Giriş (olduk dokuz)
Seynan Konucu
Üstüne kuş uçmayan ağaç nasıl hissederse okuyucusu olmayan dergiler, fanzinler de aynı şeyi hissederler. Ben de Mevzular Derin’le sıcak bir yaz akşamı tanıştım. Yazı göndermiştim her zamanki gibi. Yazara geç dönen editörlerdendi Yalım. Yazıyı yayımlayacağız dedi. Sonraları sohbetimiz ilerledi. Kandillerde mesaj gönderecek boyuta geldik. İlk defa matbu bir ortamda sürekli yazacaktım. O yüzden MDF benim ilk sevgilim. İlk defa çıkma teklifi ettiğim sevgilim. Bu ay girişi benden istediler. Ne yazacağımı bilmeden tamam dedim. Yabancı olmadığım için tedirginlik çekmiyorum artık. En sevdiğim ay Haziran gibidir MDF. Her sayısı, geçmişi olan eski elbiseler gibidir. Kurban Bayramında meleyen keçiler gibi. Koyun değil keçi. İnat. Bütün imkansızlıklara rağmen inatla. Denizde boğulan birinin el atması gibi edebiyat raflarına. Buradayız diyoruz. Gelin kurtarın demek değil bu, zaten boğulacağımızı biliyoruz ki ayağımızın değmediği yerlerde yüzüyoruz. Silah seslerinin insan seslerine karıştığı şu dönemlerde “derdimizdir” MDF. Gemiler gidip geldikçe, uzaydan yeni bilgiler geldikçe, balıklar su içtikçe, sigaraya ve alkole zam geldikçe, tüm fotokopi makinaları bozulana kadar MDF olacak. Biz isterdik ki devlet kanalının hava durumu raporunda bile gösterilmeyen memleketlerde de fanzin okunsun. O günler de gelecek. İnsanlara fanzin gerek. Çünkü kış geldi. İçiniz ısınır. İmlada yanlış yapabiliriz ama samimiyette asla. Her yeni sayıyı elime aldığımda ilk defa balon tutan bir çocuk gibi hissediyorum. Bırakırsam uçup gidecek. İki gözümüzün çiçeğidir MDF. Sizin su vermenizle büyüyecek olan çiçek.
Ön Kapak : Aesir Ragnarok
twitter.com/mevzularderinf facebook.com/mdfanzin
Arka Kapak : Emrah Koymat
mevzularderinfanzin@gmail.com issuu.com/mevzularderinfanzin
Deniz Kıyısında Diyojen Alperen Yavaş
Bende boş vakitten çok ne var, sık sık sorular soruyorum kendime. İnsanoğlunun en büyük kusurunun ne olduğunu defalarca sorgulamıştım eski zamanlarda. Bir Hıristiyan'ın kafası Yaratılış hikayesine gider, Müslüman oradan çıkar "Şirk!" diye bağırır, tüccarsanız cevap batmaktır, halksanız zalim bir diktatörlük dersiniz ve bunlar böyle sürüp gider. İşin üzücü yanı, onca düşündüğüm zaman sonrasında fark ettim ki hiçbiriniz doğru cevabı bilebilecek kudrette değilsiniz. Yerel hayatlarınızın ve yerel düşüncelerinizin kendi çevreniz dışında kimseye yarar sağladığı yok. Çünkü evrenseli hissedebilecek durumda değilsiniz ve bundan dolayı da tek kurtulma şansınız dinlemekten geçiyor. Kulaklarınız açın size hakikati veriyorum: Sizin en büyük acizliğiniz felsefenin yalnızca antik çağda pratik hayata uygulanabileceğini düşünmenizdir. İzmir'in Urla ilçesinde bir sahilde yaşıyorum. Evet kendime ait bir evim yok, tek barınağım denize tam karşıdan bakan buraya bırakılmış sahipsiz bir şezlong. Günümün çoğunu şezlongumun üstüne uzanıp dalgaların verdiği ferahlıktan keyif alarak düşünmek, hayatın temel sorunlarına çözümler üretmek ve gece yarısına doğru buraya gelen şarapçıların sorduğu sorulara doğru yanıtlar vermekle geçiririm. Sorular da öyle basit olmaz ha, küçük düşünmeyin. Sarhoşun sorduğu sorular filozofla benzerlik gösterir, yalnızca yaklaşımlar biraz farklıdır. Geceleri de böyle hep birlikte tartışıp hayatın hakikatlerini bulmaya yaklaştığımızda ve onlar oturduğu yerde sızıp kaldığında- benim ruhuma düşen sadece ve sadece özü kav
radığım bir gün daha yaşadığım için sevinmektir. Bütün gün hiçbir şey yapmayan bir serseri olduğumu mu düşünüyorsunuz? Büyük laf etmeyin. Eski hayatımdaki dostlarımdan biri olan Erol abi ve ailesinin evi buraya çok yakın. Bazı keyfimin çattığı zamanlar öğlen gibi onların evine gidip bunca yıllık dostluğun hatırına bir el feneri ödünç alırım. Sonrasında işim doğruca Konak meydanına gitmektir. Metrodan çıkan, AVM'lerden çıkan insanların doğruca gözlerine tutarım fenerimin ışığını. "Dürüst bir insan tanır mısınız söyleyin bakalım." "Lan siktir git şu ışığını da çek" ve benzeri cevap verirler. Deli olduğumu düşünerek hızlı adımlarla uzaklaşanlar da olur tabi. İnsanlar anlamanın ve anlaşılmanın zorluğuna karşı aksi ve öfkeli olmanın veya da umursamaz olmanın büyüsüne kolayca kapılıyorlar. Onları konuşarak düzeltmek mümkün değil, böyle olunca da onları boş verip bu sefer sokak sokak gezerek ışığımı çevredeki nesnelere tutarım. Bu seyahatlerimde şimdiye kadar dürüstlükle bütün hiçbir insan bulamasam da bir çok sokak köpeğinin arkadaşlığını kazandım. Onların da bana çok benzediğini düşünüyorum, bir aile kavramından çeşitli sebeplerle uzak kalmış olan bu köpekler sokak sokak gezinerek tıpkı benim gibi bir gerçeğin peşine düşüyorlar. Güçlü duyguları olan, eğitilmeye müsait bu akıllı hayvanların insanlar tarafından yalnızca hayatta kalmaya çalışan, karnının tokluğu ve yatacağı yer dışında derdi olmayan bir tür
olarak nitelendirilmesi ne kadar ayıp! Biz aynı yolun yolcusuyuz. Ben sokak sokak dolaşarak dünyada dürüst bir adam bulmaya çalışıyorum fakat onların hangi değer uğruna bunca kaldırım eskittiğini iletişim kuramadığımız süre boyunca asla bilemeyeceğim. "Çok gezen mi çok okuyan mı daha çok bilir" diye hep sorarsınız. Cevap vereyim: bilginin kaynaklarını bunlarla sınırlı tutarsanız en çok ben bilirim! Yattığım sahilden kent merkezine yürüyerek on beş dakika mesafede bir kütüphane var. Şezlongumda geçirdiğim zamanları kitap okumanın zevkiyle de taçlandırmak istersem oraya gider ve ödünç kitap alırım. İlk gittiğim zamanı hatırlıyorum da kapıdan içeri girdiğimde sağ tarafta danışma olarak yaşlı, asık suratlı bir bayan karşılamıştı beni. Ne istediğimi sorduğunda buradan ödünç kitap almak istediğimi belirtmiştim.
işine sen de deli misin filozof mu?" dedi kitap okuyan gruptan biri. "Sen seç bakalım" dedim ve hızlıca kütüphanenin içine yürüdüm. Elimi uzattığım ilk raftan bir kitabı yakalayıp koşarak kütüphanenin dışına çıktım ve sahile doğru gittim. Arkamdan bağırmalarına aldırmamıştım. O kitabı sahilde gün boyunca okudum okudum ve en sonunda kütüphane kapanmadan biraz önce akşama doğru bitirdim. Sakince oraya dönüp kitabı geri verdim ve teşekkür ettim. Asık suratlı kadına şartlarımı kabul ederlerse buradan ödünç kitap almaktan zevk duyacağımı belirttim. Nasıl mümkünse bu sefer yüzü öncekinden de korkunçtu. Nefret duyduğunu saklama ihtiyacı göstermeden beni onayladı ve bundan sonra üye olmadan ödünç kitap almama ses çıkarmayacağını söyledi. O kütüphane baya büyük ama benim boş vaktim kadar değil. Elbette zaman, okumamın niteliğini sancaktan tahta geçmiş bir prens gibi yükseltecektir.
"Tabi ki, yalnız öncelikle kütüphanemize üye olmanız gerekiyor." Şanslı olduğunuz bir çağda doğmamış olabilirsiniz. Etrafınızda sizin yaşam biçiminiz ve fikir"Böyle bir şey mümkün değil, sizin bana vere- lerinize hayran filozoflar ya da Büyük İskender ceğiniz kağıtlara imza atmak, bana vereceğiniz gibi bir kral olmayabilir. Ama yine de içinizde üyelik kartı ya da herhangi küçük bir topluluğa taşıdığınız farklı ruh her zaman bazı insanların üye olarak dünya vatandaşı olmaktan çıkmak ilgisini çekecektir. Şu an bulunduğumuz çağ da felsefi inanışıma tamamen terstir. Her insan maalesef dediğim gibi filozofların yerini şarlabaşaramayacak olsa bile benim gibilerin ha- tanlara ve küstahlara bıraktığı bir çağ. Karşınıyattaki tek amacı sade bir yaşam sürerek, za Büyük İskender gibi tarihteki en önemli mümkün olan en az mala sahip olup (tek eş- kişiliklerden biri değil de dilini kontrol etmekyam yattığım şezlongumdur) mutluluk ve öz- ten aciz, eleştirmek, karışmak ve dedikodu gürlüğe madde ile değil ruh sayesinde ulaşıla- yapmak dışında vasıfları olmayan kişiler çıkıbileceğini kanıtlamaktır." O az önceki asık yor. Ne olursa olsun, sizin kendi felsefeniz ve suratlı kadın ve çevresinde kitap okuyan bir- cevaplarınız bu kışkırtmalara karşı değişkaç kişi bana gülmeye başladılar. "Hadi git
memelidir. Ha tarihi öneminiz böyle bir çağda asla farkına varılmaz, bu da ayrı bir mesele. Bir gün şezlongumda yatıp kendimi denizin ihtişamına kaptırdığım sırada küstahın biri karşıma geçip konuşuyor. "Ooh Beyim, bütün gün yan gelip yatıyorsun da başka hiçbir iş yapmıyorsun. Denizdi, sahildi, filozofum ayağına bikinili kızları kesmekti derken başka bir isteğiniz var mıdır acaba?" Bu bir kışkırtmadır. Ama doğru cevabı biliyorsunuz. "Kıçını azcık sağa kaydırmanı rica ediyorum, Güneşimi kapatıyorsun" dedim. Zaten böyle bir cevaptan sonra bu şarlatanlar biraz daha boş boş konuşur, en sonunda da kızarak çekip giderler. Benim keyfim mi bozuldu? Hiç sanmıyorum. İskender, İskender olmasaydı yalnızca ben olmak istediğini söylemiş. Ya bana İskender olma şansı verilseydi? Bunu hiç düşünmeden reddederdim. Maddi zenginlikler uğruna at üstünde dünyayı gezip fetihler yapmak insan ruhuna hakarettir. Ben, ben olmaktan başka hiçbir yol ile yaşamın özüne ulaşılamayacağını düşünüyorum. İşsiz, evsiz veya sadece açlığımı gidermek için biraz yemek istediğimden dolayı dilenci değilim. Nasıl biri olduğum gerçekten anlaşıldığı zaman, işte ancak o zaman yarattığınız "medeniyet"e dair bir ümidim olabilir.
Edebiyat Ragnarökü
Elihu
Ötelenen ve üstü kapatılmaya çalışılan hüsran dolu mevzu: Edebiyatın körelmesi, körleşmesi. Mevzu da derin, iyi mi? Öncelikle bi’ bakalım, elimizde neler var; yazma fetişizminin veba gibi yayıldığı yeni kuşak, elinde kalem bulunca yazıp çizmeye, karalamaya başlayınca ortaya çıkan eser kalabalığı, doğru olanın, gerçek sanatın ne olduğu konusunda bulantı yaratan “edebiyatçılar”. “Doğru, gerçek sanat” tanımını kim yapabilir, ne diyebilir; hiç kimse, hiçbir şey. Çünkü bir piyasa haline gelen edebiyat konusu, rekabet ortamına, tezgahların serildiği pazar alanına dönüştü. Kalemin ucu, “ne yazacağım” değil, “ne okuyacaklar” diye sorduğu andan itibaren örselenmiş bir hale geldi. Öznenin “edebiyat yapmak” değil “cüzdan doldurmak”, “isimden söz ettirmek” olması, sahip olunan kültür varlığını hezeyana sürükledi. Bu, geçmişin yüceltilmesi, günümüzün ve yarının karalanması kapanyasından ziyade; gerçeğin yalan, yalanın da gerçek olarak gösterilmesi. Gerçek anlamda edebiyat yaptığını düşünen “yazan kişilerin”, “genel yayın yönetmenlerinin ” yaptıkları tek şey; edebiyatı ensesinden tutup dönemeçte döndürmek. Bunu şöyle açıklamalı; kültürün başlı başına bir endüstri haline geldiği zamanda birey, kaybolmuş biçimde kendini yeniden üreteceği bir meta üretimi derdine düşer. Kalem, bu yolla gerilir. Çaylak ile usta olanın birbirine karıştırılması, bireyin kendini neyde bulması gerektiğine hayalet yöneticilerin karar veriyor oluşundan kaynaklanıyor. Edebiyatı bu bakımdan modernizimden, faşizan dayatmalardan ayrı tutamayız. Modern çağ insanının “modern insan” olma kaygısı yüzünden “çok okunanlar” rafları ile “çok okunması gerekenler”rafları çatışmakta. Kitapevleri bu yüzden kaygan zemin haline geldi. Bir yanda “Kötü Çocuk” diye bir kitap, yazarı milyonlar aldı, boğazdan yalı verildi. Öteki yanda dünya klasikleri. Kimin oyununa gelmiş bir raf dizilimi olduğunu epey merak ettiğim bu mağazalarda var işte “çok okunanlar”. Önüne gelenin kitap yazdığı zamanda “neyin okunması gerektiğine” karar verme haddini kendini bulan mağazalar da haklı; zamana kafa tutan birey yok, zamana kafa uyduran birey var.Çok eski zamanlardan beri dönemin eserleri hep gündemi, zamanı yansıtmıştır. Şimdiki edebiyatın bu kadar özgürlük dışı, ayak uyduran halde olmasını da, bu zamanın insanının tek boyutluluğundan ayıramayız. İstilacı kültür, araçsallaşmış aklı büyük ölçüde bastırınca “bunu yazmalıyım, şunu okumalıyım ki bugünde kalayım” algısını ilan etti. Ha, yok yanlış olmasın; kalitesinden ödün vermeden ilerleyen yazanlar yok mu? En az top gibi yuvarlananlar kadar çoklar, iyi ki varlar!
Söyleşi – Deniz Konuklu
Öncelikle merhabalar. Pek yabancı değiliz, kuruluş aşamalarından beri tanıyorsun bizi. Hatta ekipteki bazı arkadaşlarla daha eskiye dayanan tanışıklığın mevcut. İlk sorumuz şu ki, bugüne kadar internete yüklediğin şarkıların tamamı İngilizce. Biz bunun nedenini merak ediyoruz. Size de merhaba, bu konuşmadan sonra yükleyeceğim parça Türkçe olacaktı. Fakat sorunuza yanıt olarak şunu söyleyebilirim ki müziğimin sadece Türkiye değil, bütün dünyada duyulmasını istiyorum. Bence herkesin anlayabilmesi önemli, tek müzik yapmak istediğim yer Türkiye değil, İngilizceyle daha geniş bir kitleye, daha çok insana ulaşmanız mümkün.
Kendini ifade etmenin türlü yolları varken, sen neden müziği seçtin? Bu ise küçük yaşlarda başladıysanız, seçme gibi bir durum çok da söz konusu değildir, oturup güzel sanatların hangi dalları var, kendimi ilerde ifade edebileceğim ne gibi yollar var diye düşünmezsiniz. Bir arkadaşınız gitara başlamıştır siz de başlarsınız, ailenizden biri bir enstrüman çalıyordur veya çalmasa da evde bir çalgı aleti vardır elinize bilinçsizce alırsınız ve seversiniz. Komşu çocuğunun evine gittiğinizde piyanolarına oturup rastgele tuşlara basarsınız. Benimki sanırım hem küçükken arkadaşlarımın gitar kursuna başlaması hem de annemin klasik gitar çalıyor olmasıydı. Fakat ne zaman bu ise kendinizi adayıp yapmak istediğiniz şeyin bu olmasına karar verdiniz diye soracak olursanız bu da nihayeti yakın zamanlara dayanan uzun bir yol derim. Bu yolda karar vermeyi tetikleyen bir suru unsur vardır, en sevdiğiniz piyanisti veya bir rock grubunu dinlerken, ya da ilk kendi beste/parçanızı yarattığınız an, çaldığınız çalgı ya da enstrümanlarda geliştiğinizi hissettiğiniz an. Yani kısacası, ilk andan itibaren varolan müzik ve enstrüman tutkumu bir kenara koyarsak; kendimi müzikle ifade etmeye, kendimi müzikle ifade edebildiğim zaman karar verdim.
Sözlerini nasıl yazıyorsun, yaşanmışlıklar sözlerine ne derece yansıyor? Bütün şarkı sözlerini yaşadıklarımla paralel yazdığımı söyleyemem fakat yaşadıklarınızdan gelen şarkıların daha "gerçek" olduğunu veya dinleyicilerin şarkıyı daha çok hissettiğini söyleyebilirim. Bu yüzden şarkıları ve sözleri yazarken yaşadıklarımdan olabildiğince esinlenmeye çalışıyorum. Fakat şarkı sözünüz kurgu da olsa dışarılarda bir yerlerde elbet o kurguyu yaşamış biri olacak ve o şarkıyı özümseyerek dinleyecektir.
Bugüne kadar yaptıklarının umarız ki devamı gelecek, peki neler planlıyorsun? Dinleyicileri ne gibi şeyler bekliyor? Bir nevi kariyer planını soruyoruz gibi düşün. Hayatımın sonuna kadar yapmak istediğim şey müzik, şu an için yaptıklarımı yapmaya devam edeceğim, şarkı yazmak, yaptıklarımı internete yüklemek geliyor elimden. İleride müziğimin nereye geleceğini hep birlikte göreceğiz sanırım çünkü ben de bilmiyorum, bu süreçte üretmeye devam edeceğim
Edebiyat hakkında ne düşünüyorsun? Kendini sanatla ifade etmek bana göre en güzelidir, edebiyat da müzik gibi bunun bir yolu. İnsani eğitir, geliştirir, keyif verir, yazarla bağ oluşturur. Bazen içinde olursun okuduğunun. Roman benim en çok okuduğum ve sevdiğim tür. Şiire de o kadar hâkim olmamama rağmen paha biçemediğim şiirler mevcut, eminim dışarıda onlar gibi birçok şiir vardır. Fanzinler ve Mevzular Derin Fanzin hakkındaki düşüncelerin neler? Cehaletimi mazur görün fakat ben fanzinlerle Mevzular Derin aracılığıyla tanıştım. Bu yüzden Mevzular Derin’in yeri ayrı, ayrıca dediğiniz gibi kuruluşunuzdan beri takip ediyorum, buyurduğunuzu görmek mutluluk veriyor. Bu yaptığınız güzel işin devamını diliyor ve bir okuyucu olarak bütün yazarlara teşekkür ve tebriklerimi iletiyorum. Son olarak eklemek istediğin bir şey var mı? Muhabbet için ve sizi benle buluşturduğu için Yalım ve Alperene teşekkür ediyorum. Mevzular Derin’e uzun bir yayın hayati ve başarılar diliyorum.
Ölüler ve Yok Olup Gidenler Mislina Bursal
Ah Menekşe! Aklıma çimlerde yattığımız günler geliyor deniz kenarında, asıl yalnızlık ondan sonra başlıyor. Gecenin bir vakti yağan kar bozuyor yıllanmış sessizliğimi. Sana döktüğüm gözyaşıyla Ankara'dan İstanbul'a yüzdüreceğim gemiler geliyor aklıma. Biliyorsun Menekşe, birtakım padişahlar yanımda baya halt ederler. Otobüs yolculuklarında camdan dışarıyı izlerim, Aklıma hep sen gelirsin. Geçmişi geride bırakıp geleceğe gidilen şimdiler diyarında anlık görüntülerin heyecanıyla çarpar kalbim. Yolda olmayı ne çok sevdiğimi anlatırım sonra sana. Her yolculuk bitirilmemiş hayallerdir bilirsin. Sokakları denize çıkmayan şehrimin kuru soğuğunda çıkmaz yollardan bir çıkar yol aradım yıllarca. Pazar poşetlerini mağaza görevlisine emanet edip yılbaşı süslerine bakmaya gittim bir başıma. Basit bir adamdım, dünyanın bütün sevdalarını yalnız sana adadım. Afrika bile dahildi. Cemal Süreya okumak hala vatan hainliği sayılmıyorken kendine bir kitabını almalısın. Belki o zaman beni daha iyi anlarsın. Gerçi Menekşe, sen aslında sana yazılmayan şiirlerden pek de anlamazsın. Bir yıla nasıl girersen öyle geçer derler, Böyle şeylere inanmak için gereğinden fazla yalnızım oysa ki. Çam ağacına astığım süslere bakarken saniyeleri saymak ızdırap olacak yine. Çünkü yanımda yoksun ve bu yıl da sensiz geçecek her gününde.
Söyleyecek çok şeyim vardı anlatamadım sana. Arnavut ciğerini zeytinle aynı anda ağzına atmayı ne kadar çok sevdiğini bilmek hala canımı yakıyor. Tahmin bile edemezsin. Yoksa sen hala anılardaki kadar güzel misin? Ben seni sevdim, sen beni sevmeyi sevdin diye kızardım sana. Yalpalayarak yürüdüğümüz yılbaşı gecesi bunun hakkında konuşmuştuk bir ara sokakta. Sen bunu hatırlamıyorsun Menekşe. Eve gidip bir an önce sevişmek ve uyumaktı yegane isteğin. Seni sürüklediğim derin çukurdan bir şekilde kaçmayı başardın. Benimleyken hep -mış gibi yaptın. Her şeyi dibine kadar yaşarken ben, sen deniz kıyısında dalgalarla oynadın. Sonra aynı deniz aldı götürdü seni benden. Yanlış anlama Menekşe. Sen ölmedin, Varlığın bir toz zerresi gibi uçtu ve kayboldu bu hayattan. Benimle olduğun müddet boyunca Menekşe, aslında neredeydin? Bir gül kadar kokuyormuşsun da, o kokuyu bir tek ben almıyormuş gibi hissederdim. Sen evime gelmezdin, Ben birden çok menekşeyle aynı odada uyurdum. Sonra sen gittin. Oksijensizlikten galiba, uzun bir süre kendime gelemedim. Bir çiçekle aynı odada uyumayınız dediler. Sen gittin, ben çoktan ölü olduğumu epey sonra fark ettim. Fakat biliyorsun Menekşe, Ölüler, sırtlarında yaşadıklarıyla yalnızca bu dünyadan bir başkasına göç eder, Geride bir enkaz bırakıp şiir olup gitmezler
İrin Ayşenur Sulamaz
Bir irin kokusu çalınıyordu burnuma saçlarımdan Saç diplerimden fışkırıyormuş çürümüş insanlığımın kokusu Votka sevgilimi terk ettiğimden beri güneş farklı doğuyor İnsan birini severek de terk edebilir bilesin O sana ya da sen ona, birbirinize yaramıyorsunuzdur belki Votka sevgilim bir yerlerde ne zaman ah etse Bir özlem kürek sallar el bileklerime Geçen gün bir rüya gördüm Rakı masasındayım rakı içen iki insanla Gülüşmüyoruz; rakı masasında o şekilde gülemezsin Rakı masasını baban gibi düşün o ciddiyet olmalı 2nin sakallı olanı bir haberle çıkagelmiş evinden Ayakkabılarını giyerken bu haberi ilmek yapmış beyin çilesine En içli şarkıları söylüyor rakı bize Kavunu çatalıyla bölerken sakalı sekiyor sakallının E be sakallı geveleme lafı Kavunu da lafı da lime lime ettikten sonra Çıkarıyor ağzındaki murdar baklayı Votka sevgilimi vişne suyuna katmışlar (sahnenin ışıkları tamamen kapanır) (Tef sesi: ta ta ta ta ve eş zamanlı ayak sesi) (Klik) BAM (tef sesi: tak) (Oyuncunun üstüne soluk ışık düşer) ‘‘Ben artık yaşayamam.’’ (3 sn karanlık ve ardından ışıklar açılır.) Maalesef yaşamamayı da beceremedim sanki yaşamayı becerebilmişim gibi… Bir hastanede uyanıyorum. Ulan en son beynime silah sıktım ben! Eğer beni kurtardılarsa bunun tıbbın ilerlemesiyle hiçbir alakası olmadığına eminim, tamamen benim cenabetliğimle ilgili. Çisim geldi ama kalkamıyorum; ağrım falan yok ama ne kadar çabalasam da hareket edemiyorum. Felç miyim acaba? Hah, Biraz biraz kımıldar gibi oldum. Yanıma kısa dalgalı saçlarıyla bir hemşire geliyor; yeşile çalan ela gözleri var. Çok güzel, fazla güzel, bu kadın beni iyi eder. Ahirete hoş geldin diyor. Ve başlıyor prosedürü anlatmaya... Neden bilmiyorum ama ahireti hep Fılaş Tivi gibi canlandırmıştım kafamda. Allahın bize vadetmiş olabileceği eğlence Fılaş Tivi'nin bize sunduğundan fazla olamazdı. Allahın bana Reina’da hurilerle içip sıçma izni vereceğini sanmıyordum cennetinde. Ne biliyim bi red-lightı falan çekmez sanıyordum Allahın kanalları. Yanılmışım! Allahın hiçbir şifreli kanalı yok. Her yerden her koşulda her şeyi çekebiliyor. Ya Rabbi sen büyüksün…
Ben Belçika’dayken Zihnim açıldı Belçika’nın o parlak ve Prusya dağlarında Zihnim açıldı otobanda demir yollarında Ve henüz seküler olmamış sahil kenarlarında Kasabalarda elektrik göremeyen seyyar berberlerde Zihnim açıldı kuzgunla Zihnim açıldı distopya vadisinin İlham perisi olan bir tır dolusu varille Yaşamıyorum yaşayamıyor yazamıyorum Vakumlu süt sağma makineleriyle İneğini sağan çiftçileri düşünürken Ölümü bir pervanenin altında Yağlı parmaklarımla beklerken Savaşta kardeşim tarafından mızraklanırken Kayışımı koparırken Zihnimi açıyorum G noktaları kanatlarında olan kelebeklerle Belçika’da bir dağın altında Bir kar birikintisinin altında Zihnimi zorluyorum Boyunlarını raylara yerleştiren sarı renkli ırkları inceliyorum Yser nehrini Susarken,dans etme edasıyla çakılları tekmelerken Acıkırken,uykusuzluğumun her salisesini ayyaşlar gibi geçirirken Zihnimi parçalıyorum Bir çaçaronun kalbinde Açık apaçık
Eren Burhan
Minval Soldurduğun çiçekleri açtırıp Arada varlığımı hatırlattım sana Bu yazmayı top oynayan çocuklara verdim sana gelecek İki kez uyuya kaldım arabanın en geniş yerinde kucağının tadını iki kez alabildim ne baharlar kışlar geçirdim terliklerle aç kalmasın babam dedim sumaklar yetiştirdim balkonlarımda benim yoksulluğumdan kaçtın uzun saçlı kadınlara kız çocuklarının yüzüne bakamaz oldun çamur ellerimin sonrasında ben dedim iyi bir aşçı değilim keki unuttuğum gibi fırında gün gelir seni de yakarım kışın ortalarında anlamadım erkeğin kalbine giden yollardan sana çok begonyalar biriktirdim coğrafya defterinde, çoktan kaldı ellerimde neler geçmedi aklımın iğne ucundan yakmak geldi orospuların mahallesini inkar edemedim dizlerinde uyuduğum orospuları, o yüzündeki hüzünü çıkarsan tam hayalimdeki erkeksin beni seviyor musun bak kahküllerimde beyazlar çıktı kahve içip uykusuz kaldığım o gecesin nasıl pişmanım seni bu minvalde sevmiştim köşedeki meyhanede gelirsin aklıma neler gelmedi başımıza depremde sığınışım kollarıma ben seni hangi okla vurayım da eros ağlasın bu gece gideceğim bir yerler var etrafta memleketim gibi artık bütün ıslanmış çocuklar, sevgilin gidiyor kapının önünde bağcıklarını bağlarken omzuna tutunuyor görmesini engelleyen alnındaki hatıraları geriye atıyor, gidiyor son kez koparıp senin çiçeğini yüreğinde pencerenin önündeki saksıya dikiyor
Neda Olsoy
Çizim : Emrah Koymat
Atm Nebil Aksel
Gözümü açtığımda yağmur damlaları pencerenin çinko pervazına vuruyordu. Hava gece ya da gündüz olma arasında epey kararsız kalmış görünüyordu. Uyanmaktan nefret ediyordum. Yeni bir güne başlamak, kendi hayatını tatsız bir film gibi izlermişçesine sıkıcı ve dayanılmaz geliyordu. Sanki hayatım bana ait değildi. Yatak o kadar rahatsızdı ki bir an önce kalkmak istedim. Gözüm birden saate takıldı. Akreple yelkovan manasız bir şekilde 07:15'i gösteriyordu. Sigara içmekten çok sigara yakmak istiyordu canım. Günlerdir evden çıkmamıştım, belki de haftalar olmuştu. Zaman kavramını yitirmiş durumdaydım. Uzun zaman önce bırakmıştım günleri takip etmeyi fakat bugün dışarı çıkmak zorundaydım. Haftalar sonra ilk kez bu boktan evden birkaç saatliğine de olsa çıkmam gerekiyordu. Çünkü evdeki alkol ve tütün stoğum bitmiş durumdaydı. Lanet olası bir bankaya gidip hesabımda kalan son paramı da çekmem gerekiyordu. Kendimi buzdolabının kapağındaki yarım limon gibi hissediyordum, ihtiyaçları kadar kullanılmış, belki bir gün lazım olur umuduyla bir kenara atılıvermiştim. Küçük bir hesaplamayla bu ev olarak adlandırılan dört tane rutubetli duvarın birleşiminden çıkmayalı tam on sekiz gün olduğunu farkettim. Üstümü değiştirmedim. On sekiz gündür giydiğim kıyafetlerle çıktım evden. En yakın ATM eve yaklaşık 500 metreydi. O kadar yavaş yürüyordum ki, ayaklarım zor hareket ediyordu sanki. Ya da bana öyle geliyordu. Önümde 3 kişi vardı. Biri genç bir çocuktu. Üniversite öğrencisi olmalıydı. Diğer ikisi ise yaşlıydı belli ki emekli
maaşlarını çekmeye gelmişlerdi. İnsanların ne kadar farklı yaşamlarını olduğunu düşünürken sıranın bana geldiği farkettim. Büyük bir heyecanla elimdeki kartı kart yuvasına soktum. Bir an önce parayı çekip gitmekti niyetim. Yaklaşık kırk beş saniye bekledim ama hala giriş ekranı çıkmamıştı karşıma. Ters bir şeyler olduğunu hissettim. Kartımı alıp başka atm'ye gitmeyi düşündüm fakat kartımı vermedi. Ne yapıcağımı bilemedim bağırmaya başladım. Tekmelerle, yumruklarla devam ettim. Kendi hayatıma vuruyordum sanki, kendimden alıyordum hıncımı. Gözlerimden yaşlar akıyordu, gücüm tükenene kadar vurdum her yere. Gözlerimi açtığımda karakoldaydım. Kolumu kaldırıcak gücümün kalmadığını hissettim o an. Başkomiser olduğunu düşündüğüm bi adam karşıma oturdu. - ''Anlat bakalım'' dedi. ''Neyi'' dedim. ''Önce bankamatiği tekmelemişsin, sonra etraftaki insanlara küfür etmişsin eşkiya mısın lan sen puşt'' dedi . Bazı anlar vardır. Zihninin içinde roman yazabiliyosundur ancak ağzından tek bir sözcük bile çıkmaz. Sustum... Uzun uzun sustum. Çünkü konuşsam kimse anlamayacaktı. ''Cevap versene pazevenk'' ''Kartımı yuttu'' diyebildim yalnızca. Hissiz bir şekilde suratıma bakmaya devam etti. ''Bütün dünya bana sırtını dönmüşken, beni hala ayakta tutan sahip olduğum tek şeyi aldı benden. Beni hiçe sayıp kartımı aldı benden komiserim''
Olmayan Bebeklere İrem Eyit Hayal dünyamdaki yataklarda tatlı tatlı uyuyordu olacaklar/olacaklar mı? Uzun süre tesirli uyku ilacının bir kutusunu bitirmişlerdi. Boş kutu, göz kapağımı yorgan olarak kullanıyorlar ve böylece unutamıyorum. Yataktakiler zehirlenip öldü mü yoksa uyuyorlar mı, diye ayırt edemiyorum. Ellerim, uçamadığını bildiği halde dağdan atlamak için çıkan kişinin hissettiği rüzgar kadar soğuk. Bu yüzden ölülerse bile dokununca anlayamam. Ah! Yataklarında o kadar tatlı uyuyorlar ki olmayan bebeğimin mezarını izler gibiyim. Mezar taşında ise hiçbir yazı yok, sadece taşın büyük bir kısmını kaplayan ayna var. Bebeğimin cesedini yiyen böcekler mezarın taşının altından çıkıp bacağıma geldi. O küçük ağızlarından ‘Bundan sonra aynaya baktığında bebeğinin katilini göreceksin.’ diye büyükçe bir kelime çıktı. Korktum, aynaya baktığımda benden başka birisini görememekten korktum. Ah! Olmayan bebeğim, üzgünüm ki mezar taşındaki aynayı kırdım. Kırılan parçalardan biri göğsümde, diğerleri ise tuzlukta. Yemeklerim şenlik, boğazlarıma acı ve göğsüme daha fazla çizik ve kan katmakla meşguller. Ah! Olmayan bebeğim, ben dayanamazdım. O aynaya her baktığımda kocaman bir kalabalık görmeye dayanamazdım işte! Ah! Olamayan bebeğim, mezar taşını kırdığımdan beri, mezar taşının arkasında bir adam striptiz yapıyor. Ahlak kurallarım gereği başımı öne eğiyorum, tahriğim gereği mezarındaki toprağı sıkıyorum. Arada bir gitmiş mi diye başımı kaldırıyorum. Hala orada olduğunu görünce rahatlıyorum. Giderse üzüleceğim ama elbette ki gidecek. Yollara bir şekilde izini bırakmalı. Bunu ne kadar devam ettirecek bilmiyorum. Sana mı saygısızlık yapıyor? Benim ona bakarak sana saygısızlık yapmamı mı istiyor? Bilmiyorum, belki ikisidir. Ah! Olmayan bebeğim, yapamıyorum. Varlığını bilmem bile türbentimi ısırmama yetiyor. Kimse yokken ahlak yoktur. Senin ruhu Dünya’da ne arar ki? Sen de yoksun değil mi bebeğim? Ah! Olmayan bebeğim, hayal dünyamdaki yataklarda uyumak istiyorum, dayanamıyorum. Olacakların uyanacağı yok bari ben uyuyayım. Hem adam sıkılmış gözüküyor, eskisi kadar hevesli değil. Yakında gider. Ah! Olmayan bebeğim, birçok kutu uyku ilacı buldum. Piyasadan kalktığı söyleniyordu ama annemin çeyizliğinden buldum. Danteller küçümsenmemeli. Hepsini içeceğim. Senin gibi olacağım. Ellerim soğuk, kemiklerim soğuk, tenler ve dokunuşlar soğuk, yatak sıcak. Ben orada olacağım bebeğim. Sen de ol, beni bul ve uyandır. Sonra birlikte ölürüz bebeğim. Sonra striptizci adamın plastik bıçaklı bakışları arasında birlikte ölürüz.
Teyzeye Dair İdil Özeren Kadın sordu "buralı mısın?" "Hayır kuzenim için geldim haftaya gideceğim." dergiyi karıştırmaya başladım. "Kapat onu! Bırak onu yerine dedim konuşacak kimse yok koskoca şeh(i)(e)rde söyleyeceklerim var benim de!" Kafam zonkluyor. Bir de buradan vur! Beni dinle! Hayır! Evet! Sus! Ne var tamam dinliyorum. Uzun yolculuk tabi ne olcak teyze mutlu olsun. Dergiyi kapattim kadına döndüm. Evet, dinliyorum. Gerçekten. DİNLEMİYORUM. Ben de buranın yerlisi değilim birileriyle tanışayim diye arada gelip gidiyorum bi' yerlere kızım. Ya demek öyle? Hmm, ilginç. Pavlov' un köpeği. Şartlı reflexxx. Nerede kalıyorsunuz? Geçen yüzyıl. Antik Mısır ay Yunan. Pardon Mezopotamya. Evet evet Mezopotamya. O zamanlar tuvalet kağıdı kokusuz muydu yoksa inanmıyorum yaaa tatlım kıçınızı neyle siliyorsunuz siz? Yalanıyoruz biz daha kolay oluyo. Anladım anladım. Mantıklı. Nereliyim demiştiniz? Hitler' in evinin hemen yanı ya. Bilirsin. He Akb*nk sokağı. Çıldırmış olmalısın sen teyze. Vurma! Oraya vurma buraya vur. Yeter. Yetmez. Tamam susuyorum evet dinliyorum. Gerçekten. Anladım. Anladım mı? Bu kadarcık mı? Evet ne diyeydim?
Bunu demeyeydin kızım. Haklısın orospu. Bunakların torunu küçük kız seni sen yaşlılarla nasıl böyle konuşursun bi kere bana yer vericeksin otobüste oturma hakkın yok senin. Sen zaten oturuyorsun hanım teyze. Olsun oturma. Kaldır kafanı uyuyo taklidi mi yapıyorsun sen? İlgilenmiyorum bu tarz distopik konuşmalarla. Sen distopya görmemissin. Distopik senin anandır. Anancılık yapma teyze. Ben mühendisim teyze bana sayısal verilerle gel. Yok benim sayısal verim diyosan kalk git yanımdan burası özgür bir ülke. Evet öyle. Bakma bana boş boş. Vurma! Sen gece 12 den sonra sifon çek sonra torunların ağlasın şov yapsın ekranlarda vay efendim benim anneannem/ babaannem gece sıçamaz mı? Sıçabilirsin tabi ama sifon çekme seni hapse attirabilirim bu saygısızlığın yüzünden. Bizim oralarda sifon yok ki dedim ya Mezopotamya falan. Hem sensin saygısız sakız patlatıyor bak hala karşımda. Ağlama teyze attık işte tamam. Kuşların gagaları yapışıyor aç kalıyorlar! Çöpe attım zaten moruk. Evet söylüyorum. Evet söyle artık. Seni ben öldürdüm gerzek. Yoo nalaka? Ay çeneme yumruk attın farkında mısın kadın!?!? Git. Gitsene. Kışt. Dur tamam gitme dişlerimi topla yerden öyle git. Tamam. Tamam mı? Tamam. Korkma.
Korkmuyorum. Öldürdüm. Ee şimdi nolcak teyze? Dergiyi kapatmışsın. Dinliyorum ya seni. Evet. Dinliyorsun sahiden. KAFAM PARÇALANDI. Aynen keke. Sen kimsin ki kızım? Senin öldürdüğün kız. Başka bi' bilgiye ihtiyacın var mı sahiden? Beter ol. Hayır. Neden? Peki sen kimsin? Beyin yiyici otobüs teyzesi. Neydi ki suçum? Ay evet neydi ki suçun? Ben muhabbet edelim diye şeyettim aslında. Allah benim belamı versin çok mu kötüsün bende bi ilaç var bak böle beyinsel kemirilmelere iyi geliyor. Vereyim mi bi tane? Tamam. Tamam mı? Tamam. Kızım benim de senin kadar bi' oğlum var. Al ilacı iç sen. Nereden geliyorsun? Ben daha lisedeyim teyzecim :) Kuzenimin yanına gidiyorum :) Tatil yapacağım. Benim de senim kadar bi' oğlum var. O da çok çalışkan zeki. Ne güzel ne güzel. İlaç beni kesmedi bi tane daha verir misiniz? (Aslında keşke sussan be yaşlı.) Tabi kızım veririm. Al. Yarasın. (Annem verilen her ilacı içme demişti.) (KAFAMI PİNÇİKLEDİN TEYZE) -Otobüs Faciası// İzmir- Fethiye yolu// 27 Ağustos 2016
Şiir F.K.Ç
Ben, dönemin Aydemir Akbaş filmleriyle ilk karşılaşan ve bunlara bir anlam veremeyip içinde duygu arayan on dört yaşında kendinin yeni farkına varmış bir gencin içindekileri El James gibi kağıda dökmeye çalışan ve bu yazdıklarımı birlikte olduğum kadının baş ucuna koyan edepsiz edebiyat yapan bir yazarım. Böyle olmasını istemezdim ama hayat şartları, sen tavşan avlamak isterken tilki tarafından sikilebiliyorsun. Aslında bu,insanları kullandığım anlamına gelmez. Ben burada kullanılanı oynuyorum çünkü kullanılan olmak ruhen daha suçsuz hissetiriyor. Büyük ihtimalle hiçbiri o kadar viski ve esrardan sonra benim kim olduğumu hatırlamayacak ve o şiire bakınca akşam çok modern bir yazar ile olduğunu düşünüp mutlu olacak. Benim de en büyük sevabım bu herhalde. İleride Tanrı’ya yüzünü bile hatırlamadıkları sadece çok fazla alkol alıp uyuşturucu kullandıktan sonra coşan hormonlarını dizginlemek için bir araç olarak kullandıkları beni, bir şekilde beni mutlu etti diye savunabilirler, savunmalılar ya da ne bok yerlerse yesinler. O gün başladı her şey. Aslında o gün çok fazla alkol almasaydık ve gözünün içine baktığımda bunu kışkırtma yerine duygusal algılasaydı böyle bir şey olmayacaktı.Tek amacım korktuğum şeyleri ona söylemekti ki o onun yerine hayvanlaşmayı tercih etti ve üstüme atıldı.Aslında yüzüme ilk baktığında bunu anlamam lazımdı ama alkolün etkisiyle odaklandığım yer orası değildi. Kıştı ve sadece elektrikli ısıtıcının olduğu bu öğrenci evinde onu ısıtıcının önüne oturtmuştum. Çünkü onun üşütmemesi gerekiyordu, o özeldi(!).V yakalı beyaz kazağının üzerine siyah bir kolye takmıştı, kazağının altından sütyen askısı gözüküyordu ve ben bunu fark ettiğimde buna odaklandığım için kendime kızmıştım. İçmeye başladığımızda başlarda, geçen vizelerden bahsediyorduk ve her içildiğinde klasik olan eski sevgililerden, benim hiç güzel bir ilişkim olmamıştı. Çünkü her zaman kullanılan bir insandım, çabuk güvenirdim ve bazen kullanılmak da hoşuma giderdi.Son umudum bu kızdı.Ben bunları anlatırken cinsel hayatımı da dile getirmiştim. Çünkü utanmadan cinsellikten konuşabilen, bunu yadırgamayan ve cinselliğin çok büyütüldüğünü yemek yemek gibi bir şey olduğunu düşünen insanlar bu dönemde modern sayılıyordu ve modern erkekler her zaman toplumundan hoşnut olmayan kızlar tarafından kapılırdı. Ben bunları anlatırken o sıcakladı ve beni modern olarak gördüğü için kazağını çıkarmasının bi sakınca yaratmayacağını düşünüp kazağını çıkardı, bembeyaz teninin üstünde siyah sütyeni mükemmel duruyordu ama o böyle otururken gözüm göğüslerine kayardı ve puan kaybederdim, o yüzden ona ince tişörtlerimden birini verdim. Bu kız farklıydı diyordum içimden, ama attığımız shotlar öyle söylemiyordu. Aynı evde bir kız ve bir oğlan yan yana ve alkol varken, özellikle de cinselliğin çok sınırlandığı, bu yüzden kimin eli kimin götünde belli olmayan bir dönemde hadisesiz bir gece atlatamazlardı. Ona içimin akışını salacaktım ki gözlerine baktığım o on beş saniye içinde onun niyeti fenalaştı. Alkolün etkisiyle ben de dur diyemedim ve birlikte olduk. Sabah uyandığında gözlerindeki pişmanlığı anladım ve onu evden siktir ettim. Ona bir şiir yazdım ve sonraki gün kampüste onu buldum.
Yazdığım ilk ve tek romantik şiiri eline tutuşturdum. O, amaçsızca bana bakarken yanındaki arkadaşlarına sikici bakışlar atarak oradan uzaklaştım. O gün yerini bilecekti, benimle oynamayacaktı, biraz olsun insan olacaktı ve sırf o kız yüzünden onlarca kıza bu rutini uygulamaya başladım. Pişman olmak hayattaki en pişman olunacak şey demişti büyük dedem, haklıymış. Neyse ben biraz daha viski doldurup, salondaki hatunun yanına gidiyorum. Neyse ki bu sefer şiiri arka cebime koydum.
Baretta Baretta Kaplumbağaları
Dar sokaklarda top oynarken Komşuların gidin başka yerde oynayın lafıyla dağılan çocukların ahı tuttu Bundandır bu yıkım, bu kahır, bu serzeniş Bu korkak adımlarla yapılan yürüyüş Halk et fiyatları nedeniyle vejetaryen Conkbayırı’nı savaş yokken çıkmak kolay Açıköğretim sınavları bir açığımı arıyor Kazan daireleri de pek bir şey kazandırmıyor Annem, bir sağdan bir soldan asıyor Çamaşırlarını çamaşır ipine Ben de ceketimi mahkeme kararıyla Bir beden büyülterek asıyorum Evin girişinde duran askılığa Bir ölünün arkasından üzülmek için İnsan olmak yetmiyor Sağdan olmak gerekiyor, soldan olmak Ölmek gerekiyor, ölü olmak Üzgünlüğünü üzülmemen gerektiğini Düşünenlerden saklıyor Pantolonlarımın fermuar açılışlarına Davet ediyorum devlet büyüklerini Elektrik faturalarına birkaç dilde Küfür edebilecek kadar da kültürlüyüm
Nedir bu, oturduğum gecekondudan Gökdelendekileri izleme telaşım Daha yeni doğmuşken Dinozor gördüğünü iddia edişim Anlamıyorum, istemiyorum da anlamak Çok istesem çok istesem öyle olmak Anayasaya aykırı bir şiir okur Başbakan olurum Otel tabelalarına yerleştirmek için İndirdiler gökyüzünden yıldızları Süslediler cümlelerini, parlattılar İnandırdılar olanların iyiliğine toplumları Eğer toplumlar yıkılmaya hazırsa Yöneten güçlerin o toplumları yıkacak Fiyakalı dinamitleri vardır Taş taş üstünde koymayan Birkaç çığırtkan sestiler devletin karşısındaBirkaç kulağı sağır ettiler Birkaç ergendiler sanki televizyon başında Bir gece vaktinde herkes uyurken Davrandılar silahlarına
Necip Fazıl Say
Köy İstasyonu
Seynan Konucu
Önümden geçen tren, etrafta gezen horozun sesini bastırıyor. Tolstoy geliyor aklıma tren garında. Fatiha okuyorum ölmüşlerin ruhuna. Kulağımdan ne zaman gitti tren sesi? Horoza inat. Trenler geçip gidiyor. Köyün çıplaklığı kalıyor. Keşke Nuri Bilge yanımda olsa, sever o böyle şeyleri. Zeki de çakmak çıkarım sigaralarımızı yakar. Bir ev var karşımda. Belli ki yakında düğün var. Üst katı çıkıyorlar. Giderler gelirler hesaplanıyor. Kimden altın gelecek en büyük umutları. Şehre gidilecek, yanlarında gözü açık biri olması lazım. Şehirli, köylüyü yer. Hele düğün alışverişine geleni çiğnemeden yutar. Tren gelir. İlk ışığı, sonra sesi, sonra kendisi, sonra da sevgili. Horoz iyice öter sevgilinin şerefine. Çiçek satan çingeneler gibi. Tren gider. Horoz susar. İnşaatçılar çalışır. İnşaatta bir kararsızlık. Bende bir bahar havası. Sevgilinin kokusu burnumda. İnşaatta evin hangi renk kavgası, mutfak dolapları kavgası, kapıların kavgası… Kulağımdaki trenli şarkı kesilir. Dünyanın en güzel müziği gelir. Sevgilinin sesi. Dünyanın tüm tren seslerine, horoz seslerine ve inşaat seslerine inat.
Buluğ - Amad Umut Çağın Bozacı
Bu sayfalara ait değilim ben. Bu sayfaları dolduran, bu mürekkebi akıtan ben değilim. Yakışmıyorum ben bu sayfalara, başka biri oluyorum sayfamın hakkını vermek için. Çikolatalı sütümü bırakıyorum, dizimi kapatıyorum. Sigarasını yakıyorum, birasını yudumluyorum. Sigarası beni öksürtürken, biradı midemi kaldırırken kalemini elime alıyorum. Alışıyorum yavaşça sigaramın dumanına, biramın tadına sözcükler sırayla kalemimden dökülürken. Kelimelerin arasında kayboluyorum, kendimi kaybediyorum cümlelerin içinde. Sütü gözüme çocukça geliyor, dizisi basitleşiyor gözümde. Sigarama sarılıyorum, biramı yudumluyorum sayfamı karaladıkça.
Çizim : Emrah Koymat
Sayfası dolunca uyanıyorum, kendime geliyorum yavaşça. Sigarasını söndürüyorum, birasını çöpe atıyorum. Korkutuyor o, dönüştüğüm kişi beni. Çikolatalı sütümü elime alıyorum, dizimi açıyorum derinlere gömüyorum onu kalemi bir daha eline alması gerekene kadar.
Hemoglobin Sancılar
Onur Aşkın
Az az ölüyoruz her gün demiş şair, havadan sudan bahseder gibi. Son kullanma tarihi geçmiş, fabrikasyon hayatlar yaşıyoruz bilmeden Neye katık olsak, onu bozacakmış gibiyiz. Uyum sağlamak en büyük erdemimiz. Çoğalıyoruz; biçimsiz bir gösterişle. Miladı çoktan dolmuş cümleler kuruyoruz gökkuşağında asla rastlanmayacak kadar kırmızı bir tonda. Göz alıyoruz. Nazarımız değmesin diye tüm dualarımız. Oysa sevimsiz bir çocuğun peşi yırtık pijamasında saklıydı tüm masumiyet. O da yamalandı bir vakit, peşi yırtık başka bir pijamanın sağlam kalan son parçasıyla. Yiğide yakılan türküler de kalmadı gayrı havsalada, açık bir imtina içindeyiz; en ağır imtihanımızda... Gel, gel, ne olursan ol yine gel, ister kafir, ister mecusi, ister puta tapan ol yine gel, bizim dergahımız, ümitsizlik dergahı değildir, yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel... Dilimizde Mevlana' dan kalma bir ağıt, Şems' in özlemindeyiz. Sahi neydi düşlerinin rengi? Batalıktan dönme bir kumsalın eteğindeyiz. Ayak izlerimiz birer muska gibi boynunda, yeşilin en güzel tonlarını taşıyan çimenlerin. Ve çoktan renk körü olmuşuz. Paletlerin kutsallığında. Bu son olsun diye başladığımız tüm afrodizyak niyetlerimiz; bir kadehin kırılganlığında, bir zeminin acımasızlığında, utangaç sakarlığımızda, içinden asla inci çıkmayacak ve fakat hep bir umutla açılacak, o parlak, beyaz istiridyenin boktan kabuğunda son bulacak.. Yine taştan duvarlar ardında ağlayacak kadınlar. Ve kahpe bir savaşın izlerini taşıyacak, kanı, gökkuşağında asla rastlanmayacak kadar kırmızı tonda olan çocuklar...
Bir Saniye Sonra Veysel Yılmaz
Yılda birkaç sefer Almanya'ya ablasını ziyarete giderdi Refik. Ayfer ile de ablası sayesinde yine Almaya’da tanışmıştı. Orta düzey bir üniversitede veterinerlik bölümünü bitirmiş ve İstanbul'a, hayallerinin şehrine veterinerlik kliniği açmayı planlıyordu. Nitekim son Almanya ziyareti de bu sebeptendi (!) Hem ablasına hem de Ayfer'e müjdeyi yüz yüze vermek istiyordu. Çünkü klinik için her şey tamamdı. Bir de evlilik teklifi var tabi... Ayfer annesini hiç tanımamış, babasını ise bir yangın sonucu 3 sene önce kaybetmişti. Aileden dolayı maddi durumu iyi olan Ayfer, babasının ölümünden beri her gece Almanya'yı terk etmeyi düşünüyordu. Artık Refik de vardı. Refik habersiz bir şekilde Almanya'ya gelmiş, ablasına bütün durumu anlatmış ve akşam için Ayfer'le sözleşmişlerdi. Ayfer'e çok güzel bir evlilik teklifinde bulunmuş, Ayfer de hiç düşünmeden kabul etmişti. Refik belki de en mutlu dönemini geçiriyordu. Çünkü hem hayalini kurduğu kliniği açacak hem de yine hayalini kurduğu,ay ışığım dediği ve hayatına baharı getiren Ayfer'le evlenecekti. Refik, Ayfer'in düğünden 3 ay önce İstanbul'a taşınmasını istediğinde Ayfer biraz ürkmüştü. Ayfer de Refik gibi İstanbul aşığı bir insandı. Galata Kulesi’ne çıkmayı, Kadıköy’den Beşiktaş vapuruna bindiğinde martılara simit atmayı çok severdi ve büyükadada yaptığı bisiklet turlarını çok özlüyordu. Ancak Türkiyedeki son olaylar onu biraz ürkütmüştü. Ki Refik Türkiye'deyken de onun için endişeleniyordu hep... Düğüne bir ay kalmış, Ayfer İstanbul'a yerleşmiş ve hatta klinik için dükkan dahi tutulmuştu. Ayfer koyu bir Beşiktaş taraftarı olan Refik'e bir sürpriz yapmış ve o haftaki maça iki bilet almıştı. Formalar giyildi ve maça gidildi. Maçın ardından stadın çevresi neredeyse boşalmıştı ancak Ayfer bir türlü ayrılmak istemiyordu. Refik sanki hikayenin sonunu bilircesine orda durmak istemiyordu ancak Ayfer'i de kırma fikri onu da orada tutuyordu. saat 22.28 Refik içecek bir şeyler almak için Ayfer'in yanından ayrılmıştı. saat 22.29 ... 22.30 Ardı ardına iki büyük ses ... Gökyüzüne kadar her yer alev alev, silah sesleri, karanlık, kapkaranlık... Refik yaralıydı. Zaten dakikalar içinde ambulansların siren sesleri birbirine karışmaya başlamıştı. Refik'in bilinci patlamadan dolayı yerinde değil gibiydi ancak ambulansa bindirilirken nefesi tükenene kadar bağırdı ; ''Ayfer, Ayfeeer'' ... Ayfer'i kaybettikten sonra güneşi sönen Refik hiç konuşmuyor, hiç yemiyordu. Sadece öfke kusmak ister gibiydi. Refik yazı yazmayı,bir şeyler karalamayı severdi. Ayfer'e de hep yazardı. Bu sefer de bunu yapmak istedi. son çekildikleri fotoğraf, masanın üzerindeydi. Kuzguncuk’ta çekilmişlerdi bu fotoğrafı. Elleri birbirine sıkıca kenetlenmiş ve rengarenk boğaz köprüsünün altında birbirlerine şiir gibi bakıyorlardı. Masanın üstünde başka hiçbir şey
yoktu. Refik defteri ve kalemiyle masaya oturdu. Fotoğrafı eline aldığında sol gözünden yaşlar süzülüyordu. Artık hazırdı. Kalemini kağıdın üzerinde öfkeyle oynatmaya başladı ; ‘’onu benden aldınız. şiir gibi bakardı,gözlerindeki şiiri aldınız. baharı aldınız. saçlarının arasından türkü sızardı, susturdunuz. bembeyaz gelinliği kapkara ettiniz. geleceğimiz... geleceğimizi aldınız benden. ah Ayfer, keşke bir kez daha dokunsaydım saçlarına, keşke o kırıntılarından bir şiir daha yazsaydım, keşke deniz gibi baksaydın yine.aşkını yüreğimde büyüttüğüm... her yerde aldınız onu benden; İstanbul'da, Diyarbakır'da, Ankara, Elazığ ve Van'da. Gaziantep'te bir düğündeyken, Suruç'ta barış, barış diye bağırırken, Ankara'da gençlerle halay çekerken... Kayseri'de üniversite çıkışındaydık, Bursa'da, Kızılay'daydık. İstiklal Caddesinde aldınız onu benden. yılbaşı kutlayacaktık biz Ortaköy'de, doğru ya orada da alacaktınız onu benden. bahar güneşim... en güzel türküm... çocuklarımız? siz onları da öldürdünüz, büyütemeden... arkadaşlarını, ilk aşklarını, annelerinin uykusuz geçen gecelerini, beraber sevinçlerini, hepsini...’’ siz tam 499 cana kıydınız. 499 anneye, babaya,sevgiliye,arkadaşa... siz kıydınız, ay ışığıma...
Temel Dünya Düzeni Alperen Yavaş
Bileklerimi Ockham'ın usturasında kirlettim Bu bir intihar değil sevgilim Mavinin ardını özgürlükle doldurduğumuz günde Kağıttan sorular uçurmuştuk birbirimize -Dünyanın Everestinden bakınca tüm pusulalar denizi gösterir ?" Tufan sonrasıyla boğuşan bir geminin Bulutları hala nemli midir ?Vesair şeyler. Pek bilirsin Kendimizi yedinci yaşa sabit sandığımız vakitlerdeydi O sıra da ilginçtir (tamamen de tesadüftür) Acemi derinin üstünde salınarak Geçtiği bölgede bir zehir bir kaşıntıyla Boğazım ve oradan beynime uzanan kenenin Eklemlerinden öpmekteydim Elbette bu bambaşka bir hikayeydi. Lafı dolandıramam, elimde usturam Sana son sözüm "her şey dilediğin gibi" olsun Zira huysuzlandığın ne varsa Ya para ya bir kaç dakika belki Akrep yelkovan etkisiyle silinip gitti. Geriye bir bütün parça basit
Basite döndükçe muzip Basitleştikçe daha da garip bir ben kaldı. Saklambaçlı hayalleriyle oynayan Çocuk Fanus kırılınca içeri dolan Ağır gerçeklik altında dilsiz, boğuk. Sorularımı daha cevapsızken vurdular iki gözüm be Ne dememi beklersin böyle ? Çağ yürüdü demir şakıdı duygular kesif Değil tabi, anlamlı parçalar yalnız "büyük resim" ülkesinde Elde kalanlar ( galiba onlar sizsiniz) aynı akıntıda dolanmaktalar. Kuş tüyünden hafif, üflemeyene dargın. Bende mi kalmıştık ? Pas geçelim, böylesi daha açık ve seçik. Artık sadece, büyük kağıtlar yakmak isteyen şairin Büyük dizelerini okuyup uyumak istiyorum. Hani bilirsin rüyalarda olur Bi ihtimal kaybettiğim şeyleri Kendi kilerine koymuştur.
Doa Gorbehaye
ıstılah Yalım Aydın
bunu bana anlat tam on geceden nasıl on bir gündüz çıkardın bej rengi ruj sürdüğünde ten renginden ayırt edilemez dudakların vardı yani oradan çıkan sözlere nasıl inanmayayım bana bunu anlat anlat bunu bana ben senin gürültüne maruz kalan alt komşun olsam bile gece onda polisi arayamıyorken sen nasıl olur da bir gassal soğukkanlılığında bana bakmadan, gülümsemeden geçip geçtiğin her yeri yıkıp geçip tümseklerden seke seke, kumarhane sokağına sapmadan nasıl olur da geçmezsin, seni orada beklediğimi bile bile. bunu anlat bana ülkenin gidemeyişatı üzerine seninle konuştum sen konuşmadın üstüne bir laf etmedin sana feda ederim dedim ettim mi aldın mı ki ciddiye ne hakla soruyorsun sitemini siteme koymadım, çünkü yollamadın belirtilen şartlarda, -word dosyası içinde-times new roman-11punto-
e biz de böyle delikanlıyız dedik en ünlü eserlerinden birine ben böyle yol veririm güzeller güzeli bir ablan vardı o şartları sağladı beş farklı örgüte, pardon fanzine eser yollamış bi' de otobiyografik iki cümle sonra baktık akraban, haydi dedik git yoluna. bize hac yolunda olan insanlar gerek eğer biz bir cami derneği olsaydık veya kafalarımızda siren sesleri yerine sela sesi çalsaydı bu yılın favori parçası belki yaz ayında bi pop şarkısı yerine buysa sebebini sen bul her şeyi ki anlam kapalılığı da buna dair şiire almak da özgürlüğüm altında bu boşluk hissi oluşuyor her karaladığımda bu yırttığımın defterini bir defter olsam belki anlardım neden ucuz kafiye yapmak istiyorum neden illa sesli okunduğunu mu hayal etmeliyim şiirimin? sözde soru cümleleriyle iflah olmuyorum ve ikra.
Ölülerin Kokusunu Duyuyorum Köprü üstünde yanmakta olan son lambanın altında Zayıf bir ışık eşliğinde dikilmekte ölü bedenler Bense seni düşünmekle meşguldüm o sıra Ölülerin kokusunu duyuyorum Bir bertaraflık var üstünde Nedeni günlerden çarşamba Seninle yıkılacak binalara bakıyoruz O binalar yıkılıyorlar Ölüler enkaz altında öylece kalakaldılar Ölülerin kokusunu duyuyorum Bir çığlık duyuluyor etrafta Nereden geliyor anlayamıyorum Sağa Sola Bakarken fark ediyorum ki Bir çınar bağırmakta avaz avaz Ölülerin kokusunu duyuyorum Dikenli çamlar, götürürken bir ulu çınarı ipin başına Çınarın kelepçeli elleri Bunu izleyen kavaklar sessiz ve korkaklar Ölülerin kokusunu duyuyorum
Mithat Berk Aşkar
Yutak ölebiliriz, göğümüzde biterse rüzgar ölebiliriz, siyaha beyaz acıya zevk ölüme kusur dediğimiz esnada oysa karanlığa su serpme yeriymiş dünya doğu'ya yutak batı'ya batık diyen bir anadan geldim buraya burası doğu'nun yarasına yakınma hali burası tırnak acısının evlat acısıyla kıyaslanma hali dedim, burası harap burası dünya dedim, n'olursun acımı doğuyla yarıştırma.
Mert Can Fırat
Çay, Bütün Kötülüklerin Anasıdır
Özkan Balıkçı
'’Neden içiyorsun, neden içiyorsun! Yahu kadın mutlu olmak için içiyorum deyince hemen susuyor. Çünkü kimseye neden mutlu olmak istiyorsun diye sorulmaz. Anladın mı Ercümentcim?'' O yaz bazılarımız hariç hepimiz değiştik … Bedri Abi’nin marangoz atölyesine uğradım, bana sandalye sözü vardı. Sağolsun sandalyeyi bitirmiş, çok ısrar ama ettim para almadı. Akşam biraz oturup muhabbet edelim diye Temel Abinin mekânı Lazvegas a gitmeyi teklif ettim, ‘hay hay’ dedi. Geçen ay mekânda tatsız bir hadise olmuştu. Mekânın mührü sökülünce hem Temel Abiyi görürüm hem de biraz kafamı dağıtırım dedim kendime. Bedri Abi sağlam sözleri bünyesinde barındıran filozofvari bir adamdı. Temel abi güler yüzü ile bizi karşıladı o akşam, uygun bir masaya buyur etti. Sonrası muhabbet sohbet.. ‘’Abi kaç senedir içiyorsun?’’ ''-Evlendikten sonra başladım bilfiil 30 yıl Ercü, evlenene kadar sigara dahi kullanmazdım. Güzel günlerdi'' dedi. Bedri Abi çok hızlanınca yengeye mahcup olmamak adına defans yapıp biraz daha muhabbet edip mekândan ayrıldık. Yaşı itibariyle hızlı güzelleşti, mekândan çıkınca biraz sendeledi, koluna girdim hemen, yapılı adamdır. ''-Ah be abi neden bu kadar içersin ki?’’ ''-Mutlu olmak için evladım. Ama bu sorunun devamı yok’’ Bu kadar sarhoşken mantıklı
bir şeyler söylemesini açıkçası beklemiyordum. -Neyin devamı yok abi? -Karım Nalan, neden içiyorsun neden içiyorsun diye sorunca, ‘‘yahu kadın mutlu olmak için içiyorum'' deyince hemen susar. Çünkü kimseye neden mutlu olmak istiyorsun diye sorulmaz Ercümentcim. ‘Haklısın abi’ ‘Bak sana bir sır daha vereyim evladım’ dedi çatallaşmış sesiyle. ''-Bence bütün kötülüklerin anası çaydır, ciddiyim. Devlet asıl çayı yasaklasın, ülke fevkalade ileriye gider. Bak ben hiç çay içmem mesela ağzıma sürmem’’ Biraz gülüştük. Bedri Abi farkında değildi ama bana o gece hayatımın en anlamlı kelimelerini sıralamıştı. Kimseye neden mutlu olmak istiyorsun diye sorulamazdı. Akşamları benim bahçe en çok ziyaret edilen mekândır. Misafirlerimi işletmeciler gibi yavşakça ellerimi ovuşturarak değil, Temel Abi gibi babacan bir tavırla ağırlarım ama biraya tek kuruş para vermem, yalan yok. O gün Can ve Habip geldiler, oturduk muhabbete. Can, iş yerindeki marazaları anlatmaya başladı her zamanki gibi. Habip de bir yandan çekirdek yiyip yere tükürüp duruyordu. Sonra uzun zamandır hayalini kurup satın aldığım kemanı evden getirmek için müsaade istedim. Az sonra keman elimde geri döndüm. ''Beyler'' dedim sanatçı kişiliğimle. ''Ben herkesin yaşadığını düşünmüyorum. Yere tüküren, amirlerinden sürekli fırça yi-
yen adamlar, keman çalan biriyle aynı hayatı yaşayamazlar'' dedim. Habip baya bozuldu, çekirdek çöplerini avcuna doldurmaya başladı. ‘Bu benim fikrim katılmak zorunda değilsiniz’ Can da sustu... ''Bir insan keman çalmadan nasıl yere tükürebilir onu da hiç anlayamıyorum'' '-Abi ben kabuklarını şey ediyorum' dedi Habip. '' Ye hadi ye '' Kemanı aldığımdan beri iki hafta geçti. Onca deneme yaptım ama zalım kemandan doğru düzgün bir ses çıkarmayı başaramadım. Bir akşam işten eve döndüğümde Can benim evin kapısındaydı. Kafayı öne eğmiş, bir elinde telefon, morali hayli bozulmuş görünüyordu. '’Can ne oldu kardeşim bi sıkıntın mı var?’’ Ses etmedi. ‘Geç hadi bir şeyler atıştıralım ama susmak yok anlatacaksın ne olduğunu''. ‘’Tamam kardeşim’’ dedi. Can o gece sürekli çalıştığı şirketten Selin isminde bir kızdan bahsetti durdu. Uzun zaman sonra çalıştığı şirket ile ilgili problemlerinden bahsetmeden konuşabiliyordu. Sonra dayanamadı 'aşık oldum ben' dedi. 'Nasıl yani anlat kardeşim' dedim. Abi iş yerinden bi hatun ufaktan konuşuyoruz diye devam etti. ‘Can aşık oldum dedin onu anlat’ Sustu.. Anlatamadı. ‘Bak kardeşim insan neye aşık olduğunu anlatamıyorsa ya sevmiyordur ya da yalan söylüyordur’ dedim. Bedri Abinin hediye ettiği sandalyede otururken sanki onun gibi konuş-
tuğumu fark ettim. Can biraz utandı.’’Haklısın bir düşüneyim’’ diye fısıldıyordu kendi kendine. Kulağındaki küpe ile oynamaya başladı. ‘Neyi düşüneceksin olum?’ Bir kaç yudumluk sustu. Sonra müsaade istedi. ''O küpelerden kurtul bilader'' ''Seviyorum küpeyi'' ''Tabi tabi'' Sanırım aşkın en zor yanı aşık olmak, kavuşamamak değil de ne hissettiğini insanlara anlatamamak diye geçirdim içimden. Telefonum çaldı arayan Bedri abiydi, biraz borç para istedi. ‘Ay sonu abi bende de yok’ dedim. ‘İstersen bize gel’ ‘Yok yok eve geçeyim’ diye kibarca reddetti. Sonra Can aradı, birkaç haftadır görüşmemiştik. ‘Müsaitsen sana geleyim bahçede oturalım kuzenim Erkan da İzmir’den geldi o da bizimle olacak nevaleyi ben alırım’ dedi. Sesinde mutlu bir tını, yeni keşif yapmış bir mucit heyecanı vardı sanki. Benim it, atletik havlayıp kuyruğunu sallaya sallaya bahçe kapısına doğru koştu. Can ve Erkan gelmişlerdi. Elindeki siyah poşetlerin şişkinliğine bakılırsa bu gece uzun sürecekti. Bahçedeki tahta masaya oturduk. ‘Ee Can ne haber’ dedim "Ben ol da gör" dedi. ‘Ne diyorsun olum sen?’ ‘’Abi geçen gün aşık olduğumu söyleyince anlat demiştin ya" Evet.. İşte cevap veriyorum ben de "Ben ol da gör"
Can aşkın tarifini yapamıyordu. Bu gerçekten sevmediğinden değildi, belki de sevdiği şeyin gerçek olmamasındandı. Sevgi gibi çaba isteyen bir şeye sahip olmak için heyecan duymak yetmiyor. Günümüzde de böyle. Her taraf aşıklarla dolu ama aşık olunanlar ortalıkta görünmüyorlar. Belki de yoklar. ‘Seni tarif edemiyorum bilader’ dedim. Gerçekten de Can tarifsiz bi eşgaldi. Hevesli çocuktu ama en büyük problemi neye hevesli olduğunu tarif edemiyordu. Sadece güzel heves ediyordu. Bunu ona söylediğimde doğru söylüyorsun derdi hep. Yine söyledim, yine doğru söylüyorsun, dedi. Erkan sen ne yapıyorsun okul nasıl, İzmir nasıl? "İyi be güzel abim çok şükür okul ortam falan iyi " dedi. Erkan’ın bu lüzumsuz saygılı modu beni hep rahatsız etmiştir. Acaba, Erkan müptezel miydi? Kimseye çaktırmadan otiçenlerdeki kronik hastalık, gizli müptezelliğin dışa vuruşu, sürekli saygılı bir genç imajı verme çabası, derinlerdeki suçluluk duygusu. Gözlerimi gözlerine diktim. Biraz rahatsız olduğu belliydi. Yol kenarında kıvranan yaralı bir hayvan gibiydi. ‘’Ee yakışıklı abim sen nasılsın" dedi biraz süplüm püklüm.
Erkanı masadan kovmama sebebimin ne olduğunu asla öğrenemedim. Erkan da ne konuşmasını ne de içmesini öğrenebildi. Can o günden sonra bir daha bana şirketteki kızdan hiç bahsetmedi. Habip ise bahçeye geldiğinde daha itinalı davrandı, yerlere tükürmeyi kesti. Maalesef o gece Bedri Abiyi kaybettik. O güzel yaz akşamında aniden öldü. Haberi de aniden geldi. Evine koştum. Nalan Teyze; "bahçedeki çardağın altında çay içip laflıyorduk, uzun zaman sonra ilk kez bir akşam içki içmemişti" diyerek ağlıyordu fiskosçu komşularıyla. Demişti abi demişti! Çay bütün kötülüklerin anasıydı! Bedri Abi o gece bir değil iki şey öğretmiş meğer. Kahvaltılar dahil ağzıma bir daha çay sürmedim. Koca bir yaz bitmişti ve ben hala keman çalamıyordum. O yaz ben hariç herkes ve her şey değişmişti.