Birlikte Sevgililer Çağı'na kılınsak ya. İspanyol paçası sevişilmiş lejyonerlerden kara kıtalara korsanlık bedava ya Hani çocukların ağzında misket ağırlığında çise çisedir saklambaçlar öylece Hani kahredilmiş bahçelerden asfaltın türküsüne yolculuktur ya bu Dünya asıl vertigoya bende şahit olmuştur. Bir yangın azami mandalinaların sessizliğinde Oluşulur puantiyesizlik... Peygamber vitesi R'de Faytonların gözleri bantlanmış ...... ... .......... ........ .. .... ................. ..! ..? Pörtlemiş gözlerden fışkıran kataraktlardan çaldım ben bu mahlası Paltosu dövülen kardeşler geçerken İspinozlar marş eşliğinde gözlerimin hemen üstünden geçerken Bir manav tezgahı tekmelenirken Bir tütün kolonyası koklanırken Avuçlarımda dev sinekler birikmiş Okşanırken maganda Lale Tanrısı Dökülürken sürahiden gecenin 4'ü halıya Çenemde Prozac bağımlısı dervişlerin cümleleri titremiş. Hızmalarıyla ünlenmiş ne espadrilli kadınlarsınız öyle Yaprağım kalmaz öylesiniz o denlisiniz çoksunuz. Bunlar bir yana Abiler vardır Anadolu'yu katar cigarasına Duman duman kendileri tüter
O abiler Anadolu'ya kıyamaz O denliler, öyleler. İsyan, değirmenlere Don Kişot kadar uzaktır. Dökülsün kentin bağırsakları Kelepçelensin iç organları kuşların Yakılsın ağıt, zehirlenir gibi bir şiirin rötarlı bıyığı Vahlansın gün Şakalansın Gladio. Beyler mottomuz acı çeke çeke gebermektir. Acının aynı anda ikiye ayrılan yerinde ruhun korkudan yok olmasıdır Var mısın? Var mısın hazin bir yaz günü, boyalı kunduraları erkekliğimize takas etmeye? Var mısın bir davulun içine hapsolmaya? Rakıyı kovada on gün susuz kalmış gibi dikmeye Leğendeki tuzu 3 gündür aç gibi sıfırlamaya? Barış, ormana çam ağacı kadar yabancı. Robdöşambrlı bir adamın elindeki viskiden Fransız balkondaki manzarayı sekize katlayabildim sonunda, gündüzün oğlunu emzirirken zorla çalıştırılan anneler Arkadaşlar mottomuz bok tadında ölmektir.
Evden çıkarken kırmızı paltomun şehrin ıslak kaldırımları boyunca sürüneceğini tahmin etmemiştim. Saat 19.41 ve gökyüzü akşamüstü mavisi. Tramvayın en arka vagonunda, gidiş yönüne ters hizalanmış açık gri koltukta, sağımda kalan penceredeki yansımamdan yuvarlak hatlı yüzümün belli belirsiz engebelerini gözlüyorum. Kırmızı beremin altından ıslanmış mandalina rengi saçlarım yanaklarımdan omuzlarıma dökülüyor. Koyu kahverengi gözlerimin altında yaşımdan beklenmeyecek çukurlar oluşmuş, uykusuzluktandır diye düşünüyorum belki de genetik. Rujumun rengindeki bir çizgi ile çevresini kalınlaştırmaya çalıştığım dudaklarımın üzerinde, ucu keskin bitmesine karşın sevimliliğini koruyan küçük burnumu görüyorum. Unutmamam gereken bir şeyi hatırlamış gibi ani bir hareketle kulpu yırtılmış küçük siyah çantamdan mercan rengi rujumu çıkarıyor ve yansımama bakarak dudaklarımın üzerinden geçiyorum. Ruju yerine koyduktan sonra sol elimin kısa parmakları tekrar çantamın içini yokluyor; anahtar, cüzdan ya da başka bir makyaj malzemesi? Üstü beyaz benekli kırmızı kuşe kâğıdıyla kaplanmış tepesi beyaz fiyonklu küçük bir kutuyu tamamını çıkarmayacak şekilde gözlerimin önüne getiriyorum. Bende olmasına şaşırıyormuş gibi kutuyu okşarken dudaklarımı kontrol ediyorum; renkleri yeteri kadar uyumlu mu ya da rujumu taşırmış mıyım? Korkmadan, yalnızca irkilerek pencerenin üzerinde, koridorunda öte tarafında çaprazımda kalan koltuklarda oturan adamın bakışlarıyla karşılaşıyorum. Göz göze gelmemizin ardından bakışlarını karnında birleştirdiği ellerine çevirdi korkuyla. Pespaye, yoksun, yitik; üzerinde durmuyorum. Parmaklarım hâlâ kutunun üzerinde, var olduğunu unutmak istemiyormuşum gibi. Hafif ama durdurulamaz
bir gülümseme beliriyor dudaklarımda, devamının önüne geçmek istermişçesine elmacık kemiklerimi sıkıyorum, dudaklarım iki kenarından çeneme doğru sarkıyor. Somurtkan bir gülümseme, ellerim gibi hediye paketinin üzerinde şimdi. Kelimelerimi dikkatli seçeceğim. Kiminle ne konuşulur ne konuşulmaz, hangi muhabbetin ömrü ne kadardır, hepsi aklımda. Kapı açılır açılmaz uçarı olmayan ama hayli neşeli bir ifade yerleşecek yüzüme, ardından son derece yavaşça ev sahibinin ayaklarına kendini belli etmeyen bir bakış. Ayakkabıları ayağındaysa ilk adımı kendimden olağanca emin eşikten içeri atarım yoksa botlarımı çıkarmam gerekebilir diye renkli çoraplarımı giydim. Umarım ıslanmamışlardır ve lütfen içeride çıkar içtenliği ile karşılarlar beni. Boynumu hafifçe sağa çeviriyorum, dişlerim iç dudağımı ısırıyor. Tersine akan dünyanın sokak lambaları yanmaya başlamış. Pardösülerinin yakaları omuzları gibi dik insanlar, koşar adım ıslanıyor. Birikmeye başlamış yağmur damlalarına gözüm kayacak olsa koridorun diğer tarafındaki adamın bakışlarının yeniden üzerimde olduğunu fark edebilirdim ama yalnızca evlerine yetişmeye çalışan insanları görüyorum. Uzun süre önce bitmiş bir saklambaç oyununda ebelenmek isteyen ama karanlıkta oyun arkadaşlarını bulamayan yalnız çocuklar gibi arayarak yürüyorlar. Küçük bir davet; sen de gelmek ister misin? Tahminimce son gün haber vermenin getirdiği müsait olmayacağıma duyulan haklı bir inancın ve haftalardır yanımda konuşmalarının yarattığı isteksiz bir ihtiyacının etkisindeydi. Evet, elbette. Bizim için planlarını ertelemeni istemeyiz. Yarın akşam için bir planım yok. Yeni bir dünyanın umutlarımdan başka tek ulağı; küçük bir davet. Mutluluklarını yanlarında solumamış olsaydım, onları bu kadar kıskanmazdım. Avuçlarım hediye paketinin üzerinde birleşiyor, ait olmak ister gibi parmaklarımı geçiriyorum. Elmacık kemiklerimi sıkıştırıyo-
rum ve dudaklarım iki kenarından çeneme doğru sarkıyor. Benim durağım, hiddetini kıyıyı görmesiyle beraber arttırmış bir dalga gibi üzerimdeki kalabalığın üstüne ilerliyorum. Tramvaydan iniyorum.
Karşımda oturan kırmızı bereli kadının çantasından beyaz bir kurdele düştü dizlerimin üzerine. Zamanında seslenmeliydim. Bacaklarımdaki kurdelenin ne olduğunu anlayana kadar kalabalığa karıştı, belli ki acelesi vardı. Tramvay durduğunda ayakta bekleyen yaşlı, kahverengi kasketli ve kuvvetli bir adam başımın üzerindeki pencereyi araladı. İçerisi havasız ama soğuk hava boynumdan içeri doluyor. Yüzümün yarısını yağmur kapladı. Bebek arabalı bir kadın sesleniyor: Arabada çocuk var, kapatır mısınız şu camı hasta olacak. Yaşlı adama karşı birleşmiş bir homurtu yükseliyor; bu havada pencere mi açılır. Tansiyonum düştü diyor adam müsaade edin iki dakika açık kalsın. Bunun üzerine yanımda oturan engelli genci es geçen bakışlar üzerimde toplanıyor. Yağmur yüzüne yağarken ses çıkarmamıştı, şimdi de tansiyon hastası yaşlı adama yerini vermiyor. Eskimiş, siyah deri ceketimin cebinde güneş gözlüğümü yokluyorum. Bakışlarından siyah bir cam vasıtasıyla kaçmak için vakit hayli geç, yanımda kulaklık olmasını isterdim. Başımı sola çeviriyorum, ne kadar uğraşsam da yüzümü görmeden önce sokağı fark edemiyorum; ne büyük ve eğri bir burun ne de dudaklarımın üzerinde siyah bir ben. Olağana kıyasla küçük ve oval bir surat. Ritimsiz çıkan sakallar ve alnımın üzerine düşmüş bir tutam kahverengi saç. Uçları yeri gösteren ayrık ve şekilsiz iki koyu kahverengi göz, altında düz bir burun ve avuç içi renginde iki dudak kulaklarımın altından başlayan iki keskin doğruyla bitmiş neredeyse çenesiz bir suratın üzerinde. Yüzümü geçen gözlerim sokağın titreyen insanlarına kayıyor. Nereye gittiklerini bilmeden oradan oraya kaçıyorlar ama yağmur nereye gitseler tepelerinde bekliyor. Gece çökmüş üzer-
lerine ve inatçı bir rüzgâr saçlarını karıştırıyor. Dehşet duygusuna kapılmadan düşünülemeyecek bir çölün ortasında yürüyen yüzlerce kişilik bir kervanın içinde, kararlı bir haydutun bakışlarını üzerine çekmiş bir yolcu gibi koridorun sağında oturan adamın bakışlarını yüzümde hissediyorum birden. Göz göze gelmemizle beraber çekingen bakışlarını bacaklarında topladı, demek bir haydut değil, bir kaçak diye düşünüyorum. Gayrı ihtiyari aynı tepkiyi verdim. İki tane yoksun, ayrı koltuklarda bilinçli olarak bacaklarımızı seyrediyoruz. Yaşlı ve kuvvetli adam üstümdeki pencereye uzanırken dirseği ile eğilmiş başıma çarptı. Tepki vermedim, iki dakika geçmiş olmalı. Başımı kaldırmadan pantolonumun ceplerimi yokluyorum. Her ne arıyorsam cebimden çıkmıyor. Ensemi koltuğun arkasına yatırdım ve yay gibi gerildi, uzadı bacaklarım. Yaşlı adam ne aradığımı anlamak istermişçesine ceplerimi izliyor, engelli çocuk sol dirseği ile beni dürtmeye başladı; rahatsız olmuş olmalı, yerden gitgide uzaklaşan tabanlarımın kırmızı bereli kızın yerine oturmuş gözlüklü, duraksız bir gülümseme ile yeri gözleyen, biraz tombul ve buruşuk yüzlü yaşlı teyzenin diz kapaklarına değmesine ramak kaldığını görebiliyorum. Duyumlarımı denetimim altında tutmayı başaramadım, şimdi bir tehlike hissi ceplerimin dışında kalan bileklerimden gövdemin yukarısına yayılıyor. Bugün, birazdan uçacak geçmişi yakalayıp yeniden şekillendiriyor zihnimde, anımsıyorum ve sanki tüm tramvay beni seyrediyor. Aile bireyleri, birkaç yakın arkadaş, uzaktan tanıdıklar sözleşmişler gibi bir ağızdan soruyor; neden buradasın, belli ki yine geç kalmışım, ardından iç çekişler ve zoraki cümlelerinin yuvarlak hatlı ama ağır kelimeleri. Bir bozuk para. Sol cebimin derinlerinden parmak uçlarımla kavradım, şimdi doğruluyorum, avcumun içini bütün tramvaya haklı olduğumu göstermek istermişçesine sergilemeye açık bırakıyorum; bir bozuk para, aradığım şey bu muydu? Kafamı kaldırdığımda yaşlı adamın gittiğini görüyorum, dakikalar önce seslenişini
duyduğum çocuklu kadın engelli gencin yanına kadar gelmiş. Bunca zaman kimse ona yer vermemiş olmalı. Kadının bakışları birikiyor üzerimde, iğneleyici sözlerinin nihai hedefi olmama az kaldığını hissediyorum. Durakları yokluyorum ama hiçbiri tanıdık gelmiyor, olsun, indiğim yerde tekrar binerim. Buyurun diyorum çocuklu kadına siz oturun, ben zaten inecektim.
Bir bozuk para. Koltuğun üzerinde unutulmuş, hâlbuki o deri ceketli tuhaf çocuk nasıl da izliyordu parayı avcunun içinde, düşürdüğüne üzülecektir. Bedensel engelli genci kaldırmamak adına çocuk arabasını tutmasını rica ederek ve bebeğimi kucağıma alarak pencere kenarındaki koltuğa oturdum. Beni rahatsız etmemek için yerinde doğrulmaya çalışıyor çocuk, başımı biraz döndürerek dudaklarımın kenarından hafif bir gülümseme ile gerek olmadığını belli etmeye çalışıyorum. Kızım, göğüslerimin üzerine başını yaslamış, nerede olduğunu anlamaya çalışıyor. Yüzünü cama çeviriyorum, birbirimizin yansımasını seyrediyoruz. Meraklı ve şaşkın gözlerle yüz hatlarımı incelerken sağ elini cama yaklaştırıyor, bana beni göstermeye çalıştığını düşünüyorum. Pembe dili ağzından çıkmış, şaşkınlığına destek veriyor. Ceketimin cebinden kuru bir mendil çıkarak ağzını siliyorum, hanımefendiler toplum içinde dillerini çıkarmamalı küçük kızım, bu cümlelere ne zaman başlamalı? En azından şimdilik konuşamıyor, biraz daha bekleyebiliriz. Küçük kafasını, boynumdaki lacivert fuların bittiği yere, göğüs kafesimin altına sokuyor. Camın önünde yalnızım. Rüzgârın ve yağmurun etkisiyle dağılmış, yalnızca bir kısmını başımın arkasında toplayabildiğim kahverengiye çalan hardal rengi saçlarımın şakaklarımdan çenemin hizasına inişini görüyorum. Koyu mavi gözlerimin altında çukurlar oluşmuş, yorgunluktandır. Kırışıksız ve açık alnıma karşın yanaklarımın bittiği yerde ince çizgiler belirmiş, eminim ki beş ay öncesine kadar
onlar da pürüzsüzdü. Kemerli ve büyük bir burun, üst kısmı şekilsiz kalın dudaklarımın üzerinde asılı duruyor. Yüzümü yakından görmek ister gibi cama yaklaşıyorum, kendimle burun burunayım. Burnum biraz yamuk mu? Yüzümü incelerken boynumun aşağıya çekildiğini duyuyorum, kızım fularımdan kavramış başımı kendine doğru çekiyor. Hayır, elbette seni unutmadım, yalnızca bir ya da birkaç saniye, en fazla o kadar. Sırtımı arkaya veriyorum ve bu sefer cama fazla yaklaşmadan burnumu tekrar incelemek üzere soluma döndürüyorum başımı; her zaman yamuk muydu? Ama yansımamın olduğu yerde artık sokağı görüyorum. Günün yorgunluğunu üstlenmiş insanlar kaldırımları ağır ağır adımlıyor. Eğik başları, ezbere bilinen bir yolu yürürken yürüyüşün unutulmasını haklı çıkarıyor, yarın aynı yolu tekrar adımlayacaklar. Sürekli yağan yağmurun çizdiği camın üzerinde, içimde hiçbir etki yaratmayan bakışlarla karşılıyorum. Sakince doğrularak, beklemediği bir anda koridorun diğer tarafında oturan adamın yüzüne bakıyorum. Hazırlıksız yakalandığı için utanarak ama çiçeklerinin güneşi gördüğünde çevrilen boyunları kadar doğal bir çaba ile yerde topladı bakışlarını. Umarsızlığın verdiği kayıtsızlıktan çok meraklı ama saydam ve mekanik gözlerini henüz kafasını çevirememişken gördüm. Yarın aynı koltuğa tekrar bakacak. Fotoğraf çekmeyi sever misiniz diye soruyor yanımdaki genç berrak, ılık ve ezgili ses tonuyla, gülümseyerek çocuk arabasının üzerinde bıraktığım makineyi gösterirken. Dalgınlıkla ortada bıraktığım makineyi aramızdaki güvenin işareti saymış olduğunu hissediyorum. Evet, kızımız doğduğunda eşim almak istedi diyorum, hiçbir anını kaçırmamak için. Onu kırmamaya gayret ederek fotoğraf makinesini uzatmasını rica ediyorum, verilmiş bir sözü atmışım gibi uzatıyor makineyi gözlerime bakmadan. Kızımı kucağımda hafifçe doğrultarak askısını boynuma geçiriyorum. Sol elim kızımın belini kavramışken sağ elim makinenin üzerinde duruyor şimdi. O kadar hızlı büyüye-
cek ki demişti eşim, unutulmaya mahkûm hiçbir anısının kaybolmasını istemiyorum. Oysa bir anın varlığının yalnızca fotoğraf ile güvence altına alınabileceğini o güne kadar düşünmemiştim. Kapı çalıyor. Fotoğrafı çekilmemiş her şey, bugün yitip gitmiş midir diye geçiriyorum içimden. Kapı çalıyor. Peki bir anı, değerli olduğu için mi fotoğrafı çekilir yoksa artık fotoğrafta olduğu için mi değerlidir? Kapı çalıyor. Kapı çalıyor. Kapı çalıyor.
Karanlık bir oda. Pencereleri kaplamış çift kat gazete kâğıtları günün neresinde olduğunun anlaşılmasını olanaksız kılıyor. Gözlerinin, gördüğünü seçebilmesini sağlayan tek şey koridorun sonundaki odadan gelen cılız bir ışık, onun da gücü geceyi yahut gündüzü tayin etmek için yetersiz. Salonun ortasındaki girintili, rahatsız ve rutubet kokan kanepenin üzerinde avuç içlerine bastırarak doğruldu. Bacaklarını indirmeye çalışırken diz hizasında duran geniş kahve sehpasının üzerinde birikmiş tabak, kâse ve bardak kulelerinden birini devirdi. Tuzla buz olan camların bıraktığı ses az eşyalı geniş odanın içinde yankılanırken nerede olduğunu anlamak ister gibi odanın içerisinde gözleriyle hızlı bir tur attı. Neden uyandığını hatırlamaya çalışıyordu. Adrian, Adrian aç kapıyı! İki kuvvetli yumruk arka arkaya demir kapının üzerine indi. İçerdesin biliyorum dedi arkasındaki buğulu ve tok ses, sadece merak ediyorum, rahatsız etmeyeceğim. Çıplak ayaklarıyla cam parçalarından birine basmanın telaşı içinde yavaşça yeri yokladı. Güvenilir bulduğu halının üzerine ilk adımını bıraktı, ardından ikincisi. Ayağa kalktı ve kanepe ile kapı arasındaki mesafeyi beş adımda geçip sürgüye uzandı. Koridorun parlak ve yakıcı beyaz ışığı görüşünü yok etti, biraz önce yankısını duyduğu cam parçalarının her birini göz kafesinde hissediyordu. Arkasında bıraktığı
aydınlık gölgenin içerisinden bir siluet hızlıca eşiği geçti, omzuyla kapıyı kapattı ve taşıdığı ağır poşetleri kapının önüne bıraktı. Acı içinde elleriyle gözlerini kapatan Adrian ayakta durmaya çalışıyordu, yaşça büyük olduğu alnındaki derin çizgilerden ve toz taneleri gibi yüzüne dağılmış gri kirli sakallarından anlaşılan iri cüsseli adam onu dirseğinden kavradı ve kanepeye kadar götürdü. Biraz önce terk ettiği kanepede yan yana oturuyorlardı. Adrian, korkuyla karışık bir merakla kafasını kaldırdığında yaşça büyük adamın dehşet ve acı içindeki iri gözlerini odayı incelerken buldu. İlk defa geliyormuşum gibi dedi adam, her seferinde. Konuşurken yutkunuyordu. Kafasını kapıya doğru çevirdi, sessizce ağladığının anlaşılmasını istememişti. Gövdesi aralıklarla sarsılırken ağzını tüm gücüyle kapattı, derin bir nefes almayı başardığı vakit çıkması gerektiğini düşündüğü kelimeyi buldu ve yavaşça, her hecede duraksayarak seslendi; nasılsın. Adrian nasıl olduğunu düşündü, doğruyu söylemek istiyordu ama uygun bir cevap bulamadı. Sessiz iniltilerle yanı başında devinen adamın ensesini izlemeye koyuldu. Telaşsız, durağan ve samimi bir keder içinde olduğu her halinden belliydi, ona yakınında olduğunu hissettirmek istedi. Nasıl yapılacağından emin olmadığı için vazgeçti. Yaşça büyük adam oturduğu yerde doğruldu ve nefesini düzenledi, gömlek cebindeki sigara paketine uzandı. Bir tanesini dudaklarının arasına sıkıştırdıktan sonra paketi başını çevirmeden isteksizce uzattı, Adrian karşılık vermedi, adamın çakmağından çıkan ateş yüzünü ve odayı aydınlattı. Bir kanepe, önlerinde kahve masası arkalarındaki boşluğun ötesinde kalabalık bir aileye yer verebilecek kadar büyük bir masa. Masanın üzerinde sehpayı aratmayacak yemek artıkları, kırılmış tabaklar ve duvarlarda yerinden edilmiş çerçevelerin irili ufaklı izleri. Kahve masasının sağ köşesinde yerini yadırgayan eski bir abajur ve ayaklarının altında rengini yitirmiş bir halı. Sigarasından derin
bir nefes aldı, şimdi daha sakindi. Dumanı bulaşıkların üzerinden tavana doğru ilerlerken Adrian’ı izledi. Boğazını temizledikten sonra, bu sefer doğru soruyu bulmuş gibi kendinden emin ama hala kederli, gözlerinin içine bakarak sordu; en son nerede olduğunu hatırlıyorsun? Bir tramvay dedi Adrian, doğru söylediğinden şüphe duymadan. Dışarıda yağmur yağıyordu ve kalabalık bir tramvayın içindeydim. Sigarasından derin bir nefes daha çekti adam. Nereye gidiyordun? Adrian soruyu gülünç buldu ama yanıtladı. Kucağımda kızımla evime gidiyordum, yanımda yürüyemeyen bir genç vardı ve boynumda fotoğraf makinesi, günlerimin basit bir kopyası. Biraz düşündü, anıları ona karşı birleşmiş, bir ihanet cephesi oluşturmuştu, hayır dedi. Hayır yanlış hatırlıyorum, bir bozuk para. Uzun süredir ayakta bekleyen çocuklu kadının sinirini üzerime çekmekten tedirginlik duymuştum, başımın üzerindeki pencereden içime soğuk işliyordu ve yüzümün yarısını yağmur damlaları kaplamıştı, durağımdan erken inmek zorunda kaldım. Biraz daha düşündü, artık paniğe kapılıyordu, başını ellerinin arasına yerleştirdi ve iyice düşünmeye çalıştı çünkü yanlış hatırlamaya devam ediyordu. Bekle dedi, beyaz benekli ve fiyonklu kırmızı bir kutu kulpu yırtılmış siyah çantamın içinde, gidiş yönüne ters hizalanmış koltuktaydım. Arkadaşlarımdan birinin doğum günüydü. Çoraplarımın ıslanmamış olmasını diliyordum ve ayakkabılarını içeride çıkar samimiyetini. Tüm bunlar olurken dedi yaşça büyük adam, geleceğinden emin olduğu bir cevap varmış gibi; hiç kimseyi fark etmedin mi? Cam geldi aklına Adrian’ın, içleri boşalmış madeni ve şaşkın gözlerle abajura bakıyordu şimdi. Biri beni izliyordu, bir haydut, pespaye, yoksun, yitik bir kaçak, meraklı ama saydam ve mekanik gözleriyle beni izliyordu. Kafasını sola çevirdiğinde abisinin yorgun bakışlarıyla karşılaştı. Ben dedi sessiz ve şaşkın, ben bizi izliyordum.
Önce aynalarla başladı. Evin içerisinde kendini görebileceği ne kadar yüzey varsa ya kaldırdı ya da gazete kâğıtlarıyla kapladı. Ardından insanlar geldi. Gördüğü, karşılaştığı herkes ve onların bakışları kim olduğunu hatırlatıyordu. Bir bir onları da kaldırdı. Son olarak eşyalar geldi. Kendi yüzünü göremediği, kimseyle görüşmediği doğduğu evde sürekli anılarla karşılaşıyordu. Eşyaların ona kim olduğunu tekrar tekrar anlatıyor oluşunun önüne geçemedi, onlardan da kurtuldu. Kim olduğunu söyleyecek hiçbir şey kalmamıştı, o da herkese evrildi. Benim çocuk ve sevimli kardeşim tırnaklarıyla kendini kazıdı ve ara ara kimlik avlamak için sokağa çıkmak dışında evine, evimize kapandı. Avladıklarıyla uzun süre hayatta kalmayı öğrendi, olduğu herkesi evine taşıdı, tutumlu ve gösterişsizce beslendi eski bir kanepenin üzerinde. Kim olduğunu hatırladığı birkaç saniyeden medet ummayı uzun süre önce bıraktım yalnızca yemeklerini bırakıp bulaşıklarını yıkayacağım. Geçen gelişimde buruk bir umutla getirdiğim annemizin eski abajurunu henüz kaldırmamış. Ya anısıyla henüz karşılaşmamıştı ya da orada durduğunu bile fark etmedi. Gözlerini kaçırmadan beni izlediğini görüyorum. Bakışlarıyla yavaşça yüzüme yaklaşıyor, ona, eşyaya, onun dışındaki dünyaya nasıl baktığımı ezber etmek ister gibi. Yüz hatlarımı inceliyor, alnımı, saçlarımı, çenemi, burnumu. Kendimi gördüğümde nasıl tepki vereceğimi, kendime nasıl yaklaştığımı anlamaya çalışıyor. Okyanusun ortasında kimsesizlikten balık olduğunu düşleyen bir kayıkçı ya da terk edilmiş bir kasabada toprağa basmadan yürümeye çalışan rotasız bir koleksiyoncu. Benim kayıp kardeşim, şimdi ben oluyor ve her ikimizde o esnada onu izliyoruz.
entropi Ahenkteki kasvet gibi bir sırdı cenazen Gökkubbenin ardında semalarca semazen Bir kuytu manastırda dualar gibi gamlı Yüzlerce ağızdan koro hâlinde devamlı cehennemden geçerken gölgeme selam verdim zira ahlaki sünepeliğim asalak bir mahluktur irademin omurgasına yuvalanmış inşa ettiğim abidevi yıkım oyuk enkazı vicdanımın ve şiir yükselen çığlıklardır adımlarımı bastığım cesetlerden üstümüze düşen kutup yıldızıyla mahcup alevler içindeki mütenebbi yerküre ve hep bir ağızdan akciğerlerimize doldurduğumuz yapraksız ağaç, kendisini içen izmarit, insan. yılanlardan korkardık ve düşmekten
işte Atlas'ın kamburu çatırdadığında oturduk yüreğine karanlığın palas pandıras boğazımızda düğümlenen dua çiçeği burnunda bir kanser (but it's not the fall that kills you) kehanetlerine şahidim kafatasımın arkasında Zerdüşt ve Raskolnikov Kayıp Firdevs'in öteki tarafından hıçkırıkların değer kulaklarıma bak tek gözüm gitti ki hiyeroglifler bahseder bundan ben bir zar atımının ortadan kaldıramadığı tesadüf göster bir kardeşlik mührü olan doldurulamaz boşluğu göğsündeki ve fısılda unuttuğum ayetleri çünkü artık ve her zaman kader var olmaktır damarlarımda reenkarne Tanrı ich verstehe dich
Merhabalar, 2020 yılındaki tüm sayılarımızda protest rap icracılarıyla söyleşiler gerçekleştirmek hedefimize teklifimizi kabul etmeniz sayesinde bir adım daha yaklaşmış olduk. Teşekkür ederiz bunun için. Biz ekip olarak sizi tanıyor, dinliyor ve yaptığınız işi değerli buluyoruz. Bilmeyenler veya tanımayanlar için, Boykot kimdir, nedir? Öncelikle biz teşekkür ederiz. Umarız yıl sonunda hedefinize ulaşmış olursunuz. Boykot, 2008 yılında İzmir Karşıyaka’da birkaç liseli genç tarafından kurulmuş bir rap grubu. Aslında 2006’da kuruldu ama Boykot adıyla, sadece müzik boyutuyla da değil, graffiti alanında da çalışmalar yapan bir grup olarak çalışmaya başlaması 2008’dir. Klasik, bir mikrofon bir ses kartından oluşan ‘home studio’ ile birçok şarkı yaptık. Başlarda ‘crew’dik. Herkes kendi mahlasını kullanıyordu, crew olarak bir aradaydık. Şarkılarda, duvarlarda herkes kendi imzasıyla iş yapıyordu. Zamanla diğer arkadaşlarımız bu işlerden uzaklaştılar ve geriye iki kişi kaldık. Başından beri politik mesajlar içeren şarkılar yaptık ama profesyonel bir uğraş olarak değerlendirmiyorduk. Şarkıların hepsi ‘demo’ diye tabir edilen ham kayıtlardı yani. Sadece kendimiz dinleyip arkadaşlarımıza dinletiyorduk. Bir çevre oluşturalım, fanlarımız olsun, ünlü olalım falan, hiç o açıdan bakmadık olaya. İşin o boyutunu yıllar sonra bilincimize çıkarttık. 2012’de Argo İzmir bünyesinde müzik yapmaya başladık. 3-4 tekli şarkı ve 2014’te Geri Dönmek Yok adlı bir albüm çıkarttık. Sonrasında bir süre boşluk. Tek tük işler, birkaç düet ve toplu parça dışında pek bir şey yapmadık. 2019’dan itibaren yeniden düzenli olarak üretmeye başladık. Son zamanlarda rap müzik, anaakımda epey boy gösterir oldu ve gerçek anlamda bir ‘’meslek’’ haline dönüştüğünü söyleyenler
bile var. Sonuç olarak para kazanılabilen bir şey haline geldi ve bunun olumsuz yanlarından biri de endüstri karşıtı tutuma daha az rastlanılabiliyor olması bizce. Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz, sizce endüstri karşıtlığı gerekli veya sürdürülebilir bir tavır mu bugünkü koşullarda? Bu konuda iki nokta var önemli olan. Birincisi endüstri karşıtlığını ne olarak değerlendirdiğimizle alakalı. Bandrollü albüm yapmak mı? Bir plak şirketiyle ya da prodüksiyon şirketiyle çalışmak mı? Yoksa üretilen işlerin içeriğinin endürstri karşıtı ögeler barındırması mı? Tamamen kendi imkanlarımızla üretim yapsak da, sırf dijital platformları kullanıyor olmak bile başlı başına endüstriye dahil olmak aslında. Bu anlamda biz işlerin içeriğine ve işi yapanın samimiyetine önem veriyoruz. Meslek haline dönüşmesine de bir itirazımız yok. Çünkü herhangi bir sigortalı işte çalışmak kadar zaman ve daha da fazla efor harcanıyor bu işe. İster istemez para da harcanıyor. Yani rap yaparak para kazanılıyor olması kötü bir şey değil aslında. Para kazanmak amacıyla yapmakla, yapılan işten para kazanmak aynı şey değil. Asıl ayrım bizce ne amaçla bu işin yapıldığı. Para kazanmaya odaklı olarak yapıldığında, sistemin ve toplumun geri yönlerini eleştirip bunları göze batırmaktan çok o yönlerden faydalanarak çürümüşlükten nemalanılıyor. Ama samimi bir şekilde topluma onu ilerletecek mesajlar verildiğinde, toplumu çürüten, ilerlemesini engelleyen sistemin maskesi düşürüldüğünde bu yapılanın para kazandırıp kazandırmaması bir şeyi değiştirmez. İkinci nokta da şu, biz bunlardan kendimizi tamamen soyutlamış olsak bile bu gidişatın önüne geçemeyiz. Her gün bir yenisi kurulan şirketleri, kâr amacıyla rap müziğe yatırım yapan zenginleri engelleyemeyiz. Üstelik kendimizi sırf ‘endüstri’ olduğu için soyutladığımız platformlarda da bulunmayarak meydanı tamamen onlara bırakmış oluruz. Bu da amacımıza gölge düşürür. Toparlarsak, endüstri karşıtlığı gerekli ve sürdürülebilir bir tavırdır. Ama bu konudaki tutumumuzun ‘kapitalizme karşıyız diyorsunuz hem de Adidas, Nike giyiyorsunuz’ seviyesine inmemesi gerektiğini düşünüyoruz.
İcra ettiğiniz müziği dinleyen kitle de düşünceleri aşağı yukarı sizinle aynı noktada kesişen insanlar. siz söylediklerinizin yerine ulaşması için daha duyulabilir olmaya nasıl bakıyorsunuz? Bu duyulabilirliğin günümüz ‘‘piyasasındaki’’ temellerine bakacak olursak geniş bir kitleye seslenmenin sizce ne gibi artı ve eksileri var?
Sistemin üretenden, yurttaştan yana hale geldiği olası bir değişiklik, müziğe nasıl yansır? Tüketim odaklı müzikler sizce ortadan kalkar mı? Ya da bu tip bir değişikliği talep eden müzisyenler artık ne tarz müzikler yapmaya başlarlar? Genişletelim, sanat, belirli sıkıntılardan besleniyor diyenler var, bu sıkıntıların kayda değer bir kısmının ortadan kalktığı tabloda sanatın niteliği nasıl olur Müzik yapan birinin, ‘benim yaptığım işi az kişi sizce? dinlesin’ diye düşünmesi, eğer hobi olarak yapmıyorsa, pek mantıklı değil. Pazarlamada Bizim için sanat gerçeklikten beslenir, sıkıntı‘niş pazar’ diye bir şey vardır. Çok dar bir tüke- lardan değil. Bugünün gerçekliği sıkıntılarla tici grubunun ihtiyaçlarına yönelik ürünler dolu bir dünya olduğu için bundan besleniyopazarlanır. Diyaliz makineleri mesela. Müzik ruz. Yarın bir gün, sıkıntılar ortadan kalkarsa, böyle bir şey değil. Özellikle bizim tarzımızda her şey güllük gülistanlık olursa, o zaman gümüzik yapan insanlar, müziğinin olabildiğince zelliklerden besleniriz. Onları anlatırız. Kaldı ki fazla kişiye ulaşması gerektiğini düşünmeli. ciddi bir toplumsal dönüşüm içinde büyük Çünkü bizim gibi düşünen kaç kişi bulunduğu- sancıları da barındırır. Bu dönüşümün tamamna dair elimizde bir veri yok. O yüzden anca lanması asırlar alabilir. İç çelişkiler doğurabilir. mümkün olduğu kadar fazla insana ulaşırsak, o Karşı çıkanlar, kendi sınıfsal çıkarları adına kalabalıktan kendimiz gibi düşünen insanları toplumu geriye götürmek isteyenler mutlaka yakalamayı başarabiliriz. Ulaştığımız herkesin olur. Sanatın besleneceği düzeyde sıkıntılar beğenmesini beklemiyoruz elbette. Zaten böy- aslında hep var olur yani. Dönemin gerçekliği le bir beklentimiz olursa işin niteliğini değiş- neyse, amacı toplumu uyuşturmak değil de tirmek zorunda kalırız. Önceliğimiz tabii ki de onu beslemek olan sanatçılar ondan beslenebizim gibi düşünen ya da bizim gibi düşünmek cektir. Tüketim odaklı sanat da rotasını rüzgar için birçok haklı gerekçesi olan insanlara ulaş- ne tarafa doğru esiyorsa oraya kırar kesin. Ama mak. O insanların şarkılarımız aracılığıyla duy- öyle bir zaman geldiğinde, o zamanın bilinçli gularını ifade edebilmelerini, öfkelerini, üzün- insanları artık o zokayı yutmazlar. O yüzden tülerini ya da isyanlarını dışa vurabilecekleri birçoğu silinip gider, kalanlar da gerçek hayata, müziği yapabilmek. Sonrasında da belki birkaç yani aramıza dönerler. kişinin düşüncelerini, davranışlarını etkileyebilmek. Birilerinin anlattığımız şeyler dolayı- Politik olarak değerlendirilebilecek bir müzik sıyla bir şeylerin farkına varmasını sağlayabil- yapıyorsunuz. Sanat alanında politik nitelikmek. Bizim açımızdan artısı budur. Diğer taraf- lere sahip işler ortaya koyan insanlar bazen tan da, son dönemde hızla rap kitlesi artıyor. birbiriyle çelişen işler yapar, bunu da politik Ama müzik algısı çok berbat. O kitleyi etkileye- düşüncelerinin niteliğinin değişmesiybilmek için popüler olan ‘biçime’ yönelmek le/genişlemesiyle veya ekseninin kaymasıyla gerekiyor. Eğlence odaklı, ne anlatıldığı hiç açıklarlar. Bu durumu kendiniz için bir risk önemli olmayan, insanların kendilerinden geolarak görüyor musunuz? çip zıplayabilecekleri şarkılar yapmak gerekiyor. Bir de, piyasada geniş kitleye seslenmek Bugüne kadar kendi şarkılarımızda böyle bir için insanlara onlardan biri değilmiş gibi davdurumla karşılaşmadık. Bundan sonra da böyle ranmanız gerekiyor. Biz kendini pazarlamak bir risk bizim açımızdan pek yok. Bu durum diyoruz buna. Sanki bir ‘sanatçı’ olarak halktan söylenilen şeyin altında yatan anlamın pek ince biri değilmiş gibi yüksek tavırlar takınılmasını değerlendirilmemesinden kaynaklanıyor muhseviyor insanlar. Zaman zaman ‘onların seviyetemelen. Sırf kafiyesi uydu diye, ya da anlık bir sine’ inmek, ama özünde sanatçı kibrini koruheyecanla, ya da toplumun o anda yoğun bir mak gerekiyor. Bunu biz beceremiyoruz. Ya da şekilde tartıştığı konularda şarkılar yaparak sevmiyoruz diyelim. O yüzden de pek atak popülerlik kazanmak adına büyük politik laflar değiliz bu konuda.
edildiğinde, daha sonraki şarkılarda bu söylemle çelişmek çok mümkün. Bizim için, eğer önceden söylediğimiz şeylerin aksini söyleyecek duruma gelirsek, bunu farkettiğimiz anda zaten müziği bırakmamız ya da başka isimlerle başka şekilde devam etmemiz gerekir. Boykot olarak değil. Ama yaptığımız müzik için asıl risk şu, politik şeylerden bahsetmek ister istemez belli bir ideolojik birikim gerektiriyor. Böyle bir birikim olmadan yapılırsa zaten çelişkili söylemlerde bulunmamak imkansız. Artı olarak bu birikimi geliştirmek, bilinenleri tazelemek, öğrenmeyi aralıksız sürdürmek, bilinci sürekli dinç tutmak gibi bir mecburiyet var. Sırf bir şeylere karşı olmak adına protest müzik yapılmaz. Gerçekten neye karşı olduğumuzu ve buna karşılık neyi savunduğumuzu bilmek zorundayız.
Argo İzmir, sizin de parçası olduğunuz bir oluşum. Dahil olan isimlerin ortaklaştığı bir nokta var. Bu nokta bizce değerli ve günümüz sanat dünyasında daha sık görmeyi arzu ettiğimiz bir nokta. Müzikte ve başka sanat alanlarında bu noktadan hareketle eserler çıkaran veya ortaya koyduğu eserler bu noktada değerlendirilebilecek olan kişi veya oluşumlar kimler sizce? Protest rap yapan birçok arkadaş ya da oluşum halinde ortak işler yapanlar var tabii. Ama Argo İzmir’i sadece müzik yapan ve protest duruşu olan insanlar topluluğu gibi nitelemek çok da doğru değil. Aslında Argo İzmir müziğin de protestliğin de ötesinde bir oluşum. Ya da şöyle diyebiliriz, müziğe de protestliğe de farklı bakış açısı kazandırma niteliği olan bir oluşum. Birlikte müzik yapmadan da koruyabildiğimiz bir birliktelik var. İnsani boyutu var, ki en büyük paydası da budur. Bu noktadan bakarsak, başka kişi veya oluşum olduğunu, en azından biz bilmiyoruz. Özellikle günümüzde ticari ortaklıklar şeklinde ilerliyor bu iş.
‘’Kan Parkada Kaldı’’ şarkınızda birkaç yerde intikam vurgusu var. Genelde İslamcı/Milliyetçi kanat, olası kendilerinin dahil olmadığı bir iktidar değişikliğinde kendilerinden intikam alınacağı ve zulme uğrayacaklarını iddia ediyorlar bildiğiniz gibi. Sizin için bir iktidar değişikliği yalnızca geçmişte Genel olarak ‘’fanzin’’ kavramı size neyi ifade zulme uğrayanların intikamından mı ibaret ediyor ve Türkiye’de çıkan fanzinler hakkınolacak yoksa daha geniş bir şey mi? da ne düşünüyorsunuz? Aslında o şarkıda vurgulanmak istenen intikam değil ezilenlerin öfkelerinin bir patlama noktasıydı. Yani baskıyla bu sömürünün bir noktadan sonra devam edemeyeceğiydi. İntikam daha yüzeysel kalıyor bu açıdan. Örneğin bir başka şarkıda da, Hep Yek’te, “Merhamet yok ne gafile ne akıldan noksana. İntikam değil aslen hiç kinimiz yok sana” diye bir söz var. İntikamdan daha kapsayıcı bir duyguyla söylenmiş şeyler bunlar. Tabii zulüm gören her insan intikam hırsını içinde barındırır ama kimse sırf intikam almak için de iktidarı ele geçirmek istemez. Şimdikinden daha yaşanılır, daha insancıl bir düzen hedefinin önüne geçemez intikam hırsı. Ayrıca, intikam alınacağından korkan varsa zulmettiğini de kabulleniyor demektir. Aslında bir anlamda bu korkuya dikkat çekme amacı taşıyor Kan Parkada Kaldı şarkısı. Biz intikam hırsını insanlığın zincirlerinden kurtulması ufkunun önüne asla geçiremeyiz. Zulmedenler, sömürücüler korkmaya devam edebilirler yine de.
Bizim çok saygı duyduğumuz bir iş. Genel olarak ‘Do it yourself’ felsefesini her zaman benimsemişizdir. Fanzin de bunun bir ifadesi. Tekellere bulaşmadan, kolektif çalışmayla üretilip dağıtılması hem çok zor, hem de çok zevkli bir süreç. Sahip çıkılıp sürdürülmesi gereken ama çok da popülerleşip boku çıkmaması gereken bir kültür olduğunu düşünüyoruz. Amacı gereği fazla yeraltı kaldığı için birçok fanzine ulaşmak hatta haberdar olmak bile mümkün olmuyor. Ama dijital dünya sağolsun biz de elimizden geldiği kadar takip etmeye, dayanışmaya çalışıyoruz. Son olarak, eklemek istediğiniz şeyler var mı? Emeği geçen herkese çok teşekkür ederiz. Dayanışmayı büyütmek, çemberi genişletmek için hepimize kolay gelsin. Yeniden görüşmek dileğiyle.
ben sebepleri buldum; ve hayır, insan kendisine bir çizgi çekip ötesini istedi - istememek nasıl? bildim mi hiç bu bedenin bana verildiğini? kendime sonradan eklemeye yeltendim mi hiç? varlığımı söyleyegeldim - kibrimden diyorlar. hele bir soluklan - dım. bir virgül vuruşunca, sanki pek bir şey kaçırmadım.
kendime not: farklı olmak mastürbasyonundan ayrı ama duyarlılığını kaybedenlerden, kahkahalarla güldükten sonra bir an başını eğip yüzünü çevirenlerden, hayatın kısalığıymış, meh! ama bunu bahane edenlerden, tavşanlarla geze geze kurtluğundan ödün verenlerden, raif’te, c’de, werther’de hak bulanlardan, anlamak için onca yol tepip anlaşılmak adına kendilerine bir adım yürünmedi diye kalbi kurumuşlardan, gözlüğü çaydanlık tutarken buğulanmamışlardan, aman bak, bir de o omurgasızlardan olmayasın a!. insan üvey dillerde çözüledursun, türkçem dik/dar yokuş. bense kafamda dehlizlerle -şıp, şıp, şıpgeceye inanıp durayım. sitem edeyim, dudak bükeyim, yukardan bakayım. sosyolog desin; z kuşağının -ki illetkeşfinden de evvel “şeylerin” öyle üstünkörü bir samimiyeti vardır “şeylere”, o “şeyler” için itibar hanesinden bir eksiltir darılırsam darılayım - dünya bana mı tâbidir? - böyle der ama bakmaz aynaya bakıyorum, benim öfkesiyle kohlhaas’ya eğrilen sonra değilim - “ne gerek vardı, neden böyle dedim?” ben çiçekleri sulayacak elleri ararım da bir saksıyı tutamamışlığım gülmez olur mu hem hangi bana?
Yüküm ağır, Belimden başlayarak göğe yükselmeye çalışan tuğlaları görmezden gelemem. Ve bacaklarıma vuran sızıya rağmen yürüyemem, Fakat harita üzerinden takiple daireler çizeceğim. Dinlenme tesisi tuvaletleri için bozukluklar topluyorum şimdilik. Yüklerimi boş vererek, muavini bekliyorum adı meyve suyu olan bir şey istiyorum bu defa, vişne aromalı içecek ya da bileklerime pipet saplarım, bilmiyorum. Nerede olduğumu asla bilemeyeceğim, Sırtımdaki yükümü kaldırabileceğim bir bagaj fişi yok. İnsanların gözlerine bakmak yükümü pay etmeyecek. Kimse sırtındaki nedir demeyecek Koltuklardan taşacağım. Gözlerimi kapatınca harap edeceğim Yolları, fabrikaları, pişmaniyeleri, lokumları ve kestane şekerlerini, D300 karayolu üzerindeki her yolculuk klişesi gerilip gerilip çarpacak yollara, damlara, ağaçlara rüzgar türbinlerinden kestane şekerleri akıyor şimdi, şerbetiyle sıvamış balçık dediğimiz artık şekerlidir. Bunlar, benim kıyametimin küçük alametleridir. Daha büyük habercilerim, gözlerimi daha sıkı kapattığımda uğrayacak bu kıyamet lokal. Yolcular enselerinden göğe asılıyor, Yükseldikçe uzayan uzuvları tonları karşılayacak kadar ağırlaşıyor, Nefesleri bir kasırgaya özenir gibi şiddetleniyor, Şaşkınla döktükleri gözyaşları da Taşlaşıp başımıza yağıyor. Kaptanınız beş dakika ihtiyaç molası veriyor.
burada bazı balonları patlatacağız hazırsanız beni takip edin elimi yani harfleri balonlar kanamayacak korkma zaten beni kan tutmuyor beni ben bile tutamıyorken çok yorucu sürekli nefes almak nefesim burnumdan giriyor ve içimde içimle içini parçalıyor parçalanan her nefes bir iğneye dönüşüyor dilimin ucunda ilk balonumuzu patlatan da bu iğnelerden biri gürültüden irkilenler olmuş asuman abla uyarmıştı beni susturucular sesi azaltıyor yalnızca susturucuyla sıkmak suskunluğa suskunluğu gerçekten hissedeceğimiz günler y a k l a ş m a k t a ben yapılamayanların inandırıcısı bu balonu patlatacağıma inandıramadım kendimi inanç, her şey değildir ama şeydir çok özgürlüğe inanıyorum ve sana* *derler genelde burada özgür yaşam hakkını tanımayanlara inat bu balon süzülerek yükselecek bulutlara herkes durakta mı bilmiyorum ama göğe baktıkları kesin, balonumuza gözlerini bir yalana bağlamışken insanlık uyandırabiliriz yeni bir balon patlatarak fakat anlatacaklarım bitmedi bitmemiş hayallerin yarattığı bitkinlik bitkin insanların kullandığı bitkiseller hepsi birer gaz molekülü olarak dağılacak birazdan uzaya tanrıyla işbirliğimiz sürüyor toplamak onun görevi tabii kabul edemez hiçbir duayı şu an siz sırtlanın savaşın sorumluluğunu sabredin biraz, şanslıysanız ölürsünüz belki birer boncuk gibi dizilir tabutlarınız kedilerin oyuncağı birer boncuk gibi güzel kadınların kolyesindeki birer boncuk gibi boncukları toplayan çocuğu görüyor musun tabancasına yerleştirip o patlatacak son balonu
geçmişten geleceğe kurusıkı palavralar ve gözlerimin rüyası başlayınca biten son model teatral acılar yaşanmak
zorunda olan perdenin bilmem kaçıncı sahnesinde suflörler kendi kafalarına sıkmışlar zaruriyeti yaşamak mecburu çünkü not should not must but have to ikircikli dillerin sahibi dünya bize düşen de fiyaskonun konuşması kan çanağına dönmüş dünyanın gözlerinden öpüyorum ve onun sularını yok ediyorum
petrolün demokrasisine lanetler okuyanlar kahrolmakta ve ben obezim çünkü kaos beni besledi
yirmi birin kahır üçgeni iç açıları emperyalizmin yaşı kadar tarumar edilmiş üç köşeden kendine bir yer kap ve önüm arkam sağım solum sobe saklanmayan ebe koşma sırası sende! bir oyun değildi yaşam bunu
anlayanlar onların oyununda kaybetti yaşının kaç misli düşünceye ev sahibi olanlar döndürmeye çalışıyor kasveti şimdi gerçek oyunlar oynansın diye
Islaktı. Bu odanın ucuz darlığı. Karanlıklarımız. Çatırdayan sessizlik gülüyor bize. Nefesi ıslaktı, duyuyordum. Kesik, aksak, dimdik (öykünür zira kahramanlara), tamamen kesilmeyi arzuluyor. Perdeler yine çekilmiş. Oyun başlayacak, evrenler düzülecek. Islak, yarı bilindik, kelimeleri tam taşlaşmamış oyun. Uzanıyor orada bir başına. Neden çırılçıplak değil her yanı, neden yalnız? Korkumuzu öptüğüm sırtına akıyordu gözlerim, o onlarca şehvet kesiği. Kanımda muzip dili dolaşmıştı. Ne kadar istiyorum onu, nasıl benim o? Kadarsızlık yanarcaları gibi. Gibisiz imgelercesine. Susadım b.acaklarına yine. Bu ölümü acemi dizelerin: devrim ve erotizm onun tenine teşne. Odanın da dili kasılmakta. Söyleyecek çok şeyi var. “Neden terk ettiniz beni, otel kentlerimde canlarınız sevişmiyor muydu edepsizce?” Oda altı gündür kimseyi kabul etmedi. Altı gündür kendi kendini var etmekte. Sancılanıyor. Bize açıldı. Çıplak. Manalar birikiyor genzinde. Oda bizi içine alacak. V(y)ar edecek. O halde harf yaratılmalı. İki teni çarpık, taşkın bir dansa kaldıran müzik bir de. Odadan mı, kanamaya kavi kasıklardan mı? Kasıklar darbeci dudaklarla deşile deşile kir döktü. Sessiz ulaklar doluşuyor. Cümleler ağır ağır ağarmakta. Oda, kasıklar, eşyalar. Dillerimiz prangalı. Birbirlerine mi? Pas tutmamış edimlere dön, yıldız parkında yürü onunla. Bak işte orada kilise. İki gölge, yüzlerinde günahın parıltısı. Ekmek ve şarap yiyorlar, yoksullar. Açılmayan kapıların ardında korkulu kostak gelgitler. Birbirlerinin
günahı için dudaklarına feda ekiyorlar. Sertliği sertlikle bastırılan öpüşler. Etleriyse nasıl devingen, yıkılır mı kilise? Hüzünden, huzurdan? İsa gelip alkışlayacak. Sevgili isa. Oyunlar oynayacaklar çarmıhta. Korkularına çivi. Kollara bacaklara hürriyet yağmurlu ipler. Bağlanmak güzeldir. Kirlenmek de. Reklamla değil elbet. İntihar kokar reklamlar. İntihar kokusu aşağılanmasın o denli diye yalvarır yalnız yalvaç. İntihar karası faytonlarda morca edilmelidir kendine devrimler. Bu çabalar beyhude Dokios. Kırk yüzyıl daha gelip bağrımızda sevişecek yiğit günahlar. Taçlarla. Sevgili Saro, dökelim şu mor şarabı da çatırdasın buz göleti. Nereye çekip gidiyorsun? Affet yaşamadım ben hiç anda. Bir onunla. Bir onunlaysa bak ona. Bak özgürlük çanları yatıyor teninde. Apaykırı bir gemi yüzüyor Leyla hanımın denizlerinde. İn denizlerine. Gibi bir erinç sökün edecek tiyatroları güleç şapkalı kuyulara. İneceğim, ineceğim onun inançsız kuyularına. O kuyularda yine içeceğiz birbirimizi. Kimsesizin gemisinde körpe düşlerinin düzülmesine eşlik ettik o gece. Rüzgar düşmandı. En eylemci gecemizdi. Sürtüne sürtüne yaşadık. Terliydik, soğuktu, delirecektik. Erek yahut ten demiştik, ken olacaktı o gidişle. Severdik yaratılan üçüncü cevapları. İşte saçları yine kısacık. Parmaklarımın arasında uzayacak acıyla. Acı, anında gelen hırıltılı inilti. Gözlerine koşan çakımlar. Islak, daha da ıslak, suların her çeşnisi.
Benden korkuyor musun? Doğudan kesiciydi arzun. Ne düşünüyorsun beraber söndürelim aydınlığı nerede hayallerin beraber taşalım limanlara ne susuyorsun dudakların hep koşsun konuşsun bende. Geçkinlikten kırılan vakitler. Ansızın evlatları. Fakat biz kucak kucağa öpüyoruz hem a’nımızı hem geçmişimizi. Dudaklarını tutarken zihnim de tutuyor tüm tutuşlarımızı. Hep daha da. Sıradan, azalan değil. Gittikçe haykıran dalgalar. Güçlü, dimdik, aykırı tüm olağanlara. Öptükçe ölesim gelir dudaklarında. En yumuşak mezarlık. Beşinci dili biz. Dağlarca öpmek istiyorum seni. Hem ben ağlaya da bilirim ölü şiirlerde. Kaçmazsın benden. Sinemada yalnızca susarız. Birbirimize de. Düğmelerin muziplikle sökülür. Bir yanda elim kaynağında, bir yanda gözlerimiz Fransa’da; ama sıkmadı mı artık Hitler’e atılan yeni baştan tokatlar? Ne bu orta-orta kahkahalar, elimin ritmini bozuyor. Sana bir zambak alacağım en çiçeklisinden. Döndü, bana baktı. O katil bakışları ezdi yüzümü, döndüm. Yapmacıklığın katili elbet o. Soğuktan, kinden gelen güzellik. Çekik, esrik. Ayağa kalktım, odaya baktım. Nice oda eskittik beraber. Nice odada iç içe içtik içkilerimizi. Nice odanın her köşesine damladı iniltilerimiz. Nice odanın aynasında izledik gürültümüzü. O da kalktı, yanıma geldi. Önümde soyundu. Eğildi, önce ayakkabılarım. Sonra çorabım, güldü. Çıplak kaldık. Dudakları beni izliyor. Ellerini omzuma koydu. Kalçasının o sevdiğim ritmini çaldı benim için, güldük. Yakınlaştı daha da. Daha, daha ne denli iç içe sokulabilir iki te(i-nanmam da halbuki-)n. Bacaklarımın arası sessiz değil elbet. Biliyor onun etini. Tüm o acemi danslar. Evlerde, ormanlarda, yerleşkelerde. Parmaklarım boğazını buldu sertçe, duvara dayadım, dibine girdim. Korkuyor mu? Sıktım. Ellerimde mi ölmeli? Elimi okşadı, biliyor. Bıraktım. Bu eski bir oyun. Fırsat vermeden atıldım dudaklarına. Tattım açlıkla. Gözyaşları dudaklarıma dek kaydı. Daha yoğun tattım. Çekildim. Gözlerinde tarihimiz saklıydı, dolaştım tarihimizin bölük pörçük yollarında. Tüm otel odaları aynı anda canlandı. Yalnızlığın kalbinde yüce isyan. İmgeleri kaybediyorum. Öleceğim. Tenine sığdıracağım tüm imgeleri oradan içeceğim. Şarap. Şarap almadık gelirken. Çoğu zaman gerek de olmazdı. Esrimek için birbirimiz yeterdi. Minik şehrinde kasıklarından. Omzundan aşağı. Ayak bileğine dek coşkulu dudaklarım. Dudaklarından tadacağım şarabı düşlüyorum demişti ben çatlak duvarı gözleyen banktayken, o haziranın ilk çirkin vakitleri. O bankta çok günah koptu. Onun meçhul yüzüyle de. O bankta da öptüm onu. Tenini kessin diye nefesim, yaklaştım. Boynunu, memelerini. Aşağılara indim. Bacaklarına eğildim. Dudaklarıma yine bir kaçıklık doldu. C.ehennetinde dolaştım yine bacaklarının. Yatağa götürdüm. Uzandık. Arkasından sarıldım. Omzunu öptüm. Sırtını öptüm. Saçlarını, ensesinin yumuşak çukurunu öptüm. Kendime çevirdim. Gürültü.
los angeles'ta marihuana kullanımı yasal orada polisler daha gereksiz şeyler ile uğraşıyor, burada olduğu gibi/ los angeles'ta cigarayı ateşleyip eski günleri ansıdıklarına eminim amsterdam sokaklarına da eminim istanbul'a olmadığım kadar; o yüzden böyle açık bir şiirle talep ediyorum sokak piçlerinin yok-olmasını
bu, bu şiirin ilk dizesidir gerçi bunu söylemesem bile siz bunu anlardınız ama ben bunu riske atamam zaten şiir de bunun için yazılır soğan suyunda bekletilmiş kalbim yirmi dört saatten fazla ama aslında bir gün yirmi dört saat değildir gerçi bunu söylemesem bile siz bunu anlardınız /sanmıyorum/ bir gün yirmi üç saat elli altı dakikadır bundan mütevellit yaşadığımızı düşündüğümüz gün aslında o gün değildir //bundan müteahhit kiralarınızı gönül rahatlığıyla geciktirebilirsiniz /siz bilirsiniz/ bu rötar konusunda o k e y /miyiz?
Devam et İnsanlığın sikişirken tasarladığı dünyanın yok oluşuna Manevi bir hiçlik kazandır Hissizleşmenin insanlaşma sayıldığı dönemlerdeyiz Maneviyatın bir mağaza indirimi kadar etki yaratmayacak Sen yine de inancını kaybetme İyice süslenip vitrindeki yerini al Ki gösteri tüm hızıyla devam etsin Ki güçlendir alkışlarla arandaki bağı Sahne seni sahneleştirsin Devam et Betonların arasına sıkışmış gökyüzü sana yolunu göstermeyecek asla Önce terkedilmiş bir zamanda kaybolmuş hissedeceksin Modern teklonojiler ve hız Arzu ve seks Ve geliştirilmiş yağma biçimini alan başarı adlı giz Fark ettirmeden unutturacak sana kendini sonra Dönüp ardına baktığında gördüğün yığın -Aslında bir kural ihlalidir dönüp ardına bakmak Dönüp ardına baktığında gördüğün çöplük Kimsenin görmek istemediği bir kamu malı gibi Hem senin hem de herkesin
Hız ve arzu Seks ve lüks
Devam et Acıların içindeysen mutluluk annenin anlattığı eski güzel bir masalsa Müziksiz de ritim eklenebilir dansa
Yitmenin eşiğindeysen gün şeytanın yardakçısı gibi doğuyorsa Yok seni kurtaracak dua ya da asa
Bırak mucizelere inanmayı Şahit olabileceğin en büyük mucize Bu gezegende bu düşmek üzere olan zavallı bu ceset, bok ve döl kokusuyla tütsülenmiş yerde Hala rahatça nefes alanların var olmasıdır Sen nefes alırken yepyeni pişmanlıklar kazanıyorsan Eğer nefeslerin kimsenin duymadığı romantik yenilgi marşına dönüşmüşse Her biri başarısız bir intihar girişimi demektir Bedenini ısrarla bir sonrakine hazırlayan Nefes almaya devam et Işıklar kapanana kadar
ellerine bakan hüznün yeni bir gün alıyor güzden güz gibilerden, gibiliklerden sonra gelip katılıyor aramıza hiç kimseye benzemeyen bir şey oluyor hüznün
sorular veriyor dünyaya, alıp öncelerden yanıtlar arayan herkes adına birer gün veriyor şiir dolunay için bir gün, serçeler için kırık şişeler için de biten her şey adına içinde aşağılanmış tanrılar olan günler ekiyor kalbimize sonra o mavi ölümsüzlük yanılmış arayışlarda büyüyor
aşk kendi gılgamış’ını yazınca yeniden yaratınca bu yüce zavallıları, yağmurun öfkesi yerine koyunca her şeyi yeniden yaratacağız biz de - birinin ötekinin üstündeki gücünü alt edince dinecek gürültü gılgamış gereğini yapınca HADİ, göklerin davetine katıl: ah o tanrısı şarapların ve zeus’un baldırları -ndan doğan bebek, alevler içinde yaratılmıştı yüzündeki gölge suyun boşluğundan düşerek - devrimin yap suçsuzluğunu yaşamın kuralı şartı yok göklerin daveti bu
yuvasından düşen kuş bir bahane veriyor rilke’ye
─ sen: yanıtlanmamış soru:
tahrik etmek için tanrıyı
karşılığını seviştiğim verecek
çocuklar düşüyor yataklarından
Rose, oh reiner Widerspruch, Lust1
masmavi uyuyan geceye
1
Rainer Maria Rilke
AAAAAAAAAAAç AAAAAAAğzını AAAAAğzını boğazına sok AAAAAAAAAAAAAAAA de AAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAA... AAteşini kontrol AAAltında tut AAAAAAAAAAAAAAAAAAAAç netflix AAAAAAAAAAAAAAAç
evden çıkarsan ölebilirsin., amA evde çıldırabilirsin çünkü bu, serbest legal A-Ayrıca komik ve güvenli dışarıya temas etmeyen karantina sanatçıları #hashtagbağımlıları box-office sinefilleri ooofffffffff şezlong bibliyofilleri hadi birbirimize değmeden harika kolonya kokulu full-dezenfekte temassız tahriş tatlı mı tatlı bir bütün, mis missss or nah, herkes kendi evinde harika karşıya karşıya kaldıkları riskler için sağlık çalışanlarını AA-AA-AAlkışlarken seks işçileri ve torbacıları da unutmamalıymışız gibi geliyor bana çünkü sanatçılar biricik - diğerlerinden daha biricik oldukları için olaylara farklı perspektiflerden bakmayı becerebilirler falan filan biraz daha kolonya? miSSSS.
Kendime ait dizelerim yok. Ardında kaldığım birkaç satır kırmakta idealarımı. Ve ideallerin tabanına boşalıyor tüm kuruntular. "Oku" ya da "Sev" ile başlayan fermanların aksine "Tekvin" cevap veriyor; Yerler ve gökler yaratılırken zamazingoydular. Tümsek heceler gibi yiterken her biri, İzliyordum penceremden; kör kalemle çizdiğim. Tüm renkler siyah ve her siyah daha beyaz bu gece; Yıldızlı değil. "Son Akşam Yemeği"ne şapka çıkarıyor Leo. Romalı askerlerce ihtilal zihnimde; Tarihi geçmiş her şarkı aynı tadı bırakıyor. "Deliliğe Övgü"ler yağıyor sulanmış semtimde.
Çocukken yediğim çikolatalar hep içimi öperdi, en başta onlara teşekkür ediyorum. Garip bir dönemden geçiyorum şu sıra, dış dünya sanki içimi resmediyor gibi bir dönem bu. Kapandıkça kapanıyor ve içime bile sığmıyor. An’ları düşünmeye itiyor beni, bütün kaçış yollarımın kapalı olması. Dikkatimi dağıtıp körleştiren, körleştikçe körleşmek isteten bütün ışıklar kapanmış şehrimde. Bana şehrimde olmadığımı zorla hatırlatıyor bu kapanan ışıklar. Içimin ışığını açmaya yelteniyorum ben de, bunun için çokça günüm var, ışığımı artık karanlık herifleri aydınlatmaya kullanacak imkanım yok, gözlerimi diye alevlendirmek için uzanan ellerim hem güçlü hem titriyor. Yandıkça an’lar dans ediyor başucumda. O ilk çikolatanın kondurduğu öpücük göbeğime. Ilk elimi tutuşu birinin ve götürüşü onu kalbine. İlk gerçekleşen hayalimin içimde şampanyalar dans ettirmesi. İlk katıldığım kadınlar günü yürüyüşü, ilk bağırmaya değer bir şey keşfedişim. İlk kez
hoşlandığım birinin benden hoşlanışı. En sevdiğim yazarın evinde kedisinin başını okşayışım. Bedenimi ilk denize emanet edişim, suda yaşamı ilk buluşum. Böyle an’lar biriktirmişim, ileri yürüme nedenleri dosyama attığım, kötü anlarda ayağa kaldırma servisine atadığım. Hiç ‘anda’ olmamışım, ya ‘o an’ da olmuşum ya ‘diğer an’da. ‘Anda’ olamadığımdan belki hatta yazar olmuşum. Dört duvar arasına yerleştirilmiş bulunca kendimi, bütün bu anları sıraladım, yeniden oynattım, rafına kaldırdım ve hepsine hak ettikleri şefkatle ve şükranla baktım. ‘O an’ı hep severdim zaten, ‘diğer an’la da barıştım. Şu an’la yeni tanışıyor sayılırım, ama iyi bir ilişki kurmaya odaklandım. Çokça öptüm kendimi, belki ondan pek sıkılmadım. Bir gece Patti’yle yattım, sabah Didem Madak’la kalktım. Ruhuma yepyeni tapınaklar yaptım, sanatın s’sinden itibaren taptım. Çokça çokça bakabildim aynama ve çokça çokça gülümseyebildim çok defa. Pek çok an biriktirdim kendimle kendi kendime, yerleştirdim hepsini ileri yürüme nedenleri dosyamın içine. Yazmaktan çok yaşamaya uzattım on dokuz yaşlık ellerimi, ve yaşadıkça yazmaya karar verdim bugün’de.
bir perdenin arkasına sığınmışız, bi sen bi ben vakit gündüzmüş, gün neymiş, ne sen bilirsin, ne ben elimiz tek, yüzün bende, nefesimiz seyrek; sen ve ben, ben deli olmuşum seni seyretmekten bi ses, odamı en çok meşgul eden eskiden gördüğüm bir rüyaya benziyorsun, bi ten, ilk dokunduğum belki de dün geceki. .. Rivayetin saplanıyor her nefes alışımda, benim rivayetime zırvazırvazırva. kalem oynatmak istemiyorum BENDESİN HALA, -MİŞ GİBİ sana. kaybettim hakkındaki söylentileri, kulaklarımdan düştüler, kulaklarımdan çekildiler. rüyanın sondan üçüncü saniyesi zorla. Benim sahip olduğum şeyin bir sonraki sevidefalarca öldürüp, soğuğa veya sokağa bıyesi hastalık -mış. Böyle dediler, ben de inanraktığımız kızın bana kendi adını takması dım. Sana inanmaktan çok daha kolay olduğu hiç uzun sürmedi. içimde onun isminin için. Yeşil tablet, günde iki defa, bol suyla. geçtiği şarkılar çalınıyor. rahmimde yaylılar Gördüğüm rüyaları yazıyorum, eski bir deftevar. gidip geliyorum. gidip gelemiyoruz, re. Özenmeden. Hatıraya saygımdan. Ten günçünkü yerinde bir boşluk zonkluyor. çoğul lüğü, ter günlüğü, sesinin günlüğü, hala duydudeğiliz, karşılıklıyken dahil. ğum. İÇİMDE TAŞIDIĞIM TEK ODA SENSİN. 7 OCAK 2017: C ile tanıştığım binada önüme rüyanın sondan ikinci saniyesi belli aralıklarla beyaz kağıtlar koyuyorlar. O kağıtlara insanların bildiği adımı, biyometrik kış geldiğinde, kalbini açık bırakmayı fotoğrafımla bir dikdörtgende buluşmuş, yan unutma. saat sekize geliyor, ben sana düşyana durmuş adımı yazmasam seni ölü sayarkün kaldım. düştüm ve kaldım. kalkamayılar. Benim ağıt bıraktığım yerlerde birileri sigaşımın faili güya meçhul. Sen yanılsamanı al ra içmiş, izmaritleri muhabbet kuşlarına ya da ve yokuşu çık. ben artık sadece köprü altekmek kırıntılarına dönüşmüş. Rüyamda ölü larını ve siyah kedileri kendime uğurlu belvardı. İki kadının ortasında kalmışsın, kadınlarlerim. dan biri de ölü. Sanmıyorum ki bir başkasına bu denli BEN sarf edebileyim. sana ne kadar ken rüyanın sondan birincisi dimi yaktığımı asla duymamışsın. Uykuda döndüm, şimdi daha zifiri bi aydınlığa beklediğim kapıyı kapamışlar. bakıyorum. maskelerinden birini görüyorum. her sabah beşte inatla cin tonik kokuyor, rezil sarhoşsun. Yokluğunun bi masala yeni baştan başlıyorsun. çok aylık bir müsveddesi var. uyku değil sanki öyle olması imkan dahilindeymiş gibi, yattığım her şey bir ölme nöbeti. Sonu hiç geldünyanın en yaşlı adamına meyen bir matine sanki bu, açık hava sineması. aşık olduğunu, seni başka bir hayatta, başka bir şehirde başka o adamdan önce adının daha uzun, bir odada başka bir evde, kendime ezberlettirdaha takatli, heybetli miş miydim? Telefonuma bakıyorum, bir veya saçlarının daha gür olduğunu iki veya üç yeni bildirimim yok. Balkonsuz bir kendisinin de, evde, balkondan atlayarak intihar eden bir mitolojide yeri olan kadınlardan olduğunu kadının yazdıklarını okudum – seninle yaşadıbağırıyor da bağırıyor. yetti. ğımız şey de bununla paraleldi. aklını öldürmüş. seni öyle çok okudum ki, başka sancıya saptırabileceğim bir yolum kalmadı. kim dünyanın en güzel acısını – ağrı sızısını MAN O TO çalıyor kulağımda, açık kalmış. bana sunup da karşılığında benzerini yazmak isterdim sana. biz artık bebu kadar ince elenip sık dokunmuş nim kurgumuz. kurguyuz sadece, kimsenin bedeller, evler istiyor. içselleştirmediği.
‘’en sevdiğim çiçeğin saksısı kaysın elinden’’ -i.ö
çoğu öykünün karakterlerden birinin, çoğunlukla ana karakterin, yataktan kalkmasıyla başladığına önceki öykülerden birinde değinmiştik. şartlar artık daha farklı ve kendimizi tekrar etmemek adına da öyle başlamamak gerek. o yüzden böyle bir başlangıcı daha uygun buldum. diğerlerinden farklı olarak bu defa yattım, uyumak için, tek başıma ve loş bir ışığın eşliğinde. uyurken ellerimi ceplerime soktum, rüyamda bilmediğim bir sokakta yürümek zorunda kalırsam hazırlıksız yakalanmak istemiyordum ve uzun zamandır rüyamda nereye gideceğime kendim karar vermek istiyordum. belki öyleydi ya da değildi, hayatımda birçok şeyin kararını ben veriyordum ya da öyle zannediyordum, arkadaşlıklar, uyuduğum zamanlar, yemek vakitleri, zaman zaman beslediğim nefretlerim yahut kimi seveceğim, bunların diğer bir yüzünde de aşk, ben karar veriyorum zannediyordum.bazen biliyordum ve bu yanılsama dediğimiz şey de böyle işler zaten, bazen bilirsiniz. işte şimdi, biliyorsun: çünkü sana anlattıklarımı yazıyorum, iki yolum olmalıydı, bahsetmekten şu an için geri duracağım iki yolum. kötü zamanlardan geçiyordum çünkü, sokaklardaydım ve ellerim ceplerimde dolaşırdım, adeta salgından önce önlemimi almıştım. güzel kitaplar okuyamıyordum, ben de istedim ki rüyalarım hayatımın nereye evrileceğini göstersin.
üçüncü nesil kahvecilerin birinde oturuyordum. Büyük yazarların çoğu kendini bir mekanla özdeşleştiren insanlardı, bunun şart olduğunu düşünmesem de işe yarayabileceğine dair umudum vardı. dört gün üst üste aynı yere gitmişim gibi iyi biliyordum mekanı, aurasını, kitlesini ve fiyatlarını. ne kadar zamanda
bir, bir isteğiniz var mı, diye sorduklarını da. üçüncü nesil kahvecilerdeki yaygın tutumun aksine self servis değillerdi. bir kadın. hep bir kadın olur zaten bir hikayede. anlatan kadın olmazsa anlatılan kadın olur. aşk olmak zorunda değil, bir kadın oturuyordu farklı bir masada, haliyle. telefonuna mı bakıyordu, kitap mı okuyordu yoksa dizüstü bilgisayarından editörü olduğu derginin işlerini mi yürütüyordu, yoksa bana mı bakıyordu, şiir mi yazıyordu, belki de illustrator’dan çizim yapıyordu. belki sözcü gazetesinin internet sitesindedir, yok değildir, bu kadın kesin adblocker kullanıyordur, sözcünün sitesine anca reklam görmek istemeyenlerin özgürlüğüne saygı duymadığına küfretmek için somut nedenlerle karşılaşmak gerekliliği hissettiğinde girer. kalktı, hesabı ödemek için kasaya yöneldi. çantasını da almıştı yanına. bahçeyle içeri arasındaki sınıra oldukça yakın oturuyor olmasına ve kasanın da bu sınırın kendisinin bulunmadığı tarafta ve aynı uzaklıkta olmasına rağmen bu kadar tedbirci davranmış olması dikkatimi çekmişti. zaten bir kadının veya bir erkeğin, ‘’edebi tahlillerde’’ bulunan bir insanın dikkatini çekmemesi çok olağan değildir. var olan mekanlar açık pazarlardır, yazarların ekmek kazanma yeri. biri demişti, yazacak hiçbir şey bulamıyorsan birinin arkasına takıl ve onu gün boyunca takip et, yaşadıklarını, verdiği selamları, duruşunu, bakışını, yürüyüşünü falan anlat. mantıklıydı. bazen insanlar takip ederdim ama genellikle iki üç dakika içinde gözden kaybederdim. birçok insanın arasına girdiklerinde onları seçemezdim. onlardan biri olmak/sıradanlık veya kalabalıklara karışmak/sürü psikolojisi temelli eleştiriler gibi bir şey de değil, sadece karıştırırdım. çok dikkatli olduğum, gözlerimin iyi seçtiği zamanlar geride kalmıştı. artık dalgındım, sadece dalgın.
‘’öyküler birkaç yöntemle yazılır, bunları tek tek anlatmayacağım. hepsini tecrübe etmek önemli. aynı zamanda öykü yazmanın bir el kitabı da yoktur. eğer özellikle yayımlanmak istediğin bir yayınevi veya dergi yoksa şablonel -böyle bir kelime var mı bilmiyorum- öyküler yazmana gerek yok. yazdığın şeyleri fanzinlere yollayabilirsin. bu senin yayımlanmakisteğini bastırır, hem de etiketlerden kurtulmanı sağlar. çeşitli etiketleri edinememek, bazen onlardan kurtulmaktır. ben hayatım boyunca böyle yaptım. bazen içinden çıkamadım bazı şeylerin, veya geri duramadım. deforme oldum.’’
kırmızı kedi kitabevinin herhangi bir şubesi/sponsorsuz yayınlar/az bilinen twitter hesaplarının takipçiler kısmı- çok mutluyum. hayatta kendimize çeşitli mutluluklar yaratmalıyız. kendime ayırdığım sürede bunu öğrendim. biraz az bir süre ayırdığımdan düşüncem bencilcedir.
kadını takip etmeyi bıraktım. yaptığımı doğru bulmayışım kazanmıştı. doğru kişiyse yarın yine karşıma çıkar diyordum. neticede ben kovalıyordum, bir şeyler. belirli şeyler değil. hayat sürgit yolculuksa çeşitli kovalamacalar hesabı ödeyişinde gideceğinin izleri vardı. içermeliydi. ve ücretli izinler. işçiler de salgınsaniyelik bir bakış attı bana, kartla ödeyeceğim lardan etkilenir. hesabı cebimdeki son nakitle ödettirecek merağı uyandıran bir bakış. son naktimi bardağın ‘’çok haklısın, ücretli izinler olmalı. ben gelmialtına sıkıştırıp ayrıldım mekandan. sigara yorum belki evet ama bana bir kolaylık sağlanıalmak için karta uygulanan ek ücreti ödeme- yor, daha doğrusu hakkımın teslim ediliyor mek imkanım kalmamıştı artık. yine de migros olması, başkalarının hakkının peşinden koşaradım. gözlerimle migros. ya da a101, şok mamamı gerektirmez.’’ falan. arayışımın yanında kadını takip ediyor ve yaptığımın ne kadar yanlış olduğunu düşünü- keşke benim öğretmenim olsan. yordum. geçmişte yazdığım birkaç öykü geldi aklıma. hangi derginin editörüydü acaba. bu- ‘’şöyle sonlandırayım diyeceklerimi, bazen bir güne kadar pek yayımlanmadım. taşralı çocuk- duvar görürsünüz, o duvarın üzerinde ya bir ların ulusal dergilerde kendilerine yer bulduk- klip oynatılır, ya bir görsel bulunur ya da bir larında şehre inip o dergiyi edinme heyecanla- söz yazılıdır. bunlardan anlam çıkartmak pek rını yazmak istiyordum. yaşamadan yazabilir de fena bir tercih olmaz.’’ miydim? İçinde olunması gereken uygun bir psikoloji mi vardı intihar mektubu yazabilmek ben o gece rüyamda bu duvarı gördüm. farkiçin? acaba derginin kapağı nasıldı? bu sayıya lıydı o gece duvar, şimdikinden. şimdi şöyle: kaç konuk almışlardı ve ekipten yazmayan var mıydı? ‘’Kısa Pantolon Paslı Çakı Dizde Kabuk Bağlamış Yara Kısa Çakı Paslı Pantolon Gözde ‘’yanlış kısayolları kullanmak bazen hataya Yarası Kalmış Kabuk’’ sebep olur. yanlış zamanda kısa yollar tercih etmek de öyle. dijitalleşen çağ aslında adapte o zaman farklıydı. olmakta zorlanacağımız bir şey değil, kendimizi geri tutmayalım, hangi yaşta olursak olalım’’ migros. sıraya girdim, sosyal mesafeyi koruyakeşke benim öğretmenim olsan. bazı kişilerle aynı ortamda soluyor olmaktan dünya/ankara/çankaya/bazen izmir/okul/fakülte/sınıf/postane/üçüncü nesil kahveci/kızılay/taksim/kadıköy/
rak. insanlar birbirlerinden kaçıyordu ve oldukça komikti. girdiğim buhrandan çıkmam için böylesi bir şey gerekiyordu, her şeyin durduğu/durayazdığı veya kör topal yürüdüğü, gerçek bir ütopya. dünya durmuştu. herkes kendi için durmuş gibi hissetmekte özgürdü.
yalınayak gökler geziyorum biz'ce yaşamayı hakim kılmak esastır! diyorum, yüzyıllık bir başkumandan edasıyla, aşka özgürlüğünü bahşederek. sonra; sonra, seni düşünüyorum, kitaplar anlam kazanıyor seni düşünüyorum, şiirler var oluyor seni düşünüyorum, sevmek için. yine. "üzeri örtülü bilinçaltım kalemler yutuyor" eski bir filozof hiç tanrısını hapsediyor tebaası tarafından katledilmiş hükümdarın intikam çığlıkları titretiyor cehenneti uçsuz bucaksız göklerin merhametsiz tanrısı sana aşık oluyor, tanrıçalar durumdan rahatsız savaşlar çıkıyor, tanrılar ölümsüz, çocuklar ölümlü. yaşayan birisi için çok anlam ifade etmez! "bazı anlarda bilinçüstüm üstün geliyor" savaşlar bitiyor, kendimle çelişiyorum seni seviyorum, kızıl akşamüstü denizlerinde eski tek tanrı gibi dünyalar yaratıyorum, gözlerinden. sorular tükenmiyor, kavgam devam ediyor, yorgun ruhumun aciz aşkıyla "yeryüzünde, diyorum, birbirleri için yaşamayı öğrenmeli insanlar!" bir ikindi tanrısıyla sohbetinden tanırım onu silahlar kuşanmış gençlerin anıtları önlerinde aşka vakitleri kalmamış, galatadaki bir müslümanın yahudi kilisesinde idam mahkumuydular o esrik semtlerde ölmek’çin gençtiler. kanları deli, kavgaları bitik, konuştukları kadar belki o kadar bile tanımadım.
"yiterken ölümden korkup ölmek için yaşayanlar, ölüm bilinçli konuştu, ölmek onursuz bir eylemdir!"
bu, yıkılagelen bir duvarın bahsi değil yazık! kimse birden ölmüyor göğüslerde hep geniş yaşamakların daraltısı ve granit tanrılara korkak secdelerden kalan iz yeni sokaklarda kentlerde ezbere adımlarla herkes gibiyiz çünkü herkes dünyanın vahşi cümbüşünde buluyor kadim yalnızlıktan paylarına düşeni yazık! kimse birden ölmüyor öyleyse bana da uğrar bu bahtsızlık dışarlarda pazar öğlesi sakinliği içeride kasabaların ıssız akşamları bir zamanlar diyerek bir zamanlar elibelinde evlerin hep galeyâna gebe önlerinde filizlenen ilkyazlara hayranlıkla ayak bileklerimi kırıp duruyordu yazgım yeryüzüne kan fışkırıyordu kalbimden bir zamanlardı işte, yazık! ben de birden ölmeyeceğim
ağız dolusu akar sıfatımdan, lekesiz bakirliğimin döngüsü. boşanırken bedenim, ergonomik bir idam şeklidir, kıvranışım; gaz haline maddenin benim dilim, aut çizgisi senin elin, neresi?
Ceylan. Tekrar ediyor ne varsa İnen ayet Çıkan piyango “Allah tekrardır” diyor Allah. Kokluyorum sıcak yerlerini buranın Burası, buram diyor en ıslak yerim
Deri. Tekrar ediyor varsa ne Yaşaran göz Kuruyan dudak “Sevdirildi, bana dünyanızda” diyor Sevdirilen. Üç şey: Koku hoş Namaz fars Kadın boş Allah’ın ve Sevdirilen’in sonuna nokta koyarak şirk Üç şeyden birini boşlayarak ikilik Şirk ikilik şirk ikilik Bizim dünyamız onun rüyası Öbürü onun rüyasında mimar Inception Insomnia Immortal Scorpion’u seçtim, etrafıma bir ateş çemberi çizin Jetonum bitti Yerinize bir el daha oynamama izin verin
Asya. Ediyor varsa ne tekrar Oynamıyor Kim Basinger bu filmde Yapımcı tacizle suçlanmış Susma haykır tekrarı büyüt Utanma cinsinin belirsizliğinden Huysuz Virjin bile tefecilik yapmış.
Çağrılar geri çevrilmez Çağrılar geri çevrilemez Issız rahatlık gözünü boyamasın Karanlıkla devinir doğurgan fırtına ilk ışıkla sefilleşir tanrılar Onlar Konuşmak için dağa çıktıklarında Şavkın nasipsizliği yücelir Bereketsizdir Öksüzdür hakikat Müzleri bekim, gayesi bozuktur Perde açılır, aksam durur Perde kapanır, puslar kurur İbranice saymayı öğrenmelisin Anlayabilmek için tüm esinleri Yokluktan doğana karanlık 0'a 4.00 Vaftizine karşılık birkaç dize Çağrıları geri çevirmedin Çağrıları geri çeviremedin Çağrıları geri çeviremedim Kaderimi adının altında yazanlarda okuyorum Tıpkı, tıpatıp her şey Şavkı boğmuştum ben Fısıltıları daha iyi duyabilmek için O fısıltılar ki artık eşref değil Öksürük ve kan doldurur kulaklarımı Ah Böyle miydi sahiden sonumuz Ufukta kızıl bir cellat görüyorum Görevlerimiz yarım İnsanlarımız yoz Eli eli, lema sabachtani?
Piramitin diplerinde bir yerdeyim. Avrupa mimarisinden esinlenen merdivenin gölgesi vurur kerpiç duvara. Bu ve bazı diğer sebeplerle, çocukların önündeyken mahcubum. Kanıtlanamamış ya da kanıtlanması istenmemiş suçlarım bazen bineğim olur. Vasatlarla sohbette dile getiririm kaçırmış olduğum fırsatları. Çocukların önünde bile mahcubum ben. Kanım kükürt dioksitle daha ince ve hızlı. Ruhumun başımın içerisindeki konumu kaymış, kaydırmışım. Yürürken dengemi sağlamaktan gayrı derdim yok ve reflekssel olmasaydı eğer nefes almak, çoktan ölmüştüm üşengeçliğimden. Rüyalar da olmasa yaşam çok sıkıcı. Canlı varlıklar suretinde vücut buluyor duygularım. Kımıl kımıl ve domuzuna. Masamda hayaletleri oturur kimi zaman, yaşamayı acıtacak kadar sevenlerin. Artık göğsüm ağrımıyor. Parmak uçlarımda bir karıncalanma başladı. Birazcık fazla düşünürüm ve her şey değerini yitirir. Tepkisel ve güçlü bir ahmaklığın yerine perspektivizmin hükmetmesi gerekirdi devre. Satrançtan ve Paradox oyunlarından ilham alınabilir mi? Yoksa yorganım kısa mı kalır fırsat maliyetleri yüzünden? Kötü adamın da kendini sevmesi gerekir mi suçları sızarken paçalarından? Bira içerken gözlerimi yumduğum zamanlar oral dönem sorunlarına mı işaret eder? Şiirlerle dolu bir hava ilkyazda geldiğinde, meşrulaştırabilir miyim masraflarımı?
Anahtarlığı bünyesinde, yalnızca tek bir anahtarı ağırlıyordu. Anahtar deliğine iliştirmeye çalışırken evine kavuşmasına müsaade edecek olana, şöyle dedi, “Girintilerin ile seni iteceğim şu derinliğe ve o da kabul edecek biçimsiz halini senin. Çıkıntıların rahatsız etmeyecek de onu, fevkalade şekilde dolduracaksın içindeki boşluğu onun. Şekilsizliğindeki mahiyeti bilecek ve bağrına yaslamana kafanı, müsaade edecek.” Bilerek bu büyük uyumluluğun vesile olduğunu mabedine girişine, geçti eşikten. Boy olarak uzun en olarak kısa olan koridorunu adımlarken evinin, “Odama vardığımda kaç kış üşütmüş olacak beni? Kaç yaprağı ayıracak dalından geride bırakacağım sonbaharlar? Mevsim değil mevsimler geçecek ben yatağıma bedenimi iliştirene değin.”diye söylendi. Ağırdı ruhu. Yolunu çevrelemiş olan duvarlarda sürüdü ellerini. Öyle ya, hafiflerdi belki. “ Toprak dolacak tırnaklarıma ve sonra arınacak şelaler ile kiri kazıyışlarımın. Yerden kesecek adımlarımı kasırga. Uçuşup da gövdesinde kasırganın, kaybedeceğim yönümü. Sonra her nasılsa yine basacak yere ayaklarım.” Duvar, zemin ve çeşitli nesneler sarmalındayken bedeni ve ruhu, bu cümleler döküldü aklının masasına. Evinin dağınıklığından vardı zihninde de. Odasının penceresine gülümseyen bulutların huzurundan da bulaşır mıydı içine kafasının, bilinmez. Belliydi. Çok yorulmuş olacaktı döşeğine yerleşip de gözlerini kapattığında uykusuna. Mecalsiz bırakacaktı onu evine gelip de dışarıdan, inzivasına kavuşmak için yatağına kadar adımlamak. Tüm yaşayış kabiliyetlerini tükettiğinde bu kısa gibi görünen fakat uzun süren mücadelede, şöyle diyecekti: “Doğdum. Büyüdüm. Ve öldüm.”
-Cebimde Anahtarını Taşıdığım EvBabanın evine dönülürken haber verilmez. Babaevi: cam kırıldı -tuzla buz- toprağa dönmedi. İnsan aynıdır camla köken olarak ama cam nasıl da şeffaf ama insan nasıl da kapalı. Ufalanan uzuvlarımı kiremit testiden döküyorum mezarıma. Cesedimi bedenime gömüyorum. Balçığım kuruduğunda kargaydı ölümü ve öldürmeyi bilen. Bileklerimde bir iz vardı günahkâr doğmaktan. İsmim seslenildiğinde tepki verdiğim ilk an işlenmişti kaburgama yenilgi adaleti. İlk an ve sonrasında kuşkusuz yoktur kuşkusuz tek bir anım. Mayın ve şarapnel arasında bir savaşın ardındaki yaşanmışlıktı fark ölümü haklı kılacak. Mühimdi nasıl ölündüğü; işte oydu savaşmak da. Mayına basmalıydı, aşkı ayaklar altına alırcasına. Başka kavgaların ve başka başkaldırıların şarapneli isabet ederdi kaçarken mesela. İnsan oyup gövdesini geride büyük boşluk bırakarak eline almalıydı sevdasını. Yüreğinin pimini çekip bekletmeliydi avucunda. Kendi isyanın, kendi aşkın, kendi kavgan, kendi savaşın, kendi yaşamın ve kendi ölümün kendi elinden olmalıydı. Ölüm hak edilirdi. Çarmıhtı sırta vurulan ev diye. Cesetler değil miydi sırtlarında taşıyan dünyayı? Yaşamaktı öncülü ölmenin. Gömlek cebinde bile dinç bir çiçek taşımak. Savaşmak, çiçekten yaratılmadı mı savaş? Can suyu kan. Ki aşk kanamalı bir hastalık: deriyi kabuk içi yara kılar. Göğsümde günbatımı manzaraları. Kalbim, bir iç kanama olarak savaşı başlatan. Kalbim, iç savaş hainlerinin en heyecanlısı. Kalbim, allahsız korku gibi sahte. Üç kere kan revan, üç nokta. Bir dua biliyor olsaydım da okumazdım şu an: beylik laflar etmek beylik tabancamdan. Latin harflerinden ezberlediğim sureleri unuttum. Akşam eve dönme ihtimalim olmadığından beri. Metal yorgunu metrolar son seferini yaparken bir tek ben koşmam sokaklarda. Zaten dönecek yeri olmayan insanlar zaten dönmüş insanlardır. Mesken: dönülecek yer veya dönülmek istenen. Arapça sükûn kökünden. Yol ayrımlarının birleştiği. İşte elleri cebinde dolaşan benim avucumun içindeki terleten metal. Kilidi uzakta bir anahtar. Açar bir evin kapısını. O evle aram fiziki haritalar, coğrafi keşifler, tarihi çağlar. Ve ben yazıyı henüz icat ediyorum hasretten. Aynı evin anahtarlarını taşımaktır aile olmak. Ama uzak, tütünsüz nefesin yaktığıdır ciğeri ya da acıdır dibi daha. Gibi sigaramın ucunda ölümü gevelerken söylediğim. Dönmek fakat bazı kapılar içeri açılmaz. Topuğu yaslıdır kapı eşiklerine ayakkabıların. Varsa bir göz kapı deliğinde ispatlar gidenin sırtını ve yuvarlaklığını dünyanın. Beklemek halidir ağacın. Yani ağacın bütün halleridir. Kolları uzar, uzanır dalları. Sessiz ve sakin gidenin peşinden. Kapıyı hiç kapatmamış ki annem.
Tanrının sonsuz hafızasına yeni sayfalar eklediğimiz o akşam kışı geçirmek üzere uzaklara doğru yola çıkmıştık. Yazın henüz bitmişliğini, ellerimde kalan meyve kabuğu kokusu yüzünden unutamıyor ve yüreğimde birçok vedanın hüznünü duyuyordum. Evvel zamanda yaz bitecek diye ödüm kopardı. Şimdi ise bugün yağmur yağarsa ardımda yanan temmuzları söndüreceğine inanıyorum. Ve biliyorum ki yazın açtığı yaraları güz bittiğinde anımsamıyor olacağım. Öyle görünüyor ki her akşam olduğu gibi bu akşam da anlatılacak çok şey var. Eve henüz varmışlığın ve yola çıkmışlığın çok uzağında bir yerlerde suyumun durgunluğunun bozulduğunu hissediyorum. Denizin çok uzaklardan önüne katıp getirdiği yabancı, anlamsız bir şey ürkütüyor göz çukurlarımda sakladığım kırmızı rüya kuşlarımı. Göğün damarlarında birbirine karışıyor süt ve kan. Yel kımıldatıyorken öd ağacının dallarını, düşmanımı denize dökmek elbette kolaydır. Fakat sevgili Yusuf, işte senin ellerin ve işte uykunun sonu. İsmini öğrendiğimden beri seni izliyorum. Salim bir limana varmak istedikleri için yolundan cayanlar ve güneş batmadan evine dönmek isteyenler arasında sıkışıp kaldığını; bir sözcük içine iki anlam sığdırmaya çalıştığını biliyorum. Denizde boğulduğunu hatırlıyorum ve şimdi burada olduğun için huzurluyum. Bu zorlu yolu göze alanlar kimi kanunlarda sürgüne gönderilir. Fakat seninle beraber bir ikindi üzeri yazdan unutulan o açık pencereden kaçtığımızdan beridir yüzlerimizin burada hiçbir tanıyanı yok. Oysa ben seni tanıyorum, ismini biliyorum. Denizlerin niçin yükseldiğini, kuş uçumu bir uzaklıktan gelen baharı ve akrebi düşmüş saatin gösterdiği ağır aksak ilerleyen o zamanı varlığının aksinden izliyorum. Sevgili Yusuf… İşte senin ellerin ve işte uykunun sonu.
Gönlüm ney’ledi, karıncalar inledi. Yoksul bir pikabın içinde seni bekledi. Geleceğin umuduyla plakları hazır etti; Gel(me)din!
Boş kumsal bulup şapkalarını gömdüm, Küstah dalgaları etrafından kovdum, Dağınıktı İstanbul; derleyip topladım,
Sana şiirlere sarılı incir sundum; Bekledim, beni şapkanın içine almanı, İstedim saçlarında saklanmayı. Benim bu gönül sana meyl etti, Kırık kaset gibi teypte gizlendi, Cızırtı yaptığı için de dinlenmedi. Oysaki bir gazeteci Deniz’i dinlemeliydi, Denizin içindeki atıkları temizlemeliydi,
Sonra boy verip “Gel” demeliydi; De(me)di!
Gece kalktım, sabah yattım; uyumuyorken de uykudaydım hep. Başıma muhteşem önemli bir olay gelmedi, hikâyenin öznesi değilim. Öznesi benden çok uzakta bu yazılanların, dört yıl ve 370 kilometre uzakta; bu satırlardan bihaber devam ediyor soluk alıp vermeye, belki de etmiyor. Sabahın erken saatlerini yaşarken sarhoş hissederim kendimi, damarımda dolaşan alkol değil mahmurluğun anlatılamaz keyfidir. Birkaç bin insanın olduğu ilçede liseye gitmek de bu keyfi katlar, zira en iyi ve tek arkadaşım, doğan güneşten ışık çalan ağaçlardır. Dört çocuk büyüten ve artık kimsesiz bir kadın için de bu böyle olsa gerek diye düşünürdüm o zamanlar, kendimi Freud ya da Sabahattin Kudret sanmamdan ötürü ismini ufak not defterime yazdım o kadının; hep gördüğüm, beni fark etmesine imkân tanımadan yaşantısını ezberlediğim adeta eski bir binanın duvarıydı Oya Teyze. İnsanların, en büyük yargıcı hayatlarımızın, tabiriyle Pasaklı Oya. Pahalı markalardan, izlemek istediğimiz filmler için ödeme yapmaktan ve aşktan bihaber olduğum 2015 yılında en iyi arkadaşım bozulmuş parke yollardı, kanatlı hayvanların özgürlük sandığı ufak kümesler aniden şehirli evlere devşirilmekte, parke yollar muntazamlaşmaktaydı adım adım. Henüz şehrin başladığını hissetmeden rastlarsınız Pasaklı Oya’nın evine; duvarın dışında, üstünde yıpranmış çiçek desenleriyle bezeli minder dikilmiş bir tabure karşılar sizi. Oya’nın en iyi dostudur bu dört ayak ve birkaç santimetre karelik alan. Öyle merak uyandırıcı gelmişti ki bana ilk başta, sadece Oya Teyze için o yürüyüş yolunun müdavimi olmuştum, kendime yukarıdan bakıp gözlemciliği yakıştırırken; sadece bir anlatıcı olduğumun farkına varmamı sağlamıştı. Gözlerindeki diriliğin aksine buruşuk yüz hatlarıyla ve itinayla bağlanmış bürgüsüyle, Anadolu türbanıdır iğne oyasıyla üstüne hayat işlenen bu bez parçası ve o arayan sesiyle eşsiz bir takvim yaprağıdır adeta. Günde yaşamayan, hatta varlığı dahi unutulmuş ama hâlâ üstündeki ‘gün için yemek önerileri’ dikkate alınan bir takvim yaprağı. Çocuklarının bile aramayı aklına getirmediği bu kadın, her gün çiçeklerini sularken neler düşünürdü peki; özler miydi kendisinin diri ve arzulanan bir kadın olduğu zamanları, çiçeklerin dile gelmesini ya da içlerinden bir masaldaymış gibi kaplumbağalar çıkmasını ve onunla kalmasını diler miydi? Tüm bu kesin düşüncelerinin kafasını kurcaladığı sabahlardan birinde uyanıp çiçeklerinin betona döndüğünü görünce ne hissetmişti. Kaldırımlardan mı nefret duymuştu, çiçeklerinin katilinden, yoksa devletten mi. Ya da artık vaktin geldiğini anlamış ve kendini o minderli tabureye bırakıp nihai buluşmayı beklemeye mi koyulmuştu? Bana seslendiği, hatta bağırdığı ki duyabileceğim en gerçek haykırıştı. Bazı yalnızlık eşikleri vardır ve onları aştıktan sonra artık insanlar sadece insan değillerdir; yaşamın kanıtıdırlar, ölü ya da diri olmanın turnusolu. Bu taşra yerleşimine veda ettiğimde el sallamak istediğim tek kişi vardı, Pasaklı Oya. İnsanlar onun yeterince temiz olmadığına ya da bu delirten yalnızlıktan artık çıldırıyor olmasına bakarken kaçırdıkları bir şey vardı. Geçmişin tüm yükünü sadece omuzlarına almamıştı; kalbi, aklı ve yüzündeki buruşmuş her bir hat bu ağırlığı taşımayı diretmekteydi. Gelecek beklentisiyle ayrıldığım ve bana yalnızlıktan haz almayı sunan bu hiç de çekici olmayan ilçeye bir daha dönmedim. Eğer hâlâ yaşamakta ayak diretiyorsa Oya Teyze ve bir gün yolum düşerse evinin yanına, ellerimde bir tohumla gitmek isterim. Ne kadar yaşlanırsa yaşlansın vazgeçmeyen bu yüce takvim yaprağına yaratmak layıktır çünkü. Bireyleri, çiçekleri ya da yarınları. Yarınları yaratırken ayak direyip, bu bela denizinde bir tahta parçasına tutunup, önünüzü görmeniz dileğiyle.
zülüflerimden yağmurlar yuvarlanır
Sizlerle bulutları anmak isterdim
mevsimini kaybetmiş iklimlere, meyvelerin ve deryaların sularına karışır
Günler
mırıldanır, mırıldanır..
ürkek bir kısrak gibi geçiyor üzerimden
benzer değil artık yaylıları
En tanıdık duvarlarla kavgalıyım; bir garip hal
şehrin borçlandığım ışığı altında
Artık sadece
hacize uğrayanlardan benim evim
yalnızken güzel buluyorum gölgemi
ellerimde binlerce yangın var
Kar korkusuyla sindirilmiş bu yürek
yüzleri devlet duvarlarına benzeyen.
En talihsiz ayaklanmaların hikâyesiyim
tokmaklarında har vurulmuş
amma
refakatçileri var, makbul kılan
Benim gizli bir sevincim var,
sevabını ve günahını
vallahi anlatmam oysa eriyen bir mumun
Hey, beklemek nedir bilir misiniz
yükselen isi önünde yalan söylemek kimin haddine?
Ne konuşsam kambur bir ihtiyara benziyor adı çıkmış duvaklar içinde
Ah çok isterdim kelimelerimle sevilmeyi
ben değilim ölesiye büyüyen,
Sevilmek nasıl durur kambur bedenlerde
kadınlığın taze kanatları altında kendi kendimin çocuğu ve annesi,
Bir aynayı kırmızıya boyanırken gördümdü
Palyaço sevimsizliğiyle sırıtıyordu unutmam Çocukluk işte, aynalar sevilmez mi Sizlerle bulutları anmak isterdim
Tanrı’nın susturmayı bir türlü beceremediği ellerimde binlerce yangın var
binlerce “hayatım”ın bilmem kaçıncı nefreti var
I Acı, çalışılmış bir pozisyon bu Bir acıdır Yaşıyoruz Sen gittiğinden beri Sen gittin, her yer soğuk Her yer negatif enerji Seni anlatırken daha çok sigara içiyorum II Acı, alışılmış bir pozisyon bu Ahmet Erhan, şiirler ve geçen iki hafta Bir Adam bağırıyor karısına yüksekten bakıp Sen olsan Ben sana Hiç Bağırmazdım III Acı, Sevişilmiş bir pozisyon bu Sen gittin Kendimi bir halde hissetmiyorum.
tarih öncesi bir ceylan Dicle’den su içerken vurulunca Zağros’un doruklarında bir isyan mayalanır ve kanatıp durur dudaklarımı Şivan Perwer’in bağlaması bir Park’ın Gezi’sinde su çoğalınca bütün aşklara yardım ve yataklık eder şiir tarihin kalemleri yazmaktan yorulur siyaset sokakta renklendirirken hayatı bir adam durup düşündürür bütün dünyayı Kapalı Çarşı’sında Ece Ayhan görücüye çıkarır da bütün dizelerini hiçbir padişahı sokağa çıkarmaz taçsız kılıçla uygulanan her buyruk kanla yazılıdır ve “solgun bir halk çocukları ayaklanması”nın kalbine saplıdır
Salvador Dali’nin uzun bacaklı fillerinin önünde ve bir haçın çıplaklığının karşısında dikilen beyaz gövdeli bir atın şahlanan nallarıdır Kitab-ı Mukaddes’ten taşan sözün gücü Zapata’nın atıdır bir serüvenin düşünden koşan ki her düş bir duygunun şahlanışıdır ve her duygu bir parça düş içerir tükenir gider oysa çoğaltmayınca soluğun kırmızısında Picasso’nun yüzleri arasında rastlanamaz sokakta yolunu şaşırmış bir yüze çünkü yolunda yürür Cuba tarihin 1959’undan beri sosyalizmin düşten gerçeğe dönüşümüdür Fidel’in Ülkesi Marlyn Monroe Das Kapital’i hatmeder Cennet’teki Tuba’nın altında serinleyen Karl Marx’ın ayaklarının dibinde “sarışın bir kahkahadır çırpınan hayat” der Feurbach’a karşı 12.Tez
Büyük, verniği dökülmüş eski kapıyı iterek içeriye giriyorum. Loş ışığın altında vestiyere doğru yürüyorum. Vestiyerin arkasındaki yaşlı adam sigarasından bir nefes alıyor, oturduğu yerden kalkıyor, başıyla bana selam veriyor; “Eşyalarınız lütfen, hepsi!” “Eşyalarım?” “Lütfen soyunun!” “Anlamadım?” Yaşlı adam alt taraftan bir pompalı tüfek çıkartıyor ve vestiyerin üzerine koyuyor; “Soyunun, lütfen!” Sorgusuz sualsiz tüm kıyafetlerimi çıkarıp yaşlı adama teslim ediyorum. Yaşlı adam kıyafetlerimi özenle katlıyor ve kapağında asma kilit olan bir dolaba yerleştirip kilitliyor. Anahtarını cebine atıyor ve yan tarafta duran askılığa yöneliyor; “Büyük beden, değil mi?” “Evet.” Askılığın ortalarından bir takım çıkartıyor ve bana veriyor; “Giyin, lütfen!” Takım elbiseye bakıyorum, ceketinden çorabına kadar her şey siyah. Takımı giyiyorum ve vestiyerin karşısındaki aynada kendime bakıyorum. Yaşlı adam alt taraftan kristal kesim bir bardak ve bir şişe siyah rom çıkartıyor, bardağı yarısına kadar dolduruyor; “İçin, lütfen!” Bir dikişte bardağı bitiriyorum ve bardağı vestiyerin üzerine bırakıyorum. Yaşlı adam bardağı tekrar dolduruyor, şişeyi aldığı yere bırakıyor ve alt taraftan uzun namlulu siyah bir altı patlar, bir paket sigara ve zippo çıkartıp vestiyerin üzerine koyuyor; “Bunlar müesseseden, buyurun, sizi bekliyorlar.” Altı patları belime, sigara ve çakmağı ceketin iç cebine yerleştirip bardağı alıyorum, “teşekkürler” dercesine başımı sallıyorum ve vestiyerin sağındaki uzun koridora yöneliyorum. Koridorun sonunda bir kapının önünde duruyorum. Kapıyı açıp içeriye giriyorum, büyük ve loş bir odadayım. Odanın ucunda siyah bir
perde, perdenin önünde deri koltuk ve sehpa var. Koltuğa oturuyorum, bardağı sehpaya bırakıp ceketin cebinden sigara ve çakmağı çıkartıyorum ve bir sigara yakıyorum. Paketi ve çakmağı sehpaya bırakıp sigaramdan büyük bir nefes alıyorum ve sert bir müzik başlıyor. Müzik başladığında arkamda ayak sesleri duyuyorum. Giydiği topuklu ayakkabılar attığı her adımda öylesine ses çıkarıyor ki müziği bile bastırıyor. Kızıl saçlı, beyaz tenli, siyah elbiseli bir kadın yanıma geliyor, giydiği elbise vücudunu öylesine sarmış ki kadını olduğundan daha güzel gösteriyor. Bana bakıp gülümsüyor ve kucağıma oturup kollarını boynuma doluyor. Onu tanımıyorum ama o beni yıllardır tanıyormuş gibi gözlerimin için bakıyor, resmen gözlerinin içi gülüyor. Kırmızı rujlu ve ıslak dudaklarıyla alnıma bir öpücük konduruyor, elimden sigaramı alıp büyük bir nefes çekiyor ve konuşmaya başlıyor: “Uzun zamandır gelmeni bekliyorum, biraz beklettin ama sonunda geldin. Eee, büyük geceye hazır mısın?” “Evet” dercesine başımı sallıyorum ve kadın kucağımdan kalıp elimi tutuyor, beni ayağa kaldırıyor. Şarkı değişiyor, kadın belimden tutup beni kendine çekiyor; “Dans et benimle!” “Ben dans etmeyi bilmem.” “Bu gece hiçbir şeyin önemi yok, sadece dans et.” Ellerimiz birleşiyor, kadının belini kavrıyorum ve dansa başlıyoruz. Her geçen dakika yüzündeki mutluluk, içimi huzurla kaplıyor. Şarkının sonlarına doğru kadın başını göğsüme yaslıyor, bir an zamanın durmasını ve sonsuza kadar öyle kalmayı diliyorum içimden. Şarkı bitince gülerek başıyla selam veriyor ve elimden tutup tekrar beni koltuğa oturtuyor; “Artık gece başlasın ha, ne dersin?” “Sen nasıl istersen.” Ellerini çırpıyor ve önümdeki perde açılıyor, Perdenin arkasında üç ışık yanıyor. Işıkların aydınlattığı yerde üç tahta sandalye ve o sandalyelerde bağlı insanlar beliriyor. En sağda iri bir adam, ortada bir genç ve en solda
bir çocuk var, üçünün de başlarında siyah torbalar var. Bir süre ortama bir sessizlik hâkim oluyor. Ne olduğuna anlam vermeye çalışıyorum ve bu sırada kadının bana baktığını fark ediyorum. Göz göze geliyoruz, kafasını sallıyor ve konuşmaya başlıyor; “Hangisinden başlayacaksın?” “Neye?” “Öldürmeye?” “Ne için?” “Özgür kalmak için?” “Ben zaten özgürüm.” “Sen özgürsün ama zihnin değil, zihnini özgürleştirmen lazım, benimle bütünleşmen lazım!” “Seni tanımıyorum bile.” “Gayet güzel tanıyorsun, sadece bunu bilmek istemiyorsun.” “Bunu yapmak istemiyorum.” Başını öne eğiyor, biraz öyle kaldıktan sonra başını kaldırıyor ve öfkeyle bana bakıyor; “Sen yapmazsan ben yaparım.” Ayağa kalkıyor, elbisesini kaldırıyor, sağ bacağına bağlı bir bıçak var. Bıçağı çıkartıyor ve hızlı adımlarla iri adamın arkasına geçip bıçağı kalbine sokuyor, göğsümün sol tarafında keskin biz sızı hissediyorum. Adam hiç ses çıkarmıyor ve başı öne düşüyor. Kadın bıçağı çıkarıp ortadaki gencin arkasına geçiyor ve bana bakıyor; “Hala yapmamakta kararlı mısın?” Koltukta iki büklüm oluyorum. Üzerimdeki ceket vücudumu sıkmaya başlıyor ve çıkarıp fırlatıyorum. Göğsüm öylesine acıyor ki kadının sorusuna cevap dahi veremiyorum. “Peki öyleyse.” diyor ve bıçağı genç adamın boğazına dayayıp boğazını kesiyor. Nefesim kesiliyor, boğulmaya başlıyorum, koltuktan kendimi atıp dizlerimin özerine çöküyorum ve bir süre nefes alamıyorum. Yanıma geliyor, eliyle başımı kaldırıyor ve tekrar nefes almaya başlıyorum. Elimden tutup beni ayağa kaldırıyor ve çocuğun yanına götürüyor. Sol tarafımda durup kollarını koluma doluyor; “Daha fazla acı çekmek istemiyorsan silahı çıkar ve ateş et.” Sorgusuz sualsiz elim belime gidiyor ve silahı belimden çıkartıyorum, çocuğun kafasına silahı dayıyorum ama ellerimde tetiği çekecek gücü bulamıyorum. Bir süre öyle hareketsiz
kalıyorum ve kadın yanımdan ayrılıp iri adamın yanına gidiyor. Saçlarının bir kısmını sol eliyle topluyor ve bıçağı saçına vurup saçlarını kesiyor. Elindeki saçları havaya savurup adamın yüzündeki torbayı çıkartıyor, kendi yüzümü görüyorum. Olana bitene anlam vermeye çalışırken kadın genç adamın arkasına geçiyor, saçının geri kalanını da ellerinde toplayıp kesiyor, havaya savuruyor ve genç adamın yüzündeki torbayı çıkartıyor. On sekiz yaşındaki halim karşımda ve cansız duruyor. Sinirli bir ifadeyle tekrar yanıma geliyor, elini yüzüme götürüp yüzümü kendine çeviriyor, gözlerim gözlerine değdiğinde saçları kararıyor, gözbebekleri önce büyüyor sonra dikey bir hal alıyor; “Onlar zaten öldüler, ölüleri arkanda bırak, şeytanının elini tut!” O anda kadını tanıdığımı idrak ediyorum ama hiçbir şey hissedemiyorum, öyle ki dans ederken ruhuma işleyen huzuru bile hissetmemişim gibi hissediyorum. Korku, öfke, şaşkınlık, tüm duygularım ruhumdan çekip alınıyor. Silahı indiriyorum ve çocuğun kafasındaki torbayı kaldırıyorum. Çocuk başını havaya kaldırıyor ve bana bakıyor. Çocukluğum sandalyeye bağlı karşımda duruyor. Birbirimize bakıyoruz bir süre. Ben çocukluğuma bakarken kadın bıçağı kaldırıyor ve sağ kolunu kesiyor, kanlı elleri ile ellerimi tutuyor, kolumu kaldırıyor, gömleği sıyırıyor, sol kolumu boydan boya kesiyor ve ellerini ellerime kenetliyor. Kollarımızdan akan kan kenetlenen ellerimize doluyor. Elimi çekip sehpadan bir sigara alıyorum, yakıyorum ve kadının yanına geri gidiyorum. Kadın ağzımdaki sigarayı alıyor, büyük bir nefes çekip dumanı yüzüme üflüyor; “Bırak içindeki şeytan özgür kalsın.” Sigarayı kadından alıp büyük bir nefes çekiyorum. Dudaklarını dudaklarıma kenetliyor fakat hiçbir şey hissedemiyorum. Dudaklarından ayırıyorum kendimi ve çocuğa bakıyorum. Çocuk tekrar kafasını kaldırıyor, “yapma” dercesine başını sallıyor. Karanlık bir şarkı başlıyor, cellâdın bir idam mahkûmunun kafasını keser gibi kesiyor sessizliği. Silahı çocuğun alnına dayıyorum ve gözlerinin içine bakıp tetiği çekiyorum, iki kaşımın arasında keskin bir acı peyda oluyor ve gözlerim kararıyor.
Uzun zaman oldu biliyorum ancak gece ve gündüzün birbirini takip eden sonsuz kovalamacısı bir yana bazen hangi tarihteyiz, günlerden ne unutuyorum. Anımsamak istemediğim tüm o şeyleri zihnimde arkaya atmaya çalışırken onlarla birlikte çoğu şey de kaybolmaya başladı. Kendime (aldığım cevaplar canımı acıtsa da) sorular sorarak hatırlatmaya çalışıyorum bazen. Mesela; “Ben kimim?(Çünkü değiştim.) Sen kimsin? Ya da sen gerçekte (benim tanıdığımı sandığım kişi dışında) kimsin? Belki de şu daha doğru olacaktır; sen kimdin ve artık birbirimize karşı kurduğumuz en son cümlenin üzerinden de aylar geçmişken şuan daha resmi olmak gerekirse; siz kimsiniz? Biz (önceden bizdik) neden artık birbirimizi tanımıyoruz? Belki de tanımak istemiyoruz, bilmiyorum. Ben bir zamanlar kime ve nereye ait olduğu bilinmeyen o kurak, o çiçeksiz topraklarda tek başına yalnız ve içinde samandan başka hiçbir şey olmayan bir korkuluktum. Ben, hissetmeyerek geçirdiğim tüm o sıcak ve tam aksi olan dondurucu soğuk günlerde aynı yerde dururken ve dünya etrafımda dönerken ve zaman her gün yanağımdan öperken, sen ansızın omzuma konmuştun, hatırlıyor musun? Kargalara yasaktı benim topraklarım, ben yasaktım ama sen umursamadın ya da bilmiyorum belki de hiçbir şeyin farkında değildin, emin değilim. Kargalar korkuluklardan korkardı sense tam gözlerimin içine baktın, korkan sen değildin sevgili karga, korkan bendim, her zaman ben oldum. Bu pişmanlıkların arka arkaya sıralandığı, özürlerin ve ardından minnetlerin birbirini kovaladığı, kabahatlerin söylendiği ve hediyelerin armağan edildiği veya günah ve sevapların tartıldığı, sırt sırta vermiş iki duygunun
artık konuşamadıklarından içlerinde biriktirdiklerinin gün yüzüne çıkartıldığı bir yazı değil. Özlem var biraz ama bunun bir önemi yok. Öfke var bir tutam, ancak bir önemi yok. Kırgınlık var, bir önemi yok. Sevgi var, bir önemi yok. Söylenecek sözler var, ama artık gerçekten bir önemi yok. Şimdi ortak tek bir kelime bile çıkmasa da ağızlarımızdan, dökülmese de dudaklarımızdan o cümleler ve geçmese de isimlerimiz birbirimize karşı kilit vurduğumuz o yerden zihinlerimizden- ben yine de bunu yazmak istedim. Bir tür içini boşaltma diyebilirsin belki de bu söylediklerime, belki de bir tür günah çıkartma ama sana veya tanrıya karşı değil, kendime ve kırılan kalbime karşı. Belki de o günden sonra ilk defa dürüstçe söyleyebiliyorum kendime bazı gerçekleri, mesela sen gittin ve ben senin için çoktan anılarında kalan bir yabancı oldum bu evrende, paralelinde nasıl olduğumuzun, belki de bir ihtimal mutlu olduğumuzun, bir önemi yok. Bu mektubu (ki bunun bir mektup olup olmadığı tartışılır, ne olduğunu tam olarak ben de bilmiyorum tıpkı şu an senin kim olduğunu bilmediğim gibi) bazen saflığı, bazen dürüstlüğü, bazen de bir kucak dolusu sıcaklığı bana en derinden hissettiren (hissediyordum; eskiden) sana yazıyorum. Olağan yerlerde olağanüstü sohbetleri bana armağan eden, yumuşak ama farklı bakışlarında bazen boş vermişliği, bazen bitmeyen isyanı gördüğüm o kişiye çok şey borçluyum. Hiç şiir okumayan bana, ilk şiir kitabımı hediye eden ve bazen çoğunu hak etmediğimi düşündüğüm o güzel sevgiye (eskiden beni severdin) beni layık gören, kendi halinde kıvrık saçları ile bu devre ait olmayan o özel ruhun sahibine; yanındayken (eskiden yanında olurdum) hissettiğim huzurla, asil kargaların ve iğrenç sarma sigaralarınla çok özel ve değerlisin (hala öylesin).
Aman Çıkma Evden çıkma!
Hani şu koyun Dolly öldürülmeden biraz evvel doğanlar? Y çağı, bilgisayar çocukları, hiperaktivitenin sözlüğe dahil edilmesine sebebiyet veren biz “manyak” nesil. Nasılsınız? Bizden sonra doğanlara söyleyecek söz bulamadılar, biz doksanların sonu kuşağı, sonra milenyum çağı ve şu tabletlerle büyüyen çocuklar hani. Ne hoş oldu bizler, Bok vardı büyüdük. Sınav denen sistemi kökünden değiştirdiler, Çocukluğu hak adı altında dinen ötekileştirdiler, Ağaçları söktüler, Çocukları -Çocukları ya Bildiğin çocuklarıAskerleri, Sarıya turuncu diyenleri, Çok konuşanı, Çıtı çıkmayanı Her zaman fiziken değil, İçten içe Çürüyerek ölüme mahkum ettiler. öldük. “Dünyadaki açlık sana sarılsam biter mi?” Ah ben! Ah hala saf, İlk aşkını yaşayan salak ben! Dünyadaki açlığa gelene kadar kafanı kaldırsan Göreceğin gökyüzünde griden başka renk yokken, Kendi şehrinin sokağında “Tecavüz edilerek öldürüldü.” Denmesin diye adına, Adın ö.a Diye yazılmasın diye, Çıkmadın evinden gece ondan sonra. Sen nefes almak için bile para öderken Su faturanı (!) ödeyemiyorsun. Kalk bak gökyüzüne, temmuzları kana buladılar, Senin çocukluğuna da darbe vurdu, O bile isabet ettiremedi. Çık dışarı.
Sen Türkiye eurovisyondan çekilmemişken bütün şarkıları ezbere bilen çocuktun, Abim misket oynardı, Sokaklarda büyüdük, Karantinada değil. Bilgisayar eve girdi, İblis dediler hatırla. Babaların baş düşmanı, Annelerin korkulu rüyasıydı. Hala herkesin aynı buzdolabını kullandığı zamanlar, Hani rezidansların bile olmadığı. İçine doğdumuz dünya ellerimiz çalışır hale gelmeden değişime uğradı, On beş yaşında sahip olduğun bilgisayarda kod yazmayı değil Adam asmaca oynamayı bilirdin, Sonra oyun bağımlısı oldun diye sınıfta kaldın. İnternet kafe aşkları, Pis barlarda, Olgunlardaki ikinci el kitaplar arasında dolanan Ergenlik çağında piercingi olan Ama gezi parkında tomanın altında kalan Saçları gökyüzünden renkli olan çocuklardık Yeni yaz şarkıları çıkmayacak belki, Nargile satışları artacak, Yazın tatile gidip öleceğiz hep beraber. Zaten üçüncü dünya savaşını az kalsın görüyor gibiydik, Şansımıza, Onu da kaçırdık! Şimdi bu şarkıların, Bu neslin, Başımıza gelenlerin, Ama en çok da insanın, Doymayan, Yetinmeyen, Sevemeyen İnsanın, Ah bu şarkıların Söyleyemediğimiz şarkıların, Yasaklı düşlerin, Cam fanusta hayallerin Gözü kör olsun!
“Sen, her cezayı bir sınav, Her sınavı bir mükafat bil.” Güneş doğalı epey oldu. Belki bu, tuhaf hayatımın son öyküsüdür. Kahvaltı saatini muhtemelen kaçırmışımdır. Şimdi ise o koca caddenin kalabalığını en sevdiğim saatleri. Acele etmeliyim. Biraz sonra o yıllardır taktığım şapkamı yine aynı hamleyle takacak, kaldığım bu otel odasından ayrılıp resepsiyondaki kadına yine aynı tavırla iyi günler dileyeceğim. Hayat bazen sıkıcıdır. Yani siz çok tuhaf şeyler de yaşamış olsanız eğer rutininiz bir ”tuhaflıksa” hiç yaşamadığınız bir memur hayatını özler durusunuz. Paltomu alıp gitme vaktim. Eğer biraz daha durursam her şeyi kaçırabilirim. Cadde oldukça uzun, eğer hesaplamalarım doğruysa bu yolculuk tam istediğim yerde sonlanmış olacak. Yürüme hızım saatte 5 km’dir. Tüm cadde ise 4 km kadar. Gitmek istediğim yer ise caddenin başından 2800 m. uzaklıkta, yani sadece 36 dakikaya ihtiyacım var. Her şey yolunda giderse dört dakikam daha kalacak. Ne şans ama(!) Koskoca dört dakika… Caddeyi ortalayarak yürümeye başlıyorum, adımlarım her zamanki ile aynı. Saat on üç yönüde, caddenin bu kısmını hedefleyen bir kadın geliyor. Ayakkabılarını göremiyorum kırmızı paltosu bana birinin otuz senelik hatırasını hatırlatıyor. Onu bir keresinde öldürmek istemiştim. Hiç kimse engel olmazdı da, yine “ben” tutmuştum kendimi.
Çaldığı da çok büyük bir şey değildi. Sadece birkaç ayımı almıştı benden. Zaten zamanın o kadar da önemli olduğuna inanmamaya başladım sonraları. “Yaşasın.” dedim usulca, şansı varsa hatta daha onurluca. Belki de ona kötülük yapmışımdır. “Bu akşam? Eminsin değil mi?” Uzaktan gözlerini bana dikmiş gelen birini görüyorum. Bu sefer saat on iki yönünde. Orta yaşlarda, sakallı. Bıyıklarının özellikle üst kısmı sararmaya yüz tutmuş, muhtemelen sigaradan. Uzun birisi değil ve bana yaklaştıkça kambur durduğunu da fark ediyorum. Ben ona bakmadıkça gözlerini ayırmıyor üzerimden. Aslında başka yere bakmaya takati olmadığı için böyle yaptığını da anlıyorum. Yorulmuş belli ki hayatından. Şimdi de büyük bir ihtimal, gözlerini üzerimde bir noktaya sabitlemiş, kendi kendine karısından şikayet ediyordur. Bunun gibi adamları pek severim. Tam görev insanıdırlar. Ağızları da sıkıdır. Ama hakkını zamanında vereceğinizden emin olana dek işinizi layıklıyla yapmayı reddederler. Bu benim için hiç sorun olmadı bugüne kadar, ben herkese hakkını veririm. Belki de en büyük hatamdı. “Aman canım! Aptallıklar işte, her zamanki gibi...” En sevimlisi, şu solumdan hızla geçen çocuk olmalıydı. Sekiz yaşlarında, esmer, kısa saçlı birisiydi. Yüzünde, şu çocukların bağırmadan hemen önce takındıkları, o gülümseme vardı. Eğer o kadar hızlı olmasaydı belki daha fazla görebilirdim onu. Ben, altı yaşıma kadar yalnızca otuz kadar insan tanımışımdır. O ise şimdi binlerin arasında çocukluğunu koşturabildiğinin farkında bile
değil. Bizimki ise vebalı bir köydü. Neyse ki şans eseri kurtulabilmiştik. Belki de en büyük şanssızlığımdı. “Pardon!” Biraz ileride yüksek sesle konuşan birkaç kişi olduğunu duyuyorum. İki kadın, bir adamdan hesap sorar gibiler. Sohbetlerini şimdilik duyamasam da; erkeğin biraz mahcup halleri, biraz da sözünün her seferinde kesilmesi onu uzaktan haksız gibi gösteriyordu. Ama bu tip durumları bilemezsiniz. Dolandırılıyor bile olabilir. Devlet dolandırıcılar konusunda insanları her ne kadar uyandırmaya çalışsa da pek yeterli olduğu söylenemez. Gerçi toplum öyle bir hâl aldı ki “Uyanın!” diyen de uykusunda konuşuyor. Gerçi bu tip adamları dolandırmak kolaydır. Her zaman bir başkasına ihtiyaç duyarlar. “İnsanları dolandırmak bir sanattır.” derdi babam. Asla altında bir imzanızın olmayacağı birer sanat eserleri bırakmak zorundasınızdır. Eğer imzanız bir kere görünürse iki kere kaybetmiş olursunuz. Adı çıkmış bir dolandırıcının ya da hırsızın yanında her zaman kendinizi daha güvende hissedersiniz. Asıl şüphe duymanız gerekenler ise hâlihazırda güvendiklerinizdir. Kimsenin güvenini boşa çıkarmadım. Öyle temiz çalışmayı seçmiştim işte kendime. Belki de en büyük yeteneğimdi. “Hayır yani; böyle olmak zorunda mıydı?” Yirmili yaşlarında bir çocuk, kendi kendini taciz eder gibi, ağzındaki sigarasını yakmak için ateşeni arıyor ceplerinde. Çok heyecanlı birine benziyor doğrusu. Onun yaşlarında ben de öyleydim. Kalabalık caddelerde sigaramı tüttüre tüttüre kafamdakilerle kavga ederdim. Bir keresinde birine o kadar
çok bozulmuştum ki kendi kendime konuşmaya başlamıştım. Önümdeki adam dönüp “Pardon, bana mı dediniz?” diye sorunca; tam “Neyi?” diyecektim ki olanları fark edip yoluma devam ettim. Belki de bana yapılmış en büyük iyilikti. “Birazdan arayacağım seni.” Kendi kendime konuşmak hadisesi o günlerden bir alışkanlık olarak kaldı. Sonra da böyle ses kayıtları almaya başladım. İnsanın kendini tanımasında bundan daha etkili bir yol olduğunu düşünmüyorum. Ama önce kendi kendinize uzun sohbetler edebilecek kadar delirtilmeniz, yalnız bırakılmanız gerekiyor. Eğer üstün bir zekâya sahipseniz de kendi kendinize konuşabilirsiniz ve genelde daha kısa sürede delirtir insanlar sizi. Başım fena halde dönmeye başladı. Arsenik etkisini gösteriyor olmalı. O doğduğum hastanenin önüne geldim sayılır. Tam seksen dört sene önce burada doğmuşum. Çaresizce doğdum ve yine çaresizce öleceğim aynı yerde. Başlangıç her ne kadar benim kararım olmasa da bitişin benim seçtiğim yolla olması beni inanılmaz gururlandırıyor. Dünyanın en kısa süreli gururu olacak gibi ama neyse. Kâr, kârdır. Tüm bunların nedenine gelince; Eğer şunları bilseydiniz bana gerçekten… “Adamın biri bayıldı!” “Beyefendi, beni duyuyor musunuz?” “Hastaneden birilerini çağırın!” “Salim Abi?” “Doktor yok mu?” “Salim Abi?” “Ne yapıyorsun kardeşim?” “Valla mı lan Salim Abi?”
Birlikte Sevgililer Çağı'na kılınsak ya. Güneş sessizce kayboluyordu kızıl dağın ardından. Kafam bin bir düşüncenin içinde boğulmuş, sokakta bulunan yoğun kalabalığa belli belirsiz izler bırakıyordu. Elinde termos taşıyan bir amca, çaprazımda saatlerce oturan ve beni yanlış düşüncelere yönlendiren iki genç. Sevgili edası ile saatlerce birbirlerine hafifçe yaslanarak hiç konuşmadan oturmuşlardı. Bu düşünce zihnime bir ışık yakmış yüzümde bir gülümseme oluşmuştu. Gözlerimi kapadığımda her şey duruyor, her şey olanca hızıyla akıyor ve ben gülümsüyordum. Caddenin sürekli akan o kalabalığında yapayalnız hissetmiştim kendimi. Bu sürekli devri daim eden kalabalığın içerisinde ben nerede duruyordum. İnsan kendini var etmek için bir başkasına ihtiyaç duyar mıydı? Bir insan, hiç kimse tarafından algılanamaz ise gerçekten yok olur muydu? Berkeley’in dediği gibi var olmak algılanmak mıydı? Peki ya Zeze. Zeze insanları unutarak öldürüyordu. Aniden tiz bir sesle irkilmiştim. Gözlerim şaşkınlıkla bana doğru ilerleyen termos amcayı gördü. -Abla, çay ister misin, abla? Az önce önümden geçip bana aynı soruyu soran adamdı bu. İnsanın beş dakikada fikir değiştireceğine inancı tamdı ve değiştirilmeyen fikirler karşısında kendini geliştirmişti. Kafamı hayır anlamında salladım, hiç durmadan uzaklaştı. Soğuğu hissetmeye başlamıştım. Yanaklarıma dokunan rüzgârın esintisi şefkatli bir el olmaktan çıkmış kızmış birinin uyarısı halini almıştı. Saate baktım, geç olmamıştı. Bir mesaj attım. Hayatta çalışıp çabaladığınız her şeyin, elinizden bir gecede alındığını düşünün. Aileni, çok severek yaptığın işini ve sevdiğini kaybettiğini… Daha kötüsü ise bunlar dışında hiçbir şey biriktirmediğini fark etmek olmalı. İnsan elde ettiği şeyi kaybetmek için elde etmez, bu hayal edilen bir şey değildir. O kaybedeceği şeylere alternatif şeyler taşımadığı için kendini suçluyordu şimdi. Hayat ve insan üzerine düşünecek çok şey vardı. O da bunu biliyor ve düşünülen her şeyi ardında bırakıyordu. Onca ay sonra ona yazmamı hiç sorgulamamış ve benimle buluşmayı kabul etmişti. Hayatı hala tepetaklaktı. Biliyordum. Bu hoşuma gidiyordu. Gökyüzüne bakıp gülümsediğimi hissettim. Yalnız değildim. -Her zaman aldığım yerde bekle. -Tamam, çabuk gel.
Arabaya bindiğimde onca zaman hiç aramıza girmemiş gibi baktık birbirimize, sadece biraz sus payı vardı biz de selamlaştık ve biraz da sustuk. -Nereye gidiyoruz. -Duracak bir yere. -Tenha olsun lütfen -Bakalım. Karanlık düşünceleri oldum olasıya sevmiyordu. Hiç dile getirmez, benim anlatmamı da istemezdi. Üzerine konuşmazsa yok olduğunu zannediyor, diye düşünürdüm. Ben de hiçbir şey anlatmadım, ona sordum. -Düşünsene bir çocuğum olabilirdi şimdi, dedi. Gözüme baktı, yutkundu, başını hüzünlü bir eda ile bana onaylatmak istercesine salladı ve önündeki boşluğa bakmaya devam etti. Karşımda her tarafı yara bere olan bir adam duruyordu. Bunu asla kabul etmeyecek olan ve çığlıkları olan bir adam. Ben kötü bir insanım diye düşündüm. Ona acıyordum. -Öpsene beni -Neden? -Seni öpmek istedim. -Öpebilirsin. Yüzüne doğru yaklaştım, elimi yanağına dokundurdum, öptüm ve orada kaldım, alnımı alnına dayayıp burnumun kanatlarıyla yanağı okşuyor samimi ve sıcak nefesimi boşaltıyordum, o da beni okşuyordu, kafasını geriye çekti, dudaklarıma yapıştı, öpmelerimiz çoğaldıkça nefesimiz de hızımız da artıyordu, son öpücüğün bir an öncesinde durmuş, dinleniyorduk. Yine o anlara gelmiştik, ağzından gelen o acı tadı düşündüğüm anlar. Onun ne düşündüğünü bilmiyordum, sadece huzurlu bir halde nefeslerimiz birbirine geçiyordu, o kadar. -Hissediyor musun? -Neyi? -Bana güzel bir şeyler söylesene? -Dudakların. -Başka? -Seni hissediyorum. Elini vücudumda gezdirmeye başlamıştı. Kulağıma eğilmiş bir şeyler söylüyordu. Midemin bulandığını hissediyordum. Midem bulanıyordu. Yüzüne hiç bakmadan kafamı pencereye doğru çevirdim. -Midem bulandı, dedim. Artık acıma hissim geçmişti.
Je t’aime, ceci n’est pas une déclaration d’amour.
Kısım I: Çemberdeki Günah Kar henüz yağmaya başladı ve kirli bir şehirde sıra sıra dizilmiş meşe, çam ve nadiren rastladığım incir, dut ağaçları; çarpık ve bazen de yılan gibi kıvrılan, yağmurun yer yer çamura dönüştüğü yer yer uzun atlayışlara sebebiyet verdiği su içinde kalmış sokaklar; bazı bazı pencere kenarları ve bu pencere kenarlarındaki bazı bazı dinlenmeye ve dinlemeye ihtiyaç duyan insanlar üzerlerine beyaz bir örtünün çekilmesini bekliyorlar. Yani yine bir öykünün peşinden koşamayacak kadar yorgun ve bir mektubun getirilerini kabul etmiş bir hâlde, olan biteni bir pencere kenarından seyredip şimdi yazılan bir mektubun geçmişi ve geleceği hangi kollardan bağlayacağını merak ediyorum. Zaten insan yaşıyor olduğu şimdiye, yaşadığı geçmişi sürekli taşıyarak ve içten içe ansıyarak; yeniden doğabilecek gözlerle dünyayı görmeyi engellemez mi ve insan sevmek istediği şeye kendi geçmişinin günahlarını sıçratarak, benim burada tanıdığım günahlar var, deyip ağır ağır uzaklaşırken; oysa sevmek geçmiş sonbaharla bu sonbaharın iç içe geçtiği bir yerde, solgun bir alevin geceyi gördükçe harlamasında ve sevmeyi görev edinmiş bir tanrının, zamanın ötesine giden bir dervişin tasvirine göre saçları güneşe değdikçe sararan bir su perisinin peşinden koşarken onu, babasına ve anamıza kendisini kurtarmaları için yalvartacak kadar kendini kaybetmiş tanrının kalbindeki altın oku suçlayan gölgesizlerin abartısında değil midir; gibi romantik cümlelerin var olduğuna ve var olacağına yaslanıp affetmek, affedilmek eylemlerinden habersiz bir şekilde zincirsiz bir yaşamın olduğuna inanmaya devam edip uzaklaştığı yerde zincirini geçmişinde büyüttüğü bir ağacın gölgesine bağlamaz mı? Yani yine dönüp duran bir zamanın ortasında anlatmak istediklerimi çok uzak noktalarda biriktirdiğim için iyi edebiyat okurlarına dahi uzağım. Masamı pencerenin karşısına çektim. Bu mektubun karşısında oturmuş tek yaprağı kalmış bir ağacı seyrederken yazmakla yaşamak arasında gidip geliyorum. Kitapların ve yaşamakların büyüttüğü yazarları düşlüyorum. Kar ince ince yağmasına rağmen eminim ki o tek kalan yaprağa değdikçe balyoz etkisi yapıyordur ve yine yıllardır ritmine takıldığım, manasının peşinde koştuğum; kar neden yağar kar; cümlesi beyazın her düşüşünde kulaklarımda fısıldaşıyor. Ha-ha! Hasan Ali Toptaş ve evet deli saçması, sırlanmış paragrafların hissiyatlı iç dünyaları. İyi edebiyat zaten biraz da can havliyle yazılmış deli saçması metinler değil miydi; yoksa seninle iyi edebiyat üzerine tutturamadığımız düşüncelerimiz mi vardı? Peki, peki, o zaman sana yine bir yazamama projesi sunuyorum. Bu mektuba bir cevap yazmayacaksın elbette. *** Rusya, bin sekiz yüz altmış beş yılı kış mevsimi, hem de boğazkesen rüzgârların sokakları kavurduğu bir kış ilkindisi, Gonçarov evinde bir mektuba başlamak üzereydi. Neyden bahsetmesi gerektiğini düşünürken aklına yazdıkları ve yaşamak geldi ama hangisinin gerçek olduğunu anlayamadı ve mektuba, belki de git gide yazdıklarıma dönüşüyorum, cümlesiyle başlamak istedi hatta başladı da ve yıllar sonra yine bir kış ilkindisinde işten çıkıp eve gidecek olan bir adamın masasında uzaklardan gelen bir mektup vardı. Mektubu okuduktan sonra yaşamaya alışmadığını ve her an tetikte olan bu eylemi anlamlandıramadığını fark etti, kendini sokaklara atmak istiyordu ama bu soğuğu ciğerlerinin kaldıramayacağını anladı ve ona devredilen mektubun yanına, zihnimi aynalara bölüştürebilseydim her birinin yansısını görüp ne düşündüğümü ve seni ne kadar arzuladığımı sana kanıtlayabilirdim, sana sade benimle anlam bulacaksın diyemem çünkü sen tek başına da bir gölgesin, yazıp bu mirası devretmek üzere mektubu posta kutusuna attı. Hemen ardından evini ve babasını düşledi, ölüm sessizliği eşliğinde saatlerce yazacağı öyküleri ve yine babasını düşledi. Yine zaman geçmişti ve Paris İkinci Dünya Savaşı’nı atlatmış, sokakları eski romantizmiyle dolmaya başlamıştı. Vitrinlerde sıra sıra yanan mumlar, restoran ve kafelerdeki gaz lambaları sokağa taşıyor, şehri devasa bir
kiliseye dönüştürüyordu. İnsanlar sokaklara dizilip, oturuyor; gökyüzüne, kubbeye ve Meryem’e, yani birbirlerine bakıp sürekli bir “amen” fısıltısıyla gördükleri alevlerin karşısında sükût ediyorlardı; köprülerin üstünde öpüşerek birbirlerini ve özgürlüklerini tekrar keşfeden sevgililere de gelirsek, onlar bu şehrin müziğini bahşedenlerdi. Sonra hemen şu köşedeki antikacının üzerindeki çatı katında yaşayan, eylemsizliğin putunu yapmış biri vardı. Yine bir kış ilkindisiydi ve adam yaprakların üzerindeki kırağıyı seyir halindeydi. Çekmecesinden bir kâğıt çıkardı ve diğer iki mektubun üzerine koydu. En düz hâliyle, bilgelik dene n şey aslında, sürekli bir düşünüp taşınma, yani ilk hareket olarak eylemsizlikten başka bir şey değildir, diye yazıp mektubu bitirmek istemişti ama biliyordu ki biliyorum ki bir mektup ruhun yahut mekânın hâl ve hatırını da içermelidir. İşte tam da bu yüzden mektubu, çatı katından ayrılıp bir bunaltı hâliyle zihnimi bulantı içerisindeki sokaklara taşıdım, bunların hepsine ahşap döşemeler sebep olmuş olmalıydı, kendi evime varamadığım bu Paris günleri artık sürgün küçük bulutlar gibi bir uzun sonbaharın ardından diğer bir uzun kış günlerini küme küme topluyordu. Çatı katından ayrıldım ve Mirabeau Köprüsü’ne gittim, köprünün üstünde Seine Nehri’nin karşısına dikildim ve intihar kelimesini saplantılı bir hâlde durmadan düşündüm. Bunların yerine sana daha çok eylemsizlikten bahsetmek istedim ama bu dalgınlıkla balıklara dönüşmekten korktum, diye bitirmiştir. Bunun ardından hemen bir başkası, ışıkları yakıp söndüren bu kitle benden ve düşüncelerimden ayrı büyümekte, hemen anlamlandırılmalıyım aksi takdirde yaşamak uzuv kaybedecek, diye düşünüyordu. Haliç’teydi. Elbette bir kış ilkindisiydi. Adam beyaz mantosuna sarınmıştı. Balıkçıların sırtından adımlayarak Galata’nın arkasına düşen dostunun evine gidiyordu. Köprünün Karaköy ucunda durdu. Birkaç martıya, bazı bazı denizi ütüleyen vapurlara karşı sigarasını tüttürüp balıkçılara bir an baktı. Kafasını eğdi, tekrar mektuba göz gezdirdi ve cebine koydu. Ben de artık bir hikâyenin parçasıyım, diye düşünüyordu. Bugün belki de daktilonun başına geçip Vüsat’a o mektubu yazmalıyım. Beni durmadan tüketen, sorduğum her sorunun yanıtsız kalmasıyla benliğimi kemiren bu toplumu, bu ülkenin ruhunu anlatmalıyım. Mantosunu boğazına kadar ilikledi ve atkısının ucunu sırtına doğru savurup, kendi evine varamayacağı o günde dostuna doğru hızla yürümeye başladı. Eve girdiğinde hemen, benim Bafralardan kaldı mı, diye sordu. Kadın gözlerini yere devirip bir an duraksadı ve, hah evet daktilo masasının çekmecesinde bir tane bırakmış olmalısın, dedi. Ardı sıra sormaya devam etti, günün nasıl geçti, hemen mi yazmaya başlayacaksın, bugün hangi bölümdeyiz, sence de noktalama konusunda biraz abartmıyor musun? Adam gülümseyip, hemen yazmaya başlayacağım ama bugün roman yazmayacağım sadece bir mektup, bu yüzden dinlen sen, çeviri yapmana gerek yok, dedi. Kime, diye sordu kadın. Vüsat’a sadece bir miras. Kadın kafasını sallayıp salona gitti. Adam içeriye geçti. Cebinden mektubu çıkardı. Daktilonun yanına koydu. Köprüden geçerken düşündüklerini ezberlemişti. *** Sevgili Vüsat, masanın başına geçtim ve çekmeceyi açtım. Bir sigara çıkardım, yaktım. Sırtımı geriye yasladım ve derin bir nefes çektim. Üfledim, aniden oluşan puslu havanın ardındaki tabloyu yeniden keşfettim. Avuçlarım sızladı birden ve kan damlamaya başladı ellerimden. Oradaki gökyüzünün altındaydım, camgöbeği. Bugün bir mektup aldım ve sana bu mektubu anlatmalıyım. Sen de beni hemen anlamlandırmalısın çünkü bugün balıkçıların sırtından yürüdüm, çünkü bugün bir çam kozalağının yanından geçerken bir çam kozalağı olmayı düşündüm. Dumanın oluşturduğu pusun ardındaki resmi ilk defa dört ay önce görmüştüm. Sevim son fırça darbelerini vuruyordu. Hantal gövdeli, sakallı bir adamın çarmıha gerildiği bir kadın eliydi bu. Ürpermiştim Vüsat, tıpkı bugünkü gibi. Bu öğlen evime gittim. Kapının önünde uzunca bekledim. İçeri giremiyordum. Ne kapıyı açacak biri vardı ne de kilidi çevirecek cesaretim. Fikriye’nin ölümün ardından bahçeye düşmüş çam kozalaklarını ve içime düşmüş cam parçalarını kimse toplayamıyordu. Her zaman olduğu gibi yine haklısın Vüsat, gördüğün üzere mevzubahis olan mektuba hâlâ gelemedim. Ama bu yağmur durmuyordu ve ben kendimden dışarı çıkamıyordum. Olmadık
şeyler düşlüyor, olmadık şeyler görüyordum. Ya konuşuyor olsaydılar, o zaman vay halime mi demeliyim. Kimseye gidemiyordum, mutsuzluğumu, sürekli mutsuzluğumu, yaşıyordum. Bakkalda ekmek zamlanıyordu, işi bıraktım, cebimdeki parayı sayıyordum. Kar yağıyordu ilkindi vakitlerinde, pencereden tek tek seyrediyordum. Hiçbirimiz sadece kendimiz olduğumuz için başkalarına armağan olmuyorduk ve ben ne kendimden ne de kendimi içeriye alan mutsuzluğumdan verebiliyordum. Uğur’un gidişinin ardından Sevim de romanımı çevirmediği ve resim çizmediği vakitlerde ıhlamur demleyip ya sokağı seyredip sigara tüttürüyor ya da daracık odasında kemanıyla oynaşıyordu. Bazan onu seyredip çokça heyecanla doluyordum, bazan ise seyrimin ortasında ansıdıklarım yüzümü çöktürüyor, gözlerimi kızartıyordu. Sonra o çizdikçe, ben ürperiyordum. Öyle kalakalıyordum ama bu yağmur durmuyordu Vüsat. Bugün de, bu kış ilkindisinde, yağmur durmamıştı ve ben, ağız dil vermeyen evimin önünde bir vahyin gelişini bekliyordum. İşte asıl mevzumuz olan mektubu da hemen orada kapının önünde bulmuştum. Borç kâğıtlarının, faturaların, yayınevlerinden gelen kitapların arasında simsiyah rengiyle kendini belli ediyordu. Günler sonra ilk defa kapıya o kadar yaklaşarak mektubu aralarından aldım. Üzerinde ismim yazıyordu ama daha sonra açınca anlayacaktım ki bana gönderilmişti sadece, bana hitaben yazılmamıştı. Zarfı cebime koyarken, başsağlığı dileyen ve yazarlığımı öven bir mektup olduğunu düşledim. Turgut Bey, öykülerinizi, olmadı böyle, daha samimi bir giriş olmalı, Sevgili Turgut Bey, tamamdır. Öykülerinizi okurken, bunca zamandır neredeydiniz, diye soruyorum kendime. Evinde kedisini seven yalnızların öykülerinden pek de sıkılmıştık canım, yeni bir soluk veriyorsunuz bence, gazeteler neden etraflıca sizden bahsetmiyorlar anlamıyorum. Anlamazsınız hanımefendi çünkü onlar bizim ismimizi yazmaktan çekinirler, yok, daha doğrusu kapatılmaktan, korkarlar. Bu arada duyunca çok üzüldüm, başınız sağ olsun. Ama bu da sizin için bir malzeme galiba, karıma malzeme diyor Vüsat inanabiliyor musun, karısı ölen bir yazarın hikâyesini yazarsınız artık, yok yahu bu roman olmalı . Şimdiki öykülerde hep bir adalar, hep bir adalar vallahi Sait Faik Bey görse bunları terlikle kovalar. Ama siz öyle misiniz, aman Tanrım, Ada Yayınları’ndan çıkan son öykülerinizin hepsi bir zaman bilmecesi, gibi zırvalar olmasını ister miydim sence Vüsat. Olmuyordu işte, sen haklıydın kendi acımı bulaştırmadan bakkala dahi gidemiyor, şu lanet mektuba bir türlü gelemiyordum. Zaten Türker ağbiye de iki paket sigara borçlandım, sen olsaydın, senden alırdım. Bahçeden çıkarken, Nevizade’ye gidip iki duble rakı içeyim, dedim. Eskiden olsa içmeye başlamak için akşamüzerini beklerdik. Fikriye kafamın etini yerdi, hadi Vüsat ağabeyi ara da canı ne yemek çekiyormuş, ona göre hazırlayayım. Sabahtan seni arardım sonra, yok yahu yorulmasın kadıncağız derdin, misafir umduğunu değil bulduğunu yer derdin, Fikriye bu sefer senin kafanın etini yerdi. Tamam Fikriyecim tamam, o zaman bir düşüneyim, hmm, evet, vallahi ana yemekte imam bayıldı olsun yanına da şöyle kuş üzümlü, tereyağlı pilav, oh valla mis, gerisi de size kalmış, benden bu kadar Fikriyecim, derdin. Fikriye de tatmin olduktan sonra beni manava gönderir, patlıcan aldırırdı. İlkindi vakti oldu mu elinde rakıyla gelirdin, iki duble koyardık. Salona geçer pencerenin karşısına oturur demlenirdik. Yeni çıkmış plakları dinlerdik, Fikriye hepsini alır dinlerdi çünkü, daha Son Arzum bitmeden Ferit çıkagelirdi. Ohoo, erkenciyiz bugün Ferit Bey, nerelerdesiniz. Yayınevini erken kapatayım dedim yahu hem fazladan gelecek iki dosya sizden muhabbetinizden önemli değil ya, der otururdu karşımıza. Bir duble de ben alayım bari, yemekten önce kendimize gelelim. Gelen son dosyalardan bahsederdi, cebinden tabakasını çıkarır bana uzatırdı, ağbi şöyle bir tane sar da ne konuştuğumuzu bilelim, derdi. Bunun zıvanası nerede Ferit, unutmuşum ağbi, deyip cebinden çıkartırdı. Bir müddet susar hazır olmasını beklerdik, hazır olunca yavaş yavaş ateşlerdim sonra sana verirdim, sen de Ferit’e. Gelen dosyaları heyecanla anlatmaya başlardı Ferit, biz de genç kuşak ne yapıyor tahmin etmeye çalışırdık. Kapı çaldı. Nazlı ile Gürsel’dir kesin. Fikriye mutfaktan bağırdı. Turguuutt, kapıya bakar mısın, ellerim dolu. Koştur koştur kapıya gittim. Hoş geldiniz sefalar getirdiniz. Gürsel elinde iki şişe şarabı sallaya sallaya içeri girdi. Nazlı’nın ellerinde de mezeler vardı. Gürselciğim Nazlıcığım biz hazırlamıştık ne gereği vardı, olur mu öyle şey Turgut ağbi, hem evin hanımı nerede bakalım ben de yardım edeyim. Buyur buyur, mutfakta. Nazlı içeri geçti, ben de Gürsel’in pardösüsünü astım. Hadi yahu durma geç içeri, eyvallah ağbi tamamdır. Gürsel salona geçer geçmez, geldi götdümbeleği, deyip gülmeye başlardı Ferit. Siktir oradan, ağbilerimin yanında ağzımı bozduruyorsun. Tamam yahu başlamayın sizde hemen canım, dedi Vüsat. Yok yau Vüsat ağbi, ondan değil bir haftadır diyorum ki bas benim şu öykü kitabını, yok basamam diyor, hangisini diyorsun Gürsel, senin editörlüğünü yaptığını işte ağbi, neden basmıyormuş, şimdi Vüsat ağbi basıyoruz basmasına da söylüyorum kendisine telifi hemen veremeyiz, diyorum, olmaz diyor. Yayınevinde kuruş yok. Ben ne yapayım allasen Sayın Vüsat H. Yiğiter, sen söyle. Ne diyorsun bu işe Turgut, hangi öykü kitabı ben hâlâ anlamadım Vüsat, sana da göndermiştim ya, Kopenhag Öyküleri, ha tamam hatırladım. Çok yetkin hazırlanmış öykülerdi, sevmiştim, o zaman Ferit şöyle yapalım, benim size olan borcum telif için yeter mi, yeter abi yeter, tamam basın Gürsel’in kitabını ben yarın yayınevine getiririm
çeki, olur mu? Tabii, ağbi. Oldu mu Gürsel, diye sordu Vüsat. Gürsel heyecanla kafasını sallayıp bana döndü, gerçekten yetkin buldun mu ağbi, evet evet, hatırladığım kadarıyla üslubunu çokça beğenmiştim. Zaten Vüsat yapmış editörlüğünü, çıkmadan biz de birer kere okuruz tamamdır. Kapıda bir kuş cıvıltısı. Sevimle Uğur gelmiştir, sen rahatsız olma ağbi ben bakarım, dedi Gürsel. Yok yahu otur sen, deyip ayaklandım. Koridordan geçerken aynanın karşısında saçlarımı ve üzerimi düzelttim. Kapıyı açtım, Sevim’di gelen ve Uğur. Sevim’in elindeki yemekleri aldım, ayakkabılığın üzerine koydum, Uğur’un paltosunu astım. Öpüştük sonra Sevim’le, Sevim mutfağa geçti, ben de Uğur’u alıp salona geçtim. Ferit erkenden damladı, sen niye bu kadar geç kaldın Uğur, dedi Vüsat. Şimdi Vüsat Bey, kendisi pek tez canlı olduğundan beni bekleyemedi, ben de Sevim’i almaya gittim. Biraz geciktik, kusura bakmayın. Hanımlar mutfaktan yemekleri salona taşımaya başladılar. Hadi bakalım birkaç parça da biz getirelim. Sıra sıra mutfağa girip tabakları bardakları getirdik, biz masaya koyuyorduk Nazlı düzeltiyordu. Nazlı, bu estetik yoksunlukla nasıl yazıyorsunuz merak ediyorum, diye bize sataştı. Ben de güldüm, benim metinler pek dağınıktır zaten Nazlıcığım, diğerlerini bilmem, dedim. Sofraya oturduk. Ferit’in Gürsel’e sataşmaları ve Vüsat’ın Ferit’i Gürsel’e çok sataştığı için azarlamaları eşliğinde yemeğimizi yedik. Birer ikişer topladık sofrayı. Vüsat, Ferit, siz şömineyi yakın da ben de sıcak şarabı yapayım. Ohoo, demek Fikriye’nin babası taze sofra şarabı göndermiş, hadi bakalım, dedi Gürsel. Aman diyeyim Gürsel’i ateşe fazla yaklaştırmayın evi yakmasın sonra deyip, mutfağa geçerken Gürsel’in homurtuları geldi, sende mi Turgut ağbi yau. Mutfağa geçtim, tencereyi fırının üstüne koydum. Bir testi sofra şarabını tencereye boşalttım. Şarabı kısık ateşte yavaş yavaş kaynatmaya bıraktım. Dört portakalın kabuğunu soyup iki tanesini sıktım, diğerlerini dilimledim. Portakal dilimlerini ve karanfil sapladığım kabukları tencereye attım çünkü Sevim portakal tadının ağır basmasını isterdi. Suyunu ise en son koyacaktım. Olgun, kıpkırmızı üç tane elmanın da kabuklarını soydum. Dörde böldüm, çekirdeklerini çıkarttım. Kenarda beklesin. Şimdi tarçın ve kuru incir zamanı, canına yandığımın inciri ve o mayhoş tadı. Göz kararı şekeri de döküp hafif hafif karıştırdım, elmaları küp küp doğrayıp tencereye attım . Birkaç dilim de kırmızı pancar, tamamdır. On beş dakika bekleyecekti, ben de içeri geçtim. Yine harıl harıl Türkiye ve sanat tartışılıyordu. Şöminenin etrafına dizilmişlerdi, ben de Fikriye’nin yanına geçtim. Oturur oturmaz Ferit tabakasını uzatıp, bir tane daha sarmaz mısın ağbi, dedi. Onlar tartışmasına devam ederken ben de kalın bir cigara sardım, Sait ağbi de burada olsaydı keşke, diye düşündüm. Bizi gökten düşmüş melek zannediyorlar Turgut, derdi bana, neden yahu bizim de keyfimiz olamaz mı? O yakar biz devam ederdik. Cigarayı ateşleyip Fikriye’ye uzatınca ben içmeyeceğim dedi. Ben de Vüsat’a uzattım, o da Sevim’e uzattı. Sevim başka kadınlara benzemezdi. Cigarayı aldı, çakmağıyla ilk önce güzelce közledi, sonra derinden bir nefes çekip bekledi, herkes kısa bir an onu seyretti. Bir nefes daha çekip Uğur’a verdi. Uğur da Ferit’e uzatınca yine, arkadaşlar, diye sesini yükseltti. Bir dakikanızı rica ediyorum, dedi, hepimizi susturdu. Cigarayı Nazlı’ya verip yanındaki sehpadan bir sigara aldı ve konuşmaya başladı. Evet, biz bu ülkenin yazarlarıyız. Sigarasını yaktı, iyice bir nefes çekti üflerken tekrar konuşmaya başladı. Ve aynı zamanda bu ülkenin evlatlarıyız. Bu ülkenin ruhuna, Türkiye’nin ruhuna yazar olarak katkılarımızın karşılığını biraz açlık, biraz dışlanmışlık, sürgün ve anlaşılmamışlıkla aldık ama evlat olarak katkılarımızın karşılığını, biliyorum ki gelecek, bizim çocuklarımıza elbet verecektir. Böyle bir karşılığı talep etme hakkımızın olduğunu düşünmüyorum. Hakeza, diye devam edip kısa kısa nefeslendi, parmak uçlarını Sevim’e doğrulttu, geçenlerde Sevim de hatırlayacaktır, kendisini parmak uçlarını camgöbeği bir gökyüzüne doğrultmuş bir kadın eli çizerken bulmuştum. Tabloyu bitirdin mi acaba Sevim, evet Ferit, daktilonun karşısına astım. Yanına gittiğimde Sevim elin ortasına bir haç eskizi çiziyordu ben de neden sanat diye kafayı yemek üzereydim çünkü binbir emekle çıkardığımız dergi satmıyordu. Yayınevinde karşılıksız çekler birikmişti. Alıp başımı gideyim, diyordum ama nereye, belki de ben de Emir’in yanına, Stockholm’e gitmeliyim diye düşünüyordum. Sanatı sepeti bırakırdım. Madem aç karnımızı doyuramıyorduk bu işler sana göre değil Ferit, deyip çekip giderdim. İşte bu nokta, değerli Türk sanatçıları, güldü, hep güldüğüm bu vaziyet, neden sanat sorusunun bu yüzü, beni çileden çıkarmıştı. Neyse ki gördüğünüz üzere dergi için hâlâ sizden yazı istiyorum. İşte o güne gelirsek, Sevim’e anlamsızca kızmıştım. Tabloya eğilip, neden bu lanet şeyi yapmak zorunda hissediyorsun, diye sorduğumda bir an fırçasını tuvalden çekti ve bana döndü. Sevim’i bilirsiniz, her daim çok bilge bulmuşumdur, sevgili bilgemiz, sigaranı tuvalden uzak tutar mısın Ferit, renkleri solduracaksın. Günlerdir bu renk geçişini yakalamak için gökyüzünü seyrediyorum, deyip tuvaline döndü. Çarmıhın eskizini bitirirken, bu kadar işte, dedi, bu kadar. Şimdi diyeceksiniz ki yine ne anlatıyorsun sen be kardeşim, bir saattir susmadın, ne anlamamız gerek bu hatıratından. Kusura bakmayın ama işte onu anlatamam çünkü hiçbiriniz Sevim’i bunları söylerken görmediniz. Hiçbiriniz o anda Sevim’i ibadet ederken görmediniz. Sevgili Bilge’yi ben gördüm sadece, cevabı da bir tek ben anladım, deyip şarabından bir yudum aldı. O yüzündeki zevkten dört köşe olmuş gülümsemesiyle geriye yaslanıp şömineyi seyrederken, çemberdeki cigaranın ona dönmesini bekledi. O
sırada hepimiz onun baktığı yere dönüp bir müddet sustuk. Şöminenin üzerindeki iki şamdan ve şöminedeki alev odayı dolduruyordu. Gürsel’in homurtuları yükseldi, ha siktir oradan, yine yüksek edebiyatçı bokunu yapma bize. Sanki bir tek sen bu işi borç harç içinde yapıyorsun. Bugün Cemal ağbi aradı dergiyi tekrar çıkartacaklarmış. Benden de bir öykü ve bir öykü soruşturması istedi. Dönüp diyemedim ki peki ağbi ne kadar alacağız. Gürsel Nazlı’ya döndü sonra, sevgilim müsaadenle, dedi. Vüsat araya girdi, Cemal telifi sektirmez, elbet gönderir. Gürsel Nazlı’nın tepki vermesini beklemeden başladı konuşmaya, bilmez miyim Vüsat ağbi, Cemal ağbi telifleri sektirmez, sektirmez de ama ben şu andan bahsediyorum. Nazlı i şten çıkarıldı, ben de buraya gelirken bu ayın son parasını affınıza sığınıyorum şaraba verdim, onu da Ferit içiyor. Hepimiz bu yolun zor olduğunu biliyorduk ama ben, kuş kadar teliflerle nasıl ev geçindirilir, işte bunu hesaplamamıştım. Bu ülkenin evladı mıyız, evet, aç mıyız, evet, peki aramızda sürgün yemeyen iki kişi dışında devlet tarafından mimli miyiz, evet, inanın ki ne yapacağımı bilmiyorum. Boğazıma kadar battım, bir çıkış arıyorum ama bundan başka bir iş bilmiyorum. Dönüyorum dolaşıyorum yine masa başına oturuyorum. Tabii bir de özgürlük konusu var. Bizim isimlerimiz hangi yayında toplanmaya başlasa kovuşturma açılması korkusunu yaşıyoruz. Turgut ağbi ile Vüsat ağbi mahlasla yazıyor ama mahlas para kazandırmıyor ki sadece onların ismi için alan bir sürü okur biliyoruz. Diğer tarafta ise geçen ay Ferit bize gelmişti ve gece derginin son halini düzenliyorduk. Nazlı’nın resmini sansürlemek zorunda kaldık ama özgürlüğün de buradan başlayacağını biliyorum. Voltaire’nin Candide’ini, Diderot’nun Kaderci Jacques’ını okuyunca sormuştum kendi kendime, neden bu kitaplar özgürlükçü diye. Cinsel yoğunluğundan ötürü en başta. Ama o kadar kötümserim ki Türkiye’deki duruma özgürlük mücadelesi olarak bakamıyorum. Çünkü öyle sanıyorum ki özgürlük mücadelesinde özgürlüğe karşı olanların naif bir yanı olması lazım. Cahillikten gelen bir naiflik. Bu bizde yok, deyip omuzlarını çökertti ve yere bakmaya başladı. Ferit’e dönüp, bir sigara uzatsana, dedi. Ferit daha yeltenecekken sigarayı ben uzattım. Bu arada Vüsat ağbi öykü soruşturması için senin öyküyü almayı düşünüyorum. Hangi öyküyü düşünüyorsun, diye sordu Vüsat. Açıkçası bana kızacak olduğunu tahmin ediyor olsam da henüz yayımlanmamış bir öykünü düşünüyorum, dedi Gürsel. Vüsat geriye yaslanıp biraz düşünmeye başladı. Hangi öykü olduğunu tahmin edemiyordu çünkü on üç öykülük bir dosyanın sonuna gelmişti ve onlardan biri ayrı yayımlansa onun için bir anlamı kalmayacaktı. Dosyanın bir kopyası da bendeydi ve bizden başka kimse henüz bilmiyordu. Vüsat’ın işin içinden çıkamayacağını anlayan Gürsel konuşmaya başladı, hani Turgut ağbiyle harıl harıl tartıştığınız ikindi vakti size gelmiştim ya ağbi, siz tartışırken çalışma odasında beklememi rica etmiştiniz. Zaten canım sıkkındı, odada bir iki volta attım, biraz duvardaki tabloları seyrettim. Sonra aklıma bir fikir düştü, yazı makinesine geçeyim de yazayım, dedim. Çekmeceden kâğıt alayım derken, o öyküyü gördüm. Vüsatla göz göze geldik, o, aniden dikeldi. Gürsel bunu görünce teklemeye başladı. Okudun mu, peki? Neyi ağbi? Öyküyü ulan, öyküyü, evet ağbi, okudum. İyi halt etmişsin Gürsel, deyip geriye yaslandı. Sevim şarabı sehpasına bırakıp ben de daktilo masamın çekmecesinde bir öykü buldum. Turgut koymuştur, diye düşünüp okudum, deyince Vüsat gözlerini bana çevirdi. Gürselciğim, Yılan, Kadının Gözlerinde, Kuyruğunu Isırırsa’dan mı bahsediyorsun. Evet, Sevim. Gürsel, Sevim’in de öyküyü okuduğunu anlayınca biraz olsun rahatladı. Bence soruşturma için uygun bir öykü seçimi olur çünkü çözümleme açısından dahi bakılsa sahnelerdeki sıra sıra giden üstkurmacalardan neredeyse ana hikâyeyi kaybediyordum. Ayrıca zaman tam bir soru işareti, odak noktasından çembere mi dağılıyor yoksa çemberden odak noktasına mı toplanıyor, bir türlü çözememiştim. Hem de edebiyatımızda Ahmet Hoca’dan başka bu konuya değinen kimseyi okumadım, dedi. Ferit, biri lütfen bu öyküyü kimin yazdığını açıklayabilir mi, diye sordu. Vüsat’a dönüp gözlerine bakıp, konuyu az da olsa aydınlatmak için izin istedim. Sabahtandır çok sigara içmiş, çok susmuştum. Boğazımı temizleyip konuya girecekken, Ferit, affedersin ilk önce konusunu söyleyebilir misin? Gürsel cevapladı, kapısının önünde siyah bir zarfın içine konmuş mektubu bulan ve onu okuduktan sonra mekân algısı değişen bir adamın hikâyesi. Vüsatla gülümsedik. Sevim, bence sadece mekân değil, dedi. İzninizle, diye araya girdim. O kadar da mühim bir mevzu olmayan sizin deyiminizle bu öykü Vüsatla benim aslen roman olmasını istediğimiz, ikimizin yazdığı bir taslak. Sevim araya girdi, ben de okuduktan sonra bir roman konusu olarak düşünmüştüm. Sevim’e gülümseyip devam ettim. Evet, biz de Gürsel’in geldiği ikindi vakti bunu tartışıyorduk. Romana dönüşmesi için biliyorsunuz çok fazla kelimeye ihtiyacı var. Olay ve kelime sayısı arttıkça zamanın yerini istediğimiz gibi değiştiremeyecektik. Bu yüzden de bir sonuca varana kadar kimsenin okumaması gerektiğini düşündük. Ki biliyorsunuz, Vüsat bu konuda çok titizdir. Öylesine yazdığı dosyaları bile bitirmeden kimseye göstermek istemez, dedim. Geriye yaslanıp, derin bir nefes alıp verdim. Çok yorulmuştum. Pencere bakıyordum ve bu yağmur durmuyordu, ben kendimden dışarı çıkamıyordum. Vüsat bir sigara uzatır mısın benim Bafra bitmiş. Sigarayı yaktım. Fikriye, çok içtin Turgut, dedi. Kafamı yavaşça, biliyorum, der gibi sallayıp mutfağa sıcak şarapları doldurmaya gittim.
Ön Kapak: Zeynep Türksen | Arka Kapak: İlknur Çakır
mevzularderinfanzin@gmail.com