Mevzular Derin Fanzin Sayı : 24

Page 1



Seni seviyorum ki elim ağzımda yarım balta bulunma ihtimalim var yarın Seni seviyorum ki ihtimalimin hoyratlığı bal çalmış ağzımıza Seni seviyorum ki otur şöyle iki konuşalım Seni seviyorum ki konuştuk bitmedi yeni bir çağa başlarız Seni seviyorum ki eminim bunu konuşuyor Avrupa Birliği Seni seviyorum ki baban görüyor bizi ve atan tutuşturmuş elimize gözümüze sıkışmış eski bir devir kederini Seni seviyorum ki dün sana öyle bakmadım Seni seviyorum ki popon üflemeli bir çalgı Seni seviyorum ki şşşş sesimiz kısılsın yetmezse kanallar siyah beyaz Seni seviyorum ki nefretin bundan var mı lan haberi Seni seviyorum ki sekiz saat çalışırım fazlası ete kemiğe girer Seni seviyorum ki ete kemiğe bürünüp ete kemiğe girmek istiyor inlemelerin Seni seviyorum ki k l a v y e d e harf a y ı k l ı y o r u m Seni seviyorum ki space kullanarak dile getirilmez ve öfkenin delete ile vardır bir alakası Seni seviyorum ki alkole zam gelmiş yani koalinden sual olunmaz ama bu sefer işe de yaramaz Seni seviyorum ki devlet kaç devlet vur az da olsa yaşamasa bari devletim Seni seviyorum ki demiyorlar artık bu çocuk öleyazmış Seni seviyorum ki bir dakika zikzaklar, alakasızlıklar anlamım benim Seni seviyorum ki bu demek oluyor vitesi boşa aldım Seni seviyorum ki vahşet cebime kuru sıkı bir şarjör artık Seni seviyorum ki üstelik burası Türkiye Cumhuriyeti Seni seviyorum ki farkında ol bu şiir romantik değil Seni seviyorum ki kozmetik ürünlerde ve kondomlarda yüzde yetmişe varan indirim varmış Seni seviyorum ki arada plastiğe de inanacağız Seni seviyorum ki aynı anda boşaldığımız pozisyonlar da vardır Seni seviyorum ki gırtlağına dayanıp göz dolduran şey hüznümüz değil Seni seviyorum ki evet zindandayız ama parmaklıklarımızda dantelli el işleri Seni seviyorum ki ani ani ani her şey hepsi ani Seni seviyorum ki sahi biz ne diyorduk Dün öldük bugün doğduk Yarınımız dünden gayri


tutukluluk mevsimi Biliyorsun, sabahları, ki dünyanın bütün sabahları geri dönüşsüzdür, ellerim titrer ve yazmak isterim. Yazmak isteğinden dolayı el titremesi değil, korkuyorumdur, gün ışığından. Sonra anlam kelimesine, anlamak eylemine ve bir arayışa düşer kafam. Yalnızsam, ki genellikle çaresiz bir yalnızlığım vardır, masanın başına otururum. Her kelimeyi yazmaya çalıştığımda aklımda bir soru daha vardır. Evet, bugün de olduğu gibi faturayı ne zaman ödeyeceğimi, kirayı ne zamana yetiştirmem gerektiğini ve ne yiyeceğimi düşünürüm. Bütün bir hayatı yazmayı göze alarak böyle yaşayacağım galiba. Memnun değilim, kimse memnun değil. Şikayetçi değilim, kabullenmiş bir halde bekliyorum. Anlamı hiçe sayarken akıllara neden onlara yüklediklerimiz geliyor. Bu da bizim öğrenilmiş çaresizliğimiz. Her şey olduğu gibi devam ediyor. Sadece orada yani anlamı keşfetmeye çalışsak aslında daha garip olacaktı. Kelimelerden önce yalnızlığın olduğuna eminiz. Hemen ardından kelimeler mi geldi bilmiyorum ama kelimeler bizden çok ama çok önce vardı zaten. Onların içindekileri öğrenmek yerine yeni bir şeyler takıyoruz ve kelimeler zaman zaman kaldıramıyor. kiliseye bir kadın girdi. Evimi biliyorsun. Duvarlarım boydan boya kitaplarla kaplı, yatacak bir yerimin olması dışında her yerin kitap olması hoşuma gidiyor. Masayı pencerenin önüne çektim ve bu gri gökyüzünün altında, onun ışığıyla anlamı görebildiğim kadarıyla yazıyorum. Buralara neden bulaştım diye sormuyor değilim kendime. Köyümde en büyük sorunum olan akşam yemeğinde ne yiyecek olmam, burada unutulabiliyor. Bana mektubu yazıyor musun diye sormuyorsun artık. Sen de biliyorsun ki hepsinin bir nedene ihtiyacı var ve bugünlerde çok fazla nedenim var. eylemsizlik için çok fazla nedenim var. Ulan faturalar da aklımdan çıkmıyor. Nalet parayı nereden bulacağım şimdi. Öykü başına yüz elli bilemedin iki yüz lira alıyoruz. O da neymiş efendim, yayımlanmaya değer görülürse. Hadi siz yayımlamaya değer gördünüz de ben o kadar öykü yazmıyorum ki… Zaten incelemelerim de çok uzun sürüyor. Haa, mektup deseler tamam, Ha-ha! Her gün yazarım. O mektupların bir nedene ihtiyacı yok, sadece takvime imza atmak ve kalem egzersizi yapmak için yazıyorum. Ayda yirmi mektup yazsam, yüz elli liradan, üç bin lira, temiz para. Ben yazarım yazmasına da öyle bir mecra yok işte. Yazdığım girişlerde ve diğer bir bakışta yoğunlaştırmak istemediğim bir biçem göreceksin. Bir yandan hikâyeyi veriyorum sana, diğer yandan metinlerarasılık var. İmgeyi girişlerin bir tanesinde vermeye çalıştım. Yeri geldiğinde tanrıyla konuştum ve yerini devralıp, yazdım. Normalde biliyorsun, bunları tek bir girişte verirdim ama şimdi, bilmiyorum, hepsini zihnimin farklı bölgelerine ayırarak vermek istiyorum. Burada da üstkurmacayı göreceksin. Bu kısımları sindirdiysen gelişmeye geçebilirsin ama seni temin ederim ki gelişmeler böyle olmayacak. Buraya kadar kendimi biraz daha kapatarak yazdım ama şimdi özgürlüğüm için savaşıyorum. Faturaları da siktir et. Geçen gün üniversitenin terasında seyir halindeydim. Kafam çok güzeldi ve hava çok soğuktu. On sekiz yaşlarında bir kız geldi yanıma. Merhaba, dedi. Sizi rahatsız etmeyeceksem birkaç soru sorabilir miyim? Tabii, lütfen, dedim. Okulla ilgili sorular olacağını zannediyordum ama birden


yazdığınız dergiyi ve internetten yayımlanan yazılarınızı okudum, dedi. Derginin ilk sayısını aldıktan sonra sizin yazınızla karşılaştım ve biraz araştırdım. Kulaklarım denizin sesindeyken bir yandan da onu dinliyordum. Bak bir kuş penceremin az ötesinde uçuyor. Aklıma mektuplarınız takıldı, dedi. Öykülerinize göre mektuplarda biraz kasıyormuşsunuz gibi geldi. Gülümsedim. Ben bir yazar değildim. Aslında mektuplar benim en özgür alanım, dedim. Tamamıyla ne yapmak istiyorsam onu yazıyorum ama öykülerin bir mevzisi var ve orada gedik açmaya çalışıyorum. Kasıntı olduğum yer aslında öyküler galiba, dedim. Mektuplarda zihnimi çıplaklığıyla vermeye çalışıyorum. Tabii, çıplaklık anlayışı ben de biraz farklı olabilir. Zaman zaman hangi konuya değindiğimizi unutuyor, başka konularda gevezelik ediyordum. Sonra özür dileyip devam ediyordum. Sürekli bana siz diye sesleniyordu. Dur yahu, dedim, siz siz, çok resmi oluyor böyle. Kendimi mülakatta gibi hissediyorum. Ellerim yoruldu biraz önce ve karşıdaki evin bahçesindeki, dallarını elektrik tellerine yaslamış, yaprakları kirli sarı ve kırgın, ağacı izledim. Tütün sarmak istedim. Sarmadım, bekledim. Daha kahvaltı bile yapmamıştım ve saat öğlenden sonraydı. Bir tütün daha içersem bir saat daha beni götürürdü ama korktum. Çok içiyordum ve yeterince nefes alamıyordum. Ve kilisedeki kadını benden başka kimse fark edemezdi zaten. Çok saydamdı. Kimse ona dokunamazdı. Ki, bilmeden bile yaklaşsalar çok kızıyordum. Artık kanepeye oturup, ne yapıyorum ulan ben, diye düşünebilir miyim? Hayır, biraz daha burada kalmalı ve kendimi sürmeliyim mevzi dışına. Canlı bir siper olmalıyım. Demeliyim ki, iyisin sevgilim, aceleci ve sabırlı belki de barışa bir savaşla varılır. Bunu söyledikten sonra çekinmeliyim de. Acaba sevgili anlayacak mıydı beni? Peki anlamın, küçük serzenişlerle yok olduğunu varsayarsak; evet, kendimize bir yandan iyilik yapmış oluruz, çünkü sonradan farkına vardıklarımızdan artık geri dönebiliriz ama peki bizim gözlerimizin anlam arayışını ve birinin diğerindeki arayışı nasıl çözecektik? İkimizde bilmiyoruz değil mi? Sonra kızla ufak bir edebiyat sohbeti ettik. Ben de yazıyorum, dedi. Sorduğu sorulardan anlaşılıyordu zaten. Bir de yazmak üzerine konuştuk. Birkaç metnini gönderdi. Estetik metinler ama bilincin dağınıklığından kurtulamamış ve acemi, en az benim kadar acemi. Sevgili Hazar, bu mektupları ben başlattım ama bilmiyorum nasıl devam ettiğini. Sevgili Dost, seninle ortak bir dil oluşturabildik. Sana zorla şiir okutmayacağım. Hatta dün kendime kızdım. Ulan dedim, çocuğun sakin ve düzenli bir geleceği olacakken ben neden buraya gelmesi için zorluyorum. İlk önce bencilliğime verdim. Çünkü yalnızım ve hep birlikte yanız kalmak istiyordum. Bizim de küçük bir dünyamız olmalıydı. Kuram okumak, şiir kuramı okumak eninde sonunda renklere yaklaşırken ki saflığını alacaktı senden. Modern dünyada şiir diye adlandırdığımız, arkaik büyünün en güzel hali hiç öğrenilmemiş olandır. Yani tamamıyla benliğinle yaklaştığın. Ama bir sıkıntı var. Biz bu çağda doğayı okuyarak başlamıyoruz yaşamaya. Oradan da evreni okumaya geçmiyoruz. Alfabeyle hayata başlayıp, her şey orada deniliyor bize ve ışığın saflığı git gide perdeleniyor. Ama diğerlerinin de varlığını çözebilmek için işte bu terbiyeden geçmek lazım. Evet isyan, bildiklerimize bir süre sonra isyan edip ağaçlara sarılacağız. Edebiyat biraz da böyledir çünkü. Kimseyle paylaşamadığım bu safsataları bir kez anlatıyorum sana. Bundan sonra sana şöyle olması daha iyi ya da bu işin mevzusu bu demeyeceğim. Kiliseye giren kadınla da hiç konuşmadım zaten ama onu işaretledim. Karşımda oturduğun zaman duyduğun müziği hatırla. O, senin en temel benliğin işte. Bedel ödemeden hiçbir şey elde edemezsin ve ben ruhunu şeytana sat demiyorum. Evet, orada öğrenilecek bir saflık yok. Şimdi seninle bir sigara içelim ve devam edelim. Terasa çık ve düşün, Ha-ha! İki sigara arasındaki mesafe tüm evrenlerdeki iki mesafe gibi ama hangisi daha kısa? Şimdi bir tane sarılır işte, artık kahvaltı da yapmam zaten, akşam yemeğini beklerim.


şiir içinden çıkar birkaç çeşit tamamlanmışlıkla ararken yeni birini, eskilerden uçurtmalardı göklerdeki, biz başka şeyler sandık eskilerdeki şeyler sandık böyle boynumuz tutulana kadar bakıp bakıp umutlandığımız bazı geleceklere yazarken eldiven takmak ekrana karşı avuç içleri parmaklar yukarıyı gösterir -allahı mı? -hayır gol sevinci mi? -hayır eski şiirlerden aramak yeni şiiri bunlar böyle sayfa sayfa albümler gibi, çevir çevir ağlatıyor kafa karıştırıyor ve kasten çekmiyor telefonlar bunlar eski sen ağladığında oradaydılar sen konuşurken dinlediler sen ellerini yukarı kaldırıp gole sevinme taklidi yaparken izlediler kanatlarını kıran da onlardı bunun şarkısını yapanlar da gazeteci çocuğa iyi davranan da onlardı fransız romanlarındaki kısa boylulardı ve adının anlamını açık edecek bir şey mesela şöyle bir şiir başlangıcı: bir kıvılcım düşeeeeeeer önce anlatamamak bir şeyi, sürekli nasıl anlatırım diye düşünmekten sürekli okumak ve okumamak bazen aynı şeye tekabül büyük kelimeler edip, kendini bunun üzerine kurmak büyük kelime etmeyerek kendini bunun üzerine kurmak hiçbirini yapamamak ileriyi düşünerek daima ileriyi ama davranışlar gericil gerginlik yersiz bazen bazen doluyum kötü baskıya kurban gitmiş elli altı sayfalık fanzinler bazen boşum iyi mizanpajlı, photoshop kapaklı edebiyatın edep'ten geldiğini mottolamış dergi.


Daha tanışmıyoruz biliyorum ama sadece gözlerime bakın, öyle derin düşüncelere dalaraktan değil de... dümdüz bakın işte Dirim Bey. Söyleyin, hiç kötülük görebiliyor musunuz? Biliyorum siz tahsil etmiş bir efendisiniz, adamın göz pınarına bakarak topuğuna sakladığı sapkınlıkları çıkarır ortaya dökersiniz elbette. Ancak bir de benim göz pınarıma bakın, bakın işte hiçbir şey yok! Ben sadece iyi niyetli bir insanım, kafam bulamaç gibidir ancak içinde melekler gezer Dirim Bey. Misal geçen gün vapurda... yok hemen buradan başlanmaz ki değil mi, ben çocukken amcam beni kucağına aldığında... ama bu da çok eski oluyor. Siz soru sorun isterseniz öyle söyleyeyim? Ya da durun durun sormayın ben biliyorum, iki ay oldu ya da olmadı, bu adi doktorlar başıma bir bela sardılar Dirim Bey. Neymiş efendim Şeker Kurumu'na gitmesi gereken bir mektubu gözlerim görmediğinden Şükür Kurumu diye var olmayan bir yere göndermişim. Bu dikkat hatasıdır efendim, benim gözlerimin görmemesi mümkün olur mu hiç ? Benim büyük dedem askerde en hürmet edilen nişancılardanmış, havaya atılan üç şişeyi yere düşmeden vuruyormuş efendim inanabiliyor musunuz? Kartalda sendeki göz yok derlermiş ona. Pederim deseniz o da emekli pilottur, hani adeta insan kartalıdır , normal adama nokta görünen şeyin hangi yılda nerede yapılmış uçak olduğunu söyleyiverir hemencik. Doktorlar da bana diyor Senin gözlerin 5 numara, al bu gözlüğü tak yoksa hiçbir şeyi doğru dürüst göremezsin. Bu hiç mümkün olur mu Dirim Bey? Böyle keskin gözlü bir ailenin varisi olan benim gözlerim görmeyecekmiş öyle mi? Affedersiniz bir tarafımla güldüm Dirim Bey, ancak patron dedi ya gözlüğü tak ya da kovulursun hata mata iste-

mem ben. Mecbur taktım ben de Dirim Bey. Zaten patronum benden çok şikayet ediyor efendim, zırt pırt başka konulara dalıyormuşum da her şeyden evhamlanıyormuşum daha böyle bir sürü tatava. Bakın ben daha otuzlarıma yeni geldim, dairede herkes diyor ki sen yaşlısın, gerginsin emekli ol artık. Şu pişkinliğe inanabiliyor musunuz Dirim Bey? Bunu diyenler de daireye gelir gelmez akşamdan kalma olduğunu anladığınız öğleye kadar ruh gibi dolanıp sigara çay derken akşam da işten hemen kaçıveren sözde genç ve dinç tayfa. Ben daireye ilk başladığımda normal mesaim on iki saatti efendim, göz kırpmadan geçen on iki saat. Sık sık da ek mesai koyarlardı da eve gidince ancak uyuyabilirdim. Şimdi devir çok değişti tabi görüyorsunuz. İşte geçen gün vapurda o değişimi ben iliklerime kadar hissettim. Tapu kadastro işleri için öbür yakaya geçmem gerekti. O gün de mesai saatinde evrak tasnif etme işini bitirememiştim, o yüzden yanıma birkaç dosya ve onlara yerleşecek birkaç evrak almış okuyordum. Tabi vapurda mesai yapma fikrinin çok demode göründüğünü biliyorum Dirim Bey, zaten başka imkanım olsa boş vaktimde o sıkıcı evrakları okur muydum. Ben de (sizin kadar olmasın) okumuş, kültürlü adam sayılırım tabi. Çantamda hep ya güzel bir roman ya da siyasi veyahut felsefi bir kitap durur. Ben insanın sonsuz gelişimine inanırım, hep okumak daima okumak! Biliyorsunuz okumak medeniyetler ile kabileler arasındaki en büyük farktır, okumak yaratıcılığımızı geliştirmek ve dolayısıyla dünyaya artı değer katmak adına çok önemli bir husustur. Ben de işten vakit buldukça ya kitap okurum, ya film izlerim ya da felsefi meseleler üzerine düşünürüm Dirim Bey. İnsani duygular üzerine mülahazalar yapmanın tadı bambaşka oluyor. Ancak bu kahrolası ülkemizde hiç ama hiç kimsenin benim gibi potansiyel sahibi ve sonsuz gelişmeye açık bir insana saygısı yok efendim. Geçen haftalarda günün birinde ( o lanet gözlükleri takmadan önce tabi) upuzun ve tek tip gri olan bir kaldırımın ortasında kare küçük bir toprak parçası ve onun üzerinde bodur bir


ağaç gördüm. Bodur ağacın yanında öyle düşüncelere dalmışım işte Dirim Bey. Çok tuhaf diyordum, sonuçta sen de bir canlısın, doğal çevrene ve kendine bu kadar yabancı bir ortamda mutlak yalnızlık çekiyor ve ötekileşmeyi köklerine kadar yaşıyorsundur. Ama bizim dilimizde iletişim kuramadığın için seni buradan kurtaracak bir şeyler diyemiyorsun. ancak yine de çok tuhaf bu hoşnutsuzluğuna rağmen hiçbir işaret vermemen ya da... Düşüncemi leş gibi bir koku böldü Dirim Bey. Başımı indirip aşağı baktığımda ne göreyim, ıslak küçük bir köpek, boynunda da kırmızı bir tasma ipi var, ve hiç utanmadan sol arka patisini kaldırmış ağaç niyetine benim ayağıma işiyor! İlk anda hiçbir tepki veremedim efendim, sonra baktım ki kırmızı tasmanın ucunda köpeğin sahibi olacak hıyar bir şeyler yapacağına durmuş kahkaha üstüne kahkaha atıyor, sinirden köpürdüm tabi ben de. Cahiller diye bağırdım herifin üstüne. Felsefe yoksunları, mülahaza özürlüleri. Sonra köpeğe döndüm, biraz daha sakin bir tonla ona da aptal pisi dedim ve oradan hızlıca uzaklaştım. Sonra öğrendim ki köpeklere pisi denmiyormuş Dirim Bey. Fakat o anlamıştır beni diye düşünüyorum, yani öfkemi anlamak için illa bir pisi olmak gerekmiyordu anlıyorsunuz. Ne diyordum ben? Evet, vapurda çalışıyordum ama öyle bir adam değilimdir aslında efendim. Zaten tam verimli çalışmaya başlayacaktım ki bir velet zırıltısı bütün dikkatimi bozdu.Yüzümü ekşiterek başımı kağıtlardan kaldırdım ve zırıltının geldiği tarafa baktım. Bakar bakmaz da yüzümün ekşiliği hemen geçti Dirim bey. Otamatın önünde çok güzel bir kadın. Bir tane

yanında duran bir tane de elinden tuttuğu yavrucağı var. Biri dünyaları güzeli küçük bir kadın, öbürü de zırıltısıyla bütün vapuru cehenneme çeviren minik velet, şeytan oğlu. Küçük kadın derken beni yanlış anlamayın Dirim Bey, bir insan evladı çok güzelse, dişiliği gözlerinin içinden ve bütün vücudundan pirüpak şelale gibi okuyorsa ben ona yaşından bağımsız olarak kadın diyorum, kız demek içimden gelmiyor efendim. Kızlar da vardır tabi, ama aralarında şanslı olup kadın olanları ayrı tutmalıyız kesinlikle. Birkaç kere bu fikrimi insanlara açmaya çalıştım, insanların yanında sokakta gördüğüm 10-11 yaşındaki insanlara ne de güzel bir kadın değil mi deme gafletinde bulundum Dirim Bey. Ama hayır, onlar hiçbir şeyden anlamıyorlar. Pedofilsin sen dediler, ahlaksızsın dediler, daha bir sürü böyle kötü hakarete maruz kaldım. Ancak bilmiyorlar ki asıl hakaret edilmesi gereken onlar, estetik yoksunları ya da estetiği adlandırmaktan, tanımlamaktan aciz insanlar bunlar efendim. Hiç güzel bir kadına dalga geçer gibi kız denir mi öyle? Doğuştan gelen o kadınlığı nasıl ayırıp çöpe atalım biz Dirim Bey, bu insanın en büyük yaratılarından biri olan Estetik bilimine saygısızlık değil midir? Hem onlar hiç sormuşlar mı hiç düşünmüşler mi ben niye böyle diyorum, ben nasıl doğru yolu buldum diye? Sormadılar efendim bakın ben size anlatayım bana hak vereceksiniz. Çocukluk aşkım Ada çok güzel bir kadındı. Aynı mahallenin aynı mektebinde, bu kadar şans yetmiyormuş gibi bir de aynı sınıfındaydık. Ben ona öylesine aşıktım ki trenlerim onun ismi geçmeden yürümüyor, oyuncaklarım onunla oynadığımı hayal etmeden hare-


ket etmiyordu Dirim Bey. Fakat çok sessizdim, utangaç ve mağrurdum küçükken. O zamanlar anlamamıştım ancak şimdi çok net görüyorum, Ada tam bir kadındı efendim. Kadınlığını da bilirdi, ona göre davranırdı. Bu çevremizdeki sözde yetişkinler ilkokul çocuklarını bir avuç aptal sanıyor, durum kesinlikle tam tersi. Ada bir prensesti ve öyle davranırdı. Öyle davranılmayı da beklerdi. Bense saf halimle ona oyuncaklarımı göstermeye, tatlılık yapmaya çalışırdım. Onun bunlarla işi yoktu tabi. Sınıftaki yakışıklı veletlerden prensesliğini takdir edecek davranışları onaylıyordu sadece. Bu arada aklınıza o soru gelmişse hemen cevaplayayım, veletten ne adam ne de bey olur efendim. Onlar on birinde de küçüktür yetmiş birinde de. Ada'nın kadınlığı ise beni çok ağlattı Dirim Bey, ama bir yandan da çok şey öğretti böylece. Artık kadınları anlıyordum, kadınları anlayan azınlık elit erkeklerden biriydim ben işte. Ancak gördüğünüz gibi tipim hiçbir zaman elverişli olmadı kadınlar için, onlar da hep yakışıklı veletlere koştular yaşamım boyunca. Anlayacağınız bekarlık da yalnızlık da benim suçum değil Dirim Bey, bu bir nevi Tanrı vergisi işte, Tanrı bana anlayışı bahşederken estetiği kısmış, kendi bilir canı sağ olsun. Ben de bu sayede Ada'yı hiç unutmadım işte, onun kadınlığı her zaman benim saygı ve hürmetimle ödüllendirilecek. Bir şeyi daha anlatıyordum sanki ben, hah evet, vapurda zırıldayan velet. Baktım ki almak istediği çikolata otomatta takılı kalmış. Annesi susturmaya çalıştıkça daha da azgınlaşıp daha da bağırıp çığlık atıyor namussuz. Ben de bu saygısızlığa daha fazla tahammül edemeyip öfkeyle ayağa kalktım, veletin üzerine yürüdüm efendim. Bu kadar güzel iki kadının yanındaki salak davranışları onları kötü gösteriyordu. Bu yüzden ben de velete bağırdım Tamahkar dedim, Avare velet! Çikolata arkasından ağlayacağına oku da büyüyünce bir şeye benze diyerek bir güzel ders verdim ona. O şeytanın oğlu ise sıfatının kalıbına uydu bir güzel, ben ona dersini verirken birden bütün gücüyle diz kapağıma bir tekme savurdu. Yıllar boyunca ofiste oturmak da

dizlerimi zayıflatmış olacak herhalde ben bu tekme ile yere yıkıldım efendim. Yere serilip uzandım, kalkamadım da sonra. Bundan dolayı öfkeden kudurmuşum. Sonra vapur durmuş, insanlar inmiş, bana da sakinleştirici bir iğne vurmuşlar. Ardından da bir yere götürüp beni oraya kapatmışlar efendim. Oradaki adamın söylediğine göre yere düştüğümde Şükür Kurumu yazmıyor, Şükür Kurumu yazmıyor! ya da Ağaç amcacım ağaç, ağacı anlasana, ağacı anlasana! diye bağırmışım. Orada (kahretsin ki) gözlüklerimden başka hiçbir şeyim olmadan bir süre kaldım. Sonra beni saldılar, dışarı çıkınca da herkes dışladı beni, ne ofisten ne de tanıdıklardan kimse konuşmadı benimle. O yüzden bir gün tekrar kriz geçirmişim, bu sefer sokağa çıkıp herkese sen kaybedersin, kayıp! sen kaybedersin, kayıp! diyerek bağırmışım. Bunu da en son kapatıldığım yerde söylediler. Sonrası da bu, işte karşınızdayım Dirim Bey. Söyleyin şimdi ben kötü biri miyim Tanrı aşkına? Kötülük gördünüz mü hiç benim içimde? Yalvarırım bunu söyleyin, tek dileğim bu artık. Aslında bir dileğim daha var ama artık geç mi kaldım bilmiyorum efendim. Ben yazar olmak istiyorum Dirim Bey, insanlara fikirlerimi anlatmak, bu yaşadıklarımı anlatmak istiyordum. Çünkü anlatmaya çalıştığımda asla dinlemiyorlar efendim, hiçbir zaman sözle gitmiyor onlara bir şey. Misal geçenlerde Afrika'da ünlü olan yazar Oussee Uataiiye'nin bir kitabını okudum. Orada terk edilmiş bir yazarı anlatıyordu. Ben de terk edilmiş bir insanım işte. Yazar olabilirsem, yazarsam eğer bunları... Çünkü kimse dinlemiyor. Siz de dinlemiyorsunuz biliyorum Dirim Bey. Dinlemiyorlar. Dinlemiyorlar. Hiç muhatabım yok. Ama eğer yazabilseydim bunları... O cesaret ve yeteneğim olsaydı... Yazabilseydim. Yazabilseydim. Yazabilseydim derdim ki onlara: Hala sesim gelmiyor mu sevgili okuyucum? ben aynı yerdeyim, sen neredesin ki?


Kırgınım. Birine değil, bir olay yüzünden değil. Her şeye kırgınım ve biraz da hiçbir şeye. Kusmak istiyorum. İçimdeki bütün kötülüğü, bütün çığlıkları, hıçkırıkları; seni, sizi ve onları… Hepimiz için kusmak istiyorum ve biraz da hepimiz yüzünden. Ağlayanların sesini yanımızdayken bile duyamıyorken mısralarında nasıl duyalım? O gözyaşları elimizi yakmaz mı, nasıl dokunalım? Eksik o kadar şey var ki. Eksile eksile sel olduk. Su hayattır biliyorum ama sel yıkımdır. Tekilken çoğul olduk, hayatken yıkım. Kalemi kırılmış bir yazar, kopuk kopuk cümleler, iç içe karışmış düşünceler ve dökemediği gözyaşları yine. (Gözyaşı da hayat mıdır, yoksa tuzlu su mu sadece?) Yazılarına âşık olan ben, yazamıyorum şimdi. Yazdığımda bile beğenemiyorum artık. Kalemi kırık bir yazar ne kadar iyi yazabilir ki? Yazamıyorum. Kusamıyorum. Ne seni ne onu ne bizi ne de onları. Hepimiz hapsolduk bir dilencinin aç karnının içine. Hepimiz gurulduyoruz. Fokurduyoruz. O gülüşler mi zehirledi bizi yoksa? Bir kız ilk regl olduğunda değil, ilk sahte gülüşü çınladığında kadın olur. Çın çın çin. Kahkaha zilleri mutsuzluğumuz şerefine çalıyor bugün. O zillerin ritmine uyup sahte danslar etme zamanı. Bir kız ilk sahte dansını ettiğinde kaybeder bekaretini. Vajinadan değil, ruhtan akmalıdır kızıllık. Kızıllıklar da sel oldu. İstemediği yataklarda, istemediği koyunların içinde kaybolan kadın. Midesini bulandıran o inlemeleri kusamayan bir kadın. Neden yapıyor bunu? Unutmak için. Neyi? Hatırlamıyor. Bedenin, satmaya karar verecek kadar sana aitse orospu değilsindir. Bedenimi çaldılar. Bedenim artık senin, onun, sizin ve onların. Kalemim benim sanırdım, meğer bedenimi çalarken kalemimi kırmışlar.

Karlı bir yolda hafifçe göz kırpan eski bir sokak lambası Konuşur aydınlanan gecenin soğuk kış akşamlarıyla Puslu bir öğleden sonra paldır küldür yola düşmüş gezginlerin ayak izlerini saklar kaldırımlar Ne büyülüdür telaş içinde olmak Yalnız görmeye giden bir çift göz varsa. Aynı köşe başında, aynı şarkıyı söyleyen yaşlı bir alto, Tanıdık bir sima, Hemen yanında, eski bir taverna. Yeniden sergi, Geleceğe iz, Geçmişten hatıra. Tutku, tekrara karşıt koşan, Röpriz, Kaygı, Yeniden sergi, Beklenti. Uzaktan gelen bir at arabası, Ateşler içinde yanan bir çocuğun gözyaşları, -Yaşlı alto şarkısını söylerTavernada dans eden pileli elbiseli kadınlar, Her akşam aynı içkiyle sarhoş olan Yalnızca “röpriz”den oluşan hayatlar. Ufak bir modülasyon büyük bir devrim yaratır, Başka bir tonun yedeninde, Başka bir kadının teninde, Başka bir gecede hayat bulur yaşanmamış ne varsa. Küçücük bir kız çocuğu yaşlı altoya göz kırpar o köşe başında. “Aynı yerden bakarsan göğe, Hayallerin gördüğün yer kadar. Aç gözlerini çocuk, Yaşamak denen uçan kuşun kanadında.”



lerden değil. Normalleşmeyi kabul etmiş anormalliklerden de değil. Bu daha çok alışılmamış bir anormallik. ***

Tebeşirler sınırları çizemez. Çünkü sınırlar çizilmez. Sınırlar hep vardır. Onları yaratan ya da yok eden yoktur. Varlıkları var olmakla olmamıştır. Çünkü onlar hep vardır. Bazen bir tuvalette çıkar karşınıza. Bazen bir terlikçide. Ne olursa olsun reşit olmanızı ve bacaklarınızın üzerinde ki perdeyi kaldırmanızı dilerler her zaman. Üzerlerine basmamanızı ve onların üzerinden atlayıp gitmenizi isterler. Nasıl ki bir kedinin kuyruğuna basıldığı zaman canı yanar, işte onlar da üzerine bastığınız zaman öyle acı çekerler. Ki bu yüzden bovling oynarken çizgiye basmak yasaktır. Ayrıca çamaşır iplerine çamaşır asarken sizin de içiniz bir tuhaf olmaz mı? İşte o ip, yükseklikle alçaklığın arasındaki züppe bir sınırıdır. Sınıra dokunup gezdirirsiniz tırnaklarınızı. Bastırırsanız eğer, çamaşırlar yere düşer. Kan olur her yer. Önünüz arkanız sobelenir. ***

Ama burada mühim olan siz değilsiniz. Mühim olan Ayşe. Ayşe üçün dördüncü katı kadar yaşında. Yani şu zamana kadarki hayatını üçe bölebiliriz. Ve elimizde dört tane vagon kalır. Tabii bunların ilk ikisi hatırlayamaz ve anı bakımından vücudunun görünmeyen bir yerindeki bir kıl parçası olurlar. Üçüncü ve dördüncü vagonda ise anıları yavaş yavaş çekmecelerin içine girer. Yani şu anki konumuda beyninin çekmecelerinden birinde. Peki şu an nasıl bir konumda? Ya da cep telefonu var mı? Konum atıversin işte. Ne beni uğraştırsın ne de sizleri. -Biliyorum çoksunuz.Ayşe şu an okulunun bahçesinde. 6/A sınıfının sırasında. Arkadaşlarıyla beraber sırada duruyor. Yaklaşık otuz kişiler. Tabii sağlarında kendilerinden küçük, sollarında da kendilerinden büyük sınıflar var. Sayısını bilmiyorum. Ve tahmin edilebilmesi için de ufak çaplı bile olsa gerçeklik lazım. Ama bununla uğraşmak istemiyorum. Sıranın yaklaşık on adım önünde merdivenler var. Tam beş tane merdiven. Merdivenleri çıktıktan sonra düz bir zemin ve o düz zeminin üstüne mor bir kürsü. Ayrıca sıranın sol tarafının yirmi adım ötesinde okulun giriş ve çıkış kapısı. Ayşe de sıranın ortasında bir yerlerde işte. Bu arada sıra tabii ki sınıflar için sütunlara ayrılmış. İşte dört, beş, altı, yedi ve sekizinci sınıflar için. Fakat bu sırada bir anormallik var. Normal olan anormallik-

Bugün günlerden pazartesi ve Ayşe çok güzel bir kız. Simsiyah, beline kadar akan saçları var. Tabii onları her daim annesine ördürtüyor. Okul forması beyaz gömlek, siyah kareli etek ve kırmızı bir yelekten oluşuyor. Giyiveriyor onları. Annesi zaten onu hiçbir zaman uyandırmaz. O, o kadar sorumluluk sahibi bir öğrenci ki alarma ihtiyaç duymadan -hafta sonları bile- saat sekizde kalkabiliyor. Dersi dokuz buçukta başlıyor zaten. Okula servisle gidiyor. Üstünü giyindikten sonra “Anne” diye bağırıp saçlarını ördürtüyor. Sonra annesi onu elinden tutup İngiliz kraliçesi gibi mutfağa götürüyor. Oturduktan sonra kafasına bir “Naptın be gülüm?” tarzında hafifçe vuruyor. -Bu hareket onların anne kız selamlaşma şekli.Ayşe gülüp “Teşekkürler” anlamında kafasını sallıyor. Sonra başlıyor kahvaltısına. Peynir, reçel, ekmek ve peynir, reçel, ekmek ve bir tane daha peynir, reçel, ekmek. Sonra? Bitiyor kahvaltı. Servis geliyor ve servise binip okula gidiyor. Servis okulun giriş kapısında duruyor ve Ayşe adımı atar atmaz etrafta ki bütün erkekler hatta büyük sınıfların erkekleri bile bir koku duyuyorlar. Bakılması ama koklanmaması ve sadece şaşırılması gereken bir koku. E kız güzel sonuçta. Ayşe okulun bahçesine giriyor. Sınıfının sırasına girecek. Ama bir alışılmamışlık var. Bahçe diş macunu kokuyor. Çünkü sıra diş macunuyla çizilmiş. Ve hatta öğretmenler de çocukları diş macununa basmamaları ve basarlarsa çok kötü şeyler olacağı konusunda uyarıyorlar. Bizim on ikilik tabii ki sorumluluk sahibi bir insan. Sonuçta hayatı üçe bölünebilecek kıvamda. O yüzden öğretmenlerinin sesini dinleyip onların sözüne uyuyor ve sırasına geçiyor. Arkadaşlarının yanına. Arkadaşları tabii ki sorumsuz, disiplinsiz… Birbirlerini itip kakıyorlar ve arada sırada okulun en güzel kızını da. Ama o bununla baş edebilir. Kendini diş macununa basmamak için koruyabilir. Evet, bunu yapabilir. O sırada müdire mor kürsünün önüne geliyor. Öğrenci seçecek. Andımızı okumak için. Bakıyor sıralara. Ama İngiliz kraliyet ailesine mensup olan kişiyi seçmemeli. Çünkü o kalabalığın önünde asla konuşamaz. Hatta hareket bile edemez ve bayılır. En büyük korkusu bu ve okulda ki bütün öğretmenler bunu biliyor. Müdire sıralara bakmaya devam ederken Ayşe’nin yanındaki çocuk Ayşe’yi itekliyor ve bizim kız diş macununa basıyor. Ve nedense öğretmenlerin hepsi bunu görüyorlar. Ayrıca inanılması güç ama diş


macununa basan o ana kadarki tek kişi Ayşe. Hemen bir öğretmen gelip bizim kıza: “Ona basmaman gerekiyordu.” “İsteyerek basmadım. İteklediler beni. Yanlışlıkla bastım.” “Diş macununa basarsan çok kötü şeyler olacağını söylemiştim. Şimdi çık kürsüye. Andımızı okuyacaksın.” “Ama ben yapamam. Korkuyorum.” “Biliyorum. Sana ceza. Çık.” diyor ve Ayşe ne yapsın, çıkıyor kürsüye.

Tabii bunları sevgili Ayşecik anasından öğreniyor. Çünkü müdireyi odasına taşıyıp öğrencilerin velilerini arıyorlar gelip alsınlar diye. Sonra da bilgi veriyorlar. *** Peki bu anlattıklarım size ne kadar gerçekçi geldi? İnanılmaz ve inanılır arasında bir sınır belirlersek katmanınız ne olur?

Ya da ben neden burayı koyu ve italik yazıyorum? Tarzım mı böyle? Tarzım batsın o zaman. Şu an Ama o sırada birkaç tane erkek çocuk da onun yanına çıkmak için diş macununa basıyor. boş yapıyorum. Fakat sonra birkaç tane erkek bir sürüye dönüşüyor. Tabii hepsinin çıkması imkânsız. O yüzden Burayı italik ve koyu yazmamın sebebi bizim on bizim kızı kürsünden indiriyorlar. Sonra ne mi ikilik. Çünkü o gözünde olan bir kusur yüzünden oluyor? Müdire aniden bayılıyor. Kafası, kürsünün koyu ve italik şeyleri okuyamıyor. O okumasın üstüne doğru düşüyor. Ayşe üçüncü merdiven- diye yazıyorum zaten. deyken bütün öğretmenler kadının yanını koşuyor. Kadın neden mi bayılıyor? Ben bizim kızla yaklaşık on iki yıldır aynı evde yaşıyorum. Böyle duvarların üstünden, halıların *** altından ve fırının içinden onu izliyorum. Çünkü kanser. Meme kanseri. Ve maalesef tedaviye parası yetmiyor. O da tabii son çare Ayşe’nin anası düzenledi bütün bunları. Bu diş ölümü beklerken okulun fen öğretmenlerinden macunu olayını, asfaltı falan. Ki zaten o kadar Muhsin Bey bir tedavi yöntemi geliştirdiğini ama etkili olup olmadığını bilmediğini söylüyor. Müdi- çocuğun arasında bir tek Ayşe’nin diş macununa re de ölümü beklemekten iyidir deyip tedaviyi basması biraz tuhaf değil mi? Ve bütün hocaların kabul ediyor. Tedavi de anlayacağınız gibi asfalt bunu fark etmesi. ve diş macunu karışımının yenmesi. Okulun asfaltının seçilmesinin nedeni de okul asfaltlarının Neden mi düzenledi? E bu kızın en büyük korkusu çocuklar için yapılıp içinde daha az kimyasal neydi? Hatırladınız mı? Peki şimdi o kürsüye bulunması. Tabii bu bizim Müdire için iyi bir şey. çıkarak bunu yenmiş oldu mu? Evet, ilk defa Aslında bu tedaviyi her gün okuldan çıktıktan kalabalığın önünde on saniye bile olsa durabildi. sonra Muhsin Bey ile bir saat boyunca hazırlıyor- Ki zaten müdür bayılmasaydı -ki bu da numaraylar. İlacın hazırlanması için diş macununun asfal- dı- kız bayılacaktı. Size kalabalığın önüne çıktığı tın üzerinde bir saat beklemesi gerekiyor. Hafta zaman bayıldığını söylemiştim. Tabii anasının bu sonları da sabahın köründe gelip bu işi hallediyorkadar insanı nasıl ikna edebildiğini sorarsanız lar. Fakat o pazar Muhsin Bey’in karısı bir trafik size sadece para güzel bir varlık diyebilirim. kazasında ölüyor. Ve kadın ilacını alamıyor. Bu sebepten pazartesi sabah erkenden alması gerekiyor. Ama okulun açılma saati sekiz. Kadının Peki neden Ayşe bunları görmemeli? Çünkü onunevinden buraya gelmesi yaklaşık dokuz. Öğrenci- la aramızdaki tek gerçeklik yazmak ve yazışmak. ler andımızı okurken ya da okuduktan sonra ilacı O her zaman evinin duvarlarında, halılarının alması gerekiyor. Tabii öğrencilerin önünde böyle altında ve fırının içinde benim yazdıklarımı görübir şey yapması doğru değil. Çünkü ilaç yasal yor. Geçen gün bana bu olayı anlattı. Hem de değil. O da bütün hocalardan yardım isteyip sıra- duvara bakarak. Yazmamı ve evin her yerine nın diş macunuyla çizilmesini eğer öğrenciler dağıtmamı istedi. Bu olay onun için önemliymiş. böyle bir şeyi neden yaptıklarını sorarlarsa tebe- Ve asla unutmak istemiyormuş. Belki o da farkınşirlerin bittiğini, ondan böyle bir şey yaptıklarını dadır korkusunu yendiğinin. Ben de tabii yazdım. söylemelerini istiyor. Fakat öğretmenler bunu Ama anası tuvalette konuşurken her şeyi duydum söylemiyorlar çünkü öğrencilerin tebeşir yoksa ve bunu da eklemek istedim. Bilginiz olsun diye… kalem kullanın diyeceğini biliyorlar. Ayrıca diş macununa basmamalarının nedeni de ilacın mikroplardan uzak kalması.


insanlara bakıyorum. bana "ben de fanzin yapmak istiyorum ama zamanım yok uğraşmaya" diyen insanlara "bunca işe yetişebilmene şaşırıyorum doğrusu" diyebilen insanlara ki doğrusu yetişemiyorum da ama umursuyor da sayılmam bunu periyodu umursamıyorum dağıtımı umursamıyorum önceki sayıları umursamıyorum kendimi umursuyorum sadece kendi zevkimi elime aldığımda ilk kopyayı tadacağım hissi ve sonrası önemli değil ve öncesi unutuldu gitti zaten hiç satmayan dönemler elimde patlayan dönemler kimsenin yazı göndermediği gidip almadığı gözünü bile sürmediği dönemler

ve hiç önemli değil diyorum onlara gerçekten hiç önemli değil öncesi veya sonrası hiçbir önemi yok şimdi buradayız 2008'in son gününde ve ben de buradayım hâlâ aynı teraneyi gevelemeye devam ederek ağzımda do it yourself, do it yourself para yok kağıt yok uhu yok ve yine de yeni bir fanzinin hesabını yapıyorum kafadan 36 sayfadan 9 a4 diyorum 50 kopya çeksek ne yapar abi kabaca bir hesapla 40 diyor bana

şimdi buradayız 2008'in son gününde ve insanlar durmadan yazı göndermeye resim göndermeye fanzini edinmeye tanışmaya ve arada sırada da silah çekmeye çalışıyor bok atmaya mesela eleştiri amaçlı başlayıp küfürle biten postalar

ne yapıyorum oysa boş boş bekleyip müzik dinlediğim zamanlar dışında ölümüne içtiğim ve sabahı kaybettiğim geceler dışında ortalama on saatimi sattığım mesailer için her gün tıraş olmak dışında koca bir hiç diyorum koca bir hiç elde var sıfır

ve sonra tekrar adamın biri "bunca işe nasıl zaman buluyorsun" diyor "şaşırıyorum"


ve sonra dönüp ona boş zamanlarında ne yaparsın diyorum "televizyon izlerim" diyor ben izlemiyorum "internette takılırım" ben takılmıyorum "msn’de geyik falan işte" onu da yapıyor sayılmam "ee sonra? dolu zamanların?" "ders çalışırım abi" hiç ders çalışmadım ve pek gazete okumam ayrıca kolaj içindir gazete film izlemem dizi izlemem, oradan oraya gezmem tabiri caizse ot gibi yaşayan benim evden işe işten eve ve sonra dönüp bunca saçmalık için bana başıboş fanzinler için "helal olsun" diyorlar helal olmuyor ama genellikle sonrası tam bir işkence haline dönüşüyor kitapevleri ile kavgalar fotokopicilerle pazarlıklar insanlarla anlaşmazlıklar ve sonra dönüp evde daima evde bir sonraki sayı için şapkadan tavşan çıkaran sihirbaz gibi okus pokus yapmak zorunda kalmak "her şey hâlâ aynı" diye yazmak kapkalın duvarlara bir adam daha geliyor "seninle röportaj yapalım bir dergide köşem var" "yap" ilk soru

sor "nasıl oldu da bu noktaya geldi bu işler?" bilmiyorum hiçbir şey yapmadım ben kimseyi kolundan tutup çekmedim gel bilader yaz demedim al şunu git evinde oku da demedim ben burada duruyordum ve herkes kendi geldi ve kendi kendine gidecek her şey on sene sonra ne olacağının bir önemi olmasa da şimdi tam burada hâlâ aynı şekilde ilerliyor işler ve sen o bardan o bara gezerken veya msn pencereleri arasında can çekişirken ben evde oturmuş sayfaları yapıştırıyorum tek fark bu dostum zaman olduğu yerde duruyor ve ben bir şeyler yetişsin diye deli gibi koşturmuyorum sen zaman bulamıyorsan bu aramadığın içindir o yüzden şimdi zamanının olmadığını söyleme bana çünkü öncelikle öğrenmen gereken şey fanzinin zamandan bağımsız bir şey olduğudur şimdi her ne yapmak istiyorsan yapmaya devam et ama bana tirişkadan bahanelere gömülü kalmış arzular sunma lütfen


Telefonumdan yükselen thrash metal ile uyanıyorum. Kan çanağı gözlerimin kapaklarını zar zor aralıyorum fakat gecenin karası ve şarabın kızılı gözüme öyle oturmuş ki ekranda ismi yazan arayanı ve numarayı dahi seçmekte zorlanıyorum. Müzik tam soloya girdiği anda telefonum susuyor. Doğruluyor ve yatağın köşesine oturuyorum. Elim direkt yatağın yanındaki çekmecenin üzerine gidiyor ve sigara paketini alıp içinden bir tanesini dudaklarıma götürüyorum. İlk duman ağzımdan ciğerlerime, ciğerlerimden ağzıma ve ağzımdan odaya dolarken oturduğum yatağın ve odanın bana ait olmadığını fark ediyorum. Yatağını benimle paylaşan kadın hafif hırıltılı sesler çıkartıyor. Saçları terden sırılsıklam olmuş, vücudu yapış yapış. Kısa bir süre çıplak vücuduna ve kumral, terli saçlarına bakıyorum ve telefonumu tekrar elime alıyorum. Az önce arayanın babam olduğunu görüyor ve geri arıyorum, üçüncü çalışından sonra telefon açılıyor: “Neredesin?” “Bilmiyorum.” “Ne demek bilmiyorum ulan? Neredesin?” “Ne oldu?” “Emin öldü.” “Ne demek Emin öldü?” “Öldü lan işte, onun için aradım, ikindi vakti kalkacak cenazesi.” “Nereden kalkacak cenaze?” “Derince’den, geleceksen ara beni evi tarif edeyim ben de gidiyorum şimdi.” “Tamam, bir iki saate gelirim ben.” Telefonu kapatıyorum ve bir sigara daha yakıyorum. Zihnimde hiçbir düşünce yok, tamamıyla kara bir boşluk hâkim. Kadın yatakta doğruluyor, belime bir öpücük konduruyor ve sigarayı istiyor. Sigarayı ona uzatıyorum; “Banyonu kullanabilir miyim? Duş almam gerek.” “Eşlik etmemi ister misin?” “Şu an değil.” “Nasıl istersen, Banyo dolabında temiz havlu var, kullanabilirsin.” “Teşekkür ederim.” Soğuk suyun altına kendimi atıyorum ve yaklaşık on dakika altında kalıyorum. Gözlerimi kapatıp serin eylül yağmuru altında olduğumu düşünüyorum fakat gözümde canlanamıyor. İçten içe ağlamak istiyorum, belki de ağlıyorum fakat suyun altında gözyaşlarım belli olmuyor. Kadının vücudumda bıraktığı kurumuş günah bedenimden akıp gidiyor ait olduğu yere. Saçlarımı ve vücudumu günahtan arındırıp duştan çıkıyorum. Mutfaktan yayılan hafif yanmış omlet

kokusu bütün evi etkisi altına almış. Yarı çıplak bir halde oturma odasına geçiyorum, koltuğa yayılıyorum ve bir sigara yakıyorum, yarı rahatlamış. Sehpanın üzerinde duran bilgisayardan bir şarkı açıyorum bu rahatlamanın devam etmesi için;

“This body holding me, reminding me that I am not alone in This body makes me feel eternal. All this pain is an illusion.”

Müziği duyunca kadın elinde bir kupa ile yanıma geliyor, kupayı bana uzatıyor; “Bir şeyler hazırladım, atıştır ben de o arada duşa gireyim.” “Nasıl istersen.” Kahveden bir yudum alıyorum fakat keyif vermiyor. Yarısına kadar içiyorum ve kıyafetlerimi giyip kadın duştayken evden ayrılıyorum, hoşça kal demeyerek, bir daha görüşmemek üzere. Bahar olmasına rağmen dışarıdaki soğuğa teslim ediyorum kendimi. Birkaç yüz metre ilerideki durağa yürüyorum, otobüse biniyorum ve eve geliyorum. Evde kimsenin olmadığını görüyorum, kıyafetlerimi değiştirip ben de cenaze evine gitmek üzere evden çıkıyorum. Kırk dakikalık bir otobüs yolculuğundan sonra babamı arıyorum, bana evi tarif ediyor, yaklaşık on dakika sonra Emin Abi’nin yeni evine geliyorum, kapının önünde fazla ayakkabı yok, normal, mahalle dışında pek kimse tanımazdı kendisini. Bizim de tanışmamız on sene öncesine dayanıyor. Lise üçe giderken gelmişti Emin Abi mahalleye. Ellili yaşların sonunda, esmer, uzun boylu, uzun saçlı ve uzun sakallı, belki de dünya üzerinde yüzünden gülümseme eksik olmayan tek insandı. Hiç oturup uzun uzadıya konuşmadık, o yüzden nereli yahut ne iş yapar bilmiyordum. Dışarıya çıktığında tanıdık tanımadık herkese selamını verir, kimseye kötü söz söylemez, cebinde parası olmasa da kimseden yardımını esirgemezdi. Edebiyatı çok severdi, öyle ki okuduğumuz kitapları bizden ister, kendi kitaplarını da okumayı bitirince mahallenin çocuklarına dağıtırdı; ”Kur’an haricinde hiçbir dinin kitabı “Oku” diye başlamaz, o yüzden bol bol okuyun ki iyi insan, iyi birey olun.” derdi bize her seferinde. Kapıyı çalıyorum, biraz sonra kırklı yaşların ortasında, gözleri ağlamaktan şişmiş bir kadın açıyor kapıyı. Kim olduğumu söyleyip içeri giriyorum. Evin oturma odasına geçiyorum, babam, mahalleden tanıdığım bir kaç kişi ve tanımadığım beş kişi var içeride, “Selamlar” diyorum ve oturuyorum. Biraz sonra kapıyı açan kadın elinde bir tabakla geliyor ve


afiyet olsun deyip tabağı bana veriyor. İçinde baharatlı tavuk ve hafif kurumuş pilav var. Birkaç kaşık alıyorum ve içeriden bir telefon sesi duyuluyor. Tanımadığım adamlardan iki tanesi yerlerinden kalkıyorlar ve mutfağa geçiyorlar. Biraz sonra odaya geliyorlar ve cenazenin alındığını söylüyorlar. Evden çıkıyoruz ve camiye geçiyoruz. Avluda evdekilerin haricinde fazla kişi yok ve daha önce görmediğim birkaç kadın avlunun sol tarafında oturuyor. Aralarından yaşlı olanın arkasında yaşlı bir adam var, sol eli yaşlı kadının omzunda, belli ki teselli amaçlı. Cenaze namazı kılınıyor ve yaklaşık on dakikalık bir araba yolculuğundan sonra mezarlığa geçiyoruz. Mezarlığın iç tarafında boş bir mezarın üzerine toplanıyor topluluk. Evdeki adamlar mezarın içine giriyor. İmam mezarın başında duruyor be içerideki adamlara talimatlar veriyor. Eski mermer mezarların birine oturuyorum ve onları izliyorum. Babam ve mahalleden birkaç tanıdık tabutun kapağını açıyorlar, Emin Abi onların ellerinde iniyor mutlak zindanına. O an yine zihnimde ölünce yakılma fikri geçiyor, yaşarken özgür olmayan bizler üç metre derinliğinde ve iki metre eninde bir çukurun içinde çürümesi düşüncesi beynin sol lobunda yeni peyda olmuş bit tümör misali canımı acıtıyor. Emin Abiyi çukura bırakıyorlar ve üzerine çapraz şekilde kalın ve yatay meşe odunları yerleştirilip üzerine toprak atılmaya başlanıyor. İlk kürekten çıkan toprak odunlara temas ettiğinde imam duaya başlıyor, toprağı deşen kürek sesleri ve toprağın odunların üzerine düştüğünde çıkan sesi bastırıyor. Bir an gözüm dalıyor, hiçbir şey düşünmüyorum, “ölüm var” diyorum sadece içimden. Ben bunu benliğime tekrarlarken evde bana tavuk pilav getiren kadın yanıma geliyor ve benden bir sigara istiyor. İki sigarayı dudağıma götürüyorum ve birini yakıp ona veriyorum. Sigarasından derin bir nefes çekiyor ve konuşmaya başlıyor: “Bak şu kadını görüyor musun? O kadın benim annem, Aysel Hanım. Yanındaki de kocası, Saygıdeğer Semih Bey, karaktersiz pezevenk! Annem beni ve kardeşlerimi alıp Semih Bey ile kaçtığında beş bilemedin altı yaşındaydım. Hayal meyal hatırlıyorum o dönemleri. Babam, dünyada görüp görebileceğin en iyi yürekli, en sevecen ve en güzel adamdı. Yarım ekmeği bile muhtaç insanlarla paylaşırdı. Annem anlatırdı ben daha genç kızken, çok sevmişler birbirlerini. “Seni kucağına ilk aldığında gözleri öyle bir parladı ki bir daha o ışık sönmedi” derdi hep. “Benden çok senin parçan gibi, aynı sen kokuyor ve ben onu her kokladığımda sana ayrı kızıma ayrı âşık oluyorum.” dermiş. Babam, çuval fabrikasında çalışıyormuş o dönemde. Seksen darbesinde üç arkadaşını bizim evde saklamış. O arkadaşlarından biri de karşında işte, Büyük ve yüce Semih Bey! Altı aya yakın evimizde saklamış babam bunları. Annem çalışmıyordu ve Semih Bey ile evde çok fazla vakit geçiriyorlardı. Diğer iki arkadaşı evden gizli gizli çıktığı zamanlarda yakınlaşmışlar annemle. O gün hava çok

güzeldi. Ağaçlar yeni tomurcuklanmış, güneş hiç olmadığı kadar parlak ve rüzgâr o kadar tatlı esiyordu ki. Sabah işe gitmeden önce söz vermişti babam, akşam parka gidip uçurtma uçuracaktık. Küçüktüm, nereden bilebilirdim ki babam o kapıdan çıktığı anda uzun bir süre babamı göremeyeceğimi. Öğlen vakti annem tüm eşyalarımızı topladı, beni ve kardeşlerimi aldı ve o evin kapısı bir daha açılmamak üzere yüzümüze kapandı. Önce bu Semih puştunun ailesinin yanına gittik. Tabi bir zaman sonra bizi istemediler. Buraya geldik sonra. Semih Bey ufak bir dükkân açtı kendine, ailesinden giderayak çarptığı parayla. Annemle birlikte işlettiler o dükkânı. Sağ olsun, bizi hiç yokluk içinde bırakmadı, bir gün olsun kötü söz söylemedi ama ben sırf babamı yüz üstü bıraktıkları için ikisini de affetmedim. Bir sigara daha verir misin bana?” Yarıya inmiş paketi uzatıyorum, içinden bir tane sigara alıp yakıyor ve derin bir nefes çektikten sonra yine konuşmaya başlıyor: “Çok uğraştım babamı bulabilmek için. Kaç yıl sürdü hatırlamıyorum. Üniversitedeyken çalıştığı fabrikaya gittim, 95 yılında kapanmış. Eski sahiplerine ulaştım, sendikaları gezdim, aramadığım yer kalmadı, geçen seneye kadar. Hastanedeymiş, oradan aradılar da anca öyle bulabildim babamı. Evden nasıl çıktım ve nasıl yanına gittim inan ki hatırlamıyorum. Beni görünce gözleri öyle bir parladı ki annemin ne demek istediğini o zaman daha iyi anladım. Doktorlar hiç olumlu konuşmadı hakkında. Rahat ettirin dediler sadece. Aldım evime getirdim. Annem ve Semih Bey de iki sokak ileride oturuyorlar bu arada, söylemedim, söyleyemedim. Hoş söylesem de kızmazdı, kin tutmak nedir bilmezdi benim babam. Ölmeden birkaç gün önce mevzusu açıldı yine. Kızgınlığımı dile getirdim, “Hayat birilerine kızmak için çok kısa kızım, bırak mutlu mesut yaşasınlar. Hem bak, beraberiz yine, bir iyileşeyim de gidelim biraz uçurtma uçuralım.” dedi. Üç gün sonra da öldü zaten. O evladından ayrı, ben babamdan ayrı yıllar kaldı sadece. Birbirimizden mahrum hatıralar.” Gözlerinden yağmurlar yağarken yüzüme gülümsüyor, elini omzuma koyuyor ve yanımdan kalkıyor. İmam duasını bitiriyor, Emin Abi’nin iki ucuna birer tahta çakılıyor ve azınlık kalabalık mezarın başından yavaş yavaş dağılıyor. Babam bana hadi dercesine el işareti yapıyor, “Beş dakikaya geliyorum” diyorum. Mezarlıkta kimse kalmıyor benden başka ve ben Emin Abi’nin mezarının başına oturuyorum, o toprağın altında sonsuz huzuru bulmuşken ben kulaklıklarımı takıyorum, sigaramı yakarken kulaklığımdan zarıma şu sözler dökülüyor;

"Şans bizden yana bu yaz, inan bana Ait olduğumuz bir yer var, bulacağız en sonunda.”

Sigaramın izmaritini toprağına gömüyorum ve sadece yürüyüp gidiyorum.

Can Ataç’a…


bir partide görüp hoşlandığı bir delikanlıdan bahsediyor. Bildiğim harflerin ağzın içinde dilin, dişlerin ve damağın etkileyici dansıyla hiç bilmediğim sözcüklere dönmesini hayran hayran dinlerken bir yandan da konuşmanın ne zaman biteceğini düşünüyorum. İçin için Haldun’a üzülüyorum. Acımıyorum, her şeyi anlamaya çalışırken düştüğü hallere üzülüyorum. Kızın artık içeri girmesi için perdemi oynatıp kafamı pencereden uzatıyorum. Karanlıkta kızın gözlerini seçemiyorum. Ben, derdimi 01 anlatacak kadar Fransızca bilmiyorum. Ben Merhaba eski dostum. Umarım iyisindir. derdimi anadilimde bile zor anlatıyorum. Dün gece seni pencerenden dışarı bakarken gördüm. Öylece kollarını kavuşturmuştun ama 24 gökyüzüne bakmıyordun. Yoldan geçen araçlaNasılsın canım? Sanma ki ben çok değişrı, bisikletli mini etekli kızları, yalınayak giden tim. Dahası, bambaşka biri oldum yahu. Boyum bir deliyi süzüyordun. Dün gece elinde sigara- uzadı, gençleştim. Aynada yüzüme baktığımda sıyla evinin önünden geçen bendim. Beni her geçen gün silikleşti gözlerimin etrafındaki anımsadın mı? Artık pahalı sigara içiyorum. karaltılar. Kazın ayakları. Saçlarım daha da seyreldi. Belimin ve kalçalaSonra bir gün bir uyandım, gözlerimin rımın yörüngesindeki yağ katmanları beni en rengi de değişmiş, yani sen fark etmişsindir son görüşünden beri daha da arttı. Fakat ben muhakkak. Dalından koparılmamış taze ceviz senin dediğini yapmadım eski -ama o kadar da kabuğu rengindeyken koparalı çok olmuş, on eski olmayan dostum. Sana uysaydım adım beş gündür de çuvalın içinde bekleyen kuru çoktan cennet ya da cehennem olurdu. Oysa meyvenin rengine dönmüş. Sen de o güzel hem gökdelenlerin dikildiği hem de demokra- saçlarının rengini koyultmak istersen cevizin sinin var olduğu bu dünyada soluğumu hisset- yaprağını kaynatıp başının üzerinden dökebimeye çalışıyorum burnum tıkalıyken, kış mev- lirsin. Üstelik daha da güçlenir saçların. Uzun siminde. zamandır gitmeyi düşündüğüm kampta çadıSık sık evinin önünden geçiyorum, ilk kez rımı senin saçlarının arasında kurarım. Gecelepencereni açık görüyorum. Burnuna tütün ri efil efil eser rüzgâr. kokusu geldi mi? Ben başka biriyim ama yine de çalışırım. 19 Bu Haldun’u atsan atılmaz, satsan alıcı çıkmaz. Bir sezon sonu indirimi yapmak gerekir. K A P A T I Y O R U Z! Kredi kartına on iki ay taksitle Haldun sadece bir ufak şişe fiyatına, üstelik Haldun’u alana dertleri de bedava! Yağlı bir müşteri illaki bulsam da Haldun benim kum saatim. Onun eksik bir şeylerinden, yarım kalan şeylerinden konuşmak zamanı kavrayışıma yeni bir ölçüt getiriyor. Bazı akşamlar Haldun’u kendi başına bırakıp ses çıkarmadan pencerenin kenarındaki yatağıma oturuyorum. Karşı balkonda bir genç kız derdini anlatmak için Fransızca konuşuyor. Telefonun ucunda da bir kız. Ses balkonda dolaşıyor, bir doğuya bir batıya yakınlaşıp uzaklaşırken kızın heyecanlı konuşmasını dinliyorum. Belki İstanbul’un ne kadar kalabalık bir şehir olduğundan, belki de

Ustalığımı satıp ekmek ve zeytin alırım. Sen dükkanıma gelip giderken önce hoş geldin, sonra yine gel derim. Dilersen önce arkadaş oluruz. Eski dostlar eskilerde kaldığı için. Bana şarkılar dinletirsin, “Bak,” dersin “…bak! Burada senin vapurla eve dönerken gördüklerinden.” “Hatta düşle dediğimde aklına gelenden bambaşka bir martı imgesi var, tam da burada… yani solumda bir yerlerde. Belki sen de duymuşsundur.” Arkadaş olmamızın ardından akşamüstü seni bira içirmeye götürürüm. Daha yakın arkadaş oluruz. En son izlediğim filmden bahsettikten sonra sana hala okumakta olduğum kitabımı ödünç veririm. Sen böyle şeyleri seversin. Çoğu yarım kalmış şeyi. Hava karardığında yanlışlıkla birbirimizin kentkartını alıp evimize döneriz.


19 “Baktık; toprakta çürümüş buğday ansızın filizleniverdi, baktık; vadilerdeki boynu bükük, basılı yeşerik çayırlar başkaldırdılar, baktık… Tarık Dursun K. 28 Kamu hizmetinde bulunmak için halkın desteğine ve kararlarına dayanan demokrasi, kökleri taa dördüncü beşinci yüzyıla uzanan bir yönetim biçimidir. O yıllarda demokrasiyi en iyi uygulayan halk Atinalı Antik Yunan halkıdır. Hatta zaman zaman günümüzde “Atina demokrasisi” kavramının kullanıldığı da oluyordur. Demokrasi, bazı koşulları sağlayan herkesin yönetime katılmasını sağlar. Bu koşulların alanı tarihten bu yana genişletilip daraltılmıştır. Bazı bilim insanları ve düşünürler zaman zaman demokrasiyi sorgulamışlardır. Bilinen ve akla gelen isimlerden bazıları Eski Yunan filozoflarından Aristoteles ve Eflatun’dur. Demokrasi bir yönetim biçimi olarak 21. yüzyılda gökdelenlere rağmen insanlığın sosyal yaşamında yer almaktadır. 2019 Yunanistan genel seçimlerinde ana muhalefet partisi lideri Miçotakis halkının özgür iradesiyle Yunanistan başbakanı unvanını kazanmıştır. 19

“Atina’nın elinde rakısı / seçemez ah seçemez!” 30 Nasıl da öyle senelerce aynı yollardan geçip, aynı saatlerde kucağında çocuğunu emziren çingene kadınları görmüşüz birbirimizden habersizce. Beynimin içinde başlayan yolculukla kulaklarımda ihtiyaç molası verip tandır çorbasına malzeme kelimeler nereden baksan bu şehrin kelimeleri. Hasretlik, yeniklik, yoksunluk ve sevgi. Yine de senin bu sokakların birinde ekmek arası balık yediğini bilmek yalnızlığımı eksiltmez. Ama sabrını verir. 19 Nasıl da uykulara doyamazdım gençken. Hayatın ve zamanın kıyısında, öylesi bir kıyıda dünyanın en rahat uykusundayken koca beyaz bir gemi yelkenle rüzgârın arasını düzeltti. O uykudan bir kez uyandım, sonra hiç rüya görmedim.

kendi başına konuşmak nedir yokluğunda fotoğraftan mana çıkarmak iddialı cümleler? varlığın bittiği yerde hayata inanmıyorum o yüzden esirgeme selamdan beni şu görünümün üst ve altında yaşanılmadık gecelerin sigarasızlığı mışıl mışıl, lütfen sen başka şehirdesin benim elimde muhtelif avuntular ve paranoya hayatta kalmak ne, tek başına yasa dışı tekamüller bulurum inanmışım terk etmeyeceğine gelmezken ve gitmezken sen böyle nötr olmayı başarıyorsun iyiyim, az kaldı mektup yazacaktım yazdım, diyelim nereye göndereceğim sokağını bilmiyorum sen böyle bir aşk şiirini beğenerek okursun dökülen her kelimeyi ben hariç herkesten istersin ben de isterim yakınlaşmayı bir iskeletin midemi bulandırmayacağı kadar nefesin döndüğü kadar seviyorum seni. cesaret ve türlü imgesel şeyler ile birazdan bir tren kalkacak boşluğu kapatan refleksin kafe taburesinde ne işi var değil mi? gerçekçi olalım ben kaçak bineceğim trene sen olmayacaksın


isim, özel, (a:ra:f), Arapça aʿrāf İslam inancına göre cennet ile cehennem arasında bir yer. Sanki o koridor ve kırmızı kalem aklıma geldikçe yaşananlardan çok koridorun soğukluğunu hatırlıyorum böyle olacağını ummazdım inanır mısın dün gece yine babanla rakı tokuşturduğun fotoğrafa baktım Her şeyi kalbime hakketmek, hapsetmek isterdim. İnsanlar renkli bir hayat dilerler diye mi her gece her renk ışığın altında, onlarca adamla, onlarca şişeyle meşk eylerim? Kendimi ikna ettim, sabahları evime dönüp de aynaya bakacak mecalim olduğunda, aynada senin sevdiğin küçük kızı görebiliyorum. Liseli Ayten. Hayal meyal ama, görebildiğim tek sahici suret o. Masalardaki adamların, beraber çalıştığım arkadaşlarımın siluetleri hep külden sanki, Ahmet. Bazen duyamıyorum ne söylediklerini, duymuş gibi kahkahalar atıyor, yanaşıyorum, kendimden bir şey paylaşmıyorum, paraya sıkışıksam mekândan çıkınca kendimi satıyorum. Hayli zaman oldu ben buranın temposuna alışalı, varsa yoksa para, burada akan su, dolaşan hava dahi yalan. Yüzümdeki boyalar senin hatırandan bile daha ağır gelirdi en başlarda, ışıklardan gözükmezler diye oturur ağlardım, gebertseler ağlayamam artık. Peşinden Ankara’ya geldiğime yanarım Ahmet, halime değil. Aramızda bir şey var diye bellemiştim kendimce, sanki geceleri uyanan, sabaha kadar içimde büyüyen, sel olan. Ellerimde ve yüzümde. Ateş gibi. Sevgiden. Aramızdaki o şey, hikayemi hangi dünyaya çevirdi dönüp bir bak, bir hissin var, içimde. İki odalı bir ev dallanıp budaklanmış histen, bahçe kapısı var. Sen bana arkandan gelmemi söylüyorsun, Ankara’da iş bulacağını, çocuğa bakabileceğimizi, gri hırkan var üzerinde. Uykundan kalkınca giydiğin gri hırkan, güveniyorum uyku mahmurluğuna. Arkandan geliyorum, kaçıyorum bavulumu kalan mecalimle doldurup. AŞTİ’den sonrası girdap olmuştu içime. Ne telefonlar açılmıştı ben inatla aradıkça ne de seni sorduğum iş hanları zerre halta yaramıştı. Bir nebze yüreğim hafiflesin diye belki Ankara’dasındır derim hala. Melahat Abla kızar, izin günlerimde dalgın görünce beni. Tesadüflerimin en güzeli Melahat abla, beni çukurun içinden alıp çıkaran, ev veren, yavruma bakan, aleme sokan, hem hayatıma karanlık, kirli mekânın olduğu sokak gibi alkol kokan bir sayfa ekleyen; hem de bana gün yüzü gösteren.

Evde Melahat, alemde Sinem, bazı geceler ekstra işe çıktığında Rüya. Eve dönerken hep sokakları izlerim camdan. Beni sürüklediğin, belki sen rahat rahat kaçıp, uzaklaşıp, kaybolabilesin diye adını kafandan atıverdiğin bu şehirde, midemde zehir gibi alkol, üstümde ufacık elbiselerle, kaldırımlarını, taksilerini, sarhoşlarını, ucuz, pahalı, adamına göre muamele çeken otellerini, anasının gözü konsomatrisleri, yeni yetme konsomatrisleri, rüşvet alanları, rüşvet verenleri, içine kapanık büyüyen, kaderi güzel olasıca kızımı, hayalini, günahını izlerim senin. Kendimi pazarladıkça – ama en çok da içimi – günahım senin boynuna. Haberini de almadım ama senmişsin gibi hayal ederim bazen beraber oturduğum adamı. Hayal ederken dahi parmağında bir alyans görürüm hep senin, hayalin bile yakışmaz gözüme. Pavyon senin gibi temiz yüzlü, iyi yalancıya uyar mı, yalanları kadınlar söylemeliyken? Seninle dünyanın aynı ucunda olsak dahi korkmazdım karşılaşmaktan. Hem senin içkide eğlencede işin ne, adı çıkmış semtte. Karının ilmek ilmek ördüğü evde kazandığın güçlü baba kılığı alemde oturacağın şişe, mum dolu masada eğreti durmaz mı? Belki de görmek istemeyeceğim tek şey olmuşsundur: mutlu. Bir evin, ezberlediğin bir tek kadın vücudu, huzurla içine çekip geri verdiğin bir derin nefesin vardır Ahmet. Belki de leşin çürümüş gitmiştir mezar taşı şaşalı bir çukurda yahut izbe bir sokakta. Beni kül ettin ama parıldarım her gece. Tek gecelik senaryolar oynarım, hem de evli adamlarla, hiç sektirmem. Sana olan hıncımı onlardan alırım. Ben eskisi gibi beyaz olsaydım, ellerinden tutardım ve güneşli yollara çıkardık. Sesini sesime sarardım, bütün hastalıklara deva yaratırdım. Her şeye çare var, sen hariç. Aramızdaki semtler, kavşaklar, pavyonlar, yollar, başka manzaralar, başka odalar ve bu rengârenk parıldayan iş yerim, senin hatıran. Saat 7.15. Millet işine gidiyor, ben işimden döneceğim. Herkes alıştığı hayatı yaşıyor, ben alıştırdığın hayatı öldüğümde dahi anımsayacağım. Tekim ve ahımsın, kayboluşunla bezenmek yıllarımı aldı.


Bir mahşer içinden uzanıp da yeryüzüne dağılan beş parmaklı yangın, doğudan henüz dönmüşlüğün hoyratlığını daha atamamışken üzerimden, kaçırdığım trenlerin ve uzaklaşan gemilerin yeisini harlayacak göğsümde. Bilmem hangi gökten biçilmiş bu yarım ay biçimli kızıl coğrafyada suyu içilebilen bir kuyu bulamayacak zambakları kurumuş ellerim. Kuytu patikalar arasından yürüyüp de bulduğum kurumuş bir suyolunun sonunda elindeki bir yudum suyla beni yaşatabilecekken o suda beni boğmayı tercih eden o çiçek bozuğu yüzü asla unutmayacağım. Korku nedir bilmeyen denizciler gibi benim de yalnızca Tanrı izin verdikçe görür gözlerim.

Turuncu kentler ve sığınılan limanlar Birbirine dokunuşu gibi iki parmağın Şimdiki zamanlarda harmanlanıyor geçmiş Kentlerde eriyor da yine bugün etmiyor Dünler geçiyor da hala açıklanmıyor zaman denen Zamanı tutmaya çalışıyorum Ölümünü gördüğüm herkes gibi Çok güzel düğüm atıyorum da hiçbir bilmeceyi çözemiyorum hala Limanlarda büyüyorum Turuncu kentlerde kayboluyorum Zaten artık gözlerim kapalı da düğümleyebiliyorum hayatımı Barut gibi dikiliyorum alevin başında Ne dindiriyorum acıyı ne harlıyorum zamanı

Onlar “Niçin yaşıyoruz?” u bilmezler ama ben bilirim. Bir ayin kutsallığı içerisinde ilerlediğimiz eski göç yolundayken hepimizin yüreğinde sonsuzluktan pay edinme arzusu yatar. Gecenin uzun kanatlı kuşlarının ötüşlerinden dökülür üzerime zamanın kokusu. İçimde dönerken dünya, eve dönmeyi hak edemeyeceğim büyük bir günaha girerim. Bir ceviz kıracağım, deniz çıkacak içinden. Su neye benziyor öğreneceğim. Ölüm denizinin kürekçisi, insanı dehşete düşüren bu sükût içinden, batan güneşe hiç dokunmadan ve gün çekilirken dudaklarımızda kalan o vahşi tada varamadan usulca geçip gidecek. İstanbul’da patlamış ve denizin öbür boğazındayken beni yaralamıştı bir mermi. Şimdi suyun her hali öldürebilir beni ya da duvardan inen akrep bu serin yaz akşamında sonsuzluğa mıhlayabilir ellerimi. Üzerine günlerce, haftalarca düşündüğüm gözleri ansıdıkça kendi gözlerimi taşıyamaz oluyorum. Görüyorum ki penceresini sarmaşık dallarının gölgelediği, avluya bakan beyaz balkonlu odasında doğduğum konak, şimdi yanmaktadır.

Zaman, kayıp gidiyor ellerimden Ölümünü gördüğüm herkes gibi Adem’in yaratılışını canlandırıyorum Keşke Michelangelo da görebilseydi Evi özledikçe koşuyorum eve dönmemek için Evden uzakta öğreniyorum evi Kaybettiklerimde bulduğum gibi kendimi Limanlarda bulamıyorum diye yanıtları Yeni sorular soruyorum garlarda Su bulanıyor diye sudan da çıkamıyorum Paçalarımı sıvayıp felsefi bir tartışmaya giriyorum ve Sorular ve açıklanamayan kavramlar Birbirine dokunuşu gibi iki parmağın Ne dün vazgeçiyor var olma telaşından Ne bugün düşüyor dün’ün yakasından Geçmiş ve şimdiki zaman Birbirine dokunuşu gibi iki parmağın Zaten Michelangelo da çizerdi bunu


Kaypak Palyaço, Vuruyor beni, Paradoks ölümlerle. Rüya kandırmacalarında, Kandırıldım ben. Ne kaldı elimde, Yataksız uykudan başka? Yaşam celladı, Kuyuda ziyafet veriyor Sevgilim. Babasız savaşlarda Büyüdüm ben. Çıkmıyor göğsümden, Generalin madalyası.

Karınca yollarıyla konuşan bir ortanca gördüm dün bahçede, yaz gelince doğan üç kedi yavrusu bir de. Kendi hayatlarına düşmüş insanlar, sevmiyor pek yaķından ortancaları da yaz kedilerini de. Yol olur tüm bu görünenler size Benden uzağa gidebilmeniz için. Dipnot: Çin manzara resminde derinlik müphemdir bilesiniz. Yazarlıktan bahsederken Orhan Pamuk Hop! Bir ayet iniyor baştan aşağıya günün içine. Biz artık sizinle çok uzağız sevgisiz dostlarım. Aramızda kelimelerini bizim seçmediğimiz Çiçek ve kedi adları geçmeyen içinde Bir şiir uzanıyor sere serpe.

medusa’m ol ama taşa dönüştükten sonra bile seyredebileyim karanlığını. ya da boş ver sessizce karşıma çık çölde yürürken. ya da uzaklara bakarken yeşil bir adanın yükseklerinden göğsüme hançerini sapla Akad’da dövülmüş sapı kuzey geyiklerinin boynuzlarından oyulmuş Babil’de çok-asırlık bir hançer kaburgalarımın arasına kayarken koklat nefesini

Kapalılık iyidir. Sere serpelik ucuz. Duyuruyorum kulaklarınıza Salıyorum kalplerinize Öpüyorum dudaklarınızdan Korkmadan! Bizim sizinle sevgililiğimiz zorlama Yan yana duruşumuz nihayete gebe. Artık ve artarak bildiriyorum size Ortancalar ve kedi yavrularından mevcut Bir yalnızlık sevdim kendime Cut up biçiminde.


Adımlayamıyorsam sana şehrin kalabalığı tenha Çünkü bütün haritalarda adım boyum sabit Şakaklarımda seğiren damar kesiksizdir Çoğunluk güldüyse diyedir kahkaha Kılcallanmasıyla yumruk kadar bir pıhtının Bu kez yastıkta bırakıp yüzümün izini Sabahı erteliyorum beş dakika daha Uykumu çoğaltıyorum uyanıp uyuyarak Fıtratına aykırılığında mumları söndürmenin Noktadan sonra büyük harfla susmak İkimize de iyi gelecektir

zamanıma yenik düş, onca yıl dengemin eksen etrafında başımı döndüren travmalarım sahici. durdur beni yoksa hezimetin olurum hallice. senfonim yanık çalar, bir gürültü eşliğinde psikedelik tantanalarla kalbim epey bulanık. kırıntılarla yok oluş, var oluş, çelişkilerle dolunuş. üzerime leke lanetim ve hayatıma leke lanetin Saçmalarken göğü ellerim ben yine izleri sürüklenir bir paradoksa. Islak ayak izleri bırakıyorum silikleşen rüyalarıma nükseden sanrılarım haybeden acılarım Gidişim rutubetli bir göğün ölüme doğmalarım bir ipten sıraatla çizgidir Sıvası kabarmış bulutlarınca aklımı kaçırana dek yanarım. Suyun kaçmak formudur havaya karışan paslanmış yüreğim sezgilere yüzüstü, Ne senden uzaklaşıyorum ne sana yakınım ve kurtuluşa bir kurşun vals eşliğinde İnsanlar geçiyor paltolarının yakaları kalkık kırılmaya bilmek ama kırılmayı bilmek Bir günebakan kısık bakışlarıyla bana doğru donuk yüz ifadenle sönük ruhları izlemek. Burada gökyüzü gibi duruyorum anlayacağın açılmış pencerenden güvercinler simsiyah, Resim defterinin yarısı renginde imgeler görünür artık kargaşık, Belki toprağa düşmüş kırıntı olarak dünyaya fazla geldi bu huzursuzluk Toprağın ruhu karıncalanıyor çınlayan kulaklarıma atıftır bu umarsızlık dehlizime gömülmek mi utancımdı yoksa iç ceplerimi silahlandırmak mıydı?


Havanın kararmasıyla birlikte içinde bulunduğu oda yavaşça karanlığa boğulurken, genç adam yatağında sırtüstü uzanmış sadece düşünüyordu. Dışarıda yağan yağmur şiddetini iyice arttırmıştı. Yatağının tam karşısında yan yana duran iki küçük pencere vardı. Onları bu odanın gözleri olarak hayal etmişti hep, içine aldıkları kişiye dışarıyı gösteriyorlardı. Şiddetli yağmurun sesi diğer her şeyi bastırdığında genç adam bir süre sadece bu sesi dinledi, düşünceleri bile susmuştu. Göz kapaklarını bilerek açık tutuyordu. Kapatırsa düşüncelerin zihnine birden hücum edeceğini biliyordu. Bir süre sonra yağmur yavaşladı ve dışarıdaki sesler kaybolarak yerini huzurlu bir dinginliğe bıraktı. Kitap okumayı düşündü önce, hemen yanı başında dün gece başladığı roman duruyordu. Şiir okumazdı, hiç şiir okumamıştı. Şiirin ne olduğunu bilmiyordu. Aslında merak ediyordu ama ona tehlikeli geliyordu. Hiç keşfedilmemiş bir dünyaydı şiir onun için ve bu genç adamın içinde merak uyandırıp heyecan yaratsa da bilinmeyenin tehlikesinin önüne geçemiyordu hiçbir zaman. Romanlar onun için yeterliydi, romanlar güvenliydi. Kalın sayfaların her biri insanlara karşı ördüğü o kalın duvarların parçasıydı. Göz ucuyla kitabına baktı önce; Genç Werther'in Acıları. Birkaç saniye aklından şu düşüncenin geçmesine engel olamadı; "Werther" dedi, "aptal aşık!" Kitap okumaktan vazgeçti, kitap okumak istemiyordu. Çekmeceden uzanıp bir sigara aldı. Tütünü dudaklarının arasına yerleştirdi ve bir kibrit yaktı. Bunu sevip sevmediğinden bile emin değildi aslında. Neden içiyordu? Bilmiyordu. Sonra hayatında birçok şeyi neden yaptığını bilmediğini fark etti. Bunlardan en baskın olan neden hala yaşadığıydı. Bu dünyaya gelirken ona doğmak isteyip istemediği sorulmamıştı, tanrının adaleti neredeydi? Aklına küçükken öldürdüğü karıncalar geldi. Çok fazla karınca öldürmüştü ama ona hiçbir şey olmamıştı işte. Dünya adaletsizdi. Ona göre insanlar karıncaların tanrısıydı. İnsanların tanrısı da onlardan binlerce kat büyüklükte olmalıydı. Yukarıdan bizi

izleyen biri var mıydı gerçekten? Tanrının nasıl bir şey olduğunu düşündü, hiç kimse buna net bir cevap veremiyordu ama o tüm insanların toplamının tanrıyı oluşturduğunu düşünüyordu. Her insanda tanrıdan bir parça vardı. Bir yazar nasıl bir kitap yazarken ona kendinden bir şey katıyorsa, tanrı da yarattığı her şeye kendinden bir parça katmıştı ona göre. O yüzden bazen insanları karıncalara benzetirdi. Her insan taşıyabileceğinden fazlasını alıyordu omuzlarına ama yine de yıkılmıyorlardı. Çalışıyorduk ve her zaman bir şeyler için çabalıyorduk. Karıncalar da hep çalışıyorlardı. Onların yaşamak için bir amaçları vardı, insanların da öyle. Herkesin bir amacı vardı. Sadece bazı insanlar bunu henüz bulamamıştı. Genç adam kendi amacını henüz keşfedememişti ama derinlerde bir yerde yaşamak için bir amacı olduğunu biliyordu, bunu hissediyordu sadece. Henüz ne olduğunu bulamamıştı. Eğer hissetmeseydi kendini gözü kapalı bir arabanın önüne atmak onun için hiç de zor değildi. Bir şey bekliyordu genç adam. Ne olduğunu bilmediği o şeyi bekliyordu. Bu tehlikeliydi belki de ama küçüklüğünden beri her zaman tehlikeden kaçmıştı, hala kaçıyordu ama o şey geldiğinde kaçmayacaktı. Kendine söz vermişti, hissetmesi yeterliydi. Düşünceleri bir girdap gibi onu geçmişe çekerken göz kapaklarını masum bir kabullenişle kapattı. Zihninde birden bir sokak belirdi ve küçük bir erkek çocuğu sokakta koşmaya başladı. Ağzında sokak aralarında söylene söylene yıpranmış birkaç yıllık küflü bir tekerleme dolanıyordu. Zıplayarak koşan küçük çocuğun yüzü zihninde netti şimdi, kumral saçları beyaz tenli yüzüne uyum sağlayarak alnına dökülüyordu. Her zıplayışta saçlar havalanıyor ve tekrar alnına çarparak eski halini alıyordu. Gözleri hafif çekikti. Elinde tuttuğu lolipopu ağzına attığında tekerlemenin sözleri şekerlemeyle birlikte yutularak dışarıya anlaşılmaz bir mırıltı olarak dökülmeye başladı. Bir grup çocuğun ileride oynadığını görünce adımlarını yavaşlattı, onlardan pek hoşlanmıyordu. Daha önce hiç tanışmadığı bu çocukları sevmiyordu, onları tanımıyordu çünkü ne olduklarını bilmiyordu. Onlar tehlikeliydiler, bilinmeyen şeyler her zaman tehlikeli olurdu. Merak yine vardı ama tehlike onu yeniyor, yutup sindiriyordu. Küçük çocuk kaldırım kenarındaki banka doğru yürüdü, tekerleme hala dudaklarından bir mırıltı olarak dökülüyordu sokağa. Bankın etrafında birkaç tur artı önce, sonra bir taşı futbol topu olarak hayal etti ve hayali kalesine birkaç gol attı. Kenarda bir çiçek gördü ve aklına annesi geldi. Annesi bunu severdi, biliyordu, televizyonda görmüştü; kadınlar çiçekleri severlerdi. Çiçeği kopardı ve kokladı, güzel-


di, tıpkı annesi gibi. Hemen sonra çiçeğin biraz uzağında bir yerde bir karınca yuvası çarptı gözüne. Yere daha da eğilerek yuvanın etrafındaki karıncaları inceledi, çok hızlıydılar ve hepsi birbirinin yanından geçerek farklı yönlere hareket ediyorlardı. Bir tanesini daha yakından inceledi, diğerlerine göre daha küçüktü. Acaba onu görüyorlar mıydı? Şekeri ağzından çıkarıp onlara bir şeyler söylemeyi düşündü, tekerleme çoktan susmuştu. "Merhaba" dedi ilk önce. Birkaç saniye bekledi ama hiçbir değişiklik yoktu. Tekrar denedi. "Hey!" diye seslendi, bu sefer sesi daha yüksekti. Karıncalarda bir değişiklik yoktu ama ısrarcıydı çocuk. Küçük olan karıncaya bakarak; "Beni duyuyor musun?" diye sordu. Yine cevap alamayınca iki kaşının arasında dik bir çizgi oluştu, kenarına şeker bulaşan dudakları ise düz bir çizgi halini aldı. Onu duymuyorlardı. İşaret parmağıyla bir tanesine dokunmayı denedi ve aniden karıncalarda bir hareketlenme olduğunu gördü, ardından ritim bozuldu ve kargaşa başladı. Karıncaların hepsi daha da hızlanmış ve bu sefer hepsi aynı yöne hareket etmeye başlamışlardı. Çocuk aniden bir kahkaha attı, sonunda onu fark etmişlerdi. Demek ki karıncalara dokunarak onlarla anlaşabiliyordunuz. Oysa insanlar öyle miydi? İnsanlar birbirleriyle konuşarak anlaşıyorlar diye düşündü ama bunun tam tersi olduğunu, insanların birbirleriyle konuştuklarını sandıklarını ama bunun çok yüzeysel olduğunu ve aslında her şeyin dokunuşlarla ifade edildiğini gelecekte öğrenecekti. İki insan birbirlerinden hoşlanıp sevgili olabilirdi ama el ele tutuşmak ve öpüşmek bambaşkaydı, asıl iletişim dokunuştaydı. Bir anne bebeğiyle konuşması için ona dokunmalıydı mesela, saçını okşamalı, belki de onu emzirmeliydi. Kavga eden iki kişi birbirlerine yumruk atarak anlaşıyorlardı. Bir öğretmen öğrencisine cezasını avucuna sertçe dokunarak veriyordu. Dokunmak insanların iletişimiydi ama bunu çok sonradan öğrenecekti küçük çocuk. Şu an çok küçüktü ve yaşadığı yerin dünyanın nasıl bir yer olduğunu henüz keşfedememişti, tıpkı aşağıda herkes yuvaya doğru hızlıca hareket ederken ters yönde ilerleyen küçük karınca gibiydi ama henüz bilmiyordu. Küçük çocuk içinde bir heyecan hissetti aniden, onlara kendini fark ettirmişti. Heyecanla onları izlerken minik bir yanardağa benzeyen yuvalarının içine girdiklerini gördü. Gidiyorlar mıydı? Evet gidiyorlardı. Biraz daha eğildi ve yuvaya yaklaştı, acaba içinde ne vardı? Elleriyle yerden destek alırken elini yanlışlıkla bir karıncanın üzerine koyduğunu son anda gördü ama çok geçti. Elini hemen geri çekti, bir değil tam altı tane karıncanın elinin altında kaldığını anladı. Bir tanesi çocuk elini çektiği anda yuvaya doğru gitmeye başladı, diğer ikisi de bir kaç sendelemenin ardından ona katıldılar, daha yavaştılar ama aynı yönde daha fazla çabayla ilerliyorlardı. İnsanlarda böyle değil miydi? Aynı yönde gitmek isteyen onlarca kişi vardı. Kimisi şanslıydı ve onlar için her şey daha kolaydı. Kimisi ise hedefe çok uzaktı ama çabalıyor-

lardı, daha yavaştılar ama azimliydiler tıpkı bu iki karınca gibi. Tabi bir de daha yolun başındayken kaybedenler vardı; elinin altında ezilen üç karıncaya baktı hiç hareket etmiyorlardı. Çocuk anlamaya çalışıyordu; karıncalar nasıl varlıklardı böyle? Onlar anlaşılması zor yaratıklardı. Eline bulaşan kumu sildi ve yuvaya akın akın giren karıncalara baktı, küçücük delikten girmeye çalışan onlarcasını gördü. Delik çok küçüktü, biraz daha büyük olsa hepsi birlikte girebilirdi diye düşündü küçük çocuk. Etrafına bakındı ve eline ağaç dallarından yere düşen küçük ve ince bir dal aldı. Ucunu yanardağın tam ortasına yaklaştırdı. Onlar için yuvayı büyütebilirdi. Aslında biraz da içinde ne olduğunu merak ediyordu. Küçük çubuğu yuvanın deliğinden içeri yavaşça soktu, içeriye giren karıncalarda yeni bir hareketlenme oldu ve etrafa yayıldılar. Çubuğu çıkardı ve hiçbir şey göremedi, bu işlemi birkaç kez tekrarlayarak sürdürdü. Bir süre sonra küçük tepeciğin bozulduğunu ve karıncaların etrafa yayıldıklarını gördü. Neden gidiyorlar diye düşünürken elindeki çubuğun ucunda duran karıncaları fark etti. Çubuğa yapışmışlardı ve hareket etmiyorlardı. Vücutları daha farklıydı sanki kolları mı yoktu? Ayaklarına ne olmuştu? Bir tanesinin başı nereye gitmişti? Aniden kafasına bir darbe aldı ve elindeki çubuğu düşürdü. Başını yukarıya kaldırıp baktığında babasının ona kaşlarını çatarak baktığını gördü. "Ne yapıyorsun burada? Annen her yerde seni arıyor!" diye bağırdı babası. Biraz önce çocuğun başına vuran eliyle şimdi dirseğinden kavramış onu yerden kaldırıyordu. Çocuk hiçbir şey söylemedi ve babası onu biraz önce tekerleme söyleyerek geldiği yoldan geri götürürken başını çevirerek geride kalan karınca yuvasına baktı. Onlara dokunmuştu, şimdi anlıyordu, onlara zarar vermişti. Ama onlara bir hediye de bırakmıştı; yuvanın yanında yere düşürdüğü şekere baktı, birkaç karınca üzerine çıkmıştı bile. Genç adam göz kapaklarını araladı. Odanın içi daha çok kararmıştı şimdi, koyu yeşil duvarlar siyaha çalan bir griye dönüşmüştü. Karıncaları düşündü. Genç adam o gün şunu anlamıştı; o karıncaların tanrısıydı. Elinin altına gelen karınca ile parmaklarının hemen yanında kıl payı dışarıda kalan karıncaları düşününce; kaderin var olduğunu anlamıştı. Sokak arasında bulunan o yuva ile kimsenin ayak basmadığı bir arazide başka yuva olduğunu düşününce 'coğrafya kaderdi' anladı. Ve küçük olan şeyler her zaman ezilmeye mahkûmdu, bunu da anlamıştı. Küçük ile büyük arasında adalet kavramı hiçbir zaman olmamıştı ve olmayacaktı da. O, karıncaların tanrısıydı. O gün orada onlara acıyı yaşatmış ve onlardan can almıştı ama hemen yanında bir hediye de bırakmıştı. Acıyla mutluluğu aynı kefeye koymuştu, kimi karıncalarda mutluluk ağır basarken kimisi acıyı daha çok hissetmişti. O günden sonra bir daha hiç karınca öldürmedi, asla. O karıncaların tanrısıydı, peki onun tanrısı kimdi? Bilmiyordu. Belki o da bir karıncaydı, kim bilebilirdi.


Günlerce düşündükten sonra artık psikologa uğramam gerektiğine karar verdim, kafamdan şu cümleyi atmak istiyordum. Çıldırmama ramak kaldı, artık korkudan yerin bir kat altına bile inemiyorum. Kliniğin kapısından girer girmez bir klinikte olduğuma emin olmamı sağlamak isteyen bir dekorasyonla karşılaştım, tam beklediğim gibi olduğundan hiç yadırgamadan danışmayı aramaya başladım. Fazla büyük bir klinik olmadığından dolayı sadece göz gezdirmem yeterli olacaktı, fakat göz gezdirirken bile kafamın içinde bir sürü soru birbirini kovalıyordu. Belki de gerçekten hasta olmaktan korkuyordum, danışmayı bulup ilerlemeye başladım. Genç ve ortalamanın hayli üzerinde bir güzelliğe sahip olan bir kadın, önünde bilgisayarı ve klasik ofis masasının barındırabilecekleriyle oturuyordu. Biraz dalgın gözüktüğünü fark edince onu ürkütmek istemeden yanına yanaştım. Olabildiğince kısa bir şekilde kendimi tanıtıp randevum olduğunu söyledim. Nedense güzel kadınlarla diyalog kurmak beni çok geriyordu, sanki haddinden fazla konuşursam gözlerimi onlardan alamayacakmışım hissine kapılıyordum ve bu bana kendimi bir tacizci gibi hissettireceğinden hemen kaçmaya çalışıyordum. Kadının beni selamlamasının ardından gülüşüne neden “inci gibi” benzetmesinin yapıldığını ölmeden evvel öğrenmiş oldum. Farkında olmadan öğrettiği bu durumun ardından randevumu teyit etti ve koridorun sonundaki odaya gitmem gerektiğini söyledi. Teşekkür edip ayrıldım, yine olabildiğince kısa bir şekilde. İçeri girdiğimde yalnızca kulak kabartıp tanıyabileceğim bir şarkı çalıyordu, emin değilim fakat Mercan Dede'nin Su albümünden olmalıydı. Psikologum Pelin Hanım, orta yaşın üstündeydi, bu yaşıma kadar yaş ve tecrübenin doğru orantılı olmasına şiddetle karşı çıkarken, iş, kendimle alakalı olduğunda tabiri caizse biraz yaşını almış bir doktor seçmek daha güvende hissettirmişti. Kendimi özetledikten sonra anlatmaya başladım. ''seninle yer altında tanıştığımızı hatırlıyorum'' Her sabah ya da uyandığım her an şu cümleyi hatırlamadan yataktan kalktığımı hatırlamıyorum. Kiminle yer altında tanışmış olabilirdim ki, cümleyi gerçekten hatırladığıma emin olduğum kadar kimseyle yer altında tanışmadığımdan da emindim. Önceleri gördüğüm fakat hatırlamadığım rüyaların etkisinde olduğum için, zihnimde bu cümleyle uyandığımı düşünmüştüm. Sonradan rüyalarımı not etmek için küçük bir defter edindim, defterimi de yanımda getirdim, dilerseniz okuyabilirsiniz. Rüyalarımda yer altının aksine yüksek yerlere tırmanmaya çalıştığımı görüyorum. Bakın, lütfen beni ciddiye alın, ben bu cümleyi hatırladıkça gerçekten yer altında uyanıp yeryüzüne ulaşmaya çalışıyormuşum gibi bir hisse kapılıyorum. Düşünsenize, bir sabah uyanıp nereden geldiği belli olmayan bir cümleyi hatırlıyorsunuz öylesine, birkaç günlük, gündelik hayatın zihinsel yorgunluğu sebebiyle değil, bu cümle hep sizinle artık. Ne söyleyen belli, ne de zamanı. İşin rahatsız edici tarafı ise şu andan birkaç yüzyıl önce yaşamış olsaydım yer altında biriyle tanışmak için zindana atılan bir suçlu olmam gerekirdi, yani yer altında bulunma ihtimalim oldukça az gibi geliyor. Şimdi öyle değil, her gün metro kullanıyorum. Hatta bundan beş sene önce giriş katın altında bir ev kiralamıştım kendime. Altı ay orada yaşamak zorundaydım, fakat geçirdiğim altı aylık süreçte kimseyle tanışmadığıma yemin edebilirim. Tanışmak ne demek, artık gerçekten bunu bile bilmiyorum. Gözlerine bir kez baktığınız birine seninle tanışmıştım diyebilir misiniz?


*** Birden gözüme Pelin Hanımın hemen ardında duran ayna takıldı. Aynaya bir defa baktıktan sonra normal bir şekilde kendimi anlatmaya çalışsam da başaramadım. Bütün dikkatim ayna üzerine yoğunlaşıyordu ve bunu asla durduramıyordum. Hele kendi gözlerime baktığım an bir cümle söyleyecek gücüm dahi kalmadığını hissettim ve biraz kaba sayılabilecek şekilde odayı terk ettim. Klinikten çıkarken danışmadaki güzel kadınla tekrar karşılaşmayı isterdim fakat tek gördüğüm şey, dümdüz ilerleyen yol olmuştu. Şuursuzca ilerliyordum, yol ezberimde olduğundan hiç tereddüt etmiyordum, fakat asla bilinçli bir ilerleyiş değildi. Üstesinden gelemeyeceğim, benim üzerimde oldukça baskın bir istek hissediyordum; eve gitme isteğiydi bu. Açlık ya da uykusuzluğa karşı ne kadar direnebilirsem eve gitme isteğime de o kadar direnebiliyordum. Evin kapısındaydım, nasıl geldiğimi, yolun ne kadar sürdüğünü hatırlamıyordum. Anahtarı ararken ellerim titriyordu. Esasında ben, evini çok seven bir insan değildim, ama şu an hissettiğim duygu şüphesiz ki kavuşmaktı. Sanki anahtarı çevirip içeri girdiğim an hayattan istediğim başka bir şey kalmayacaktı. Evime girmek, bir yandan rahatsızlık veren bir yandan da devam etmesini istediğim bir duruma evriliyordu. Anahtarı bulduktan sonra acele ederek kapıyı açtım. Eve girdiğimde değişen hiçbir şey yoktu, salondaki tekli koltuğa oturup olayları sırasıyla düşündüm. Yine anlamlandıramamıştım. Aynayı gördükten sonra delicesine eve gelmek istedim, anlam veremesem de olayın kalbinin bu kısım olduğuna inanmıştım. Bana keyif vermeyen bu kavuşma sonrasında çantamı sırtımdan çıkardım, neler ne olmaz diyerek kimliğimi cüzdanımdan farklı bir yere koymuştum, daha kolay ulaşabileceğim bir yere. Tam bir ay sonra doğum günüm olduğunu fark ettim. Kimliği ait olduğu yere kaldırdıktan sonra üzerime ince bir pike alıp salonda uzandım. Rastgele bir film kanalı seçtim, saçma bir film izleyerek uyuyakalma planı yaptım. Uykuya dalarken düşündüğüm şey film değildi, doğum günümdü. Doğduğum gündü, annemin beni istemeden doğurmasıydı, ömrünün bir kısmında ona külfet olacağını düşündüğü bebeği doğurduğu günü düşünüyordum ve on sekiz yaşında genç bir kadının sterilize tanımından hayli uzak, yerin altında doğurduğu çocuğun ben olduğumu hatırlamamla irkildim. Ben yer altında doğmuştum, annemin sık sık doğduğum yere tez vakitte dönmemi istediğini belirttiği cümlelerini daha net hatırlamaya başladım. Ben öldüğümde yer altında dönecektim. Her şeyi anlamıştım, her gece uyumadan hatırı sayılır bir vaktimi ayna karşısında geçiriyordum ve sabah ''seninle yer altında tanıştığımızı hatırlıyorum'' cümlesini hatırlıyordum. Kabullenemediğim iki gerçek arasında yaşıyordum, gözlerimden başımın altındaki yastığa gözyaşları süzülürken gözlerimi tavana dikip ''seninle yer altında tanıştığımızı biliyorum'' dedikten sonra uyandığımı hatırlamadığım bir uykuya daldım.

Ve edebiyat sayesinde yeniden birleşiyoruz, Yine edebiyat yüzünden ayrıldığımız gibi. Her şiir geçişinde meltem esiyor kapalı alanda. Seslendirmenler, kalbimin ritmini fon müziği olarak kullanıyor. Sen, deniz ertesi bir sabaha uyanıyorsun o geceden sonra. Merak ediyorum deniz öncesini hatırlıyor musun? Birlikte girdiğimiz fotoğraf karesine bakamıyorum; Sanki girmemle çıkmam bir olmuş, Sadece sen kalmışsın o fotoğrafta. -yine deKendime rağmen, kendimi bu fotoğrafla avutuyorum pekâlâ. Beni kim şair ilan edip, şiire itti?



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.