sayı
3. ÜCRETSİZDİR
2
içindekiler
-Giriş ������������������������������������������������������������������������������������3 -Uyar’ı Minnetle An(la)mak ��������������������������������������������������������������������������������� 4 Gökhan Özen
-açlığınca ������������������������������������������������������������������������������7 Tarık Acıpayam
-Soğuk Bir Yaz Geçiyor Uzaktan ��������������������������������������������������������������������8 Gülbay Başar
-“Çok komiksin Azrail, TurgutUyar ölür mü?”* ��������������������������������������������������������12 -yaz akşamına ve kaygısızlığa ������������������������������������������������������������������������14 Zübeyde Arslan
-Kendime Notlar ������������������������������������������������������������������15 Aytekin Aktaş
-Sinemaya Uyarlanan Romanlar ����������������������������������������������������������������������������17
İletişim:
Zübeyde Arslan
Şiirlerinizi öykülerinizi, denemelerinizi iletişim adreslerimize gönderebilirsiniz. facebook.com/yokusdergi twitter.com/yokusdergi yokusdergisi@gmail.com
3
Bu Sayıda... OKULLARIN açılmasına az bir zaman kala, “Yaz Özel” sayımızla karşınızda olalım istedik. Kimimiz için bütünleme çanlarının çaldığı şu günlerde, bir soluk almak, kafasını dinlemek isteyenler için, mütevazı bir sayı hazırladık. Geçtiğimiz hafta, Türk şiirinin ve İkinci Yeni hareketinin en önemli isimlerinden Turgut Uyar, ölüm yıl dönümü sebebiyle, bir kez daha saygıyla anıldı. Yazarlarımızdan Gökhan Özen, üstat hakkında bir yazı kaleme aldı: “Uyar’ı Minnetle An(la)mak”. Gülbay Başar kaçak bir Afgan kızı üzerinden umudun ve çaresizliğin sınırlarında dolaştı: “Soğuk Bir Yaz Geçiyor Uzaktan”. Aytekin Aktaş “Kendime Notlar” isimli köşesinde bu kez ‘hasta insan’ı konu aldı, yer yer ‘aşk’tan, yer yer ‘gerçek’ten, ‘sanat’tan dem vurdu. Zübeyde Arslan,
sinemaya uyarlanan dört romanı tanıttığı yazısında anahtar yorumlar sundu. SON OLARAK... Ülkemizin kanlı gündemine kayıtsız kalamazdık. Son dönemde onlarca insanımız öldü. Lice’de, Şemdinli’de, Pervari’de… Halklar birbirine kırdırılıyor. Ve Suruç… Suruç’ta hayatını kaybeden gençlerden bir kısmı sıra arkadaşlarımızdı. Onları unutmadık, arka kapağımıza taşıdık Ölümlerin son bulduğu bir ülke düşlüyoruz...
YOKUŞ YAYIN KURULU
4
Uyar’ı Minnetle An(la)mak GÖKHAN ÖZEN
“Şair ancak, ‘oldum’ demeden, tereddüt ederek şiirin gerektirdiklerini yerine getirebilir. Uyar bu durumu ‘korkulu ustalık’ deyişiyle izah eder. Hatta, Orhan Veli’nin tam da bu yönüne, yetkin bir dil kullanmaktan kaçışına övgüler dizdiği bir denemesini şu sözlerle bitirir: “Sanatçıyı yitiren ustalıktır. Usta olmaktan korkunuz diyorum.””
Turgut Uyar şiiri, okurca tamamlanmaya bırakılmış yarım yamalak biçimlerin arasından yükselir. Şairce, ‘kendi başına yaşayan, soyut bir yaratık’ değil de, okurun zorunlu dahil edildiği, toplumsal dayanakların, insanın imkanlarına kadar anakronik bir ortamın* şekillendirdiği bir şey addedilmesinin bir sonucu olarak, şiir, ‘ince bir matematik işi’ fakat ‘kusurlu’ olmayı birlikte üstlenir. Uyar’ın poetik metinlerinde ve söyleşilerinde dile getirdiklerinden, şiirde acemiliği, tıkanıklığın önüne geçmede, şairin insanın dinamiklerindeki değişime ayak uydurması hususunda, bir hayli önemsediği anlaşılır. Çünkü şair ancak, ‘oldum’ demeden, tereddüt ederek şiirin gerektirdiklerini yerine getirebilir. Uyar bu durumu ‘korkulu ustalık’ deyişiyle izah eder. Hatta, Orhan Veli’nin tam da bu yönüne, yetkin bir dil kullanmaktan kaçışına övgüler dizdiği bir denemesini şu sözlerle bitirir: “Sanatçıyı yitiren ustalıktır. Usta olmaktan korkunuz diyorum.” Böyle derin bir şiir görüşüne sahip bir şairden, şiirini sürekli yenilemesi beklenir. Gerçekten de, anlam sıçramaları, özlü deyişleri, özgür çağrışımlarıyla Uyar şiiri, dönemine ayak uydurmakta zorlanmamıştır. Özellikle, Dünyanın En Güzel Arabistanı’yla poetikasında başlattığı değişim, değişimin anlatımda ilk göze çarpan izleri olarak, düzyazıyla şiirin harmanlandığı, kutsal kitapların etkisi altındaki dizeler, Uyar’ın hanesine görkemli artılar olarak yazılmış, Türk şiirinde yeni anlatım olanaklarının kapısını aralamıştır. Uyar, bir söyleşisinde, insandaki değişimle şiir dilindeki organik bağıntıya şöyle değinir: “Hazır bulduğumuz şiir belki yetmiyordu bu yeni oluşum içindeki insana. Yani bu değişim bir bakıma zoraki bir değişim değildi. Tam tersine kendini zorlayan bir eğilimdi. Yeni insana, daha doğrusu
5
değişen insana yeni anlatım olanakları aramak çabasıydı. Düzyazının ya da ‘düzyazının kıyılarında dolaşmanın’ şiirsel gücüne hâlâ inanıyorum. Şiirin yararlanamayacağı bir alan düşünemiyorum.” Dünyanın En Güzel Arabistanı’nın Uyar şiirinde başlattığı değişim, muhteva, form, dil ve imge dünyasını kapsar. Onu İkinci Yeni’nin havuzuna dahil eden bu şiirler, şairin önceki iki kitabındakilerle, izlek ve söylem bakımından neredeyse kopuktur. Özdemir İnce, Uyar şiirindeki ani değişimi, Dünyanın En Güzel Arabistanı’nın
açılış şiiri ‘Geyikli Gece’ üzerinden değerlendirir: “İlk iki kitapta ‘Geyikli Gece’ sonrasının ipuçlarını ne izlek, ne çevrim, ne dil, ne dünya, ne de şair tavrı olarak bulabiliriz. İki şiir arasında büyük bir söylem farkı vardır.” Özdemir İnce’nin ve pek tabii pek çok eleştirmenin/şairin Arz-ı Hal(1949) ve Türkiyem(1952)’de işbu delillere erişememesinin sebeplerini kuşkusuz, Uyar’ın o dönemki sosyal hayatında aramak faydalı olacaktır. Şairin yaşamındaki değişikliklerden haberdar olursak, şiirindeki kırılmayı temellendirme
Düzyazının ya da ‘düzyazının kıyılarında dolaşmanın’ şiirsel gücüne hâlâ inanıyorum. Şiirin yararlanamayacağı bir alan düşünemiyorum.”
6
fırsatı yakalarız: Turgut Uyar, Konya Askeri Okulu’nu ve Işıklar Askeri Lisesi’ni bitirdikten sonra memur subay olarak 1947’de göreve başlar. Bu dönemde kırsalda, şehrin kalabalığından uzak, tabiatın dilinden bir yaşam sürer. Arz-ı Hal ve Türkiyem bu döneminin ürünleridir. Şiirlerinde taşra temi, hece vezni ve doğrudan söyleyiş görülür. İmgeden ise uzak durulur. Sürdürdüğü askerlik görevinin bu dönemde, şairde ve şiirlerinde, devlet programlarına, politikasına uyum eğilimi yarattığını söylemeliyiz. Şairin, ürünlerine doğrudan yansıdığını düşündüğümüz, yaşamındaki kırılma, 1958’de askerlik görevini bırakıp Ankara’ya yerleşmesidir. Bu tarihten itibaren Uyar şiiri, kendine ‘şehrin yaşamına adapte olamayan bireyler’ gibi özneler ve temler edinmiştir. Hece şiiri etkisi bir kenara bırakılır ve
zengin çağrışımların, yaratıcı imgelerin önü açılır. Yazımızı sonlandırmadan evvel, Turgut Uyar’ı ve ürünlerini anlamanın, öncelikle yaşamını bilmekten geçtiğini tekrarlayalım. İşbu yazının amacının ise, başlığındaki iddianın aksine, şaire üstün körü eğilmek, kayda geçilmiş bilgileri şöyle bir toplamak, toparlamak olduğunu da sözlerimize ekleyelim. Turgut Uyar’ın şairanelikten uzak ama şiirsel dili, günlük körleşmiş deyişlere uğramadan sürdürdüğü ‘korkulu ustalığı’, aradan geçen bunca yıla rağmen değerli güncelliğini ve yeni isimlere sağlam bir dayanak olma özelliğini korumakta. Bizlere düşen ise, onu ölüm yıldönümlerinde minnetle anmakla kalmayıp, bir de, şiirimize kazandırdıklarına daha yakından bakmak olmalı. *Arzı Hal ve Sonrası, Turgut Uyar, Can Yayınları
7
açlığınca gözlerinde bir parça ekmek açlığın kırıntıları avuçlarında, küf yeşili gözlerinde bir parça annene koştun açlığıncaçatlak dudaklar çürük memelerden sağar, bir eski alışkanlık avurtlarında küf yeşili gözlerinde bir parça ekmek bir parça sıcak TARIK ACIPAYAM
8
SOĞUK BİR YAZ GEÇİYOR UZAKTAN GÜLBAY BAŞAR
“FADY! Fady kıpırdama harika olacak böyle…” ‘Güneşin ilk ışıklarının bir köpeğe dokunuşu’ isimli çalışmamı köpeğin ismimi söylemem bozmuştu. Yanıma gelip ayaklarıma dolaşan köpeğe aldırmayıp kırmızıdan önce turuncuya sonra sarıya dönen gündoğumuna yönelttim objektifi. Birlikte hiç gündoğumunu izlemediğimiz geldi aklıma Mezopotamya’da ya da Meriç’in kıyısında. Ya da aklım seni getirecek bahane arıyordu kendine her şeyde. Gündoğumunu, düşünceleri bırakıp yürüdüm, sürüye yetiştim. Belli belirsiz bir ses yankılanıyor yamaçta, çan seslerinden ayırdım: Farsça bir şarkı söylüyor Zeynal. Beni fark etmediği belli, utangaçtır yoksa. Farsça bildiğimden değil; ezgisi ancak Farsça olabilir. Hatta hiç anlamadığım kelimelerde uzaklığı, özlemeyi, gitmek istemeyi duyuyorum; bir iç de ben geçiyorum. Bir sigara yakıyorum. Sigara yalnızlıkla, çayla, bir de böyle şarkılarla iyi gidiyor. Aramızdaki mesafeyi hep ölçerek yaklaşıyor Zeynal. Elinde katlanıp açılmaktan eskimiş kağıdı uzatıyor bana. Kağıdın eskimişliğini kıskanıyorum, Farsça yazısının güzelliğini, öğrenme isteğini kıskanıyorum. En çok da başka bir ülkede kaçak yaşayacak cesaretini kıskanıyorum. Bu eskimişlik mutlu da ediyor beni. Çalışkan bir öğrencim vardı, bilmediğim dilde birine, bilmediği dilimi öğretmek ne zordu yoksa. Yirmi bir yirmi iki, üç... ezberini tam yapmanın sevinci yerleşmiş gözlerine. “Oldu mu?” diyor. “Çok iyi,” diyorum. İnsan, kendi diline, kültürüne sahip çıkmalıydı ki şu koca dünya medeniyetine katabilecek bir şeyleri olsun. Başka kültürler edinmek güzel ama insanlara bir şeyler öğretebilmenin de tadından mahrum bırakmamalıydık kendimizi. Final dönemleriyle öldürülmüş öğrenme isteğimi dürtüyorum ya da o beni dürtüyor, ben başlıyorum,
9
bu kez edebiyattan bildiğim ‘yek’ ile devamını getiriyor Zeynal: Yek dü… pent … ve bir oyuna başlıyoruz o andan itibaren. Etraftaki nesnelerin o Farçasını öğretiyor, ben Türkçesini öğretiyorum. İyi bir hayat sanırım iyi bir öğretmen ve öğrenci olmakla ilgili biraz. Lisan öğrenmeye yatkın yapısıyla, ismimin sadece onun tarafından telaffuz edilebilen bir hali var ki ismimi sevdiriyor bana. Bir arkadaş daha ediniyorum, Fady kıskanarak baksa da. Zeynal 19 yaşlarında, Afgan, kaçak Türkiye’de, her kaçak gibi çaresiz ve umutlu. Vize, pasaport var mı diye sordum, yok. Sınırı nasıl geçtin neyle geldin ? Otobüsle, İran. Pasaport sormadılar mı? Para diyor. Yanıtı tek ve gerçek. Döneceğim, asker olacağım diyor; elleriyle postal çekiyor dizlerine, beline silah takıyor. Elleri, üç olmuş, üç yıl diyor, bizde askerlik 3 yıl. Heyecanı bitmedi; elleriyle bir çukur kazıyor, bomba yerleştirip haylaz haylaz “bomb” diyor. Cesaretini gösteriyor aldığı riskle. Risk almak cesarettir ama bile bile riske atılmak aptallık Zeynal, diyorum içimden. Çaresizliğinden mi buradasın, umudundan mı; yoksa çaresizlik mi her umudun anası? “Anne aç, kardeş aç,” diyor bütün o sosyolojik, psikolojik soruların cevabı olarak. Beynime işliyor ismimi en güzel biçimde söyleyen çocuğun sesi: ‘Anne aç’.
Birkaç gün geçmeden Zeynal’ı çalıştıran adamın parayı 2 aydır Afganistan’a göndermediğini öğrenecektik. Birlikte gözlerimiz dolacaktı ama ağlamayacaktık. Bazen insan birlikte susardı, acı en iyi böyle paylaşılabilirdi bence bulaştırmadan kelimelere, en saf haliyle. İnsan tacirleri, umut tacirleri, emek hırsızları diye başlayan küfürler edecektim. Burada hayat bazen bir küfür oluyordu dudaklarında nereye kime savuracağını bilmediğin; bugün sadece bir adresi vardı küfrün. Akşam vakti, uçuşan cümleleri yakalamaya çalışıyorum rüzgarın sert soğuk estiği bir yayla evinde. En ucuz, en güzel sığınağıma sığınıyorum tek başınalığımda; çaya uzanıyorum. Ama gizli yeri başkası tarafından işgal edilmiş bir çocuk tadı bırakıyor soğumuş çay, bardakta yarım kalmış bir çayın hüznünü hatırlatıyor bana: Ne kadar zaman geçerse geçsin o çay senindir, ama zamanında uzanmazsan geç kalınmış her şey gibi soğur. Ben de yarım bırakılmış bir çay olabilir miydim acaba ait olduklarım tarafından unutulmuş. Hala onlarındım ama buzum. “Kızmadın değil mi?” diye soruyor annem güç bela çeken telefonun ucunda. “Kızmadım anne, daha fena alıştım buna. Uzak bayramlara alıştım anne, ve bunun sizin seçiminiz olması bile acıtmıyor.” Kızmıyorum öyle mi! Yalan söylüyorum, bazen yapıyorum bunu
10
kendime. Çünkü her zaman olduğu gibi kabullenecek gücüm olmuyor. Anlayamıyorum bazen, kendimce anlamlandırıyorum ben de. Bir sigara daha yakıyorum, alışmayacağıma söz vererek kendime. İçimdeki sesle konuşuyorum. Bıkmamış mıydın, diyor, sakinlik istemiyor muydun? Bıkmıştım diyorum… Hayat algısı para ve seksten ibaret olan insanlardan, uyandığımda saçıma sinmiş sigara ve alkol kokusundan, “Ee, ne olacaksın?” sorusundan, gelecek kaygısından, iç çatışmalarımdan… Hepsinden bıkmıştım. Ama ben seçilmiş bir yalnızlık istiyorum, terk edilmiş değil, anlıyor musun? Cevap yoktu; ya onu susmaya mecbur etmiştim ya da sonunda iç sesim de gitmişti. Gaz lambasının titreyen ışığın-
da yazıyordum bunları, loş ışığa toplanmış kelebekleri kovalarken. Halbuki ne severdim kelebekleri. Kendimden uzaklaşıyor ve hoyratlaşıyor muydum her gün? Ve ne garip ki kendimden uzaklaşmak korkutuyordu beni. Birazdan babaannem girecekti odama. Gelenekçidir benim babaannem, her gece perdeleri çeker, bense yıldızları izleyerek uyumayı severim. Uyku tutmadığında yıldızları saymayı, hayal kurup dilek tutmayı, onlara hikayeler uydurmayı, hikayeler dinlemeyi… Bazen de sessizce, saatlerce yıldızları izlerim. Biliyorum çünkü kaç şehir olursa olsun aramızda, aynı gökyüzüne bakıp aynı şeyleri hissedebiliyoruz seninle. Ve şimdi onunla aramızdaki tek iletişim yolu yıldızlarken perdeleri çekmemi
11
bekleme babaanne. Her gece gökyüzüne fısıldayarak uyuyorum. İyi geceler sevgilim, iyi geceler sevdiklerim; yıldızlar iletiyor değil mi? Rüyalar başlıyor sonra: Buradayız, Toroslarda, bir bahar günü, herkesin hareketli olduğu şölen günü. Mor mor, sarı sarı çiçekler açmış her yanda. Sanki tanrı hd çekimde; her şey o kadar canlı. Rengarenk çiçekler arasına kurmaya çalışıyoruz çadırımızı. Biz onunla uğraşırken etraftaki insanlar koparmış bütün çiçekleri, çok üzülüyorum bir hayli. Birazdan sen ve başak beliriyorsunuz kucak kucak çiçeklerle, lalelerle, papatyalarla. İsmini bilmediğim, daha önce koklamadığım bir sürü güzel çiçekle bütün insanlığı affettirircesine. Kardeşim ve sana duyduğum o sınırsız sevgi kurtarıyor san-
ki insanlığı. Üşüyerek uyanıyorum. Temmuzda üşünür mü? Üşünüyor işte, derinine iniyor soğukluk, havadan mı içimden mi üşüyorum acaba yalnızca. Yokluğundan, yalnızlığımdan uyanıp Fady’e sarılacağım o ayaklarıma dolaşırken, bir günün daha aynısı yaşanacak altına karbon kağıdı konulmuşçasına. Sonra ben Zeynal’a bir selam verip tırmanacağım bir dağa, uzaktan bakacağım gidemeyişime. Ceplerimi yokladığımda param, cesaretim çıkacak; ama yeteri kadar çaresizliğim ve umudumun olmayışı batacak içime. Gidemeyişime üzülerek kalacağım, hep o gitmek istediğiniz uzakta, soğuk bir yaz günü daha tek başıma.
12
“Çok komiksin Azrail, TurgutUyar ölür mü?”*
CAN YÜCEL “Şiirimizin o en kızıl saçlı levendi” der Turgut Uyar için. Edip Cansever ise ölümünün ardından Uyar için içinde “Güzleri kullanırdı o kadar sevmese de/ Dünyayı kullanırdı açıp da penceresini sonsuza kadar” mısralarının geçtiği bir şiir yazar. İlhan Berk ise “Ben dahil hepimiz Turgut Uyar okumalıyız” der. Ve Cemal Süreya “Öldüğü gün hepimizi işten attılar” diye yazarak mısralarında yaşatmaya devam eder şairi. Fakat Uyar’ın ölümü üzerine belki de en güzel cümleyi Ferhan Şensoy söyler: “Ağustos yirmi iki, dediler ‘Ustan ölmüş’, Çok komiksin Azrail, Turgut Uyar ölür mü?” Nice ölmemelere Turgut Uyar… İkinci Yeni şairlerinin en önemli isimlerinden olan Turgut Uyar, 4 Ağustos 1927 yılında Ankara’da altı çocuklu bir ailenin beşinci çocuğu olarak dünyaya geldi. Babası Hayri Bey, bir subaydı ve ailesinden uzakta yaşamak zorunda kalıyordu. Bu nedenle Turgut Uyar da babasından ayrı büyüdü. Şairin naif kişiliğinin oluşmasında, babasından sıklıkla ayrı kalmasının yarattığı hüznün payı büyüktür. Hüznünü şöyle anlatır Uyar: “Hüzünlü bir çocuktum. Nedense hep ağlamaya hazır. Ağabeyim bana sataştıkça annem “Yapma oğlum” derdi ona, “O içli bir çocuk…” İlkokulu bitiren Turgut Uyar, bazı nedenlerden ötürü ortaokulu Konya’da askeri bir okulda okur. Daha sonra Bursa Işıklar Askeri Lisesi ve sonra da Askeri Memurlar Okulu’nu bitirir. Bu mezuniyet ile birlikte Turgut Uyar, o yıllarda Kars’ın ilçesi olan Posof’ta(Ardahan’ın il olması ile Posof şu an Ardahan’ın ilçesidir.) askeri memur olarak çalışmaya başlar. 4 yıl burada görev yapan şair, daha sonra Samsun- Terme’ye gönderilir. Burada 2 yıl memurluk yapan Uyar, 1954 yılında Ankara’ya tayin edilir ancak burada da 4 yıl çalıştıktan sonra askeri memurluk göre-
13
vinden istifa eder. Askeri memurluk mesleğini severek yapmadığını söyleyen şair 1967 yılında kadar SEKA’da çalışır ve buradan emekli olur. Şair bu emekliliği itibariyle Ankara’dan İstanbul’a giderek oraya yerleşir. İlk evliliğini Yezdan Şener ile yaptı. 18 yaşında baba olan Uyar, bu evliliğinden olan 3 çocuğunu memurluk yaptığı yerlerde büyüttü. 1966 yılında eşinden ayrılıp, İstanbul’a yerleştiğinde o dönem Cemal Süreya ile ilişkisi bitme aşamasında olan Tomris Uyar ile şiir üzerine mektuplaşmaya başladılar. Bu mektuplaşmalar 1969’da evlilikle sonuçlandı. Tomris Uyar ile evliliklerinden bir erkek çocukları (Hayri Turgut Uyar) oldu. Siroz hastalığına yakalanan Turgut Uyar, 22 Ağustos 1985’te yaşama veda etti. Turgut Uyar ilk şiiri ‘Yâd’ 1947 yılında Yenigün dergisinde yayımlandı. Hece ölçüsüyle yazdığı ve toplumsal konuları işleyen ilk iki kitabı Arz-ı Hal (1949) ve Türkiyem (1952)’den sonra, Dünyanın En Güzel Arabistanı (1959)’yla bireyin iç dünyasına ve birey-toplum ilişkisine yöneldi. Tütünler Islak (1962) ve Her Pazartesi (1968)’de de koruduğu bu çizgi yerini Divan (1970) ile geleneksel şiirin kalıplarına, Toplandılar (1974) ve Kayayı Delen İncir (1982) ile söz konusu dönemde yaşanan sınıfsal mücadelenin yansımalarına bırakmıştır.
Uyar, ilk olarak Yâd adlı şiirini, o zamanların en önemli dergilerinden biri olan ve birçok şairin adını duyurduğu Yedigün dergisinde yayımladı. 1948 yılında ise Uyar edebiyatımızın en sağlam kalemlerinden biri olan Nurullah Ataç’ın ısrar ve çabaları ile Kaynak adlı derginin açtığı yarışmaya katıldı ve Arz-ı Hal şiiri yarışmayı kazandı. Kendi şiirini kendi çabaları ile oluşturan Turgut Uyar’ın şiirlerinde Nazım Hikmet, Cahit Külebi, Lorca, Ahmet Haşim’i ve Orhan Veli’nin izleri bulunur. Orhan Veli’nin şiiri ile Garip akımının bazı özelliklerini gösteren Turgut Uyar, zamanla II. Yeni hareketi içine girmişti. Ancak içine girdiği bu hareketin şiirleri gibi tamamen kapalı bir anlatımı Turgut Uyar, çoğu zaman tercih etmemiştir. “Ve bizim bir haziranımız / Bir yıl kadar yetecektir dünyaya” tugut-uyar-tugut-uyarin-dizeleriyiz-duvar-yazisi “Ve bizim bir haziranımız Bir yıl kadar yetecektir dünyaya Çünkü yoğun ve ateşle yaşanmış Çünkü ellerimiz, başımız ve kanımız Hayasız pençelerini kokuyla gizleyen Bir olgu olmayacaktır sana Ölülerimiz toplanacaktır Doldurulan bir kıyı gibi. * http://gencgazete.org/cok-komiksin-azrail-turgutuyar-olur-mu/
14
yaz akşamına ve kaygısızlığa çatlamış ellerine hasret yeni iklimler büyütüyorum beni duyuyor musun, uzağım rüzgar getirebilir sesimi ellerin tanıdık bir mevsim uzağım ama dert etmiyorum
bir yaz akşamı paslanmış yıldızlara kayıp radyoma şarkılar yazıyorum ve seni seviyorum gülleri soldurma günleri sayma beni unutma ZÜBEYDE ARSLAN
15
Kendime Notlar AYTEKIN AKTAŞ
İnsan sürekli hastadır. Bir şeylerin hastası olur daima. Hangi ortamdaysa oranın gerçekliğine boyun eğer. Bu boyun eğiş bir hastalıktır.
İNSAN sürekli hastadır. Bir şeylerin hastası olur daima. Hangi ortamdaysa oranın gerçekliğine boyun eğer. Bu boyun eğiş bir hastalıktır. Safi ona direniş de hastalıktır. Arkasını tutarlı ve inançlı bir imana dayamayan her tutum hastalıktır. Kentteyken kırı unuturuz. Kırdayken dünyayı kaçırırız. Vaktiyle kapısını araladığımız cennetleri unuturuz. Mutsuzluk hastalıktır. Salt, basit gerçekleri görmek imkansızlaşır çoğu zaman. İşte sanat da bu gerçekliğin kokusunu verir sadece. Gerçeği en çok somutlaştırabildiğimiz alandır sanat. Aşksa gerçeğin ta kendisidir. Bilinenin aksine aşk değildir hastalık olan. Zihnimiz sadece hayatta kalmaya odaklıdır. Zihnimiz pragmatist, zihnimiz dünyevidir. Zihnimiz aç hayvanlar gibi önce aşkı doğurup sonra onu yer. En büyük silahımızdır zihnimiz. Çok büyük ya da çok küçük olduğunda kendimize sıkarız. Bu silah gerçeğin perdelerini delik deşik etmek için kullanılmadıkça bizi sadece içinden çıkıl-
16
maz paradokslara mahkum eder. Zihinlerimizi yönetmek, bir aslana ya da ejderhaya hükmetmek kadar zordur. Hastalıklarımızın kesin çözümü olmasa da, naçizane ilacı yaşamaktır. Hastalığımız ölümdür. Aydınlanamadığımız kadar ölürüz. Yaşamaksa tecrübe etmekle mümkün olur. Tecrübeleri yürek ve zihinle yorumlayıp yürekli çıkarımlar yapmaya koyulmalıyız. Bu derin karanlıkta ise bize hissiyatımız, ruhumuz, her birimizde olan gerçeğin parçası küçük nurlarımız bize yardımcı olur, zayıf ışıklar verir. Gözlerimiz karanlığa yeteri kadar alışırsa ve gerçekten görmek istersek ancak bu zayıf ışık parelerini fark edip aydınlığında ilerleyebiliriz. İlerleme süreci insanı hasta eder. İlerleyemediği anların farkında olan zihin ve ruh insanı ölüme çağırır. Acizliğimizin farkına varıp tanrısallığımızın
ukalalığına sahip çıkabilirsek işimiz aslında kolaydır. Sadece akmak gerekir. Akış, bizi gitmemiz gereken cennet gölüne taşıyan azgın bir akarsu gibidir. Ona güvenmeli, teslim olmalı ve yüreğimizi dinleyip doğru anlarda suya yön çizmeliyiz. Duyulduğu kadar kolay ya da zor değildir. Bu yüzden güzeldir. Güzeldir çünkü gerçeğin ta kendisidir. Gerçektir çünkü vardırın. Vardır’ın çünküsünü biz yaratırız. Ki gelecek kuşaklar üstüne bir cümle daha olsun diye. Peki bunca gidiş nereyedir. Olsa olsa kendimizedir. Kendi MİZ? İşte görüldüğü gibi gerçek/ nur/bilgi/tanrı ara ara dilimize yerleşir. Biziz. Hastalıklardan kurtulmanın tek yolu insanın kendisini mutlak bir yaşama ile öldürüp, biz havuzuna damla olabilmektir. Bu tek yol sonsuzca farklı yönün başı ve sonudur. Kolaylar gele yiğitler!
17
SİNEMAYA UYARLANAN ROMANLAR ZÜBEYDE ARSLAN
Guguk Kuşu KEN KESEY, 1962’de yazdığı bu romanla Amerikan karşıt kültürünün başyapıtlarından birini ortaya koydu. Akıllı ve özgür ruhlu deliler ile gittikçe deliren toplum arasındaki çelişkinin ürünüdür roman. Her şey aslında akıl hastası değil yalnızca fazla hassas kişilerin kalmayı tercih ettikleri hastaneye herkesten farklı, güçlü ve iradeli olan asıl adam McMurphy’nin gelmesiyle başlar ve bu elbette yönetimin otoritesini rahatsız eder. McMurphy mevcut düzene tüm gücüyle karşı çıkarken kimi zaman güldürür kimi zaman da durum içimizi parçalayan bir hal
18
alır. Kitaptaki tasvire oldukça zıt bir görünüme sahip olmasına rağmen nevrotik rollerle aklımıza kazınan Jack Nicholson’ın inanılmaz bir performans sergilediği filmi ise 1975 senesinde çekilmiş ve o tarihte hem beş ana Akademi Ödülü kazanarak hem de etkileyici son sahnesiyle eskimeyen kült filmler arasına girmiştir.
Saksı Olmanın Faydaları STEPHEN CHBOSKY tarafından yazılmış roman Amerikan Edebiyatının 2000 bin sonrası yazılmış en şahane gençlik romanlarından biri sayılabilir. Kitap lise öğrencisi Charlie’nin lisedeki ilk yılını anlattığı mektuplardan oluşmaktadır. Amerikan gençliğine karamsar gözle bakan yazar lise hayatındaki uyuşturucuya, kalpsiz öğrencilere yer verirken öte yandan beslediği umudunu Charlie’nin kişiliğiyle ön plana çıkarmış. Aşklar, arkadaşlıklar ve gençlik sancıları Charlie karakte-
riyle hayat bulurken pek çok ünlü kitap ve şarkıya atıfta bulunmasıyla sağlam bir altyapıya sahip oluşu inkar edilemez. 2012’de yazarı Chobsky’nin yönetmen koltuğuna oturmasıyla sinemaya uyarlanan filmin başrollerinde Logan Lerman, Emma Watson, Ezra Miller oynuyor. Charlie’nin büyürken sergilediği saf bilgelik için okunası bir kitap ve yalnızca şarkıları için bile izlenebilir bir film.
Otomatik Portakal ANTHONY BURGES’in yirminci yüzyılın kült eserlerinden biri olan roman, geceleri sokaklara dehşet saçan gençlerin olduğu karanlık bir gelecek atmosferi çizer. Kitabın özgün adı “Queer as a Clockwork Orange” İngiliz argosunda olabilecek en garip kişi anlamına gelir ve kahramanımız Alex de yarattığı kara mizah, dehşet ve kendine has diliyle tam bir “otomatik portakal”dır. Her gece çetesiyle birlikte şiddet gösterilerinde bulunan ilaç bağımlısı Alex bir gün diğerleri tarafından
19
ihbar edilir. Cezasının azalması için tek seçeneği işkenceli bir deneye tabi tutulmaktır ve böylece hayatı değişir. Filminin yönetmenliğini ise 1971 senesinde bilimkurgunun üstadı olarak tanıdığımız Stanley Kubrick yaptı. Rahatsız edici sahneleriyle ve tema müzikleriyle -özellikle Beethoven’ın beşinci senfonisine yapılan atıfla- zihinlere kazınan film kimi ülkelerde senelerce yasaklı kalsa dahi değişen dünya düzeninin nesillere etkisinin ve şiddet eğiliminin böylesine ustaca anlatıldığı bir kitaptan daha söz edemeyiz.
Öteki Dostoyevskinin “İleride Öteki’den benim başyapıtım olarak söz edecekler.” diye bahsettiği romanın ta kendisi. Ne yazık ki ilk romanında kazandığı ilgiden sonra bu eserini yayınlamasıyla beraber epey eleştiri alan Dostoyevski övgüleri ancak ölümünden sonra anlaşılarak toplayabildi. Roman Rusya’da memurluk yaparken hastalanan Bay Goladki’nin hastalığının en zor evrelerine tanık ediyor
bizi. Dostoyevski’nin her zamanki, yalnızlık ve sefalet içinde yaşamayı içselleştirdiğimiz dünyasını mesken ediniyoruz. Öteki ise Goladki’nin aradığı üst kimlik, frenleyemediği şizofrenisi oluyor ve Freud bile şizofreninin nasıl bu kadar iyi anlatılabildiğine şaşırıyor. Romanın uyarlaması olan “The Double” filmi bir adamın yaşarken kendi “öteki”siyle tanışmasını ve kötü gidişatını anlatıyor. Ağır ağır ilerleyen fakat müziğinin ritmini kalp atışlarımıza uydurarak bizi Dostoyevskinin o karanlık odalarına çekmeyi başaran, belli ki tasviri kavrama yeteneği kuvvetli bir yönetmen olan Richard Ayoadenin eseri.
20