Öykülerin çoğu karakterin yataktan kalkmasıyla başlar. Bununla başlamayan öyküler de diğer öykülerin bununla başlamasıyla. Aynı şarkıyı yetmiş beşinciye dinleyenler, son bir hafta içinde tüketim alışkanlıklarını değiştirirken üretim ilişkilerini gözden geçirenler. Köşedeki kız marksengelslenin okuyor. Şarkısında ise rahatsız edici, tiz bir titreşim mevcut. Okuduğu kitabı yere bıraktıktan sonra bir sigara yakıyor. Köşedeki kız, sigara içmez. Yaktıktan sonra toprağa basarak söndürüyor sigarayı. Kendisini izlediğimden habersiz. Köşedeki kız, her gün aynı saatte aynı şeyleri yapar. Onu izleyen de. Her gün aynı caddeden geçerken aynı kişilere selam verir. Aynı kişilerle karşılaşmamayı diler. Aynı spotçuda aynı masayı görür her gün tekrar tekrar tozu alınmış, toz alınma izleri durur halde. Eğlence mekanlarının olduğu yerde takılsa da içmez. Köşedeki kız, halkların kardeşliğini savunur. Deneysel şiirler okumaz. Gecesinde şiir yazdığım sabahlar genelde ağrılarla uyanırım. Ve gözlerimi açtım. En sevdiğim bağlaçla başlamıştım ikinci cümleyi yazmaya. Gece olanları düşündüm. Gece bir şey olmamıştı. Hepsi aklımdaydı. İlginç bir rastlantıydı aylar sonra denk geldiğimizde aynı dergi aynı çantada ve aynı çanta farklı kişinin omuzlarında. Değişmişti. Hiçbir şey sabit kalmaz. Kanıksadım artık. Bir sabah daha. Düzyazıyı tamamen bırakıp şiire geçmek için yeterli cesareti bulamıyordum. Bazı noktalara daha dikkatli bakmak lazımdı. Ortadoğu’da neler oluyor? Yazılarımla alakası yok. Olmalı mı? Dış politika üzerine köşe yazıları yazmak… Biçilmiş kaftan. NE değer yargıları NE yargılamalar SUSSMAZ köşedeki kız dağınık yazılan şeylere konu olur ve köşesinden ayrılmaz kimseyi de yaklaştırmaz ‘’Yekten hayatını sadece tek bir kişi üzerine kur. Alıntılayacağın cümleleri de kendin yaz mesela,
ben öyle yaparım. Ve sigara içmiyorsan bile böyle ayrılık konuşmalarından sonra bir sigara yakmalısın. Ben mesela, manzaraya bakmak için buraya her gelişimin dönüşünde bir sigara yakarım. İçmem ama. İçme zaten. Hayır, kamu spotu değil bu. Ağzım, herhangi bir olumlu sözle katranı giderilemeyecek kadar boka batmış bir halde. Biliyorum böyle düşünmemiştin, her şey daha farklı olur gibiydi ama ben de istemedim buraya gelmeni. Zaten bilmiyorsun, babası ölen on bir yaşındaki kız çocukları, on altısında edebiyata meyleder hep.’’ Fazla duygulu. Yetmiş dördüncü tekrar. Geriye doğru. Yetmiş üç. Ne diyorduk, yetmiş iki. Nefes aldığımda yazıyorum yalnızca.
Hep bir yakut veyahut topal bir yıldız parıltısında uyanacaksın uykundan!- amatör bir şairin kanlı mürekkep izleriyle kirli ve lekeli ucube bir gecenin tırnak batımına. (Paçalı donlarıyla ve TL ve Dolar fonunda kurnaz bir rap şeysi Mc Sancho Panza armoni bataklığında mırlamaya başlamadan önce (( ki kolonları olan her mekânda aynı çürümüşlüğün yankısı duyuluyor artık… )) iki ölçek Heroin, Velvet Underground almalı.) Havlarken işçi tasmalarıyla (piyasa platformlarında yersiz-
yerel türkü formlarında) köleler ordusu, yeryüzünün gölgeler oyununda; kent aynalarına sabit ve çelimsiz siluetin; ürperdin ki ürperiyorsun. Her kâbusun bir kurbanı ve öznesinde kader yazmanı bir tanrısı olduğunu biliyor; dekoratif ve sağlıklı acılarınla yaşama telkinlerde bulunuyor ve sivri uçlu iğnelerinde kesinlikler sunuyorsun. Atladığın; parçalanmış bilincinde zamanın taş parçaları uçuşmadan ve ölüm yataklarında iktisadi sevişmelerle pazarlama uzmanları ve antagonist boşalımlarla sanat holiganlarıyla yalnızlığın rahmine boşalmadan öncesi eklemeli; sahi atılmış mıydı temeli iştahsız ve doyurulmamış arzular departmanı-B Blok; biraz doğu çok az batı yakası tümdengelim yapısı ve özensiz inşası. Kuşkulusun ve korkuyorsun;- gerçekliğin sanrılarında kurbanlar arıyor-keşfediyor; süslenmiş emeklerle kutsuyor ve varlık ve biraz da alıntı hiçliğin odalarına sinmiş buğulanmış-hırpalanmış ve yalnızlığın tüm çıkış yolları kapatılmış çürük dişler ve vişneler ve leylak kokusunda umutsuzluk toyu ,şeyler...;kadavralarına karşı cesursun- ahlaki ve onur istençli karanlık çocuk masalları fısıldıyorsun. Ve kederinden arınıyor dünya; değil mi? Kabul! Peki; sabah, öğle, (özensizce hazırlanmış diyet listelerindeki gecikmeli tüketim yamyamlığında çikolataya batırılmış zaman ve pasta dilimleri) ve gecenin en belirsiz saatlerinde pencerenden içeri süzülen bir yatalak hastanın inlemelerini ve kalbinde kök salmış amonyak kokulu nefret çiçeklerini unutabilir misin? Sesindeki tınılardan yayılan bozuk akordeon solosundan; Otuz ya da otuz beş yaşlarında bir adam olduğu anlaşılan-anne ya da babasının tuvalet-yemek-fiziksel bakımlarıyla kirli bir yağmur gibi yalnızlığın saçaklarından yayılan nefes borularındaki melodiyi duyumsuyor musun? Dün ve bugün ve rotasız bir saat sarkacında öteki bir gün; yalnızlığın cilalanmamış ve kesif kokulu acımasız nefesini duyumsadın, öyle mi? Çaresizliğin ve hiçliğin ve kimsenin kimsesi olamayışın çamuruna saplandın ve artık yaralandın, değil mi? Peki, ya pragmatik lanetin ve hafıza boşluklarını doldurma istemin… Türü bozuk bir bilim kurgu filmindeki palyaçoların, katillerin; bulandırmadan bilinç sularını; mısır koçanlarında mermilere, devasa kırmızı pabuçlarında ezilen insan görüntülerine (pamuklu şekerlerinde kefenlerle sarmaş dolaş cesetlerine) artık bir son verelim. Ve ebeveyn sevgilerinin (mirasyemedencücelerin borsa ve hisse endekslerinde kariyer çizgisinin) doğum belgeleri ve toplum üçgenlerindeki zoraki ve seçilmemiş sahtekâr peygamber betimlemeleri gibi basit bir gerçeğin ertelenmiş hayal parıltısı-yansısı-kırıntısına dönelim; yatalak bir hastasın. İşemek-sıçmak-kusmak vb.
gibi hareket ve özgürlük tınılarına sağırsın ve bir beden gereksinmesinde kolasız yiyecekler, doymuş yağlarında içecekler ile bilinç hücrelerinde mahkûmsun ve yaşıyorsun-bilincini neşelendirecek unsurlar ve yalnızlık oyuncakları olarak alet-edevatlardan öyle böyle edatsız insanlardan yoksunsun. Boş duvardır bakınacağın ve yaşadığın devletin tüm sağlık kurumları iflastadır-anneler ve babalar ve öncesinde hazırlıksız yakalanmış doğa kursiyerleriyetenekli ve parlak gelecekleriyle kinayeli söylemleriyle feylesof stajyerler de olmayacaktır (yan çapraz bağlarında bir iletişim kopukluğu söz konusu olan)- sözgelimi; yasaklanmış ya da yok olmuşlardır. Tek başınasın ve yaşamını anlamlandıran ya da bulantılarla kendi çukurunda boğan ömrünün anılara ve olumlu-olumsuz her kazanıma muhtaç ve zavallısın. Acıma reflekslerinden ve dostluğun-arkadaşlığın-kalabalık bir yol kavşağının ihtiraslı köşelerinden sana gülümseyen-el sallayan-bekleten ve bekleyen bir insan ve aidiyet temalı iki dize haiku denemesi düşlendi ve (ek olarak tüm insani-hayvani ve bitkisel ilişki biçimlerinde) sorgulandı varlığın; kesif ve tutuk bir nutuk eşliğinde birbirine çarpan ses frekansları ve gerçeklik mitinde bitimsiz soruşturması devam edildi; Kendine biçtiğin ya da hayallerle süslediğin erdemler ve ahlak bütünlemesinde ki merdivenlerinden düşüyorsun. Ve fizikselzihinsel-ruhsal ihtiyaçlarıyla artık zavallı bir ebedi mağdursun. Oy pusulasına karşı antipatin siklenmedi, yalnızca; Kim? Ne? Ne için? Ve neden? Soru ekleriyle hafifleyen olgunlaşmamış bir boşluk hissi eklendi. Bir insana ihtiyacın olacaktı ya da olmalıydı- bedenini ve ruhunu duyumsayacak-besleyecek-doyuracak ve yörüngesinde süzüldüğün ak ve kara çarpıtılmış yalanlar ve yarasalar kasırgasına karşı savaş açacak- sahi kim olabilirdi ki? Artık yatalaksın ve tüm denetimsizliğiyle insan ilişkilerinin dışında ve teksin; belki hiç yoksun. Kalemin kırıldığında bu çaresizlik anında geçmişin ve apokaliptik göz yuvalarından baktığın; yer altı sığınaklarındaki uzamsız ve kurgusal kavram çuvallarınla, yalnızsın- kimsin ve kim için ne ifade edeceksin? Ne kadar kırılacak, öfkelenecek, huzursuz olacak, varlığına direnecek-sabredecek, emek verecek, ucuz bir hayat kurgusunda tökezleyeceksin; geri dönüşümsüz bir yatalak hastasın. Çıkış yolun; bilincinin dışında ateşli memeleriyle rivayetsiz hüzünlerin ve şirinlikleriyle akortsuz dayanışma türkülerinde toplum mu? Bilim ve vampir mezarlıklarında bastırılmış hayallerinde bir kan havuzu mu? Susuz kaldı nehrin ve yaslı yasa törenlerinde anti kahraman bir ötekisin; tebrikler! Yalnızsın ve artık geviş getirebilirsin... Ve yalnızlığın şekerlemesi öncesinde bir günlük aşırmasına (umut vaat eden yetenekli bir hırsız örneği belki) hazırsın; - Pembesiyle şehvetengiz bilmukabele günlük; Duş almayalı ne kadar oldu anımsamıyordum; kepçe operatörüm Geppetto'nun geniş zamanlara yayılan nevrozlarının mağdur ve mazlumu zavallı bir kıl parçasıyken hafıza köklerim hep böyle kaşınmaktadır. Kurumuş ve dalların da kirli yosunlarla yüceltilmiş bir melodram yaratan Japon Akçaağacından farksızım. Şikâyet ettiğime dair bir kanı oluşmaması adına da eklemeliyim; tırnak yeme hastalığı olmasa eğer (sivri pürüzlerin canımı yakması dolayısıyla) Geppetto’ya sempati duyduğum bile söylenebilir. İzbe sokak aralarında, devlet kurumlarının donuk beyaz tuvalet koridorlarında ya da göçebe olduğu haneler-bürolar-tramvay tutamaçlarında profesyonel bir burun karıştırıcısıdır; sinsi ve özgün doğaçlamalarında sağ işaret parmağını ehemmiyetle kullanır.
Her haziranın on beşinde hiç sekmeyen nezle nöbetlerine karşı uyguladığı yöntemlerle de oldukça şaşırtıcıdır. Kılıma yani özneme zarar gelmemesi adına kullandığı aktar mucizesi papatya ve benzeri bitkisel çayların tüketiminde ısrarlı ve zanaatkârdır; pekâlâ bu da kaçak puro dumanıyla bir intikam tamlamasıdır. Arkadaşlığımızın nesiller boyu sürmesini temenni ediyor ve sarımtırak mikrop kraterlerinden kurtulmak adına uyarı fişekleri atmaktan da geri durmuyorum. Derisinde yarattığım tatlı kaşıntıların karşılıksız kalmasıyla birlikte aramızda yaşanan bu uzaklığın eksik bir veda ambiyansında olması da gerekmiyor pekâlâ! Ki bugünGeppetto’a karşı güven ve sadakatimin tazelendiğini eklemeliyim; Her şey ya da abartı; Punk yoksulu ve tatsız 90’larda kalması-yaşanması-çürümesi gereken yeşil kerpiç duvarlarıyla meşe ağacı tahtalarına destekli bodrum katındaki berber dükkânın da başladı. Ege'nin hiç de Ege'de olamayacağını ya da olmaması gerektiğini (-ki nedendir bu özgüven hadsizliği bilinmez) düşündüğüm bir köy şantiyesinde geçirilen yirmi ya da yirmi bir albüm saatlik çalışma süresi boyunca saç-sakal ve yüz bakımına hiçbir şekilde zaman bulamayan- ya da tembellik hakkını kullanan Geppetto'nun unutulmaz epizotudur -varlığıma ışık katan.;-boş ver abi alma o kılı, o da bi can sonuçta! Islaktım, ürkektim, titriyor ve ölümün o klişe ılık rüzgârlarını midemde hissediyordum; şöyle ki kabuğum yoktu sığınacak ve kafamı sokacak ve şiddetin yıkıcı etkilerine karşı savunacak bir miğferim yoktu. Bir kalbim olsaydı şayet; kaygan zemininde kaygıların, az Mrs. sado hiç de Mr. olmayan mazoşist kaynanaların bir DNA kolonyası amatör serseri torunlarının sinüzit borularındaki kaykaylara yerleştirdiği kesici aletlerine doğru kayabilir ve ikiz melekler soruşturmasının önceliksiz şüphelisi olabilir- dahil olmadığım bir kıl dönmeleri baskınında yakayı ele vermiş alçaklarla aynı soygun hükmünden usturalar hücresini boylayabilirdim- çok şükür bugün, biraz taksitle de olsa mazzatello darbeleriyle erinç bir ölümden kıl payı kurtuldum ve bakır ve boz renkleriyle kemerli burun koylarında kendi otağımda bağdaş kurdum iki dize öyle böyle ve bkz şöyle; yazmaya koyuldum;
Mekanik, saydam ve dengesiz bir nefes alışverişi, tüketirse kalbinin bakiyesini; ellerinde kalır tüy ve bakım aletleri- ve kesilmiştir fişi. Kullanım kılavuzudur ve kazınmıştır; fırçala-yıka-temizle tüm azametinle deri karargâhlarını; uyanacaksın uykundan kutsal bir kandil akşamı ve utanacaktır düş fırınlarında ve köy tandırlarında cellâtlar, çağdaş voodoo ayinlerinde ekstazi kullanmadan…; ve de -kokulu silgilerle arınacaktır tarih köksüz anılarından, açgözlü ve pezevenk ve yağlı ve sarkık yanaklarıyla endüstriyel bir şehvetin şefi ‘’insan’ olanından; hayvan mezbahalarından, muhasebe defterlerindeki sayısal zombi istilalarından. /// Uyarı; kuşbakışsız nötr bir zaman aralığında kullanınız. –sıfırsıfırnoktaçiftsıfırnoktavedörtsıfır- /// Dimorfist ve evrimsel darağacında serkeş Geppetto; bilinç koridorlarında sakat bir kurgunun hacimsiz ve durağan tekerlemelerini ezberleyene dek -…devamı gelmeyecek kesinlikle!
Nemli gözlerini merdivenlerin sonundaki kırmızı paspasa denk getirene dek kafasını hiç kaldırmadan tam beş kat çıktı. İşte… Aradığı daireye varmıştı. [No: 22 J.H.] Şimdi önünde eski bir kapı vardı sadece. Tokmağı sökülmüştü ve yerine çizik izleri bırakmıştı. Zil olması gereken yerden ise kireçlenmiş iki kablo sarkıyordu. Bir ritüele başlar gibi çekidüzene girdikten sonra soluklanmak için kendine zaman tanıdı. Bunca yoldur sağ avcunda tüm gücüyle sıktığı anahtardan üç parmağını azat etti. Acıyla terbiye edilmiş diğer ikisi de deliği bulmakta zorlanmamıştı. Bileğini öylesine ağır ve kontrollü çevirmişti ki kilitten gelen sesi zemin kattan duyabilirdiniz. Üçüncü turun sonuna geldiğinde ise tek ihtiyacı kapıyı hafifçe itmekti. Burası eski bir daireydi. Girişin biraz ötesinde, sağ tarafa mutfak iliştirilmişti. O kadar küçüktü ki içeriyi görmek için kapıdan adım atmaya gerek duymadı. Tam karşısında ise banyo duruyordu. Mutfakla hemen hemen aynı boyuttaydı ve iç açıcı bir durumda değildi. Keşfe devam etti. Koridor tablolarla doluydu. Aynı tip çerçevelerde, farklı farklı boyutlarda onlarca portre. Işığı açana kadar bu çerçevelerdeki çizgiler gözüne normal görünmüştü. Fakat ışık vurduğunda… Tüm bu portrelerin gözleri yerine düz koyu renklerle boyalı olduğunu gördü. Bu içini ürpertmeye yetmişti. Yine de teker teker her birine baktı. Bunu koridoru aşması dakikalar sürecek kadar yaptı. Ressamın imzası ise karalanmıştı. Resimleri anımsıyor gibiydi. Kolay unutan biri değildi; yaşadıklarını zihninde sonu gelene kadar yavaşça çiğner ve dipsiz bir kuyuya dönmüş ruhuna yutkunurdu. Fakat bu sefer durum çok farklıydı. Bu anı… Zihnindeki o sivri dişlerden bile eskiydi. Daha fazla düşünmemeliydi bunu. Koridorun sonuna geldiğinde onu büyükçe bir tablo karşıladı. Bu tabloda, elleri şişkin karnının altında kavuşmuş oturan bir kadın vardı. Lacivert bir bluz giymişti ve başını hafifçe sağa eğmişti. Gözler bu resimde de yoktu. Fakat diğerlerinden bir farkla; biri gözlerin olduğu
bölümü ustaca kesmişti bu sefer. Bunu kim niye yapsındı ki… Tablonun sağında ve solunda eşit uzaklıklarda birer kapı yer alıyordu. Soldaki kapı mavi renkteydi, sağdaki ise kızıl. Tereddüt etmeden sağdakinden içeri girdi. Küçükçe bir odaydı. Kapıdan adım attığında karşısında yarım kalmış tabloların ve boş tuvallerin bir hilal oluşturduğunu gördü. Bu tuvallerden pek çoğu İtalya’yı anlatıyordu. Her bir şehir için bir tane. Hilalin iki ucunun arasında ise tek kişilik bir ranza kapıya dönük vaziyette yerleştirilmişti. Adeta birinin gelmesini bekliyordu. Belki de İtalya’dan gelecek bir misafiri. Tahmin etmeye çalışarak zihnini bulandırmak istemedi. Yatağa yaklaştıkça tuhaf bir baş ağrısı hissediyor ve her adımda bu ağrı da artıyordu. İnatçı biriydi ve kendine engel olan her neyse ona meydan okurcasına devam etti. Yatağa ulaşabildiğinde bu ağrı şiddetli bir deprem haline gelmişti. Kendini yorganın üzerine attı ve sırtüstü döndü. Yüzü gözlerini açamayacak kadar kasılıyordu. Kulaklarının içinde Fransızca cümleler mırıldanan bir adamın sesi yankılanıyordu. Gözünü aralayabildiği kadar araladı ve karşısında bir kadının ayakta beklediğini, hüzünle onu izlediğini gördü. Bu o kadın değil miydi? Tablodaki kadın… Ellerini kadının gözlerine doğru sanki bir şeyi yakalamak istermiş gibi uzattı ve avuçlarını tüm gücüyle sıktı. Tüm gücüyle derken hakikaten de tüm gücünü bunu yapmaya harcamış olacak ki oracıkta yığıldı. Uyandığında ne kadar süredir böyle kaldığını bilmiyordu. Baş ağrısı gitmişti. Tablolar ve kadın da öyle. Yatak ilk halinden çok daha eski görünüyordu. Tüm bunları bir an idrak etmek istediyse de bir başka şey dikkatini daha çok çekmeye hazır, avuçlarında beklemekteydi. Sıkılı duran avuçlarını o karıncalı hissin merakıyla açtı. Ve ne görsün! Tablodaki kesiğe ait bir çift mavi göz… Avuçlarında yanan bir çift gözle koşarak odadan çıktı. Bu aceleyi sokaktaki biri görse “İşte size şarap parasını çıkarmış bir ayyaş” derdi. Tabloya geri döndü. Gözleri özenle yerlerine yerleştirdi. İşte şimdi tamam-
dı tablo… Geriye bir adım atıp tabloya tekrar baktı. Duvarların içinden piyano tınıları gelmeye başlamıştı. Koridordaki her tablo bir tuştu sanki. Usta bir el tüm o tabloların üzerinde bir gölge oluyor, dolaşıyor ve o müthiş ezgiyi ortaya çıkarıyordu. Derken müzik artık doruk noktasına ulaştı. Nefessiz bırakacak kadar büyük bir cümle dudakları arasında şişti, şişti ve çizgi romanlardaki cümlelerin o beyaz balonu gibi çıkıverdi aralıktan… “Ruhunu gördüğümde, gözlerini de çizeceğim.” Ve söz balonu patladı. Havada kar taneleri gibi salınarak inen küçük beyaz ışıltılar bıraktı ardında. Geriye son bir kapı kalmıştı; mavi olan. Kapının üzerinde ne bir kol vardı ne de başka bir uzuv. Sadece bir bilmece ve altında kapıya gömülü sıkıca kapalı bir istiridye vardı. Bilmece ise şöyle idi: “Saklı olan ne varsa, Aydınlığa çıkmak için saklıdır. İnciyi istersen kabukları kır. Bir yumruk darbesi yeterli kafesten kurtarmaya.” Bunu okuduktan sonra yumruğunu iyice sıktı. Gözlerini bir an kapattı ve ona güç verecek ilahi cümleyi kendine fısıldadı. Kapıya doğru uzunca bir manevra yaptı ve tüm gücüyle kabuğa sert bir yumruk attı. Kabukta hiçbir değişim olmamıştı. Eli müthiş bir acıyla doluyken kabuk ona sırıtmaya devam ediyordu. Tekrar, tekrar ve tekrar denedi. Eli kanlar içinde kalana, dayanılmaz acıdan bitap düşene kadar denedi. Sırtını kapıya yasladı ve kendini kanlı ellerinin kontrolünde yavaşça yere bıraktı. Elinden gelenin en iyisi buydu. Derken kapıya böylece yaslandığında onu avutan bir sıcaklık vücuduna yayılmaya başlamıştı. Bu sıcaklık önce vücuduna sonra da tüm zihnine yayılmıştı. Sevgiye dair tüm anılarına ulaştı. Yaşadığı bütün sevgileri teker teker bulup çıkarıyordu bu kapı. Kendini tüm o hislere ve görüntülere bıraktı. Hayalinde devasa bir istiridye önünde durmaktaydı. İstiridyenin içinden sevimli bir ses onu sıcak bir meltem gibi incecik bir sesle çağırıyordu. Gövdesi tüm bu güzel duygular içinde devindi. Söylenebilecek en güzel şiiri hissetti ve derin bir nefesle toprağa üfledi. Toprak keyifle titreşti. Sayısız çiçekten bir çemberin içine aldı istiridyeyi. Kabuk yavaşça açıldı. İçinden anadan üryan genç bir kız çıktı. Onu tanıyordu. Evet çok önceleri hayatına
hızla girip çıkmıştı işte bu kız. Uzun bir süre şapşalca çabalamıştı onun için. Sonra kötü hissettiği bir anda gururuna uyup bir daha görmemek üzere de silmişti. Ya da öyle zannediyordu. Affetmediği insanları unutamazdı ama anıların en dibine saklar, en azından öyle avunurdu. Ama onu böylesine ortaya çıkaran ne olmuştu. Bunu düşünmeye devam ederken kız sihirli bir ritimle salınarak yanına geldi ve yıllar önce ona verdiği kolyeyi avucunun içine geri bıraktı ve kulağına fısıldadı. Uyan… Gözlerini açtı. Kalbi ölesiye çarpıyordu. Kapı onu vurmuştu. Hem de en güçlü yumrukla… Kendi kalbinin yumruğuyla… Göz kapılarını tutan muhafız kirpikler pes etmişlerdi. Yaşlar tüm yüzüne boşandı. Kapının önünde dizleri üstüne kapanmıştı. Öyle ki, kendi hıçkırıklarının gürültüsünden istiridyenin kırıldığını ve kapının inciler dökerek onun önünde açıldığını fark edemedi. Ayağa kalktı ve gözlerini ovuşturarak içeriye girdi. Burası yüz yıl öncesinin modasına göre dizili eşyalarla dolu soluk mavi renkte bir odaydı. Büyük bir penceresi vardı. Kenarında tablodaki o hüzünlü kadın dışarıyı izliyordu. Onun geldiğini fark etmemişti. Kendi kendine mırıldanıyordu… -İki gün geçti… Sonsuzluk gibi iki gün. Şimdiyse bu sonsuzluğun bitme vakti. Bırakalım da zaman benimle son kez eğlensin. Son bir kez… Ve kendini aşağı bırakacak son adımı attı. O sırada koşturup kadını yakalamaya çabaladı. Bunu yapmak için çok geçti. Pencereye kadar gitti. İçine doluşan tüm kederle aşağıyı izledi. “Belki ben de…” dedi. Sonra bu düşüncesinden korktu ve hayatta kalmak istercesine geri yalpaladı. Oradan uzaklaştı. Çerçevelerde dolaşan gölge bu sefer daha da hüzünlü parçalar çalmaya başlamıştı. Odadan ağır adımlarla çıktı, istiridyedeki kızın verdiği yıldızlı kolyeyi sıkıca tutuyordu. Arkasını dönüp son bir kez bakmak istedi tabloya. Elini müthiş bir güçle gerdi ve kolyeyi tabloda tam da iki elin kavuştuğu yere fırlattı. Kolye çerçeveyi deldi ve tablodaki eller arasından bir bebek ağlaması duyuldu. Bu tablo gerçek bir bebeğe gebeydi. Hızla çerçeveye koştu. Ellerini içeri sokup deliği daha da büyüttü ve tablonun ardındaki gizli bölmeden kundağa sarılı bebeğe ulaştı. Bebeğe tüm şefkatiyle sarıldı. Bulmuştu… Sonunda bulmuştu.
ilkin boşluk’u çaldık üryandı 1+0 müsaade artık bizimdi, heveskıran tenya sığınacak yangın arandı körükle kapı kapı türedi standart mantra [arama] [kurtarma] gecenin insafı yoktur akı da aynaya baktın - aynayı kırdın - ayna hakkında söyleyecek neyin kaldı kurcalıyoruz gözeneğe işlemiş amorf sarsıntıyı bebeğim duruyoruda ambale eriyiği bu meditatif tartışma artçı fayda kabus capcanlı, göz alıcı lav çığıran kimyasal ve yok sıçrayan düşünüm deneye hücmetken viral serinliğin gıyabında bebeğim ayna yok ekstra bir hakkın da adlandırılmaktan kaçmadık, adlandırılan çürür istimna bil-yed veya onan, dolay gayet kriminal ölenlere öncelik tanıyalım iyiniyet yerine titiz cinai planlar, mümkün mertebe medikal oluşumlar, kanırtacağımız güya devcileyin bir kitap kapağına dönüşmek için bir sabah uyandığında purrdikkat nabzetmiyor sanki artık ilgili makama acele etme, mutsuzluk az sonra başlayacak ölenleri önce bir tanıyalım )üzerimizde denesin diye bağışlamamıştık bu gücü ona( )üstelik bilmiyoruz nasıl geri alınacağını da( suzmasın kuantum eziği yapış aramızdan görev bilinci sorgulanmadıkça sonlanmaz görev fısıl seviyesinde tiryaki dudaklardan yığılana gark/adak slogan, bu kadar ışığın içinde uyumamam.
karanlığa düşen damla Bugün ne yaptım biliyor musun? Akşam yemeği yerine kahvaltı yaptım, aç değilim. Tüm gün masanın başında oturdum ve kaçtığım ne kadar metin varsa hepsini ilerletmeye çalıştım. Elimde hâlihazırda iki öykü, yedi mektup ve biraz da mektubun içine sıkıştırdığım öyküler var. Öykülerden biri daha filizlenmemişken diğeri bitmeyi bekliyordu. Galiba yazmaktan kaçmanın çok iyi ve en geçerli yolunu buldum. Kafam sürekli güzelken yazmaktan, en azından kalemle yazmaktan kaçabiliyorum. Çünkü her an bir öykü zihnimde büyüyor. Bu durmamak isteğini adlandıramıyorum. O günlerden çıktıktan sonra muazzam bir susamışlık birikiyor ve yazıyorum. Bu arada çok Sevgili Yalım Bey, sizce yer altına yaklaşmış olabilir miyim? Evet, üslubum çok uzak ama ben, bir kadın ve bir erkeğin sadece sevişmek için yan yana geldikleri hâlde birbirlerine sevgi cümleleri kurmak zorunda kalışlarını çok iyi biliyorum. Bu yeterli olmayacak mıdır? Bitmeyi bekleyen öykü üzerinde yeterince çalıştım, filizlenmeyi bekleyen öykü içinse şu an çalışıyorum. Ne de olsa kadını bir tek ben gördüm, benden başkası yazamaz değil mi? bu mektuplarda günlük olanlardan bahsetmeyecektik, ki sözüme de hâlâ çok sadığım. Günün getirdiği hiçbir şeyi yazmıyorum. Sadece onun zihnine girmeye korkuyorum. Tamam, evet, sakinim. Senin dışında bunu okuması gereken kimse kalmadı artık. Bir an olsun daha beklemeyeceğim. Sonra eve vardım, ne evi ulan, eve çok sonra vardım ve hâlâ Beyoğlu’ndaki kilisenin tahta sıralarında oturuyordum. Kafamı geriye çevirmiş, bir vahyin gelişini anlarsın ya hani, işte tam öyle kapıya bakıyordum. Bir şey olmadı, yani tam şu anda zil çalmalıydı gibi. Hayır olmadı. Belki de yakmalıyım bütün bu olanları. Bunun sessizlik olduğuna inanmıyorum. Daha da gömülmüştüm sıralara, ama hâlâ dönüp kapıya bakmaktan kendimi alamıyordum.
Kızardım. Heyecanlandım. Evet, bir şeyler olacaktı ama ne zaman? Elimdeki kalemle oynarken kafamı kilisenin tavanına kaldırdım. İzledim. Ben burada acı çekiyordum ve kimse bunun farkında değildi. Beyoğlu’ndaki en yüksek yere çıktım. Hayır, Galata’ya çıkmadım. Oraya çıkamazdım. Bilmiyorum, en yüksekteydim ve bütün bir Beyoğlu’na hâkimdim. Gözlerimi kapatıp kollarımı açtım. Sıranın üzerinde daha da büzülmüştüm. Kimse farkında değildi ve ben her hücreme kadar bütün bir dönmeyi hissettiğimi düşünüyor, arama çabasına bulaşıyordum. Daha yükseğe çıkmak istemedim. Bir hiç olmak bu durumdayken hoşuma gitmiyordu. Gözlerimi açtım ve etrafa bir kere daha baktım. Henüz arkama bakmamış hatta arkam yokmuş gibi davrandım. Böyle şeyler gerçekte olmazdı değil mi? Şu gerçekler neydi peki? Olabildiğince sakinledim. Derin bir nefes aldım, evet, aldığım nefes gerçekten bana yetmediği için derin bir nefes aldım. Sadece nefes almak için değil. Bütün yalanlarımı Meryem’in önüne koydum. Birdenbire bir tütsü yanmaya başladı. Evet, Meryem’in önünde. O benim yalanlarımla mı göz gözeydi o halde? Sanmıyorum. Tütsü kiliseye yayıldıkça ıslak bir orman kokusunu duyumsamaya başladım. Bugün İsa’nın doğum günüydü. Yine yüzleşmeye hazırken bir duman yalanlarımı perdelemişti. tanrı’nın bir mektubunu bulduğum için o günlerde sık sık kiliseye gidiyordum. Onunla konuşmak için bir yer arıyordum ya da tanrı olabilmek için. Ama o, hâlâ kiliseye girmemişti. Neden buraya geldiğini bilmiyordu. Kilisenin bahçesindeki merdivenlerin hemen önündeki Noel ağacından çok etkilenmişti. Rengarenk bir gökyüzüne benziyordu onun için. Ve buraya gelip bahçedeki mumlukta bir mum yakıp onu seyrediyordu. Peki ben bunların, yani içeri girmesinin ve yanıma oturmasının öncesini nereden biliyordum? Bir gün yine karşılaşacak ve yanına gidecektim, elimdeki mumu onun yakıp kuma dik-
tiği muma uzatıp yakacaktım. Benim ustam alevdir çünkü, diyecektim. O gece kalabalıktı. Herkes kilisenin bahçesinde gülüşüyor, fotoğraf çekiliyor, eğleniyor ve dans ediyordu. O yalnızdı ve merdivenlerin bir köşesine oturmuş olan bitenden habersiz, olan bitenler hep insanlardır, alevi seyrediyordu. Aslında pek mümkün değildi, ben de farkındaydım. Oysa hâlâ kiliseden içeri girmemişti. Kimsesiz kalmış gibiydi, evet kimsesiz olmalıydı, biliyorum çünkü ben de öyleydim. Yanına gitmemem için hiçbir sebep yoktu tabii, utanıyordum ama ve yalan söyleyeceğimi biliyordum. O da biliyor olmalıydı. Yoksa neden göz göze gelsinler ki? Beni kabul edecek miydi? Yine de gitmedim, ya bana soru sorarsa… Biri omzuma dokunup mum uzattı. Benim var, dedim. Kekeledim bunu söylerken. Olsun bunları birlikte yakalım, dedi. Galiba mum yakmayı bilmiyordu ve kendi romantik emellerine alet etmişti. Oysa tanrı’nın karşısında alev gibi olmalısın, dedim. Dua edecek misin? Hayır, dedi. Bunları söylerken gülüyor ve kıvırcık saçlarıyla oynuyordu. Kolumdan tutup mumluğa götürdü beni. Hemen arkasından, çok tütün içtim bugün ciğerlerimde bir hırıltı var, o oturuyordu. Yüzü alevlerin ışığında o kadar netti ki kendimi ona bakmaktan alıkoyamadım. Kıvırcık saçlı kadın ona baktığımı görmüştü ve birazdan isminin Hilal olduğunu söyleyecekti. Yaşamış olmalıyım tüm bunları. Beni dürttü. Kaybedecek bir şeyin yok, dedim. Anlamadım, dedi. Hristiyan mısın, diye sordu. Hayır, dedim. Sen de değilsin. Evet inanmıyorum, ya sen? Ben de inanmıyorum, Budist olmayı öğreniyorum, dedim. İlk yalanımı söylemiştim işte. Okuyor musun, diye sordu. Genellikle hayır, dedim. Gülerek, nasıl yani, dedi. Mumu rastgele bir mumdan yakmıştı ve hâlâ soru sormaya devam ediyordu. Ben ise orada alevleri seyrediyordum, alevleri ve aydınlattıklarını. Büyük bir heyecanla mumlara bakmasını söyledim, alevler nasıl da dans ediyorlar değil mi? Onu bir hakikat arayışına sürükleyerek mumların ardındaki lacivert paltolu kadını seyretmek istiyordum. Hangi mumu yaktığını biliyordum ve lacivert paltolu kadın mumluğu seyrederken onun yaktığı mumu çekip en köşeye batırdım. Kendi mumumu onunkinden yakıp yanına
koydum ve gözlerimi kaldırıp ona baktım. Hilal ne yaptığımı anlamadan beni seyrediyordu ve onu seyrettiğimi gözlerime baktığında anlamıştı. Evet, beni görmüştü. Gülümsedi, ben de ona gülümsedim. Hilal mumluğun karşı tarafına geçti ve aramıza girdi. Gözlerimi o hizadan çekmemiştim. Bir şeyler içmek ister misin, diye sordu. Aramıza girmesinden hoşnut değildim. Hayır, dedim. Kızgındım ona. Reddedildiğini ve hiçbir şey kazanamadığını, çünkü zaten ortada kazanacak bir şey yoktu, anlamıştı. Peki, deyip aramızdan çekildi. Yanımdan geçerken, bu arada ben Hilal, numaram da bu, deyip elime bir kâğıt sıkıştırdı. Kâğıdı aldığımı daha doğrusu zorla aldığımı görmüştü. Hilal gittikten hemen sonra bir çöp aradım. Anlamış olmalıydı ki, o da benim gibi etrafa bakıyordu, tekrar göz göze geldikten sonra kafasını sola çevirdi. Siyah küçük bir fiyonkla sarmalanmış olan lacivert şapkasının altındaki gözlerini göremiyordum ama yine de onun kafasını çevirdiği yere baktım. Çöpe doğru gidip elimdeki kâğıdı attım. Yüzünün sol tarafını, alevle aydınlanan yüzünün sol tarafını ve boynuna uzanan saçlarının arasındaki ince örgüsünü görüyordum. Belki de yanına gitmeliydim ama biraz daha bekledim. Durmadan bir şeyler kurmak ve sorulan her soruya bir öyküden cevap vermek istiyordum. Bedenimde büsbütün bir alev büyüyordu ve ikimiz de bu sevimli kalabalığın arasındaydık ve birimiz diğerini tanıyordu artık. Onu seyrettiğimi hatta bir müzenin içindeymiş gibi her tabloyu büyük bir hayranlıkla seyreder gibi seyrettiğimi biliyordu. Tebessüm etmeye başlarken göğsünü dikleştirdi, çenesini kaldırdı, göz ucuyla bana bakıp güldü. Alevin karşısında dans ediyordu ve ona eşlik etmemi istiyordu. Söz vermişti, yalan söylememi gerektirecek hiçbir şey sormayacaktı. Yüz hatları ince ve keskindi. Her an bütün bir dünyaya dağılacakmış gibi temkinsiz duruyordu. Bir rüzgâr esti. Şapkasını tuttu. Paltosunun önünü kapattı. Hâlbuki rüzgâr hiç de kuvvetli değildi. Mumlar bile iki sağa sola yatıp kendilerine gelmişti. Güvende olmadığını hissediyordu. Gülümseyen yüzü bir alev kadar ciddileşti. Dönüp bana baktı. Gözleri kızarmıştı, böylesine bir rüzgâr onu bu hale getirmiş olamazdı. Gözlerinin içine bakıyordum. Bana ellerini uzatmak
istiyor gibiydi. Ona doğru bir adım attım. Şimdiyse ağlar gibiydi ama gülümsüyordu. Biraz da sarsaktı. Üşümüştü, ellerini omuzlarına sürtüp ısınmaya çalışıyordu. Hemen paltomu tuttum, bana bakıp, gülümseyen dudaklarıyla bana bakıp, kafasını sağa sola salladı; ne yapacağımı kestirememiş haldeydim bir yanda da onun alevinin sönmesini istemiyordum, durup düşünmeye çalışıyordum ama hayır olmuyordu, hiçbir şey gelmiyordu aklıma; hâlâ kırgındı gözleri ve bütün rüzgârlara küs gibiydi ama diğer yandan dudakları yaprak gibi titrerken gerisin geriye çekilmiş, gülümsüyordu; karşısında put kesilmiş bir halde olan biteni hissetmeye çalışıyordum ama bana ne yapacağıma dair bir vahyin ineceği yoktu, durdum, tekrar
düşündüm, durdum, ona baktım; çünkü bir defne ağacı gibi, yazgısının ihanetine uğramış Daphne gibi gövdesi dimdik bir halde gökyüzüne uzanıyordu ama bana kendine olan kızgınlığıyla ve eylemlerin pişmanlığıyla dallarını, yani boynunu eğip üzgünüm demek istiyordu belki de, belki de bunca zamanın ve ayrılığın birikmişliğinden sonra yazgısına tekrar inanacaktı ama rüzgârı bende hissetmeye başlamıştım ve korkuyordum ona yaklaşırken rüzgârı kuvvetlendirmekten korkuyordum ikimizin de anlamını bilmediği bir dildi bu ve biz anlatmaya çalışarak değil anlamaya çalışarak konuşuyorduk işte tam o sırada gözlerinde birikmiş bir damla bütün
kuralları yıkarak yanaklarından süzülmeye başladı ben bu şelalede yaşayabilirdim dedim ikimiz de bir anda yere bakmaya başladık ve yumruklarımızı sıktık hayır dedim kendi kendime seni kimsenin ya da kabul etmek istemediğin hiçbir yazgıya teslim etmeyeceğim sızlıyordu bedenim yapraklara baktı öbek öbek olmuş ve kilisenin bahçesinde köşelere toplanmış yapraklara baktı ikimiz de son bir rüzgâr bekliyorduk hep birlikte darmadağın olacaktık aramızda pek bir mesafe kalmamıştı ellerimi uzatsam saçlarına değebilir dallarına tutunabilirdim kırılmış bir kadındı kısa adımlarla biraz daha yaklaştım ve gözlerini kaldırıp bana bakmasını bekledim parmağını burnuna dokundurdu ve sonra elinin tersiyle yanaklarındaki gözyaşlarını sildi ikimiz de mahzunduk ama yenildiğimiz için değil çünkü yenilgileri çok önceden kabul etmiştik yanına oturdum alevin ikimizin de yüzünü aydınlatmasını bekledim paltomun cebinden iki mum daha çıkardım söneceksek birlikte olmalıydı ben de onunla sönmeliydim ikimizin de gözünde insanlar bilmedikleri bir müzikte adım atar gibi dans ediyorlardı kafamı ona doğru çevirdim boynu gözlerimin hemen önündeydi ve kokusunu ister istemez böyle bir eylemde bulunma cüretini gösterirken bütün nefesini vermiş ben ve onun boynuna bakarken daha önce hiç nefes almamış gibi nefes alacak ben bütün baharatları kokladım durdum ve kendimi bir çiçek bahçesinin ortasında buldum bir daha durdum fiyortların ucunda kutupları kokladım ben durdum çölde kollarımı açtım hayır durdum ve ansızın el değmemiş bir ormanın ortasında ormanın bütün ıslaklığıyla ve ağaçların gövdelerinden yükselen kokusunu içime çektim böylesine derin aldığım nefesten sonra gözlerimizin içine baktık ve kızarmış halleriyle ve yenik ve korkusuzca omuzlarımız birbirine değdi, hiç kızgın değildim. Oysa hâlâ kiliseye girmesini, beni bir kere daha orada görmesini bekliyordum.
"Dünya aslında bir düğünden ibarettir" Erving Goffman O çok meşgul. O her gün kendi dünyasının bir kıtasında doğup gece yarısına kadar dünyasını defalarca turlamış oluyor. Hiç vakti yok. Kendine ait bir odası yok. Her yere konuk, her oteline müşteri ve her kapıdan çıkmaya hazır. Hiç aksamadan iki işte birden çalışıyor düşünebiliyor musunuz? Hem de tek maaş almasına rağmen çift mesai vakit yatırıyor. Yollar, görevler, projeler, aktiviteler bitmiyor. Hepsinin en sonunda mini mini anlar kalıyor, yurtsuz dakikalar, (şanslıysa) kurtarılmış saatler. Onların tümünü de diğer insanlara adıyor ama. Arkadaşlar, aileler, arkadaş bile olmayanlara verilmiş sözler… Geriye kalan kocaman bir sıfır. Hiç. Keşke böyle olmasaydı. Ama her gün oluyor. O çok meşgul. İşte bu yüzden de beni “İş”e aldı. Daha doğrusu o almadı, ben bu “İş”e girmek istedim. “İş”e başladığım ilk gün akşamında bir jüri sunumu ve çıkışında da bir grup konseri olmasaydı eminim “İş”e başladığımı ona bildirebilirdim. Ama sonuçta yapılması gereken bir ”İş”i vardı, vakti olsaydı kesinlikle o da beni bu “İş”e almak isterdi biliyorum. O yüzden içim çok rahat, kötü bir şey yapıyor sayılmam ne de olsa. Bazılarımızın hayatlarında oldukça çok boş vakti vardır, (mesela benim gibi) o yüzden kendilerine ait bu “İş”i kendi başlarına halledebilirler. Ama maalesef ki bazılarımızın da hiç vakti yoktur, (mesela o gibi) o yüzden “İş” eksik kalır. Tamamlanmayan “İş”in insanın hayatında sorun çıkardığı, milyonlarca insanda intihara kadar giden çok ciddi sıkıntı ve travmalara yol açtığını bilmenizi isterim. Ben ona asla kıyamıyorum, bu sebeple de bir sorunu çıkmasın diye “İş”ini ben devraldım. Bir yandan bu mesleğin öncüsü olduğum için kendimle çok gurur duyuyorum açıkçası, ama öte yandan da çok kaygılandığım, başaramayacağımdan çok korktuğum zamanlarım da hiç eksik olmuyor. Örnek alabileceğim kimsem yok. Bu “İş”i ben keşfettim, her bir hareketim tarih oluyor ve sorumluluk taşıyor. Bu baskıyı hayal edebiliyor musunuz? İşte ben o baskının içinde yaşıyorum. Ancak sorun yok, uzun zaman oldu. Alıştım, hatta övünmek gibi olmasın ustalaştım bile diyebilirim size. Hem “İş”te hem de baskı konusunda. Zaten aksi olsa onun hayatında çoktan terslikler baş gösterirdi. Ama emin olun ki her şey tıkır tıkır işliyor. Ben “İş”in başındayken o kendi işleriyle rahatlıkla uğraşabiliyor. Vakit damla bile artmadan değerlendirilmiş oluyor böylece. Her bir damlayı o hayali çizelgesindeki göle aktarabiliyor gerçekten. İnanılmaz değil mi? Fakat inanın, çünkü her gün oluyor. Keşke böyle olmasaydı… ama oluyor. O çok meşgul. Size “İş”in nasıl bir şey olduğuna dair biraz bahsedebilirim, ancak bir şartım var: bunu sakın ona anlatmayın olur mu? Biliyorum biliyorum daha az önce size, o uygun olsa “İş”e başladığımı ona bildirebileceğimi söylemiştim. İlk başlarda böyle de hissediyordum tabi. Ama “İş”in başında zaman geçirdikçe fark ettim ki yaratılan kendi “İş”inin büyüklüğünü görseydi eğer o çok üzülebilirdi. Yani, çok fazla sayfa birikti şimdiye dek, anlatabiliyor muyum? Bir zamanlar bir kadınla belirli durumlarda gerçeği gizlemenin gerekliliği üzerine tartışmıştım. O tartışmanın sonunda bile hala aynı kaldım ben. Çok uğraştım, anlayıp kabul etmeye çalıştım ancak nafile. Dürüstlük bana oturmadı. Gerçeği saklayanlardan oldum her zaman ben, gerçeği iyi duygularla takas edenlerden. Bir gülümseme, bir göz parıltısı için gerçekleri avucumun içine gömdüm. Elimi sımsıkı bir yumruk yaptım ve gerçeğin dikenlerinin bileklerime doğru akıttığı kanı gülümseyerek izledim. İşte ben böyleydim ve böyleyim. Bu sebeple o, bu “İş”i yaptığımı asla bilmemeli. Onun üzüntüsünü göreceğime bütün o kağıt tomarlarını yakmayı tercih ederim. Evet, bu yangın hiçbir şeyi çözmez, hatta daha da kötü yapar biliyorum fakat onun üzüntüsü benim en büyük felaketim olurdu anlıyor musunuz? Ben ki bu dünyanın bomboş gezeni, onun kişiliğinde ve hayatında anlam bulabildim sadece. Onu özümsedim, içselleştirdim, “İki bedene de ne gerek var?” dedim. “İki göz, iki akıl, iki kalp fazladan bir israf olmaz mı?” diyebildim ona. O bana sorgulayan gözlerle
baktı. Hem inanmamıştı hem de yapılması gereken bir sürü işleri vardı. Koşturması gereken koca bir hayat. Gitti, ben de “İş”inin başına geçtim böylece. “İş”inde teselli bulabildim. Yokluğundaki en parlak liman buydu. İyi yaparsam onu kurtarabileceğim bir ödev. İyi yaparsam anlamın kırıntılarına doğru bir seyahat. Dört elle sarıldım ve bugünlere gelebildim işte. O da ne öyle? Niye bu göz devirmeler? Sıkıldınız mı yoksa? “Bu da bir başka klişe aşk hikayesi işte, süslemeyi bırak da sonuna gel” mi diyorsunuz içinizden? Evet evet, görüyorum ki durum tam olarak böyle. Ne diyebilirim ki, anlayışsızsınız. Sabırsızsınız. Saygısızsınız da üstelik. Evet, kesinlikle kararımı değiştiriyorum. Vazgeçtim. Size anlatmayacağım “İş”in detaylarını. Siz bunu hak etmiyorsunuz. Sizin yeniye dair inancınız kalmamış. Büyük sözlere sırıtarak cevap veriyorsunuz, her şeyin bir ötekinin biraz farklısı olduğuna çok eminsiniz. “Her şey bir kategoriye girer ve o başlıkta incelenir bla bla bla” değil mi? Yozlaşmış alçaklar. Bu bir itiraf olacaktı, “İş”i paylaşıp rahatlamaktı arzum, size yeni bir meslek öğretip ufkunuzu açmak, baskıdan kurtarmak istiyordum o zavallı omuzlarımı. Zavallı omuzlarım ve zavallı ellerim, ne kadar aşkla çalışıyor olsalar da nasıl bitap düştüler siz bilmiyorsunuz. Ve asla bilmeyeceksiniz de. Sakın bana sormayın, zorlayıp sıkıştırmayın, asla söylemeyeceğim sizlere. Vakit çok değerli. Ve maalesef onun da hiç fazladan vakti yok. Bu yüzden bir “İş”im var işte. Gitmeliyim. Çok bile oyalandım, hemen “İş”in başına geri dönmeliyim. Çünkü o çok meşgul.
Sana baktım bu ölümlerden biriyle İnsanların uzun ölümlerinden Çarşıya çıkışlarından, bedestenleri garipseyişlerinden -Kapatıp kendini kendine, nasıl yaşanır ölümüne? diyen ölümlerden biriyle. Gün beni seçip atarken insanların arasına Ağzıma soktum yeşil boğaz pastillerini parmağımla ittire ittire! Gırtlağıma sakladım Çocukluk intiharı dolu albümleri Kesip atmak gerekir diye Kimi cümleleri yarı belinden Jilet koydum dilimin dibine Elinde bir bağ maydanozla eve dönmenin Hesapsız mutluluk oluşuna baktım Kitapları yakan, kadınları kapatan kalbine Otogar manzaralı Ölümlerden biriyle.
Zincirsiz çocukluğumu ellerine Mutluluğu böyle kan içinde Ellesin, öpsün, ısırsın diye Veremediğim ölümlerden biriyle: ara yerleri ıslak terden mi seksten mi deniz görmekten mi düşünde Baktım sana kez kaç Baktım kelimelerin yer değiştirmesine. Kimine dost dedim Kiminin bir parça katran sürdüm gövdesine Dayanamadım. Dedemin kataraktını taktım gözlerime Ölüm gözlerimin perdesinde Fin deyip Kendini kıyılarıma vursun diye.
pürüzlü zemin yoksa zihnim mi güneşle yüz yüzeyim nereyi isterse orayı kavuruyor zaman zaman nazikçe saçlarımı yalayan rüzgarın hükmü o varken pek geçmiyor güneşin yaktığı mat çakıl taşları kıvılcımları doğurmak için ondan işaret bekliyorlar umursamıyorum çırılçıplak ve kusurlu bedenime ancak bunu layık görüyormuş gibi bir halim var çakıl taşları ile tenimin acı ve huzur dolu saadeti böyle bir kavuşma görülmedi umurlarında olan az şey var birinin dalga sesleri olduğuna bahse girerim diğerini de hemen fark ediyorum belime bir şey dokunuyor incecik bir his ufacık ama hiç öyle silik değil varlığı sizden benden daha belirgin bir süre derimin üzerinde misafir ediyorum onu turist gibi görünüyor biraz bacaklarıma doğru yürüyor duruyor ardından tekrar yukarı keşif arzusuyla dolu bir gezinti göbek deliğime doğru ilerlediğini görüyorum o zaman kendisini nazikçe alıp yere bırakıyorum
çakılların üzerine dosdoğru geri dönüyor dizime tırmanıyor bu sefer tekrar alıyorum ve yere bırakıyorum anlaşamıyoruz bu döngü ne zaman sonlanacak diye beklerken bunca zamandır kulaklarımda olan dalga sesini daha net duyar oluyorum davetkar kıyıya vuruşlar güneş tepeden inmeye başlamış gün boyu güneşin haşladığı çakılların dövdüğü vücuduma bakıyorum yeniden tanışıyoruz ayağa kalkıyorum kupkuru ve tozlu saçlarım belimi gıdıklıyor suyun çağrısına yanıt veriyor adımlarım karıncayı düşünüyorum nerededir acaba son çakıllara bırakışımdan beri görmedim onu dalıyorum gözlerimi açıyorum tuzlu suya rağmen soluk, fersiz gözbebeklerime ancak bunu layık görüyormuş gibi bir halim var gözlerimin akına ışıldayan çiğ beyazlıklarında rastlayanlardansanız şanslı olanlardan olduğunuzu söyleyebilirim başımı suya sokuyorum bunu düşleyerek tekrar açıyorum gözlerimi ve bir çift el yorgun gelecekten bana uzanıyor
kapalı kapıların arkasında dönen bin yıllık gösteri savunma, yarın ölecek bir tanrı sonu, baştan belli ki gözleri terse bakar yarının farkında her şeyin farkında elinde olan bir avuç kum dışarıya dönüşü bir çöl bu gösteri davetsiz misafirlere özellikle açık görüntüyü ortadan kaldırıp sesini gizlemeyen bir meclisten de bu beklenirdi bir başarı öyküsü. eyyyyyy başarı! sen olmasan biz ne yapardık biz var olur muyduk sensiz? peki ya bu zamana kadar büyüttüğümüz egolarımız? o karıncayı göbek deliğimden alıp yere koyduğumda hissettiğim başarı, geri sekmeyen bir başarı ne yeşili ne dikeyi ne de lüksü var. kapalı kapılar ardında uçsuz bucaksız başarılar yemek tabaklarında servis edilir bir esnek teraziye bir de övünmeye aç bir terziye doyduktan sonra yemeğe devam edilir
ki durmadan şişebilelim eyyyyyy doğru yollar! çizilmekten bıkmadınız mı? her gece farkına vardığım çakıl taşlarının seslerini eritip eritip bir tekerin altına koymaktan çekinmediniz mi? kendinizi kusursuz bir oluşum olarak var ederken insanları birer araç gibi kullanırken benim bu kusurlarla dolu bedenimden ve bunun size çıkmasını neden bu kadar çok istediniz? ağzınızda altın külçelerini gevelerken kalanların ağzına gramları tükürmeyi nasıl marifet edindiniz? siktiğimin kapılarını kapatarak siktiğimin altınlarını tükürerek siktiğimin doğrularını yaşayarak siktiğimin zirvesi için ağlamayarak siktiğimin kontrolü için gözünü kırpmayarak yaşamanın heykelin içini boşalttığını düşünüyorum yavaş yavaş ve yükselerek büyük bir yalanı yaşamak gerçeğini yalatır insana
01
Kalemimden iki satır yazı çıkması için her zaman Haldun’un sıkıntılarını dinleyemem ya? Benim de diyeceklerim var elbet bu hayatta. Söyleyemediğim o kadar çok şey var ki oturuyorum masanın başına, düşünüyorum da düşünüyorum… Bir kelime yazıyorum, yüreğime koyuyorum Dirmit’in yaptığı gibi. Yalnız o yüreğini hoplatacak kelimeyi ararken ben içimdeki gümbürtüyü susturacak kelimeyi arıyorum. Belki başka diller öğrenmem gerekir onu bulmak için ya, Fransızca konuşan kız çoktan memleketine dönmüştür. Çünkü geceleri apartmanımızda hiç kimse telefonla konuşmuyor, bu sessizlik benim uykularımı kaçırıyor.
02
Haldun bildiğiniz gibi, bu kez aşktan değil vuslattan bahsediyor. Benden hep daha önce davranıp alıyor parmaklarının arasına zehri, çıkıyor terasa, vuslatın erdemi beklemekte saklı gibi bir şeyler geveliyor ağzında. Karşıda büyük bir ayı. “Bak bak şuradan başlıyor, en parlak olan birincisi. Bir, iki, üç. Daha sonra kepçe gibi devam ediyor. İşte o Büyükayı!” “Seni alan çıkar.” diyorum Haldun’a. Haldun bildiğiniz gibi mi hakikaten? Ben onu çok zaman öncesinde bir cami avlusunda bulmuştum. Yeni yapılmıştı cami mahalleye, adının “Yeni Camii” konduğunu gördüğümde 20 yıl sonra yine bu caminin önünden geçerken düşündüm kendimi. Şadırvanın önünde diz çöküyordu Haldun. Çocukluğu gocuğunun iç cebinde, pantolonun cebinde az biraz parayla. Kundağı da belki annesinin çeyiz sandığında. “Ne yapıyorsun burada?” diye sordum ona. “Dinleniyorum.” dedi. Yanına çöktüm, ben de dinlendim. İkindi ezanını duyana kadar konuşmadı. Yalnız ezan bittiğinde ikimiz de doğrulduk yerimizde. Bu kez o sordu bana: Babası Allah’ın cennetine mi kavuşurdu, yoksa kendi cennetine mi? Ayağa kalktığımızda dizlerimiz parçalanmıştı.
“Zaman her şeyin ilacı.” dedim. Söylenecek onca şeyim varken vuslatın erdemini gösterdim ona. Haldun’u evlat edindim.
2 Eylül 2019
“Nasılsın canım? Ben hala aynıyım. Bugün aynada sana baktım. Gözlerim aslında ela değilmiş. Yani sen öyle demiştin bana, inanasım gelmemişti. Sonra düşündüm biraz ne yapmam gerekiyor diye. Dolandım durdum ortalıkta. Gelsen de bana gözlerimin ne renk olduğunu söylesen dedim. Saat üç oldu, bulamadım cevabını, sen verirsin dedim. Bekledim, ‘Sabır, sabır, ya sabır!’ diye şarkı söyledim. Kapı çalındı, sen geldin sonra. Evet ben her şeyimle hazırım duymaya. Söyle bana gözlerimin ne renk olduğunu güzelim. Artık vakti geldi. Fısıldama sevgilim, bağır işte! Seni işitemiyorum doğru düzgün. Yahu çatlatma adamı, söylesene benim gözlerim ne renk?”
2 Eylül 2019 Ben hayatımda Tarık Dursun K. ismini hiç duymadım. Sen Orhan Veli’den bir şiir oku bana.
2 Eylül 2019 2 Eylül 2019 Bu tarihin Haldun için de bir önemi vardır muhakkak.
2 Eylül 2019 2 Eylül 2019 Söyleyemediğim her şey bitti.
2 Eylül 2019 2 Eylül 2019
nim sigaramdan bir nefes almak istiyor, içesi geliyor. Benim sakladığım şey ise hiç değişmiyor. Kalabalık olduğumuz akşamlarda hepsinin yüzüne bakıyorum tek tek, o akşamlarda fazla konuşmuyorum son birkaç aydır. Hepsinin sırrıma karşılık söyleyeceği şeyi az çok tahmin ediyorum esasen: -
Aslı Gibidir
‘’ Kendi varlığımın sesi olayım dedim
Yazık ki kadındım.” Füruğ Ferruhzad
Otobüse bindiğimden beri önümde oturan kadına bakıyorum. Kucağındaki bebekten çok ona bakıyorum, gözlerinde ne korku ne de telaş görüyorum. Onda görebildiğim, hissedip, okuyabildiğim tek şey belki dinginlikle harmanlanmış uykusuzluk, sevgi, benim içime ateş basan bir huzur. Telefonumun ekranında yazan güne bakıyorum, altı aydan fazla olmuş. Kendimden dahi habersiz, gün hesaplıyorum belli ki. Kendimi ikna etmişim, bu gizi en derinime saklamaya çünkü birkaç yıldır sayıkladığım cümleyi öylesine kanıksamışım ki… ‘İçinde tut, acı veren anıyı saklı tut, sadece sen bilirsen, yaşanmamış sayılır.’ -
Senin canın mı sıkkın?
İrkiliyorum bu sesle, bakışlarımı karşımdakinin yüzüne sabitliyorum, saplandıkları alakasız masa kenarından çekip. Yorgunum diyorum arkadaşıma, arkasından da bin bir bahane sıralıyorum. Dersim çok erkendi bu sabah diyorum, çok çalışıyorum biliyorsun, dereceye girmem şart bu sene diyorum, uykusuzum… Sonra hep laf lafı açıyor, burukluğum çok göze batmayacak hale geliyor, anlattığını hiç duymadan, acaba bu içimde giderek büyüyen kuyuyu, bu sırrı, beni öldüren gizi bilmek ister miydi diyorum, bilseydi ne derdi, acım diner miydi? Paketine uzanıp yeni bir sigara çıkarışını izliyorum ya da fincanı kahve tabağına kapatışını. Bazen de o önümdeki arkadaşım değişiyor, uzanıp be-
Niye bana söylemedin? Niye söylemedin bize? Birlikte giderdik.
Muhtemel sorularını ben de soruyorum aslında kendime. Belki de diyorum, bu sırdan kaçıp gitmek istediğim yer onların yanı olsun diye, bir başıma giz yarattım kendime. O günün akşamında, birkaç günlüğüne kesintiye uğrayan hayatımı kaldığı yerden tekrar elime almıştım aslında. Ailemle kahkahalar atıyordum, arkadaşlarımla kahkahalar atıyordum, hatta ilk birkaç gün, olanı biteni, içimden kopup gideni sana hiç söylememeyi dahi düşünmüştüm. Aynı kliniğe annemin rutin muayenesi için gittiğimizde, doktor bana kaçak bir bakış dahi atmamıştı. O profesyonellik canımı yakmıştı. Dağınıkla ama derli toplu bir dağınıklıkla dolu, hiç kimseye bir zerre dahi güven barındırmayan hayatım birden çok çaresiz göründü gözüme. Öğrendiğim ilk gece sabaha kadar uykusuz kalışım, koca şehirde başka yer yokmuş gibi koşa koşa bunca sene sadece aileye katılan yeni bir bebeğin getirdiği heyecana ortaklık eden o adamın yüzünde ilk kez olsun bir endişe görüşüm, çıkmaz bir sokakta yukarı aşağı debelenip durmam ve senin ruhunun kör, sağır ve dilsiz olması olası bir kompozisyondu. Olası ve beni nefes alan bir avuç küle dönüştüren bir kompozisyondu. İsminin anlamı, göğe çıkmakmış. Yüzüne baktıktan aylar sonra aklıma geldi isminin anlamına bakmak, çıktığım gökten yara bere içinde sessiz sedasız tek başıma indikten sonra. Tanıştığımızda bana bir otel odası ferahlığı, hissi vermiştin. Sanki sadece senden ayrılmam, seni bırakıp gitmem gerektiğinde canımın yanacağını sezdirmiştin bana yahut kanımdaki alkolden ben öyle görmek iste-
miştim de yalan dolu, parlak, pahalı çerçeveli bir aynanın arkasından bakmıştım yüzüne. Hayli zamandır da hayatıma girip çıkan her karşı cinsin yüzüne aynı çerçeveden bakar olmuştum. Bir erkeğin ömrü, bir otel odasının ömrüyle denkti hayatımda. İzsiz, belki hatırlamak istediğim birkaç anıyla çıkar giderdim oda kılığına bürünmüş her kalpten, bedenden. Sana bakınca içimde bir şeylerin sıcağa ve kırmızıya dönüştüğünü fark ettiğim o gece tanımadığım adamların masalarına senin tarafından sunulacak bir sohbet mezesi olacağımı farkındaydım. Bu farkındalığı kenara iteklemiştim, o bardan çıkıp otobüs durağına yürürken elini tutabildiğim için. Sanki görüştüğümüz bütün o zamanlar değil de bir tek o an güvenebilmiştim sana. Kendimi seninle paylaşabileceğim anlamında güvenmek değil; zaten bu sadece istekle çalışır bana göre. Sanki sadece bana ait olan bir deniz seviyesinden; kendime dair her şeyin sıfırlandığı en sahici olduğu bir yerden gelen en kuvvetli histi. Seni hayatıma aldıktan sonra etrafımdakilerin hakkımda düşündüklerini sezişim, sezgiden öte, bir hakikatti. Hayatıma hiç iyi bir erkek girmemişti ama buna üzülmeye de zerre mecalim yoktu. Tavırlarım kendim hakkında düşündüklerim yüzünden farklı bir kalıba bürünmüştü uzun zaman önce. Bana bakan bir çift erkek gözü, sadece birkaç saatliğine onunla olayım diye bakıyordu kesinlikle, bana göre. Onları tanımamın üzerinden birkaç hafta geçtikten sonra hayatımda gölgelerini bile istemiyordum. Bir kız çocuğunun, genç bir kızın ve bir kadının en büyük silahının onda bir tür kanamaya sebep olan herhangi bir kişiden, yükten, yükümlülükten ve yoksunluktan vazgeçmek olduğuna inandığımı, kendime her gün hatırlatıyordum. Tek başımayken her yönümü dolduran, kendi yarattığım huzur efektim, birkaç ay önce çok soğuk bir asansörün aynasında paramparça oldu. Gözlerimin içinden onlarca kadın, hepsi de tanıdık, soru sordular bana. Kimisi çok kızdı, kimisi ağladı hatta. Uzun saçlısı, kısa saçlısı, esmeri ve kumralı, sevdiğim ve sevmediğim, özlediğim ve sildiğim. Beni sadece onlar mı
anlardı demekti bu, hiç ama hiç doğruluk payı veremiyordum buna. Efektimin parçalarını toplamaya çabaladım, çabalarımdan kendime bir bavul hazırladım hatta, çok uzağa göndereceğim bir bavul. Bavulum mecalimle doluydu, bavulum bomboştu. Sana söyleyemediğim zamanda ve söylediğim zamanda da kendimi bütünleşmiş hissettiğim tek şey utançtı. Kalbimle arama bunca duvar ördüğüm için, yaşanılanı sadece benden kaynaklı ve ben odaklı bir acı olarak görmüştüm. Tek başıma olmayı kaldıramadığım tek yerde yaşadığım o kısıtlı vakti sana anlattığımda, sana halimi anlatmaya uğraştığımda, bana bir saniye bile inanmayışın yüzünden kendime ertesi gün uyandığımda yok sayacağım bir hayat yazıyorum, yaratıyorum her sabah. Kâğıttan bir kanıt, güvenilir, bu alanda yemin vermiş birinin onayını taşıyan bir kanıt, belki de beni sağanakta kuru kalmış bir kaldırım arıyor olma hissinden kurtaracak bir kanıt, her şeyi toplayabilir miydi gerçekten. Lütfen kusuruma bakma, hatta lütfen kimse kusuruma bakmasın yeryüzündeki ve diğer alemlerdeki; üç yirmi dört saat sonra içimde ömrüm boyu boşluğunu ve salt gerçekliğini, olmuşluğunu taşıyacağım gizin kanıtını yahut fotoğrafını alacak tahammülü kendimde bulamadığım için. Her dağı kendi kendine aşabilecek güçte olduğuna ve en derin nefesini sadece yalnızken alabildiğine inanmak, kendini iknalamak, kendini taşımak olası her düşüşte, içimde kendimden bir tane daha ama çok daha güçlümü yaratmak, ona sığınmak, gücüme yaslanmak… Bunların tek bir on beş dakikayla yıkılabileceğini öyküme kurgu yapsam, yine de inanmazdım. İçimden içine bir köprü, sırdan ve sızıdan İçimden içine, ikimizin sızısı İçimden bir sızı çekildi ve içimden izin Sana sadece demek isterdim ki: Bir yerin yok hayatımda, izin yok
Çünkü kimseye söyleyemem aslımı bir cama Seni, biraz makyaj ve kahkaha ile gizlediğim sanki hiç akıp yitmezcesine sarılmış su dam- izini, ikimizin gizini çok derinlere ittim ama bazen hala dirseklerimden dizlerime volta lasına benzettiğimi, halimi ve kendimi atıyor içimde, geride bıraktığın ne kadar acı Seni aramak istiyorum, sonra bunu unutavarsa. Bahçemizin halinden baharımı değil, yım diye şehrin meşguliyetine sarılıyorum kalbimin eski sertliğinden ve aynadaki aksimden, aslımı kıyasla. İz bulabilirsen ne âlâ. Benden uzak düşen arkadaşımdan yakınıyorum ve yeni yapılan yolların tozundan, top- Dalmışım. Önümdeki kadın rahat geçebilmek için gülümseyerek müsaade istiyor rağından benden. Tabii, diyorum, arkaya kaykılıyoKorna seslerine ve erken uyanma telaşıma rum. Uykusuzluktan herhalde diyorum kendi sarılıyorum kendime, yayılmışım oturduğum yere. Saate Seni duyamıyorum, içimdeki boşluğun uğul- bakıyorum, derse girmeden notlarıma son kez bir göz atarım, erken varırım bu gidişle tusundan fakülteye diye hesap yapıyorum kafamda. Kadının bebeği ağlamaya başlıyor, omzumun Seni hiç susturamıyorum üstünden dönüp bakıyorum, otobüsten iniHer karesinin çok ışıklı, içindeki herkesin de yorlar. Ben de önüme dönüyorum, bu aralar yüksek sesle konuştuğu yerlerde oturuyo- çok halsizim, kafamı cama yaslıyorum. Cekerum ve yüzlerine bakıyorum. Benim gizim timin kollarını parmaklarıma kadar çekiyoyüzümden okunuyor mu merak ediyorum. rum. Sanki avucumun içinde bir yara var, Benim gizimi, ikimizin gizini hiç aklının en kabuğunu her gün yeniden derin derin kazıp dip köşesinden geçiriyor musun ya da ben koparıyorum. kendimdeki bütün gücü bunu saklamak için mi heba ediyorum. Aynada özenle yarattı- Her şey yolunda, çok iyiyim şu sıralar, yoğun bana iyi geliyor, hiç sığım, safi ‘güç’ten oluşan o kadını hiç de heba tempo olmayacağını düşündüğü bir anıyla, sırla kınt……………………….. nasıl incelttim, bunu seni düşündüğümden (Gizimin altında ezildiğimde gördüğüm, bile fazla düşünüyorum, gezdiriyorum zihiçimin Filistin hali) nimde, yoruyorum, yoğuruyorum bu fikri. Nihayetinde dönüştüğüm kadına benzememek için, nasıl da paralamıştım kendimi.
hakikatin bir adım gerisinde bekleyen ölüme selam verip geçtiğim tüm sokaklarda aynalar anatomimizi çıkarıyor ve yer çekimine meydan okuyor giyotinler hepimiz buradayız belgisizliklerle dolu cümlelerle ilk kez bir arada, ilk kez aynı masada suların yorgunluğunu hesaplamak üzereyken yakalıyorum dağılmış hücrelerimi şehrin ışıkları sarı değil artık kırmızının acısını hissediyorum gözlerimde gözbebeklerimi orantısızca bölüyorum artık görülmek görmekten önce geliyor tüm sözlüklerde odak noktasını ayarlayamadığım zamana karşı koymanın yaşamak olduğunu biliyorum yani korneam ihanetin meyvesi kadrajlarda aradığım gerçeğin gölgesi bir çamaşır ipinde karşılıyor beni hatalı yıkanmış filmler yolumu kesiyor tefecilerden miras kalan iki buçuk lira bir gözlük ve bozuk zaman makinesi unutmamak için günde yedi kez baktığım hiçlik şimdi saymak tutukluk yaratan beyin kıvrımlarını yedi günaha bir yenisini eklemek olur ki bu 7+1=7 demektir esaretin tanımını başka türlü yapamıyorum
metroda o aniden vuran özlemle seni düşündüm kollarının arasında olduğumu arabanda plazanın on yedinci katında o öğrenci evinde söyleyeceğin bir şey varsa şu an tam sırası nefes alıyorum, göğsüm inip kalktıkça sanki kendime sarılıp iki kişi oluyorum bir başka adamın gölge düşürdüğü akşamdan eve dönüyorum söyleyeceğin bir şey varsa şu an tam sırası kalbini kendin kırdığını unutma diyorum şehirler ülkeler hatta koca bir kıta öteden kendim yaptım tuttum bunu seçtim evet bu işte buna izin vereceğim ayağım aksaya aksaya aldığım bir arpa boy yolu da hiç etmesi için işte bununla savunmasız kalmaktan korkmayacağım biliyorum saat çok geç ama söyleyeceğin bir şey varsa şu an tam sırası
Sen susarsın da İçindekilerin azabından kendi sesini unutur gibi İnceldiği yerden kopacak tatminlerin ay sonu huzursuzluğunda pişmanlık mavraları Sabaha karşı yayınlanan Var olduğunu kanıtlanamayacak bir radyo programında, Bırak konuşsun Astarı yüzünden pahalı Alkol oranı yüksek dudaklarda sarhoş olmuş, Eski bir ahlat ağacı, Gece girilen deniz, Ilgınaltı, Yaz zamanı, Ceplerde daha fazla yazılamayacak Meteor yağmurları kalbine düşer de, Alev almazmış gibi hissizsin. Yoksa evvel zaman içinde çok sevmiş, Kaybetmiş gibi misin? Geceler sabaha karışırken, Gündoğumunda itiraf edilmiş, Kanıtlanamayacak sözler torbasından bir cümle seç kendine. Söyle, çekip çıkarırsan varolanı yerinden, Ne kalır sana, Senin en içinden? Bırak, konuşsun. Kaybolur mu yaşananlar Eğer anlatmazsa? Sen susarsan, Bir gece aranacaksın. Eski bir radyo yayını, Geçmiş, Sevişerek geçirilen gecelerin sessiz çığlıkları, Gündüz sohbetleri, Akşamüstü şarkıları. Akortsuz bir gitar, Titreyen bir ses. Dağılmış saçları, Ürkek bir kalbin son yakarışları. Bırak haykırsın.
1.Periyot (rakibini tanıma) Cırtlak çıtır hafıza Kendi düşmanını yaratıyor Onu parayla ve huzurla besleyip Ayakta kalmak için her şeyi unutarak Bana yeni bir resim çiziyor O benim karakolum – vücudumun en üst noktası Unutarak kırmama izin var prangaları Çünkü koşarak şekilleniyorum görüntülere Ötekiliğimi taşıyorum adım adım Ötekiliğimi şehirden şehre Periyot sonu (Sonuç: girişimler yersiz ve verimsiz) 2.Periyot (yaşadığım için mağlubiyet hakikattir) Girdiğim her sokak, yanımdakiler, evim Hepsi karakolumda ufak çaplı bir devrim Ve biliyorum elbette hiçbir şey değişmez Görüntüler oynar konsept yenilenir Ama insan hep aynı şekilde Hatırlayarak ve umursayarak yenilir Periyot sonu (Sonuç: Nefes aldığım için katlim vaciptir)
Alarmla verdiği uzun bir mücadeleden sonra, uyanıyor. Her sıradan insan gibi onun hikayesi de uyanarak başlıyor, şaşırmıyor bile buna. Kendi kendine bir mücadele yarattığından ve üstüne üstlük bu mücadeleyi kaybettiğinden, bugüne de yenilenlerin safında başlıyor. Ne yapmak istediği, bugünün nasıl geçeceği hakkında hiçbir fikri yok. Önceki beş günü evden hiç çıkmadan ve birbiriyle tamamen aynı geçmiş bir insan için fazla heyecanlı bile sayılabilir. Dışarı çıkmaya karar vereceği gün, bugün olabilecek kadar heyecanlı. Hislerini haksız çıkarmamak adına, karar veriyor sonunda dışarı çıkmaya. Ama alışık olmadığı bir şekilde zorlanıyor bu kararı alırken, psikolojik bir mücadele vermesi gerekiyor. Korktuğunu fark ediyor dışarı çıkmaktan, anlam veremiyor bu yeni ve anlamsız korkuya. Kahvesini hazırlıyor ve yavaşça giyinmeye başlıyor, hatta makyaj bile yapıyor. Kahvesini bitirip evden çıkmaya hazır olduğunda son bir kez geçiyor aynanın karşısına, gördüğünü beğenerek ayrılıyor evden. Huzura yakın bir şey hissediyor sokakta yürürken, taşındığından beri ilk kez hissettiği bile söylenebilir belki bu huzuru. Bunu düşünürken İstanbul geliyor yine aklına, arkasında bıraktıkları, özledikleri, kaçtıkları. İstanbul’daki hayatıyla Paris’teki hayatı arasındaki koskoca uçurumu düşününce biraz içi burkuluyor. İstanbul’dan küçük bir burjuva olarak yola çıkmış üç hafta önce, kendi ayakları üzerinde süzüleceğini umarak. Büyüdüğündeyse, büyük bir burjuva olmayı beklerken, şimdi yaklaşık bir haftadır elektriksiz yaşadığı, geldiğinden beri doyduğunu hatırlamadığı bu şehirde, geceleri üşüyerek, o çok sevdiği üçüncü dalga kartonlardan uzak, nescafe’sini yudumlayarak geçiniyor. Hep hayal ettiği bohem hayatı yaşarken, bu hayatın pek de hayal ettiği gibi olmadığını anlamış bir küçük kız aslında hala. Reflüsünün doktorların önerdiği gibi kahveden değil, ana baba parası yemekten olduğunu da çok önce
fark etmiş bir kız bu, burjuva olmanın dayanılmaz utancını hep omuzlarında taşıyan, 1 Mayıslarda yüzü kızaran bir kız. Ama arada bu utancın yanı sıra, burjuva olmanın dayanılmaz hafifliği geliyor aklına ve özlüyor o hafifliği, bunu kendine itiraf edecek yüzü olmasa da. Alıştığı hayal, hayal ettiği hayat ve şimdi önündeki hayat arasında sıkışıp büzülüyor. Alışmış olduğunu ancak kaybettiğinde fark ettiği o hayatı sürdürürken hastalıklarının bile ayrıcalıklı hayatına özgü olduğunu şimdi şimdi fark ediyor. Mesela anoreksiyasının burjuvalığı, şimdi gerçek açlığı tatmış midesini bulandırıyor. Alıştığı fanusun kırılan camları rüyalarına batıyor. Bütün bunları düşünürken metro istasyonunda buluyor kendini. Merdivenleri inip beklemeye başlıyor ve kısa bir süre sonra metronun içindeki yerini alıyor. Oturacak bir yer bulmuş olmanın ferahlığıyla kitabını çıkarıyor çantasından, telefon mu kitap mı çatışmasındaki duruşunu belli ederek, sayfaları çevirmeye başlıyor. Bir sonraki durakta, yanındaki boş koltuk da doluyor. Kafasını kaldırıp yanındakine bakmadan kitabını okumaya devam ederken, yanındakinin dirseğinin giderek göğsüne sokulduğunu hissediyor. Her kadının haftada en az bir, çoğunlukla daha fazla yaşadığı o his içine yayılırken, belki de ben yanlış anlamışımdır diye kendini teselli etmeye çalışıyor ve olabildiğince cam kenarına kayıyor. O kaydıkça sanki dirsek peşinden geliyor, büzüşüyor, eziliyor cam ve dirsek arasında. Kafasını kaldırıp adamın suratına baktığında, erkeklere has o mide bulandırıcı, gülümsemeye yakın mimiği görüyor. Zaten bir süredir hızlı çarpan kalbi daha da hızlanıyor, sanki o küçüldükçe dirsek büyüyor, hayır’a sağır o herife, kafasından silemediği o boğuk sese, üzerindeki el izlerine dönüşüyor. Dirsek tam onu yutmak üzereyken metronun durduğunu fark ediyor hayal meyal, hızlı adımlarla kendini dışarıya atıyor ve en yakın çöpe kusuyor. İlk tacizine uğradığına göre, ait sayılıyor mu artık bu şehre? Ait hissetmiyor, yalnızca tacize uğramış gibi hissediyor. Kirli hissediyor yine, lanet ediyor sutyen giymediğine, lanet ediyor adama bağırmak yerine kaçan korkak bedenine, lanet ediyor erkeklere, kadınlara, bu şehre, istanbul’a, her şeye. Derisini yüzmek istiyor, kendi iyiliği için
istiyor bunu, üstündeki bu bir yıllık kir ancak böyle çıkabilirmiş gibi hissediyor. Derisini kanatana kadar liflediği akşamlar geliyor aklına, o kanı görmenin ne kadar iyi geldiği. Kafasından bu düşünceleri atmaya, silkinip hayatına devam etmeye çalışıyor. Kendine verdiği sözü tutmaya çalışarak, hafif eğilmiş omuzlarını tekrar dikleştiriyor, kırılgan duruşunu eski haline getiriyor, emin adımlarla metro çıkışına doğru yürüyor. Ne olursa olsun, kimseye kırılgan bir anda yakalanmamak gerektiğini biliyor, dışarı gösterilen yüzün hep gücü yansıtması gerektiğini, bu ne kadar yorucu olsa da güçsüzlüğü yansıtmanın er geç getireceği pişmanlıktan daha iyi olduğunu biliyor.
Biraz kitap okuduktan sonra yazı yazmaya karar veriyor fakat ıkınıp sıkılarak geçen bir on beş dakikanın sonunda kaleminden hiçbir şeyin akmaması yavaş yavaş sinirlerini bozmaya başlıyor. Yazabilmek için İstanbul’da bıraktığı birkaç aşkı düşünüyor, özlemeye çalışıyor onları, ağlamaya çalışıyor fakat hiçbir şey hissedemiyor. Hiçbir şey hissedememekten de öte, o insanları sevmenin nasıl bir şey olduğunu anımsayamıyor bile, kafasında canlandıramıyor aşık olma durumunu ya da o güvende hissetme halini. Hepsi çok uzak ve yabancı geliyor ve çok korkutuyor onu böylesine uzak ve yabancı olmaları. Sadece kelimeleri değil, hisleri, duyguları da siliniyormuş gibi hissediyor, insanlığı yitiyormuş gibi geliyor hatta ve Metrodan çıkar çıkmaz bir sigara yakıyor, intelaşlanıyor biraz. Kalemini defterini toplayıp meyi planladığı durakta olmadığını biliyor, dönüş yoluna geçiyor. “inmeyi planladığım olmasa da inmem gereken duraktayımdır belki” diyerek gülümsüyor kendi Eve doğru yürürken, biraz nefes almak için kendine. Tesadüflere, evrenin mesajlarına sabahtan kapadığı telefonunu açıyor ve bir hatta bazen kadere inanıyor. Bunları hayatın anda pek çok cevapsız arama ve mesajın bomufak göz kırpmaları, tebessümleri olarak görü- bardımanına uğruyor. Hiçbirine geri dönmeyor. Bunların, hayatın yaşanabilir olması için den telefonunu tekrar kapayıp eve dönüyor. gerektiğini düşünüyor. Yürümeye başlıyor, iki Merdivenleri çıkarken karşılaştığı komşularla trafik ışığı, altı kafe, üç bar ve bir restoran selamlaşmak bile fazlasıyla ağır ve yorucu geligeçip ikisi erkek biri kadın olmak üzere karşı- yor bu sefer, kapısı çalındığında yalnızca evde laştığı üç kişiyle aşk yaşadıklarını hayal ettikten olmamak istiyor. Yine de açıyor kapıyı ve hiçbir sonra, bir parkın önüne varıyor. İçine girip şey yokmuş gibi davranıyor. İnsanlığından biraz yürümeye karar veriyor fakat bir süre geriye kalan birkaç şeyden biri olan ikiyüzlülüsonra yorulup ağaçlardan birinin altına kurulu- ğüne sımsıkı sarılıyor. Gelenler gidiyor, kapı yor. tekrar kapanıyor, hava tekrar kararıyor. Bu gece de uyuyamıyor ve ertesi sabah yine uyanmak istemiyor. Deniz kızlarının varoluş mücadelesi mısralarım, Mum saatinin eriyip bedenimde bıraktığı leke izleri...
Geri çevirdiğim erkeklerin eli Düşüp gömülüyor kuma, doğuveriyor bir başka deniz kızı -İşte bir mısra dahaDalgalarla kaydırak oynarken bata çıka, Yine de boğulmamam lazım güç bela! Hiç balon gibi şişirilmedi kalbim, Okyanus içindeki volkan gibi patlamak nedir bilmedi. Kundaklayıp beşikte sakladım; Gece yüzü göstermedim derken -İşte bir mısra dahaBüyütemediğim kalbimin deniz sevinci, Deniz kızı görmenin hayaliyle En derinlerden boy veriyor size!
Mayıs bindokuzyüzellidört. Eve dönüş yolunda kaçırdığım vapurun ardından bakakaldığımda dünyanın henüz yaratıldığına inanmıştım. Eğer gerçekse okuduklarım ve ben eğer bir başka evrende o vapurun güvertesinde Alaturka’yı mırıldanıyorsam; o an yalnızca Alaturka’yı mırıldanıyor olurum. Dünyanın yaratılış hikâyesini yazamamış olarak kim bilir kaç yıl sonra yine aynı gün Sait’in yanına giderim. Kimselerin uğramadığı sokakların ve evlerin önünden geçip, kim bilir kaç senedir oturduğum ama hiç de içinde olmadığım evime gidiyorken aslında birçok şeyi zamana karşı yapıyorum. Bizi hiç bilmeyen ve zaten bu topraklardan da olmayan, ancak küçük bir lambayla aydınlatılabilecek kadar küçük bir odada bulunduklarında kalabalık sayılabilecek alaca gözlü insanlara, evlerden ve akşamlardan payıma düşen kısacık zamanda yeni bir şeyler öğretmeye çalışıyorum. Dünya üzerinde tamamlamam gereken kutsal bir vazifem yok, anlamlı düşler de görmüyorum. Yine de bu insanlar beni dinliyorlar. Çünkü bir zamanlar güçlü surlarla korunan o muhteşem kentlerini kaybetmenin ve özlemenin acısını yalnızca bilmem kaçıncı yüzyılın vebasını andıran vişneçürüğü dudaklarım arasından çıkan sözcüklerle ben avutabilirim. Dünyada şahitlik etmeye değecek ne varsa ben yokken olmuş. Zaten Tanrı, çağlar açıp kapatacak o gür sesi bana vermemiş. Buna rağmen güçlü rüzgârların beni sürükleyerek getirdiği, köpeklerin durmak yorulmak bilmeden uluduğu bu kentte tarih tekerrür ediyor. Sayamadığım kadar çok zamandan beridir neredeyse her gece düşlerimde uzunca boylu bir adamı hiç dokunmadan öldürdüğümü görüyorum. Evler üzerine yıkılan dağlar gibi devriliyor ayaklarımın önüne. Çok kan akıyor ve bu kanlar düşlerimi bozuyor. Kırıp uykunun kapılarını can havliyle nefes nefese uyandığımda aynaya ne zaman baksam değişiyor yüzüm.
sürekli ulaşmaya çalıştığım bir delphi kahini bilmecemsi cinnetleri gerektiğinde dışarıya yönelen hamleleri bana çevirecek kendime savurduklarımı ötekilere gerektiğinde gelecek yazan ya da seçenek sunan ilahi dokunuş bir bekleyiş toprağın ve kuru otların sıcağı yüzüme vuruyor iken bekleyiş derken duman gözüküyor düşman yalan değil ufuk tütüyor iyi de kimi karşılamak için çekilmiştik bu kaleye kuşatıldık ve gördük ki bilip inkar etmiş olduğumuzu tekrar öğrenebilmek için sancıyla girdaplanan yıllar gerekmektedir çaresiz kaldık ve yeni bir cepheyle yüzleştiğimizde kavgayı harlayacak yeni bir soluk hazırladık kahine doğru ve kuşatılmışlığa rağmen böylece bir delirmek istemediğimiz zamanlar güzeldi bir de delirebildiklerimiz gerisi çamur gibi kaygı ve insan güneş gibi apaçık ve acı
Adım Murtaza, klinikteki ilk gecem, çoktan ödüm bokuma karıştı bile. Bir yerde okumuştum, dergi ya da fanzinde görmüş dahi olabilirim “maddi tıp şeytandır” diye. Beyaz tenli ve koca bir kolonya şişesi olan doktor “Seni bir gece misafir edelim, dinlenirsin hem” dedi, on beş gün sonra taburcu oldum. Kolonya sevmezdim, çakmak gazı ise bana hafız olmamın en büyük getirisiydi. Konu fazla bölündü, size Erto’dan bahsetmiş miydim? Onunla bir hafta yaşadım ve her gün siyah bir Cadillac’ı olduğundan ve Ümraniye’de yaşadığından bahseder bana, kendisi ağır bir alkolik ve obez, aynı zamanda ise üç dil bilen bir şizofren. Rüyasında İngilizce sövdüğünde korkudan uyuyamamış, hemşireden uyku hapı istemiştim. Erto’nun yakınındaysanız Cemşitle olan kavgalarına mutlaka şahit olmuşsunuzdur. Cemşit, Jiletci Vampir Cemşit. Amına kodumun minyatür pezevengi, serum borusuna karışan kanımı görüp de yalandığını fark edene kadar “siktir lan twilight mı bura?” diyip alaya almıştım. Dengesiz velet her öğlen, kliniğin kırılmayan camlarına kafa atarak kırma denemeleri yapardı. Sonrası ise enseden verilen sakinleştirici ve sünger odada beş saat. Cemşit, viagra almış bir tavşan gibiydi. Sabah uyanır uyanmaz Erto ya sataşır, anasına ve eski karışına söverdi. Öğlen cam kırma seansları, ikindin, sırtında devasa bir haç dövmesi olan bebe giyimci ve kliniğimizin fahri imamı(!?) Zeki ile dalaşır ve halen enerjisi tükenmezdi. Kendisi ile kısa süreli bir oda arkadaşlığım olan Erto’yu ise karısı terk etmişti, nedenini Erto’nun karısına sevgi göstermeyişi olarak belirtmiş. Gariptir, Erto her gece uykusunda küfrederken bir isim söylerdi “Rukiye” kimine göre Rukiye Erto’nun eşini aldattığı kadınken bir başkasına göre ise onu terk eden eski karısının adıydı. Kendimi tutamayıp “Abi Rukiye kim?” diye sormuştum, Erto derin bir nefes almıştı ve bana verilecek olan cevabı vermişti “Siktir git!”
Ne çok düşünüyorum diye düşünürken saatine baktı. Gece her zamankinden siyahtı. Işıklı bir cadde üzerinde yürüyordu. Yolun sağ ve sol tarafından düzenli aralıklarla sıralanmış miyop noktalara doğru tonu gittikçe koyulaşan karanlık sokaklar dallanıp budaklanmıştı. Ötesi kördü. Cadde sanki yan yatmış bir ağaçtı şehir ise orman. Binalar ve insanlar aynı renkteydi: hatıraların renginde, sonbaharı yaşamaktan. Bir gövdeden tırmanmaya devam etti. Oysa o şehri bir kadına benzetirdi. Caddelerin de bir ufku vardı. Ufuk, denizle göğü birleştiren. Perspektifte yolun kenarlarındaki binalar uzakta bir yerde iki bacak gibi eklemlenirdi. Şimdi şehrin uzun yırtmacında yürüyordu, çıplak bir tende. Gölgesine veda ederek bütün renklerden arınmış renk skalası bir sokaktan saptı. Ayıbın üstünü örtüyle gizleyerek bir sokaktan saptı: şehrin kasıklarına dokunmaya. Gece her zamankinden siyahtı. O oydu. Yaşadığı dünya kadar o, yuvarlak bir sesli. Belki de içinde naralar kopan bir sessiz harf. İnandığı tanrı kadar o, özel isimlerle özelleşemeyecek kadar sıradan bir o, işaret parmağının ucundaki o, kimliksiz ve artık gölgesiz. Işıktan kaçan bir gölge fakat karanlıkta tamamen kaybolan. Yine düşünürken dalmıştı, kafasını iki yana birkaç defa salladı kendine gelmek için. Saatine baktı. Gecenin karanlığını alarak çekip gitmesine daha bir hayli vakit vardı. Örselediği her bedeni siyah kanlarla yere deviren ışık, sabah olunca onu etsiz ve kemiksiz de bırakacak mıydı? Çevresindeki reklam tabelaları, kafelerin işletmelerin holdinglerin koca puntolu parıldayan adları altında o hangi gölgenin bitimindeki özel isimdi? “O” ne kadar çoğul bir kimlikti. Aynı zamanda hükümsüz.
Hissizlik. Acı çeken bir kalbin haykırışlarının sessiz bir fısıltıda hapsolup, sancılarının bedende saklanmasında gizliydi. Bu duygu yalnızlıkla kavrulmuş, hüzün ile pişirilmiş ve acı ile sonuçlanmış kötü biten bir masalın son satırlarındaki umutsuzluğu yaşatıyordu kalplere. Belki de bu yüzden sonu mutsuz biten hayatlar sonlanırken bile ruhlarının çektiği acıyı bedenler gözlerinden süzülen tek bir damlaya sığdırıyor ve gerisini hayalleri ve umutları eşliğinde toprağa gömüp sessizce veda ediyorlardı arkada bıraktıklarına. Hissizliği tadan bedenim acı bir zehir içse bile sadece yüzünü buruşturup kendini sessizce yere bırakacak türden hâkimdi bu duyguya.
ğiyle kendilerini zamana bırakarak sadece yaşıyorlardı. Onlar uzuyordu, ben nefes alıyordum. Tüm bu yaşadıklarıma rağmen yaptığım tek şey buydu işte, nefes almak. Bunu zaten kabullenip bildiğim halde kendime bir kez daha kanıtlamak ister gibi derin bir nefes aldım ve gözlerimi yavaşça kapatırken içimdeki havayı bıkkınlıkla odanın içerisine bıraktım. Hayatın çoğunluğunu zor ve güçlüklerle geçiren insanlardan biriydim. Şimdi odanın çalan kapısının sesi kulaklarıma tırmanırken bu zorluklardan birinin daha beni ziyarete geldiğini biliyordum. Ahşap kapının açılması üzerine fermuarını çekerek önümü kapattığım siyah hırkamın kapüşonunu başıma geçirdim ve arkamı dönerek gelen kişiye baktım. Buket. Siyah saçları özenle taranmış ve dudaklarında hiç bir zaman eksik etmediği kırmızı ruju ile bana bakarak nefesini bıkkınlıkla dışarıya verdi ve "Neden beni her seferinde beklettiğini anlayamıyorum." diye söylendi.
Ardından bakışlarını yüzümden aşağıya indirerek bedenimi göz atarcasına süzdü ve gözlerini Şimdi, aynanın karşısında bana hiç de yabancı devirerek ekledi. gelmeyen bu yüze baktığımda bile hissizliğin "Yani kızmakta haksız değilim, baksana kaç iliklerime kadar işlemesine hiç şaşırmıyordum. dakikadır bekliyorum ve sen sadece bir kot ve İçimde sıcaklığıyla her saniye atan kalbim bile bir hırka giymişsin." hissizliği taraf tutarak sakladıklarını bana göstermeyecek kadar bencilleşmişti. Bu duygu acı Ona aldırış etmedim. Kimseye aldırış etmezile yüzleşip onu kabullenen ama bir türlü yok dim. Bakışlarımı tekrar önümdeki kırık aynaya sayamayan yaşamların zamanla nefesi haline çevirdim. Bu ayna çocukluğumdan kalan tek eşyaydı. Eskiden aynanın sol ve sağ üst köşelegelmişti. rinde asılı duran melek kanatlı süs objeleri Acının gözlerimde bıraktığı yaraların izleri olan vardı. Onları çarşıda görüp anneme mızmızlakırmızı çizgilere baktım. Gecenin kör saatle- narak zorla aldırdığımı hatırlıyordum. Ama rinde uykusuzlukla geçen dakikaların ayak şimdi baktığımda orada annemin kendi elleriyizlerini taşıyorlardı. Haritaların üzerinde yolu le astığı o yerde olmamaları beni tedirgin etmigösteren düzensizce çizilmiş o kırmızı çizgilere yordu. Buna alışmıştım. Eksiklikler benim habenziyorlardı. Bedenimdeki acının yolunu gös- yatımın bir parçası olmuştu. Ya da hayatımın ta teren bir yol haritası gibiydiler. Belki de geçir- kendisi. diğim hüzünlü yılların bir hatırası. Aynadaki çatlağa baktım. Sağ alt köşeden başSoğuktan üşümüş parmaklarımı omuzlarımdan layıp sol üst köşeye kadar uzanan aynayı köşeaşağıya doğru salınan saç tutamlarında gezdir- lerinden iki parçaya ayıran uzun bir çatlaktı. Bu dim. Siyah saçlarım kırılgan görünüyordu. çatlağın oluştuğu günü hatırladım ve hırkamın Bunun sebebi ne geçmişte ne de şu anda onla- kapüşonunu düzelten parmaklarımın bir an ra şefkatle dokunan kimsenin olmamasıydı. titrediğini hissettim. Arkamdan Buket'in bir Başımı okşayarak bana destek olan türden bir şeyler söylediğini duyuyordum ama zihnim ne anne ve babaya sahip değildim. Belli ki saçla- olduğunu şu an için kavrayamıyordu. rımda benim gibi hissetmediği şefkatin eksikli-
Sesi kulaklarımda kısık bir uğultu olarak kalıyor ve aklım söylediklerini anlamlandıramıyordu. Parmaklarım ağır ağır aşağıya kayarak hırkamı düzeltirken gözlerim çatlak aynada kendi yüzümü buldu. Ve bakışlarım kendi gözlerimle buluştu. O an gözlerimde gördüğüm şeyle kalbimin tıpkı karşımdaki ayna gibi ortadan ikiye çatlayarak ayrıldığını hissettim. Gözlerimdeki asla tarif edemeyeceğim bu duygu aslında adım kadar iyi bildiğim hatta her nefes alışımda havayla birlikte içimde patlayan o bilindik histi. Bu his zamanla en yakın arkadaşım olmuştu. Ve ben her gece ona iyi geceler diyerek huzurun her zaman eksik olduğu o diken üstü uykulara kendimi bırakıyordum. "Hey! Hey!" diye bir ses irkilmemi ve odaklandığım düşüncelerden silkinerek kendime gelmemi sağladı. Bana şaşkınlıkla bakan Buket'e omzumun üzerinden bakarak "Efendim?" diye sordum. Omuzları aşağıya düşerken bıkkınlıkla nefesini dışarıya üfledi ve elindeki çantasını yatağın üzerine fırlatarak sinirle konuştu. "Yok bir şey. Lavaboya gidiyorum. Döndüğümde hemen çıkalım olur mu!" diye sordu. Aslında bunu soru olarak değil de yerine getirilmesi gereken bir emir olarak söylediği her halinden belli oluyordu. Onu yine aldırmadım ve "Tamam." diyerek onayladım. Buket odadan çıktı ve ardından kapıyı hızla kapattı. Aslında haklıydı. Sanırım bana söylenmesine bu yüzden hiç kızamıyor hatta kızmakla kalmayıp ona cevap bile vermiyordum. "Buket, her zaman sabırsızdır." dedim içimden kendimi aklamaya çalışarak ama içimdeki ses beni düzeltti "Sen hareketlerin ve davranışlarınla onun sabrını zorluyorsun." Kendi iç sesime söylediklerinden dolayı bir an gözlerimi devirmek istedim. Nasıl oluyordu da hep benimle zıt düşünceler içerisinde oluyordu anlamıyordum. Dışarıdan tek bir beden gibi görünüyordum ama kafamın içinde her zaman iki kişiydik…
Gecenin lacivertine bakarken, yıllar önce benim için cevaplandırılması kolay şu soruyu sordum kendime; Huzursuzluğunun koynundaki huzuru mu kucaklamak istersin yoksa anlık mutluluklar peşinde koşup hevesini tüketmeyi mi? Eskiden peşin peşin verdiğim ‘’huzurum’’ cevabını şu an veremiyor oluşumun nedenlerini düşündüm. Neydi beni bu korkunç ve güvenli ıstıraptan alıkoyan? Ne değişmişti beni daima korktuğum o bilinmezlik serüvenine itecek heveslerimi uyandıran? Gerilen zamanın acımasız çarpışları mıydı yüzüme? Yoksa büyüdükçe yetinebilme mecburiyeti miydi zihnimi bulandıran? Bir şeylerin başlamasına dair hissettiğim önseziydi belki de. Biliyordum. Geç kalıyordum bir yerlere. Yetişmem gereken birileri var gibiydi. Uzanıp yakalayıvermem gereken bir zaman aralığı vardı sanki. Uzanabilir miydim ki? Ruhuma bulaşan o is kokusunu o zamana da bulaştırmaz mıydım? "Kimin umurunda o is kokusu? Tüm kirini pasını bulaştır birilerine." Zihnimin bir yerlerinde arsızca fısıldayan arzularım ve kendimden nefret etmeme sebep olan o pervasızlığım gün yüzüne çıkıp yıllarca emek emek işlediğim o kadını bir anda alaşağı etme cesaretini göstererek tam da bu soruyu koyarlardı önüme. Bir zehirdi bu fısıltıların vaveylası. Öyle ki hiçbir şeye kendimi veremeyecek kadar ıstırap dolardım onları duyduğumda ve katlanarak büyürdü sancım. Değişimin özü der kimileri buna. Sıkışmazsan kabuğunu kıramazsın. Oysa kabuk o kadar sağlam ki asla çatlamayacak biliyorum. Öylesine sağlam ki, kırmaya çalıştığım her an yeniden yineleyerek savunacak kendimi bana. Akıtamadığım o zehir günbegün beni zehirleyecek ve ben bir gün kendi kendime dar ettiğim bu yaşamdan beni sürükleyeceğim o çok korktuğum bilinmezliğe.
#mevzularderinfanzin
Ön Kapak: Gürkan Özer