektir. Üstelik gollik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz bugünlerde…” Gollik, yazarın ilk kitabı Salyangoz gibi İnkılap Kitapevi tarafından piyasaya çıkarıldı.
Yaşam ve Ölüm Yorgunu Mo Yan Kendisinden sürekli “Mo Yan denilen şu yazar” diye bahseden, gerçek adı Guan Moye olan fakat Çince’de “Sakın konuşma” anlamına gelen Mo Yan mahlasını kullanan yazar, Türkçeye çevrilen üçüncü kitabı Yaşam ve Ölüm Yorgunu’nda 1950’lerde başlayan bir reenkarnasyon hikayesini anlatıyor. İsveç Akademi’sinin “sanrısal gerçekçilikle halk hikâyelerini, tarihi ve şimdiyi kaynaştırma” gerekçesiyle 2012 Nobel Edebiyat Ödülü’nü layık gördüğü Çinli yazarın bu romanı 43 günde yazılmış 936 sayfalık gerçek bir kara komedi. Mao Zedong’un toprak reformuyla birlikte iktidarı ele geçiren köylüler tarafından infaz edilen bir toprak ağası olan Ximen Nao, neden idam edildiğini itiraf etmesi için Cehennem Bekçisi Yama tarafından işkenceye layık görülür. Ancak ısrarla masum olduğunu söyleyince reenkarnasyonla dünyaya geri döner. Fakat bu kez insan değil, bir eşek olarak. Yazarın diğer romanlarını da okuyucuyla buluşturan Can Yayınları, kitabı yine Erdem Kurtuldu çevirisiyle okuyuculara sunuyor.
KULTURA
65
Furious 7 (Hızlı ve Öfkeli 7) Kimi sinema filmlerinde aktörler yapımdan daha fazla öne çıkar. Hızlı ve Öfkeli serisinde olduğu gibi. İlki 2001 yılında giren film, başarılı bir kurgu yanında heyecan ve adrenalin dolu sahneleri ile seyirciyi kendisine bağlamayı bildi. 38 milyon dolara mal olan film, ilk haftasında maliyetini çıkarırken toplamda ise 200 milyonluk gişe başarısına ulaştı. Konusu ve oyunculuğu ile bir seri haline gelmeyi başaran yapımda Vin Diesel (Dominic Toretto), Paul Walker (Brian O’Conner) ve Dwayne Johnson (Luke Hobbs) gibi isimler öne çıkarken kuşkusuz Paul Walker bu film ile ölümsüzlüğü yakaladı. Tıpkı asi gençlik filmi ile özdeş olan ve genç yaşta ölümsüzlüğe ulaşan James Dean gibi. Hızlı ve Öfkeli serisinin yedinci filminin çekimleri sürerken filmin başrol oyuncusu Paul Walker 30 Kasım 2013’te bir araba kazası geçirdi ve öldü. O günlerde bu olay tam bir şehir efsanesine döndü. Walker’ın ölmediği, filmin daha fazla gişe yapması için bunu bir halkla ilişkiler projesi olduğu yönünde pek çok şey yazıldı çizildi. Ama yapımcı şirketin önce çekimlerine ara vermesi ardından da filmin senaristi olan Chris Morgan’ın çekimin devam etmesi için getirilen önerileri kabul etmemesi ile birlikte film bir çıkmaza girdi. En sonunda ise geçen yılın başına gelindiğinde iki farklı açıklama geldi. İlkinde Paul Walker karekterini kardeşleri Caleb ve Cody’nin oynayacağı açıklandı. İkincisinde ise çekimlerde aktörün vücut ölçülerine benzer olan dört farklı aktör kullanılacağı ve CGI teknolojisi ile de ses ile yüzünün eşleştirileceği açıklandı. İşte 2013 sonunda bir çıkmaza giren 2 saat 20 dakikalık yapım nihayet 3 Nisan’da gösterime giriyor.
The Cobbler (Şans Ayağıma Geldi) Komedi filmlerinde görmeye alışık olduğumuz bir yüz olan Adam Sandler, bu sefer ise hayallerini gerçekleştiremeyen bir ayakkabı tamircisi rolüyle karşımıza çıkıyor. Ailesinden devraldığı ayakkabı dükkanını işleten aktörümüz dükkanın bodrumunda bulduğu dikiş makinesi ile bambaşka bir dünyanın kapılarını aralama şansı yakalıyor. Max Simkin rolünde karşımıza çıkan Adam Sandler bu sayede ayakkabısını giydiği kişinin yerine geçebileceğini öğreniyor. İlk başlarda eğlenceli olan bu durum ilerleyen zamanla birlikte kimi tehlikelere de gebe oluyor. Dustin Hoffman, Steve Buscemi ve Dan Stevens gibi isimlerin de yer aldığı komedi, dram ve fantastik öğelerin yer aldığı Şans Ayağıma Geldi de 3 Nisan’da vizyona giriyor.
Aşk Olsun Yabancı Damat ve Tatar Ramazan gibi çok sayıda dizide rol alan İlker Aksum, sinema filmlerine bu sefer de Aşk Olsun ile devam ediyor. Diğer oyuncuları arasında Sedef Avcı, Kenan Ece ve Selen Seyven gibi isimlerin yer aldığı bu romantik komedide İlker Aksun, Ozan adında bir aşk doktorunu canlandırıyorlar. Hani derler ya kelin ilacı olsa diye işte öyle bir şey Ozan’ın başına gelenler de. Eğer romantik komedi tarzında bir şeyler izlemek istiyorsanız 10 Nisan’da gösterime girecek bu yapım aklınızda bulunsun.
66
KULTURA
Limonata Sinema ve televizyon sektöründe hemen hemen birçok oyuncunun hayali kendi filmini çekmek oluyor. Zamanla sektörde bir yere gelen oyunculardan kimi bu sefer de kendi hikayeleri için kamera arkasına geçiyor. İşte bu oyunculardan biri de Ali Atay. Bir televizyon dizisi olan Leyla ile Mecnun’da yıldızı parlayan oyuncu bu başarılı yapım ardından ekipteki diğer arkadaşları ile Ben de Özledim adlı yapım için kamere karşısına çıkmıştı. İlk yönetmenlik deneyimi olan Limonata’da ise Ali Atay, babalarının vasiyeti için uzun yıllar sonra bir araya gelen iki kardeşin hikayesini anlatıyor. Senaryosunu Ali Atay ile Ertan Saban’ın yazdığı yapımda Suat yani babamız, Makedonya’da yaşayan eski bir tır şoförüdür, hasta yatağında ölmeyi beklemektedir. Ölmeden önce oğlu Sakip’ten son bir isteği vardır; yıllar önce İstanbul’da imam nikahıyla evlendiği bir hanımdan olan oğlunu bulup, yanına getirmesidir. Bebekken terk ettiği oğlunu son bir kez görüp, hellalik alarak ruhunu teslim etmek istemektedir. Sakip, bir kardeşi olduğunu öğrendiğinde, onu bulmak için, Makedonya’dan İstanbul’a doğru babasının emektar arabasıyla yola çıkar. Elindeki bilgiler sadece, kardeşinin adının Selim olduğu ve babasının eline tutuşturduğu eski bir adrestir. Makedonya ile İstanbul arasında geçen yapımda Erkan Saban’ın yanında yine Leyla Mecnun’dan bildiğimiz nam-ı diğar İsmail Abi yani Serkan Keskin de yer alıyor. Oyunculuğu ile içinde bulunduğu projeye renk katan Serkan Keskin, bu yapımda da “Kardeş adın neydi” derken bizi yine kırıp geçiriyor. Leyla ile Mecnun ekibini, Ali Atay ve Serkan Keskin’i beğendiyseniz 17 Nisan’da vizyona girecek olan Limonata’yı kaçırmayın deriz.
The Loft (Daire) Çok yakın beş erkek arkadaştan biri ara sıra kaçamak yapmak için bir çatı katı kiralar. Bu sayede otel faturası ve benzeri ödemeleri de gizlemeyi ister. Birinden çıkan bu fikri zamanla diğerleri de benimser ve bir süre yapılan bu kaçamak herkesin işine gelir. Ta ki bu çatı katından bir kadın ölü bulunana dek. O zaman işler karışır. Bir yandan arkadaşlıklarını sınamak zorunda kalan bu beşli eşleri ile de külahları değişmek üzeredir. Bir yandan bu cinayeti, öldüreni ve katili bulmak diğer yandan da işleri yoluna koymak için yeni bir macera başlar. Yönetmenliğini Erik van Looy’un üstlendiği yapımda Prison Break adlı dizide canlandırdığı Michael Scofield karakteri ile geniş kitlelerin beğenisini kazanan Wentworth Miller yanında Karl Urban ve James Marsden de yer alıyor.
Citizenfour En İyi Belgesel Oscarı’nı kazanan Citizenfour da bu ay vizyona giren yapımlardan biri olacak. Teknolojinin bu kadar ilerlediği bir dönemde herkesin cep telefonu ve bilgisayar gibi araçlarla her an nerede olduğunu ve ne yaptığını kaydettiği bir çağda bu cihazların bir casus aracı konumuna gelmesi de kuşkusuz beklenebilecek bir şey. ABD’nin uzun yıllardır yaptığı bu casusluğu gözler önüne seren eski CIA ajanı Edward Snowden’in Laura Poltras ile yaptığı görüşmeleri izleyebileceğimiz belgesel konuya ilgi duyanlarının kaçırmaması gereken bir yapım. İstanbul Film Festivali’nde izleme fırsatını kaçırdıysanız hala bir şansınız olduğunu hatırlatalım.
KULTURA
67
Eksik Bu ay genç sinema yıldızı Ali Atay gibi ilk kez yönetmenlik koltuğuna oturan bir diğer isim de Barış Atay. İlginçtir ki Limonata’da olduğu gibi bu filmde de iki kardeşin hikayesi işleniyor. Limonata komik bir hikaye ile bu ilişkiyi bize aktarırken Eksik ise 1980 darbesinin yarattığı bir dramı sinemaya aktarıyor. Filmde ajitasyondan uzak durduklarını da belirten Atay, burada anlatmak istediklerinin, sadece bunları yaşayan insanların varlığı ve yaşadıklarının hayatlarına etkileri olduğunu söylüyor. Bu süreçte annenin (Melek) birbirinden ayrı büyütmek zorunda olduğu iki oğlunun arasındaki ilişkiyi masaya yatırıyor. 81 doğumlu olan Atay neden bu konuyu işlediğini ise şöyle aktarıyor:”Sinema filmi çekme hayalim vardı. Bu yüzden oyunculuktan sonra yüksek lisansımı sinema televizyon bölümünde yaptım. Neden 80? Ben de şöyle bir etkisi var, 81 Eylül doğumluyum, ben doğduğumda babam cezaevindeydi… 80’in etkilerini aile içinde çok net hisseden bir kuşağın çocuğuyum… O yüzden 80 ve sonrası yaşanılan travma beni çok daha fazla etkiledi, çok daha fazla merak uyandırdı ve bu hikâyeyi seçmemde en büyük etkenlerden biriydi…” Mehmet Kal ve Şeref Nokta’nın birlikte kaleme aldığı filmin başrollerini Nur Sürer, Barış Atay, Özgür Emre Yıldırım ve Toprak Sağlam’ın paylaştığı projenin kadrosunda Uğur Polat, Şebnem Sönmez, Funda Eryiğit, Sarp Akkaya, Caner Erdem gibi isimlerin yanı sıra, Sermet Yeşil, Salih Bademci ve Bülent Çolak da konuk oyuncu olarak yer alıyor. Görüntü yönetmenliğini Barış Aygen’in üstlendiği filmin, müziklerini ise Uğur Ateş ve Saki Çimen besteledi. 17 Nisan’da Türkiye’de vizyona girecek olan film, 23 Nisan’dan itibaren ise dokuz Avrupa ülkesinde sinema seyircisi ile buluşacak.
The Second Best Exotic Marigold Hotel (Marigold Oteli’nde Hayatımın Tatili 2) Ünlü aktör Richard Gere ve Dev Patel’in yer aldığı Marigold Oteli’nde Hayatımın Tatili 2 adından da anlaşılacağı üzere bir devam filmi. Dram ve komedi öğelerinin bir arada olduğu bu filmde hikayemiz ise Sonny’nin ikinci otelini açmak için gösterdiği çabalar ile kimi sırların yavaş yavaş ortaya saçılmasını içeriyor. Hindistan’da geçen hikaye ülkenin renkli coğrafyasını ve müziğini de bir ölçüde filme aktarıyor.
Black Sea (Kara Deniz) İkinci Dünya Savaşı’ndan kalma bir Nazi denizaltısındaki altınları almak için Kara Deniz’in azgın sularına açılan bir grup denizcinin yaşadığı macera ve gerilimi konu alan Kara Deniz, Utopia dizisinin senaristi Dennis Kelly, yönetmen Kevin Macdonald ve başarılı oyuncu Jude Law ile dikkat çekmeyi başarıyor. Mürettebat Hitler’in kayıp altınının peşine düşerken bir yandan da yarattığı gerilim ile kendi durumunu da güçleştiriyor. Siz de macera ve gerilimi seviyorsanız 24 Nisan’da vizyona girecek filmi aklınızda tutmanızı öneririz.
68
KULTURA
The Humbling (Dönüm Noktası) En son emekliliği gelen bir rock yıldızını canlandıran Al Pacino, bu sefer de ihtiyarlık dönemini yaşayan bir aktör olarak karşımıza çıkıyor. Yalnız aktörümüz yeteneğini kaybettiği için de depresyondadır. Oscar Ödüllü yönetmen Barry Levinson’ın yönettiği ve Philip Roth’un romanından uyarlanan film, aktörün yarı yaşındaki lezbiyen bir kadınla ilişkiye girmesiyle yeni bir yöne evrilir. İkilinin hayatı geçmişteki arkadaşların da işe karışmasıyla bambaşka bir hale dönüşür. Al Pacino ile Greta Gerwig’in başrollerini paylaştığı filmde ayrıca Nina Arianda, Dylan Baker, Charles Grodin, Dan Hedaya, Billy Porter, Kyra Sedgwick ve Dianne Wiest yer alıyor.
Rock The Kasbah Oyuncu kadrosunda Bruce Willis yanında Bill Murray gibi ünlü ve başarılı aktörlerin yer aldığı Rock The Kasbah, başarısız bir müzik yapımcısının kariyerinin son fırsatı için gittiği Afganistan’da yaşadıklarını konu alıyor. Kaderin bir cilvesi sayesinde yapımcımız beş parasız kalırken karşısına olağanüstü bir sesi olan kadın çıkar. Bir tesadüf sonucu bir araya gelen ikilinin yeni hedefi ise Kabil’de düzenlenecek olan rock star yarışması Afghan Star’a katılmak olur. Oscar Ödüllü Barry Levinson’ın yönetmenliğini yaptığı filmde Shia LaBeouf ve Zooey Deschanel’i de görüyoruz.
The Lovers (Son Savaş: Aşk) Ayın tek bilim kurgu yapımı olan Son Savaş: Aşk’ta biri 2020 diğeri de 1778’de geçen iki hikayeyi izleyeceğiz. Filmde Jay Fennel’i canlandıran Josh Hartnett, 2020 yılında antik bir yüzüğü çıkarmak için yaptığı dalış sırasında o zamandaki bedeni komaya girer. Ve yüzük onu İngiltere’nin Hindistan’ı ele geçirmeye çalıştığı 1778 yılındaki bir savaşın tam ortasına götürür. James Stewart adlı bir İngiliz komutanının bedenine giren kahramanımız bu sefer de Hint saflarında çarpışan Tulaja’ya aşık olur. İki ayrı zaman diliminde iki ayrı aşkın ortasında bir isim. Bakalım ne olacak…
KULTURA
69