Yokuş 1 Sayı

Page 1

Her dize. bir adımdır gelecege...

1.

• Yeni Şiiri Ararken: 80 Kuşağı ve İkinci Yeni

• Bir Deli, Bir Sarhoş ve Bir Çıplak

• Bir Game Of Thrones Yazısı

• İkinci Yeni’nin Kökleri

Gökhan Özen

Mehmet Atlamış

Gülbay Başar

Tarık Acıpayam


İçindekiler

Başlarken...

-Yeni Şiiri Ararken: 80 Kuşağı ve İkinci Yeni

3

-İkinci Yeni’nin Kökleri

6

-Küs Payı

8

-Bir Sarhoş, Bir Çıplak ve Bir Deli

9

-BaşkALAŞIM ya da Metamorfoz

13

-Pısık

14

-Dönüş

16

-Bir Sen, Bir Deniz

18

-Aşk ve Hiç yahut Ölümsüzlükotu

20

-Bir Game Of Thrones Yazısı

21

-Aşk Korteji

23

Gökhan Özen

Tarık Acıpayam

Mehmet Doruk Kandemir

Gülbay Başar

Furkan Çirkin

Ender Ölmez

Semih Bülbül

Ali Kerem Azazi

Furkan Çirkin

Mehmet Atlamış

Tarık Acıpayam

Edebiyat popülerleştikçe, daha çok insana hitap etmek kaygısıyla, kendi ticari ürünlerini yaratır. Eserlere niteliklerine göre değil de ekonomik getirilerine göre değer verilir. Bu durum bazı edebiyatçıları, bir savunma mekanizması olarak, edebiyatın belli bir zümreye ait olması gerektiği fikrine yönlendirmiştir. Oysa edebiyatın gelişimi yolunda insan faktörünü ortadan kaldırmak ne kadar doğrudur? Kitlesellik ile nitelik ilişkisinde çözüm edebiyatın kendi yöntemlerinde aranamaz mı? Bu sorular ışığında Yokuş Dergisi olarak sizi bizimle yürümeye davet ediyoruz. Şiirlerinizi, öykülerinizi vb. bekliyoruz.

İletişim: www.facebook.com/yokusdergi https://twitter.com/yokusdergi yokusdergisi@gmail.com Şiirlerinizi öykülerinizi v.b mail adresimize gönderebilirsiniz...

-2-

Yokuş Dergisi Yayın Kurulu


Yeni Şiiri Ararken: 80 Kuşağı ve İkinci Yeni Mallarme’nin dediği gibi “Şiir fikirlerle değil, kelimelerle yazılır”; ancak kelimeleri bağlantısız, bağlamsız sıralamak, bilinç akışını kullanmakla yetinmek, yeni bir şiirin kapısını aralamaz. Bu noktada, imgenin şiirdeki edimi ve sözün yazınsallığı üzerine düşünmek faydalı olabilir. İmge düzenekleri kurulurken şiirin matematiğe indirgenme tehlikesi ya da bunun karşısında konumlanan bağlantısızlık… Yeni şiir, bu ikiliğin neresinde kurulabilir? Bu sorulara yanıt ararken 80 Kuşağı’na bir dönüp bakmak gerekir. İmgenin ‘80 sonrası şiiri’yle hak ettiği değeri bulmasından beri, imge düzenekleri, düzlemleri, şiirle ilgili yazılara yeniden

Gökhan Özen

konu edilmiş, “şiirin kelimeye dayanıp dayanmadığı”na* dönemin dergileri yeni görüşler eklemiştir. 80 Kuşağı şairleri poetikalarını oluştururken geleneği dışlamamış, aksine sahiplenmiştir. Çünkü yeni şiiri yazmadaki ölçüt, aşılması gereken eskinin bütün hatlarıyla bilinip bilinmediğidir. Dönemin önemli dergilerinin (Üç Çiçek, Poetika, Sombahar…) çıkış bildirilerine bakıldığında İkinci Yeni’nin de, 40 Kuşağının da, Garip’in, Divan Şiirinin, Halk Şiirinin de sahiplenildiği görülür. Biz de bu noktada söyleyebiliriz ki, yeni bir şiirin peşinden koşarken Mallarme’yi anlamak gerektiği kadar

-3-


Cemal Süreya’yı, İkinci Yeni’yi anlamak gerektiği kadar 80 sonrası şiiri, aslında bütün bir geleneği anlamak gerekir. Serbest çağrışımların dışlandığı, içeriğin ön plana alındığı 70’ler şiirinin aksine, 80 Kuşağı şiiri, imgeyi ve estetiği savunmuştur. Dönem şairleri geleneği irdelerken kendilerine İkinci Yeni’yi akraba seçmiştir. Merkezlerine imgeyi yerleştirmelerinin sonucudur bu. Şiir bir araç değil, bir amaçtır denilerek, kuramsal sorunlar yeniden gündeme taşınmıştır. Özellikle Cemal Süreya, Edip Cansever, Turgut Uyar gibi isimlerin şiirleri, poetikaları didik didik edilmiştir. 80 Kuşağı’nın bu araştırmacı tavrı, eskiden geçen bir yeniyi bulma yönelimi, önemlidir. Günümüzde yeni şiiri bulma heveslileri, dönemin gerek kendi içindeki, gerek İkinci Yenicilerle olan tartışmalarını inceleyebilir. Bu incelemede, bize yön verecek bazı önemli kazanımları da arkamıza almamız gerek: “Şiirin kelimelerle yazıldığı” kazanımı, şiirin “giz olduğu” bilgisi. Gerek Mallarme’nin söyledikleri, gerek kuşaklar arasındaki çatışmalar, çatışmaların açtığı yeni yollar, gerek modernizm, şiirin “giz olduğu” bilgisinin içini doldurdu. Şairler her şeylerini, izleklerini, hatta kişiliklerini bu bilgiye inşa etti. Aksini yapmak, bir anlamda şiire inanmamaktı, araçlaştırmaktı onu. Zaten şiiri araca indirgeyenler, yakın zaman Türk şiirinde (belli bir dönem hariç) kendilerine mecra bulamadılar; kapanan dergilerinin ardından onlar da yitip gittiler. Şiirdeki giz mevzusunu biraz açalım. Gizlenmiş olan bir şeylerin olmasının birincil şart olduğunu söylememiz gerek. Yani rastlantısallığın doğurduğu

-4-

80 Kuşağının önemli şairlerinden: -Haydar Ergülen -Tuğrul Tanyol -küçük İskender


bir anlamsızlık değil, giz denilen şey. Odasının içindeki izlekten, görünümlerinin bütünlüğünden emin olan şiir, anahtarları da bir yerlere gizlemiştir. Önemli olan odaya girebilmek değil, odayı açan anahtarların varlığı. Gizin oluşturulması ya da baştan var olması, yani şairin yaşantısının şiirde yaratılmaya ihtiyaç duyması ya da eksiksiz gerçekleştirilebilmesi, başka bir açıdan, gerçeği dönüştürebilmek/ dönüştürememek meselesi, imgeye yüklenen görevin konusudur. Yaratılmış şiirde gizin baştan var olacağı ön kabulu, mükemmel bir şiirin olabileceğine de işaret eder. Ancak imgeye yüklenen görev, şiirdeki öteki imgelerle, imge bağlantılarıyla anlam kazanıyorsa, şiirin gerçekleştirdiği dönüşüm de belli ölçüde olacaktır. Giz, ne baştan vardır, ne de oluşturulmuştur. Bana kalırsa bu, olumlu bir şeydir. Şiir ne bir deney alanıdır, ne de tek boyutlu bir şeydir çünkü. Şiirde mükemmeliyet meselesi, 80 Kuşağının muhatabı olmak zorunda kaldığı bir meseledir. Turgut Uyar bir

söyleşisinde kuşak şairlerini ‘mükemmel şiir’ yazmakla suçlar: “…hiçbirinin şiirinde hata bulamıyorum, mükemmeliyet ararken kişiliklerini harcıyorlar.” Dönemin yetkin isimlerinden Tuğrul Tanyol’un buna cevabı gecikmez. Tanyol, Uyar’ın eleştirisinde haksız olduğunu, hatadan geçmeyen bir şiirin yazılamayacağını söyler. Mükemmel şiir yazılabilir mi? “Şiir gizdir” ne anlama gelir? İmgeye yüklenen görev, şiirin dönüşümüyle ne kadar bağlantılı? Yeni şiire, sanırım, bunun gibi soruları sorarak, bolca okuyarak, üretmeye zorlanarak ulaşacağız. 80 Kuşağı, gelenekten beslenmeyi reddetmediği, ancak onu aşmaya çalıştığı için değerli - ve bize yenilik hakkında fikirler sunabilir. Dönemin nitelikli ürünleri, bize İkinci Yeni’yi gösterdiği kadar, Divan’dan, Halk edebiyatından da emareler sunuyor. Bu yüzden bütün bir geleneğin kapısını aralıyor bize: Yeniye ulaşmanın birinci koşulunu. Okumaya devam.

Dipnot: * Cemal Süreya’nın “Şiir geldi kelimeye dayandı,” demesi Mallarme’yle ilişkilendirilir.

-5-


İkinci Yeni’nin Kökleri

Tarık Acıpayam

Bir edebi hareketin oluşumunda içinde bulunduğu siyasal, toplumsal ve sanatsal ortamın etkisi büyüktür. Türk edebiyatı özelinde düşünüldüğünde bu etmenlere Batı edebiyatını da eklemek gerekir. Türk edebiyatında, 1950’li yılların başında ortaya çıkmış bir şiir hareketi olan ve Muzaffer Erdost’un 19 Ağustos 1956 tarihli Son Havadis gazetesindeki ‘İkinci Yeni’ başlıklı yazısıyla isimlendirilen İkinci Yeni’nin kökleri ise kuşkusuz kendinden önceki hayatın toprağındadır. Siyasi ve sosyal ortam: Çoğu 1920’li yılların sonuyla 1930’lu yılların başında doğan İkinci Yeni şairleri ilk gençlik yıllarını İnönü döneminde geçirmiş, kişilikleri bu dönemde şekillenmiş ve ilk eserlerini DP döneminde vermişlerdir. İnönü döneminin belirleyici özellikleri, İkinci Dünya Savaşı’nın neden

olduğu siyasal baskılar, ekonomik kriz, yoksulluk ve savaşla beraber derinleşen ideolojik çatışmalardır. Bu dönemde aydınlara yöneltilen baskı had safhadadır. A. Kadir, Rıfat Ilgaz, Hasan İzzettin Dinemo, Cahit Irgat, Sabahattin Ali gibi pek çok sosyalist aydın kovuşturmaya uğramıştır. Baskı yalnızca sosyalist aydınlarla sınırlı kalmamış, Nihal Atsız, Zeki Veli Togan gibi Türkçü isimler de tutuklanmıştır. DP dönemindeyse savaşın etkisinin azalmasıyla, görece de olsa, ülke ekonomik açıdan rahatlamıştır. Çok partili hayata geçiş, köyden kente göç, sanayileşme, kapitalistleşme ve bireyselleşme bu dönemin belirleyici toplumsal olgularıdır. Başlangıçta kendini hissettirmese de sanata yönelik baskılar ve ideolojik çatışmalar DP döneminde de kendini gösterir. Asım Bezirci’ye göre, bu iki diktatör-

-6-


lük döneminden İnönü dönemi Birinci Yeni’yi, DP dönemiyse İkinci Yeni’yi doğurmuştur. Bu bağlamda İkinci Yeni, Türk toplumunun iç çelişkilerinin (doğu-batı, devletçilik-kapitalizm, birey-toplum)belirginleşmeye başladığı, tüm kurumlarıyla sarsıldığı bir bunalım döneminin şiiridir. (Özdemir İnce) Batı edebiyat etkisi: İkinci Yeni’nin doğmasındaki bir etmen de Batı sanatı ve edebiyatından gelen etkilerdir. İkinci Yeni şairlerinin yazı ve söyleşilerinde sık sık Batılı şair, ressam ve müzisyenlere atıfta bulunması ve şiirlerinin dil, söylem, biçim ve içerik özellikleri ile poetikalarının kaynağı göz önüne alındığında, bu şiir hareketinin Türk şiir geleneğinden değil de, Batı şiirinden, özellikle sürrealistlerden,resim, müzik ve sinema gibi sanatlardan beslendiği görülecektir. (Alaaddin Karaca, İkinci Yeni Poetikası) Nitekim Enis Batur ‘İkinci Yeni ve Gerçeküstücülük’ yazısında şu cümleleriyle İkinci Yeni şairleriyle Batılı şairler arasındaki ilişkiye dikkat çeker: ’Pazar Postası’nın şairleri ve sonradan aynı şiir uzamını paylaşmayı seçen1940 doğumlular burada büyük bir atılım yaparlar: Cemal Süreya Apollinaire, Max Jakop, Rene Char başta olmak üzere bütün şiir yazınını yakından izlemektedir; Ülkü Tamer Ezra Pound’la, bir yandan da Dylan Thomas’la başkaldıran İngiliz yazınıyla ilgilidir; Ece Ayhan Lautreamont’u, Anday Eliot’u, Uyar Lorca’yı, İlhan Berk Rimbaud ve Ponge’u, Oktay Rıfat Valery ve Hölderlin’i deşmektedir. Edebi ortam: İkinci Yeni şiiri kendinden önceki Garip şiirine ve Toplumcu Gerçekçi şiire, yani söze dayalı, egemen gerçeklik anlayışıyla pekiştirilmiş şiire bir başkaldırıdır. Bu tepki Batı’daki

gerçeküstücülük, atonal müzik, soyut resim gibi etkilerle birleşerek dilde sessel, yazınsal ve sözcüksel sapmalar, ters çevirmeler, alışılmamış bağdaştırmalar, mantık dışı söyleyişler şeklinde kendini gösterir. İkinci Yeni Garip şiiriyle tıkanmış bir edebiyat ortamında filiz vermiştir. Küçük adamın maceralarıyla artık sıradanlaşmış, tarihsel, toplumsal verilerle, felsefeyle, coğrafyayla ilgilenmeyen, şiiri entelektüel bir planda kurmaktan uzak, imgesiz bir şiirdir Garip şiiri. Doğa boşluk sevmez. Sanatın gelişimiyle ilgili bu boşluğu da İkinci Yeni doldurmuştur. Bir de Fazıl Hüsnü var. ‘‘Hepimiz Gogol’un paltosunun cebinden çıktık’’ diyor Dostoyevski. Şimdi hatırlayamadığım bir İkinci Yeni şairiyse şöyle diyor: ‘‘Hepimiz Fazıl Hüsnü’nün Çocuk ve Allah’ından çıktık.’’

-7-


KÜS PAYI

Mehmet Doruk Kandemir

Göklere yer olan ayaklar inzivayı geçmiş seyyahların parmak uçlarında uyur. küs payını mağrurca alır faize maruz ölümcül. Yan gelip yiten şarkılar: beyaz. Zar tutup göçen leylekler: kara. Yerlere gök olan firavunlar, Gün gün birleşip Dilsiz özgürlüğe yeltenirken Abidelerin sıcak rüyası, Asanın soğuk buğusunda demlenir. Boğuk bir duman kalır, Cinayetli akşamların Cesaretli sofralarında… Merhametin tortusu, Bulaştığı şapkaların Kanlı tavşanlarına gülümser. Sen korkma, Evet sen, umudun beşiğindeki son ceylan parçası! Ufak yas kesikleriyle atlatırsın, Doğduğun geceyi…

-8-


Bir Sarhoş, Bir Çıplak ve Bir Deli

İlk cümleyi yazsam gerisi gelecekti ben de bundan korkuyordum; ilk cümleyi yazmaktan. Başlamıştım yazmaya, gerisi gelecekti. Doktorların hastalarıyla olan ilişkilerini gizli tutma yahut buna benzeyen bir sorumluluğu olduğunu hatırlıyorum, peki hastaların da aynı sorumluluğu var mıydı? Endişelenmeyin doktor, bu cümleler korkutmasın sizi, okuyan ya da okumayan hiç kimse bilmeyecek sizi benim gibi. Soğuk burası mevsim ayırt etmeksizin, burada her mevsim dokundu tenime, soğuktu yazları bile, siz de hatırlıyor musunuz yazları üşüdüğünüzü, ruhunuzun soğuduğunu, hissizlik soğutuyordu ruhu. Rüzgarın arasına karışmış bir bebeğin sesi geliyor odama davetsizce, doktor ve benden başka kimsenin sesini bilmeyen bu duvarlar kadar şaşkınım. Bebekler dedim, bebekler çıplak ve masum, henüz insanlar giydirmedi, büyütmedi, kendi doğrularını öğretmedi, Tanrım nasıl da öldüreceklerdi

Gülbay Başar

masumiyeti! Bilmiyorlar ki çok daha iyi bir yer olabilirdi dünya çocuklar çıplak kalsa.. Bir keresinde Tanrı’nın evine çıplak gitmiştim. Tanrı ona tertemiz gitmemizi istemez miydi? İnsanın elinin ve makinasının değdiği her şey pisti. Bedenim de tertemiz değildi ki önce annemin, sonra birkaç kadının eli değmişti. annem melekti ve iyi kadınlardı diğer hepsi. Tanrı çırılçıplak kabul eder miydi bizi sahi? Tanrıyı seviyordum. O’nun da beni sevdiğine inanmak istedim. Hep istedim. Doktor Tanrıyla konuşabildiğime inanmıyordu, ona bir gece Tanrının bana gülümsediğini anlattım, güldü geçti. Gökyüzünü bile görmeyen bu odada Tanrıyı gördüğüme inanmadı işte. -Tanrı’ya inanır mısınız doktor? -Bilmem hiç düşünmedim. Yalan söylüyordu, herkes düşünürdü bunu, herkese düşündürülürdü, kilisenin çan sesi ya da bir ezan sesiyle.. -Herkesin bir Tanrısı vardır doktor; sevdiği, inkar ettiği ya da sizinki gibi bir

-9-


soru işareti. Doktor ışığı kapatıp gitmişti. Neyse ki uzun sürmedi bu karanlık, soğuk yalnızlık Tanrı benimleydi. Bir sarhoşun dualarını kabul eder miydi Tanrı? Ederdi. Sarhoşken samimiydi insanoğlu ve Tanrı samimiyeti severdi. Çıkarcı bir dilencininkini kabul ederken, samimi bir sarhoşu geri çevirmek olur muydu? Anlattılar ama öğretmediler ki Tanrının adaletini. Bir delinin dedikleri çok daha gerçekti bir falcınınkinden ve daha az bozardı halet-i ruhiyenizi, oldum olası sevmedim kehanetleri. Falcı olmaktansa deli olmayı seçerdim zaten. Düşündüklerimi fısıldamaktan vazgeçip insanlarla ve kendimle sesli konuştuğum gün deli olmuştum.Yani hep deliydim, bir gün

insanlar duydu sesimi delirdim. Daha ne isterdim ki Tanrı delileri de sevseydi? Bir sarhoş, bir çıplak ve bir deli... Samimi, gerçek ve uzak durulası şeylerdi. İşte gelip bu hikayeye yerleşmişlerdi. Ya üç kişi olmalıydı bunlar ya üçü bir kişide.. Zaman ağırlaşıyordu, ölmek için acelesi yoktu ki bizim gibi. -Pardon, saatiniz kaç doktor? -Kaç olmasını istersin? -Aslında bir önemi yok. Beklediğiniz başka bir zaman yoksa, gerçekten önemi kalmıyordu zamanın; mesai bitimini, gelecek birini, herhangi bir anı beklemiyorsanız önemsiz bir ayrıntı saatler. Eminim sizin beklediğiniz

-10-


bir şeyler vardır ki saate bakıyorsunuz neredeyse her an, anı yaşamayı unutarak. Zamansızlık kavramının insanı hayvanlaştırdığını okumuştum bir romanda, doğruydu fakat yazar bir şeyi atlıyordu, zamansızlık, hayvanlaştırsa da sanıldığı gibi bir akrep ve yelkovan düzeninin tik taklarından ibaret olmaktan çok daha mutsuz hale getirmiyordu kimseyi, en azından beni daha mutlu etmişti. Tik tak’lar demişken aslında seviyordum modern dünyanın yok ettiği sesleri. Eski saatleri. Ama artık yoklar sevdiğim her şey gibi. Zamanla bütün hesabımı kapattım neticede, zamanla oluyor muyduk, ölüyor muyduk yoksa oldukça ölüyor ve yalnızca öldüğümüzde mi olmuş oluyorduk? Bunları

sorgulamaktan, bu sorularla doktoru yormaktan vazgeçtim. Ve hesaplamaya başladım zamanın ifade etiği tek şeyi, kaç zaman geçmişti O’nun üstünden, he evet ‘O’, uğramasak olmazdı zaten ona, O’nun şarkılarıyla sarhoştum, en çok O’nun teniyle çıplak ve O’nun gidişiyle deli. Herkesin hayatında bir ‘O’ vardı ki ya kendinize getiriyordu sizi ya yok ediyordu benliğinizi.. Bambaşkaydı benimki bir ben’i yok edip asıl ben’i bıraktı bu odaya. Ben odadayım, yokum kimsenin hayatında ben varsam sadece odada. O’nu düşünüyordum işte bir gece daha.. –İnsan kötü bir alışkanlıktır ve çok sevsek de zararlı alışkanlıklar bırakılmalıdır, dedi doktor.

-11-


–Bütün kötü alışkanlıklar zor bırakılır. –Ama bırakılır, bırakılmalıdır yoksa onlar sizi bırakır. –Haklısınız, bırakmadan bırakılmalıdır ya da hayatta hiç kimseyi hiç bir şeyi alışkanlık haline getirmemeli doktor, ama böyle yaşanabilir mi? –Banyodaki aynaya bakmıyor musun hiç? Aynaya baktım, yaşanıyordu. Bir daha baktım, bir gariplik vardı, bana ait olmayan bi şey aynada. Doktorun siuleti beliriyordu sol köşede, doktora baktım, bırakılmanın, kalmanın hüznü vardı gözlerinde, doktora bir daha baktım, gitmenin kendisi vardı. -Herkes gider, dedi kapıyı çekerken -Tanrı gitmez, dedim. Belli belirsiz gülümsemesini gördüm yine son karede, yoksa ‘Tanrı da gider miydi?’ O geceden sonra Tanrıyı da çok sevmemeye karar verdim, delilerin kendine özgü gülmeleri gibi, sizin deli deli gülme demeniz gibi, güldüm sonra bu kararıma; O’nu da sevmemeye karar vermiştim kim bilir kaç kere, kaç gece. Reçetenize uyuyorum doktor, alışkanlık haline getirmiyorum hiç kimseyi ve hiçbir şeyi. Reçetenize uyuyorum doktor, artık insanları hiç sevmiyorum. Özünde herkesin iyi olduğu, her insanın bambaşka bir cevher oluşu gibi o umutlu safsatalarım yok artık. Reçetenize uyuyorum doktor, seveceksem bundan sonra kekik kokan dağları, rüzgar kadar özgür olmayı, bir martı çığlığını, her

iklimi yaşamayı ama kendi denizimin mavisi kalmayı seveceğim, çıplak bir çocukken olduğu gibi. Doktoru da seviyordum hatta artık tek konuştuğum, gördüğüm, bildiğim oydu.Fakat gözlerindeki gitmek fiili beni çok korkutmuştu. Odamda ölü bulundu. İkinci bir defa bırakılmak olur muydu? İnsanlardan nefret ediyordum ve doktor artık konuştuğum, gördüğüm, bildiğim tek insandı. Benim aynamda fazlaydı. Odamda ölü bulundu. Ölülerle oyun oynanır mıydı babaanne, izin verir miydin boyayla yazamadıklarımı kanla karalamama? Babannem bilmez ama kan en iyi mürekkepmiş, bu yüzden belki de tarihin kanla yazılışı. Bu defa da duvara sizin gibi önemli bir insanın en sevdiğim sözünüzü yazıyordum: ‘İnsan kötü bir alışkanlıktır.’ Afedersiniz sizi öldürdüm çünkü size alışmıştım doktor! Siz öğretmiştiniz ya çıplak, sarhoş ve deli olmamayı, iyi bir öğrenciyim ki bırakabiliyorum sizi, diğer bütün alışkanlıklar ve sıfatlar gibi.. Belki de tam tersi; sarhoş, çıplak ve deli olmanın yanına eklenmişti katil kelimesi. Belki de ben bırakmamıştım da, ölüm en hakiki gidişti ve bırakılmış bir alışkanlıktım, geride. Bilemiyorum ki hangisi? Ama kim belirliyorsa dünyadaki sıfatları ekleyebilir sona; bir firari.

-12-


BaşkALAŞIM ya da Metamorfoz Koşmayı boş ver yürümeyi de Emeklememekle eline ne geçer ki zaten El bu, kirlenir elbet ama Ellerini kirlettikten sonra bol bol Ağlamamakla eline ne geçer ki zaten Asla çocuk kalma Çünkü çocuklar sevişemezler Şiir sihirdir ve Büyümemekle eline ne geçer ki zaten Aşk, alaşımdır Bir kadının belli bir oranda Bir erkekle ergimesiyle oluşan Yani asla âşık Olmamakla eline ne geçer ki zaten.

-13-

Furkan Çirkin


Pısık

Ender Ölmez

Ak bıyık durağının arkasında banktayım Dinlediğim Ey Ey dedim Büyük karanlık nedir her gün yanımda Bir başı eksik Bir düşten sonraya sarkık bir düşten sonraya Bir başı eksik Tanrının oyuncak ejderhası Tanrım bir başı eksik Gördüğün yukarı boşlukta Martı yok havada Beyaz boşluk Hemencecik yukarda Deniz kesiyor her tarafımı Masmavi gözleriyle Gireceğim birazdan denize Üzerimde elbiselerim Kadife sarı ceketim olacak Gökçem’den çarptığım mavi gömleğ­im Kahverengi eski ayakkabılarım Çantam çantam oda var İçinde cağaloğlu’ndan yeni aldığım Eskinineskisi kitaplar Korkusuz hareket İlk düşledim, Suyun altı ilk düşümde ­ki yaşamayalım diye Tenha yumuşacık Ölüm yumuşacık gökyüzü sular altında kaldı Islak dünya yumuşacık

-14-


Bir yosuna dönüşüp büyüyemeyişim Cesaretimden aldığını ölümüme saklayacak Yumuşacık Suyun altı üstü bir değil Bütün maviler birazdan karanlık olacak Yaşıyorken bağlıyorum bu eğeri Sulardan düşüyor da Altı üstü kimseyi taşıyamayacak Atından zıplamış bu maviliklere Üzerine hiç mi hiç oturmayacak Yumru yumru elceğizleri Bir at arabasının devinimsiz terkesi Ceberrut giysileri zorundan yırtan Sarma kıvırcıklar ki boğulmasız küçük at Oluyor işte bunlar Bu kışa da gelecek bahar Soyut ağzı Dolana dursun diline Öksürüksüz kaba sesi var bir de Kan, sütlü badem ertesinde yayıladursun Bu deli de biraz aşk göçeği Nerde kaldı bu otobüs Sular karardı Öldü atlar Göçtü güzelim aşklar Burası akbıyık durağı

-15-


Dönüş

Semih Bülbül

Helin ile karşı karşıya oturuyoruz. Hayatından bıkkın gibi gözüküyor. Onu bu hale getiren sebepleri araştırmak gerek. Çünkü sokakta kimsesiz yaşayan çocukların buna ihtiyacı var. Gözlerini her kapattıklarında etraflarında türlü oyunlar dönen çocuklar bunlar. Helin ile aynı asrın örnekleri onlar. Bu sırada Helin çok çabalıyor lakin, gözyaşlarına hakim olamıyor. Hayatın gidişatına da hakim olunamaz. Alında ne yazılırsa o yaşanır. Buna kader diyen din bilginleri kaderin dik kuyusuna düşmemişlerdir. Biraz ileri gitseler, orada karanlık bir dünya görürler ve bol bol dua ederler. Zamanında Helin de bu çukurdan kurtulmak için dua etmişti. Eskiden

bir fahişeydi ve ömrünün hatırladığı kadarını böyle geçirmişti. Hatırlamadığı kadarında da beyni sanki bir suyun içine sokulmuştu. Adeta suçlulardan itiraf isteyen polislerin yaptığı işkenceye maruz kalmıştı. Çocukluğu mahalle bakkalından sakız çalmakla başlamıştı. Sonra cipslere dadanmıştı, derken birçok şeyi çalar hale gelmişti. Mahallenin bakkalını bıktıran bu hareketleri başka mahallere de taşacaktı. Bir gün bakkallardan biri Helin’i annesine şikayet etti. Hayatında hiç yemediği dayağı o gün yiyecekti. Annesi oklava ile dövmüştü onu. Poposu hiç olmadığı kadar da acımıştı. Nedense o günden sonra hep ezilecekti.

-16-


Okulda, evde, sokakta hep bir adım gerideydi. Öyle ki ilk aşık olduğu çocuk ona çok zarar verecekti. O okulun en gözdelerindendi. Çocukla konuşmaya karar verdi. Daha önceden Helin’in niyetini bilen çocuk, tam Helin yanına yaklaşınca ‘Seni sevmiyorum o...u.’ diye bağırdı. Beyni sarsılan Helin bir dönüm noktasındaydı artık. Aynaya baktı ve güçlü bir kadın olmanın vakti gelmişti. Derslerinde gayet başarılı oldu. Okulda da ikinci olacaktı. Böylece üniversiteye gitmeye hak kazandı. İktisat bölümüne yazıldı. Burs alması dolayısıyla ayrı bir eve çıkacak parası vardı. Böylece ayrı eve çıkarak kendi tabiri ile dayakçı annesinden de kurtuluyordu. Lakin bütün bu iyi gelişmeler Ali ile karşılaşması ile son bulacaktı. Ali , kendisini yapımcı diye tanıtır, genç güzel kızları pazarlardı. Helin de işte bu sürünün içine karıştı. Ali ilk önce onu kolay para kazanmaya ikna etti. Bir an ilk aşkını hatırladı, o gün kendisine o...u lafı söylenince irkilen Helin şimdi bizzat bu işin içine giriyordu. Cebine tomarla para giriyordu. Bu paralar kısa sürede gözünü bürümeye başladı. En ufak bir kısmını dahi başkaları ile paylaşmıyordu.. Kötü, vahşi bir kadın olup çıktı. Şüphesiz ki hayat insana düz bir çizgi ile gelmez. Bir çok mutlu an, mutsuzlukları da beraberinde getirir. Helin çoğu zaman kaybetmişti. Ne zaman bir yaz düşlese, soğuk sivri bir kış gözünün önünde beliriyordu. Sonra Ali onu azat edecekti. Yaşlanmasını neden olarak gösteriyordu.Şimdi bir çöp gibi sokağa atılıyordu. İnsanların kullanılan bir meta olduğunu o gün anlayacaktı. Hangi konumda olurlarsa olsunlar insanlar hep başkalarına mahkumdu. Sistemin çarkını döndürürler

ve sonra da bu sistemin dışına itiliverirlerdi. Lakin artık özgürdü. Tüm bu gelişmelere rağmen biriktirdiği paralarla annesinin yanına gitmeyi düşünüyordu. Böylece ömrünün geri kalanını mutlu bir hayat sürdürerek devam ettirecekti. Ki artık bilinçli bir kişiydi. Dünyayı üçüncü bir gözle kuşbakışı gözlemlemeyi öğrenmişti. Ertesi gün annesinin yanına gitti. ‘‘Beni popoma vurduğun gibi sev.’’ dedi ona. Annesinin gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Gerçekten de uzun süre mutlu bir hayat sürdüler. Hayalleri gerçek oluyordu. Gözlemlediği dünya ile hayal kurduğu dünya arasındaki sınırlar bir bir deliniyordu. Ertesi gün tekrar Helin ile karşı karşıya oturuyoruz. Suratıma bakıyor ve ağlıyor.Sonra bana sarılıyor. Ben onu kurataran adammışım. Bana aşık olmuş. Beni o kadar çok seviyormuş ki bir eline dünyaları verseler yine beni seçermiş. Yine beni istiyormuş. Eski günlerden dem vuruyor bana. Bakışlarımı aşka yorumluyor. Helin’in bir kez daha aynaya bakıp ‘‘Değişmelisin artık.’’ diyeceğini tahmin ediyorum.. Tekrar bakışıyoruz. Bakışlarındaki mana onun çok acılar çektiğini gösteriyor. Olgun bir kız gibi gayet emin bir duruşu var. Sever gibi gözükmeler bir hafta içinde gerçek bir aşka dönüşüyor. Helin beni bir pezevekten gerçek hayatın içine atıyor. Ben Ali daha önce hiç aşık olmamışım meğersem. Ne de olsa ikinci dünya diye bir şey var. Bu dünyada yalnızca Helin ve ben yaşıyoruz. Ben eski pezevenklerden, o eski fahişelerden, misvak kokulu evimizin içine adımımızı atıyoruz…

-17-


Bir Sen, Bir Deniz

Ali Kerem Azazi

Ussal bir gökkuşağını gözüme bağladım. Tüm doğrularımız; insanlık adına kanarken, artçı kalmış tüm acılara huzur olurcasına; seni, bir martı’nın mavi bulutlara kanat çırpışında, aradım. Seni; bir hürriyet kavgası’nın, kırılmaz miğferinde ebedileşen gülücüklerde tanıdım. Seni; merhametini kaybetmiş bir insanlığın, telafisi mümkün olmayan hevesli esaretine karşı, bu şehrin her bir kaldırımına sevgi eken küçük bir azınlığın asil cesaretinde kutsadım. Bu hikaye baştan sona varoluşsal; sisli kirpiklerimizden yağmurlu gözlerimize, sürekli açan duygu filizleri kadar ebedi... Genç bir şair yüreği’nin dili kadar yazıyorum. Uzak köylere vuran ay ışığı; düştüğü yeri acıyla örseleyen, yoksulluğa karşı, umudu bekleyen kalplere çarpıntı. Yoksul penceresinden, gönül zenginlikleri, aynasından ırmak akan bir halkın hayallerinde, denizle seviyorum seni. Üzerimde gün ışığı, alnımda rüzgar, kalbimde kavga, kalemimde mısralar biriktiyorum; yaşamak için, bizim için, yıldızlar için... Bütün üç fidanlara yağmurlar topluyorum usul; yiğide artık düşmesin diye darağacı... Ben; bir seni sevdim, bir de denizi, sevgilim. Siz ki; aşka, mana düşmüş harfler, üzerinizde size ait olmayan hayatlar, kuyularda masallar, ipe değil yıldızlara çekilmiş onurlar... Ve şimdi; vurulduk deniz’imizden, masmavi kanıyoruz, ebediyen yirmi dört yaşında, bir eksiksiz dünya ağzımızda, başka hayatlara tamamlanan bir alın teri’nin akışında...

-18-


Fail­i meçhul terk edişlerin ve ‘sevgi’ eylemi’nin baş sorumlusuyum, dilimde ‘sen’li ve mahkumiyet geçirmez umut sloganları eşliğinde, denizlerin yolcusuyum. Şimdi önümde yeni sabahların doğuşuna gebe, buhurlar içerisinde, bir Dersim ayazı görüyorum sevgilim... Gençliğim, kalbim, şairliğim, mısralarım, dizelerim, ilham peri’m... Tüm yaşayamadıklarım, sensin... Tutkularım, tutsaklığa karşı çıkışım, Tunceli’m, devrimim, deniz... Ben bir seni bir de denizi sevdim sevgilim; Gözleri’nizin içine kurduğum ülkem’siniz, her bir sokağı ayrı bir devrimle...

-19-


Aşk ve Hiç yahut Ölümsüzlükotu İnsanlar toplanmış tapınıyorlar Lat ve Uzza veya güç Ya da ne derler putu* Yani bir kızı seversen günah olur, satın alırsan ticaret. Nasıl yaşarsan öyle yazarsın Nasıl yazarsan öyle yaşarsın Ya da ‘yaşasın yaşamak’ Yani diyalel dersen mantık olur, kısır döngü dersen cehalet. Tanrı bir yaratır bir öldürür İnsansa hep öldürür Ya da hiç Yani binlercesini öldürürsen zafer olur, birini öldürürsen cinayet. Peki ya birini binlerce kez öldürürsen ne olur küçük kız?

*İsmet Özel’den mülhem

-20-

Furkan Çirkin


Bir Game Of Thrones Yazısı Son yılların en çok izlenen dizilerinden olan Game of Thrones’a klasik bir başlangıç yapmaktan korkmuyorum: Kitabı daha güzel! Game of Thrones aslında George R. R. Martin’in Buz ve Ateşin Şarkısı serisinin ilk kitabının ismi. Fakat tüm dünya bu seriyi ilk kitabın ismiyle biliyor. Buz ve Ateşin Şarkısı epik fantezi türünün en başarılı örneklerinden biridir. Epik fantezi türü, gerçekten beslenen fakat gerçek hayatın tamamen dışında bir dünyada cereyan eden olayları konu alan bir türdür. Westeros ve Essos, Martin’in kendi yarattığı fakat gerçek dünyamızdan da izler bulabileceğimiz bir dünyadır. Mesela Westeros’taki yaşam tarzı Orta Çağ Avrupası’yla fazlaca benzerlik gösterir. Dönemin Avrupası’nın feodal beyleri krallarına ne kadar bağlıysa, Westeros’taki hanedanlıklar da Demir Taht’taki krala o kadar bağlıdır. En ufak bir otorite boşluğu bile inanılmaz bir kargaşa yaratır. Westeros’taki yerel halk,

Mehmet Atlamış

hanedanlar (derebeyler) tarafından askerlik, çiftçilik vb. gibi işleri görmeleri için kullanılır. Westeros’taki yerel halkın yaşam tarzı dönemin Avrupasındaki serflerin yaşam tarzından pek farklı değildir aslında. Fakat Westeros’ta Orta Çağ Avrupası’ndan farklı olarak etkili bir ruhban sınıfı yoktur. Serinin ilk kitabında Cersei Lannister’ın Ned Stark’a söylediği ‘taht oyunlarında iki ihtimal vardır: ‘‘Ya kazanırsın ya da ölürsün’’ sözü bizi bütün serinin nasıl geçeceği konusunda aydınlatıyor. İlerleyen zamanlarda da George Martin’in dünyasında aptalların, romantiklerin, ucuz kahramanların, iyilik budalalarının asla kazanamayacağını görmüş oluyoruz. George Martin’in dünyasında var olabilmek için ya keskin bir zekaya ya ileri düzeyde bir soğukkanlılığa ya da disiplinize edilmiş bir cesarete sahip olmanız gerekiyor. Serinin önemli karakterlerinden Daenerys Targenyen ise Westeros’tan uzakta, Essos kıtasında mücadelesini südürmek-

-21-


tedir. Essos kıtası Westeros’tan farklı olarak kozmopolit bir yapıya sahiptir. Braavos gibi özgür düşüncenin geliştiği şehirlere ev sahipliği yaptığı gibi, ilkel köleci topluluklara ya da ilkel göçebe topluluklara ev sahipliği yapmaktadır. Daenerys, nam­ı diğer Khaleesi, ilk başlarda Westeros’a gidip babasının tahtını geri almak istemektedir. Fakat daha sonra Essos’ta köleciliğe karşı verdiği mücadele yüzünden Westeros’a dönmekten vazgeçmiştir. Daenerys kendi ideallerinden daha soylu bir sebep için vazgeçen tipolojiye önemli bir örnektir. George Martin’in Westeros’ta yarattığı dünya bize fantezi edebiyatında

da sınıflı bir toplumun anlatılabileceğini gösteriyor. Kitaplarını okumayan insanlar için Westeros’taki mücadeleler basit bir taht kavgasıymış gibi gözükebilir ama daha öncesinde bahsettiğim gibi derinlerde daha önemli mücadeleler yatıyor. Bu mücadeleyi kavramak için kitabını okumak gerçekten yararlı olabilir. Bu arada unutmadan söyleyeyim size spoiler vereceğim: Catelyn Stark tekrar geri dönecek, Arya Stark yüz değiştirmesini öğrenecek, Cersei Lannister gözden düşecek, Jamie ona yardım etmeyecek ve Jon Snow yine hiçbir şey bilmeyecek.

-22-


Aşk Korteji

Tarık Acıpayam

dönmesine yardım edelim dünya çok yaşlı ve yorgun hadi biraz yürüyelim seni aklımda unuttum hiç yer kalmadı dünyaya kalmadı hiç kuytum madem ki bir yol var birlikte yürüyelim çünkü kalemimi kırdı hakim ve içinden özü aktı şiirin hadi yürüyelim

-23-



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.