sayı
6. MAYIS 2016
Bir Son Dakika Sürprizi Berrak Su Kodal İlham Gökhan Özen Qwerty Ali Bozoğlu Martı Adam’ın Hikayesi Mert Yıldız Mısır Koçanı Hazal Özdeş
2
içindekiler -Giriş ���������������������������������� 3
- Martı Adam’ın
-Bir Son Dakika Sürprizi �������������������������������� 4
Mert Yıldız
Berrak Su Kodal
Hikayesi ��������������������������� 18 -Mısır Koçanı �������������������� 21 Hazal Özdeş
-ekmek ve serçe ������������������� 9 Tarık Acıpayam
-Olmayanı arayan kayıp bir ruh ��������������������� 24
-İlham ������������������������������ 10
Mert Yıldız
Gökhan Özen
-KISA AMERİKA TARİHİ ����������������������������� 13 Emin Genç
-Bir Solukta Okunabilecek Kitaplar ������� 36 Zübeyde Arslan
-Ön Kapak Çizimi:Ekin Çetiner
-Qwerty ���������������������������� 14 Ali Bozoğlu
-Arka Kapak Çizimi:Ekin Çetiner
-BALIK ����������������������������� 17
-İç Çizim:Ekin Çetiner (s.7, s.12)
İletişim:
Zühal Pınarer
-Tasarım:Melih Bilir
Şiirlerinizi, öykülerinizi, denemelerinizi iletişim adreslerimize gönderebilirsiniz. facebook.com/yokusdergi twitter.com/yokusdergi yokusdergisi@gmail.com
Fikir Kulüpleri Federasyonu Bünyesinde Çıkmaktadır.
3
Bu Sayıda... BERRAK SU KODAL geçmişle
SON OLARAK... Bildiğiniz gibi
şimdinin arasında dokuduğu ince-
bir vakfın Karaman şubesine ait
likli anlatımıyla, annesiyle birlikte
evlerde 45 çocuğun cinsel istisma-
yaşayan sıradan bir kızın öyküsünü
ra uğraması ve akabinde vakfın si-
kaleme aldı: “Bir Son Dakika Sürp-
yasi menfaatler kaynaklı bir aklan-
rizi”. Gökhan Özen, kurgusunun
maya tabi tutulması, Aile ve Sosyal
gereğince, güçlü tasvirleri ve yine-
Politikalar Bakanı’nın ağzından
lemeleri arasında kendini bulmaya
dökülen yersiz cümleler, toplumun
çalıştı: “İlham”. Ali Bozoğlu hayata
duyarlı kesiminde tepkiyle karşı-
dair mütevazı notlarını derlediği
landı. Yokuş ekibi olarak, çocuk
“Qwerty” isimli metnini bizimle
istismarlarının meydana gelme-
paylaşırken, Mert Yıldız metin içi
sinde, bu vahim tablonun oluşu-
manzumesiyle zengin kıldığı “Martı
munda rol oynayan ihmalkarlığın
Adamın Öyküsü”nde “olmuşlukla
bütün öznelerinin cezalandırılma-
olmamışlık arasında kalan bir ka-
sından yanayız. Çocuklar, sapkın-
bus”tan seslendi okuyucuya. Hazal
lığın ve örtbasçılığın olduğu bir
Özdeş “Mısır Koçanı” isimli köşe-
dünyada yaşamak zorunda değil.
siyle, kendine has minik notlarıyla
İstismara duyulan tepki, duyarlı
aramızda yer almayı sürdürür-
kalplerde hükümlerini her zaman
ken, Zübeyde Arslan “Bilinmeyen
doğuracaktır, biliyoruz. Masum ve
Adanın Öyküsü”nden “Kayıtsızlık
korunmasız çocukları sayfalarımı-
Şenliği”ne, dört romanı tanıttı
za taşımak, bir nebze hatırlatıcı
bizlere: “Bir Solukta Okunabilecek
görevi üstlenmek istedik ve arka
Kitaplar”.
kapağımızı onlara ayırdık.
4
Bir Son Dakika Sürprizi BERRAK SU KODAL
“Odanın ortasında uzun uzadıya gerindikten sonra, aynaya bakarak saçlarını tararken bu
PENCEREDEN yatağına vuran güneş ışıklarıyla uyandı Cansu. İlk işi başucunda duran telefonuna bakmak oldu, alarmının çalmasına daha yirmi dakika vardı. Genelde yaptığının aksine, alarmı kapatıp yataktan kalkmayı tercih etti. Odanın ortasında uzun uzadıya gerindikten sonra, aynaya bakarak saçlarını tararken bu soğuk ama güneşli gün için yaptığı planları gözden geçirdi ve içinde bir kıpırtı canlandı. Heyecanlı ve hızlı adımlarla yüzünü yıkamaya giderken suratında hafif bir gülümseme vardı.
Cansu iki yaşındayken bir sabah aniden ilk adımlarını atarak yürümeye başladı. Anın heyecanıyla elindeki kahveyi halıya döken annesi sonradan lekeyi temizlemek yerine öylece bıraktı. Yüzünü yıkadıktan ve telefonuna gelen mesaj-
soğuk ama güneşli ları kontrol ettikten, yani tamamen uyandıktan gün için yaptığı sonra annesinin hazırladığı kahvaltı sofrasıyla
karşılaştı. Annesine bu kadar erken kalktığı için
planları gözden sitem etse ve dinlenmesini söylese de içten içe
geçirdi ve içinde bir sevinmişti. Demek ki bugün daha iyi hissediyorkıpırtı canlandı.”
du da yataktan kalkabilmişti, hem çayına şeker yerine anne sohbeti atmanın tadı da bir başkay-
5
...bir buçuk saat süren etrafta koşturma ve fotokopi işlerini bitirdikten sonra rüyasız bir gece kadar koyu kahvesini hazırlayarak kendisine ayrılmış masanın başına oturup arkasına yaslanabildi. dı şimdilerde. Uzun uzadıya edilen kahvaltıyla enerji dolan Cansu saate baktığında bu enerjiyi hızlıca harcaması gerektiğini fark etti, geç kalıyordu! İçindeki kıpırtı yerini telaşa bırakırken elinde tuttuğu iki gömlekle annesinin karşısına dikildi. Aslında verilecek cevabı Cansu, annesi ve evdeki tüm menekşeler biliyorlardı ama yine de bu an yaşandı ve annesi mor renkli olanı seçti. Alelacele hazırlanan çantasıyla ve hızla fırçalanan dişlerle evden çıkmadan hemen önce annesine sıkı sıkıya sarıldı ve en ufak bir şey olursa dahi kendisini aramasını tembihleyerek hızla evden çıktı. Hemen sonra içindeki tedirginlik yerini yeniden küçük kıpırtılara bırakırken -ne demişler, enerjiler kaybolmaz!- ve Cansu hızla yürürken camdan kendisine bakan annesine el sallamayı da ihmal etmedi.
Cansu sekiz yaşındayken bir sabah kendi kendine uyanıp okul formasını giydi ve sırt çantasına sorumluluklarını koydu. Annesinin o sabah onu okul servisine bindirdikten sonra duygulanıp ağladığını hiç bilmedi.
Otobüs durağına on beş dakikalık tempolu bir yürüyüşle ulaşan Cansu durağa vardığı anda gelen otobüsüyle derin bir nefes aldı, işe geç kalma tehlikesi geride kalmıştı. Rutine ulaşmanın verdiği rahatlamayla “arkalara doğru ilerlerken” turşu kavanozunda bir kornişon gibi hissetti kendini ve içindeki rahatlama hissiyle bunun çelişkisine şaşırdı. Yol boyu arkadaş olan bir parça lahana turşusuyla bir kornişonun maceralarını düşünerek eğlense de yolculuk sonunda otobüsten inerken kavanozdan çıkıp sofraya geldiğini içten içe biliyordu. Asansörü bozuk olan bu iş hanında beşinci kata hızla çıktıktan sonra kendisini bekleyen beyaz yakalı iş arkadaşları tarafından az biraz “Günaydın!” ve çokça klasörle karşılandı küçük stajyer Cansu. Sabah arayıp hasta olduğunu bildiren diğer stajyer Ahmet’in işleri de Cansu’nun kollarındaydı şimdi. Ancak bir buçuk saat süren etrafta koşturma ve fotokopi işlerini bitirdikten sonra rüyasız bir gece kadar koyu kahvesini hazırlayarak kendisine ayrılmış masanın başına oturup arkasına yaslanabildi.
6
Cansu on iki yaşındayken bir sabah kakaolu süt yerine kahve içti ve yanlışlıkla büyüdü. Annesi ne uyku mahmurluğuyla kahve ve kakao kavanozlarını karıştırdığını ne de Cansu’nun artık karşıdan karşıya geçerken sağına ve soluna bakmadığını fark etti. Henüz eski püskü fotokopi makinasıyla yaşadığı yorucu ve can sıkıcı anları atlatamamışken özet notlar çıkarması ve önemli yerleri özellikle işaretlemesi gereken dosya yığınıyla karşı karşıya kalmıştı bir anda. Böylece daha güneş gökyüzündeki yükselişini tamamlamamışken Cansu bütün şevkini yitirmişti, üzerinde dolaşan çatal seslerini rahatlıkla duyabiliyordu. Bir süre amaçsızca oturduktan, ardından duvarı izleyerek hayallere daldıktan sonra Ceylan Hanım’ın masasının başında dikildiğini fark etmesiyle irkildi. İki gün önce aynı şeklide yakalandığında yediği “Çalışmayacaksan burada işin ne? Zaten öğrencisin doğru düzgün bir şey de bilmiyorsun ki!” temalı azarlar, yaşadığı duygusal patlama, mavi ışıklı tuvalette ayna karşısındaki boş ve mutsuz bakışları, akan makyajı, derinde alay içeren bir iki teselli cümlesi gözlerinin önünden hızla geçti. Bu sefer de aynı sıralamayı yaşamaktan korkan Cansu hemen sandalyede doğruldu ve “Nasıl yardımcı olabilirim
Ceylan Hanım?” diyerek ilk cümleyi söylemeyi başardı. Katı ifadesi bir anda yumuşayan Ceylan Hanım’ın ağzından bu sefer sert azar cümleleri yerine tatlı rica cümleleri dökülmeye başladı: “Canım biliyorum üç gün önceden izin aldın ama biliyorsun Ahmet de plansız olarak bugün gelemedi. Onun katılıp not alacağı toplantıyı ve öncesinde gelecek konukları ağırlama ekibine yardımcı olacağını hatırlıyorsun değil mi? Bu durumda senin birkaç saatlik iznin geçerli olamıyor, yardıma ihtiyacımız var. Toplantıya kalmasan olur ama karşılama ekibine katılman gerekli. Üzülme bu kadar canım, asma suratını böyle! Alt tarafı bir saat daha kalacaksın burada, iki çay ikram edeceksin.”
Cansu on beş yaşındayken bir sabah ilk defa bir dudak parlatıcısını sürüp ilk sevgilisiyle buluşmaya gitti. Annesi akşama günün ayrıntılarını dinlerken birkaç saat önce konulan kanser teşhisine rağmen şefkatli gülümsemesini yüzünden hiç eksik etmedi. Ceylan Hanım masasından uzaklaşırken hafifçe başını sallayan Cansu içinden hem Ahmet’e hem Ceylan Hanım’a söverken buldu kendini. Hayret, nasıl olmuştu da yalaka Ahmet bu önemli günde hasta olmuştu, oysa asıl bugün gelip samimiyetsiz iltifatlarıyla yapay
7
kahkahalar oluşturmalıydı ofiste ve ilgiliymiş gibi davranmalıydı konuklara! Ya Ceylan Hanım’a ne demeliydi, zaten birkaç saatten bir şey olmasaydı izin almazdı ki Cansu! Ah bir de kendini zeki sanıyordu böyle cümleler kurunca ve mevkinin getirisiyle cevap alamayınca. Sinirleri bozulmuş bir biçimde otururken ve titreyen ellerini masanın üzerine koymuş bir şeylerin olmasını beklerken saçmaladığını fark etti. Kimse gelip “Pardon Cansu Hanım bir hata oldu, bugün erken çıkabilirsiniz, yıllar sonra kanseri nükseden anneniz için bir
aydır planladığınız sürpriz doğum günü partisine geç kalmanız için herhangi bir sebep yok.” demeyecekti. Kimsenin Cansu ve özel hayatıyla ilgilenmemesi bir yana, kimsenin Cansu’ya Hanım dediği de yoktu. Hemen o an eşyalarını toplayıp gitmeyi düşünse de bunu yapamayacağı aşikârdı. Gelecek dönem okulda derslerine devam edebilmek için staj belgesine ihtiyacı vardı ve bundan vazgeçemezdi. Aklına başka bir çözüm yolu gelmeyen Cansu, her istediğini alan Ahmet’in böyle bir durumda ne yapacağını düşündü ve önceden izin aldığı saatte habersizce çıkıp gitmeyi kafasına koydu. “Ertesi sabah bir mazeret uydururum veya birkaç saat sonra birine hastalandım diye mesaj atarım.” dedi kendi kendine ve kıkırdadı: “İki çayı da Ceylan Hanım ikram etsin bakalım!” Ortalama bir ofis gününü tamamlamak için gereken şevki bu plan sayesinde bulan Cansu günün geri kalanında pek zorlanmadı. Masasının üzerindeki dosya yığınının arasına karıştı, sürekli ters bakışlarına maruz kaldığı Selin Hanım’ın isteklerini
8
söylenmeden yerine getirdi, değişik bir gülüşü olan Gürkan Bey’e aklına takılanları sorma bahanesiyle yaklaşıp hayali hastalığı için hayali semptomlar yaşadı ve saati dört buçuk etmeyi başardı! Tüm ofisin gelecek konuklar için yaptığı son hazırlıklar sayesinde kendini fark ettirmeden toplandı ve hızla indiği beş kat merdiven sonrası bacakları titreyerek işlek sokaklara karıştı. Otobüs durağına yürürken teyzesinden gelen ve her şeyin yolunda olduğunu bildiren mesajla istemsizce gülümsedi Cansu, sonunda aylardır hayalini kurduğu gün gelmişti ve birkaç can sıkıcı olay dışında -ki onlara da geçici çözümler bulmuştu bile- her şey yolundaydı! Annesi ve sevdikle-
riyle geçireceği akşamı ve annesine aldığı parlak kolyeyi düşleyerek mutlu adımlarla yürürken yılların alışkanlığıyla yolu kontrol etmeden caddeye adımlarını attı ve karşıdan karşıya geçerken hızla kendisine doğru gelen mor bir arabanın altında kaldı. Yerde yatan vücuduna vuran güneş ışıkları ve ambulans sesleri eşliğinde vücudunun usulca uyuşmasına izin verdi.
Cansu yirmi bir yaşındayken bir akşam kırmızı ışıkta karşıdan karşıya geçmeye çalışırken trafik kazası geçirdi ve üç dakika içinde hayatını kaybetti. Kendisine yapılacak sürpriz doğum günü partisini önceden sezen ve sabırsızlıkla Cansu’yu bekleyen annesi haberi üç saat sonra aldı.
9
ekmek ve serçe sen hep söylediğim sesimde seken neşe bir serçe gırtlağımda gezdirdiğim çocuk kemiğiyle dilimin sen hep söylediğim
yoksul bir serçe didiklemiş ekmeğimizi serçenin ekmeğe verdiği biçim ekmeğin ellerimize: mızrak gibi şaşmaz yaşamın en haklı yerinde
gücüm yetmiyor Tanrım sen kaldır yerden o ekmeği ayaz ve kuru ekmekler gibi çocukların teni
tanımını yitirsin serçedeki biçim TARIK ACIPAYAM
10
İlham GÖKHAN ÖZEN
“Güzün gelişiyle budaklanan ağaçlar, büyüleyici gökte incecik bir ıslık gibi gezinen bulutlar, doğanın bütün bu işlerliğinden ilham alına kuşana serpilen düşler, sanki insanlığın tüm günahlarını örterdi.”
1. TOK bir yel alnımı okşuyordu. Hava zinde ve aydınlıktı. Göğe geçirilmiş iri bir bilezik gibi kımıltısız duran güneş, huzmelerini binaların boyunlarına, balkonlardaki demirliklere ve renkli, çizgili panjurlara bırakıyordu. Böyle güzel havalarda şehrin meydanları karınca yuvalarının önü gibi tıklım tıklım olurdu. Güzün gelişiyle budaklanan ağaçlar, büyüleyici gökte incecik bir ıslık gibi gezinen bulutlar, doğanın bütün bu işlerliğinden ilham alına kuşana serpilen düşler, sanki insanlığın tüm günahlarını örterdi. Bu da beni utanmam gereken bir vaziyetteymişim gibi, çırılçıplak kalmışım gibi hissettirirdi. İçimde doldurulmayı bekleyen müthiş bir boşluk vardı. Ağaçların hışırdayan yapraklarını, yaprakların küt ve terli ayalarında oynaşan ışığı kalbime soğurmak istiyordum. Doğada biriken
11
suyu, mazgalların küflü parmaklıklarından sızan ıslaklığı, uzun bir hüzün gibi hüzün hüzün yağan yağmuru, ama güzel yağmuru, güzel ve iyileştirici yağmuru, düşümden koparıp içime sağmayı, sonrasında koşar adım doğaya karışmayı arzuluyordum. İçimdeki boşluk Gökhan yüzündendi, Gökhan’ın eseriydi. Onun zümrüt yeşili bir irisle çevrelenmiş titrek ve ışıltılı göz bebeklerinin, tekinsiz uzaklıklara bölünüp yitecekmiş gibi duran o minik ve eğimli burnunun, kumral ve büyülü saçlarının arasında bir hayaletin hissiz gövdesini kuşanarak dolaşmak, yüzünün bütün eğimlerini, titrerliğini ve uzaklıklarını ölçmek isterdim. Böylelikle hissedebilme yetime, Gökhan’ı keşfediş sürecimle yeniden kavuşacaktım. Gökhan’dan oluşmuş boşluğumu Gökhan’la dolduracaktım. Nereye gitsem onun da benimle birlikte geldiğini, düştüğüm izleri toplaya sürüklene şehir boyunca süzüldüğünü duyumsardım. Hatta ne zaman kendimi şehrin kalabalığından millerce ötede, sözgelimi dik ve alacalı bir bayırın tepesinde hayal etsem, Gökhan’ın eşkalimden zihnime sıçrayışına hayretle tanık olur, uzaklıklarımın kapılışına şaşardım. Yine böyle bir gün, düşsel bir bayırdan, tok bir yelin alnımı okşayışına, yani kurgumun başlangıcına, bir uğultu halinde yuvarlandım.
2. BIR öyküye böyle uyandım. Tabi olduğum ve çevrelendiğim betimlemelerin, sonra bunlardan esinle kapıldığım yağmur düşlerinin, ışık kıpırtılarının, bayırların yüksek dilinin, yaratıcımın büyüleyici saçlarının, ışıltılı göz bebeklerinin, sonra yine ışık kıpırtılarının, dolayısıyla tekrarlanan tasvirlerin, ve içimdeki susuz boşluğun birbirine karıştığını, açık seçik değil ama, tuhaf bir sezgiyle, yaratılanlara özgü bir günah bilinciyle gördüm. Gökhan’ın betimlenişine vakıf olduğum halde, her geçen gün, her geçen dakika, her yazıldığım kelime, ona daha da yaklaştığımı hissettiğim halde, yüzünün bildiğim ayrıntılarını, büyük ve biçimsiz kulaklarını, dağınık kaşlarının belirginleştirdiği alın doğrusunu ve ıssız bakışlarını düşlerken, içimde onu bütünüyle ölçecek bir kudret, onu bütünüyle gerçek kılacak bir alan bulamıyordum. Sözcüklerimi peşim sıra sürükleyerek dilsiz sahile yürüdüm. Denize bakan serin kayalıklardan birine hafif bir gölge gibi sindim. Göğün dipsiz kızartısını, yüzüme vuran rüzgarın eşliğinde uzun uzun seyrettim. Hava zinde ve aydınlıktı. Kuşlar kanatlarını çırptıkça, inlere değin dağılmış olan göğü topluyordu. Bütün bu şeyler başımı döndürdü. Göğün altında uzanan inler. Savruldum. Kalabalık fakat tertip-
12
liydi. Cismimden düşünceler geçti. İnim yoktu benim ve tertipsizdim. Böyle zamanlarda şehrin meydanları tıklım tıklım. Halbuki içimdeki boşluk. Günahlarımdan arınmalıydım çünkü. Güneşi çocukça istiyordum. Sözcüklerim telaş içinde. Yazıldığım her kelime. Başım nasıl döndü nasıl. Gökhan’ın ini yoktu. Yerde, gökte, kuzeyde, güneydeydi o; dik ve alacalı bir bayırın tepesindeki hayal-
de, bir hayaletin hissiz gövdesinde, ama nasıl bir doğuda, işte öyle bir batıda, gökte incecik bir ıslık gibi gezinen bulutlarda kesik mi kesikti ve anlatım mı bozuktu ama havanın aydınlık oluşu bütün kusurları örter gibi kuşların kanat çırpışlarının oysa sahilin ıssızlığının ortasında her an düşecekmiş gibi alnımı okşayan rüzgarın arasına karışmak ki hikayenin yavaş yavaş sona ermesi gerektiği şöyle hafif bir gölge
13
KISA AMERİKA TARİHİ I’m gon’ get up in the morning I believe I’ll dust my broom Zalim kraliçeden sebep kıtalar Ayrılmaya karar verdiler Bir tarihte Özlemi okyanus balıkçılarına yem yapıp: rastgele Kedilere bıraktılar yıldızları koklamayı Hurdaya çıkmış uzak akrabalardan Kıl çadırlar -çiğ düşer üstlerine çarçabuk ceylanca sevişmelerden sonraİstediler tel tel bir davar derisi tutacak kadar Ve tüfekler Doğrultmak olmazdı Köroğlu’nun at üstünde bozlaklarına Ya, Zenci türkülerini yeğlediler: blues Zenciler tarlalara çivit renginde ağıtlar fidelediler Eski yeni ahitler fidelediler Acıları bemolleştirdiler yahudi koçanları semirsin için Tanrıyla bayat çikolatalar rengarenk dünyaları değiştilerdi şükranla Bir tarihte Karşılığında frengi ve gökleri arz ettilerdi: göklerini .. Kuşlara sevdalandılar Bir tarihte -THE END(“dı ent” okunur) EMIN GENÇ
14
Qwerty ALI BOZOĞLU
“Yağmurda yürümeyi deneyin. Bir dizi oyuncusunu taklit etmekten ya da pop şarkısı klibi samimiyetsizliğinden bahsetmiyorum, hayır. Kendiniz olun. Tavsiye: Rastgele ağlayabilirsiniz. Yağmurda anlaşılmıyor çünkü.”
***** Herhangi bir akşamdı. Büfeden – şimdi adını anımsayamadığım- bir edebiyat dergisi aldım. Bilinçsiz bir hareketti. Öksürmek gibi, hapşırırken gözünü kapamak gibi kendiliğinden oldu. Dergi okuyacak havamda da değildim. Sıkıntı. Kaldırım kenarına kurulmuş işportacı bir abiye yanaştım. Dergiyi ona hediye ettim. Mutlu oldu. ***** Senin hiç haberin olmasa. Senin hiç haberin olmaz ki Başlar biter kendi kendine o türkü. 1 ***** Kendimi, hayatımın en güzel yıllarını geride bıraktığım konusunda ikna ettim. Evet. Mutluluğu aramaktan bıkmıştım çünkü. Bilenler bilir: Mutsuz biten her gün, insanın içini aldatıldığı hissi, Truman sendromu kaplar. Ne diyordum. Şeyleri anlamlandırma yükü de bu ikna girişimiyle uçtu gitti: Dinginlik veren boşluk.
15
***** Benim felaketim; kelimeleri, onları bana ilham eden kadından daha çok sevmemdi. the words. ***** Tanıdığınız insanlar. Akranlar. Birlikte büyüdükleriniz. Bunlar ölmeye başladığında, büyümüş oluyorsunuz işte. ***** Çok mukbili gördüm ki güler içi kan ağlar Handân görünen herkesi hürrem mi sanırsın (Ziya Paşa) ***** Yağmurda yürümeyi deneyin. Bir dizi oyuncusunu taklit etmekten ya da pop şarkısı klibi samimiyetsizliğinden bahsetmiyorum, hayır. Kendiniz olun. Tavsiye: Rastgele ağlayabilirsiniz. Yağmurda anlaşılmıyor çünkü. ***** Bir roman kadar uzun bu cümle, -Sonra işte yaşlandım. 2 ***** Bazı akşamlar, içimi karşı konulmaz bir “özenme isteği” dolduruyor. Daha sonra oturup kendime özenecek bir şeyler tasarlıyorum (ilk defa geceyi dışarıda geçirmemin de hikmetini paylaşmış oldum). O akşam da, hayatını ajanda düzeninde yaşayan insanlara özenmeyi seçtim: 20.00-20.40 Orhan Veli. 5 dakika mola. 20.45-21.00 onu düşünme. 21.00-23.00 mola. 23.00-24.00
Ali Lidar (ki bence yasaklanmalı). 24.00 kapanış. ***** Ben zannettiğin adam değilim. Zannettiğim adam, hiç değilim. Sanırım ben adam değilim. ***** Dün, eski kıyafetlerimi giyindim. Şirinevler üst geçidine dilenmeye gittim. Amaç? Suriyeli dilencileri anlayabilmek, her akşam altında ezildiğim bir yükü omuzlarımdan atmak. Sanırım anlaşamadık. Sol omzum hala acıyor; ama olsun. Artık o üst geçidi bakışımı kaçırmadan, utanmadan kullanabileceğim. Bu da bir şey. ***** Ruhum bir heykel gibi düşüp parçalanırdı. Bu sesleri duyanlar gülüyorum sanırdı. 3 ***** İlk başlarda kendime kızıp durdum. “Ulan” dedim, “Yapılacak hata mıydı?”. Araya zaman girdi, şunu fark ettim: Yüz kere aynı duruma düşsem, yüzünde de aynı hatayı tekrarlarım. Kahretsin. Hukuka uygunluk sebebi sayılabilir mi? O ayrı konu. ***** Kin, afyondur. Toplumu bir arada tutmada sevgiden daha işlevsel. Sevgi, düşünmeye ve sorgulamaya engel değil çünkü. Kinin gözü kör. Stop.
16
***** “Sel gider ve zulmetin çöplüğü temizlenir.” Ne zaman yağmur yağsa, aklıma bu mısra gelir. Bir de Taxi Driver’daki o cümle: “Bir gün güçlü bir yağmur yağacak ve caddelerdeki tüm bu pisliği temizleyecek.” ***** İnsanlardan sıkılmak kolay. Onulmaz değil çünkü: Bir tenhaya sığınıver, senden iyisi yok. Siz hiç kendinizden sıkıldınız mı? Kafanızdaki seslerden kaçmaya çalıştınız mı? Kendimden kaçabilmek için bilmiyorum kaç kitap okudum. Sonunda teslim oldum. Sonra? İşte böyle saçma sapan işlere merak saldım.
***** Ey sevgilim, bilirsin benim ne çektiğimi: Garip başımın derdi bir yürek taşıyorum. Anlarsın niçin uzak yerlere baktığımı: İçinde yaşanmaz bir dünyada yaşıyorum. 4
Dipnotlar: Deli kızın türküsü Gülten Akın 3 Sabahattin Ali 4 Öyle günler gördüm ki 1 2
17
BALIK Yıkım, bir ses ve arzu Doyurmaya istekli kanlı bir sahne. Korkuların suları şehri basmış, Dikenli bir duyu çıplak ellerde.
Sahibini arıyor yaratıcı.
Soyuta ait bir an yakıyor hafızayı. Diri bir bedenin nefesinde Boğuluyor bir çocuk.
Ölü balıklarla dolu şehrin altı. Parmaklarda yüzüklerin parıltısı Koyulaşan hafifliğin sorgusunda eriyor. Anlamı olmayan bir uzaklık var, hissedilen.
An nasıl da sonsuzluğu hapsediyor? ZÜHAL PINARER
18
Martı Adam’ın Hikayesi MERT YILDIZ
“Gökyüzü onu boğmak istercesine kararmıştı. Belli ki yine yağmur yağacaktı. Sevmiyordu yağmurları; hele ki gidecek bir yeri olmayınca hiç sevmiyordu. Sığınacak bir delik, bir köşe bulmaya çalıştıkça umudu tükeniyordu.”
Vakit artık iyice belirsizleşmişti. Ruhu ona sabah olduğunu söylüyordu. Oysaki sabah geçmişte kalmıştı. Ancak onun için ilerisi diye bir şey artık olmayacaktı. Yaşanılanlar gerçekliğin soyutluğuydu. Olmuşlukla olmamışlık arasında kalan bir kâbusu andıran bir kaostu. Yalnızdı artık. Bir kış kumsalı kadar yalnız. Etrafta ne kıpırdayan bir taş vardı ne de bir kum tanesi. Sadece o, sadece... Yürümeye başladı kumsal boyunca. Hafif esiyordu hava. İçini ürpertiyordu. Gökyüzü onu boğmak istercesine kararmıştı. Belli ki yine yağmur yağacaktı. Sevmiyordu yağmurları; hele ki gidecek bir yeri olmayınca hiç sevmiyordu. Sığınacak bir delik, bir köşe bulmaya çalıştıkça umudu tükeniyordu. Nereye gidebilirdi ki? Sonsuzluğun içinde tek bir nokta gibi kalmıştı adeta. Silinmesi basit, oldukça basit. Aslında neye direndiğini de kestiremiyordu. Silinip gitse fark edecek kimsesi yoktu. Gerçekten kimi vardı
19
Martılar iyice çoğalmıştı. Gökyüzü tamamen martılardan oluşmaya başladı. Yavaş yavaş ona doğru gelmeye başladılar. Bir süre sonra sadece ona doğru hareketlendiler. Binlerce martı onun üstüne geliyordu. Hepsinin suratında duygularını gizleyen bir maske vardı. Biri dışında. ki kendi ruhundan başka? Hep onunla yatıyor, onunla kalkmıyor muydu? O ruhuna bağlanmıştı. Ruhu da ona. Ancak ruhu ondan da beter bir haldeydi. Artık doğru düzgün düşünemiyordu. Bataklığa saplandıkça çıkış yolunu daha da uzağa götürüyordu. Susturulması imkansız bir varlıktı. Öyle de sürüp gidecekti, çaresizce. Oturdu yine. Gökyüzünde martılar. Çığlık çığlığa. Ne için bağrışıyorlardı yine? Cevaplayamadığı ama çok düşüneceği sorular arasına girmişti bu da. Aslında pek sorusu da yoktu. Hiçbirini de çözemiyordu her nedense. Yemeği nereden buluyordu, nasıl bastırıyordu açlığını hiçbir fikri yoktu. Bir belirsizliğin ortasındaydı. Asla beliremeyecek. Martılar iyice çoğalmıştı. Gökyüzü tamamen martılardan oluşmaya başladı. Yavaş yavaş ona doğru gelmeye başladılar. Bir süre sonra sadece ona doğru hareketlendiler. Binlerce martı onun üstüne geliyordu. Hepsinin suratında duygularını gizleyen bir maske vardı. Biri dışında. Artık çarpışacakları an çok yakındı. O sadece bakınıyordu. Anlam
veremiyordu yine. Belirsiz geliyordu yine. Ne zaman öyle gelmedi ki? Tüm olaylar sarpa sarınca bile kurtulamıyordu bundan. Sinirlenemiyor, acıkamıyor, sevinemiyor, üzülemiyor... Nereye kadar gidecekti böyle? Martılarla arasında birkaç kum tanesi mesafe kalmışken birden durdu hepsi. Maskesiz olan martı öne çıktı. Martı konuşmaya başladı. Söyle fani! Haydi söyle! Sen kimsin? Nereden geldin? Nereye gideceksin? Farkında mısın? Neredesin? Hissediyor musun beni? Hissediyor musun duygularımızı? Maskelerin altında bir gerçeklik yatıyor. Yüreğinde sakladığın. Her maske senin ruhunda saklı. Atman lazım onları. Duyuyor musun denizi? Çağırıyor seni özgürlüğe Haydi koş ona, kurtul! Ağzından çıkan her söz belirgin bir şekilde onun kulağından geçiyordu. Maskeli martıların çığlıkları arasında uzaklaştı oradan.
20
Koşuyordu denize doğru. Koştukça maskeler yavaş yavaş dökülüyordu. Denizin ıslaklığıyla tanıştı ilk kez. Islak olduğunu anlayamamıştı bu zamana dek. Demek böyle bir şeydi. Biraz daha ilerledi denizin içinde. Yüzme bilmediğini anlaması için çırpınıyor olduğunu fark etmesi gerekecekti. Ölüyordu işte. Vakit gelmişti. Bu sefer emindi tüm maskelerin döküldüğünden. Ancak ne yazık ki sevinemiyordu buna. Çünkü ölüyordu. Ruhu bu durumda bedeninden özgür kalacaktı. Evet! Sevinilmesi gereken bir durum daha. Ancak ruhu yeniden doğmuştu. Öğrenmesi ve yaşaması gereken çok şey vardı. Öncelikle kime ait olduğunu bilmeliydi. Ve bunu çok yanlış bir zamanda seçmişti. Bir süre sonra damarlarından geçen sıcak kanın da soğuk bir hale gelmesiyle nefesi iyice yavaşlamıştı.
Son nefesini çektiğini hissetti. Ve sonsuza dek tutmak için çabalamak istedi. Ancak dayanamadı. Verdi. Gözleri kapandı. Fakat bir sorun vardı. Kalbinin heyecanını duyabiliyordu. Gözlerini açtı. Gökyüzünde süzülüyordu. Martılar son maskeyi de onun içinden çekip çıkarmıştı. Ölümün dayanılmaz korkusu… Mavileşmeye başladı gökyüzü. Mavileştikçe yitip gitmeye. Etraf olağanın dışında bir yere belirmeye başladı. Sınırlar beliriyordu. Bir kez daha gözlerini kapatıp açtığında ise tamamen farklı bir yerdeydi. Bir odaydı burası. Bir eski yatak, bir sararmış yastık, bir yıpranmış defter, ve bir solmuş kapı görüyordu. Defteri eline aldı. Defterde yazan ise; “Martı Adam’ın Hikayesi” idi.
21
Mısır Koçanı HAZAL ÖZDEŞ
“O kadar susmuştu ki her şey, tütünün yanarkenki çıtırtısını duymak işten bile değildi. Kafamızdaki kalabalığa rağmen…”
Kalp duraksadı sayılı sonsuz günlerde . Haber veren herif bi’ an duraksadı. Ölümden geri kalanlar için zaman duraksadı. Sezen girmedi araya. Sonra herkes devam etti... *** O kadar susmuştu ki her şey, tütünün yanarkenki çıtırtısını duymak işten bile değildi. Kafamızdaki kalabalığa rağmen… *** Bana aşık olma subliminali içeren durumlarda ona aşık olmak… *** Bütün şiirler birilerine yazıldı. Birileri aşık oldu, başka birilerine okudu ama hepimiz mutsuz olduk. *** Parmak uçlarına dokunmuştum halbuki kaybetmemeliydim.
22
*** Yağ gibiydi mübarek. *** Hepimiz acıdık bi’ yerimizden. Ben en çok parmak uçlarından… *** ‘’Hoşça kal demek hiç içimden gelmiyo’ ’’ dedi adam. Söyleme o zaman dedim, sus. Söylemedi… Zaten hoş da kalmadık. *** Bana iyi şeyler olacağını söylemeseydin ben en kötülerine hazır olabilirdim. İnandım. *** Biraz aşk biraz da Özdemir Asaf acıttı sanki… *** Kokoreçe gömelim, acıktım. *** Bi’ gece oturup içiyoruz. Masada Asaf var Uyar var Süreya var Mungan var, hepimiz deli sarhoşuz. ‘’Sebahattin Ali okur musunuz?’’ dedi uzun saçlı herif. ‘’Sabahattin Ali okuruz.’’ dedik biz de. Gel de çık işin içinden.. *** Oturup bi’ şeyler yazayım dedim. Sezen çaldı, dumanlar tüttü, kafaya dikilen bardaklar masaya vuruldu. PAT!! Yazılacak şeyler hep bardağın dibinde kaldı. *** -Bazen saçlarımın doğal rengini özlüyorum. +Bazen ben de…
*** Söylenemeyen şeyler itinayla çığlıkla dışarı atılır ya da hıçkırıkla içerde bırakılır. *** Ağrısız kulak delinir. Bütün sağlam kalpler ağrılı parçalanır. *** Eğer kafanı avuçlarının içine alıp bi köşeye oturduysan kulübe hoş geldin. *** Birine bakmak bu kadar zor olmamalı. *** Ben saçmalamazsam sen saçmalamazsan o saçmalamasa… *** Bir sonraki kayan yıldız hepimize girsin! *** Aşkı bulanın abv. *** Ulan insanların içi ne acımış be!.. Komikli videoların izlenmesine bak! *** Yazmaktan mı yoruluyoruz yoksa yazdıklarımızdan mı? *** -rakım geldi?! +sevmiyorum ben. -ne yapayım geldi ne yapayım içimde mi tutayım?! +ne yapayım osurayım mı ne yapayım?! -osursak geçer mi la? +kokoreçe gömelim.
23
*** Gecenin gündüze sattığı insanlar kulübü olsak… Kalabalığız ya… *** Belki de bir kedi olurdum. Yine öngörülemez olurdu düşüşlerim. Belli. Düşünce dağılışlarım önlenebilir. Yine tek seferde ölemezdim. Belli. En azından kaç kere öleceğim bilinebilir. Belki bi’ kedi olurdum ben. *** Sandım ki Zühre yıldızı.. Şavkı beni yaktı geçti.** *** Harbiden neydi sevgi? İstanbul’da semt adı.. *** Biraz bitmiş bir kalem, dile dolanan türden iki şarkı, bileğe bağlı üç
dört ip ve bi’kaç kaldırım taşı.. *** Ha bi’ de vapurdan çalınmış bi’ can yeleği.. *** Konuşuyorlar da keşke dinlemediğime denk gelmese.. *** Silahşör değil silahşor. *** Virgül neden hep yalnızken nokta gruba giriyor? Dipnotlar: 1 Tayyar Ahmet’in Sonsuz Sayılı Günleri- Büyük Ev ablukada
24
Olmayanı arayan kayıp bir ruh Gölgelerin sakladığı pürüzler Sadelikler, kendinden geçmiş yığınlar Yorulmuş ve sıkılmış belki de yılmış Hiçliğe karşı eşsiz bir bakış
Yaktığında yüreğin kanını alevler Bir ürperti, olmamışlığın sitemi Korkular çöker sinsi bir buluta Götürür yalnızlığın çaresizliğine
Sebepler durmazken gözlerim Sancılı beşiklerin parmaklıkları Ağlamanın rahatlatmadığı sızıntılar Kaçmakta sonsuzluğun kefaretinden
Çığlıklar yürekte donuklaşır Buğular, kristalize gerçeklik Duruşu kamburlaşınca Atlas’ın Her şeyin bir sebebi var…
25
Zaman geriye veyahut ileriye Koşuşturmalar hep amaçsız Telaşların sebebi bilinmez Çiğner atar sensizliğe dairi
Yaşamadan ağlamaz insan Yaşadıkça korkar nefretten Bakışlar donuklaşır Sessizlik rahatsız eder…
Korkarım ki susuzluk baş gösterdi Kaçamam açlığımdan sessizce Bu bir panoramasıdır benliğimin… Gerçekten öte, Olağandan kopuk, Yaşanılmışlıktan uzak. MERT YILDIZ
26
Bir Solukta Okunabilecek Kitaplar ZÜBEYDE ARSLAN
Bilinmeyen Adanın Öyküsü, Jose Saramago “Bilinmeyen bir ada olduğunu da nereden çıkardın?” der kral. Adam ise, “Çok basit; bilinmeyen bir adanın var olmaması imkansızdır” der. 1998 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü almış eser, bilinmeyenin peşine düşen bir adamla, onun cesaretine hayran kalan bir kadının yolculuğunun öyküsüdür. Görünüşte resimli hikaye kitaplarına benzer; akıcılığıyla sayfalar arasında koşabileceğimiz bir öykü gibi gelse de şiirsel anlatımını biraz kurcaladığımızda görebileceğimiz felsefi soruları vardır. “Aşk üzerine güzel bir hikaye mi yoksa insanın arayışı üzerine bir felsefi metin mi?” sorusu incecik kitabın asıl bittikten sonra başladığının ispatı olsa gerek.
Martı Jonathan Livingston, Richard Bach ABD’li yazar Bach tarafından kaleme alınan eser, yarısı resimli sayfalardan oluşan bir fabldır. Bir martının hayatını ve sürüdeki diğer martılarla arasında geçen rekabeti anlatırken olayların arka planında insanın kendi sınırlarını aşabileceği düşüncesi yer alır. Yalnız yemek bulmak için değil yeni şeyler öğrenmek için kimsenin cesaret edemediği yerlere uçan Jonathan, sürüden ayrı yaşamanın ve farklı olmanın heyecanını her yaştaki okuyucuya hissettirebilmenin iddiasıyla kanat açıyor.
27
Kayıtsızlık Şenliği, Milan Kundera Tam 12 yıl aradan sonra Kundera’dan haber aldığımız eser 108 sayfaya bir sürü karakter sığdıran yedi bölümden oluşuyor. Olayların hızlı akışı ve farklı anlatımıyla Kundera’ya başlamak için doğru kitap olduğunu söyleyemesem de kelime oyunları ve mizahıyla kendini okutturduğunu söylemek yanlış olmaz. Beş arkadaşın; kayıp annesiyle konuşan Alain’in, işsiz oyuncu Caliban’ın, mutluluğun peşindeki Ramon’un, bir kukla oyunu yazma hayali kuran Charles’ın ve narsist D’Ardelo’nun hikayesini anlatan eser bir yandan günümüzün ciddi meselelerine ışık tutarken diğer yandan tarihsel geçmişe sığınarak bu gerçeklikten kaçabilecek sayılı yazarlardan birinin kısacık romanı.
Baharda Yine Geliriz, Barış Bıçakçı Gece kurdukları saatin sabah çalışmamasını veya en iyisi geriye gitmesini gönülden dileyerek tatlı tatlı esneyen hayalperest insanları, iş çıkışında tıklım tıklım otobüslerle evlerine dönenleri, döndüklerinde ise hemencecik perdeyi kapatanları, yolculuk ettikçe içindeki taşları yerlerine oturtanları, güzel bir cümle bulduklarında kitabı kapatıp sımsıkı göğsüne bastıranları, güzel bir kitap okuduğu yerden ayrılamayan insanları anlatan; okuması nefes almak kadar kolay, yalnız ağızda buruk bir tat bırakan garip bir öyküler kitabı.
28
Dünyayı verelim çocuklara hiç değilse bir günlüğüne Allı pullu bir balon gibi verelim oynasınlar Oynasınlar türküler söyliyerek yıldızların arasında Dünyayı çocuklara verelim Kocaman bir elma gibi verelim sıcacık bir ekmek somunu gibi Hiç değilse bir günlüğüne doysunlar Bir günlük de olsa öğrensin dünya arkadaşlığı Çocuklar dünyayı alacak elimizden Ölümsüz ağaçlar dikecekler NAZIM HIKMET