sayı
5. ŞUBAT 2015
Mavi Berrak Su KODAL
J’nin Öyküsü Gökhan ÖZEN
Selamlar - İntihar Notları - 1 Tarık ACIPAYAM
Kendime Notlar Aytekin AKTAŞ
2
içindekiler -Giriş ���������������������������������� 3
- MÜNTEHİR ÇOCUK
-Mavi ������������������������������������ 4
Tarık Acıpayam
Berrak Su Kodal
-ŞİİRİ SEÇTİ ��������������������� 10 Gülbay Başar
-MISIR KOÇANI ���������������� 12 Hazal Özdeş
ve KUŞ ������������������������������ 23 -Kendime Notlar ���������������� 24 Aytekin Aktaş
-Kalpazanların Efendisi Saloman Smolianoff ve Die Falsher Filmi ��������������������������������� 27 Onat Yılmaz
-J’nin Öyküsü �������������������� 15 Gökhan Özen
-Kitap Tanıtımı ����������������� 30 Zübeyde Arslan
-Yağmurun Unutturduğu Sokak ������������������������������� 19 Mehmet Doruk Kandemir
-Kapak Çizimi: Işıl Çelik -Tasarım: Melih Bilir
-Selamlar İntihar Notları - 1 ������������ 20
İletişim:
Tarık Acıpayam
Şiirlerinizi, öykülerinizi, denemelerinizi iletişim adreslerimize gönderebilirsiniz. facebook.com/yokusdergi twitter.com/yokusdergi yokusdergisi@gmail.com
Fikir Kulüpleri Federasyonu Bünyesinde Çıkmaktadır.
3
Bu Sayıda... YENI SAYIMIZLA (nihayet!) karşınızdayız. Hayatta her şey her zaman istediğimiz gibi tıkırında ve planlarımıza sadık gitmiyor. Biz de elimizde olmayan bazı aksaklıklardan ötürü, çok daha evvelden çıkarmayı planladığımız bu sayıyı, “nihayet” önünüze getirebildik. Tarık Acıpayam kendi deyişiyle, “zihnimizde açan intihar çiçeğinin toplum planında atılmış ilk tohumları”nda iz sürdü: İntihar Notları. Hazal Özdeş deneme ile kısa-öykü türleri arasında gezinen, duru bir metin kaleme aldı: Mısır Koçanı. Gökhan Özen “J’nin Öyküsü”nde, çevrelendiği insan yığınından ve bunaltıcı hayatından sıyrılma çabasına girişen bir adama eğildi. Berrak Su Kodal “bütün hikayelerin yarım kaldığı” bir yerden seslendi bizlere: Mavi. Aytekin Aktaş kafasındakilerin izini kesiklikten tüme doğru dolanırken (“Kendime Notlar”), Onat Yılmaz Salomon Smolianoff’tan ve Smolianoff’un hayatının anlatıldığı Die Falscher filminden söz etti. Zübeyde Arslan ise anahtar notlarını düşe düşe, Amok Koşucusu’ndan Zorba’ya, dört romanı tanıttı bizlere.
SON OLARAK... Sanıyoruz pek çoğumuzun, ülkenin gündemini işgal eden bir sürü bunaltıcı haber, olay arasında, şöyle derin bir “nefes almaya” ihtiyacı var. Fakat bu bunaltıcı gündemin önemli bir kısmını, “nefes alma” hürriyetimizin siyasi ve rantsal kaygılarla elimizden alınmasının oluşturması, yüz kızartıcı bir ironi. Artvin halkının onlarca hektar yeşil alana sahip çıkışını ve kirli rant düzenine boyun eğmeyişini, endişeyle fakat bir o kadar da gururla takip etmekteyiz. Bir sonraki sayıda görüşmek üzere...
4
Mavi BERRAK SU KODAL
“Bir umutla mutfağa girdim, belki bu sabah “o” sabah olurdu ve ben kahvaltı eder, gazete okur, işe gider, sekiz saat çalışır, yorgun ama huzurlu bir şekilde eve gelir, çok özlediğim karımı ve çocuklarımı alınlarından öper, televizyonun karşısına kurulur ve akşam yemeğinin hazır olmasını beklerdim.”
AYLARDAN ekim, günlerden perşembeydi. Yorganı üzerimden zorla atarak yataktan kalktım. Kaç saattir uyuyordum? Şişmiş gözlerimle aynada kendime bakarken aklıma gelen tek rakam “çok” oldu, ah bir de rakam tutturabilseydim. Evin içinde biraz dolaştım, anlaşılan yalnızdım. Bir umutla mutfağa girdim, belki bu sabah “o” sabah olurdu ve ben kahvaltı eder, gazete okur, işe gider, sekiz saat çalışır, yorgun ama huzurlu bir şekilde eve gelir, çok özlediğim karımı ve çocuklarımı alınlarından öper, televizyonun karşısına kurulur ve akşam yemeğinin hazır olmasını beklerdim. Tabi kahvaltı dışındakilere ulaşmam yıllar alabilirdi. İşi, eşi ve çocukları bırakın, evde eski püskü herhangi bir gazete dahi yoktu. Böyle düşününce ve buzdolabındaki küflü peynirle karşılaşınca iştahım kaçtı, aceleyle mutfaktan dışarı çıktım ve bir gün daha kahvaltı edilen o düzenli yaşama adım atamadım. Onun yerine iki büyük adımla salona ulaştım, bu kadar kolaydı işte! Televizyona baktım, açık kalmıştı. Kim bilir kim bu kanalı açmış ve umarsızca evimden çıkıp gitmişti. Ben mi? Sanmam, uzun süredir televizyonu ellemediğimden eminim, hem demin söyledim, uzun süredir uyuyordum ben. O kişi
5
Umduğum hisler yerine girdiğim her sokak, döndüğüm her köşe bana sadece insan seli getirdi. Tanıdık binalar, tanıdık ağaçlar ve tanıdık kaldırımlar arasında tanınmadık yüzler, kokular, sesler, tavırlar, fikirler, tartışmalar... Hiçbir ayrıntıyı kaçırmak istemiyordum, keşke aynı anda birden çok yöne bakmak mümkün olsaydı da yanımdan geçen her hayatı uzun uzadıya inceleyebilseydim. her kimse ona sövdüm biraz, sonra da kendime sövdüm. Ne zaman paylaşımcı kimliğimi kaybetmiştim? İnsanların sorumsuzluğunu kabullenmemek cimrilik ya da huysuzluk mu oluyordu ki? Bilemedim. Bu çelişkili düşünceler canımı sıktı. Bu sıkkınlığı üzerimden atmak için giyinip kendimi evden dışarı attım ve amaçsızlığımın kurbanı oldum, canım hala sıkkındı. Ben de kendimi yürümenin, pardon, başıboş yürümenin uyuşuk kollarına bıraktım. Bulunduğum semt her zaman işlek ve kalabalıktı ama bu kalabalık herhangi bir perşembe günü için fazla değil miydi? Acaba günleri karıştırıyor olabilir miydim? Gökyüzüne baktım, yanılıyor olamazdım. Bu doygun ve canlı mavi renk ancak sıradan bir perşembe gününe ait olabilirdi. Girdiğim her sokak, döndüğüm her köşe bana heyecan, mutluluk veya neşe getirir sanıyordum ama bu da gerçekleşmedi. Zaten güne bu kadar bedbaht bir girişten sonra getirmesi de beklenemezdi. Umduğum hisler yerine gir-
diğim her sokak, döndüğüm her köşe bana sadece insan seli getirdi. Tanıdık binalar, tanıdık ağaçlar ve tanıdık kaldırımlar arasında tanınmadık yüzler, kokular, sesler, tavırlar, fikirler, tartışmalar... Hiçbir ayrıntıyı kaçırmak istemiyordum, keşke aynı anda birden çok yöne bakmak mümkün olsaydı da yanımdan geçen her hayatı uzun uzadıya inceleyebilseydim. Ben sağa sola bakarak havada uçuşan “an”ları yakalamaya çalışırken birden incecik iki kol boynuma dolandı ve “Osman, nerelerdesin sen!” diye haykırdı. Öncelikle ismim Osman değildi ve muhtemelen hiçbir zaman da olmayacaktı. İkincisi, bana bakan bu parlak ve kocaman gözleri ilk defa görüyordum. Yine de sıkıcı olmak istemediğim için –ki sıkıcılık kötü müdür? En azından güvenlidir.- “Buradayım işte Yasemin!” dedim sırıtarak ve kollarımı yeni arkadaşım Yasemin’in incecik beline sararak. Benim arkadaşım olmaya yaraşır bir nezaket ve kıvraklıkla Yasemin koluma girdi ve yürümeye kaldığımız
6
“...gerçek bir insanla konuşmayalı, sohbet etmeyeli ne kadar olmuştu? Göz ucuyla baktım Yasemin’e, suratında muzip bir ifadeyle bana baktı birden. İstemsizce güldüm, karşılıklı güldük. “ yerden devam ettik. Artık canım sıkkın değildi, hatta daha demin aradığım heyecana, mutluluğa ve neşeye kavuşmuştum bile. Şimdi bu yeni –bir bakıma eski- dostuma birbiri ardına sorular yöneltmemek için kendimi zor tutuyordum. Ağzımı açsam salya yerine heyecan akacaktı sanki, gerçek bir insanla konuşmayalı, sohbet etmeyeli ne kadar olmuştu? Göz ucuyla baktım Yasemin’e, suratında muzip bir ifadeyle bana baktı birden. İstemsizce güldüm, karşılıklı güldük. Şimdi bütün sokaklar bizimdi işte. Uzunluğunu algılayamadığım bir süre boyunca, birbirine giren karışık sokaklarda dolaşıp durduk. Normalde bir süre sonra başıboş yürüme seansları -yaptığım her şey gibi- canımı sıkardı ama bu sefer beni yönlendiren bu hafif ayaklar, bana eşlik eden bu melodik ses ve zihnimi dolduran ayrıntılar beni canlı tutmayı başarmıştı. Böylece Yasemin’le ilk ortak yönümüzü bulmuş oldum, o da etrafı izlemeyi ve gördüğü küçük ayrıntılardan hikayeler kurmayı seviyordu. Biraz hikayeler kurarak biraz gerçeklerden yakınarak ve epeyce insanları
eleştirerek bir süre daha başıboş yürüdükten sonra karşımıza ilk çıkan pideciye girdik. Güneş hala bizimleydi, hafif bir rüzgar bize katılmıştı ve biz acıkmıştık, daha iyisi olamazdı. O, ellerinde kocaman duran bardaktan asidi kaçmak bilmeyen gazozunu yudumlarken ve garson önümüzden kocaman ve boşalmış tabaklarımızı alırken ilk defa birbirimizi incelemek için uzun bir ana sahip olduk. Bir yandan elimdeki peçeteyle oynayıp diğer yandan biraz karışmış kâkülüne bakarken beklemediğim bir soruyla karşılaştım: “Ee Osman anlat bakalım, görüşmeyeli neler yaptın?” Her ne kadar oyun oynamayı bırakıp gerçek “Yasemin” ile tanışmayı istesem de, bir kez daha, oyunu sürdürmeyi seçtim. Aslında bu, sokaktan geçen insanları izleyerek yaptığım gibi hikaye uydurmaktan başka bir şey değildi. Başta heyecandan aklıma bir şeyler gelmediği için sabah karşılaştığım küflü peynirle söze girsem de açılmam zaman almadı. Önce kendime iki tane kedi ve baş belası bir amca, sonrasında da hızımı alamayıp yarı zamanlı bir iş ve yeni arkadaşlar yarattım. “Gö-
7
rüşmeyeli” olarak ifade edilen bu meçhul zaman boşluğunu amcamın beni gereksiz yere nasıl rahatsız edip durduğunu ve aramızda geçen komik diyalogları, kedilerimden birinin nedenini anlayamadığım bir şekilde amcama nasıl da düşkün olduğunu, nasıl özgüvenli ve sivri cümlelerle işi tek görüşmede kaptığımı, yeni tanıştığım şu Özden’in ne tuhaf bir herif olduğunu, aklıma gelen bir sürü ayrıntıyla, anlatarak doldurdum. “Evet, şu aralar biraz hızlı yaşadım sanırım.” diyerek kurgumu sonlandırdım. Aslına bakılırsa bu kurgu hayat, yaşadığım hayattan daha çok hoşuma gitmişti. Acaba ben kedi insanı mıydım? Gerçi kendimi zar zor besleyebildiğim şu dönemde hayvan beslemenin altından kalkamazdım. İhtiyacım olan şey bir amca veya dayı mıydı peki? Sırtımı yaslayabileceğim bir aile büyüğü teoride kötü durmasa da anlaşamadığın zaman büyük bir eziyete dönüşebileceğini deneyimlemiştim zaten. Geriye ne kalmıştı ki? İş ve arkadaşlar. Çalışmak fikriyle herhangi bir sıkıntım yoktu, ama olmuyordu işte! Ne kadar denersem deneyeyim dikiş tutturamıyordum. Eh, arkadaşlarım olsun isterdim tabii. Tuhaf herif Özden bile olsa, arkadaş arkadaştır sonuçta. Ellerimi açmış, neresinden tuttuysam elimde kalmış olan hayatıma bakıyordum ki, melodik sesini yine benimle paylaştı. Bu sefer
Gözlerinin içine baktığımda anlayamadım, o da oyun mu oynuyordu yoksa gerçeğini mi yaşıyordu? şefkat doluydu hem de. “Üzülme bu kadar, Moringa’nın iyileşeceğine eminim. Elinden geleni yapmışsın zaten, veteriner de olumsuz bir şey söylememiş ki!” Ah be Yasemin, gerçekten inanmış mıydı hasta küçük kedimin varlığına veya herhangi bir canlıya Moringa adını verebileceğime? Gözlerinin içine baktığımda anlayamadım, o da oyun mu oynuyordu yoksa gerçeğini mi yaşıyordu? Bu yabancılık beni korkuttu, her yeri beyaz fayanslarla kaplı olan bu tenha yer pide salonundan ziyade deliler koğuşu gibi geldi o an. Koşmak istedim, kaçmak istedim ama nereye? Yerim yurdum yoktu belki, yine de tekrar mavi gökyüzünü görmeye, güneşi ellerimde hissetmeye ve diğer insanların arasına karışmaya ihtiyacım vardı. Bir süre derin nefesler alarak kendimi sakinleştirmeyi başarıp başımı kaldırdığımda Yasemin’in bana bakan endişeli gözleriyle karşılaştım. Henüz sormadığı ama ağzından çıkması an meselesi olan sorulara peşinen cevap vermek için “İyiyim,” dedim “kalksak mı artık,
8
Güneş yakıcılığını kaybetmişti ama etrafa saçtığı aydınlık bakiydi, gökyüzü maviydi ve kalabalık çoğalmıştı sahile ineriz belki? Yoksa kovacaklar bizi zaten.” Kendi hesabımı ödemek konusunda ısrarcı olmaya çabalasam da Yasemin kabul etmedi. Söylediğine göre uzun süredir bana borcu varmış zaten, bari yemeği o ödeseymiş. Sesim ancak cebimdeki para kadar çıkabildi, zayıftı anlayacağınız. Güneş yakıcılığını kaybetmişti ama etrafa saçtığı aydınlık bakiydi, gökyüzü maviydi ve kalabalık çoğalmıştı. Havayı dolduran yemek ve insan kokularını içime çektim, kesinlikle daha iyi hissediyordum. Ben de kendimi yine Yasemin’in hafif ayaklarının kontrolüne bıraktım. Yavaş adımlarla yürüyerek sahile vardığımızda pidecide yaşadığım boşluk hissinden eser kalmamıştı. Şansımıza, bence Yasemin’in şansına, hem güneş vuran hem de denize yakın olan bir bank bulduk. Pideciden çıktığımızdan beri doğru düzgün konuşmamıştık ama sessizlik rahatsız etmiyordu artık beni. Sanki birlikte geçirdiğimiz topu topu yarım günde Yasemin gerçekten eski bir arkadaşım olabileceğine inandırmıştı ikimizi de. On beş dakika önce pidecide karşılıklı otururken her ne kadar ikimizin de delirmiş olduğunu düşünsem ve yaptığım şeyden rahatsızlık duymuş
olsam da, batan güneşin altında Yasemin’i izlerken bütün o kötü düşüncelerden uzaklaşmıştı zihnim. Rüzgarla yüzüne yapışan uzamış kâkülünü zapt etmeye çalışıyorken o incecik parmaklarıyla, istemsizce güldüm, karşılıklı güldük. Karşılaştığımız andan beri gerçek Yasemin’le tanışmayı istesem de, tam o an vazgeçtim. Hangi ad ona Yasemin’den daha fazla yakışabilirdi ki? Bu ses, bu gülüş, bu tavırlar… Kesişim kümesinde Yasemin’den başka bir isme yer yoktu adeta. Hem o bana hiçbir şey anlatmamıştı henüz, kim bilir, gerçekleri anlatırdı belki de! Evet, şimdi onun sırasıydı. “Sen neler yaptın bakalım, hiç anlatmadın?” dememe kalmadan telefonu çalmaya başladı. “Kusura bakma” dedi endişeyle, “bunu açmam lazım.” O konuşmak için güneşli bankımızdan kalkıp birkaç adım uzaklaşınca elbisesi dikkatimi çekti, sıradan bir perşembe gününe yakışacak kadar maviydi. İçim huzurla doldu o an, sanki hem eski hem yeni iki tane arkadaşım olmuştu bir anda Yasemin. Ben bu düşüncelerle denizi izlerken Yasemin aceleyle banktan çantasını aldı ve hızlıca konuşmaya başladı: “Affet beni Osman, benim komşum Ahmet vardı ya hatırlarsın, o aradı,
9
evimi su basmış öyle diyor. Hemen gitmem lazım şimdi. Salondaki koltuk takımını da yeni almıştım, taksitleri daha bitmemişti bile. Of ki ne of trafik de vardır şimdi en az bir saat sürer gitmem. Görüyor musun sen şu işi! Canım çok sıkıldı buna. Sen beni ara, yakın zamanda yine görüşelim olur mu? İyi bak kendine, canını sıkma hiçbir şeye, tamam mı? Hadi görüşürüz.” Bunu hiç beklemiyordum işte, o konuşurken verebildiğim tek tepki ayağa kalkmak oldu. Konuşmasını bitirince sıkıca sarıldı bana, ben de ona sarıldım. Arkasından hafif ayaklarıyla hızlı adımlar atmasını seyrederken kendime şaştım, elbisesinin rengini nasıl daha önce fark edememiştim ki? Bir süre daha oturup denizi izledikten sonra kafama dank etti, onu, Yasemin’i bir daha göremeyeceğim gerçeği. Elimde ne
arayabileceğim bir telefon numarası vardı ne de bulabileceğim bir adresi. İstemsizce güldüm kendi kendime, kimse eşlik etmedi bu sefer. Uzunluğunu kavrayamadığım bir süre boş gözlerle denizi izledikten sonra kalkıp eve gitme kararı aldım. Güneş batmıştı ve yanımdan geçen insanlar artık bana çarparak ilerliyorlardı. Havada uçuşan “an”lar vücuduma saplanıyordu, insanların gülüşleri, bakışları, adımları zevk vermiyordu, bugünün bütün hikayeleri yarım kalmıştı. Aylardan ekim, günlerden perşembeydi. Anahtarı zar zor deliğe geçirerek eve girdim ve açık kalan televizyonumu yine kapatmadım. Onun yerine üstümü değiştirmeden kendimi yatağa attım, yorganı üstüme zorla çekerken uzun süre uyuyacakmış gibi hissediyordum.
10
ŞİİRİ SEÇTİ pulları soyulur balığın kanatları yolunur kuşun uçurtmalar şaşkın dengesiz her şey. gitmek niye yakışıyordu sana yine de balığı parlak, kuşları özgür hatırla. fotoğraflar, fotoğraflarda unuttuğun gülüşlerin sahi ne saklardın gülüşünde, hala bilemedim.
rüzgar mı esti yoksa biriyle mi seviştin yeni neden darmadağın saçların ve aklın? yoksa sende gitmek hep böyle mi?
aynaları sevmezdi miyoptu gözleri uzakları göremezdi bundandır Tanrıyı hiç bilmedi devleti ise pek sevmezdi.
11
Yere düştük bir gece Sirkeci’de ‘’Taptık ulan sana taptık ulan İstanbul!’’ diyecekti Attila’yı bilseydi, şiiri hiç sevmedi.
Sirkeci garında gitmişti giden adam kalmıştı bayan kırmızı kaban son sarılmayı katladı, almadı çantası gözlerinden taştı
tramvaylar geldi, tramvaylar gitti yıllar sonra sözlerini değil gözlerini değil gidişini hatırlamak ne acı sevgili
hiç başlamadı bir aşk ya da başlamayan şeyler hiç bitmezdi. olamadık bir aşk hikayesi, şiir olmayı seçti. GÜLBAY BAŞAR
12
MISIR KOÇANI HAZAL ÖZDEŞ
GÖKYÜZÜNE merdiven dayayıp tırmanmalı galiba… *** Gökten üç elma düşmüştü ve hepimiz mutlu son demiştik. Halbuki düşen elmalara ne olduğunu kimse bilmiyordu. *** Biranın köpüğünün kaybolmadığı zamanlarda bıyıklı ve göbekli adam olurum ben. Belki de adam olurum ben. Ya da bi trene binerim. Eğer bi trene binersem trendeki i harfi olmak isterim. Arada bir insanlar yazar belki. Ben de yanlışlık olurum kağıtlara. Belki bi gün özgür
13
olurum. Oluruz. “Kredi kartlarımızın borçlarını öderiz.” Borç olurum belki. Hiç kimsenin beni beklemediği merakla beklenirim. Aslında kimsenin bilmediği eski bi kelime olabilirim ben. Şiirleri bitiririm mesela. Sonra rüzgar olurum. Bi bakarsın aşık olurum ben. Ya da bi trene binerim. *** Sen hiç büyüme çocuk. Halbuki bunu söylediğinde “ba-bam bana idamlar alıyor” olmalıydı. Öyle söylüyordu müzik. Bi sigara yakmıştı. Aslında önce önüme düşen saçlarımı kaldırmıştı çünkü Arap kağıdıyla Adıyaman tütününün çok önemli buluşmasına arabuluculuk yapmaktaydım. Bi sigara yaktı. Henüz zamanın oluşmadığı güneşli bi gündü. Seviştik. Gamzene dolmalıydım ben dedi. Sesinde kaybolmalıydım ben de. Kayboldum.
*** Bi gün bi lokantada bağırmak istiyorum. Ustam bana bi küçük iskender bi da Ah Muhsin. *** Az şey anlatıp çok konuşanlar neyse de... *** Klişeleri çok sevdik. O yüzden her seks akla sigarayı ge-tirdi. *** Ağızdan öpmekle çocuk olduğuna inanırdım çocukken bi de ananeme giderken yolda gördüğüm bütün arabaların ananeme gittiğine. *** Run forrest run.
*** Minibüsün önü boş koltuklarında yaşadığım heyecan başka hiçbir yerde yok. *** Hadi bi aykırılık yapıp aykırı olmayı bırakalım. Ve protesto olarak patates yiyelim.
*** Yalnızlığın getirdiği tek şey dolu küllüktür. *** Halbuki halbuki güzel bi kelimeydi. Arkasından gelen cümleler neden mutsuz oldular?
14
*** Yarısı çıkmış ojeli ayak parmaklarının ucunda bi kadının, denize nazır gözden uzak bi kıyıda ölümü beklemesinden bi an önceydi aşk. *** Bırak “göğe bakmayı” hadi gel ev boş. *** Şimdi desem ki çocukluğumun güzel geceleri bu gece ye-rini çocukluğun soğuk geceleri ’ne bıraktı... Hadi bissürü gece kelimesinden başka bi’ şeyler daha anlayanlar gelin ruhlarımızın özerkliğini ilan edelim. *** Kim öğretti yağmura bu kadar güzel düşmeyi gökten? *** Yollar sadece yürümekle kısalır. *** -İsmail abi. -Hop
*** https://www.youtube.com/watch?v=liaMcRqwOKs *** ‘’Bilmiyorum Altan bilmiyorum.’’ *** Kayıp giden ya zamandır ya da sabun. *** Bu dünya burun atkısı, burungaç ya da burundivene hazır değil. Bi’ de bitmeyen sandviçe… *** Halbuki hiç çıkmasaydık yataktan ayaklarımız hiç üşü-mezdi ve hiç bi’ kötülük bizi bulamazdı. *** Bi’ keresinde bi’ adam herkesin saçları mavi olunca saçlarını siyaha boyayan kadın demişti bana.
15
J’nin Öyküsü GÖKHAN ÖZEN
“Issız sokağı birkaç defa turladıktan sonra sahile iner, denizi seyretmek için kayalıklara kurulurdu. Böyle zamanlarda ne etrafında dönenip duran insan yığını umurunda olurdu, ne de patronu tarafından işten atılmakla tehdit edilişleri.”
J cumartesi günleri işten döner dönmez, evinin bitişiğinde uzanan ıssız yolda bisiklet sürerdi. Gün boyu masa başında oturmaktan ağrımış poposunu seleye yerleştirirken ve pedalları çevirirken içini tuhaf bir huzur kaplardı. İri çalılıklar, kuş sesleri. Issız sokağı birkaç defa turladıktan sonra sahile iner, denizi seyretmek için kayalıklara kurulurdu. Böyle zamanlarda ne etrafında dönenip duran insan yığını umurunda olurdu, ne de patronu tarafından işten atılmakla tehdit edilişleri. Patronu iri kıyım ve pörtlek gözlü bir adamdı. Sigara molasına çıkmadan evvel, J’nin masasına bakan koridorda belirir, rahatsız edici, yüksek bir tondan bir şeyler mırıldanırdı. J ise varlığını gün içinde kendisine sıkça hatırlatmak isteyen bu adamı, onu fark etmemiş gibi davranarak ve bilgisayara önemli girdiler geçirmekle meşgulmüş gibi görünerek her defasında bertaraf etmeyi başarırdı. Aslında yaşantısının hatırı sayılır bir bölümünü bir şeylerle uğraşıyor görünmekle geçi-
16
sıradandı aslında! Ne kadar olağan
Bisikleti. Tellerine renkli boncuklar ve hayatın akışına dairdi bisikleti! Fakat onu sürmek, tekerlerine ve ve izgiller tutturulmuş bir çift tekerlek, ince, oval bir plastikle çevrelenmiş suluk ve paslanmaya yüz tutmuş, minik bir korna. Ne kadar sıradandı aslında! Ne kadar olağan ve hayatın akışına dairdi bisikleti! riyordu. Sözgelimi her sabah işe yetişmek için apar topar evden çıkmasında, meydana açılan uzun ve dar yolu otobüs durağına yetişmek için hızlı adımlarla almasında ve iş yerindeyken gün sonuna kadar halledilmesi gereken tonla evrağın arasında kaybolmasında rahatsız edici bir tutarsızlık görmesine rağmen, hayatından memnunmuş gibi davranmaktan başka bir şansı olmadığını kendine telkin eder dururdu. Cumartesini, mesaisi bittiği gibi bisikletine sarılmayı, etrafındaki bu sahte ve kurgu yüzlere bütün bir hafta katlanma başarısı gösterdiği için kendini ödüllendirir gibi gizliden gizliye bir kıvançla tuttuğu bu kolluğu, hatta kıçını ağrıtan bu yüksek, siyah seleyi iple çekerdi. Bisikleti. Tellerine renkli boncuklar ve izgiller tutturulmuş bir çift tekerlek, ince, oval bir plastikle çevrelenmiş suluk ve paslanmaya yüz tutmuş, minik bir korna. Ne kadar
frenlere hükmetmek de bir o kadar cazipti, cezbediciydi! J mekanizması duru bir matematiğe dayanan bu sıradan bisikletle sahile indiğinde, sıkıcı yaşantısına, yaşantısındaki matematiğe, o yalın kurguya meydan okuduğu yönünde bir yanılgıya kapılırdı. Yol boyunca uzanan kesik şeritleri biricik bisikletiyle bir bir ardında bırakırken, bir sonraki turunda aynı ağaçlardan, kirli çimen diplerinden, yol ayrımlarını belirginleştiren fener ışıklarının üstünden geçerken, sıkıcı hayatının göbeğinden yükselen bir “yolda olma” durumuna kendi kendine bir “atıf” teşkil ederdi; ama farkında değildi! Düşünürdü J. Sık sık hayal kurardı. Evde... bir kafede yalnız başına otururken... iş yerinde patronunun tehditlerini sineye çekerken... Yaşantısında her şey apaçık ve iki kere ikinin dört edişi gibi mutlaktı: Avına bilenmiş avcı kuşkusuzluğu, planlı ve tertipli çokça beden, iğde iğde hesap edilmenin hayatı. Aklında beliren bu benzetmeleri bir an için cezbedici buldu. Çekmecesinden üstü tozla ve gri yırtıklarla kaplı bir defter çıkardı. Benzetmelerini geniş ölçekli bir düşleme yayarak imgeler oluşturmayı denedi. Sözcükleri zihninde parıldattı. Avcı, plan, iğde.
17
Ardında: nokta halini almaya yüz tutan yığınla şey. Önünde: pırıltıyla büyüyen, kurgunun dağıttığı sis, iri izler. Böylelikle, değişmenin öngörüsü. Ve yön vermenin, hükümler koyma yanılgısının dayanılmaz cazibesi! Yaşantısındaki, tanıklık ettiği sahte çehrelerdeki ve ucuz kurgulu, eften püften şeylerdeki o bunaltıcı tertibin dışında kalabilmeyi düşleyerek zihninden imgeler sağdı. Sonra nedense eski sevgililerini; onu bir daha asla terk etmeyeceğini müthiş bir kesinlikle, üstüne basa basa söyleyen ama terk eden Ceren’i, ağzı bir imgenin doğuşu gibi ışıltıyla açılan Gizem’i anımsadı. Sonra Yağmur’u, Aylin’i; Aylin’in teninde oyduğu uçuk hisleri. Ve Hande’yi. Nasıl tasvir etmeliydi onu? Simsiyah iki çukurun içinde süzülen incecik perde: Baş döndürücü bakışları. Patronun güzel karısı. Hande kocasından bir ayrılsa... ilişkilerini kimseden gizlemek zorunda kalmasalar... J işte o zaman işi bırakır, o sevimsiz adama da her gün katlanmak durumunda kalmazdı. Neyse ki bisikleti vardı, ferahlamaya ihtiyacı olduğunda yanı başındaydı. Saatler boyu pedal çevirmekten bitkin düşen ayakları, tekerlerin üstünde yükselen terli bedeni ve önünde uzayıp giden
ışıklı bisiklet şeridi... Ardında: nokta halini almaya yüz tutan yığınla şey. Önünde: pırıltıyla büyüyen, kurgunun dağıttığı sis, iri izler. Böylelikle, değişmenin öngörüsü. Ve yön vermenin, hükümler koyma yanılgısının dayanılmaz cazibesi! Ama kurgu, her şey bir kurgu. Her sabah erkenden kalkıp işe koşturması, maruz kaldığı tehditler, etrafında dönenip duran insan yığını, tekrarlanan tasvirler, hatta bisikleti, bisikletiyle kat ettiği “özgür” mesafeler, hatta aşk, aşkın büyüsüne kapılınarak dahil olunan şiir yazma serüvenleri, imge dünyasının sihirli kapıları, Hande, Hande’nin göğüsleri, Hande’deki yasak şeyler... Her şey bir kurgu. J, bir öykü karakteri olmaktan ve yaşamının akışındaki her bir detayla dilediğim gibi oynayabilme yetimden iğreniyordu. J, kurgu çehrelerin arasında dolanıp durduğu bu sahte dünyada kendini sıkışmış ve tıkanmış hissediyordu. Hande bir pazar günü J’nin evine gelip ona “durumu” anlatacaktı. Kocası Hande’nin bir ilişkisi
18
olmasından ciddi anlamda şüpheleniyor, ona ima sorular yöneltip duruyordu. Böyle söylecekti Hande J’ye sıkıca sarılarak. Kocasının evin içindeki hal ve tavırları çok değişmişti. J, tedirgin görünmemek için her zamanki mimiklerini çehresine geçirerek dinleyecekti sevgilisini. Ağzından ilk çıkan şey, “Bundan emin misin? Belki kuruntu yapıyorsundur,” olacaktı. Sonra sevgilisinin soluk soluğa kalmış boynuna, beti benzi atmış yanaklarına dokunacaktı. “Hande, sen gerçekten iyi görünmüyorsun. Camı açmamı ister misin?” “Olur...” J perdeyi aralayacak, pencereyi açacaktı. Sonra gidip çay demleyecek, bu sırada Hande’ye yüzünü yıkamasını ve gerginliğinden sıy-
rılmasını tembihleyecekti. Halbuki bulundukları durum onu da gerim gerim germiş, iliklerine değin müthiş bir korku yaymış olacaktı. Fakat onu kaybetmek istemiyordu. Bunun üstüne şöyle bir düşünmek bile kalbini yerinden oynatıyordu. Yeniden oturma odasına geçtiklerinde, çaylarını yudumlarlarken J, sevgilisinin korkudan sararmış yüzünü, endişeyle titreyen göz bebeklerini, şefkatle süzecekti. “Başından anlatır mısın,” diyecekti ona, “tane tane. Önce derin bir nefes al...” Hande’yse J’nin boynuna sarılacak, onu öpecek ve kulağına “Anlatamam sevgilim,” diye fısıldayacaktı. “Çünkü yazarımız hikayenin burada sonlanmasını istiyor.”
THE END
19
Yağmurun Unutturduğu Sokak I. Yağmurun yorduğu gökyüzü Güneşe göz açtırmıyor. Ve II. Lambası elinden alınmış çocuklar gibi Karşıda ağlıyor sokak. Ben ağlamıyorum, Bu çocukta grev var III. Sokağı hatırlıyorum İçeriye girerken kovulduğum cennet Azrail’in dördüncü aradığı tabut Bir kere ölmüştüm o sokakta, Hatırlıyorum IV. Sevgilim sıkıldıysan çıkalım dünyadan Yağmurun unutturduğu sokağı hatırlayalım Ellerimi gözlerine orada katmıştın Bozuk bir saat iki kere doğrulamıştı bizi Bir nefeste çekmiştik yağmuru Allah dolmuştu göğsümüze V. Göz kapakların perdeleyebilir mi gökyüzünü MEHMET DORUK KANDEMİR
20
SELAMLARİntihar Notları-1 TARIK ACIPAYAM
“kalıplarla düşünen bir zihni işleyişten karmaşık düşünmeler biçimine de geçişin durakları olacağından intihar gibi zihinsel anlamda köklü bir tavır alışın bu eserde görülmesi tesadüfi olmasa gerek.”
BU yazıda hepimizin zihninde açan intihar çiçeğinin toplum planında atılmış ilk tohumlarına dair küçük bir değinide bulunacağız. Edebiyatımızda henüz bir girişime dönüşmese de ilk intihar düşüncesine ve arzusuna destandan halk hikayesine, mitolojik düşünme sisteminden yazı medeniyetine, tabiata dönük bir yaşam tarzından medeni yaşama, kaostan kosmos(düzen)a, cahillikten bilgeliğe geçişin kırılma noktalarını içinde bulunduran Dede Korkut Hikayeleri’nde rastlarız. Bütün bu geçiş noktaları basit, kalıplarla düşünen bir zihni işleyişten karmaşık düşünmeler biçimine de geçişin durakları olacağından intihar gibi zihinsel anlamda köklü bir tavır alışın bu eserde görülmesi tesadüfi olmasa gerek. Eserdeki on iki hikaye içinden “Basat’ın Tepegöz’ü Öldürdüğü Destanı” adlı hikayede geçen ve Tepegöz’ün şahsında ifadesini bulan bu intihar arzusu, aynı zamanda hikayeler silsilesinde me-
21
Mit Tepegöz’ün bu tabiat arzusunu hem bedeni olarak (Basat tarafından öldürülmesi), hem de psikolojik olarak (intiharı arzulayacak kadar derin bir pişmanlık yaşaması) cezalandırmıştır. Zira tabiata dönüşün anlamı kendini tabiat nesnelerinden ayıramamak (Tepegöz’ün tabiat içindeyken kendini aslan sanması bunun örneğidir), dolayısıyla insani vasıflardan vazgeçmektir. deniyetten tabiata dönüş arzusunu da simgeleyen Tepegöz’ün (Yunan mitolojisinde Odysseus destanında Polyphemos da Tepegöz gibi tabiata dönüşü temsil eden ve yine Tepegöz gibi tek gözlü bir tiptir, üstelik Alman araştırmacı Diez tarafından Polyphemos’a göre hayatı doğumundan ölümüne dek ele alınması sebebiyle Tepegöz daha önce yaratılmıştır.) cezalandırılmasıdır. Mit Tepegöz’ün bu tabiat arzusunu hem bedeni olarak (Basat tarafından öldürülmesi), hem de psikolojik olarak (intiharı arzulayacak kadar derin bir pişmanlık yaşaması) cezalandırmıştır. Zira tabiata dönüşün anlamı kendini tabiat nesnelerinden ayıramamak (Tepegöz’ün tabiat içindeyken kendini aslan sanması bunun örneğidir), dolayısıyla insani vasıflardan vazgeçmektir. Basat Tepegöz’ün o biricik, tek, metnin orijinal ifadesiyle yalnız gözünü çıkarması ardından Tepegöz günahlarının bilincine vararak- günahları ise gerçekten affedilmeye-
cek günahlardır, insan eti yemek bu devin günahlarından herhalde en büyüğüdür-yakarışta bulunur. Tepegöz’den dinleyelim: Aksakallı kocaları çok ağlatmışım Aksakalının kargışı tuttu ola gözüm seni Ağ pürçekli karıcıkları çok ağlatmışım Gözü yaşı tuttu ola gözüm seni Tepegöz bir daha söylemiş: Kalkubanı yerimden duram derdim Kalın Oğuz beylerinden ahdim bozam derdim Yeniden doğanın kıram derdim Kalın Oğuz beyleri üzerime yığılıp gele derdim Kaçubanı Salahana kayasına girem derdim Ahır mancınık taşını atam derdim İnip taş başıma düşüben ölem derdim.. Orijinal metinden alınan bu pasajlar, ilk intihar arzusunun yanı sıra, benzerlerini bütün Dede Korkut’ta bulduğumuz üzere Türk Edebiyatındaki ilk serbest şiir
22
metinleridir. Şöyle diyordu Tepegöz bugünün Türkçesiyle: Ağır mancınığı taşla atayım derdim/İnip taş başıma düşerek öleyim derdim. Tepegöz intihar edemez, çünkü Basat Tepegöz’ü Tepegöz’ün kendi kılıcıyla öldürür. Onun kendi kılıcıyla öldürülmesi dahi Dede Korkut Hikayelerinin kendine has zihni yapısı içerisinde Tepegöz’ün ölüme dönük derin pişmanlığının imgesi olabilir. Yahut şunu diyordur mit Tepegöz’e: İntihar edemedin ama seni kendi kılıcınla öldürüyorum, bir başka biçimde gerçekleştiriyorum intiharını, için rahat olsun. Tepegöz’ün intiharının trajedisi hikayelerin olağanüstü yapısı içerisinde fark edilmeyebilir. O tek gözlü bir devdir ve tabiattan medeniyete geçmiş, çocukluğunu aslanlar arasında geçirmiş, daha sonra Dede Korkut’un “Oğlanım sen insansın, hayvanla arkadaş olma, gel güzel ata bin, güzel yiğitlerle at sür” öğüdünü dinleyerek Oğuz’un içine girmiş ve kavmine yararlı olmak için bir devle savaşmayı göze alan Basat tarafından öldürülür. Her birinin simgesel bir karşılığı olan bu tip ve olayların olağanüstülüğünü bir kenara bırakırsak görürüz ki Tepegöz’ün intihar arzusuna varan derin pişmanlığı insan eti yemenin, cinayetin pişmanlığıdır. Türk Edebiyatında sonradan unutulmuş bu intihar temasını- cinayet pişmanlığını, Raskolnikov’a giden fakat sonradan
tıkanmış bir yol olarak görebiliriz belki de. İyi ki tıkanmıştır, intiharın çalkantılı sularındansa, bir şeyleri duru bir şekilde anlamanın erdemini tercih ederim. Entelektüel bir zihne, kavrayış derinliğine hastalıklı intihar planları olmadan da ulaşılabileceğine inanıyorum, umut ediyorum. Bize intiharı salık veren fakat hiçbiri intihar etmemiş Sartre, Camus gibi bütün bir intihar edebiyatının aksine, şunun insanlara salık verilmesi gerektiğini düşünüyorum: Tohumunu geçmiş çağlardan alan, fakat yetişme biçimiyle çağımıza ait endemik bir bitki görünümünde olan o müthiş, kokusu her yerden duyulan, dehşetli güzel intihar çiçeğinin bahçenizdeki varlığı, diğer bütün çiçekleri kurutuyor. Onu kovun. Tepegöz eğer Basat tarafından öldürülmeseydi, gerçekten intihar edecek miydi, yoksa o çiçeği kovacak mıydı bahçesinden, ya da kurutacak mıydı insan eti kokan nefesiyle? Bilinmez, fakat şunu biliyorum; Tepegöz yüzyıllar, sözlü edebiyattaki teşekkül devrinin ipuçlarına göre binyıllar öncesinden, o yalnız gözüyle, bütün müntehirlere göz kırpıyor, hepsini selamlıyor… Şimdilik bu kadar. Selamlar’ın gelecek bölümlerinde bu değiniden sonra yine edebiyat üzerinden intihar konusunu deşmeye devam edeceğiz. Ne diyordu Novalis: “İntihardır tek felsefe sorunu.”
23
MÜNTEHİR ÇOCUK VE KUŞ o intihar ederse kalbine sıkar ve kuş tüfeğiyle yapar bunu kalbi bir serçenin titreği çocuk
kanını akıtır gökyüzünün iliğinden güneşe nehirdir gözyaşları ah, tane tane yağan bu yağmur serçeler, sonbahar yaprakları
dökülür...
çocuk ölür... TARIK ACIPAYAM
24
Kendime Notlar AYTEKIN AKTAŞ
I Kişi kazanamadığı için değil, mücadele etmediği için kendine kızabilmeli. II Gerçek’ten parçalar koparıp onu kendimiz için kullanabiliyoruz. Hakikat ise kopardığımız ve koparamadığımız parçaların toplamıdır. III Gerçeğin büyüğü ya da küçüğü fark etmez. Gerçek gerçektir. Herkes kendi frekans aralığındaki gerçeklerle yükümlüdür. Bu aralıktaki herhangi bir gerçekliği yaşamak tamamen tercih meselesidir. Ve bu tercihlerin sonuçları ise tek kelimeyle adildir. Öyleyse; Kendini bil, filmini seç, arkana yaslan ve izlemenin, çekmenin, yorumlamanın... keyfini çıkart. IV Ne zaman bir yol ayrımına gelsem, zor olanı
25
Zor olan kutsal, kutsal olan yol her daim dolambaçlı mı olurdu? Öyleyse nerede kalır salt gerçekliğin sade güzelliği? İşte bu çelişki hala daha beni zorlar. Şimdilerdeyse nasıl bir hayat sürmek gerek sorusuna en yoğun şekilde cevaplar aradığım yorucu zamanlar içindeyim. Formel-informel hayat, resmi-sivil hayat, takım elbise-şalvar, kanun-şiir, ev-çadır... seçtim. Zor olan doğruymuş gibi, sınavın istenen cevabıymış gibi geliyordu. Hatta durumu daha da zorlaştırıp kolay yolun getirilerini de içselleştirebilme ödevi yüklüyordum kendime. Bilmiyorum, belki böylesi kolayıma geliyordu. Ne kadar hedonistik, ne kadar rasyoneldim bilmiyorum. Kendimi bir çeşit fedakarlık içinde hissediyordum. Ne için, kimin için olduğunu bilmediğim bir fedakarlık. Besbelli birazı kendim içindi. Çünkü bir yanım tatmin oluyordu. Peki ya bundan fazlası var mıydı, kutsalım neydi? Zor olan kutsal, kutsal olan yol her daim dolambaçlı mı olurdu? Öyleyse nerede kalır salt gerçekliğin sade güzelliği? İşte bu çelişki hala daha beni zorlar. Şimdilerdeyse nasıl bir hayat sürmek gerek sorusuna en yoğun şekilde cevaplar aradığım yorucu zamanlar içindeyim. Formel-informel hayat, resmi-sivil hayat, takım elbise-şalvar, kanun-şiir, ev-çadır... Bilirim ki yaradılış hep ikilidir böyle. Her şeyin bir karşıtı, simetriği, zıttı, paraleli, eşi, partneri vardır. Ve bilirim ki bu çiftliğin her
iki ucunu da kabul etmeli, yapılabiliyorsa eğer bu iki başlılığın bizzat kendisi sevilmeliydi. Elbette bu bir gereklilik değil. Elbet her yiğidin gönlünde bir güzel yatar. Ama safi talep edilene sahip olunan böylesi bir yol, sizce de biraz yavan, biraz eksik, biraz kandırmaca, biraz fazla insanca değil mi a dostlar? Atalardır insanız, iyi güzel eyvallah, ama ya daha fazlası? V Günü yaşayamazsan, dünde ya da yarında kaybolursun. VI Soru: Sevdiğimiz insanların bencilliklerini, onları sevdiğimiz için mi kabul ediyoruz, yoksa onların bencilliklerini kabul edebildiğimiz için mi sevebiliyoruz? VII Hayvanları bencil oldukları için seviyoruz ama insanları bencil olmadıkları için!? VIII Hayal edemez olup umut şarabından mahrum kalırsam, bu taş-toprak, bu et-kemik neye yarar dostlar? Unutma ki, gerçek olama-
26
yacak kadar güzel düşler gerçekleştirilmeyi bekler. İnsanın cürmü yetmezse, olmak gerek insanlıktan azade. IX Zannımca insanın en fazla yarısı düşünebiliyordur. Bu düşünebilen yarısının da en fazla yarısı yaratıcı düşünceye sahiptir. Yaratıcı şekilde düşünebilen bu insanın 1/4 ü nün de yarısı maalesef kapital çarklar arasında can çekiştiklerinden düşünmeyi çok arkalara itmişlerdir. İşte bu hesaba göre insanın iyimser şekilde 1/8 i düşünce üretebiliyor denilebilir. Yaratıcı düşünceye sahip kişi olabilmek dahi istisna iken, asıl fiili hacme sahip olan kişiler, yaratıcı düşünceyi eylemliliğe dökme cüretine, cesaretine ve motivasyo-
nuna sahip olanlardır. İşte insanın hikayesine yön verenler böylesi bireysel devrimcilerdir. X Korku en büyük düşmanımız. Kıyıdan denize atlayamama, bilinenden hakikate hareket edememe meselesi. XI Bir şeyin tarafı olmamak, olmamak demektir. Varsan, tarafsın. XII İnsan boş yere soru sormaz, boş yere düşünmez. İllaki bir ihtiyacı vardır ve onu tatmin etme gayretindedir. XIII Kolaylar gele yiğitler!
27
Salomon Smolianoff (ön, en sol), Adolf Burger (arka,en sol)
Kalpazanların Efendisi Saloman Smolianoff ve Die Falscher Filmi ONAT YILMAZ
“Diğer 2.Dünya Savaşı filmlerine nazaran yapım yılının geç olması bir dezavantaj oluştursa da savaşa bambaşka bir pencereden bakması ve özellikle, gerçek olaylara dayanması Die Falscher’i ayrıcalıklı kılıyor.”
-Bir oyuna ne dersin? +Burada neyine oynayalım ki? -Şerefine. SALOMON Smolianoff 1899 yılının Mart ayında Yahudi bir ailenin tek çocuğu olarak Ukrayna’nın Kremenchug şehrinde dünyaya geldi. Rusya’da kendisine ileride inanılmaz şanslar yaşatacak resim eğitimini gördü. Rusya devrimindeki karışıklık ve ailesinin yanlış tarafta yer alması nedeniyle 1922 yılında önce İtalya’ya; burada evlendikten sonra da yeni bir başlangıç yapmak için Almanya’ya geçti. Almanya’da resim eğitimini ve doğuştan gelen becerilerini birleştirerek sonuna kadar sahte para basma işinde kullandı. İşinin zirvesindeyken, daha sonraları bir SS subayı olacak olan o zamanın yerel polisi Bernhard Krüger tarafından tutuklandı ve Mauthausen toplama kampına gönderildi. Burada da resim yetenekleri sayesinde önce subayların portrelerini sonra da 2. Dünya Savaşı propaganda resimlerini çizdi ve bu sayede diğer soydaşları arasında sivrildi. Yetenekleri sayesinde en azından sebepsiz yere
28
Krüger sayesinde kalpazanların efendisi Salomon Smolianoff bu ekibin lideri oldu. Salomon bu görev sayesinde dönemin kamp şartlarına göre ultra lüks sayılacak duş, yatak, müzik, masa tenisi gibi fırsatlar elde etmişti. Tabii bu fırsatlar ancak Salomon ve ekibinin İngiliz sterlinini ve Amerikan dolarını birebir basması şartıylaydı. öldürülme riski kalmamıştı ve ufak tefek ayrıcalıklara sahip oldu. Bu sıralarda birkaç cephede Alman ilerleyişi durmuş ve üst üste yenilgiler alınmaya, rezervler hızla tükenmeye başlamıştı. Bunun üzerine Alman hükümeti çok gizli bir operasyona izin verdi: Bernhard Operasyonu. Bu operasyon rakip devletlerin ekonomisini çökertmek için sahte para basmayı hedefliyordu. Operasyonun başında Salomon’u tutuklayan Bernhard Krüger bulunmaktaydı. Salomon’un yeteneklerini bilen Krüger sayesinde kalpazanların efendisi Salomon Smolianoff bu ekibin lideri oldu. Salomon bu görev sayesinde dönemin kamp şartlarına göre ultra lüks sayılacak duş, yatak, müzik, masa tenisi gibi fırsatlar elde etmişti. Tabii bu fırsatlar ancak Salomon ve ekibinin İngiliz sterlinini ve Amerikan dolarını birebir basması şartıylaydı. Hayatları tamamen buna bağlı olan grup İngiliz sterlinini, British Bank’tan orijinal damgası yiyecek kadar mükemmel basmayı başardı. Resmi olmayan bilgilere
göre savaş bitimine dek Bernhard Operasyonu sayesinde dünyaya 132 milyon sahte sterlin yayılmıştır. Ve bu değer, o zamanın mevcut İngiliz ekonomisinin tam 4 katı büyüklüğündedir. Çoğu tarihçiye göre bu operasyon savaşın sonucuna önemli bir etki yapamasa da savaştan sonra İngiliz ekonomisini çökme noktasına getirmiştir ve bu sayede Amerika yeni dünya lideri olmuştur. Savaşın bitmesiyle Salomon Smolianoff Uruguay’a kaçar. Tüm dünyada kalpazanlık suçuyla ‘Resim yaparak para kazanmak mı? Para yaparak para kazanmak daha kestirme bir yoldur.’ arandığı için ölene kadar kaçmak zorunda kalır. Hayatının son yıllarını oyuncak tasarlamakla ve resim çizmekle geçiren Salomon Smolianoff 1976 yılında Brezilya’nın güneyindeki Porto Alegre şehrinde hayata gözlerini yumar. Die Falscher diğer 2.Dünya Savaşı filmlerinden ayrılmakta. Öyle ki, diğer benzerleri gibi Nazi
29
maması gereken bir savaş filmi. Adolf Burger’in (Salomon’un toplama kampındaki en iyi arkadaşı) anılarını anlattığı kitaptan beyaz perdeye uyarlanan Die Falscher 2008 yılında ‘En İyi Yabancı Film’ dalında Oscar’a layık görülmüş.
‘Bizler gerçeği çoğaltmak için matbaacıyız.’ zulmünü bütün filme yaymaktansa Yahudi’lerin vicdanlarıyla hesaplaşması filmin temelinde kendine yer buluyor. Savaşa daha geniş bir pencereden bakarak savaşın fiziki değil psikolojik boyutu filmde daha fazla işlenmekte. Tabii bu filmde hiç Nazi zulmü görmüyoruz demek de değil. Filmde her şey abartısız, doğal, çarpıcı, yeterince kullanılmış. Diğer 2.Dünya Savaşı filmlerine nazaran yapım yılının geç olması bir dezavantaj oluştursa da savaşa bambaşka bir pencereden bakması ve özellikle, gerçek olaylara dayanması Die Falscher’i ayrıcalıklı kılıyor. Kısa, öz, çarpıcı anlatımıyla Die Falscher oldukça kaliteli ve kaçırıl-
30
ZÜBEYDE ARSLAN
Zorba ,Nikos Kazancakis , Nikos Kazancakis’in olgunluk döneminin bir ürünü olan eser, Makedonyalı bir adam olan Aleksi Zorba ile bir linyit yatağı işletmek için Girit’e gitmekte olan “patron”un hayatının kesişmesiyle başlar. Hayatını madencilikle geçiren kuralcı bir adamın, kural tanımayan yaşlı adamla tanışmasıyla birlikte değişen hayatına ve gelişen sıkı dostluğa tanık oluruz. Hafızalara kazınan sözleriyle insanın en tutkulu yahut en ilkel hislerini açıkça ortaya koyabilen nadir bir başyapıtın ta kendisidir Zorba. Hayatı sahiden yaşamak isteyen ve bu yüzden en çok hayata karşı dürüst olan, duygularını apaçık dışa vuran bir karakterdir. Gençliğinde bir ülküyle dağlarda savaşmış fakat yaşadıkları onu sonradan, yarınsız yaşamaya sürüklemiştir. Vatansız ve yalnız tam da bu nedenle özgürlük timsali olan Zorba, bu açıdan da toplumsal esarete başkaldırının bir simgesi olarak da görülebilir. Bugün Nikos Kazancakis’in mezar taşında yazılı olanlar, Zorba’nın ağzından dökülmüş çarpıcı sözlerdir: “Hiçbir şey ummuyorum, hiçbir şeyden korkmuyorum, özgürüm.”
Bizim Büyük Çaresizliğimiz, Barış Bıçakcı Bir solukta okunan ama okuyucunun her kelimesini tek tek sindirmek isteyeceği cinsten Barış Bıçakçı romanı. Bir süreliğine evlerinde kalmaya başlayan genç misafire aşık olan iki orta yaşlı adamın, Ender ve Çetin’in hikayesini kusursuz bir sakinlikle ve de samimiyetle, kelimeleri değil hisleri didikleyerek anlatıyor yazar. Laf kalabalığından uzak ve hissedileni kağıda en duru şekilde aktarabilme kaygısıyla yazıldığı bariz. Sıradan bir konu olarak görünse de okuyucuyu içine çeken hüznü yaratan, çoktan yitirilen çocukluğa yakılan bir ağıt aslında. Sıkı bir dostluk ve naif “iki” sevgi, bulutların üzerinde gezdirmiyor bu kez; Ankara sokaklarına bir anıt gibi ayak basmamızı sağlıyor. Karakterlerin duygu ve düşüncelerine ne kadar tanık olursak, kendimizi tanımaya o kadar yakınlaşıyoruz.
31
Amok Koşucusu, Stefan Zweig Kitabın arkasında yazan anlatım şöyledir: “Amok kelimesi Endonezya kültüründen gelmektedir ve bu bir tür sarhoşluk durumunu ifade eder. Bu durumda olan kişi engellenemez, kör bir öfke ile sadece düşmanına değil, önüne çıkan herkese Malezyalılara özgü yılan şeklindeki kris adı verilen bir hançerle saldırır.” Stefan Zweig’ın bu hastalığın adını verdiği kitabında yedi öykü vardır ve uzun olanı Amok Koşucusu’dur. Öyküler kendilerini aniden ele vermedikleri gibi her biri farklı çarpıcı olaylarla okuyucuyu kendi hazin sonlarına sürüklerler. Tüm sonlar da kaybedecek bir şeyleri olmayan insanların bu nedenle olanca cesaretleriyle delirmelerine ve kendilerinden kurtulmaya çalışmalarına yöneliktir. Karakterlerin psikolojileri dünyamıza öylesine yakın tasvir edilmiş ki, yaşadıkları her şey sanki bizim başımıza geliyor. İntihar eden yazar belki de kendi cinnetinin öyküsünü anlatıyor.
Yeni Şehir’de Bir Öğle Vakti, Sevgi Soysal Genç yaşta kansere yenik düşen Sevgi Soysal’ın üçüncü romanıdır. Sistemi temsil eden, kökleri çürümüş kavak ağacı metaforunun düşmesi etrafında kurgulanan ve yalnızca birkaç saatlik bir olay esnasında orada olan insanlara değinen, birinin öyküsünün bittiği yerde diğerinin öyküsüne başlayan 70’ler öncesi Ankara’nın kapsamlı bir portresidir kitap. Karakterlerin her biri toplumda karşılığı olan kişilerdir; Sevgi Soysal’ın tamamının hayatına eğilmesi ise sistemin işleyişindeki bozulmayı dikte etmek istememesi, okuyucunun nedenleri keşfedebilmesini istemesidir. Toplumdaki eşitsizlik, siyaset, yalnızlık gibi konular her karakterin şahsında kimi zaman bir bütün olarak kimi zaman ayrı ayrı işlenmiştir. Sınıfsal farklılıkların kişilerin karakterini nasıl etkilediğini abartıya kaçmadan, aksine kendine inandıran güçlü karakterler yaratarak anlatmıştır yazar. Konusuyla ve okuyucuyu başladığı yere getiren, uzun ama sıkıcı olmayan bir yolculuğa çıkaran kurgusuyla, toplumun en çıplak halini görebileceğimiz bir şaheser.
32