Yokuş 4. Sayı

Page 1

say覺

4. KASIM 2015


2

içindekiler -Giriş ���������������������������������� 3

- öldürür beni

-Şair Kadın ��������������������������� 4

Gülbay Başar

Gökhan Özen

-Ceren ��������������������������������� 8 Tunay Özer

yazamadığım �������������������� 16 -Sigaralar da Ağlar ������������ 17 Yusuf Zümrüt

-tarihçesi sarı yaprak �������� 22

-İşçi Haklarını Savunan Bir Osmanlı Hanımefendisi Şaire Yaşar Nezihe Hanım �������������� 9

Tarık Acıpayam

Tarık Acıpayam

Aytekin Aktaş

-Artık çalmıyor Fatih’te Yoksul bir gramofon ���������������� 11

-İki Tam Bir Yarım ������������� 28

İbrahim Erdem

-Kendime Notlar ���������������� 23

Simge Karaca

-İncir Kuşu ������������������������ 12

-Kadın Yazarların Afili Eserleri... ������������������ 29

Tunay Özer

Zübeyde Arslan

- Woolf’a Rastlamak; Edebiyatta Kadın Olmak �� 13

İletişim:

Gülbay Başar

Şiirlerinizi, öykülerinizi, denemelerinizi iletişim adreslerimize gönderebilirsiniz. facebook.com/yokusdergi twitter.com/yokusdergi yokusdergisi@gmail.com


3

Bu Sayıda...

BU sayımızda “kadın” var. Zannediyoruz ki durumu en verimli özetleyen cümle bu. Edebiyatta nesnelikten özneliğe terfi edebilmiş kadınlar var bu ay Yokuş’ta. Gökhan Özen, dosya konumuza koşut bir biçimde, şiirin çevresine örülegelmiş eril hudutları yerle bir eden isimleri anımsattı: “Şair Kadın”. Tarık Acıpayam ise, Osmanlı’nın kadın şairlerinden Yaşar Nezihe’nin hayatına eğildiği yazısında dönemin baskı etmenlerinden de söz etti. Gülbay Başar, “Woolf’a Rastlamak; Edebiyatta Kadın Olmak” isimli denemesinde Virginia Woolf’un dünyasını araladı. Zübeyde Arslan ise, anahtar yorumlar düşerek, dört önemli kadın yazarın dört önemli eserini tanıttı sizlere. Bunların haricinde, Aytekin Aktaş “Kendime Notlar” köşesinde sizleri ağırlamayı sürdürürken, Yusuf Zümrüt, güzel öyküsüyle Yokuş’a renk kattı: “Sigaralar da Ağlar”. SON OLARAK... Yazarlarımızın metinlerinde dillendirdikleri, kadınlara uygulanan toplumsal baskının günümüzdeki tezahürlerine ne yazık ki sıklıkla tanık oluyoruz: Tacizler, eril şiddet ve ölümler. Herkesi, geçtiğimiz günlerde üniversitemize değin sıçrayan bu taciz vakalarının vahametini idrak etmeye çağırıyor, Yokuş ekibi olarak, eril baskının her türlüsünün karşısında konumlandığımızı belirtiyoruz.


4

Şair Kadın GÖKHAN ÖZEN

...böyle bir durumda kadın şairler kendileri için hazır edilmiş iki yoldan birini seçmek durumundaydı: Bütün bir eril geleneğin reddiyle dişil ve özgün sesleri, imgelemleri kurmak ya da eril cemiyetin içinde gittikçe bütüne dönüşmek.

ÇAĞDAŞ Arap şiirinin en önemli temsilcilerinden Adonis “Kadından şair olmaz, çünkü kadının kendisi şiirdir” dediğinde, kuşkusuz eril şiir hegemonyasının desteğini de omuzlarına bindirmişti. Gerçek şuydu ki, bütün bir şiir tarihinde, yetkin kabul edilen isimler büyük bir çoğunlukla erkeklerden çıkmış, böylelikle eril şiir söylemi gittikçe belirginleşmişti. Böyle bir durumda kadın şairler kendileri için hazır edilmiş iki yoldan birini seçmek durumundaydı: Bütün bir eril geleneğin reddiyle dişil ve özgün sesleri, imgelemleri kurmak ya da eril cemiyetin içinde gittikçe bütüne dönüşmek. Türk şiiri açısından da böyledir durum: Adonis’e ve nicelerine atıfla pekiştirilen, benimsenen eril tez, kadınların şiir koşusuna katıldığı* Tanzimat’tan bu yana, günümüzde bile savunulur. Savunma güzel(!) bir sebebe dayandırılır: Kadınların ilham, yazın kaynağı, hatta şiir oluşlarına! Görünürde olağanüstü bir değer biçilir kadınlara, şiirin kendisidir onlar, “zavallı” erkekse şiirin


5

yaratımında rol üstlenebilir ancak! Vurgulanmasına ne yazık ki gerek var: Bu görüşün kadınlara biçtiği değerin şaşası yanıltıcıdır. Kadınların şiir coğrafyasına alınmamaları, tek cinsiyetli bir imgelemde dönenip duran bir şiir yığını meydana getirir. Lale Müldür’ün, Nilgün Marmara’nın, Didem Madak’ın imge dünyasından, dişil duyarlıklı ses ve biçeminden geçmeyen bir şiir rotası, İlhan Berk’in, Tuğrul Tanyol’un izleklerini bıraktığı haritayı tamamlanmamış ve noksan kılacaktır. Rotanın üstündeki her bir durak, yani bütün imlenmiş güzel şiirler, müşterek ve eril bir dil kurma çabalarına karşın cinsiyetsizdir. Bu fikrimi bir başka önemli kadın şairin dillendirdikleriyle destekleyeyim: Gonca Özmen “Şiirsel Söylemde Cinsiyet Sorunsalı” başlıklı bir konferansta, şairin şiir yazarken “cinsiyetsiz” olması gerektiğini söyler; hatta “yok cinsiyetli”

Nilgün Marmara

Gonca Özmen diye bir kavram ortaya atar. Bana kalırsa iddiası isabetli, zaten işbu yazıda savunduğum görüşle koşut. Fakat ayrıca, ben buradan, yazımın başında bahsettiğim, kadın şairlerin önüne serilmiş o iki yol meselesine geçmek istiyorum. Yani Gonca Özmen’in aynı konferansta işaret ettiği bir başka şey aracılığıyla yazımın başına dönme niyetindeyim. Özmen, bilinçaltında yer edinmiş erkek egemen söylemin tesirinden kaçmanın her zaman mümkün olmadığını dile getirir. Örneğin bir şiirinde eril söylemli bir dize bulunduğunu sonradan fark etmiş (“Ev ki kadındır bekler susarak”) ve minik bir değişiklikle hatasını ortadan kaldırmaya çalışmıştır. Onun gibi bir şairin bu itirafı, bizi seslerini, duyuşlarını erkeklere benzetmek zorunda kalan, en kötüsü de bunu istemsizce yapan nice kadın şairin olduğu gerçeğine götürür. Bu durumda kadın şairlerin, dişil ve özgün imgelemlerini ve üsluplarını kurmada ve böylelikle “yok cinsiyetli” şiir durakları toplamını


6

Peki Halide Edip Adıvar, Adalet Ağaoğlu ve niceleri gibi yetkin kadın romancıların çıktığı bu coğrafya şiirin kapılarını kadına niçin bu denli geç açtı? oluşturmada tam manasıyla özgür olduklarını söylemek gerçeğe aykırı bir tutum olacaktır. Peki Halide Edip Adıvar, Adalet Ağaoğlu ve niceleri gibi yetkin kadın romancıların çıktığı bu coğrafya şiirin kapılarını kadına niçin bu denli geç açtı? Bugün her ne kadar Lale Müldür’den, Didem Madak’tan bahsedebiliyor olsak da, sözgelimi Memet Fuat’ın “Çağdaş Türk Şiiri” isimli çalışmasında değerlendirdiği 84 şair arasındaki tek kadının Gülten Akın olması, buna karşın roman tarihimizde iyi kadın yazarlara nispeten çok rastlanması neyle açıklanabilir? Bu durumda akla ilk gelen şey, roman ile şiirin farklı iki yazın türü olduğu, romancılığın kadının “tabiatına(!)” daha uygun düştüğü savı olabilir. Yeniden, Adonis’e atıfla, kadının şair olma yetisinden uzak olduğu iddia edilebilir. Bu temellendirme evvela, yukarıda izah etmeye çalıştığım nedenlerden ötürü yetersiz ve yanıltıcıdır. Bu durum ancak, Nazan Bekiroğlu’nun “Osmanlı’da Kadın Şairler” isimli makalesinde ifadesini bulduğu şekliyle, gelenek yokluğuyla açıklanabilir. Şöyle söyleyelim: Kadınlar Tanzimat’la birlikte şairliğin kapısını araladığında erkek meslektaşları

Didem Mamak altı asırdır yazıyordu. Romanda ise durum farklı. Roman edebiyatımıza Tanzimat’la girdi. İlk Türk romanıyla, Fatma Aliye’nin Muhazarat’ı arasında yalnızca on altı yıl var. Bekiroğlu aynı makalesinde, bu gelenek yokluğunu kadınlara uygulanan baskıyla ilintilendiriyor: “Osmanlı’nın geleneksel döneminde kadın şair yok denecek kadar az. Çünkü kadınların şiir biçiminde bile duygularını ifade etmesi, hatta ‘vuslat, aşk, muhabbet, sevda, yâr’ gibi sözcükleri kullanması ayıp sayılmaktadır… Ya susacak ya toplumsal baskıyı göze alacaktır. İkisini de yapamayan, klişeleri erkeklerce belirlenmiş bir söylemi taklit eder. Bu, baştan yenilgidir.” Kadınların duygularının dışa vurmalarının ayıp sayılagelmesi, Doğu toplumlarında hüküm sürmüş bir geleneğin bizdeki tezahürü. Bu


7

geleneğin günümüz Türk şiirindeki tesiri elbette çok güçlü değil, ancak Haşim Hüsrevşahi’nin İranlı kadın şair Furuğ Ferruhzad hakkında söyledikleri, Osmanlı’nın da dahil olduğu bu coğrafyadaki kapalılığı özetler nitelikte: “Furuğ fahişelikle suçlandı, delilikle suçlandı, edebiyat çevresinden dışlandı, kovuldu… Furuğ’un şiirleri, edebiyat çevresinde şiirden sayılmadı, çocuksu sayıklama olarak addedildi.” Özetle, kadınları eril hegemonyanın tesirinden koparmak istemeyen, kadınlardan iyi şair çıkamayacağını görünürde güzel bir sebebe dayandıran bir tez ve bu tezi olumsuzlamış, darmadağın etmiş, dişil seslerini, imgelemlerini özgürce kurma noktasında istekli nice kadın şair var. Aslına bakarsanız, “kadın şair” gibi bir tamlamayı kullanmak, yani vurguyu şairliğin değil de kadın olmanın öbeğine yerleştirmek, tam da Gonca Özmen’in itirafında dillendirdiği gibi, bilinçaltımızda yer edinmiş yaygın erkek söyleminden kaçamamış olmamın bir göstergesi. O dizesinde küçük bir değişiklik yaparak hatasını giderme yolunu seçmişti. Bense, yazım boyunca yinelediğim “kadın şair” tamlamasını değiştirmiyor, onu öylece bırakmanın ironisini yeğliyorum. Hatamı telafi etmek için yazıma, savıma uygun bir başlık seçiyorum.

Bölünen Kadınlar Şiiri Sonsuz tenin bir serap olduğunu bilen kadınlar sonsuz tine büyücülerle yönelen kadınlar

kısık bir perdenin o gerçeği gösterdiğinden umutlu bir perdenin kısık yeri kadar incelen kadınlar

dünya, nedir onlardaki yansın demir mi, ateş mi, belki cehennem pervaneler işte, renkli camlara çarpa çarpa hayal kanatlarını tükenen kadınlar GÜLTEN AKIN


8

CEREN uçurumlarında kurşuni meşelikler dallarını sırlı yolculuklara sarkıtmış suları bir tedirginliğe akar bulut müfrezeleri susuz yüreğine kastetmiş bir ceylanın içindeki çeşme kanlı sıcak düşlerde kurur tunç kanatlı kartal yalçın dağları kavileştirir sesiyle yankısının ardına düşer ince bir ceren öylesine saf bir ölümün görkemine akar bereketi motiflerde göveren utangaç boyunlu kadınlar *Ceylan Önkol için TUNAY ÖZER


9

İŞÇİ HAKLARINI SAVUNAN BİR OSMANLI HANIMEFENDİSİ ŞAİRE YAŞAR NEZİHE HANIM TARIK ACIPAYAM

DIVAN şiirinde aşk, şair için dışında kalınamaz, benimsenmesi ve terennüm edilmesi mecburi bir duygudur. Şairin aşk duygusunu şiire mihver yapması, kendini muhakkak aşık pozisyonunda görmesi bu edebiyatın adabındandır. Hal böyle olunca, kadının en önemli meziyetinin kendinden bahsettirmemek olduğunun kabul gördüğü bir toplumsal psikoloji içinde, Osmanlı kadını şiirin öznesi değil nesnesi olma konumundan çıkamayacaktır. Yaşar Nezihe Hanım’ın macerası da, adını bildiğimiz ilk kadın divan şairimiz olan Zeynep Hatun’dan (15. Yüzyıl) beri süregelen bu geleneğin, toplumsal yapının ve hayat anlayışının çözülmeye yüz tuttuğu zamanlara denk gelir. 1882 yılında doğar Nezihe Hanım. Belediye Kantar İdaresi hademelerinden birinin kızıdır. Babası kendi ismini yazamayacak derecede cahil, hissiz ve şefkatsiz bir adamdır. Nezihe okula gitmek ister, babası şiddetle karşı çıkar. Bir gün Kapıağası İbrahimağa Mektebi İbtidaisi’ne giderek öksüz olduğunu, okumak istediğini söyler. Okula başlar. Bir yıl sonra durumu öğrenen babası onun evden kovar. İki kez evlenir. İki eşi tarafından da aldatılır. Ayrılır. Artık sefalet,


10

üzüntü ve talihsizlik dolu hayatının üç ortağı daha vardır: Çocukları… Genellikle babaları üst mevkilerde görev yapan, maddi durumu iyi, özel olarak eğitilen Osmanlı kadın şairleri içinde Yaşar Nezihe’nin farklı bir özelliği vardır. O hiç öğrenim görmemiştir. Diğer kadın şairlerin aksine çalışmak zorundadır. Evde dantel, el işi, nakış yapar. Bunları satarak geçinir. Bir ara darphanede işçilik de yapacaktır. Melankoli ve şikayetin ağır bastığı şiirleri çoğunluktadır. Bunun yanında içinden geldiği sınıfın sorunlarını da şiirlerinde işlemesiyle çağdaşlarından ayrılır. Toplumcu şiirimizin ilk örneklerini vermiştir. Toplumsal konularda makaleleri ile de sanatçı kişiliğini bütünler. 1 Mayıs için şiirler yazar, grev şiirleri yazar. Bu nedenle evi aranır,

gözaltına alınır, şiirlerine el konur. Evi aranan, şiirlerine el konan ilk kadın şair olur. 1923’te Mürettipler Cemiyeti ile gazete sahipleri arasında çıkan anlaşmazlık sonucu greve gidilir. Mürettipler fabrikada üretimin devam etmesi için, işçi ve makinelerin çalışması için yağ istemektedir. Greve destek veren Yaşar Nezihe Bükülmez “Gazete Sahiplerine” adlı bir şiir yazar. “1 Mayıs” ve “ Kızıl Güller”de görülen üslubu devam ettirdiği bu şiirinden yaklaşık iki sene sonra, 3 Haziran 1925’te, Aydınlık mecmuasına yazdığı şiirleri, grevlere destek vermesi ve Amele Cemiyeti’ne üye olması hasebiyle tutuklanmıştır. Şairenin son evraklarının ve basılmamış şiir defterlerinin sahibi Taha Toros Mazi Cenneti adlı yapıtında, Nezihe Hanım’ın yaslı şiirleri yanlış yorumlandığından tutuklandığını belirtir. Yaşar Nezihe’nin Akşam gazetesinde yayımlanan, açlıktan şikayet ettiği mektubu da tevkif edilme sebepleri arasında gösterilmiştir. Sennur Sezer, 1995’te Evrensel’deki yazısında bu mektubu komünizm propagandası olarak kabul eder.


11

Artık çalmıyor Fatih’te

Kıskandık seni

Yoksul bir gramofon

Kimse görsün istemedik

Ve kalkmıyor Laleli’den tramvay

Ya da senin deyiminle

Dünya’nın herhangi bi’ yerine giden

Kahpe bi’ kepazelik

Galata kulesi efsanesini

Bilemedik kıymetini İstanbul

Beyazıt’taki renklerini yitirdi

Gökteki martından

Sabahın üçü ya da akşamın beşi

Sudaki balığına kadar

Fark etmiyor artık hiçbiri

Ne yeşilini bildik

İstiklal’de bile olsa olsa üç beş kişi

Ne de göğün ve yüzün mavisini

Moda desen terk edilmiş Ortaköy kalmış bi’ başına

Ey peygamber övgülü şehrim

Bir tepesi eksilmiş şehrimin

Yetmedi mi artık bu kadar esaret

O bile dayanamamış gitmiş

Nereye kadar bu kinin

Daru’l-Fünun ıssız bi’ ada

Nefretin kimin

Kediler bile yok

Perişan etmekse niyetin

Başı dik, mağrur bi’ bina

Eyvallah bizi yendin

Bir de Haydarpaşa

Ulan İstanbul

Fakat başı dumanlı hala

Tamam pes sen büyüksün

Çocuk sesleri çoktan dinmişti ya Güvercin sesleri de duyulmaz oldu

Biz yenildik sen yendin

Son zamanlarda

Hadi İstanbul affet bizi Aç kapını ve yüreğini

Bilemedik kıymetini

Ey yedi tepeli şehrim

Ey imparatorluklar şehri

Bağışla

Kapattık önünü betonlarla

Bilemedik kıymetini

Koca koca camdan yapılarla

>>

İBRAHIM ERDEM


12

İNCİRKUŞU ağaç yalnızlığından bir bahçe çizerdik alnımızda geç kalınmış bir ömür gibi biriken sessiz harfleri solgun yazıların her rüzgâr bir ses taşırdı şarkımızdan azalır gibi aydınlığı evlerin köpüklerde yitti sularda kopan helecan kıyısında durduğum nice umutların hüznünü kuşanarak gelir her ilkbahar bir umut dalgınlığıyla geçtiğim sular göğümüzün parçalı bulutlarına takılıp gitti boşluğu menevişlendiren incirkuşu düşler söndür gecenin kandilini şimdi yalnızlığı bir yorgan gibi örtünelim TUNAY ÖZER


13

WOOLF’A RASTLAMAK; EDEBİYATTA KADIN OLMAK GÜLBAY BAŞAR

Virginia Woolf gibi dönemine göre büyük bir cesaretle bağırabilen kadınlar ve adını bilmediğimiz, rahatından vazgeçen kadınlar sayesinde ‘birey’ olabildik.

NEDEN edebiyatta kadının sadece gölgesi vardı? Sustuk mu, susturulduk mu? En özeti, en gündelik dile çevrilmiş hali buydu sorunun. Zekamızda, becerilerimizde entelektüel ve ahlaksal bir zayıflık hakikaten var mıydı, yoksa devlet, hukuk, en çok da toplum bizi buna mı inandırdı? Kadının değer görmediği bir sosyolojik yapıda kadından değerli yazınlar beklemek haksızlık olmaz mı? Ne var ki bu kez inananlar değil inanmayanlar sayesinde kadının yaratıcı zekasının farkına varabiliyor dünya. Virginia Woolf gibi dönemine göre büyük bir cesaretle bağırabilen kadınlar ve adını bilmediğimiz, rahatından vazgeçen kadınlar sayesinde ‘birey’ olabildik. Daha doğrusu birey olma sürecimize başladık. Birey olmak eril toplumda erkek gibi olmakla özdeşleştirildi. Bunun edebiyata yansıması da aynı şekilde vücut bulmuştur. İlk önemli kadın şair, yazarların eserlerine bakın erkeksi havayı hemen sezeceksiniz. Kadınlar yazabiliyor fakat duygularını gizlemek şartıyla; güçlü kadın yok, erkek gibi kadın var…


14

Virginia Woolf’u farklı kılan bu olmalı: Kadın olması. Yazıları, düşünceleri, cesareti… hepsiyle kendi olması ve bunu büyük idealler peşinde koşmaktan bile daha önemli görmesidir. Kadınlara idealler yüklemeyen, sadece kendilerini var edebilecek, kendi olabilecekleri bir sosyal alan amacı gütmesidir. Karşı cinsi değersizleştirmeden kendi değerini yaratabilme çabası, Woolf’un feminizmi, kutuplaştırıcı ve ayrıştırıcı değil, fakat birleştiricidir. Eril düzeni dişil düzen haline getirmek çabası değil, kendine ait odada verdiği çaba, eşit fırsatların düzenini yakalayabilmek için verilen çabadır. Bu onun deyimiyle siyah ve beyazların arasındaki eşitsizliğin kaldırılması kadar normaldir oysa. Bunu yaparken bilinç akışı tekniğinin en önemli örneklerini verdiğinin farkında mıydı bilinmez. İç dünyasının karmaşık, gizemli kapısını, onu çalan herkese açıveriyor korkusuz ve fütursuzca. Fakat labirentin sonuna gelebilmeyi sizin merakınız, isteğiniz ve sabrınız belirliyor. İç konuşmalarıyla rüzgarın her darbesini vurma anını hissettiren anlatım tekniğini ustaca kullanmış,edebiyat dünyasındaki yerini kalıcı yapmıştır. Bu tekniği kullanırken nazik parmaklarını toplumun, diğer yazarların, edebiyatın üzerinde dolaştırması, kah okşaması kah sıkması Virginia Woolf’u iyi yazar yapan şey.

Kendine ait bir odan olmalı, diyor Woolf. Kapısını kapattığında kendinle ve gerçeklikle baş başa kalabileceğin, kirasını kendin ödediğin, kendini gerçekten güçlü ve özgür hissettiğin bir odada doğabilir edebiyat diyor. ‘Entelektüel özgürlük maddi şeylere bağlıdır’ demesi canımı yakıyor. Bu kadar realist olmak zorunda mıyız? Zorundayız, çünkü ayakları yere basmayan kadınların ayakkabıları hiç eskimez, onlar yürümeyi öğrenemez. Yine de karşı çıkacaktım Woolf’a, kendine ait bir oda olmasa da bunu yaratabilir insan diyecektim. Edebiyat bir tramvay durağında, bir okul akşamında doğabilir, dünyanın her yeri bize ait bir oda olabilir diyecektim. Lakin yazıyı yazmak için geçtiğim yerde defalarca rahatsız edilmem ve kalkıp kapıyı kilitleyecek kadar o odaya sahip olmamın öfkesi inandırdı beni Woolf’a. Tarihsel gerçeklik de bu yöndeydi, üstelik


15

para kazanmaya başladıkça kadın vardı. Hala etkilerini hissettiren Roma Hukukunda yoktuk biz, son iki yüzyıla gelene kadar ya kocan ya baban var. Geleneksel toplum yapısında hem ülkemde hem dünyada özellikle de Doğu coğrafyasında hala bu yönde. Şimdi de hukuktan, eril hukuktan eşitlik bekliyoruz, pozitif ilerlemenin çok büyük olduğu elbette yadsınamaz. Ama hukuktan, kağıt üstü kurallardan, devletten daha çok, halk, sen-ben sokakta; eşit görmeliyiz kendimizi, o duvar afişinin söylediği gibi, kadınları kısıtlamak yerine erkeklere özgürlüğü anlatmalıyız. Kitaba dönecek olursak… Woolf, Shakespeare’in yazar bir kız kardeşi olsaydı neler yaşardı diye sormuş kitapta ve Judith karakteri çıkmış karşımıza. Shakespeare “Latince -Ovid, Virgil ve Horace- ve gramer ile mantık üzerine bilgi” edinirken, Judith “Belki de bir elma ambarında gizlice birkaç satır karalamış, ama yazdıklarını özenle saklamak ya da yakmak durumunda kalmıştı.” Evet, Woolf haklıydı. Özellikle Shakespeare’in dönemine göre çok haklıydı. Gerçekten de, “döneminde bir kadın onun dehasına sahip olmuş olsaydı, sanırım öyküsü böyle yazılırdı.” Woolf’a göre, hiçbir kelime yazmadan ölen bu kız kardeş her kadının içindedir. ‘’Yılda beş yüz sterlin ve kendimize ait bir odaya

sahip olursak; eğer tam anlamıyla düşündüğümüzü yazacak özgürlük alışkanlığımız ve cesaretimiz olursa, eğer ortak oturma odasından kaçıp kurtulur da insanları sadece insanlarla değil, gerçeklikle ve aynı zamanda gökyüzüyle, ağaçlarla, kendi içinde her ne varsa onunla ilişki içinde görürsek... ve yalnızca kadınların ve erkeklerin dünyasıyla değil, gerçekliğin dünyasıyla ilişkide olduğumuz gerçeğiyle yüzleşirsek, fırsat gelecek ve Shakespeare’in kız kardeşi olan ölü şair çoğu kez sakladığı bedeni giyecektir üstüne... ve bu amaç yoksulluk ve bilinmezlik içinde bile olsa, uğrunda çalışmaya değer.’’ diyerek, cesaretini hemcinsleriyle paylaşarak bitiriyor kitabını. Yazarı ve yazını hayattan bağımsız düşünmedim hiç. Woolf’un hayatını karıştırırken iki şey dikkatimi çekti. Bunlardan biri, cinsel birlikteliği olmadığı eşine bıraktığı mektupta “Bizim kadar mutlu olabilecek iki insan daha düşünemezdim” demesi, mutluluğu cinsellikten tamamıyla ayırabilmesi; diğeri ise edebiyatın bir kadını öldürmesi. İçinde çağıldayan koca bir nehir varken bunu anlatmak için kullanacağı kelimelerin yetersizliği, anlatamama ve anlaşılamama endişesiyle ceplerine taşlar doldurup tıpkı içindeki gibi bir nehre kendini bırakması, denizlere karışıp dünyanın her yerinde anlaşabilmek içindir belki de…


16

öldürür beni yazamadığım orta çağdan kalma yaraların utanç değil kadınlığın ne de doğurganlığın utanç değil erkekken ağlamışlığın küçük tanrılarız büyük gezegende bir oda yarat kendine dünya kundakta dünya kucağında büyüt onu güzellikten yana öldürür seni yazmadığın anlatamadığın çizip boyamadığın öldürür bir ezgiye katılmazsa satırların, sustukların. GÜLBAY BAŞAR


17

Sigaralar da Ağlar YUSUF ZÜMRÜT

Tanrıçasının tatlı ve narin dudakları arasındayken, alev almak için çakmağa pek de ihtiyacı yoktu sigaranın.

TANRIÇASININ tatlı ve narin dudakları arasındayken, alev almak için çakmağa pek de ihtiyacı yoktu sigaranın. Buna rağmen sevgilisi onu yakınca nereden geldiği bilinmez bir zevk kırbacı zihnini terbiye etmeye koyuldu ve ateşi odanın karanlığını reddedip cesurca parlayan kızıl bir yıldıza dönüştü. O an, sevgilisinin sabah güneşinin yıkadığı zeytin yapraklarını andıran yeşil gözleri onu ebediyet dağının doruklarına tırmandırdı; kasvetli geleceği ise bir an neredeyse görünmez oldu. Artık sigara gömüldüğü dipsiz durağanlıktan semavata yükseleceğine emindi; aşk, hayat ve ölüm hakkında tüm çelişkilerden ve dinmez acılardan muaftı. Sanki sonsuzluğun gökkuşaklarında kayıyor, neşeye hapsedilmiş bir mahkum gibi prangalarını kucaklıyordu. Ateşiyle aynı renk dudaklar bedeninden birkaç saniye de olsa ayrılınca varlığının özü zannettiği şeyleri yeniden görmek için delice bir hevesle sahibesine bakındı ve hiç beklemediği bir şeyi gördü orada. Kadının ağzından hiçliğe gri bir duman akıyordu. Kendilerinden kaçarmışçasına uzaklaşan o hüzünlü varlığı tanıdı hemencecik. “Ruhum,” diye fısıldadı, “Yitiyor


18

Her ne kadar edebi ve ebedi hayaller aksini iddia etse de gerçek denilen cellat, zihninin orta yerine zakkumdan bir darağacını çoktan kurmuştu. Kaçacak bir yer yoktu, yazarın dediği gibi öte dünyada da kurtulacak bir yer yoktu. yavaş yavaş.” Ve bir an hissettiği tüm duygular hakkında anlayamadığı bir şüphenin pençesine düşeyazdı; fakat kendini saran tüm kaygılar, yeşilin en cilveli tonundaki gözler ona yöneldiğinde yavaşça yerini sarsılmaz bir güvene bıraktı. O alelade bir kadın değil, diye düşündü sigara. O yeşil gözler uğruna yapılsalardı, tarihteki tüm savaşlar meşrulanabilirdi. Dudaklarının, kötümserliği bertaraf edip kişiyi efsunlayan lezzetli bir afyon olduğunu hangi düşkün yalanlayabilirdi? Engin dalgaların zirvelerinde yüzmek, hayalin sınırlarında dans etmek, aşkın yüceliğiyle kutsanmak için bazı şeyleri feda etmek gerekirdi. Bu nedenle kadının dudakları onu daha sıkı sarıp nefesi ruhunu daha da güçlü çekince kendisi hakkında düşünmekten vazgeçip kaderi sorgulamayacağına dair içten bir ant içti; fakat bu onu rahatlatamadı, aksine kaderin adı bile onu başka bir korkuyla yüz yüze getirmeye yetti. “O güzel yüz bir gün solacak.” diye iç geçirdi sigara. “Solacak; çünkü sigara öldürür.” Güneş nasıl sönecekse, güller

nasıl boynunu büküyorsa ve çorak topraklar nasıl kaybetmişse verimini, aynısını -hem de güzelliğiyle orantılı olarak daha şiddetlisini- sevgilisi de yaşayacaktı günün birinde. Ve daha korkuncu, hayatta o güzelim tenden çalınan her tadın, onun dişiliğine karşı dikilmiş her bendin en büyük suçlusu da sigaranın kendisiydi; içindeki zehri nasıl da kusmaktaydı sevdiğinin bedenine, dur durak bilmeden. Yağmaladığı cennetin sonunda ulaşacağı hal aklına düşünce ürktü. Sarı, soluk, ölü bir cilt; ışığını kaybetmiş ruhsuz göz bebekleri; işkenceye dayanamayan akciğerler, bitmek bilmez öksürüklerle atıyorlar son çığlıklarını. Aşk değildi bu, bu sadece bağımlılıktı. O an kendini bir masalda gördü: Ölüm uykusuyla lanetlenmiş prensesini, dudaklarından öperek kurtaran bir prens değildi o; harabeye dönmüş sarayın kırık penceresinden içeri dalıp uyuyan güzelin alt dudağını büyük bir iştahla mideye indiren bir akbabaydı yalnızca. Her ne kadar edebi ve ebedi hayaller aksini iddia etse de gerçek


19

denilen cellat, zihninin orta yerine zakkumdan bir darağacını çoktan kurmuştu. Kaçacak bir yer yoktu, yazarın dediği gibi öte dünyada da kurtulacak bir yer yoktu. O zaman kaderi kabullenmekten öte başka bir çıkar yol var mıydı? Rüzgara onları istediği yere taşıması için izin vermelilerdi; bundan sonra deniz isterse onları yepyeni limanlara götürecekti, isterse bir karış suda alabora edecekti. Gece mutlaka çökecekse de, mutlak karanlıktan birkaç saniye önce aşıklar birlikte kapayacaklardı gözlerini. Ama işte birlikte olacaktı her şey. Birlikte oldukça akıntıya karşı yüzmeye devam edecek, tüm kaybedilmesi muhakkak savaşlarda da birlikte akın edeceklerdi düşman üstüne. Aşk işte bu, diye düşündü sigara, sararacak iki yaprağın dans ederek düşmesi ezilmeye. Sorunun çözüldüğüne inanıyordu sigara, hazzın coşkusundan başka hiçbir şey akla gelmeyecekti. Bir bakıma bunda haklıydı da; fakat unuttuğu küçük bir ayrıntıyı o yeşil gözlerde kendini görünce fark etti. Haz da sonluydu ve maalesef bitiyordu. Derin düşüncenin labirentlerinden çıkmaya çalışırken, zamanın hep sevgilisinin düşmanı olduğunu sanmıştı. Oysa şimdi zamanın katlettiği ilk kişinin kendisi olduğunu fark edince acı acı güldü. Kadın, sigaranın ruhunun neredeyse tamamını çekmişti. Vücudunun

yarısından fazlası küle dönüşüp dağılmış, kalan kısım da hastalıklı bir sarımtırak renge bürünmüştü. Buna rağmen yine de yeşil gözlerin gerçek sevginin parıltısıyla dolup taşmasını bekledi sigara. Düşüncelerindeki gibi birlikte çürümenin teklifini aradı o gözlerde ve bir yerden sonra sadakati boş vererek sadece anlayışa bile razı oldu. Hayır, boştu gözler; sanki onlara aşk hiç uğramamıştı. Meşe ağaçlarının yapraklarını yansıtan dingin bir ırmağa benzemiyordu gözler artık; sadece basit bir bataklıktı onlar, kişiden önce onun hayallerini çekiyorlardı dibe. Kendini kandırmaya çalışsa da kaçınılmaz sona varmıştı, sigaranın güçlü durmaktan başka çaresi yoktu; fakat o an doruklarında konakladığı ebediyet dağının kara lavlar saçarak parçalara ayrıldığını bilmekteydi. Gök kubbeye yetişmek için koştuğu o miraç merdiveni ayaklarının altından çoktan kaymıştı. Sadece aşkı, hayatı ve ölümü hakkında değil hiç duymadığı günahlardan, cezasız kalan suçlardan hatta tanrının hatalarından da sanki sorumlu tutulacaktı. Gökkuşağının üzerinde sonsuzluğa yaklaşırken güneş aceleyle batmıştı ve neşeye hapsedilmiş bir mahkum değildi artık o, daha ziyade hapsolmuş neşenin önünde başını eğen sıradan bir ziyaretçiydi. Varlığının özünü de dudaklar göstermemişti


20

Kıskançlık ve intikam isteği bir yerden sonra dayanılmaz oldu ve sigaranın ölümü yok oluştan daha yüce bir anlama kavuştu birden. Sigara sadece ölmekle yetinmeyecekti, öldürecekti de ve bu sadece bir meşru müdafaa haliydi. hiçbir zaman ve belki de zaten bir öze sahip bile olmamıştı; hatta bir sigaranın düşünmesi bile ne kadar mantıklıydı ki! Evet, artık kaçınılmaz sona varmıştı. Öyle bir pes edişti ki bu, sevgilisinin yozlaşmış duygularını yeniden yaşatmak için çabalamayı bile deneyemedi; kaderinin bir yıldıza benzediğini düşündü sadece: Doğmuş, delice parlamış ve sonunda cüceleşerek sönmüştü. Ve kaymıştı... Atılmıştı; aşağıların aşağısına doğru, kayboluşun kalbine doğru. Ve sigarayı asıl kederlendiren ise düşüşünü yalnızca yükselişine benzetebilmek olmuştu. Düştüğü yer camdan bir hapishaneydi, camdan bir mezar; aynı yolu ve belki de aynı düşünceleri paylaştığı ölü kardeşlerinin oluşturduğu pis ve izbe bir ceset dağı... Burada her şeyden iğrenerek ölümü beklemesi gerekirken iki yeni erdem bir anda kapısını çaldı. Kıskançlık ve intikam onu selamlıyordu... Kıskanıyordu onu. Mezarındaki kalabalıkla karşılaşınca başlamıştı bu his ilk olarak. Ardından kadının paketten diğer sigaraları hayvani bir iştahla çıkarmasını, istemsizce yaptığı aptalca gülümsemesini ve

göz bebeklerinin aldığı devasa şekli gördükçe kıskançlık artık onun zihninde egemenliğini ilan etmişti. İntikam arzusu ise çakmağın aleviyle başlıyordu her zaman; sigaraların parlaması, mide bulandırıcı bir birliktelik, en az onun kadar rahatsızlık verici tekdüze bir zevk anı, kardeşlerinin mezara düşerek yazgılarını tamamlamaları ve nihayet her zaman hiçbir şeyi umursamayan ve bu canavarlıktan sarhoş olan bir fahişenin neşesi... Kıskançlık ve intikam isteği bir yerden sonra dayanılmaz oldu ve sigaranın ölümü yok oluştan daha yüce bir anlama kavuştu birden. Sigara sadece ölmekle yetinmeyecekti, öldürecekti de ve bu sadece bir meşru müdafaa haliydi. Talih onu hem Şehriyar’ın bakire eşlerinden biri hem de Şehriyar yapmışsa o da bu duruma uygun davranacaktı. Artık kadın, kardeşlerini incitemeyecekti; sadece kadın değil bu ışıksız oda da kötülüğe bir daha ev sahipliği yapamayacaktı. Hakiki peygamberlerin, gerçek aşkların ve yüce kahramanların dünyasında şeytanın mabedini yıkacaktı; acılar, ihanetler, çirkinlikler de onlarla


21

birlikte unutulacaktı. “Her şey yanacak.” diye haykırdı sigara “Kadın yanacak. Ev yanacak. Karanlık yanacak. Ve kötülükten geriye bir avuç kül kalacak.” Nefreti bedenine ağır gelince planını gerçekleştirmeye koyuldu; yanmaya çalıştı kendi kendine; kendini feda ederek, bir Anka kuşundan bile daha asilce. İçinde nikotinden daha fazla bulunan gurur çakıl taşlarıymışçasına birbirine sürtündü ve sigara içindeki alevlerin büyüklüğü karşısında şaşırarak başka bir sigarayı emmekte olan kadına karmakarışık duygularla baktı. İçindeki yangın yayılıyordu, zihninde kurduğu onca düşünceyi tekrar tekrar düşündü; dünyayı kurtarmak, kötülüğü yok etmek, yaşam için savaşmak... Bunlara gerçekten inanıyor muydu? Bunlar için mi uğraşıyordu? “Unut.” diye bağırdı aklına, yanmaktan başka hiçbir şeyin anlamı olmamalıydı; ama başaramadı. Yanmayı neden istediğini itiraf etti sonunda kendine. Yanmak istiyordu; çünkü yaşadığını göstermek istiyordu ona hala. Bir parıltı belki de küçücük bir öpücüğe hak kazandırabilirdi. O gözlerde kendini bir daha görmek için bunu yapabilirdi. Çünkü o bataklık tüm yaşananlara rağmen hala yemyeşil çayırlarla kaplanabilirdi. Sigaranın utancı gururunu dur-

durdu. İçindeki yangın kendinden başka kimseye zarar veremeden söndü, yalnız bir kıvılcım büyük bir meşakkatle düştü yere. Sigaranın ilk ve tek gözyaşıydı bu. Ve onunla birlikte bedeninin diplerine sıkışmış ruhunun son parçası da terk etti onu. Odadan çıkmak için duvarlardaki boşluklardan sıyrılıp ruhun diğer parçalarının peşine düştü. Bazılarını başka başka dünyalarda buldu; bazılarını başka yeşil gözlülerin peşinde ve bazılarını da başka hikayelerde. Nihayet, ruh bir bütün olunca dumandan bir sigaraya dönüşüp atmosferi, gezegenleri ve yıldızları aştı. O kadar ilerilere gitti ki tüm anılar insaniliklerinden öldü, düşünceler değersizleşti ve yeşil yalnızca basit bir renk oldu. Evrenin sınırlarına ulaşınca ruh onunla genişledi ve belki de bir zaman sonra onu da geçip yaşayanlar için bakir topraklarda tanrının adım izlerini takip ederek oraya vardı işte. Büyük kıvılcımların kazanlardan sıçradığı, kızgın ateşin örtü ve yatak olduğu, alevlerden denizlerin zebanilerce harlandığı o ulu yere... Sigaraların Cenneti’ne. *** Ve orada ateşi evrenin karanlığı reddedip cesurca parlayan yeşil bir yıldıza dönüştü.


22

tarihçesi sarı yaprak düştü ilk yaprak dökülüyorum en sessiz yerimden

ve dilsiz bir yorum en kutsal kitaplardan bize vadedilen, ve sanki yeminimize bir gölge gibi düşen, o en sararmış sayfası tarihin, dökülüyor

dökülsün… dökülüyor ve düşen ilk yaprakla varılıyor uzak diline şehrin kalbin uzak diline, varılsın

vücudunun en güzel yerindeyken kalbin kırılıyor, kırılsın… TARIK ACIPAYAM


23

Kendime Notlar AYTEKIN AKTAŞ

Hayat kavga, hayat sınav, hayat cennet!

-IDÜNYANIN bir köşesinde, bir zamanında, bir yatağın üstünde, bir ışığın altında karanlık gökyüzüne karşı bir ağacın önünde uzanıyorum. Biliyorum, şu an birileri bir yerlerde ne yaptıklarını bilir vaziyetteler. Biliyorum ki şu an birileri sahiden de mutlu. Birileri gerçekten olmaları gereken yerde. Şu an zaman bazı insanlar için benimkinden hızlı ya da yavaş akıyor. Çok insan var. Çok hikaye, çok film. Ama mutlu insanların olduğunu biliyorum. Çünkü mutluluğun olduğunu biliyorum. Hani karnı tuta tuta gülmek ya da bir olurcasına konuşmadan sarılmaktan bahsediyorum. Şu an başka bir coğrafyada, başka toplumsal ve ekonomik şartlar altında, başka sıfatlarda, çok başka ortamlarda olabilirdim. Bunu düşünmek hoşuma gidiyor. Gezgin ruhumu bir nebze de olsa doyuruyorum. Ama tüm


24

bu sonsuz ihtimaller havuzunda, herhangi bir hikayede bulunurken, şimdiki ben olmasaydı, olmasaydım üzülürdüm. Kendimi gidilen yerde görmeseydim eksikliğimi hissederdim. Demek ki kendimi seviyorum. Şükrola. Demek ki parçası olduğum bütünü anlama şansım var. Hayrola...

ama, dünyeviyatım bu ağır tempoya daha ne kadar dayanır bilemem. İnsan olmaktan vazgeçmek de bu sorunun nihai çözümü olamadı. Belki de her şeyi en baştan tartmak lazım. Tatlı bir yorgunlukla...

-II-

BUGÜN Ömer’le kütüphanenin önündeki her zaman sigara içtiğimiz yerde uzun süre karıncaları izledik. Sahiden çok ama çok vahşilerdi. Birbirlerini yiyor, birbirleriyle sürekli anlamsızca kavga ediyor, amansız bir kaosun içinde huzur olmaksızın asgari ihtiyaçlarını karşılamayı en zalimce yollardan gerçekleştiriyorlardı. Buna rağmen bu çılgınlığın içinden çıkıp gitmek istemiyor gibiydiler. Onlara bu kadar benziyor olmamız beni ürküttü. Gariptir ki onlardan daha medeni olduğumuzu hissettim. İlk defa insan olduğum için kendimi özel ve üstün hissettim. En ahmakça ideolojinin bile yaratmak istediği asgari bir etik var. Hayvanlar arası etik ise soyut değerlerden ziyade fiziksel üstünlük çerçevesinde gelişiyor. Zannımca kapitalizme bizden çok daha yatkınlar. Belki de hayvanlık, bu yatkınlığı sebebiyle hakaret olarak kullanılmaya müstahak oluyor.

ZIHNIM gün içinde defalarca benden izin almaksızın bugüne kadar gitmiş olduğum ülkelerde, şehirlerde, kaldırımlarda dolaşıp; o mekanlarda tatmış olduğum hislerin aromasını düş damağıma bırakıp kaçmakta. Ben her ne kadar sandalyelerle masalara oturtulmuş olsam da, ruhum kah orada, kah burada... Yollanmak konusunda böylesine aç gözlü, talepkâr ruhumu nasıl doyuracağım, nasıl tatmin edeceğim sahiden bilmiyorum. Hiç yaşanmamış anıların arzusuyla yanıp tutuşan benliğim, sürekli dünyevi benliğime gönül koymakta, ona trip atmakta, günlük hayatından tat almasına çoğu zaman engel olmaktadır. Bugüne kadar dünyeviyatım ve maneviyatımla birlikte çok iyi bir takım olduğum muhakkak. Ancak manevi-hedonistik dürtülerimin böylesine yoğun olması da beni gelecek hakkında endişelendirmiyor değil hani. Beni ve dünyeviyatımı. Ben yine başımın çaresine bakarım

-III-


25

-IVHER şeyin toplamı sıfırdır. Bunu bilmek bizi rahatlatmalı çünkü hiçbir zaman kaybedemeyiz. Eksiye düşmek mümkün değil. Ama kazanmayı deneyebiliriz. Evet, hiçbir zaman sıfırdan fazlası da olamayacağız. Ama kazanmak, sıfırı geçmek demek değildir. Sıfırını sevebilmektir. Ya sıfırını sev, ya da sevdiğin sıfırı arayıp bul. Ama sevmekten vazgeçme... -VBU dünyanın derdiyle dertliyim ben. Sürekli bir şeyler var. Bilmediğimiz çok şey var. Gördüklerimizle derde derman aramaktayız. Ama ya derdimiz yoksa? Bizim varlığımız da bu dünyada değilse? O zaman komik olmaz mıydı? Sürekli bir şeyleri yanlış biliyoruz. Sürekli bir şeyler eksik, bir şeyler ters gidiyor. Peki ama bunları hiç dert edinmemeli miyiz? Bu dünyada güzellikler var. Bu dünya çirkin. Bir şeyler devam ediyorsa, bir şeyler yetiyor demektir. Peki ya ama daha fazlası? Daha fazlasıyla dertlenmek aptallık mı? Bu dünyada her şeyin yolunda gitmesini istemek ahmaklık mı? Kudretimiz ne kadar soruya cevap vermeye yeter? Bildiğimiz kaç insanın ömrü eder? Peki ya bir ömür

cevap vermeye yeter mi? Yetmezse bu kadar soruyla ne yapacağız? Kötüler neden kötü olmuşlar? Tüm bu kötülüklerin, kendinden çıktığı ilk kötülük nedir? Hidrojen mi? Karbon mu? Kanımızı ne bozdu? Yoksa bozulmak için mi yapıldı? Derdim dünyanın içindekilerle değil, dünyanın dönüşüyle ilgili. Yoksa bana ne kiremidin kırmızı çatlaklığından, dolmuşun alçak tavanından. Çatısız ve dolmuşsuz yaşanır ama, insan dertsiz yaşayabilir mi? Derdimiz dünyamızla ilgili değil. Dünya dediğin soru kağıdı. Kavramamız gereken kağıt değil, üstünde yazan soru. Biz çözemiyorsak, soru hatalı olmak zorunda değil. Ve ortada bir soru varsa, bence çözmek gerek. Bakalım Tanrı ne kadar adilmiş. -VITUTKU: Sanırsam sahip olabileceğimiz en yoğun his. ( Yeni deneyimlerin verdiği amatör heyecan; sıkıntısı ise profesyonelleşip derinleşememe eksikliği. Ama belki bizzat tutku meselesinin kendisinde derinleşilebilir. Kıvamı güç.) -VIIHAYAT kavga, hayat sınav, hayat cennet!


26

ÇİÇEKLİ ŞİİRLER YAZMAK İSTİYORUM BAYIM! “Zenciler prensesi olacağım. Hayat işte asıl o zaman başlayacak” Pippi Uzunçorap Çiçekli şiirler yazmama kızıyorsunuz bayım Bilmiyorsunuz. Darmadağın gövdemi Çiçekli perdelerin arkasında saklıyorum. Karanlıkta oturuyorum. Işıkları yakmıyorum. Çalar saat zembereği boşalana kadar çalıyor Acı veren bir sevişmeyi hatırlıyorum. Bir bıçağın gereksiz yere parlaması bu. Yıllardır kendini bulutlarda saklayan illegal bir yağmurum. Bir yağsam pahalıya malolacağım. Ben bir bodrum kat kızıyım bayım Yalnızlıktan başka imparator tanımaz bodrumum Bir süredir plastik vazolar gibi hiç kırılmıyorum Fakat korkuyorum. Birazdan da Kırk üç numara ayakkabılarınızla Bahçede oynayan çocukların üstüne basacaksınız Bu iyi olmaz bayım! “Gün akşam oldu” diyorum Ekmek kırıntıları atıyorum kuşlara Cam kırıkları yiyorlar Rüyamda; bir kâse dolusu suyun içinde Rengârenk yap-boz parçacıkları Anlatmak istiyorum, dinlemiyorsunuz. Hayır, sanırım sabahı bekleyemem Bilmiyorum. İnsanlar rüyalarını acilen anlatmalı.


27

On dört yaşındaydı ruhum bayım Bir mermer masanın soğukluğunda yaşlandı. Protez bacaklar taktılar ruhuma ince ve beyaz Gıcırdaya gıcırdaya dolaştım şehri Protez bacaklarıma bile ıslık çaldılar O ara içimde çiçeklerden oluşmuş bir silahsız kuvvet ablukaya alındı Sinemalarda da “organzm gıcırtıları” oynuyordu. Kaçmaya çalıştım. Olmadı. Bu nedenle, çiçekli şiirler yazmayı Ruhum açısından faydalı buluyorum bayım. Neyse işte Ben her filmi hatırlarım Sinemaların hiç bitmeyen gecesine sığındığım çok oldu. “Sofi’nin tercihini” seyrederken çok ağlamıştım. Öpüşen Guramilerle ilgili bir film yapsalar Onu da mutlaka hatırlardım. İnsan içinde çevrilen bir çıkrığın sesini unutur mu? Hem sonra ben hatırlamaya alışkınım Bir “eşya toplayıcısıyım” bayım. Büyük gemiler de yok artık bayım Büyük yelkenler de Büyük kâğıtlar yakmak istiyor şimdi canım. İşte az önce bir karabatak daldı suya Bir süredir kayıp Dünyayı yutmuş olarak çıksa da ortaya Ölüm çok iri bir sözcük değil bayım. Kasımpatları kadar acı kokuyorum biliyorum. Ama siz sobada sucuklu yumurta pişirip yiyen Yoksul bir aşkın güzelliğini bilir misiniz? Bir gül, bir güle derdi ki görse Yalan söylüyorum Güller bu sıra hiç konuşmuyor bayım. DIDEM MADAK


28

İKİ TAM BİR YARIM Hiçbir gidiş tam değildir sevgili Hiçbir kalan bir yarım bile etmez gidenin ardından Bir bakmışsın avuçlarına Gidişlerden az buçuk Kalışlardan az buçuk Sanma ki sadece hatıralar karşılayacak seni Bazen bakacaksın dudaklarına Gülüşlerden az buçuk Hüzünlerden az buçuk Sanma ki yağmurlar tamamen yıkayacak belleğini Bazen bakacaksın gökyüzüne Güneşlerden az buçuk Bulutlardan az buçuk Sanma ki tam olacaksın başka bir yarımın olursan Bir bakacaksın bedenine Bizden az buçuk Sizden az buçuk Hiçbir öfke bile tam değilmiş ki sevgili Hiçbir unutuş bir yarım bile etmezmiş gidenin ardından Bazen bakacaksın ne kaldı bizden geriye Senden az Benden buçuk SIMGE KARACA


29

KADIN YAZARLARIN AFİLİ ESERLERİ ZÜBEYDE ARSLAN

Yaşamın Ucuna Yolculuk, Tezer Özlü TEZER Özlü, Yaşamın Ucuna Yolculuk adlı mütevazı eserinde kendi içsel yolculuğunun hikayesini anlatıyor okura. Önce Almanca yazıp daha sonra Türkçeye çevirdiği eserinde bizi de yaşamın sınırlarında gezintiye çıkarıyor. Tezer Özlü yerleşik bir insan olmamış hiç. İtalya, Almanya başta olmak üzere birçok memlekette kendini aradığından söz ediyor. Gittiği her yerde, esinlendiği yazarlar ona eşlik

etmiş; Cesare Pavese, Franz Kafka gibi birçok yazardan sık sık alıntılar yaparak anlatıyor hikayesini. Bizleri hüzünlü bir hikayenin beklediğini çok geçmeden anlıyoruz. Diş ve baş ağrıları, ruhunun dinmek bilmeyen sancılarını nereye gitse peşinden sürüklüyor. Trenler ve otel odaları göçebe hayatının nesneleri değil yalnızca, çığlıklarını paylaştığı arkadaşlarına dönüşüveriyorlar. Bir de biz varız ki ilerleyen sayfalarda öyküsünü kendi öykümüz ediniyor, gittiği kentlerin sokaklarını onunla beraber arşınlarken buluyoruz kendimizi.


30

Tuhaf Bir Kadın, Leyla Erbil 1950 kuşağının ve edebiyatımızın en aykırı kadınlarından biri olan Leyla Erbil’in kendisi kadar değerli bir roman. Hayatını insanları anlamaya çalışarak geçiren maceraperest bir kadın olan Nermin’in etrafında gelişen ve sıradan hayatların ciddi ayrıntılarına değinen parçalı anlatımıyla içeriği ve dili açısından eşsiz bir eser. Ana, baba, kız ve kadın portrelerinde otobiyografisinin sanata dönüşmesine usulca şahitlik ediyoruz. Kadın olmanın kişisel gerçekleri içerisinde, toplumda kabul görmüş davranışlara aykırılıklarıyla yadırganan tuhaf bir kadının yaşantısıyla -acımasız bir açık sözlülük ve inatçılık ile- karşılaşıyor okur. Soğukkanlılıkla okunması, üzerine düşünülmesi gereken bir roman.

Tante Rosa, Sevgi Soysal ÇOCUKLUĞU Birinci Dünya Savaşı Almanya’sında geçmiş Rosa adlı bir kadının hayat hikayelerinden oluşuyor roman. 1968’de yayımlanan roman, yazarın anneannesinin, teyzesinin ve kendisinin ortak sorunlarını ve bunlara yönelik davranışlarını harmanlayarak yarattığı Tante Rosa’nın hayatını anlatır. Her birinde kadın olmanın zorluklarına dair farklı bir olgunun içten bir dille ele alındığı on dört farklı öyküden oluşuyor eser. Sevgi Soysal, Tante Rosa’yı “anneannemden başlayıp bende biten bir çizgi” olarak nitelendirir. Toplumun kadına giydirdiği giysileri çıkaran Tante Rosa, yalnızlıkla boğuştuğu ve hiç ilgi görmediği bir dönemde en güzel giysilerini giyip maceralara koşacak kadar hayat dolu bir kadındır. Bütün girişimleri başarısız olsa bile okurda merak uyandırmadığı bir an bile yok. Tutunamayan ama bunu umursayıp denemekten hiç vazgeçmeyen Tante Rosa’yı, Sevgi Soysal’ın alaycı bir bakışla işlediği samimi bir hayat hikayesi.


31

Mrs. Dalloway, Virginia Woolf VIRGINIA WOOLF’UN kendi deyimiyle ‘deliliği ve intiharı incelediği, toplumsal düzeni eleştirdiği, bu düzenin en yoğun biçimiyle nasıl işlediğini göstermeye çalıştığı’ romanı. Bilinç akışı tekniği kullanılarak yazılan, yalnızca bir günden oluşan ve olay örgüsünden ziyade karakteriyle öne çıkan anlatımıyla sahiden ilginç bir kitap. Eser, Mrs. Dalloway’in geçtiği sokaklardaki seslere varana dek betimlemeleriyle okuru adeta hem içinde yaşatıyor hem de Londra’nın savaştaki halini, savaşın kentteki ve insanlardaki izlerini de aralara serpiştirerek okuru gerçeklerden ayırmıyor. Virginia Woolf, karakterler sayesinde sosyal düzeni ve emperyalizmi eleştiriyor; öte yandan cinsellik ve evlilik hakkında düşüncelerini kendini Mrs. Dalloway’in şahsında var ederek ifade ediyor. Roman başlı başına, sonsuz karmaşaya sahip bir ruhun insan bilincine yaptığı bir günlük turun 20. yüzyıldaki en güzel ifadesi.


32

“Yağma yok beyim, yanlışımı kendim seçerim ben. Yanlış da yapsam, kendim, bile bile, ama kendim yaparım. Senin zorlamanla yapılacak yanlış, komik bir kandırılıştan başka ne?” Sevgi Soysal - Yürümek


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.