Mevzular Derin Fanzin Sayı : 30

Page 1


protokol’de oyalananlar için: parçalara böldüren kendini solgun bir yel bir bankasın artık korkunç kaldırımın üzerinde babasız kökünden koparttıkları yoksun mu yoksun neşve kurumadı ıslaklık hep ağrıttı dörtte birini paydos PAYDOOOOOOOOOOOOOOS ve’l asr innel insane le fi husr apaçıklığı yavaş yavaş tanıdın dişlerinin arasından tükürdüğün kir, yavaş yavaş damladı köprülere çabucak geçti ve bitti. yüzünün yarısına omzunu dayamış alıp içerine beslediğin salyangozlar. dörtte üçü kızamık bir bankanın önünde çiçek ekilen çiçek koparılan kaldırımsın ezilebilecek onlar dan değilsin oysa olabilecek bir koro hâlâ mümkün ve bulutu bahane eden güneşten kendini izlettirebilecek bir dürbün onlar gibi ait olduğun masaya kumlar döktün günahın iz bırakmadan yürüdüğü kumsalsın ve dışkılar dolu dörtte dördün onlar iyi kalpliler iyi baloncuklardan yapılmış iskeletleri var bir kar topusun dağıldın olmak istediğin yerden, ojeli kinleri biteviye güzel bakışları var iyi kolonlardan duyurulan onların onlara dair korku artık kalmıyor ve unutturuyor kendini bir pencerenin önünde orada lekeleri bekleyen serçelerden birisin

vicdanlı bir bankasın kuyruk sokumunda ağrı olanlara üzüldüğün sesini unutturdu, yaslanacağın ya da kaçabileceğin bir harf kalmadı ne e ne de potentia agendi kendini kendi elleriyle öldüren koca bir kuşbakışı koca bir aptallık ve saçmalık varlığın varlığın tekrar ettikçe anlamını yitirdi, theseus ve nuh arasında burnunda tüten kusmuk parçaları peki onlar kimin protokol evinse evini zeminden tersine çevir: piller muhakeme edilirler koltuklar iplikleeer televizyon ısmarlama bir bomba kendi kendinin avucunda iskeletinle aynaya kara bir bahar bırakırken çantandaki iblisi bacak arandan sokağa salmayı da ihmal etmezsin ve birden: BOOOMMMMMM gece düşü bila bedel ah ne hoş yine de uzak dur korkuluklardan uçuk besle uzak dur yine de besleyebildiğin başka bir tortu yok inlemeyi kimden öğrendin eksik ve sanki renksiz ihmal etmezsin çanakların yerine her gün iplik koymaktan yukarıdan düşenleri toplamak yerine onları birer ruh gibi gör gör ki bilesin çengelli iğneler iplikler bomba güvercin saat kesik kırmızı siyah perdeler ezberle ki incili canın sıkılmasın bir gece vakti dudağını koparmaktan da imtina etmezsin birisin üzerinde lekelenecek kurbanların var öldürdüğün seni görmezden geldi


Bir evin içindeydi. Geceleri yatmadan önce kaşlarının ortasını alırken de oradaydı. Sabahları yatağında neden güneş diye bir hayat kaynağı olduğunu merak ederken de… Ama o eve ait değildi ve sırf o ev yüzünden ruh hali genellikle trans bir kadının sahip olduğu bütün âdet kaplarıyla eşit tutulabilirdi. Yani görünürde evet, gerekliydi ama gerçekte bir anlamı yoktu veya vardı ama gerçek değildi. Sahip olduğu üç şeyden beşi ya kitaplarda yazılıydı ya da üç şeyden beşinin mümkün olamayacağının farkında oldukları için yoktular. O kadar az ve yoktu ki birazcık ses çıkarsa bile

bütün kaşları atmosferin dünyaya hediye olarak gönderdiği ateş damlaları yüzünden yanabilirdi

ki işi gereği kaşları çok önemliydi. Sadece kaşları değil. Aynı zamanda göğüslerinin arasındaki

boşluk, bileklerindeki damarların rengi ve hatta tırnaklarının arasındaki kir bile kendisine parayla gelen ve er suyuyla giden erkekler için faz-

lasıyla önemliydi. Mesleği mi? E anlayın artık. O kadar ev dedim, adet kabı falan dedim. İşte bu mesleğe aslında o ev yüzünden sahipti ya da o ev sayesinde. O ev belki Hayko’nun “O Çeşme ”si gibi değildi ama su akıtan muslukları, sararmamış duvarları ve sararmış kadınları da vardı. -Bir ev bir kadına

sahip olabilir mi? Bir kadına sahip olamayan varlığa ne denir?Fakat yine de o sararmış kadınlar o eve rağmen güzeldiler. En azından onun açısından.

*** O, yaklaşık altı aydır o evde kalıyordu ve ne zaman o evin ön tarafındaki balkonuna çıksa bir müşteri geliyordu. Kızlardan birine ya da ona. Fakat o müşteri ne dur durak bilmeyen bir gö-

nüle sahipti ne de sürüklenerek geçen bir ömre.1 Sadece çocukluğunda ya da gençliğinde yaşadığı bazı problemler yüzünden bazı büyük korkulara sahipti. Mesela yaklaşık dört ay önce canı sırf yoldan

geçen arabaların tekerliklerine bakmak istediği için balkona çıktı. O balkona çıktıktan yaklaşık on dakika sonra bir müşteri geldi. Daha doğrusu

bir adam. Siyah smokinli ve kırmızı spor ayakkabılı bir adam. O anda sıra Serpil’deydi. Bu yüzden adamla o ilgilendi. Yaklaşık bir saat sonra işlerini bitirdiler ve adam gitti. Tabii bu sararmış kadınların yaptıkları en büyük ve en kutsal eylemlerden birisi de eve bir müşteri geldiği zaman, kime gelmiş olursa olsun iş bittikten sonra onun dedikodusunu yapmak. Bu yüzden gelen o müşteriyi de taradılar ve Serpil’in dediğine göre adamla o işi hiç soyunmadan yapmışlar. Çünkü adam hem kendi bedenini hem de başka bedenleri çırılçıplak görmekten korkuyormuş. Tabii bu durum utangaçlıkla da bağdaştırılabilir. Ama öyle bir durumda neden Serpil’in vücudunu görmek istemesin ki? Yani Serpil’in bedeni güzel, hatları kalemle çizilmiş gibi ve vücudu “Beni izlemek ister misin?” demekten çok daha fazlasını soruyor. Ki bunlar bir erkeğin böyle bir eve gelmek istemesindeki en büyük nedenlerden biri değil mi? Tabii bu olayı, o ve diğerleri anlayamadılar ama sorgulamadılar da çünkü işleri bu değildi. Onun yerine çalışmaya ve para kazanmaya devam ettiler. Fakat geçen ayın son gününde o, yine balkona çıktı. Bu sefer de sadece balkondaki fayansların üzerine çıplak ayakla basmaktı niyeti. Ve bu niyeti gerçekleştirdikten yaklaşık on dakika sonra kapı çaldı. Bir müşteri geldi. Yine bir adam ve yine üzerinde siyah smokin, ayaklarında ise kırmızı spor ayakkabı vardı. Ama adam aynı adam değildi. Sanki önceki adamın bedenini elektrikli süpürge yardımıyla çekmişler ve bu adam da o adamın yerine konulmuştu. Bu sefer de sıra Kader’deydi. O yüzden adamla o ilgilendi. İşleri bittikten sonra yine toplandılar. Kader’in söylediğine göre adamla sevişirken üzerlerine hiçbir şey örtmemişler. Hatta adam yataktaki çarşafların bile çıkarılmasını istemiş. Nedeni de çarşaf, yorgan, battaniye, örtü vb. şeylerden korkmasıymış. Kader de adamın istediğini yapmış. Kızların bazıları Kader’in söylediklerine inanmadıkları için adamla seviştikleri odaya gittiler ve gerçekten de yatağın çarşafı falan hep çıkarılmıştı. Bu olaydan sonra o, yaklaşık bir ay boyunca hiç balkona çıkmadı. Ve bu süreçte, korkuları olan hiçbir müşteri gelmedi. O da bu durumun tamamıyla balkona çıkmasıyla bağlantılı oldu-


ğunu anladı. Gerçekten de bu evde kalmaya başladığı günden beri sadece iki defa balkona çıkmıştı ve bunlar olmuştu. Olayların başka türlü bir açıklaması olamazdı. Bir ay sonra sıranın kendisinde olduğu ve diğerlerinin topluca pikniğe gittiği bir vakit, bu işi gerçekten anlamak için balkona çıktı. Yaklaşık on dakika sonra bir müşteri geldi. Sıra ondaydı. Onun ilgilenmesi gerekiyordu. İşte o an, birilerinin kendisi için “işte o an”la başlayan bir cümle kurmasını istedi. Ama içeri gidip adama uzaya ilk defa çıkan bir astronot gibi “Hoş geldin.” demesi gerekiyordu. O da öyle yaptı. Sonra adam ona: -Bana elemanlarınızın olduğu söylenmişti. -Nasıl? -Yani tedaviyi onların gerçekleştirdiği sizin de onları eğittiğiniz ama hiçbir hastayla birebir ilgilenmediğiniz söylenmişti. -Ne? -Terapist Özge Hanım siz değil misiniz? -Adım Özge ama ne anlamda terapist? -Nasıl ne anlamda? İşte korkularımızı yenmemize yardımcı olan terapist Özge Hanım. -Yani, ben sadece tek bir korkunun yenilmesini sağlayabiliyorum. Ayrıca bu kılıkla bu kıyafetlerle sizi gerçekten ruhsal anlamda tedavi edebileceğimi mi zannediyorsunuz? -Bunların hepsi terapi için değil mi zaten? -Bakın anlamıyorum. En başından anlatsanıza ya da gelin içeride oturalım. Öyle anlatın, dedi ve oturma odasına gittiler. -Geçen gün internette bir haber gördüm. Haberde benim gibi korkuları olan insanların bu eve gelerek bu korkulardan kurtulabileceği yazıyordu. -Bu evden bahsettiğine emin misiniz? Yani adresten falan? -Evet, eminim. -Ama böyle bir şey mümkün değil. Burada sizin sorunlarınızı çözebilecek türden bir insan yok. -E o zaman benden önce gelen hastalar nasıl iyileşti? -Sizden önce gelenler? Siyah smokinli ve kırmızı spor ayakkabılı olanlar mı? Biz onları sadece müşteri zannettik ve ona göre davrandık. -Bakın internette tedaviye gelen hastaların öyle giyinmesi gerektiği yazıyordu. -Bu internet olayını merak ettim. Nasıl arattınız Google’dan? Ben de bakacağım. -“Korkulara Çözüm” diye yazarsanız çıkar, dedi adam.

O da adamın dediğini yapacaktı ki telefonu çaldı. Tanımadığı bir numaraydı ama açtı. Sonra da ayağa kalktı. Telefondaki kişi ona: -Özge Hanım merhaba. Ben Vefa Kalendemir. Şu an yanınızda siyah smokinli ve kırmızı spor ayakkabılı bir beyefendi var mı? -Evet. -Size bir internet haberinden bahsetti mi? -Evet. -Habere baktınız mı? -Hayır ama bakıyordum. -Bakmamanız iyi olmuş. Çünkü öyle bir haber yok. Şimdi sizden istediğim bir şey var. Lütfen o adamla cinsel ilişkiye girin ve benimle konuştuğunuzu ona belli etmeyin. Size her şeyi açıklayacağız. Sadece şu an bunu yapmanız bir genç kızın mezarında daha rahat yatmasını sağlayabilir. Unutmayın siz de bir kadınsınız ve bu çok önemli bir mesele, dedi ve o da bir süre sessiz kalıp “Tamam.” dedi. Ardından adama döndü. Ne söyleyeceğim diye düşünürken adamın direkt üzerine atlasa ve sevişmeye başlasa nasıl olabilir diye merak etti. Sonra da bunu gerçekleştirmek için vücudunda inanılmaz bir istek belirdi. O da fırsat bu fırsat deyip adamın üzerine atladı. Adam başlangıçta biraz şaşırsa da sonrasında hiçbir şekilde karşı koymadan ona teslim oldu. Adamın korkusu ise sevişirken çorapları çıkarmaktı. O da buna dikkat etti. İşleri bittikten sonra adam kıza hiçbir açıklama yapmadan kıyafetlerini giydi ve o evden kaçtı. *** Adam gittikten sonra Özge evde tek başına kalmıştı. Bir şeyler olması gerekiyordu. Bir şeylerin açıklanması. Tam o sırada kapı çaldı. Ama Özge hala oturma odasındaki koltukların üzerinde çırılçıplak yatıyordu. Hemen kalktı ve kıyafetlerini giydi. Ardından kapıya koştu. Kapıyı açtığında karşısında yaşlı, takım elbiseli ve koltuk değnekli bir adamla karşılaştı. Adam ona: -Merhaba. Az önce telefonla konuştuk. Ben Vefa Kalendemir. Size olanları anlatmak için geldim. İsterseniz dışarda bir yerde oturalım öyle anlatayım? -Olur, dedi ve binanın karşısındaki parkta oturdular. Sonra da Vefa Kalendemir anlatmaya başladı:


-Bundan yaklaşık otuz dokuz yıl önceydi. Karım Sevgi’yle beraber uçağa binip Antalya’ya gidecektik ama gidemedik. Gideceğimiz akşam Sevgi evimizde ölü bulundu. Birisi onu öldürmüştü hem de tecavüz ettikten sonra. Fakat devlet ve bu işten yükümlü avukatlar, hâkimler ve savcılar bunun böyle olmadığını, Sevgi’nin intihar ettiğini söylediler bize. Ama otopsi raporuna göre sevginin üzerinde er suyu vardı. Bunu da reddedip öyle bir şey olmadığını söylemeye başladılar. O günden beri tecavüze uğrayan ve ölen bütün kadınlara yardım etmek için dünyaya ve aklıma söz verdim, özellikle bir devlet görevlisi yüzünden ölen kadınlara. Çünkü onların katilleri hiçbir zaman bulunamayacaktı. Hiçbir zaman ceza çekmeyecekti. Ben de kendi başıma bir şeyler yapmaya karar verdim. Gazetelerde ve televizyonlarda çıkan haberlerden takip ettiğim adamları araştırmaya başladım. İçlerinden basit korkuları olanları buldum. Onlar için bir internet haberi uydurdum ve bu haberi sadece onların görmesini sağlayacak şekilde düzenledim. Sonra bu korkulardan kurtulmaları için sizlerle beraber olmaları gerektiğine dair bilgilendirmeler yazdım. Hatta inansınlar diye birkaç tane yalandan insan bulup onların sizin yanınıza gelerek tedavi olduğuna dair videolar çektim ve bunu haber sitesine yükledim. Haber sitesine kendi telefon numaramı da ekledim. Böylece size başvurmak için beni kullanıyorlardı. Yapmaya çalıştığım şey sizler o adamlarla beraber olduktan sonra sizlerin de isteğiyle vajinanızda ve iç çamaşırlarınızda kalan er suyu damlacıklarını almak. Sonra da bu damlacıkları o öldürdükleri kızların üzerindeki er suyuyla karşılaştırmak ve bunu ispat etmek. Çünkü devlet, eğer söz konusu olan bir devlet adamıysa kesinlikle böyle bir girişimde bulunmuyor. Otopsiyi geçtim sorguya bile alınmıyorlar. Ayrıca ben adli tıp doktoruyum. Yani o raporlara ulaşmam çok zor olmuyor. O yüzden evinize gelen adamların hangi kızla beraber olduğunu bilmem gerekiyordu. Onları takip etmem gerekiyordu. Ben de adamlarla beraber binaya gelip kapı kapanmadan onların hangi kızla beraber bir odaya gittiğini izleyecektim. Sonrasında da o kızla bir şekilde iletişime geçip bana yardım etmesini isteyecektim. Ama bir sıkıntı vardı: Bina bekçiniz. Fakat onun da bir zaafını keşfettim.

O sanırım size âşıktı. Çünkü siz ne zaman balkona çıksanız binanın kapısının önünde durur sizi izlerdi ben de fırsat bu fırsat deyip hem müşteriyi gönderir hem de binaya girip onları izlerdim. Her gün buraya gelip, saatlerce bekledim. Sırf siz balkona çıkın diye. Aynı zamanda yanımda o psikopatlarla beraber. Siz balkona çıktığınız anda onları içeri gönderip ben de gizlice takip ediyordum. Ha bu arada söylemeyi unuttum siyah smokin ve kırmızı spor ayakkabı sadece o psikopatları ayırt etmek içindi. Çünkü ev kalabalık olabilirdi ve her ne kadar yüzlerini görsem de arkalarından onları tanıyamıyordum. Anlayacağınız her şey böyle oldu. -Peki devletin sizin yayınlayacağınız otopsi sonuçlarına inanacağını nereden biliyorsunuz? Ki bu adamlar sahip oldukları ruhsal sorunlarını önemseselerdi gidip kadınlara tecavüz etmezlerdi ve neden daha önce bana ya da diğerlerine bütün bunları söylemediniz? Belki yardım ederdik. Sonra telefon numaram… Onu nerden buldunuz? Kaldı ki binaya, bizim yaşadığımız ev yüzünden her türlü insan girip çıkar. Bekçinin böyle bir şeye dikkat ettiğini zannetmiyorum. “İşte sırf bu yüzden, nice senelere!” dedi. Sonra sararmış kadınlar, uzattıkları saçlarıyla köklerinden bağlı oldukları o binadan çıktılar. Hem de ellerinde pastayla. Hatta bazıları alkışladı, çığlık attı ya da amuda kalktı falan filan. İşte o an bir değeri olduğunu ve değerinin sadece, doğum gününün üzerinden on iki ay geçmesiyle kendini belirgin bir şekilde hissettirdiğini anladı. Son olarak NİCE SENELERE! 1

Hayko Cepki’nin “Görmüyorsun” adlı şarkısından alıntı. Ya da Hayko Cepki’nin “Görmüyorsun” adlı şarkısına gönderme. Tam bilmiyorum.


gözlemin diş gıcırtısı koşul bozar deney de denek de öznenin ta kendisi denk ek öznenin teki sert zırva demek ki yükselişler reel değil kıvrılıyor algımın sempatik köşeleri pılısını pırtısını bırakıp kaçmak üzere deney öğrenim çarpıp çıkmak üzerine kapıyı bozuk işte kapanmıyor kapı bozuk kapı kapanmaması için yapıldı deneyin farkını göreceksiniz azgın görücü doreşiir güzelşiir çağının beterin beteri küfürlerinden yağız kelimesinden hoşlanmamama rağmen kişneyen atlara okeyim meşin kırbaca okey imza şiirle unutulmaya okey çok kan kaybediyoruz beyanı unf unf unf mu olmuş buraları hah hanimiş benim self-peygamberlerim hanimiş kimin yazdığı belirsiz siksik sözler altına pikselpiksel fotoları montajlanacaklar yalvarırlar avangarda, küsme sineme külliyat sözünüvecanını bölüyor sıkıyor kazıyor anlamaradıklarını dayatırken hitlere göze inen perde bırak aralık kalsın tümceler darbı kendinden mesul al yazım toyveçiğ bias görmüyorum oyup çıkarmakla varis akademinden mahsus telomeri lütfen beni de aranıza alın, ben de kısık gözle ufka bakınca gönül titreten lirikler topluluğuyum avluyla ve turnayla bir yaşanmışlığım mevcut değildir

ikiz paradokslarla bağladığım bileklerimi şermin’in kanı süslerdi kanları sayardım ben her gün büktüğüm bileklerim öpüşürdü dünyayla bu yüzden kendime katlanışım sonsuz asimetrikti şermin’e rağmen asimetrikti bölünememeye alışık değiliz diyorsun ama denge siyasetini bırakalım şermin çoktan daha sert olan çoğullaşmak vurucu bir ses artık kulağımda volta atan 99 kışında şermin’i sakladığımı sandığım sandık sarkastik sarılmalarla satılıyor beni vuruyorlar mezatta çekiç diye her seferinde yıkayarak ipe dizdiğim kurşunlar domino taşı etkisiyle beni yıkıyor arınıyorum tüm hikayeler arınmayla son buluyor ama bu başlangıç anne ben yine kriz yöneteceğim şermin’i örnek verme bana ben bir şahinim rüyamda gördüm ölmeye de yatkın değilim özür dilerim doğamızda var fakat doğamız yok bu yüzden her gece yatmadan sandalyeleri birleştiriyorum ölüme sığabilmek için sıcak renkleri soğutan mezar taşı geldiğime memnun oluyor şermin selam şermin yankılansın istiyorum sesim selam şermin ağaçlara çarpsın selam şermin aynalara çarpsın şermin selam dedim bana çarpsın çarpsın ve ayağımı yerden kessin yer olayım toprağı selamlayarak uzaklaşıyorum kendimden.

selam eftelya boşlukta yankı arama.


üç kere heceledi adını ilki bilsin diye kendini sonra kavrasın diye yankısını ve ardından yapıştırsın kendini kendine etiketler zaten hep vardı üzerimizde olan bastırdık yumruğumuzun kenarıyla çıkmasın hiç kalsın hep üzerimizde sabitlemek emir, çıkartmak suç düşünmüştü ne garip şeydi insan zaman için zamanı harcayan görmek için sadece bakmaması gereken tanıtılmıştı mavi bir sabahtı gerçeklikten arınmış bir hayaldi karşısında duran kollarında yeşeren ağaçlar ve dalları gibi bütünlük söz konusuydu dirlik diyordu ne güzel şey garip olan insanın yanında ne kadar da uyumluydu eşsiz ve özel, kaybolması an meselesi hayatında gördüğü küçük bir sahne artık sebepsiz bir şekilde uyanmadığını biliyordu kalkmak isterim o mavi sabahlara ben de etrafı alıp gözlerime yerleştirmek mesafesiz kilometrelerde yol almak isterim durmamak hiç durmamak yorulmamak bekleyip ilerlememek, beklemeden ilerlemek yaşamak, ölmek çözmek için yıllarımı verebileceğim bir iş değil elinden tutup arşınlamak gelir bazen öyle anlar içimde solmayan mutluluk izidir ama en çekindiğim şey haberim yokken beni bırakması farkında olmadan yaşarken bir hayatı açıp kapatırken dudaklarımı sevdiklerim belleğimin en dokunaklı yerindeyken ve yabancılık duyarken kendime anneme belki r harfini diyemezken annem bana kızardı da gücenirdim ben bir aynayım odak noktalarım belirsiz, bir bulantı yalnız kağıt bile rahat ola geçiyorken önümde kısa olduğunu bildiğim cümleler söyledim ben ki birer birer çıkarttım gözlerimden siyahı kağıtla temizledim ellerimi aslında kendimi hiç bulamadım bakmayı beceremediğimden aynalara

Gözlerim her gün bir önceki sabaha açılıyor Penceremden hep eski manzaralar geçiyor Ne kadar ileri koşarsam o kadar geri dönüyor yollar Çıkışı olmayan parklar, turuncu bir kent, kırmızı bisiklet ve beni öpüşün İnanır mısın Ne kadar kaçarsam zamandan o kadar içinde eriyorum Bir kışın doğan güneşin Bir de dünyadaki cennetin değeri bilinmiyor Cenneti gökte arıyorsun Ama cennetin kapısı içeriden açılır Bundandır cenneti ancak oradan gelen biri gösterebilir İyi dinle Çünkü sana son kez tavsiye veriyorum Zamanın arkasına gizlenme Tanrı’ya daha çok hedef olursun Zamanla ve ölümle savaşma Çünkü kazansan da Geriye kalan tek kazanmaksa buna zafer denir mi? Tanrı böyle nişan alırken kim ne kadar kaçabilir Bir insan daha kaç kere Kaç kere aynı yerden vurulabilir? Beni anlama Ben bir ölümden kaç şiir çıkar anlamadıkça Yukarı bak Çünkü sana son kez gösteriyorum Tanrı yine suluboya yapmış göğe Gökyüzü mor Zamanı ve ölümü Tanrı’yı ve seni anlamak inan çok zor


Türkiye’de rap’in yer altı niteliğini kaybettiği, kendi değerlerinden ödün verdiği oranda anaakımda yükseldiğini görüyoruz. Toplumsal mücadelelerin baskın olduğu, emekçi kitlelerin ve ezilenlerin seslerinin daha gür ve örgütlü bir biçimde çıktığı bir ülke tahayyülünde rap, protest yönüyle anaakım olarak tariflenen yerde kendini var edebilir mi sizce? Bunun Türkiye’ye özgü bir durum olduğunu düşünmüyorum. Edebilir mi bilmem ama etmesi için ne gerekiyorsa yapacağımdan şüpheniz olmasın. Cemil Meriç, “İlham perilerinin iltifatı hiç kimseye kavgadan kaçmak imtiyazını verMerhabalar, 2020 yılı boyunca tüm sayılarımez.” diyor. Sizin de müzik yapan insanların mızda çizgisini “protest”e yakın bulduğumuz bir kavgası olması yönünde söylemleriniz olrap icracılarıyla söyleşiler yapma hedefimize muştu. Kavgasız sanat olmaz mı? sayenizde bir adım daha yaklaşmış olduk. Hiphop kültürüne dahil şeyler dönem dönem baBelki olur ama ben beceremiyorum. Kavganın sılı mecralarda kendilerine yer bulsa da özel- kimle olduğu önemli değil ama benim tecrübe likle hiphop kültürü üzerine yayın yapan bazı etmekten keyif aldığım sanatın hep kavgası olfanzinler de vardı, günümüzde genelde bu muştur. mecralar internet üzerinden yayın yapanlar oluyor. Siz hiphop kültürü ve matbu eserler Parçalarınız, içeriklerinin dolu olmasının yaarasındaki ilişki hakkında ne düşünüyorsu- nında sanatsal açıdan da değerli bulunuyor. nuz? Sizinle aynı çizgide olmayan insanlar bile bu değeri yadsıyamıyor. Değinmek istediğimiz Blue Jean dergisinde Tunç Dindaş’ın köşesi sa- iki nokta var, ilk olarak “piyasa”da kendinizi yesinde biz hiphop kültürünü matbu eserlerden nerede görüyorsunuz ve sizce “mesaj veren” öğrendik diyebilirim. Source ya da BackSpin sanat eserleri ile sanatsal yetkinlik arasında dergileri de hiphopu öğrenmemizde her ne kanasıl bir ilişki var? dar anlamasak da en azından isimler ve resimler itibariyle kıymetli yayınlardı. Hiç hiphopla ilgili Kendimi piyasanın bir yerinde göremiyorum. bir fanzine denk gelmemiştim ta ki sevgili Boris Belki arada sırada siz belli yerlerinde görüp Rock bana arşivinden ekim 98 tarihli “Mermi” sonra kaybedebilirsiniz. Bunun sebebi bir süreisimli fanzini gösterinceye dek. liğine orada olmamdır. Mesaj veren eserler çok Son birkaç yıldır “Türkçe Rap yapıyorum.” iddiası taşıyan kişiler rahatsız edici bir şekilde gerek söz gerek tavır itibariyle pop müziğe dönüştürülüyor, Demet Akalın’a respect atılıp bazı popçularla featler geliyor. Eleştiri alınca ise “Biz bu işin çilesini çektik, aç kaldık açıkta kaldık.” tarzı cevaplar alınıyor. Hayatının üçte ikisini hiphop’a ayırmış ve gerçekten cefasını çekmişlerden biri olarak, bu konu hakkında ne demek istersiniz?

sıkıcı da olabiliyor ama tam anlamıyla estetik bir eser mesajıyla birlikte etkisini arttırıyor. 2019’un Aralık ayında Purplehej’de bir “diss” geleceğini söylemiştiniz. Gelecek mi? Evet, gelecekti ama sonra vazgeçtim. Birilerinin doğrudan bana sataşmalarını bekliyorum.

“Revolver” şarkınızda “revolverde beş mermim var” diyorsunuz. Klasik bir revolver altı mermi alır diye varsayarsak kalan bir mermi Diyeceğim her şeyi dedim ne yazık ki yeni bir nerede? şey söyleyemem.


Bazı satırları altına derin anlamlar yüklemeden sadece yazıveriyorum. Kalan 5 mermiyle çatışıp, son mermiyi kendine saklamak da olabilir. Ya da normalde bir mermiyle oynanan Rus Ruletini beş mermiyle oynayıp fakirliğe son vermek de olabilir. Bana kalırsa bu sorunun en net cevabı İnsanlar parçasının ikinci verseünde mevcut. Spotify konusunu açmak istiyoruz. Bu konuda pek çok tartışma var. Yine de birçok insan müzik insanlarının geçimini sağlamasında Spotify’ın önemli bir rolü olduğunu düşünüyor. Spotify konusunda ne düşündüğünüzü ve Spotify bu kadar yaygınlaşmadan Türkçe Rap’te daha yaygın görebileceğimiz basılı CD’lerin gelecekteki işlerinizle bir bağlantısı olacak mı, böyle bir plan var mı bunu merak ediyoruz. Herhangi bir müzik platformu, kullanışlı olsa gerek ki insanlar onu çok kullanıyorlar. Yarın ondan sıkılıp başka bir şey kullanırlar. Ben Modern Zamanlar albümünden beri plak bastırmak istiyorum ama nasıl yapılır bilmiyorum. Fanzinler hakkında ne düşünüyorsunuz? İzmir’den sevgili dostum Girdap bana bir sürü fanzin hediye etti. Hepsine arada sırada bakıp ilham almakta kullanıyorum. Edebiyatın en saf ve underground hali olduklarını düşünüyorum. Cevaplarınız için çok teşekkür ederiz. Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Ben teşekkür ederim kendinize iyi bakın. Bahsettiğim hiphop fanzininin kapağı aşağıda.

Levazımda adım geçmez Kimseyle kanımı da alt üst etmem Çocuğuma is sürer miyim muhtemel Çocuğuna iz sürenler mi tanıyorum ben sonuca giderken sonuç hep bir şeyin sonsuzu dumanın sonsuzu dumanla da açıklanmıyor kelimemi gırtlağımda dövüyorum konuşurken neyin sonsuzunu yıkmak niyeti başıma dert açıyor? açıyor ve lekelerimde adım kadar kurtulamadığım zeval zeval ve eklenen mesafenin tahmin edilemezliği durum buyken yaşamak için azim ve çaba gerekiyor ama hiçbir şeyi inançla isteyemem ki nefretime açtığım davalar ertelendiği için öne çıkmadım buncadır öne çıkmak sayının küfrü bana üç kere leş diyeni dördüncüde vurmak için tabancamı el yapması sıktık belki Allah’ın lütfu ki sayılar denenmişse gerçeklik onanmıştır geçmişlik sandığında bitmişlik küfü çöplerden anı yapıyorum belki de hastalıktır belli ki biri kırmış yürünen yolu belki hastalıkmış çocukken kupürler saklarmışım mışım geleceği tahminen gördüğümün kanıtıyla yer edinmek umudundaymışım bir göze giren bir göze çıkan artık çok koşan azcık malıyla şimdiyse yok olduğum her yerdeyim umut isim değiştirir kıyametin sanıyla


“Zaman bizim açımızdan bir sorundur; sarsıcı ve talepkar bir sorun. Belki de metafiziğin en can alıcı sorunu.” diye yazıyor Borges, Sonsuzluğun Tarihi adlı eserinde. “Sonsuzluksa bir oyun ya da yıpranmış bir umut.” Zamanın en başarılı illüzyonu, bize yönünü tayin etmeye mecbur kılındığımızı unutturmaktır; işte zamana ait karanlık bir nokta! En bariz karşı çıkmalar kulaklarımda çınlıyor ve son derece haklılar; geçmiş, bugün ve gelecek sırasıyla ilerlemektedir zaman. Yaşanmış olan yaşanmakta olana doğru akar ve elle tutulamaz anın içinde buluruz kendimizi, bizi yarında bekleyen yaşanacak olandır. Bu kovalamaca bilinç uykudayken dahi sürer gider, her bugün elbet dün olacak ve beklenen yarın henüz yaşanırken bir anıya dönüşecek. Doğar doğmaz bu genel kanının içinde buluruz kendimizi ve yüzlerce konu bizi beklerken saatlere dönüşecek dakikalara, aylara ve süregiden yıllara muhalefet etmek belki aklımıza gelmez belki de işimize. Ama genel kanıyla örtüşmeyen zaman kavrayışları da mevcuttur. Mesela, “Gececil saatlerin nehri akar, sonsuz sabah olan kaynağından.” diye yazıyor Miguel de Unamuno. (1) Zamanın skolastik kavranışı; döngünün potansiyel olandan mevcut olana doğru ilerlediğini savunan anlayış, bu fikrin yakın akrabasıdır. Bu düşünceye göre alışılmışın dışında geçmiş geleceğe doğru akmaz. Sonsuz nesnelerin arasından yaşanacak ya da yaşanmayacak bütün potansiyeller insanın şu anda sahip olduğu tek mevcuda doğru ilerler.

önermeyi de reddeder ve kişisel bir önerme geliştirir; önermesinde umudumuzun yegâne kaynağı olan geleceği ve kim olduğumuzu anlamak için sıklıkla başvurduğumuz geçmişi sahnenin dışında bırakır. Ona göre yalnızca ideal yapılandırma vardır ve bu yapılandırmanın tek mimarı şu andır. Geçmiş, yalnızca bugün tarafından inşa edilebilir, bu nedenle hiçbir zaman gerçekten tecrübe edilemeyecektir. Aynı durum gelecek için de geçerlidir, kurguladığım veya beklediğim gelecek her an değişir çünkü bugündeki ben her an değişirim. “Geçmiş ve gelecek değişir ve şimdiki değişikliklere göre değişmelidir. Gözleri açık olan herhangi biri için bu değişim sadece bir teori değil, basit bir gerçektir. Ancak ideal olmasa da geçmiş ve gelecek de gerçektir çünkü aksi takdirde yargı veya bilgi için hiçbir şey olamazlar. Onlar gerçektir ama esasen eksik kalmalıdırlar.” (2) Bradley geçmişi ve geleceği kabul etmezken Hindistan’ın felsefe ekollerinden biri de elle tutulamaz olarak gördükleri için şimdiki zamanı inkâr eder. “Portakal ya daldan düşmek üzeredir ya yerdedir.” der ve ekler: “Kimse onun düştüğünü görmez.” (3) Bu düşünceye göre varlığı fark edilemeyen şimdiki zaman yoktur ve hiçbir zaman da olmamıştır.

Zamanın karanlık noktaları, yalnızca yönünü tayin etmek ve içerdiği dilimlerin gerçekliğine karar vermek ile sona ermiyor. Bir diğeri ve belki de en büyüğü her insanın bireysel zamanını matematikçilerin genel zamanı ile eşzamanlı kılmaktır. Borges bu konu hakkında: “Madem zaman zihinsel bir süreç, bunu binlerce insan, hatta bırakalım binlerce insanı, iki farklı insan bile nasıl olup da onu paylaşabilir?” diyor. Herkesin bireysel zamanını muhafaza ettiği bir toplumsal yapıyı hayal etmek son derece güç ama aklıma şu sorunun gelmesine mani olamıyorum: acaba vakit geçirGenel kanı ve skolastik anlayış için Borges: mekten en çok hoşlandığımız insanlar, birey“İkisi de eşit oranda muhtemel bir o kadar da sel zamanlarımız benzer akanlar mıdır? kanıtlanamazdır.” diyor. Bradley, bu düşünceye en az Borges kadar katılıyor olacak ki iki


Borges’in bir sorun olarak adlandırdığı zamanı bırakıp bir oyun ya da umut olarak kalabilmiş sonsuzluğu ele alalım, şöyle diyor yazar: “İnsanlığın tasarladığı sonsuzlukların hiçbiri geçmişin, bugünün ve geleceğin birbirlerine mekanik olarak eklenmesinden ibaret değildir. Sonsuzluk daha sade ve büyülü bir şeydir; bahsi geçen üç zamanın da eşzamanlı olmasıdır.” Platon’un Timaeus adlı eserinde zamanın, sonsuzluğun hareketli bir imgesi olduğunu okuruz. Plotinus, Enneadlar (Dokuzlar) adlı eserinin beşinci kitabında ise şöyle söyler: “Ruhun nesneleri birbirinin ardından gelirler, kâh Sokrates kâh bir at, bir şey yalıtılmış olarak kavrandığında diğer binlercesi kaybolur; ancak İlahi Zekâ tüm şeyleri aynı anda kucaklar. Geçmiş, bugünün içindedir aynı zamanda gelecek de öyle. Her şeyin, var olan koşullardan mesut, inatla durduğu bu dünyada akıp giden hiçbir şey yoktur.” Bu yorumdan sonsuzluğun semavi dinler öncesinde de tanrılarla ilişkilendirildiğini çıkarabiliriz sanıyorum. Schopenhauer’in de akıp giden hiçbir şey olmadığı anlamını taşıyan benzer bir yorumu vardır: “Benim doğumumdan önce sonsuz bir zaman dilimi aktı. Tüm bu süre boyunca ben neydim? Metafizik bağlamda belki cevap verebilirdim buna, ‘Daima bendim’ yani bu zaman boyunca ‘ben’ diyen herkes benden başkası değildi.“ (4)

Peygamber sürahiyi yerden kaldırır ve tek damla su dökülmemiştir. Son olarak içerisinde Tanrı ya da başka bir müşterek sahip olmayan Borges’in sonsuzluk teorisini paylaşmak istiyorum. Kendi şehri Barracas’ta gitme alışkanlığı olmayan bir sokağa giren ve orada çamurlu yolun kenarında alçak bir duvar ile karşılaşan Borges, o an hissettiği sonsuzluk algısını şöyle anlatıyor: “Birbiriyle uyumlu olguların temsili hali -sakin bir gece, ışıldayan alçak duvar, taşraya has hanımeli kokusu, ilkel çamur- o köşe başında yıllar önce var olan şeye yalnızca özdeş olmakla kalmıyordu, aynı zamanda basit bir benzeri ya da tekrarı da değil tıpatıp aynısıydı. Biz bu özdeşliğin ayırdına vardığımızda zaman bir yanılsama olup çıkar; herhangi bir anın dünden ve bugünden ayrılmazlığı ve farksızlığı onu atomlarına dek parçalamaya yeter.” (5)

Yanılsama, zihinsel bir süreç, sorun, matematikçilerin tayini; bunlar yukarıda zaman hakkında duyduklarımız. Oyun, yıpranmış bir umut, Tanrı’ya ait olan, özdeşlik; bunlar ise sonsuzluk hakkında. Siz ne dersiniz? Zaman içinde yer aldığımız evreni kaplayan ve sınırları sonsuzluk tarafından belirlenmiş bir mecburiyet midir yoksa rakamların ardışıklığı mı? Peki ya sonsuzluk, tıpatıp aynı kalan bir Öte yandan bugünün dünyasında hâkim olan duvarda mı saklı yoksa yalnızca Tanrı’ya ait dinler sonsuzluğu Tanrı’ya atfedilen bir özel- olan mı? Keyifli düşünmeler dilerim. lik olarak ele alır. Milattan sonra 2. Yüzyılda yaşamış, öldüğünde şehitliğe yükseldiği buyrulmuş piskopos Irenaeus, Teslis inancına, Kaynakça (Kutsal Üçleme) Baba tarafından vücuda ge1- Jorge Luis Borges, A History of tirilen Oğul ve her ikisi tarafından düzenleEternity, 1936 nen Kutsal Ruh’un zaman içerisinde olmadı2- Leemon B. McHenry, Whitehead and ğının, aynı anda hem geçmişi hem bugünü Bradley: A Comparative Analysis, hem de geleceği tükettiğinin açıklamasını ge1992 tirerek sonsuzluğa vaazlarında yer verir. İs3- Jorge Luis Borges, A History of lam inancında ise bu olgu Miraç döngüsünde Eternity, 1936 karşımıza çıkar: sırtında Peygamberi taşıya4- Arthur Schopenhauer, The World as rak gökyüzüne yükselirken Alburak toynağı Will and Representation, 1819 ile bir sürahiyi devirir, geri döndüklerinde


en güzel yerinde geceyi iple kesen tipler, kesinlikle ben değil. ben okumayı birinci sınıfta bıraktım /yerine koymadıktan sonra öğrendiğin şeyi taşımak ne 22222 kalabalık bir masada oturuyordum soğuk izmir kışı ve etraf sanatçıdan geçilmiyordu öyle ki, birine ilham gelmiş olsa gerek yarım saat tuvalet sırası bekledim. masaya dönmek istemedim; fotoğraf konuşuluyordu sanat sanat içindir sanat toplum içindir konuşuluyordu herkes sanatçıydı herkes haklıydı masaya döndüğümde keşke dinlemeyi bıraksaydım yedi yaşında, dedim gün kanserinden ödev peydahlanır kesilen bilet deliliğin mabedinde trapezleri öldürür alık

c a m b a z

yılan sesine orgazm is lekene vur on karat yalama vida dirim yırtılsın diye topraklanmadım tek tekerlisine bisikletçinin benim sirkten uzakta sirk fetişi

karım


Topuğun Seğirmesi:

Sağda ise mal, solda ise yolculuk alametidir. Erzurumlu İbrahim Hakkı – Marifetname

Derdimin ayakları var diyor şarkının biri Ben yatmış uyumuş ayağıma bakıyorum şarkıdan İki dervişten bedenimdeki Biri uykunun yedinci katında Öbürü seğiriyor korkudan.

Kim rakip diye çıkar karşısına Düşünde peygamber olanın Yalancısı türemez Ayetine ispat istenmez Darıldı bana demez Üç rüya üst üste uykusuna ses inmeyen.

Cennet canavar celebi Kes getir diyor uykudakine Girmek için kapımdan Seğiren sefil kardeşini.

Kardeşiyle deşilmeyen kuyunun Suyuna Yusuf düşmez Kör babalar kardeşsiz bir kuyu için Ciğerinde yırtılmış gömlekler biriktirmez.

Yedinci katta sürçüyor seğirmeyen Burun burunayken o kapıyla Paldır küldür düşüyor Bir aşağı bir aşağı Bir daha.

Arkadan zindan Önden şehv kapısı yırtılan.

Toparlanıp bakıyor kendine merdivenin dibinde Yerinde mi topuğu, başparmağı, nasırı. Geçiyor seğirenin yanına sonra Seğiriyor seğirenle o da. Böylece uslanıyor ki us İki ayağından bile haberi olmayan bana Vuslatta tersinden girilen mağara. Düşünmek mi uslandırır, düşmek mi? Düşünmek: yazmak rüya için bir kitap Düşmek: düşün saklı adı.

Firavunun da ayakları var Yusuf’un da Kardeşin de Kuyunun da Firavuna kendi ayaklarıyla gitmeyen Yusuf’un Kardeşi kuyu Kuyusu keramet. İki ayaklı hayvanların fablı bu! Korkaklık konforlu marifet Açan arayı Açan kapıyı Açan açılmamışın gül ağzını.


"Uyku beladır göç içinizedir" Cahit Zarifoğlu “Tamam, şimdi basit bir hesap yapalım. Şu an saat on bir elli. Hemen gidip iki tane Passiflora içsem o beni kırk dakikaya uyutur muhtemelen. Yedide kalksam altı buçuk saat uyumuş olurum ki o da yeter de artar. On dakikada hazırlanıp çıkarım. Burdan Salhane İzban’a yürümesi yedisekiz dakika de, Halkapınar’da aktarma yaptım, Konak’ta indim, Kemeraltında da bir beş dakika civarı yürüdüm dersek yedi otuz beş civarında dükkana gelmiş olurum heralde. O zaman içeriyi silip süpürmem, depodan ayakkabı getirmem ve kasayı düzenlemem için geriye yirmi beş dakika kalıyor. Tamam tamam, çok iyi. Araya bir simit çay bir de sigara sıkıştırabilirsem şahane olur. Sonra saat sekizde dükkanı açmış olurum, tam Emin amcanın istediği gibi. Süper, şunu hızlıca içeyim de yatayım o halde. Gluk..gluk..gluk.. *** Yastığın kılıfı çok kirlenmiş, en son ne zaman değiştirdim ki? Neyse şimdi vakit yok, yarın değiştiririm. Zaten yatağın da bir boka benzediği yok, bak işte yatar yatmaz ortası göçtü. Sırtımın ordaki yaylar da çok batıyor. Acaba zenginlerin yattığı pahalı yataklar hayatlarına ne kadar etki ediyordur? Yani kaliteli bir yatakta uyursan uykun da daha kaliteli olur, böylece güne bütün gece ecinnilerden dayak yemiş küffar gibi başlamazsın ya. Şu kişisel gelişim zırvalarında da güne iyi başlamak çok önemli diyorlar hep, eğer haklılarsa ben baştan kaybetmişim be. Üniversitedeyken her gün en az üç kupon dolduran Metin de böyle söylerdi. Allahın beleşçisi kendi internetinden yememek için elimde telefon gördü mü bana yanaşır ^Galip bakabilir misin ya şu bizim maçlara nolmuş.^ derdi. Üniversite hayatım boyunca onunla ortak bir kupon bile yapmamama rağmen maçlar niye ^bizim^ oluyordu anlamazdım ama bir merak duygusuyla hiç itiraz etmeden açıp bakardım her seferinde. ^Lazio napmış?^

^üç sıfır yenmiş.^ ^Deme ulaaan!^ ya da ^Yapma bee!^ tarzı bir cevaptan sonra ^Emin misin bak, yazdığım ilk maçtı o.^ diye devam ederdi. Sonra ben o güne uygun cümleyi dedikten sonra, mesela ^Valla üç sıfır Metincim.^, ^Ben baştan kaybetmişim be Galip, allah bilir diğer maçların hepsi tutmuştur şimdi.^ ^Bakayım.^ ^Bak bak, köpekte şans var bizde yok anasını satayım.^ Şeklinde giderdi konuşmamız. Tabi ya, Üniversite yılları. O kadar güzel, o kadar güzeldi ki beni en çok seven kişi internetini kurtardığım Metin’dir kesin. Zaten o zaman da baştan kaybetmiştik ki biz. Merve vardı, ^Galip düşünsene üniversiteyi beraber İzmir’de okusak hem birbirimizden hem de çoğu arkadaşımızdan hiç ayrılmamış oluruz, harika olmaz mı canım?^ diyerekten öpmeye başlıyordu lise son sene. Gel de kurtar aklını tavan yapmış libidonun etkisinden. Sonra noldu? Kaldık beraber İzmir’de. Ben de o zamanlar gerizekalı gibi zannediyorum ki bu hikaye ^Şimdi çok mutluyuz, ikinci çocuğumuzu bekliyoruz.^ Şeklinde devam edecek. İkinci çocuğun hatrına heral ikinci sınıfa geçerken aldattı puşt. Daha doğrusu o çöl maymunuyla hazırlıkta tanışmış, birde de çoktan mekanlarda gezmeye, yakınlaşmaya başlamış. Ben salak olduğum için anca ikiye geçerken anlıyorum tabi her şeyi. Ondan sonrası malum, sevgilimiz; lise tanıdıklarımız var diye üniversite ortamında tanışmadıklarımın arasında kaldım piç gibi. Hayır yalnızlık da değil ki sadece mesele, Merve zaten Ege diş istiyordu tutturdu, benimse Boğaziçi’nde okuma şansım vardı be. Son yıl ^zaten İzmir’de kalıcaz, sınavı tek gözüm kapalı bile çözsem Dokuz Eylül tutar^ moduna girdiğim için doğru düzgün uğraşmadım bile. Soran akrabalara da ^Boğaziçi’nde okucam ben^ dediğim için ailede herkes tarafından zeki çocuk, geleceğin zengini olarak görülüyordum. Herkes zannediyor ki elektrik-elektronik ve bilgisayar arasında seçim yapamıyorum, mezun olunca yurt dışında büyük şirketlerde çalışıcam falan. Tabi millet nereden bilsin benim dilci olduğumu, küçüklükten beri kelimeleri sevdiğimi, vaktimin çoğunu kelimelerin yapısını; tarihini öğrenmeye çalışarak geçirdiğim için yıllardır Dilbilim okumak istediğimi… Buna anne baban bile gülüyor söyleyince. Murat Bey bütün o berberlik yıllarının getirdiği engin akademik deneyim, parlak zeka ve çocuk eksenli ebeveynlik anlayışı doğrultusunda ^Dil


okuyup napcan lan hıyar, öyle şeylerle uğraşacağına gel dükkanda çalış daha iyi^ demişti mesela. Şimdi gel de baba, babam de bu herife. Baba Murat Bey, Beybaba Murat, neyse. İşin en üzücü yanı yılların, sessizce ama içten gelen bir güvenle ^Sen nasıl istersen oğlum^ diyen annemi değil de odun kafalı babamı haklı çıkarması. İlk zamanlarda yine Merve olsun kolay dersler olsun okulla aramı düzgün tutmamı sağlıyorken terkedilmek ve sınıfa adımımı attığım ilk andan beri beni saran ^ben bundan daha iyisine layıktım^ hissi kalan bütün yıllarımın bok gibi geçmesine neden oldu. Soğudum, tembelleştim, başta zevkle dinlediğim konuları kopyayla geçer oldum. İte kalkarak insanların kıçıyla güleceği bir ortalama ile mezun olunca da lise yıllarımda hayalini kurduğum üretken, yardımsever ve idol bir akademisyen olamıyorsun tabi. Onu geç sadece diploma ile doğru dürüst bir iş bile bulamıyorsun şu lanet ülkede. Sonra da bazı üst akıllar evde boş boş oturacağına hiç değilse git amcanın ayakkabı dükkanında çalış diyor. ANAAA DÜKKAN! Saat kaç olmuş? YUH, 2 Mİ? Hemen uyumalıyım, hemen bir an önce uyumalıyım ki yarın geç kalmayayım. Allah kahretsin o haplar nasıl uyutmadı beni ya. Başlıcam... Tamam, sakin ol oğlum Galip, boşluğu düşün, hiçbir şey düşünme, hiçbir şey düşünme. Simsiyah koca bir perde önümde. Hiçbir şey yok, hiçbir şey yok. Boşluk. Uyku. Yalnızca uyku. Rüya bile yok. Saf, deliksiz bir uyku. Üstüm örtülü, yatağım sıcacık. Her şeyin üstü örtülü, her şey benden saklanmış. Düşünce yok, hiçbir şey yok, rüya bile saklanmış. YOOOO! HAYIR, HAYIR, hayır hayır hayır aklıma bile gelmedi, düşünmedim, hiç düşünmedim, çoktan uyudum ben çoktan, çoktan uyudum, uçup gitti, uçup gitti, uçup... YOOOO! ** Keşke Selim o otobüsü kaçırmasaydı. Keşke onu beklemek için tek başıma Kordon çimlerde oturmasaydım. Keşke hiç defterim olmasaydı. Keşke o aptal defteri çıkarıp sanki çok önemliymiş gibi boş bir sayfaya ^inanç^ yazmasaydım. Keşke anagram nedir hiç bilmeseydim, bu kadar düşünmeseydim, düşünseydim bile düşünürken bu kadar tutkulu ve odaklı gözükmeseydim. Keşke o asla beni görmeseydi. Keşke hiç sigara içmeseydi veya da yanında hep çakmak taşısaydı. Keşke tipim at hırsızı gibi olsaydı

ki yanıma yaklaşıp ^çakmağın var mı ?^ diye soramasaydı. Keşke sigarasını hep başkasına yaktıran bir geçinme olsaydım da ona başımı bile kaldırmadan hayır deseydim. Keşke ben sigarasını yakarken gözü aşağı kayıp deftere yazdığım şeyi görmeseydi. Keşke o kadar cesur, girişken ve meraklı bir kadın olmasaydı da bana ^defterine ne yazıyorsun?^ diye sormasaydı. Keşke asosyal ve utangaç olsaydım, ona yazdığım ^inanç^ kelimesini gösterip^ bu kelimenin anagramı var mı onu düşünüyorum da, aklıma hiçbir şey gelmedi ne zamandır düşünmeme rağmen^ demeye yüreğim olmasaydı. Keşke bu kadar zeki, sürprizlerle dolu, hazır cevap bir insan olmasaydı ki hımm diyip biraz baktıktan sonra elimden kalemi ve defteri almasaydı, i nin üstündeki noktayı, ç nin kuyruğunu silmeseydi. Keşke hiç oluşan yeni harflerle ^canın^ yazıp defteri bana çevirip göstermeseydi. Keşke ben ^nasıl yani?^ dediğimde ^diyorum ki canın sağolsun. Her kelimenin anagramı olmuyor maalesef. Umarım hep anagramı güzel olanları bulursun, bulamazsan da sen güzelleştirirsin^ demeseydi. Keşke sağır, dilsiz, kör, duygusuz, düşüncesiz veya salak olsaydım da bu ânın, bu cümlelerin ne kadar özel, ne kadar güzel olduğunu hiç anlamasaydım, o an deli gibi aşık olmasaydım ona. Keşke adını, yaşını, nereden geldiğini bile bilmediğim bir kıza içimdeki bütün masum, çocuk ve savunmasız duyguları sonuna kadar açacağıma gidip esrar içip geceyi düzlüğüne bıraksaydım mesela. Keşke o kadar güzel konuşması yetmiyormuş gibi bir o kadar da güzel gülümsemeseydi bana. Keşke benim dilim konuşmak gibi bir yetisi olduğunu unutmuş, gözlerim aptal ve aşık, aptal bir aşık gibi bakarken ^adım Simay^ diye elini uzatmasaydı bana. Keşke sonradan hayatımın en mutlu ânı olduğuna kani olduğum birkaç saniyede, hayatımda beni en çok etkileyen kadını hayatımdaki en cesur hareket olduğunu düşündüğüm ^ Ben de Galip, istersen otur, böylece her şeyi bulması kolaylaşır^ cümlesiyle karşılamasaydım. Keşke hiç yanıma oturmasaydı, bana kendini açmasaydı, benim küçük dünyamı kişiliğinin kusursuzluğu ve hayallerinin büyüklüğü ile ezip geçmeseydi. Keşke o andan sonraki bütün yazım koskoca bir Simay olmasaydı, onun etrafında bir uydu, en ufak detayına talepkar, varlığının her zerresiyle şevkli olmasaydım. Keşke birbirimizden bu kadar zevk almasaydık. Keşke insan, dil, iletişim


üçgeninde birbirimize hevesle anlattığımız şeylerin bize bir şeyler öğretmekten çok bizi birbirimize daha da aşık yaptığını anlasaydık, kaçınılmaz sonu bildiğimiz için hiç dokunmasaydık o kallavi konulara. Keşke seninle deniz kenarında oturmak, sırt sırta verirken sessizce yıldızları izlemek, hep kalabalık olan güzel yerlere inat ıssız mekanların manzaralarını nefis kılmak, yağmur altında yürümek, müzikalde gibi şarkı söylemek, tiyatroda gibi rol yapmak, derin konuları büyük bir ciddiyetle konuşmak, sığ konuları sulandırmak, sinemaya gitmek, yan yana kitap okumak, dedikodu yapmak, kendi dilimizi oluşturmak, kendi mizahımızı inşa etmek, kedileri sevmek, köpeklerden tırsmak, çalılıklarda kirpi aramak, hayal kurmak, benim kalem bile tutamazken senin harika bir ressam olman gerçeğinin şakasını yapmak, İzmir'de avare olmak, tutkuyla tartışmak, tutkuyla kavga etmek, pişmanlıkla barışmak, öpüşmek, sarılmak, öpüşürken sıkı sıkı sarılmak, yarını unutmak, bir beden olmak, hatırlamak, gülmek, güne uyanmak, günle vedalaşmak, yazılar yazmak, büyük yazarlardan çalmak, kimselere söylememek, kurgulamak, oyunlar oynamak, oyunlar icat etmek, kelimeler icat etmek, onları kullanmak, müzik dinlemek, şarkının yükseldiği anda birbirimize bakmak, öğrenmek, öğretmek, insanları sevindirmek, insanların kalbine dokunmak, video izlemek, heyecanlanmak, terlemek, üşümek ve de en önemlisi aynı hayatta olmak bu kadar güzel olmasaydı. Ama güzeldi. Öyle güzeldi ki hala yaşadığımızı hissettiğimiz her saniyeyi hatırlıyorum Simay. ^Mason Osman, Torun Ortun^ gibi beraber uydurup duvarlara yazdığımız (çünkü bizim imzamız olduğuna inanıyorduk) anagramlar, bazen saatlerce kafa patlatmamız gerekse de sonunda yapmayı başardığımız ve bir şeyler içerek kutladığımız ^Yok! Yarasa masama saray koy^ gibi palindromlar ve daha bir sürü bizi birbirimize yaklaştıran kelime oyunları karmaşık ancak çözmesi zevkle dolu gösteriyordu bize hayatı. Beraber sinemalarda bir ömür geçiriyorduk, hatta en sevdiğin film Inception’ı izlerken de yanı başındaydım senin. Nasıl büyülenmiştin, nasıl hayran kalmıştın ama! Çıkışında saatlerce rüyalar ve zamanla ilgili konuşmuştuk, sonrasında ben de bir topaç almıştım sana, küçük ama anlamlı bir hediye. İşte o hediye gününden sonra başlamıştı acı,

neredeyse bütün yaz kilim altına süpürülen sorunların gerçek yüzü. Daha ilk günlerden burada çok kalamayacağını, yazın sonunda babanın başka bir şehre tayini çıkacağını söylemiştin. Ben de küçük, masum bir çocuk gibi daha en başından beri bildiğim bu gerçeği unutursam hiç yaşanmaz sanmıştım aslında. Sense topaçı da yanında götüreceğini hatta yeni odanın güzel bir köşesine koyacağını söyleyerek çocuk masalımı yıktın. Önce konuşulmuş gerçekliklerle yaraladın beni, devamında da konuşulmaktan ustaca kaçılmış, geçmişin saklı gerçeklikleriyle. Evet, zaten ayrılma vaktinin yakınlığından doğan huzursuzluk aramızda iyice serpilmişken bana uzun uzun anlattığın eski sevgilinle ilgili hikayeyi kast ediyorum. Evet, sen de aldatılmıştın tıpkı benim gibi fakat nedenini onca zaman düşünmeme rağmen hala anlayamadığım şekilde- bu aldatılmayı yaşadığınız uzak mesafe ilişkisinin doğal bir sonucu olarak görüyordun. Sevdiğine yakın olamamaktan, yan yana aşılamayan sorunlardan, beraber vakit geçirememekten ve aynı hayatta olmayı kaçırmaktan nefret etmiştin. Bu yüzden bir daha asla uzak mesafe ilişkin olmayacaktı, çok üzgündün, gözlerinden yaşlar boşanırken, zamanla ve acı çekip birbirimizden nefret ederek ayrılacağımıza gitmeden önceki son gün son kez konuşarak vedalaşmamızı istiyordun. Seni aksine ikna edemedim. Bağırdık, kavga ettik, nefret ettik birbirimizden. Zamanla olmaktan korktuğumuz hale bir gün içinde gelmiştik işte. Ayrılacağın günün arifesine kadar senle buluşmayı hiç istemedim. Sen de istemememiş olacaksın ki hiç ulaşmaya çalışmadın bana. Ama ah, ne çok pişmanlık… Keşke o son gün seni görmeye gitmeseydim keşke son ana kadar sana karşı olan nefretim senin anlayışsızlığına karşı olan öfkem azalmasaydı keşke bir elimi tutup yüzüme bakarak ağlarken yumuşamasaydım sana da yıllar sonra hala böyle duygulu böyle aşık olmasaydım keşke o an diğer elinde topacı tuttuğunu görmeseydim keşke salya sümük halinle bile o kadar güzel gülemeseydin keşke o gülümsemeden sonra kulağıma aşka ^rüyalarında sakla beni^ diye fısıldamasaydın keşke o zamana kadar hiç görmediğim bir biçimde sımsıkı sararken beni ^ ben şimdi uçup gideceğim anlattığın güvercinler gibi gözlerini kapa yalvarırım gözlerini kapa^ demeseydin bana keşke gözümü


açtığımda hala yanımda olsaydın ya da o gün o çimlerde hiç olmasaydın keşke bu kadar aptal bu kadar yarım bu kadar çelişkili olmasaydı hayat keşke geceleri olsun huzur bulsaydım elimden kayıp giden güzel bir hayatın küllerini fesleğen bulmuş gibi koklamasaydım keşke acısız olsaydı büyük mutluluklar keşke bazı kapılar bu kadar sert kapanmasaydı keşke bir rüya olsaydı her şey Galip olmamdan faydalanıp rüyayı bulsaydım rüyanın verdiği umut derin uykunun rahatlatıcılığıyla birlik olsaydı uyku demişken saat kaç olmuş 5 mi hasiktir be bütün hesaplar bozuldu..” *”O anımsın” cümlesi insomnia kelimesinin i harflerinin noktaları silindikten sonraki anagramıdır. Blanagramdır yani, açıklamalar dahil tamamen Simay içindir.

sonuçta kişisel ve yaygınca anti toplumsal bir eylemdir yaptığım kimi yıllar yazları kiminde kışları çünkü ilk ve son baharlarda ayindir adını söyleyemediğim kişilerin yüzlerini istemli bir göz kırpmasıyla görünür kılıp ardından da tüm vücutla titremek taakviimleer biriktirdim hayatın başlangıcında var olduğumuz şekilde olan bir boşluk tariflenmiş ya bunlardan el yapımı dekoratif türetip, bu boşluğu bunla kapayayım diye şiir kitaplarından saayfaalaar biriktirdim bağıra bağıra okurum diye geceleri iğneli laflarla terbiyesizleşiyorsun uyarılarına iğneli laflarla karşılık verişimin geceleri ama yanıldım ve yanılarak ağlaya ağlaya okudum biçim veya ters; boktan. öykü, bir romanın yayınevlerinin istediği romanözeti formatında bunu eleştirmiyorum çünkü şiir bazen bir öykünün hissettirdiklerini yorumlamakta -bunun da kafiye şemasını çıkartın (ilk dördü yetmezse yirmi beş tane daha var)

-Sadece kırmızı boyam kalmıştı.Bugün Kendime kandan yaşlar yaptım, siyah elbiseler aldım. Elbiselerime dam dam damladılar; Eterli bir uyku ve ruhlardan sökülen çığlıklar gibi isteksiz. Bugün Seni sevdim biraz. Pörsük dualarda aradım ismini, Ruhsuz ezanlar dinledim; Zorla okutulan. Sevgi arıyordum seslerde. Özlem... Koldaş ve yoldaş arasındaki tek harflik fark kadar uzaktı. Evsafsız binalar dolusu hiç olmamış bayramlar seyrettim; Bugün Oturdum. Öylece duvara baktım. Uyudum.


çıkışı kolay oldu bu doruğun, bir an doğayı ve bilgisini insanın engin kapsayan bir coğrafya serildi önüme gelsin ve önümdekini dilediği gibi dile döksün biri bulut gölgesinin yeşili ikiye böldüğü yerden geçen gerilim hatlarına hislenecek çizgi çizgi otoyolları serin göl sularında boğmayı bağıracak meyve bahçelerini sayısız ötücü kuşlara bağışlayacak olan güzel biri ne ki o ben değilim olamam güzelliğim başka gövdeden dallanır yukarılarda bakışlarım yığılıp katranların toprakla hizalı katlarına bir kızılçamı silker atar da yumuşar bir ardıcın bulut-yastık-yapraklarında sorgumsa şudur: aşk mı bu vuran? dağın ta kökünden burnuma çağların kokusuyla çarpan şeyin bu afallamışlığımın adı ne? aşk olmasa gerek görerek çünkü onu her yerde üstüne her an söyleyerek ismini, tükettim şimdi un ufaktır cismi ve avucumda kalan ve anca dilde var olan birkaç kırıntısı emanettir uzak göl kuşlarının, parlayan damlar altındaki çocukların aşkından oynaşırım bu dorukta hala dolanırım küstahlık ışıtırım geçmişe saygıyla dizilmiş taşların üzerinde ormanın ricasıdır bu, kendini istetir bana ormanın ilikleri söyler, dere yatağının birkaç kelimeme susadığını bunların koynundaki aklımsa bir döngüde sıkışık bizden bana, ordan bize insandadır aklım yani, gelen ve giden şeklinde gölgeler kayar, kısalır bir ‘nebi’ gelir yanıma seslenişi duyan bir adam dile getirmeyi bilen belki de mesihin ta kendisi sıkılıp göklerden yanıma inen belki hafif gelmiştir meleklerin dertsizliği ona gelir oturur içime, bakar çoktan kumlaşmış kemiklerine aşkımın üfler, kenara çekilir hatrına, ağır-bulut-örtüler sorularımı ve uydurma cevaplarımı az çok en çok da derdimi kahrımı sezen bir nebi der: “kedi ve köpek gibi olunmalı. kedi yalnızken dahi saklar pisliğini.

köpek, kötü sevgiyi hesaba katmadan, sevene sallar kuyruğunu.” der: “kurşunlarla delik deşik etmiş olsalar da küçük bir kız çocuğunu toprağın ve insanın güzelliği paramparça ediliyor olsa da her yanında bak! ufka gidiyor yolumuz, iki yanı irili ufaklı ağaçlar yol boyunca sevgi, bak! senle ben cesetleri kaldırırız sadece bakarak.” bir müddet dalgınızdır uzamaya başlamıştır gölgeler dorukta nebi ve ben -yani insan sıfatını üstlenen baktığı doruktan- dertliyizdir bir kafile gözükür, yaklaştıkça şekilleri coşkunluklarını sezerim seslerini duymaya başlayıncaysa iyiniyetlerini böylece ürkütülür karanlığım nebi bunu anlar, daha da genişler yüreği kalkar, selamlar ve düşer önlerine hepsini sulu bir vadiye götürecektir benden uzağa yeşilli bir dere kıyısına bilirim, ateş yakarken kalabalık, o bölüştürecektir ekmeklerini bağışlanacaktır onlara bereket ve bazılarına bereketin hikmeti giderler, bir beden kalır yine süslenirim yerde ve durgunluktayımdır hislerim sekmektedir taştan taşa kuş misali öyle yalnız kalırım ki sonra gölgeler upuzun öyle ışıksız yine insana gider aklım yine gelir ve derim: “bu halimle değil, kedi ve köpek halimle de değil Ama bir yusufçuk olsam yusufçuk halimle takılsam peşlerine uçtuğumda rüzgara savrulsa bütün şiirler kursağımda kalacaklarına uzakta birkaç ateş, ekmek bölen çizgileri onun, ortalarında ben binbir gözümden ağlayıp yusufçuk gözyaşlarıyla sabaha dek baksam onlara” kuruyunca binbir pınar doğan güneşle yanınca geri dönüşsem ben diyene, yani insana bir anda, çıksam yine doruğa


Sokağın sonundan sağa döner, kendimi bulurum zannettim. Yaz yağmuru, buharlaştıkça sidik kokan sokakları, yolun sonunda Tuna. Binbir maskeler düşünce kaldırımlara, insan insandan korkar, uyur iki yakası şehrin. Kaçarak geldiğim yolların hasretine düşünüp taşındıkça buldum kaybettiğim sandığım bin sandık dolusu kendimi Unutuldu sandığım ne varsa kalbimde ayak izlerini taşıdığımı bilmeden yürüdüm. Yolun sonunda ne var bilmeden. Ben gitmeden dinle diye şarkılar söylemedim bu şehirden başka kimseye. Yolun sonunda ne var bilmeden sevdim. Göğe bakıp dileyince gerçek oluyor mu bilmem, Ama ben çok istedim. hayatımın ikinci yarısında fark etmeden, belki istemeden, Elinden geleni ardına koy demeyi öğrendim. Kukla canlanır ya Hani bazı filmlerde öyle olur Ayaklanır, kaçar gider. Hayatın ipleri elimde zannederdim. Hükmüm bir mevsim sürdü. Bazı bazı uyanır, nerede olduğumu sorar bulurdum kendimi. Yabancılamak öğretilmezmiş meğer. Yıl geçer, gençlik gider Ben yine bunu söylerim belki Hayaline hapsolmuş dilden yoksun yabancı, Gelir geçer denen yılın yarısında zaman durmuş da Tam yürümeyi öğrenecekken fanusa taşınmış gibiyim. Nasıl dönülür geri düşünmeden kaldığım şehrin bilinçaltım seviyesinden yazıyorum bu satırları. Bulutlar daha yakın burada, daha pembe. Daha parlak yıldızlar, galip gelir şehrin onca ışığında. Gün çok çabuk doğar Öğlen akşam olur. Kış uzun, gece soğuk.

Birkaç sabah alışamadım yalnızlığa. Çocukluk, ilk gençliğim. Ayaklarının üstünde nasıl dengede durur insan? Bir bakmışsın sabah olmuş. Yoruldum. Bitmedi insan olmak, yapamam sandım yenilecekken doğru zaman sanrısına. Ama yine de sevdim. Şimdi iki yüz yıl öncesinden kalma bir binanın içe açılan terasında yüksek sesli müziklerle düşüncelerimi bastırıyorum. Şişmiş gözlerle hisleri unutmaya, Çığlık atmamaya. Yirmi bir yıllık hayatımda böylesine çaresiz hissetmedim. Ruhumdan deri atıyor gibiyim, Soyuluyorum. Ankara’da olabilmek için böylesine yorulur mu insan? Şu soruyu bir kez sorarsanız sahil kenarında bira içerken benim için Neden deri attığım anlaşılabilir Belki bana dair legal olan tek şey pasaportumdu Onunla da ülkeden atılmama 35 gün kaldı. Kağıt peşinde koşuyorum “Geçici vize” Onunla da Viyana topraklarına seyahat edip “cancağzım” Türkiye’ye dönemiyorum. 15’inde uçuş var bekle, ev yok, Vize yok, Geçerli olan tek şey var olduğum. Vatandaşlığını ayaklar altına alıp Seni dokuz ay geldiğin ülkeye hapis ederler mi İlk kez yaşarken kendi başına Trajikomik anılarda gözüm yoktu Defolup gitsem yeterdi gibi. Şimdi içinde kene gibi hissettiğim şehrin sokaklarında Söküp atılmayı bekliyorum. O birayı aç, bi benim için iç Bodrumda. Ankara’da esnaf lokantasına otur bi lahmacun söyle. Şans diye bir şey olabilir mi? Nasıl elde edilir!


Elimde kahve bardağımla balkona çıkıyorum. Sandalyeyi oturacağım şekilde çekiştirip üzerindeki tozları elimin tersiyle silkeliyorum ve tam şehir ışıklarının bulutlara yansımasını görecek şekilde otuyorum. Arka cebimden mataramı çıkarıp iki parmak dudak payı bıraktığım kahveye bir parmak da viski ekliyorum. Bir sigara yakıyorum ve bir süre turuncu bulutlara bakıyorum. Sokaklardan siren sesleri ve bağırışlar yükseliyor, yaklaşık iki haftadır olduğu gibi. Gözlerimi kapıyorum ve sesleri dinliyorum. İki haftadır gecenin belli saatlerinde insanlar sokaklara dökülüyor, bağırıyor, vuruyor, kırıyor hatta kendilerinden olmayan gruplarla karşılaştıklarında ölümüne kavgaya tutuşuyorlar. İki hafta önce bir kuyruklu yıldız geçti şehrin üzerinden. İnsanların çoğu ilk defa gördü bu masalsı manzarayı, bazıları göremedi ve bazıları da gördüğü halde bakmak istemedi. Görenler, o gece mantıklı düşünebilme yetilerini kaybetti. Göremeyenler, görenlerin deliliklerini engellemek için uğraşmaya başladı. Görüp de bakmayanlar; bırakın gezmeyi, hafta içi 8-5 rutinlerini dahi gerçekleştirmek için evlerinden çıkmadı. Ben uzun süre önce bıraktım yıldızlara bakmayı, yıldızlı gecelerin efkârını. Sesler yükselmeden hemen önce balkondaki yerimi alıyorum viskili kahve eşliğinde, iki haftadır bilfiil. Aramalara cevap vermiyorum; ailem, arkadaşlarım, sevgilim ne haldeler merak dahi etmiyorum. Anlamaya çalışıyorum, sadece ama sadece bu sebepsiz deliliği anlamaya çalışıyorum; çalışıyordum. İki gün önce karşı apartmanda oturan adamın karısı, adamı camdan aşağı attı. Adam yüz üstü yere düştü, kafasından sızan kan yoldaki çukurlara dolarken sırtında üç tane bıçak saplanmış olduğunu gördüm. Kadın ve iki çocuğu saatlerce gecenin turuncusuna baktılar. Ben de onları izleyerek bir paket sigara bitirdim. Dün haberleri izlerken kameramanlardan birinin, spikerin kafasında kamerayı parçalamasına ve kameramanın, kameranın düşen merceği ile boğazını kesmesine aklı başında memleket

sakinleri olarak şahit olduk. O an bu deliliğe bir anlam katılamayacağını idrak ettim. Sigaramın son fırtını çekiyorum, kahveden son bir yudum daha alıyorum ve izmariti kahve bardağının içine atıyorum. İzmaritin kahve kalıntısıyla birleştiğinde çıkan ses ile birlikte yerimden kalkıyorum, balkondan çıkıp arkamdan kapıyı kilitliyorum. Dördüncü katta oturmama rağmen balkon kapısını itina ile kilitlemeye dikkat ediyorum. Dört gün önce 6 numaranın kedisinin 7 numaranın balkonundan içeri girip köpeklerine saldırdığını ve hayvancağızın acılar içinde son nefesini verişini işittim. Üç gün önce 9 numaranın balkon kapısından iki kumrunun girip Semiha Hanım’ın gözlerini oyduğunu apartman boşluğundaki konuşmalardan duydum. Üzerime siyah kapüşonlumu geçirip kapüşonu örtüyorum. Asansöre binip 0’a basıyorum, kabinin içinde çürük et kokusu var. Gösterge 0’a geldiğinde dijital ekranda “cehennemin zemin katına hoş geldiniz” yazıyor. Beş gün önce apartman görevlisinin, asansörde karısının kafasını asansör kapısına sıkıştırarak koparışının dedikodusunu aldım. Apartmandan dışarıya çıkıyorum ve motosikletime doğru yavaş adımlarla ilerliyorum. Sokağa bir mahşer sessizliği hâkim. Motosikletimin yanına geldiğimde üzerinde kan izleri görüyorum. Silmeden biniyorum ve kontağı çalıştırıyorum. Motorun sesi sokağın sükûnetini bozuyor ve kan lekelerinin üzerine oturmak biraz içimi buruyor. Altı gün önce patronumun şirketin kazan dairesini patlattığına dair bir mail aldım. Koltuğun altından madeni yağdan yer yer kararmış olan bir bez çıkarıp bastırarak kan lekelerini çıkarmaya çalışıyorum. Ben bastırdıkça kurumuş kan deri döşemeye daha da işliyor. Tam pes edip gazı köklemeye niyetlenmişken sağ taraftan koşar adım bana doğru gelen ayak sesleri duyuyorum. Kafamı çevirdiğimde sokağın başındaki terzinin ağzından salyalar saçarak ve bağırarak bana koştuğunu görüyorum. Aramızda iki metre kala üzerime doğru zıplıyor, birkaç adım geri gidiyorum ve terzi yere çakılıyor. Tam kalkacağı anda yüzüne gelişine bir tekme atıyorum, kafası arkaya gidiyor ve sırt üstü yere düşüyor. Yanına gidip ayağımla boğazına bastırıyorum ve gözlerinin içine bakıyorum.


Kuyruklu yıldız o kadar parlakmış ki görenlerin iris ve pupilleri silinmiş. Bembeyaz manasız küreleri kalmış geriye. Kafasında kamera parçalanmadan önce spikerin okuduğu son haberden biliyorum. Terzinin boğazına biraz daha sert bastırıyorum, dişlerini sıkıyor ve dişlerinin arasından tükürükler saçılıyor. Birer irine benzeyen göz kürelerine bakıyorum. “Belki” diyorum kendi kendime, “belki mana bu beyaz bakışlardadır.” Bir sigara yakıyorum ve belimden silahımı çıkarıyorum. Mermiyi namluya sürüp terzinin kafasına doğrultuyorum: “Sizler çılgınlıklarınızı özgürce dışa vurup istediğinizi yapıyor ve düşüncelerinizi delice bir hiddetle normal insanlara yansıtıyorsunuz. Sizin deliliğinizi gören ve susan insanları umursamıyorsunuz, duygularınızdan öyle mahrum kaldınız ki vicdan azabı nedir diye düşünemiyorsunuz ve umursamazca herkese, her şeye zarar veriyorsunuz. Ya da belki de şu anda zihninde kalan bir mantık kırıntısı merhamet gösterilmesi için yalvarıyor ama deliliğinize söz geçiremiyor. Peki ya kalan mantığının söz geçiremediği sikik zihnin şunu düşünüyor mu? Normal olan sizler ve deli olan normal gördüğünüz insanlarsa? Anlamayacağını biliyorum ama sana bir şey diyeyim mi Davut Abi? Siz kendini deli diye adlandıranlar, normal insanlar delirdiğinde neler yapabilecekleri hakkında en ufak bir fikriniz dahi yok!” Tetiği çekiyorum ve Davut Abi’nin kafasından sıçrayan kanların bir kısmı motosikletimin arka jantına sıçrıyor.

Aşırı insanlar, değişik düşünceler. Bir öyleler bir böyleler. İstekler, arzular, düşünme kapasitesi; bir o kadar doluluk. İstikrar, özdeşlik; bu bardağı nereye koyayımlar hepsi bir geminin tahtaları. Yüzüyor mu, ehh. Epey savruluyor. Nedeni bir öyle bir böyle. Ve ben hiç bilmiyorum, nasıl olacağını hatta oldurulabileceğini – bazı bir şeylerin. İstek ve arzular için enginsin. Enginlik yok etmeye başlar pekala ki bir süre sonra. Buna sebep aranır mı? Aşırı insanların aşırılığından mıdır? Bilinmez. Enginliği doğru rafa koyarsan sebep aranmaz, belki de… Bu istekler, arzular; bu benlik var. Yok sayılamaz derecede yakıcılığı ve yaktığında izi kalan yanık izleri var. Tüm bunları görmezden gelemez, yok gibi davranamazsın. Davranıyorsan aşırısın, aşırıcılıktan ve teftiş yiyorsun memurdan. | biraz daha özelleşelim. *klasik bir soru* Bırakmak istemeyenlerin en büyük günahı nedir? Cevapsız. Bu yük o sırta binmez. O yük bu sırta binmez. O ve bu yükü o ve bu sırta bindirme. *klasik bir soru* Neden mi? Ben yanıklarımla gökyüzünü yeşile boyamak istiyorum. Nedeni bilinmeyen sulardan çıkıp gelmiş bir yeşillik bu. Kararsız ve ani. Serbest ve yayılmış. İstekli fakat susturulmuş. En radlerden gelmiş tezahüratlarla tekrar suya dönmüş. Su istediği gibi değilmiş. Çıbanlar çıkıyormuş ayacıklarında. Rahat da edemezmiş oturduğu o dergi koltukta… Hahh!


Daha önce söylenmemiş hiçbir şey yok söyleyebileceğim. Daha önce hissedilmiş hiçbir şeyi hissedemiyorum. (orta)Doğu cephesinde yeni çok şey var, ayak uyduramıyorum. Akışamıyorum artık modern hayat hızında. İstanbul: Va

vey

la

Ölüm, diye düşündürtüyor, Nihai orgazm aslında. yalnız, yalnızlık gece vakitlerinde yükselir âşıklarına ve geceleriyle karanlıktır. 1. güneş ufuklarda eski ıssız bir tanrı sokaklarında karanlık bir yol eski akşamüzeri denizlerinde biraz mavilik uzun belki de daha uzak aydınlık günler ertesi şiir için yakın ıslak bir haziran

2. biz kişiliğin buzdağında iğrenmekteyiz, biraz altta kalan kısımdan fazlaca her şeyden

toplumda bir uyanma, isyan bayraklarıyla görünmez aydınlığa doğru tanrı, biraz tanrı aramakta, acizce ellerimiz açık, gece vakitleri.

3. uzun ve düzenli şimdi ve yarın dolaylarında anlaşılmak ve anlaşılmamak çizgisinde düzyazı bir şiir

yol, dedim durağan değil, akıyor, yer değiştiriyor düşünmek için yanlış zamanlar siyah bayraklı ordular esaretinde ruhum, yolum karanlık, zamanım ölüyor akarken akarsa hani desem, desem ki, karartılı ordular çekilin geri, ruhum yalnız ve biraz eşsiz. uzun laflar ve kıssalarında, yeryüzünün âşıkları miraçlarını yaşamakta

4. sahillerden denize dökülen günbatımlarında kurtuluşun kentleri gibi kıyısız kentler de kurtarılmaya muhtaç değil midir? 5. dün ve yarın için bugünü harcamak ne aciz bir insan eylemi! "kavga ve aşk orta doğu halklarına yasaklanmıştır, yasak!"


Sevgili siz, Dile tutunabildiğinde erimeye başlayıp kana karışan o beyaz taneciklerden biriyim, bir garip ferdiyim bir şeker kavanozunun. Lakin pek dibindeyim. Tez gerçekleşmeyecek tatlandırışım bir ağzı. Yağmur görüp de ıslanmış bir kâğıdın tütünüyüm, sarılmış. Bir ot kalabalığıyım, çakmağın alevine maruz kalmasıyla tutuşamayacak olan. Demirden baklalarının birbirlerine kenetlenişleri pek zayıflamış olan bir salıncağım, birilerini taşıması tehlikeli bulunan. Bellidir ki, ruhum bir rendeden geçirilerek dünyaya dahil edilmiş sevgili siz. Binbir parçaya ayrılmış da sepelenmiş yaradılışım her bir şeyin üzerine. Parçalanışımın doğurduğu zerrelerimin biri de sizin papatyalı yeşil elbisenizin eteklerinde. Diğer tüm her şeyde yetersizlik hissiyle sınanışım.. Sizde ise dans etmek şerefine nail oluşum. Size sıçramış bulunuşum sevgili siz, ne büyük lütuf.

Gün/ Ay/ Yıl Güne zinde başlamıyorum Güne kuru çarşaflarla Her gün ölüyor/ öldürüyor/ öldürülüyorum Yürüyorum/ duruyorum/ kalıyorum Kan içinde Çarşafta kan [Korku] Ter “ “ ter [ “ ] Çiş “ “ çiş [ “ ] Döl “ “ döl [ “ ] Günlüğümde den den işaretleri Günler aynı, sadece tarihler değişiyor Sevgili Günlük, Biraz da sen anlat!


Soluk mavi, Hayat bulduğum gökyüzü ve boğulduğum denizin suyu, Kahkahalarım. Haykırışlarım. Günü geceye çeviren bir gölge ağacı kirpikler. Eğilip bükülen zamanın kıvrıklığında. Suya dokunan göğe çıkaran bir soluk mavi. Ölüme değin korktuğum, Reddedemediğim Görmezden geldiğim, Ve fakat yitiremediğim. Göğün, suyun, dumanın. Soluk mavisi. Sürüklenişlerimin rüzgarı Halledemediğim.

midem bulanıyor hem nasıl bulanıyor bir bilseniz böyle sabahlara çıktığımda yanlış sokaktan döndüğümü anlıyorum yanlış kaldırım taşında oturduğumu kıbleleri ceplerime doldurup ellerimi şaşırdığımı belki de biraz daha azını sizin bildiğinizden. başım sersem -yıldızların yerine asılmadığı bir gecedenhem nasıl sersem bir bilseniz yanlış sokakları bahane ederek böyle sabahlara çıktığımda.

Henüz kara görmemiş bir denizcisin. Güverteden düşüyorsun düşlerinde, gülümsüyorsun. Bir gece vakti kaçarcasına ardında bıraktığın bu şehre bir daha dönemeyeceğini düşünüyorsun. Dudaklarında tuzun ve şarabın tadı, boğazında bir kuru öksürük; gözlerinin önünden perdeleri kaldırıp hatırında kalan son anıdan yakalamaya çalışıyorsun zamanı. Doğmak ve doğurmak kudretine hayranlık duyduğun sevgilinin yüzündeki üç küçük kırmızı dünyayı düşlüyorsun. Tıpkı dünyada da olduğu gibi gök açık, denizler çalkalantılı yüreğinde. Bu böyledir, her su masalında geç gelir bahar. Yokluğunun uzun gecelerinde uzak uykulardaki vapurları duyumsuyorum. Canımı savurup avuçlarımdan atamadıkça, uçma hülyasına aldanıp her daim diri kalacak kanatlarım. Kursağında gökten başka hiçbir şey olmayan kuşları soracak olursan eğer; onlar için her zaman bir bardak suyum vardır. Dala tünemiş üç alakarganın bana yabancılığımı hiç unutturmayan bakışlarına susuyorum. Evi saran sarmaşık da her şeyi anlıyor ve susuyor. Buralardan başka hiçbir yere gitmediğim için dünyanın daha kaç köşesinde böyle bir sessizliğin yaşandığını bilmiyorum. Cennetten sürülmüş ve toprağa yenilmişliğimin onulmaz yaralarını ellerimde taşıyorum. Yaz bitiminde son güneş ışığının alnından vurduğu bir ağaç uzanıp ölüyor sessizce. O ölüyor ve dünya buna izin veriyor. Bir ölüyle hangi dilde konuşulacağını bilemediğimden, ellerimden vazgeçiyorum. Yelkenli gemiler misali esecek rüzgâra tabi olan gelişigüzel seyahatlerin, gelmiş ve gelecek olan tüm günlerime ıstırap kuyuları açıyor. Hakikati görecek akla sahip değilim, kurtulmak gelmiyor elimden. Benden aklımı yitireceğim kadar uzaklaştığında bile yine sana sığınmaktan başka çare bulamıyorum. Zavallı aklım susuzluğunu dile getiremiyor. Ben senin göçlerine dayanamıyorum.


Oyunbozan gibi hissediyorum. İşaret parmağı kopmuş bir elin başparmağı gibi, dik durup "her şey yolunda" işaretinden fazlasını yapamıyorum. Benim beyazım nerede? Dudaklarım öpülmeden çürüyecek gibi hissediyorum. Bir tenin sıcaklığı ile sarmalanmayı beklerken boynum; urgandan fazlasını alamayacak sanırım. Karamsar demeyin bana, gerçekçiyim. Tek başıma "bir"den bile az ederim. İkiz kılıçların kan ağlayanı, yalnız içilen beş çayıyım, sağanakta kuru kalan bir avuç toprağım. Ortadan ikiye bölünmüş bir makas gibi artık yeniden yaratmak için değil; yok etmek için yok ediyorum. Çabalayamıyorum, yoruldum. Çabaladıkça yapamıyor; çırpındıkça batıyorum. Sahte duygularla ayartılıyorum, bile bile. Kırıntılar uğruna kuruntularımı incittim. Sanırım hayat kendisinden; hak ettiğinden fazla şey isteyen insanları pek sevmiyor. Bu yüzdendir ki bu aciz ruh en ufak sevgi kırıntısına muhtaç, minnettar. Ve bu yüzdendir ki; bu bedenin bir bedenle bütün olmadığı her an, soluduğu nefes ciğerlerine yara.

Kendimden korkuyorum Çoğu zaman ve gece yarıları Seni o günden sonra sadece Bir kez gördüm rüyamda Kâbusları saymıyorum Artık seni sadece orada görüyorum Ve hepsinde arkanda kalsam da Ve ağlasam da çoğu zaman Yine de kâbuslara sarılıyorum Herkese yalan söylüyorum Ortak arkadaşlarımız senden bahsettiğinde Gülümseyip geçiyorum –geçemiyorum“İnsan yüzünün gizemli zayıflığı” demiş buna Sartre Adını duyduğumda yüzümde oluşan o tebessüm Kimse bilmez, tahmin bile edemez altındaki gözyaşlarını. Toparlaması zaman alacak biliyorum Ama yine de korkuyorum Hiç toparlayamamaktan Hep dağınık kalmaktan İçimdeki ruh dağınıklığından Nefes alamamaktan ve arasında kaybolmaktan Altında kalmaktan korkuyorum Bir de Sartre’ın Bulantısını okumadan ölmek istemiyorum Ve bir paket sigara istiyorum İçmek istiyorum her birini tek tek Tümünü, bitine kadar ve yitene kadar duman Artık herhangi bir şeyi yarım bırakmak istemiyorum Annem yaptığı için yediğim en sevmediğim yemeği bile

Yarım bırakmaya ne gücüm var ne de cesaretim –yokÖleceğimi bilsem de sonunu görmek Belki de bile bile atlamak uçurumdan aşağı… Yarım kalması dostum Bir kahvenin, bir şarkının ya da bir kitabın Çok acı bir şeymiş Sen de tamamlanmayan bir cümlesin hayatımda(ydın) Bu yüzden belki de artık eskisi gibi konuşamıyorum Söküp atamıyorum bu dağınıklığı ruhumdan Ve okuduğum da artık bir şiiri Kelimeler saplanıyor ruhuma Daha da dağılıyor dağınıklığım Büyüyor çoğalıyor Ve üzerime yıkılıyor Ve yine korkuyorum Asıl korkum altında kalmak ve boğulmak değil de (çünkü zaten altında kaldım çoğu şeyin) Ne bileyim işte… Sanırım hala umut ediyor kalbim Bir kalp tam olarak ne zaman keser umut etmeyi? Kâbusların dışına çıkarmayı seni Ve aylardır içimde bekleyen o cümleleri Küflenip çürümesinler diye Suluyorum acı da olsa o suyla Bir gün sana söyleyebilirim –belki?Senin okuduğun cümleleri okumak Okumak için aynı kelimeleri Kitaplığını kopyalıyorum Bana eskiden önerdiğin her kitabı Şimdi alıyorum Sen gittikten sonra yokluğuna şiirler tıkıyorum Denize fırlattığın o şiirleri de okumak isterdim Bir de sana bir şey –bin şey- söylemek isterdim Üzgünüm.


penceremden odama süzülen ışık çevremi saran o yanık et kokusu bir yerlerime batan o kızgın demir, niye? omzumdaki iz okul çantamdan değil! o halde neyi yükledi hayat bu küçücük bedenime? şimdiki ben, boyu uzun aklını bir karış aşağıda olan ben, üstelik gözlerim de kör iken aksak kalbim değneğini bulsa hiçbir taşa değmez miyim? değip de düşmez miyim? denize kıyısı olmayan kalplerde içerime dolan yosun kokusu değilse çürümüş bir kalbin iğreti kokusudur. göğü delip geçen o martı hürlüğünü göstermek için uçuyordur aşağı vapurdaki kimsesizlere. kimsesizlerin kimsesi vedaların, kavuşmaların ev sahibi “Haydarpaşa Tren Garı”

kulağıma dokunan karşıya geçecek son vapurun kalkış sesi, halatlarıysa çekilmiş son salebini satacak bey amca bile son vapura yetişmiş. sağımda adımlarıma eşlik eden dişleri sararmış, eteğinin yırtmacı zorlanmış fahişe, belli ki parasını alamadan ucuz otelin birinde terk edilmiş. o halde ben kimim? karşımda duran vapura yetişmek için mi yürüyorum? ucuz bir otelde terk edildiğim için mi? sırtımdaki iz o salep tezgahını izi mi? ayaklarımın birbirine dolanması eteğimin yırtmacı zorlandığı için mi? eğer biri olarak ayrılmam gerekse bu hayattan fikrimi de sorarsa bu sefer yaratan vapur üstünde süzülen martı olmalıyım! altımda kalan hayatları bilmeden kimsenin hayatında yer etmeyen o martıların biri olmalıyım. gecenin birini, doğurup cami avlusuna bırakan birini, fahişe ile salepçinin her birini ayırt edememeliyim.

Bildiğim kapıları açıp bilmediğim evlere giriyorum Hayır Alice harikalar diyarına da düşmüyorum Bazı merdivenleri soluk soluğa çıkıyorum Oysa ancak bodrum katlara varabiliyorum. Uyarıcı ve uyuşturucuları İtina ile karıştırıp Bir miktar alkol eşliğinde Umudun var olduğuna inandığım keşiflere dalıyorum Çıktığım yeni diyar seferlerinden Bölük pörçük ruh halleriyle dönüyorum. Sayıklamalar eksik olmuyor Bazen uyanıkken Aynada gördüğüm benim Temsil ettiği, parçası olduğu, ucundan tuttuğu her ne varsa

Ona karşı bir haykırış; Tanrım, tanrım, tanrım İflâh, iflâh, iflâh Bir takım pagan dinleri Eskilere saygı Kaliteli müziğe özlem Ejderhalı rüyalar Birbirlerini vuran insanlar Tavandan sarkan leş gibi cümleler. İki yüzlülük elbette Acını, umumi yerlerde paylaşmalısın diye dayatan toplumun Ceset gibi kokan Yozlaşmış elleriyle Tuttuğu ne varsa çürüttüğü bir yerde Bastığın yerden kan fışkıran Fışkıran kan ile onur duyulan bir dünya. Ben kan ile taçlanan onura hiç inanmadım Herkesin bir şeyin ‘perver’i olmak için Birbirini ezdiği günlerde yaşayıp Sessizce öldüm.


Bana yarını anlat. Dünde sen vardın, ben vardım ama biz yoktuk. Dünlerin kabukları var. Hayaletleri var. Dünde basılmış mayınlar var. Üstüne basıp kaldığımız mayınlar. Kıpırdayamadığımız anlar onlar. En alta sakladığımız cinayetler var. Ortaya çıkmasa daha iyi olur. Dünde iyi bir şey olsaydı arkamızda bırakmazdık zaten. İlerleyip geçmezdik. Bugün çok umutluyum. Bugün bozulmasa da olur. Yarınların elinde avcunda ne var bilmiyorum. Dünde üşüdüm ben, benim kemiklerim yeni ısınıyor. Pazar soba başındayım sanki bugün. Bende gülmeye çalıştığın bir fotoğrafın var. Hiçbir soba öyle ısıtamaz. Bisiklet sürmeyi yeniden öğrenmek gibi bu. Hayal kurmayı öğretiyorsun kımıldamadan hem de. Bugün denedim birkaç tane. Birkaç tanesinde de sen vardın. Ayıp bir şey yapıyormuşum gibi utandım. İnsan uzun zamandır hayal kurmayınca kendini batıya göç etmiş gibi hissediyor. Sesini her duyduğumda yeniden şarkılar çalıyor. Hiçbir şarkı sesin kadar gençleştirmedi beni. Bir bambu bilmem kaç yılda büyürmüş zar zor. Yolların da saatleri kurulu, zamanı var diyorum. Ama içimdeki frenleri patlatıyor ihtimallerin. Heyecanlanıyorum vilayete Atatürk gelmiş gibi. Kuyruklu yıldız görmüş gibi. Sinir uçlarıma dokunabiliyorsun. Ketum ve solgun büyüleri kaldırıyorsun. Yazdığın şiirleri okuyorum. Okuduğun şiirleri okuyorum. Haritayı parmakla ölçmeyeli çok olmuş. Manzarayı izleyerek ağırdan gelen bir kuru yük gemisiyim. Güvertemi sülfürlü sular ıslatıyor. Şen şakraktan hallice. Limanda belki sen varsın, belki yoksun. Ha yoksun ha varsın. Manzara güzel, rotada işaretli güllerin var. Yolda olmak efsunlu. İnsanlar kavuşur. Kavuştuğuna sevinir. Ama yola da sevinmeli. Limanda ol ya da olma. Seyrüseferde bir rota görmek. Bu benim naftalin kokumu alır tozlarımı kaldırır. Bir kış düşünüyorum. Şeyhülislamlar seni görmezden geliyor. Bir kış düşünüyorum içimdeki haşyetleri nadasa bırakıyorsun bir bakışta. Piyangoya bir rakam eksik. Kafamın içinde doğurduğum bir oğlan çocuğu vardı. Git gide sana benziyor. Ölçüp biçtiğim kaftanlar üzerine tam oturuyor. Bir medeniyet gibi kuruluyorsun engel de olmuyorum artık. Bazen kabullenmek nihayete erdirirmiş. Kaos her zaman iyi bir şey değilmiş. Uslu durduğum zamanlara nizam veriyor ihtimallerin. İçinde göğsümde uzandığın bir kış düşünüyorum. Hiçbir kırmızı, hiçbir adam, hiçbir gerçek beni bu rüyadan mahkûm bırakamıyor. Yokluğun bile bazı şeylerin varlıklarının önüne geçebiliyor. Açık ara öndesin kafamın içinde. Ayaklarım anarşist biraz durduramıyorum. Gelmeye çalışırlar vakti değil. Birazım kendimi uyutuyor kalanım seni uyandırmaya çalışıyor. Bir mimarla iki mabet harabesini birden semaya dikmeye çalışıyorum. Şikâyetim yok. Seni özlemek kıbleye dönüyor. İlahi bir şeyler oluyor. Ama maddeden uzaklaşamıyorum. Her türlüsü. Gerçekler seni zedeleyemez. Bana yarını anlat. Ben dinlenirim, sen uyanırsın. Sayıkladıklarımızı yok saydığımız şeyler olur. Kabuslara yayın yasağı gelir. Devrimciler dirilir. Bir ok gibi gereriz asil bedenlerini. Sükunetlerini memnuniyetine yorarız. Bana yarını anlat. Dünü sorma. Ben iyi hikayelerden gelemedim üzgünüm. Her şeylerimi toprağın altına gömdüm. Yarı yolda takılı kaldım. Tek başıma ayaklandım. Bir sokak vardır ki tüm hüsranlara şahittir. Yarım aklımla yetin. Bugünü boş ver bugün seni özlemek güzel. Yarından bahsedelim. Yarının içinde sen varsın sanki. En çok yarında varsın. Hep yarında varsın. Yarınlar güzel. Beni umutlandır. Oltanın ucu boş çekilse de olur. Ben bu ağlarımı mavilere serpmenin müptelasıyım. Sevmeyi özledim. Hayal kurmayı. İnsan olmayı. Bana yarını anlat. Yarını en güzel sen anlatırsın. İçine de kendini koy. Adın yarına ne çok yakışıyor. Cumhuriyetler doğur. Beni al ve gezin içimde. Birlikte yeni coğrafyalar keşfedelim. için, içim içim istediğim. Bana yarını anlat.


#istanbulsözleşmesiyaşatır

Ön Kapak: Rudy Raven

mevzularderinfanzin@gmail.com


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.