sayı
2. ÜCRETSİZDİR
2
içindekiler -Giriş ���������������������������������� 3
-#BuDünyadan
-medya, şiir, “içinden geldiği gibi yazmak” �������������� 4
-Kelimeler Olmadan ���������� 20
YaşarKemalGeçti ��������������� 18
Gökhan Özen
Ersan Usta
-kayıp ��������������������������������� 7
-Toplumcu Gerçekci Edebiyat Durağında “YARIN” ����������� 21
Koray Galip
Melih Bilir
-heykel �������������������������������� 8 Tarık Acıpayam
-Kendime Notlar ���������������� 28 Aytekin Aktaş
-Çok Kitap-Az Edebyat ��������� 9 Dilara Kara
-AF ����������������������������������� 31 Mehmet Doruk Kandemir
-Selamlar �������������������������� 11 Tarık Acıpayam
-There and Back Again ������� 32 Mehmet Atlamış
-Ana Rahminden Gökyüzüne ������������������������ 12
-İz ������������������������������������ 36
Gülbay Başar
Anıl Bulut
-Originalsin ���������������������� 17
-Çok Satan Romanlardan İpuçları... ���� 37
Furkan Çirkin
İletişim:
Zübeyde Arslan
Şiirlerinizi öykülerinizi, denemelerinizi iletişim adreslerimize gönderebilirsiniz. facebook.com/yokusdergi twitter.com/yokusdergi yokusdergisi@gmail.com
3
Bu Sayıda... YOKUŞ’UN ikinci sayısını okuyucularımızla buluşturmaktan mutluluk duyuyoruz. Geçtiğimiz haftalarda Türk Edebiyatı önemli bir ismini yitirdi. Kitapları onlarca dile çevrilmiş, Nobel Edebiyat Ödülü’ne aday gösterilmesi itibariyle bir ilki gerçekleştirmiş olan Yaşar Kemal’di bu isim. Üstat gerek yaşantısında gerekse yazdıklarında halktan, insan değerlerinden hiç kopmamıştı. Bunu da politik tutumuyla pekiştirdiği söylenebilir. Hatta sanatının proletaryanın emrinde olduğunu söyleyecek kadar ileri gitmişti bir söyleşisinde. Üstadı saygıyla anarken, 2010’da çıkarmış olduğu, kendisinin ilk şiir kitabı olma özelliğini taşıyan Bugünlerde Bahar İndi’den bir şiirini sayfalarımıza taşıyoruz. Son zamanlarda tanıklık ettiğimiz, toplumu sarsan, acısı taze bir diğer olay ise Özgecan Aslan isimli üniversite öğrencisinin tecavüze direnmesi sonucu öldürülmesi oldu. Kadın cinayetleri ve cinsel şiddet olaylarının giderek arttığı ülkemizde “Artık Yeter!” demediğimiz sürece bu vakalar yaşanmaya devam edecektir… Bu sayımızda, Birhan Keskin’in Aslı Serin ile birlikte, erkek şiddetine
dikkat çekmek için yazdığı şiirin bir kısmına yer veriyoruz. YOKUŞ’UN bu sayısında Gökhan Özen “medya, şiir, “içinden geldiği gibi yazmak” ” adlı yazısıyla Türkiye’de medyatik şiiri, Dilara Kara “Çok Kitap-Az Edebiyat” yazısıyla edebiyat-piyasa-okur ilişkisini değerlendirdi. Tarık Acıpayam bu sayıyla birlikte “Selamlar” isimli, eğlenceli bir köşe açmış oldu kendine. Gülbay Başar “Ana Rahminden Gökyüzüne” adlı öyküsünde bir çocuğun mutluluğu çizmesini konu edindi. Melih Bilir 1981-1986 yılları arasında çıkan Yarın dergisi hakkında bir inceleme yazısı kaleme aldı: “Toplumcu Gerçekci Edebiyat Durağında “YARIN”. Aytekin Aktaş “Kendime Notlar”la dergimizdeki yerini aldı. Mehmet Atlamış “There and Back Again”de Yüzüklerin Efendisi, Tehlikeli Diyardan Öyküler, Hobbit, ... kitaplarının yazarı J. R. R. Tolkien’i ele aldı. Anıl Bulut Kays’ını kaybetmiş bir Leyla’yı anlattı: “İz”. Zübeyde Arslan “Çok Satan Romanlardan İpuçları” adlı kitap önerisi yazısıyla sizlerle buluştu.
YOKUŞ YAYIN KURULU
4
medya, şiir, “içinden geldiği gibi yazmak” GÖKHAN ÖZEN
“insanların kalplerine dokunabilmenin bir şiiri güzel kılmaya yettiği gibi temelsiz bir düşünce sunuluyor önümüze. Şiiri oluşturma süreci, şiirin bileşenleri, ses, imge, karşıtlıklar, bunların birbirlerine karşı konumu, belki bir gelenek yok sayılıyor! Varsa yoksa “hislerin tercümanı olabilmek”.”
ŞIIR, medyanın yönlendirmeleriyle, kendi geleneğinden ayrı kanallarla tüketildikçe zarar görüyor. Medyatik şiir, topluma ulaşabildiği ölçüde, yetkin şairlerce yöneltilen, hatta çoğu kez yapıcı olan eleştirilerin bile önünü tıkıyor. Çünkü yine medyatik bir dil var savunmada: insanların kalplerine dokunabilmenin bir şiiri güzel kılmaya yettiği gibi temelsiz bir düşünce sunuluyor önümüze. Şiiri oluşturma süreci, şiirin bileşenleri, ses, imge, karşıtlıklar, bunların birbirlerine karşı konumu, belki bir gelenek yok sayılıyor! Varsa yoksa “hislerin tercümanı olabilmek”. Duygulandığımızda öyle kolaylıkla ifade edemediğimiz şeyleri kağıda geçirmelerimiz, sağdan soldan, hatta usta isimlerden derlediğimiz birkaç imge, yazdığımızın şiir vasfını kazanmasına yetmiyor ne yazık ki. Samimiyet bir ölçüt değil. Ancak samimiyet ve medyatiklik ilişkisini tersten okumak, bir iyimserlik uyandırabilir: Savaş Ay’ın televizyonlarda “dilinin döndüğünce” şiir okumaları, “içinden geldiği gibi” yazmaları, şiirin şovmenlerin dilinde, kendi imajlarını güçlendirmek için kullandıkları bir şey, bir meze haline gelmesi, insanların şiir algısıyla oynadığı için, uzun vadede şiirin nitelikle toplumsallaşması bakımından yıpratıcı olsa da, yolları tıkar gibi gözükse de, yetkin isimlerin, yetkin isimlere bilenen, onlardan beslenen gençlerin bu uğraklara sapmamaları umut verici. Açıkçası ben bu algı erozyonunda, şiire dair sağlıklı bir tartışmanın yapılabileceğini düşünmüyorum. Oysa bazı şairler, örneğin Cezmi Ersöz bu medyatik kirlenmeyi, krizi fırsata dönüştürmek açısıyla okuyor: “Şiirin bu şekilde medyatik bir karakter kazanarak yaygınlaşması, şiir kavramının içini boşaltabilir. Bunu engellemek için şunlar yapılabilir mesela: Daha kaliteli programlar oluştu-
5
rulmalı, bu konuda destek olunmalı, yerli yerinde eleştiriler getirilmeli.” 70’ler şiiri topluma yaslanarak, hatta dokunarak kendini var edebilmenin yollarını aradı. Bunu gerek dönem içindeki zihin açıcı, şiirin kendisine dair tartışmalarla, gelenekle bağ kurmayı deneyerek yaptı; gerekse şiirde kapalılığın, karmaşık imgelemlerin gerekliliğini sorgulayarak işini kolaylaştırmayı denedi: toplumu değiştirebilmeyi. Öyle ya da böyle, şiir bir şekilde, bu işten anlamayanların mezesi olmaktan kurtuldu. Ancak yeni bir problematiği de doğurmuş oldu ister istemez: İnsanlara ulaşabilmenin yolu şiirde aranırken, kolay ezberlenebilir dizeler sıkça
üretilirken, şair kendini reddetme noktasına gelir mi? Belki o dönem şairleri için, dizelerinde kimliklerine rastlanılmadığını söylemek haksızlık olur, ancak günümüzde medyanın şair diye tanıttığı, öne sürdüğü isimler, kendilerine yöneltilen haklı eleştirilere benzer bir reaksiyon geliştiriyor: Elitist olmakla suçluyor karşısındakini.90’lardaki edebiyat ortamı ise, şiir ile medyanın sağlıksız ilişkisini biçimlendirecek tartışmalara sahne oldu. Edebiyat dergilerinde şiirin bilgisinin olamayacağını savunan pek çok yazı kaleme alındı. Dönemin bazı başka şairleri de, medyanın kanallarını kullanarak şiirde ilhami olanı yücelten, çalışmayı, disiplinize edilmiş bir bilgiyi dışlayan bir anlayışı koydular önümüze. Böylece “içinden geldiği gibi” yazmak teranesinin önü iyiden iyiye açılmış oldu. Radyo programlarına kendi yazdıkları şiirleri, şiirimsi şeyleri okumak için bağlanan dinleyicilerden tutun, Bir Demet Tiyatro’nun “yalandan korkmaz, yılandan korktuğu kadar” Mükremin’i Yılmaz Erdoğan’ın şiir kitaplarının satış rekorları kırmasına, evlilik
Dönemin bazı başka şairleri de, medyanın kanallarını kullanarak şiirde ilhami olanı yücelten, çalışmayı, disiplinize edilmiş bir bilgiyi dışlayan bir anlayışı koydular önümüze. Böylece “içinden geldiği gibi” yazmak teranesinin önü iyiden iyiye açılmış oldu.
6
programlarında talip olduğunu etkilemek isteyen erkeklerin şiirimsi, kırma şeyler okumasına kadar, büyük bir kirlenme patlak verdi: Şiir denince insanların akıllarına, kolay yazılan, kolay ezberlenen, bir iki süslü, kafiyeli cümle geliyor. Bir de yine medyanın yönlendirmeleriyle tanıştığı, kıyıdan köşeden bildiği Cemal Süreya’yı, Edip Cansever’i de bu gözle değerlendiriyor pek çok insan: İmge, süs olarak algılanıyor ve imgeyle yazılmış her şiir, düzenekleri, karşıtlıkları, bağlantıları görülmeden bir sayılıyor! Zeki Coşkun’un travesti şiir olarak tanımladığı bu medyatik, kırma şey gerçekten de çift gövdeli, çift cinsiyetli bir yapıda: Hem gelenekten, geleneğin sesinden, kafiyeyle, simgelerle az da olsa bir
yararlanma var; hem de popüler olmak için yazıldığı belli bir şeyler, his dünyasının basitleştirilmiş bir dışavurumu söz konusu. Kamuoyunun oyunculuğuyla, televizyon programcılığıyla tanıdığı isimlerin şiir kitapları çıkarmaları tabii ki eleştirilecek bir şey değil. Ancak ürünlerin niteliksiz olması ve bu vasfı hak etmemelerine rağmen bu isimlerin “şair” diye lanse edilmesi, korkunç. Üstelik oyunculuklarının, televizyon programcılıklarının yanına bir de “şair” sıfatını emeksiz sırtlanmaları, kendi imajlarını güçlendirmek işine şiiri alet etmeleri, şair hassasiyetlerini nedense esas mesleklerine hiç mi hiç yansıtmamaları insanın aklında şunu uyandırıyor ister istemez: “Ben şiir de yazarım!” anlayışı.
7
kayıp düşmüş arıyorum sabahtan beri prizmamı kalabalıkta çokça dalgın bir kalabalıktı birbirlerine bakmışlığı aynalar kaç gezgin gözü ederse o kadar kolay alışıyorlar belli ki hüzne insan kendinden geçerken kendi renklerine ayrılmalı uçurum, dudaklarında bekletilen söz ah ben söylesem yerine ben bakabilsem belki yeni ülke
Ölülerimizi “sık kullanılanlara” ekliyoruz. Ölülerimize ölülerimiz ekliyoruz. Şans eseri yazmıyorsa adımız bir sayaçta Birhan, ben bunu hep “antisayaç” olarak okudum Yani sayılamayan, sayılmasın hiç aman Sahi biz kaç darbeden sonra ölülerimiz oluyoruz. Erkek ve kadın, iki farklı hayvan. Ve kuraldır öldürür hayvanlar âleminde güçlü olan. Mesele bu değil, mesele başka. Niye sevsin pembe tülleri kırmızı pancurları Ve niye aynı evde yaşasın bir fille mesela Aha kırılacak bir vazo birazdan. (...)
*Biz bu şiiri yazarken, Özgecan henüz katledilmemişti. www.anitsayac.com sitesine ve son yıllarda hızla artan ben aslında eskiden olduğum gibiyim erkek şiddetine dikkat çekmek amaçlı böyle bir işe girişmiştik. Son bölüm hatta eskimiş miyim Özgecan’ın vahşice katledilmesinden sonra yazıldı. Ve anladık ki artık bu insanların arasında eğimini yitiren şiire devam etmek başka türlü bir acizliğe dönecekti. Çünkü yaklaşık 2 bendim gül diplerinde sürüklenen baş dönmesi ay süren bu şiir çalışmasında hemen her gün başka bir kadın cinayetine -dikenlere temas etmeden büyüyen, derinleşen şey- tanık olduk. Çok üzgünüz ama yasta değiliz. Hiçbir devlet “büyüğünden” ve hiçbir saraydan adalet beklemiyoruz. rüzgar alıp götürebilir beni adımlarımla “Kadınlar savaşçıdır” diyen Didem MaKORAY GALIP dak’ı selamlayarak, içimizdeki yerlileri dürtüyoruz. Biliyoruz ki kadın cinayetleri politiktir. Ama unutmasınlar ki meydanlar, sokaklar bizimdir. 16 Şubat ‘2015 Birhan Keskin-Aslı Serin hangi yöne baksam sıkışık geliyor yönler
8
heykel sesini yont titremesin
gözlerin çakıl taşlarıbütün görün içinde heykel kırıkları
eklemlerinde eylemin nasırı
ruhuna yetsin taştaki biçim
sesini yont titremesin TARIK ACIPAYAM
9
Çok Kitap-Az Edebiyat DILARA KARA
“Yazar üretme sürecinde birçok değişkenden etkilenebilir. Fakat yazarın sabit değişkeni çok satma kaygısı olduğu anda üretimi bu amaçla yapacaktır.”
HAYATIMIZIN her alanını kaplayan popüler kültür elbette edebiyat alanında da kendini göstermektedir. Çok satan yazar olma kaygısı, çok satma isteği ve toplumun eğilimlerinden beslenen roman türünün ortaya çıkması gibi durumlar kültür endüstrisinin bir unsuru olan popüler edebiyat tanımı içerisinde yer alır. Popüler edebiyat metni okurunu yormaz, sorgulatmaktansa mükemmel düzeni sunar ve çabuk tüketilir. Popüler edebiyatın istediği içimizdeki donmuş denize balta indirmek değildir zaten. Düzenin istediği birey profilini yaratan kültür endüstrisinin bir unsuru olan popüler edebiyat pasif bireylere ihtiyaç duyar. Popüler edebiyat ürünleri kim tarafından üretiliyor peki? Popüler edebiyat ürünlerini ortaya çıkaran yazar değildir. En az yazar kadar etkili olan diğer unsurlar da yayınevleri, eleştirmenler
10
ve hatta okurlardır. rin kitap eklerinde, dergilerde kitap Yazar üretme sürecinde birçok tanıtım yazıları yayınlandı, yazarı değişkenden etkilenebilir. Fakat televizyon programlarında görür yazarın sabit değişkeni çok satma olduk. Bu düzlemde kitap artık kaygısı olduğu anda üretimi bu metalaşmış, okurla arasındaki ilişki amaçla yapacaktır. Piyasanın belirticari ilişkiye dönüşmüştür. lediği konu ve kalıplarda yazmak Şişenin Dışı çoksatarlar arasına girmenin ön “Bir şişenin içinde yaşayan solukoşulu haline gelmiş durumda. Son dönemlerde aynı konu ve kalıplarda canlar gibi, birbirleriyle ve şişeyle olan ilişkilerinden onlarca kitabın beslenmeye çalıpiyasada olmaYayınevleri kitabı piyasaya şırlar. O şişenin sı bu durumla bazen artistik açıklanabilir. çıkarmadan önce satış beklentisiyle bir biçimi olur, Bu biraz arz-tabazen ekonomik, lep ilişkisinin orantılı şekilde pazarlama stratejileri bazen dini bir edebiyatta biçime bürünür. vücut bulmuş belirler. Satış beklentisi büyüdükçe Bir kere şişenin hali gibi. içine düştüler Yazarın mi, artık hep aynı konu reklam da büyür. orada kalırlar. çevrelerinde Kendilerini dolanması şişenin dışında yalnız hissederler. piyasanın ve okurun bunu istemesiyle, okurun bunu istemesi de yayı- Kendilerini yalnız hissetmeyi istemeznevlerinin pazarlama stratejileriyle ler. İnandıkları şeylerde yalnız olmak oldukça alakalı. Yani kitap piyasası- onları korkutur…” Ernest Hemingway’in sözleri yanın belirleyeni kitap üreticileridi. kın dönemdeki edebiyat ortamını, Yayınevleri kitabı piyasaya çıkarmadan önce satış beklentisiyle yazarların ve yayınevlerinin durumunu çok açık bir biçimde ortaya orantılı şekilde pazarlama stratejikoymakta bence. Şişenin doluluk leri belirler. Satış beklentisi büyüoranı edebiyatın çokluğu anlamına dükçe reklam da büyür. Son dögelmez. Şişenin dışında, paranın nemlerde örnek vermek gerekirse Orhan Pamuk’un son kitabı Kafam- belirleyen olmadığı, çürümemiş edebiyata ihtiyacımız var. da Bir Tuhaflık için yapılan reklam Ayrıca şişeden korkmak mı? kampanyasına bir göz atmak yeterli olacaktır. Kitap çıkmadan gazetele- Ha-ha...
11
Kamyon arkası
Selamlar
TARIK ACIPAYAM
Bak postacı gelmiyor
Cahit Külebi: Kamyonlar kavun taşır ve ben / Boyuna seni düşünürdüm/ Kamyonlar kavun taşır ve ben/ Boyuna seni düşünürdüm/ Niksar’da geçerken çocukluğum/ Küçük bir serçe kadar hürdüm Metin Altıok: Yani, bilirdim bir kamyon şoförünün/ Göğsündeki motor sesini / Uykuda bile dinlediğini Cemal Süreya: Bizi bir kamyona doldurdular/ Tüfekli iki erin nezaretinde/ Sonra o iki erle yük vagonuna doldurdular/ Günlerce yolculuktan sonra bir köye attılar/ Tarih öncesi köpekler havlıyordu Bu üç koca şaire selamımı iletin ey kamyonlar!
“Sevgili Dost, Sana mektup yazacağımı söylediğimden beri bir telaş yaşanıyor postahanelerde.”Böyle başlıyor Posta Kutusundaki Mızıka’sındaki mektuplarından birine Ali Ural. Şöyle ekliyor Haydar Ergülen:” Bazı mektuplarsa boş yere ‘zarf edilir’/ aşklar ‘sarf edildikten’ sonra/ kelimeler toplanıp ‘zarf edilse’/o mektup ne yazar ki?”Ve ekliyor bir türkü: “ Mektubumun uçları da bağlamadır bağlama/Ben yazarken ağladım da sen okurken ağlama… Beklenen ve gelmeyen postacılara selam…
İnce selam
Blues
İnce Memed. Neden İnce Mehmed değil de İnce Memed diye düşünürdüm. ”h” harfinin Arap gırtlağına ait oluşu ve medeniyet bağlamında düşünüldüğünde İslam Medeniyetini –Doğu değil- çağrıştırdığından mı yoksa yalnızca halkın tercihi bu yönde olduğundan mı? Usta öldü. Artık bunu öğrenemeyeceğim. Sonsuzluğa selam, İnce Memed’e selam…
Gelip yanında durdu mu Bilalidir ufkundaki yağmur da Blues, Afrika’dan Fransa’ya köle olarak getirilen zencilerin, kendi müzikleriyle Avrupa müziğinin karşılıklı etkileşmeleri sonucu ortaya çıkmış bir tür. Bir ağıt biçimi. İsmi de buradan geliyor: Mavi, Afrika’da yasın ve acının rengi. Nuri Pakdil’in, Blues’i ilk ezanı okuyan, hayatı boyunca eziyet çekmiş zenci sahabe Hz. Bilal’le özdeşleştirdiği bu şiiri okuduğumda kitabı kapattım ve dedim: Büyük şair! Büyük şaire selam…
12
ANA RAHMİNDEN GÖKYÜZÜNE GÜLBAY BAŞAR
BEYAZ, sabretmeye değecek kadar, aradığım her neyse onu içinde sakladığına inandığım beyaz. İlkokuldaki o ilk küçük boy resim defterimin ilk sayfası kırık dökük sıranın üstünde, ellerimde rengarenk umutlu boyalar, titrek, heyecanlı, kirletmeye korkan ellerim ne çizeceğini biliyor; mutluluk! Nasıl çizeceği bilemediği. İnsanın en çabuk geçen yaşlarında, 7 yaşındayım. Nerde karşılaşsak sonsuzluğuna inandırabileceğim bir gülümsemeyle karşılarım sizi, adımı boş verelim gözbebeklerimden tanıyın beni. Dilsizim. Dilsiz değil de lal daha çok hoşuma gidiyor işin gerçeği, hem -siz ekinin eksilticiliğinden kurtarıyor hem daha kibar gelmiyor mu? Defter hala önümde açık, öğretmenim ısrarlı bakışlarıyla hissettiğim şeyi hissettirmemi istiyor, mutluluğu çizmemi. Çocuğum, her çocuk kadar masum, güzel ve mutluyum. Hatta ben iki kişilik mutluyum, annesi yerine de yaşayan bir çocuğum. Annem yaşasa
13
mutlu olsun isterdim. Var olmam için yok olanın mutluluğu… Ben onda, rahminde mutluydum. Anne dendiğinde, yerçekimine aykırı o duruşumla gördüğüm beyazlık beliriyor, belirmek değil de her yer beyaz oluveriyor, annemi görmek, -umudu ve kör oldum korkusu- iki büyük duygunun çarpışma anı gibi bu. Ama umut etmek baskın gelir ki bana hep mutluluk kalır, sanki annem dudaklarıma bir gülümseme asıp gidivermiştir. Annemin bir fotoğrafı olsaydı onu çizerdim şimdi hiç tereddüt etmeden. Görebildiğim mutlulukları çizerim. Çocukluktan bahseden bir resim de olabilir pekala. Çocuklar mutludur, çocuklara en çok mutluluk yakışır ya. Kendime bakıyorum, mutluluğu içinde tutan beni çizsem, ellerim kirli, hep çamurların marifeti, almadım ki kimsenin elinden pamuk şekerini. Yüzümde bir sevinç bayram sabahlarından kalma. Kulaklarımda şarkılar… ritim tutmaya hazırım en ciddi zamanlarda bile ve yaşıyorum
her an dans ediverecek gibi. Kaygısızım ama çocukça kaygılarım var aslında. Kararsız olduğumu da söylüyorlar, yanılıyorlar, sadece bütün oyunları diğerlerinden vazgeçemeyecek kadar çok seviyorum. Oyun oynayan çocuklar çizsem anlatırlar mutluluğu, ne çizsem, saklambaç mı? Körebe, arabalar, seksek, taso, evcilik, sobe? Hangini çizsem üzülürdü diğerleri, yine çıkamadım içinden, her çözemediğim düğümü götürdüğüm dedeme gitme zamanı gelmişti. Beni şaşırtan, mutlu eden çözümleri vardı dedemin, mesela soğuk bir geceye çözümü: Üşürsen, dedi, yorganı çekme, ben de çekmeyeyim, sarılalım. Hem yorgan yeter, hem vücut ısılarımızı paylaşırız. Cüzzamdı dedem, tek çözümsüzlüğü kendiydi. ‘’Hastalığın tek taşıyıcısı insandır, başka yollarla bulaşması mümkün değildir. Cüzzam hastası olan ve bu mikrobu taşıyan bir hasta ile en ufak bir yakın temas hastalığın bulaşmasına neden olur, bu yüzden cüzzam hastaları sağlıklı
14
insanlarla bir arada yaşayamaz.’’ yazıyordu tıp kitapları ama şiddetli bir yanılgı içindeydi bence. Sarılınca bulaşan hastalık mı olurmuş, sarılınca bulaşan tek şey sevgiydi. Dedeme hiç sarılmadılar ki, nerden bilsinler. İnsanlar korkuyor sarılmaktan, sevmekten, mutlu olmaktan. Umut etmek inanmak yerine korkup kendi dünyalarına çekiliyorlar, sonra mutsuzluktan yakınıyorlar. Bense sevecek şeyler aradım kendime,’anne’ der gibi sarılıyormuşum çınar ağacına; az değil ki onun da kucağında uyumuşluğum. Ağaçlaşmış elleriyle dedemi bir çınar ağacına benzetip ikisine de sarılmış olarak çizsem kendimi, mutluluğu anlar mıydınız? Korkulardan arınıp nasıl görünürse görünsün, sarılınca bulaşan tek şeyin sevgi olduğunu hatırlatırdım resmimle. Saf mutluluğu soluduğum anları düşünüyorum, hangisinde daha çok mutlu olduğumu değil -çünkü mutluluğun saf hali tektir- hangisini çizsem en iyi aktarabileceğimi. Ne güçmüş kendini hissettiklerini anlatmak, dilsizliğime şükredeceğim nerdeyse. Şükretmeyi de her şey gibi dedem öğretti. --Dede gökyüzüne baksana rengarenk uçurtmalar? Konuşamıyorum ama anlaşabiliyoruz, adı sessizlik olan aynı dili konuşuyoruz. --Ben uçurtma yapmayı bilmem ki, dedi. Çok az şey vardı bilmediği, bunun utancını yok etmek için boş
ver der gibi salladım elimi. --Ama sana uçmayı öğretebilirim. Anların toplamıydı hayat ve hayatı algılayış biçimimizi değiştiren bizim farkında olduğumuz ya da olmadığımız küçücük bir anda saklıydı. Başımız yeşilde renkli uçurtmalarla süslenmiş gökyüzüne bakarken uçma fikrinin zihnime yerleştiği an, heyecanlandım. Renkli bir uçurtmam olmayacaktı ama bir uçurtma gibi olacaktım gökyüzünün maviliğinde… Ne çizeceğim yavaş yavaş kafamda belirmeye başlamıştı. Uçmama ihtimalini hiç düşünmedim. Dedemin yanında olumsuzluk eki -ma -me kullanmak doğal yasaktı. --Gerçekten uçmayı istiyor musun? Kara erik gibi büyümüş gözlerimle baktım ona, konuşmayı bilsem de bir şey demezdim. --... Acelesiz ve sakin ol, dedi ve hep inan. Yapabileceğim başka bir şey de yoktu ki. Ovalar muhafazakar, denizler özgürlükçü ve dağlar anarşisttir, bu kadardı coğrafya bilgim ve hem hepsinden biraz, hem hiçbiri olamayışından değil miydi dede hep gidişin. Maddi coğrafyalar tükendiğinde de gidilecek tek bir yer kalacaktı: Kendimiz. Her yere götürdüğümüz kendimize gidecektik en sonunda değil mi dede? Her şey özüne döner. Kendi coğrafyamı keşfetmeye başladığımda düz beton
15
bir yoldan, alanında başarılı ama az kültür görmüş, diyet listeleriyle can sıkan biri bulmak acıtırdı beni, bana uçmayı öğret dede! Evet, termik basınç alanları, hava hareketleri, yerçekimi, bilmiyorum hiçbirini ama inanıyorum gökyüzüne dokunabilirim. --Bilmemek inanmayı kolaylaştırır, zaten bilsen de istediklerine inanırsın. Hayaller umutla büyür, unutma, esaret altında da olsa en büyük özgürlüğün hayal kurmak, özgürlüğüne inançla yürü küçüğüm. Sözlerinde anlamadığım kelimeler vardı, kuramadığım bağlar. Ama kendimi özgür, güçlü ve mutlu hissediyordum. Belki de sadece onu çizmeliydim. Heybesinde, gittiği her yere peynirin ekmeğin yanında usanmadan umudu da taşıyan adamı, yolu ve köpeğini çizmeliydim. A4 boyutundaki hayattan, altın başakların arasından, dar patikalardan giderken, ‘güneşi görmediğimiz bir yerlerde güneşin doğmadığı anlamına gelmez, ne duruyorsun güneşe gidelim’ demesini. Kesin kararımı vermiştim ki resim bilgimin de bunlara yetersizliği aklıma geldi. Ellerim ancak dedemin bir parmağını kavramış, zamansızlığa yürüyorduk, sevmekle ilgili konuşacaktı. Belki iyilikle arasında paralel ilişkiden söz edecekti. Sevdiğim şeyleri yapmam gerektiğini, bunların beni belki zengin, kariyerli yapmayacağını ama duru bir mutlulu-
ğun yolunun sevmekten geçeceğini anlatacaktı, bunlardan söz etmedi, öğretti. Hayal iklimimin toprağıydı sevgi, bir rakı masasının bir numaralı mezesi, bir duanın hammaddesi. Senle konuştuğumuz dilin adı sessizlik değil sevgi diye düzeltti beni. Aynı dille köpekle de konuşabilirsin, çiçekle, çınar ağacıyla, doğal ve samimi olan her şeyle, herkesle… Konuşarak çıktığımız dağın eteklerinde çalışmaya başlamıştık, dedem bir hafta sonra bir hastane odasında uçtu. Sanırım bu kez biraz fazla yükselmiş olmalı ki onu bir daha görmedim. Öldü gibi olumsuz kelimelerle ifade etsem durumu, azarlanırdım ancak uçmuş olabilirdi. Biraz daha bekleyemedin ihtiyar, beraber uçacaktık diye söylendim, avuçlarımı açtım, senden duyduğum tek duayı mırıldandım. Onun tek mirası içi umut dolu o heybesi, tek mirasçısı bendim. Ne zaman ki o heybeyi attım sırtıma, kanatlarımı taktım uçuyorum mutluluğa. Cılızdı vücudum fakat cesurdur ruhum. Yükseklik korkum yok ama yine de aşağıya bakma taraftarı değilim. Korkuyu değil umut etmeyi seçiyorum, yükselmek için yükseklere bakmam gerek. Bu yüzden aşağıya değil yukarıya bakıyorum, gökyüzüne ve beyaza takılıyor gözlerim. Beyazlığında tanıdık bir şeyler buluyorum, varlığımın temelinden bir şey kadar tanıdık ve yokluğumu da tanımlayacak beyaz…
16
O an kadar mutluyum, doğmadan hemen öncesi, anne dediğinde kafamda beliren, ana rahmindeyken gördüğüm duyumsadığım beyaz bu, gökyüzünde dokunduğum. Yerçekiminin varlığı kesinlikten tartışılabilirliğe taşınıyordu da nakliye işi bana düşmüştü sanki. Yeniden ana rahminde gibi ağırlaşmış hareketlerle, sessizliğin şarkısında beyaz bir dansa kaptırmışım kendimi, doğmayı mı ölmeyi mi bekliyorum, bilmiyorum. Sadece mutluyum. Uçuyorum. Bütün radyo frekanslarını, uydu alıcılarını, her şeyi duyabiliyordum. Hiçlik nedir dede demiştim, varlık ile yokluk arasındaki farkın en aza inmiş halidir demiştin. Sanırım burasıydı hiçlik, varlık ile yokluğun dengelenme anı, bütün sesleri duymam ama hiçbirini algılayamamam. Var ama yok. Algıladığım tek şey, bu duru su gibi mutluluğun rengi beyazdı. 7 yaşında bir kız çocuğunun gülüşünü andırıyordu. Evet uçuyordum. 8 yaşındayım. Ben mutluluğu nasıl çizerim diye düşünürken tam bir yıl geçmiş. Bu kez büyük boy resim defteri duruyor önümde. Dünyada, aşağılarda, iyiliğin varlığına ait tek kanıtmış gibi özenle açıyorum ilk sayfasını, artık biliyorum mutlu-
luğu nasıl çizeceğimi. Sol elimdeki yara izine takılıyor gözlerim ister istemez. Olsun diyorum, yürümeyi öğrenirken de kanardı dizlerim, uçmayı öğrenirken de olacak o kadar. Mutluluğu bu kez nasıl çizeceğimi çok iyi biliyorum. Bütün dikkatimle beyaza boyuyorum sayfayı, hayır bu boş bırakmakla aynı şey değil! Heyecanlı fakat kendinden emindi ellerim, yaşanmışlık taşıyan gökyüzüne açılan, insanlara sarılıp sevgi bulaşan küçük ellerimle beyaza boyuyordum. Sessizliğim gibi beyaz, kocaman bir çığlık gibi… Annem gibi… Dedemin uçtuğu o hastane odası gibi… Sarılmak gibi, oyunlar gibi, masallar, çocukluk ve masumluk gibi… Bayram sabahları gibi… Pamuk şekerleri gibi… Rengarenk uçurtmaların uçuşu gibi, gökyüzüne dokunduğumda hissettiğim gibi, şükretmek gibi, hep umutlu olmak, bütün güzel duyumlar ve duygular gibi beyaz… Adımı söylemeyi unuttum. Umut’tu adım. Hepinizin içindeyim biraz, yaşatın beni mutluluk getireceğim size beyaz. *bana doğanın dilinde konuşmayı öğreten Ali dedeme, sevgi ve rahmetle…
17
ORİGİNALSİN Eyra! Göğe bak. Görmüyor musun? Sen sevindikçe bir yıldız parlıyor or’da. Yani kirpiklerin : mütevazı bir girizgâh. Eyra! Uzan sereserpe. Uzan ki bulutlar kıskansın seni. Ve sen uzattıkça ayaklarını zaman kısalıyor. Yani ayakbileklerin : bazen son / bazen baş. Eyra! Sev beni. Sevmiyor musun? Sen dokundukça bana ben büyüyorum. Yani saçların (ki ateş kırmızısıdırlar) : günah bahçesi. Ve tel tel işledim hepsini ben. FURKAN ÇİRKİN
18
#BuDünyadanYaşarKemalGeçti “Osmaniye’nin bir köyünde 1923’te (nüfus kaydına göre 1926) dünyaya gelen Kemal Sadık Gökçeli, ortaokulu son sınıfta terk ettikten sonra ırgat kâtipliği, ırgatbaşılık, öğretmen vekilliği, kütüphane memurluğu, traktör sürücülüğü, çeltik tarlalarında kontrolörlük gibi işlerde çalışmaya başlamıştı. Daha o zamandan şiirler kaleme alıyordu. O şiirler, Gökçeli’nin hayatını yönlendirecek, onu yazarlığa ve ‘Yaşar Kemal’ olmaya sürükleyecekti. Çok genç bir yaşta, 1943’te ilk kitabı geldi: Ağıtlar.
CUMHURİYET’LE ‘DOĞAN’ YAŞAR KEMAL Bunu takiben hayatına gaz kontrol memurluğu, çeltik tarlalarında kontrolörlük, arzuhalcilik ve komü-
nizm propagandası suçlamasıyla mahpusluk girecek, 1951’de salıverilmesinden sonra ise ‘Yaşar Kemal’ dünyaya gelecekti. Bu yıl Cumhuriyet gazetesinde, ileride tüm Türkiye’nin tanıyacağı imzayla fıkra ve röportajları yayınlanmaya başladı. Cumhuriyet serüveni 1963’e kadar sürecek, bu arada ilk öykü ve romanlarını yazacaktı. İlk öykü kitabı ‘Sarı Sıcak’, ilk romanı ise Türk edebiyatının en önemli eserlerinden biri olacak ‘İnce Memed’ oldu. Eserlerinde Anadolu efsane ve masallarından yoğun olarak yararlanıyordu. Ardı ardına öyküler, romanlar gelecek, Yaşar Kemal yıllar içinde efsanevi bir yazara dönüşecekti.
19
DÜNYA EDEBİYATINDA YAŞAR KEMAL Yaşar Kemal sadece Türk değil dünya edebiyatının da parçasıydı. Kitapları 40’tan fazla dile çevrildi. Kitaplarının yayıncısı Yapı Kredi Yayınları’nın kendisi için hazırladığı özel internet sitesinde, “Şaşırtıcı imgelemi, insan ruhunun derinliklerini kavrayışı, anlatımının şiirselliğiyle yalnızca Türk romanının değil dünya edebiyatının da önde gelen isimlerinden biri” olarak tanımlanıyor. Nobel Edebiyat Ödülü’ne aday gösterilen ilk Türkiyeli yazar Yaşar Kemal oldu. Dünya çapında yazarların hakları için faaliyet gösteren Uluslararası PEN’in Türkiye ayağında önemli bir isimdi. 1950’de Halide Edip Adıvar’ın öncülüğünde Türk PEN Kulübü adıyla kurulan ve 12 Eylül askeri müdahalesi sonrası kapanan PEN Türkiye merkezi, 1989’da Yaşar Kemal’in öncülüğü ve başkanlığı ile hayata döndürüldü. Kemal’in hayatı boyunca ABD’li Arthur Miller’dan, Kırgız Cengiz Aytmatov’a kadar yurt dışından birçok yazarla dostlukları oldu.”* * İnce Memed’den TİP’li yıllara Yaşar Kemal-http://ilerihaber.org/ ince-memedden-tipli-yillara-yasar-kemal/11200/
Şikayet Hey bre ağalar beği şikayet edelim söylen çektiğimiz neden yoğu şikayet edelim. Yollar menzilde kalıyor alçaldıkça alçalıyor buluttan rüşvet alıyor göğü şikayet edelim. Fezalar dolusu dert var yalnız köylülerde mert var boş yere akıyor sular dağı şikayet edelim. Turna bağının gülüyüz taşlı dağların yoluyuz göğcelim şimdi ölüyüz sağı şikayet edelim... YAŞAR KEMAL
20
Kelimeler Olmadan* Münzevi ya da Münzevi olmaktan muzdarip garip bir kavram kargaşası içerisinde bulunduğum. Ya da hayatı elimin tersiyle ittiğim gerçeği. Biliyorum. Sanki birbirimize biraz daha ideolojik dokunsak bir şeyimiz kalmayacak. Elimizde avucumuzda varoluşa dair ne varsa koşar adım terk edecek bizi. Bilmiyorsun. Oysa ben seni var olabilecek tüm pozisyonlarda sevdim fütursuzca. Kimi zaman vazgeçtiğim de oldu. Unuttuğum da oldu Anoreksiyaya olan meyilini. Üzgünüm. Affet yaratıcım. Affet yaratıcı vasıflı kadınım. Bilmiyorlar güzelliğine secde ettiğim geceleri. Ve sorguluyorum. Yeryüzünde sebep olduğunuz bu kargaşa. Siz önüne geçilemez kutsallığınız. Ve hayatın bu denli boşluğa eğilimi. Neden? Arıyorum. Bulamıyorum. ERSAN USTA *Radio Tarifa - Sin palabras
21
Toplumcu Gerçekçi Edebiyat Durağında “YARIN” MELIH BILIR
YOKUŞ’UN bu sayısında toplumun sorunlarıyla ilgilenen, bu sorunları dile getiren ve sorunlara dair çözüm arayışında olan Toplumcu Gerçekçi Edebiyat’ın Türkiye’de çıkışından bugüne kadar gelen süreçte atlattığı zorlukları, gelişimini ve bugün gelinen noktada nerede durduğunu, olduğunu incelemeyi düşünüyordum. Yazıyı yazmak için önceden bilgi sahibi olduğuna inandığım bir arkadaşımın sohbetimiz esnasında bahsettiği dergileri incelemeliydim. Bunun için de uzun süreciğini o an kestiremediğim uzun bir yolculuğa başladım. Bu yolculuktaki ilk durağım 1981-1986 yılları arasında çıkan Yarın Edebiyat ve Sanat Dergisi oldu. Yarın’ı incelerken, amaçladığım yazının bir sayıya sığdırılamayacağını, her dergi için ayrı ayrı yazılar yazılması gerektiği kanaatine vardım. O nedenle araştırmam boyunca uğradığım duraklardaki dergiler hakkında, her sayıda bir yazı yazmayı düşünüyorum. Bu sayıda Yarın’ın edebiyatta 1981-1986 yılları arasında döneminde tuttuğu noktayı, yapmak istediklerini, yaptıklarını ve yapamadıklarını
22
kaleme almaya çalışacağım.
lar da çekmiş, kimi edebiyatçılar ise döneme ayak uydurarak kurulmak Yarın Edebiyat ve Sanat istenilen düzenin kurulmasında Dergisi Çıkıyor! yardımcı olmuşlardır; kimi edebiYarın’ın çıkışında 1981 yılı ve yatçılar da sadece dönemin sancısıönceki dönemin konjonktürel nı çekmek yerine kurulmak istenen durumunu göz ardı edemeyiz. yeni düzene karşı mücadele etmişBunun için de ilk olarak dönemin lerdir. Yarın’ın etrafında toplanan konjonktürel durumuna kısaca edebiyatçılar da dönemin sancısını değinmemiz gerekir. çekmek yerine edebiyattaki dönü12 Eylül 1980 darbesi sonucu şüme karşı çıkma, toplumcu gerTürkiye’de Süleyman Demirel’in çekçiliği yayma düşüncesiyle yayına başbakanı olduğu hükümet görevbaşlamış ve bu mücadele ekseninde den alınmış, TBMM lağvedilmiş, yayın hayatına tüm zorluklarla be1961 raber devam Anayasası etmiştir. uygulama- Yarın’ın etrafında toplanan edebiyatçılar da Ali dan kaldı- dönemin sancısını çekmek yerine edebiyattaki Cengizrılmıştır. dönüşüme karşı çıkma, toplumcu gerçekçiliği han, Ömer Türkiye, yayma düşüncesiyle yayına başlamış ve bu Ateş, Akif GenelKurtuluş, mücadele ekseninde yayın hayatına tüm kurmay Taner Gürel zorluklarla beraber devam etmiştir. Başkanı ve Semih Orgeneral Gümüş’ün Kenan ilk yazı Evren ve Kuvvet Komutanları kurulunda yer aldığı dergi Eylül tarafından oluşturulan Milli Gü1981’de yayın hayatına bu siyasi venlik Konseyi adlı askeri yönetiortam içerisinde başlamıştır. Dergime bırakılmıştır. Askeri yönetim nin 1981-1985 arası sorumlu yazı Türkiye’deki toplumsal muhalefeti işleri yönetmenliğini yapan Semih bastırmak için birçok idam gerçekGümüş bu dönemdeki anılarını bize leştirmiş ve sıkı yönetim ilan etmiş- şu şekilde aktarmaktadır: tir. Kendisine Türkiye’yi yeniden “Yaşadığımız günlerin daha neler biçimlendirmeyi misyon edinmiş, getireceğini tam bilmediğimiz belirbunun sonucu olarak da Türkiye’ye sizlikler ortasında, bazen Kızılay’ın uygulamalar dayatmış, yeni kuçevresindeki sokaklarda, bazen Zafer rumlar kurmuştur. Elbette ki bu Çarşısı’nın sağ kuytuluğuna inen dönemin sancısını kimi edebiyatçımerdivenlerin sağındaki kahvede bu-
23
luşup gizlilikle kotarmaya çalıştığımız çevresindeki biracılarda bütün gün dergi Yarın’dı. Hem görünmez adam edebiyat sohbetleri ettiğimiz şair ve olarak görüşmemiz gerekiyordu, hem yazar arkadaşlarımız genişletiyordu.” de o güne dek bir kültür ve edebiyat Yarın Edebiyat ve Sanat dergisini birlikte çıkarmayı düşünDergisi Yayın Hayatında memiş birkaç arkadaş arasındaki ilk Türkiye’de 80 darbesi sonrasınanlaşmanın ilkelerini belirliyorduk. da edebiyat sermaye grupları ile Bir edebiyat tanışmıştır ve dergisi çıkarmak bir grup edebiSöz gelimi daha ne ben için kendimize yatçıyla beraber yetmeyeceğimize Akif ’in şiirlerinden bu düşünce göre yanımızda adamakıllı haberdardım ne yayılmaya çalışılkimleri bulacakde o benim ilk şiirimin Yazko mıştır. Yarın bu tık… Edebiyat’ta yayımlandığını tanışıklığın karSöz gelimi şısında yer albiliyordu.1980’den önce birbirini daha ne ben tanıyan o birkaç arkadaş, önce mış, bu tanışıkAkif ’in şiirlerinlığın bozulması den adamakıllı nasıl bir dergi çıkaracağımızı amacıyla yayın haberdardım ne günlerce konuşup sonra derginin hayatına başlade o benim ilk tasarımını çalışmaya başladık. mış ve bu gayeyi şiirimin Yazko sürdürmüştür. Edebiyat’ta yaBu ve süregelen sorunları Yarın ilk yımlandığını biliyordu. 1980’den önce sayısında “Sanat ve edebiyatımızın birbirini tanıyan o birkaç arkadaş, öteden beri çoğalarak gelen kimi soönce nasıl bir dergi çıkaracağımızı runları ve bulanıklıkları yaşadığımız günlerce konuşup sonra derginin dönemde yenileri de yanına alarak tasarımını çalışmaya başladık. Dergi sürüyor. Burjuva ve küçük burjuva “sanat ve edebiyat dergisi” alt başyönsemeler, yozlaşmayı, edilginliği, lığını taşıyacak, ama elbette önce bireyciliği pohpohluyor; insanlarımız bir edebiyat dergisi olacaktı. Bizim en çok da gençliğimizi türlü yabancıasıl ilgi alanımız edebiyattı. 1981’de laşma etkenlerine ve sıradan izleyiciliiçerde yaşanan ürkütücü koşulların ğe tutsak etmeyi amaçlıyor.” şeklinde yanında, dışarıda gitgide çoğalan dönemin saptamasını yaparak okukarabasan, hem de politik bir sanat yucularına iletmiştir. Bu sorunların edebiyat dergisi çıkarmayı neredeyse tam ortasına atıldığını belirterek, olanaksızlaştıracak pek çok etkenle sorunların etkisizleştirilmesi için bizi sınırlarken, çevremizi, yakınlarında olduğumuz Kızılay, Sakarya yol alacağını duyurmaktadır.
24
Aynı dönemde, sermaye gruplarıyla olan birlikteliğin düşünceleri etrafında yayın yapan, Genel Yayın Danışmalığını Doğan Hızlan’ın yaptığı Gösteri Dergisi’nin faaliyetleri Yarın tarafından eleştirilmiş ve genç kuşağın temsiliyetini bu tip dergilerin alamayacağı sık sık vurgulanmıştır. Doğan Hızlan, Gösteri’nin çıkmasından 20 yıl sonra verdiği bir röportajda dergilerinin başarısını (!) ; ürün veren insanların niteliğine ve Türk edebiyatının değişik yönlerinin, değişik eğilimlerinin ve değişik anlayıştaki insanların çalışmalarının yansımasına bağlamıştır. Yarın, Gösteri’nin çıktığından bu yana kendine özgü bir yer edindiğini; özgünlüğünü, kimi zamanlarda demokratlığı bile kuşku götüren yaklaşımlarla kazandığını söylemiştir. Yarın dergisi; edebiyatımızın bireysel, bunalımcı yazı örneklerini pazarlayan; tiyatro salonlarını gazinoya dönüştüren müzikalleri öne çıkartan hatta müzikalleri “ölüme giden” operaya karşı seçenek olarak gösteren; Klasik Batı Müziği üstüne “güldürücü, rahatsız edici vs.” sözler eden “uzmanlara” sayfalarını açan; arabeski olanaklayan; resim sanatımıza egemen olan spekülatif piyasayı pohpohlayan bir yolu seçen Gösteri’nin, sanat ve edebiyatımızdaki ilerici yönsemelere karşı olduğunu gözler önüne sermiştir. Gösteri’nin genç kuşağın içtenliklerini sömürerek, sonucu-
nun başından belli olduğu ödül dağıtımına karşı gelmiş, Gösteri ve Doğan Hızlan’ın genç kuşağı ödüllendiremeyeceğini belirtmiştir. Genç insanların içtenliklerinin sömürülmesine, bu çirkinliğe karşı; Yarın, genç kuşağın gönlündeki ateşin, özlemlerin, inançların, değerlerin kendisinde karşılık bulabilmesi için her şeyi yapacağını belirtmiştir.Bunun için de Gösteri ve diğer dergilerin ödül dağıtımının karşısına “Yarın Gençlik Ödülleri”ni çıkarmıştır. Yarın, gençlik ödüllerinin manifestosunu; 1.Sanat-edebiyat ortamımızda saygınlıkları çeşitli nedenlerle yok olmaya yüz tutan ödüllerin yanında yeni ve diri bir ödül olması. 2.Çok önemli bir birikim taşıdığını sürekli yinelediğimiz genç kuşağı kapsaması. 3.Ödüllerin bunca bollaştığı koşullarda, alçak gönüllülüğünden aldığı güvenle, içi boş büyük sorular yerine, genç sanatçı ve edebiyatçıların geniş katılımını amaçlaması. 4.Çeşitli kuruluş ve yayın organlarının özel ödülleriyle güçlendirmesi. 5.Kendi içinde tutarlı, saygın, seçici kurallara sahip olması. 6.Sonuçlar açıklandıktan sonra, seçici kurul üyelerinin gerekçeli raporlarının yayınlaması. 7.Gençliği “ödüllere çağırmaya” hiç mi hiç hakkı olmayanlara karşı
25
kararlı tutumun en somut örneği olması şeklinde oluşturmuştur. Yarın Gençlik Ödülleri edebiyatın saygınlığını yok sayan, kendi popülerliğini arttıracak şekilde ödüller dağıtan dergilere karşı manifestosu ve manifestosuna uygun adımlar ile ilerleyerek edebiyat ödüllerinin saygınlığının yeniden kazanılmasını ve ödül verilen kişinin edebiyatçı veya sanatçı kişiliğine ödül verilmesi gerektiğini göstermiştir. Ödül dağıtımının sonunda kişiye neden ödül verdiklerini de okuyucularına aktarmışlardır. Bu sayede genç kuşağın güvenini yitiren kimi piyasa dergilerinin karşısında, kendisi güvenilen ve daha çok okunan bir dergi konumuna yükselmiştir. Genç kuşağın temsiliyetini alma ve toplumcu gerçekçi edebiyat yapma iddiasında olan Yarın bu iddiasına bir adım daha yaklaşmıştır. Ancak Yarın Gençlik Ödülleri devamını getirememiş ve sadece 82 yılında yapılan bir faaliyet olarak kalmıştır. Yarın Gençlik Ödülleri’nin sadece 82 yılında yapılmasındaki en büyük sebep derginin yaşadığı maddi sıkıntılar olarak gösterilebilir. Bunun yanında 80 askeri darbesi sonrası oluşan siyasi baskılar sonucunda toplumcu gerçekçi edebiyatın yayılmamasına yönelik uygulanan baskı ve kimi Yarın Dergisi yazarlarının da zaman zaman hapishaneye atılmasını da buna sebep sayabiliriz. Yarın, ilerleyen sayılarında
şairlik üstüne küçük notlar en önde yürümektir şairlik En önde yürümektir şairlik, öncülüktür ince, ipince, kıl gibi bir ipte yürümektir Baş dönmesi, göz kararması ve korku her şeyi bitirebilir. Söylenen dizeler bir gökkuşağı gibi işlenmeli ak sakallı, yüce beyinli bir bilge gibi düşünülmelidir.Boşa giden sözler için bağışlasa da kendisini şair, bağışlamayacaklar deryalar gibidir Kimin için, ne için, nasıl yazdığını bilmeli, yerini belirlemelidir şair.Gün gelip yüzüne kimseler bakmayabilir Yalnızlık kötü iştir Bunun için, alındı mı mendil ele halayın sonu getirilmelidir Fergun Özelli Eylül 1980
26
birçok özel sayı ile okuyucularıyla buluşmuş, dünya edebiyatını da ele almıştır. Aynı zamanda önemli şair, yazar ve düşünürlerle röportajlar gerçekleştirerek edebiyatın sorunlarını çözmek için değerli kişilerin yardımına da başvurmuştur. Derginin bünyesinde karikatür, bilim-kültür, sinema, satranç gibi konular yer edinmiş, bu konuları daha da ilerletmek için çaba sarf edilmiştir. 61 Anayasası’nın lağvedilmesi, 61 Anayasası’nın basın ve edebiyatçılara tanıdığı özgürlüklerin de yavaş yavaş yok olmasına neden olmuştur. 82 Anayasası’nda 61 Anayasası’nın verdiği özgürlüklerin geri alındığı, basın emekçilerinin ve edebiyatçıların istenilen düzlemde hareket etmeleri gerektiği duyurulmuştur. Yarın 23 Temmuz 1983 tarihli 23. Sayısında “Sorumluluğun Günüdür” adlı giriş yazısı yazarak, haklarının ellerinden alındığını ve geçen yasaların gazetelerde duyurulmadığını, her şeyin güllük gülistanlık olarak gösterildiğini ifşa etmiş, okuyucularını “Haklar ve özgürlükler kullanılmaları için var olmuşlardır. Demokrasi ise ertelenebilir bir çabanın değil, temel bir hedefin adıdır.” diyerek demokrasi için mücadele etmeye çağırmıştır. Sonraki birçok sayısında da bu çağrısını yineleyen Yarın okuyucularını demokrasi mücadelesine yönlendirmek istemiştir.
Genç kuşağın ve Toplumcu Gerçekçi Edebiyatın temsilcisi olma iddiasındaki Yarın; Birleşmiş Milletlerce Uluslararası Gençlik Yılı olarak ilan edilen 1985 yılı boyunca gençliğin sorunlarını dergisine taşımıştır. Bu yıldaki sayılarında gençliğin yurt, harç vb. sorunları işlemiş (öğrencilerin yeni kurulan YÖK ile yaşadığı sorunlar ve öğrenci derneklerinin kurulmasında getirilen zorluklar), öğrenci derneklerinin gerekliliğini okuyucularına birçok sayıda aktarmıştır.
Yarın Edebiyat ve Sanat Dergisi Son Bulurken “Bir sanat ve edebiyat dergisi olmanın yanı sıra ortaya koyduğu politik tavır ve etkinliğin gitgide artması yüzünden dergi polis tarafından sıkıştırılmaya başlanmıştı. Yarın’ın örgütsel bağı olup olmadığı kuşkusu yakın çevremizdeki arkadaşlarımızın da endişesi arasındaydı. Bu endişe bütün bütüne hiç yok olmadı ama derginin o sırada yalnızca çalışanlarınca ve sınırsız bir inisiyatifle yönetiliyor olması tedirginlikleri azalttı. Kaldı ki derginin dünyasına giren herkes her şeyi her zaman eşit biçimde paylaşıyordu… Ancak bizden sonraki dönemlerinde dışarıdan yapılan müdahale değiştirdi Yarın’ı ve bu değişim onun yıpranmasına ve yok olmasına neden oldu; ömrünü de doldurmuştu elbette.” Toplumcu gerçekçi edebiyat yolunda ilerleyen Yarın, 80 darbe-
27
“Alman olmayan her şeyin” ateşe verildiği bir dönemin bir benzeri de bizim ülkemizde yaşanmıştır.Kitaplar meydanlarda toplu halde yakılmasa da kitapların yazılması engellenmiş ve kurulmak istenilen düzene aykırı, ilerici kitaplar toplanılmıştır.Yarın’da Alman olmayan her şeyin ateşe verildiği bir dönemde yayın hayatını sürdürmeye çalışmış ve en sonunda da ilk olarak ateşi söndürmenin kararına vararak yayınlarını çıkarmıştır. si sonrasında yaratılmak istenen yeni düzene karşı tepkisini her zaman göstermiştir. Ancak zaman içerisinde dergi sanat ve edebiyat dergisi olmaktan uzaklaşarak, daha çok gençliğin sorunlarıyla ilgilenen siyasi bir dergi olarak çıkmaya başlamıştır. Elbette ki dönemin koşullarına ve dergiye olan baskıya baktığımızda bu dönüşüm belki de yerinde ve doğru olmuştur. Ancak Yarın zaman içerisinde kendi dönemini yavaş yavaş kapatmış ve dergi 1986 yılında yayın hayatını bitirmiştir.
ülkemizde yaşanmıştır. Kitaplar meydanlarda toplu halde yakılmasa da kitapların yazılması engellenmiş ve kurulmak istenilen düzene aykırı, ilerici kitaplar toplanılmıştır. Yarın da Alman olmayan her şeyin ateşe verildiği bir dönemde yayın hayatını sürdürmeye çalışmış ve en sonunda da ilk olarak ateşi söndürmenin kararına vararak yayınlarını çıkarmıştır.
Son Nokta…
“Alman olmayan her şeyi ateşe verin. Materyalizme ve sınıf kavgasına karşı. Halkın birliği ve idealist yaşam anlayışı için. Ben Karl Marx ve Kautsky´nin yazılarını ateşe veriyorum.” Adolf Hitler’in bu sözleriyle başlayan ve devamında sadece Karl Marx ve Kautsky’nin kitaplarıyla kalmayarak “Alman olmayan her şeyin” ateşe verildiği bir dönemin benzeri de bizim
*Yarın’ın öyküsünü unutmak zor -http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=ktp&haberno=6274
28
Kendime Notlar AYTEKIN AKTAŞ
I Deli diyorlar. Aşık kişilere. İnsanlar extrem, radikal, samimi ve adil duygulardan yoksun. Rutinden kurtulmuşlara saldırıyorlar. Yine de deliler kazanıyor. Onların adı biliniyor. Onlardan olanlar dünyayı şekillendiriyor. Çünkü onlar üretiyor. Kıymetli kafalara onlar dokunuyor. Belki yalnızlıktan ve anlaşılmamaktan muzdaripler. Ama kendi aralarında organize olup kardeşlerine el uzatabiliyorlar. Çünkü yetenekliler. Çünkü seçilmişler. Çünkü emektar ve savaşcılar. Her birinin hikayesi bir film. Çoğunun trajediyle başlayıp devam ediyor ama onlar bunu tregedya yapmaya meyilliler. Çünkü gülmeyi bilen insanlardır deliler. Deliliğe vurmaları, çok zor şartlarda gülebilmelerinden ötürü. Başka türlü modern hayatta nasıl açıklayacaklar bunu. Allah’a en yakın olduklarını ancak böyle gizleyebilirler.
29
II İnsanın içinde çelişkiler vardır. Farklı yüzler, farklı görülüşler. Bir sahiden kişinin hamurunun rengini belli eden sivrilmiş, baskın sıfatlar, bir de bürünülen roller vardır. Ne zaman ki kişi farklı benliklerini tek potada eritir, farklı sosyal çevrelerde aynı sıfatlarla anılır, işte o zaman kişi daha az yorulur. Ve kuvvetle muhtemel daha keyifli olacaktır. Kişi ancak bu şekilde kendini gerçekleştirebilir. Sanılanın aksine insanoğlunun içine sadece şereften uzak eğilimler koyulmamıştır. Akıllı insan, karşısındakinin en derininde kalmış hassasiyeti bulup gerekirse o notanın diyez ve bemollerine hakim olarak, ihtiyacı olan sesi çıkartabilen insandır. Bu akıl hem kişisel hem de insancıl çıkarlar için kullanılabilir. Olur da melodi bizi tatmin etmezse çok da darılmamak gerekir. Çünkü biz de bir yerlerimize basıldığımızda ses çıkaran bir enstrüman parçasından daha fazlası değiliz. Hem çalgı hem çengiyiz. Öyle ya da böyle tınımalı ve tınıtmalıyız ki şov devam etsin. Çünkü bildiğimiz en öte şey sanat. III Her ayrı mekansallık ve oranın kendine has işleyiş ve aurasına x diyecek olursak, her x bir başka x’in arasıdır. Şöyle ki, okul/iş hayatı sivil hayatın; sivil hayat da ancak resmi hayatın arasında yaşanabilir.
Okuldayken iki tenefüs arası bir dersken kimileri için de iki ders arası bir tenefüstür. Kategorize edebileceğimiz her bir zaman dilimi, diğer zaman dilimlerinin reklamıdır. Tüm varoluş zamanını iki ve daha büyük herhangi bir sayıya bölerek istediğiniz büyüklükte bir ‘AN’ ele alabilirsiniz. Bu an bir tv reklamı ya da bir devletin ömrü olabilir. Sonsuz mekansallık olduğu için ( mekansallık= mekan+çevresel faktörler+öznel ruh halleri+bilumum değişkenler=her şey-zaman) sonsuz farklı an vardır. Ve bizler (tabii hepimiz değil), her bir reklam parçasını aynı ciddiyet, motivasyon ve samimiyetle yaşıyoruz. O ‘AN’ içinde sanki sadece o an varmış; tüm varoluş sadece o mekansallıktan ibaretmiş gibi düşünüyor/
30
yaşıyoruz. Bu delilik değil de nedir a dostlar. Bu nasıl sinir bozucu bir durumdur! Ne kadar samimiyetsiz ve kendi yalanlarımızı yaşayan aptal mahluklarız böyle! Bu duruma ne kadar şaşırıyorsam, tek eşli, herhangi bir dine mensup, herhangi bir ideolojiye sahip olduklarını iddia edenlere de o denli şaşıyorum ve kırılıyorum. Herhangi bir şey olmak tam olarak mümkün değilken bir şey olunabileceği nasıl olur da iddia edilebilir? Tembelçizer? IV Hayat tüm karmaşıklığıyla hızla devam ediyor. Herhangi bir tavırda tutarlı ve istikrarlı şekilde durabilmek çok zor. Çünkü zihnimiz ve hislerimizin müştereken yönlendirdiği tavırlarımız, tutumlarımız ve almış olduğumuz kararlar, pratik hayata geçiş aşamasında erozyona uğruyor. Büyük ya da küçük ölçekli revizyonlara uğrayabiliyor. Ama bu durum kişinin aleyhinedir demek de olmuyor. Çünkü bu revizyonlar genelde somut ilişkiler sarmalı kurallarına ayak uydurmak, uygun forma sokmak, ya da somut durumun aslında düşünüldüğü gibi olmadığını anlamak, verilmesi düşünülen tepkinin az ya da fazla olduğunu fark edebilmek şekillerinde karşımıza çıkıyor. Bu meseleye değinmemin sebebi, kendimizden bu kadar emin bir şekilde oluşturduğumuz söylemlerin böylesine
hızlı bozulması ve aynı eminlikle farklı bir tutuma geçebiliyor olmamızın garipliği duygusu. Bu süreçte ister istemez şüpheleniyorum, hangi tutumumun doğru tutum olduğu konusunda. Yine rasyonaliteyle açıklayamayacağım ama içten içe hissettiğime göre bu sudan çıkmış balık gibi düşüncelerin gerçek hayata uygulanırken değişerek, ilk baştaki konumdan uzaklaşarak yeni bir koordinattan fiili hayatta vücut bulan kararların, değişiyor olma durumları benim lehime. Bir çeşit uygunluk süzgecinden geçirip hayata uygulamak benim için daha güzel. Tabii ki kendi verdiğimiz kararları bile sürekli sorgulamalıyız ki, güncel geçerliliklerini koruyabilsinler. Kendi bilincinizi sürekli denetlemek, zihin ülkemizin yeri geldiğinde danıştayı, yeri geldiğinde sayıştayı olabiliyor olmak güzel bir şey. Asıl zor görevimiz ise yargıtayımız olan vicdan-adalet terazimizi sahiden de bağımsız şekilde muhafaza edebilmek. Çünkü diğer organların düzgün çalışması da buraya bağlı. İşimiz zor. Keyifli bir şekilde kolay gele yiğitler!
31
AF geçmiş yetim bir cenaze gibi duruyor ellerinde hangi fatiha çıkaracak bu lekeyi
sana ne olduğumdan habersiz kendimi unuttum aklında kar tuttu yalnızlığım göğü silkeliyorum ki dökülsün yağmurlarıyla kaderim
yüksek çalınır kalbin kaybet kapılarını gelen kederdir aşk bacalardan yanadır hep
ellerimiz alışıktır bağışlanmaya MEHMET DORUK KANDEMİR
32
There and Back Again* MEHMET ATLAMIŞ
“Silmarillion kitabının girişinde dünyanın nasıl oluştuğu ve ilk yaratılan varlıklar hakkında bilgiler var. Tolkien’in kurduğu yapı günümüzün monoteist dinlerine çok benziyor. Her şeyin yaratıcısı Eru İluvatar tanrı kavramıyla eşdeğer.”
FANTASTIK kurgu roman denilince hiç şüphesiz ki akla gelen ilk isim John Ronald Reuel Tolkien. Yüzüklerin Efendisi filminden aşina olduğumuz bütün karakterlerin, mekanların yaratıcısı Tolkien’dir. Kendi yarattığı dünyaya ömrünü adamıştır, yazdığı taslaklar ölümünden sonra kitaplaşmaya devam etmiştir. Tolkien’in kurduğu bu fantastik dünyanın temeli sayılabilecek kitabı Silmarilion’u, ölümünden sonra oğlu Cristopher Tolkien yayımladı. Yüzüklerin Efendisi ve Hobbit kitaplarında anlatılan her şeyin temeli, evveliyatı Silmarillion kitabında anlatılıyor. Tolkien’in dünyasını anlamak için Silmarillion kitabını okumak büyük önem taşıyor. Silmarillion kitabının girişinde dünyanın nasıl oluştuğu ve ilk yaratılan varlıklar hakkında bilgiler var. Tolkien’in kurduğu yapı günümüzün monoteist dinlerine çok benziyor. Her şeyin yaratıcısı Eru İluvatar tanrı kavramıyla eşdeğer. İluvatar ilk olarak üst düzey melekler diyebileceğimiz Valar’ı yaratıyor. Valar’dan sonra da Maiar yaratılıyor. Maiar için de, Valar’ın hizmetindeki alt düzey melekler diyebiliriz. Yüzüklerin Efendisi filminden aşina olduğumuz Gandalf karakteri de Maiar sınıfına dahil. Yüzüklerin Efendisi filminde alevler içinde yanan bir göz şeklinde
33
gördüğümüz karanlıklar lordu küçük, şakacı, kötü yaratıklar olan Sauron’da Maiar sınıfının bir üyesi. anlatılan elfler Tolkien’le birlikte en Yüzüklerin Efendisi’ne bakılarak asil hallerine ulaştı. Iluvatar insanOrta Dünya’da karanlığın başlangı- lar ve elfler dışında başka bir ırk cının Sauron olduğu düşünülebilir. yaratmak istemiyordu; fakat Valar Fakat karanlık; Sauron’un efensınıfından Aule Iluvatar’ın izni disi, Valar’ın bir olmaksızın cüüyesi olan Melkor Tolkien faniliğin insanlara verilmiş celeri yarattı. tarafından dünyaya Aule yaptıen büyük hediye ve ölümsüzlüğün yayılıyor. Melkor ğından dolayı da monoteist daha sonra de elflerin en büyük talihsizliği dinlerdeki şeytan, Iluvatar’dan olduğundan bahseder. iblis kavramıyla af dilemiştir eşdeğer. Melkor’un ve Iluvatar Iluvatar’a isyan etmesinin temeAule’nin yarattığı yedi cücenin calinde Manwe’nin Valar’ın lideri nını bağışlamıştır. Orta Dünya’nın olarak seçilmesi ve ileride gelecek en önemsiz ırkı gibi görünen; fakat olan “Iluvatar Çocukları”na yani daha sonra Orta Dünya’nın kaderiinsanlara ve elflere duyduğu nefret ni belirleyecek olan ırkı hobbitleri var. Melkor en kudretli varlığın de Aule yarattı. İnsan ırkına değinekendisi olduğunu düşündüğünden cek olursak; Tolkien’e göre IluvaManwe’nin emri altına girmek ve tar’ın en sevdiği ırk insanlardır. Iluvatar Çocukları için dünyayı Çünkü kendilerine fanilik bahşedilhazır hale getirmek gibi görevleri miştir. Tolkien faniliğin insanlara yapmak istemiyor. Aslında hemen verilmiş en büyük hediye ve ölümaklımıza çok tanıdık bir hikaye geli- süzlüğün de elflerin en büyük talihyor. Tolkien, büyük olasılıkla şeyta- sizliği olduğundan bahseder. İşte bu nın Adem’e karşı duyduğu öfkeden fani insanlardan Kral Aragorn’un dolayı Tanrı’ya isyan etmesi hikasoyunu dayandırdığı Numenor yesinden esinlenmiş. Zaten epik insanları, Sauron’u esir alabilecek fantezi türü insanlık tarihindeki kadar güçlülerdi. Güçlerine duyefsanelerden çokça beslenir. Hatta dukları güven yüzünden Sauron’un daha da ileriye gidersek bu türün aldatmacalarına kanıp kendilerine yazarları tarihteki destan geleneğiyasaklanan Valinor’a gitmeye çalışnin devamcısıdır diyebiliriz. tılar. Fakat Valar onlara engel oldu Tolkien Orta Dünya’daki ırkları ve bütün Numenor gemileri batıyaratırken de mitlerden ve masalrıldı. Bu felaketten sadece Elendil lardan yararlanmıştır. Her masalda ve oğulları kurtuldu. Daha sonra
34
Tolkien, romanlarında iyileri salt ve mutlak iyi, kötüleri de salt ve mutlak kötü gösterdiği için eleştirilmiştir. Eserin fantastik kurgu roman olduğunu düşününce bu eleştiriler boşa düşüyor. Uçabilmek, görünmez olabilmek, büyü yapabilmek gibi birçok doğaüstü yeteneğe sahip karakterler üzerinde psikolojik tahlil yapmak çok saçma olurdu. Muhtemelen Sauron gibi kudretli bir karakter , çocukken babası tarafından hortumla dövüldüğü için kötü olmamıştır ya da Melkor sürekli mahallede kendisiyle alay edildiği için kötü olmayı seçmemiştir. Bu tarz romanlarda kötüler mutlak güç elde etmek için kötü olur; iyiler de dünyadaki güzellikleri korumak için iyi olur. Ayrım bu kadar keskindir. Elendil ve oğulları Gondor ve Arnor krallıklarını kurdu. Tolkien burada da Nuh Tufanından esinlenmiş büyük ihtimalle. Daha önce de bahsettiğim gibi Tolkien çocuk masallarını kullanmayı çok seviyor. Karanlık varlıkların yaratılmasına gelecek olursak; tamamen Melkor’un marifetidir. Melkor Iluvatar’ın Müziği’nin ezgilerini bozarak kötü ve karanlık varlıkların ortaya çıkmasına neden oldu.Melkor’un orkları yaratması ise daha farklı oldu. Iluvatar tarafından dünyaya ilk olarak elfler gönderilmişti. Orta Dünya’ya gönderilen elfler daha sonra Valinor’a yani ölümsüz topraklara büyük bir yolculuk başlattı. Bu yolculuk sırasında bazı
elfler gruptan ayrıldı ve daha sonra Melkor tarafından yakalanıp hapsedildi. Melkor’un yavaş yavaş işleyen zulmüyle sakat bırakılan elfler geri dönülemez bir tahribata uğradı. Bu tahribat sonucu Ork ırkı oluştu. Orklar efendilerinin her isteğini yerine getirdiler; fakat kalplerinin derinliklerinde efendilerine karşı hep bir nefret beslediler. Çünkü yaşadıkları kötü kaderin sorumlusunu hep Melkor olarak gördüler. Tolkien’in dünyasında kötü olan şeyler hep saf ve temiz olan şeylerin bozulması ile oluşmuştur. Tolkien, romanlarında iyileri salt ve mutlak iyi, kötüleri de salt ve mutlak kötü gösterdiği için eleştirilmiştir. Eserin fantastik
35
kurgu roman Feanor Rünleri’dir Tolkien dünyanın en olduğunu . Peter Jackson Yüdüşününce züklerin Efendisi ve iyi filologlarından ve bu eleştiHobbit filmlerindeki edebiyatçılarından biri olarak riler boşa bazı sahnelerde bu bize bu dünyayı hediye etmiştir. dillerden yararlandüşüyor. Uçabilmek, Onu okuyup hayal gücümüzün mıştır. görünmez Yarattığı dillersınırlarını genişletmek bize olabilmek, den bile Tolkien’in büyü yapakurduğu bu dünyaya düşüyor. bilmek gibi ne kadar önem verbirçok doğaüstü yeteneğe sahip ka- diğini anlayabiliyoruz. Tolkien Orta rakterler üzerinde psikolojik tahlil Dünya üzerine o kadar çok fazla yapmak çok saçma olurdu. Muhüretim yapmıştır ki; hepsini yayımtemelen Sauron gibi kudretli bir lamaya ömrü yetmemiştir. Oğlu karakter , çocukken babası tarafınCristopher Tolkien onun taslakladan hortumla dövüldüğü için kötü rını tamamlayıp yayımlamıştır. Bu olmamıştır ya da Melkor sürekli yayımlanan kitaplarda Orta Dünya mahallede kendisiyle alay edildiği hakkında daha ayrıntılı bilgiler elde için kötü olmayı seçmemiştir. Bu edilebilir. Tolkien’in dünyasını antarz romanlarda kötüler mutlak güç lamak için Silmarillion başta olmak elde etmek için kötü olur; iyiler de üzere Yüzüklerin Efendisi, Hobbit, dünyadaki güzellikleri korumak için Bitmemiş Öyküler, Hurin’in Çocukiyi olur. Ayrım bu kadar keskindir. ları gibi kitapları okumakta fayda Bu yüzden Tolkien yarattığı bir var. Tolkien dünyanın en iyi filokarakteri Dostoyevski’nin yarattığı loglarından ve edebiyatçılarından bir karakterle karşılaştırmak yanlış biri olarak bize bu dünyayı hediye olacaktır. etmiştir. Onu okuyup hayal gücüTolkien, ırkları yaratırken onlamüzün sınırlarını genişletmek bize rın dillerini yaratmayı da ihmal etdüşüyor. medi. Tolkien, yazdığı kitaplar için tam beş ayrı dil yaratmıştır. Yarattığı bu diller kelimeleriyle, grameriyle günümüzün modern dileriyle boy ölçüşebilecek seviyededir. Tolkien daha da ileri gidip kendi alfabelerini yaratmıştır. Örneğin Tek Yüzük’ün üzerinde gördüğümüz yazılar *Gittim ve Gördüm
36
İZ ANIL BULUT
NEREDEYSE yıllar geçti şeyin üzerinden... Yıllardır sızladı bu yaram. Çok kızgındım sana. Ama yüreğim anne şefkati gibi hep mutlu olmanı istedi. İçim burkuldu direndim. İçim yandı, küllerimden doğmaya çalıştım her seferinde. Sadakati, sana sadık olmayı istedi hep kalbim. Kalbimin kıblesi sen oldun. Kimi zaman tamamen unuttum zannettim seni. Fakat zihnim bana oyun oynayıp durdu hep. Sen yoktun ama siluetini taşıdım yanımda. Ben sen olmuştum, sen ben olmasan da olurdu. Hayattaki tek sevdiğim yanlışım sendin. Beni hatırlamayan yanlışım. Yüzünü bana dönen yanlışım. Kalbinin yönünü çeviren yanlışım. İçimin acısını hiçe sayan yanlışım. Beni tek seferde silen yanlışım. Yemin etmiştim bir daha adını anmayacaktım. Dil sözünü tutsa ne olur yürek haykırdıktan sonra. Elime kalemi aldım, kalemimden sen aktın. Gözlerimi kapadım, gözlerimden sen aktın. Bir gece beni mahvettin,
bileğimden hasretin koyu kırmızısı sen aktın. Yıllardır geçti her gün dua ettim Allah’a seni korusun diye. Dedim ki Allah’ım canımı almadın kalan ömrümü ona bahşeyle. Belki duam kabul olmuştur, kim bilebilir ki... Hayat zormuş gerçekten. Tadı zift gibi, ufku katran karasıymış ve açılan gerçek yaralar asla kapanmazmış. Şimdi yaram ve ben gurbetiz. Ne zaman birini sevmeye çalışsam hep yaram sızladı ilk günkü gibi. Beni hiç terk etmedi o. Kalbimin nakışıydı sanki. Zaman her şeyi aldı da bir onu almadı benden. Hatırla dedi adeta. Sakın unutma. Ben de unutamadım zaten. Bin parçaya ayrılmış halimi toplayıp yapıştırdım. Hayatımdaki diğer insanlara tutundum. Yalnız bir Leyla’ydım ben Kays’ını kaybetmiş. Kays ondan fersah fersah uzaktı ama yüreği Kays’ın heybesine asılıydı. Kays onu orada unutsa da birdi unutmasa da.
37
ÇOK SATAN ROMANLARDAN İPUÇLARI… ZÜBEYDE ARSLAN İçimizdeki Şeytan, Sabahattin Ali Sabahattin Ali’den, kişinin iç dünyasına yolculuk yaptığı bir roman daha. Felsefe okuyan bir adamın ve aşık olduğu konservatuar öğrencisi bir kızın, aslında kendileriyle konuşurmuş gibi oluşan diyaloglarına, hislerine, yoksulluklarına tanık olarak roman boyu civar mahallelerde gezinip duruyoruz. Aşk, felsefe, birey ve toplum eleştirisi gibi konular hakkında sayfalarca süren tiradlar barındırıyor roman. Bir insanın değişmek istediği halde başaramamasından, iradesizliğinden, kendisinde barındırdığı tüm kötülükleri “içindeki şeytana” yüklemesinden, kapana kısılmışlığından hatta aydın geçinmesine rağmen ömrünü boş geçiriyor olmasından öylesine dem vuruyor ki Sabahattin Ali; kitabın sonunda “peki biz Ömer’e ne kadar ona benziyoruz?” diye düşünmekten kendimizi alıkoyamıyoruz.
Deliduman, Emrah Serbes Deliduman, İstanbul’a pek de uzak olmayan Kıyıdere adlı taşra kasabasından Gezi Parkı’na uzanan, apolitik bir insanın romanı. Esas oğlan Çağlar İyice on yedi yaşındadır, ağzı çok laf yapar fakat sadece tecrübeleriyle konuşur, kazık atan akrabalarını hatta kız arkadaşlarını asla unutmaz, sert olduğu kadar duygusal; kız kardeşine şaşırtıcı derecede düşkündür. Parçalanmış ailesinde değer verdiği tek kişi olan kız kardeşini ünlü etme çabasıyla çıktığı yolda Çağlar’ın hayatı asla vazgeçmeyenlerin, direnenlerin yoluyla kesişecektir. Emrah Serbes’in yine bir ergeni ana karakter seçtiği romanında bol bol takma isim kullandığı üslubu ise kimi zaman güldürecek, kimi zaman da Çağlar’ın gözünden zamanın isyankar ruhuna, uçan martının hissettirdiklerine ortak olacaksınız.
38
Aldatmak, Paulo Coelho Biz onu daha çok Simyacı romanı ile tanısak da bu kez bambaşka bir konuyu ele alıyor Coelho; insanların tutkularını. Romanda Linda’nın 30’lu yaşlarından sonra hayatını yeniden keşfetmesi, tutkularının ilk kez farkına varması ve ardından yaşadıkları anlatılıyor. Linda 31 yaşında mükemmel bir eşe, güzel çocuklara, kısacası güzel de bir hayata sahip bir kadın. Ta ki karşısına eski sevgilisi çıkana kadar. Yaşamının aslında ne kadar basit ve tekdüze olduğunu keşfediyor ve bunu değiştirmeye öylesine istekli ki. Bunu yaparken de etik olmayan her şeyi deneme hazır. Yeter ki yeniden keşfettiği kendisini ve arzularını tatmin edebilsin.
Çavdar Tarlasında Çocuklar, J. D. Salinger 1951 yılında yayımlanan roman, dönemin koşullarına kafa tutan Holden’in dilinden yazılmıştır. Romanda Holden Coulfield’in okuldan atılması ve ailesi bunu öğrenene kadar eve gitmek yerine New York sokaklarında geçirdiği 4 -5 gün anlatılmaktadır. Holden’ın memnuniyetini kazanmak asla mümkün değil. İnsanların iki yüzlülüğünden, riyakarlığından ve aptallığından şikayet etmektedir. Tüm bunların yanı sıra Holden’in kız kardeşiyle diyalogları onun yalnızca samimiyet peşinde olduğunda gösteren dokunaklı satırlardan ibaret. Hafızalara kazınan cümleler genellikle bu satırlar oluyor çünkü Holden’in sevilmesi veya anlaşılması zor biri olduğunu söyleyebiliriz. Zaten Holden’i kitapta seven insanlar, onu keşfedebilmiş kişilerden oluşuyor. Eser ahlak dışı bulunduğundan uzun yıllar ABD’nin birçok bölgesinde yasaklı kaldı. Yasaklı kalmasına rağmen geçmişten günümüze liselerde en çok okutulan kitaplardan biridir de. Üstelik “en iyi 100 giriş cümlesi” listesinde birinci sırada yer alması bile en azından ilk cümlesini okunmaya değer kılıyor.
39
Sineklerin Tanrısı, William Golding Golding bu romanında ıssız bir adada mahsur kalmış çocukları, çocukların kurmaya çalıştıkları düzeni, önderlik kavgalarını anlatarak hem bir medeniyet eleştirisi sunmuş hem de insan yaradılışına değinmiştir. Olaylar hiç de, adaya düştüklerinde eğleneceklerini sanan çocukların düşündükleri gibi gelişmez; kıyasıya bir liderlik mücadelesi başlar. Hiçbir toplumsal kuralın olmadığı yerde canavarlaşan çocuklar, Golding’e göre, insanın yalnızca belli kurallar içinde yaşarken, toplumda “iyi” olabileceğinin ispatıdır. Yazar, kötülüğün insan benliğinde doğuştan var olduğu mesajını verir, karakterlerin çocuk olmaları ise işin can alıcı kısmıdır. Sineklerin Tanrısı romanı 1963 ve 1990 senelerinde iki kez sinemaya da uyarlanmıştır.
Yabancı, Albert Camus 1942’de yayımlanan roman Albert Camus’nun hala en çok satan, en fazla dile çevrilen kitabı olmasının dışında “topluma ve kendine yabancılaşan Meursault’un romanı” olması bakımından da yazarın en gizemli kitabı. Cezayir kıyılarında yanlışlıkla işlediği cinayete kayıtsız kalan, annesinin ölümünü bile umursamayan; kimilerine göre yalnızca duygusuz bir adam, kimilerince hayatı vazgeçmişlik üzerine kurulu biri Meursault. Ona göre yaşamak başlı başına bir saçmalık olsa dahi, intihar etmek de o kadar manasız. Camus da yaşamın saçmalığı karşısında umutsuzluğu değil, yaşama rağmen yaşamayı seçmiştir. Romanı da varoluşçu görüşleri doğrultusunda okuması kolay, anlaması zor bir romandır lakin tavsiyemdir.
Bir, benim kitaplarımı okuyan katil olmasın, savaş düşmanı olsun. İki, insanın insanı sömürmesine karşı çıksın. Kimse kimseyi aşağılayamasın. Kimse kimseyi asimile edemesin. İnsanları asimile etmeye can atan devletlere, hükümetlere olanak verilmesin. Benim kitaplarımı okuyanlar bilsinler ki, bir kültürü yok edenlerin kendi kültürleri, insanlıkları ellerinden uçmuş gitmiştir. Benim kitaplarımı okuyanlar yoksullarla birlik olsunlar, yoksulluk bütün insanlığın utancıdır. Benim kitaplarımı okuyanlar cümle kötülüklerden arınsınlar. #BuDunyadanYasarKemalGecti