Mevzular Derin Fanzin Sayı : 26

Page 1


1.dün rüyamda bir kadın bana baktı yakın mesafeden uzak mesafede siyah çarşaflı kadınlar. ters kelepçeli, oturtulmuş, gözleri bandajlı. uzak, çarşaflı ve siyah. aklıma hâlâ bir şeylerin gelebilmesi çok tuhaf. 2.bana baktı kadın burkalı ve yakın kevir ve zambak yavaş ve gürültülü gelişiyor savaş suçsuzları arasında aşk. 3.öldürme niyetlerimi buldular parmak izlerimi silememiştim kaçmalıyım yüzümü kapatarak yüzümü kapamalıyım çünkü çıkışlar kapalı çünkü ölümü çok hızlı düşünüyorlar sonra bir şehvet kurrasına ......... bir matador belki ağlayacak yaptıklarına ama bu saklambaç değil ecelin yeri muhkem [sen, game of thrones finalini nasıl yazardın mat olan matador ibrahim bin ethem?] 4.dişleri için filleri boynuzları için gergedanları katledenler, niyetlerim için beni arıyorlar su için deve katledenler de var aralarında, bulsalar beni recm edecekler orospu çocukları panzerlere bağlayıp sürükleyecekler niyetlerimde su buldu teyemmümlüler bozuldu her şey. 5. seni affetmekle kendimi mahvetmek, seni mahvetmekle kendimi affetmemek arasındayım aşkımın kulpu kırık, bu saklambaç değil yine de hiç binmediğim uçakları kaçırmakla, kısaslarla doluyum. bana öyle bir hacim ver ki cehennem olayım çünkü çıkışlar ............. ölümü çok hızlı düşünüyor kraliyet ailesi gladyatörler kıyasıya kazanıyor. bir matador belki.... ahhhhh mızraklanıyor içimdeki boğa bindiğim bot gerileyen at. burkanı çıkartma elini uzat. biat edeyim sana ey aşk 6. yaprak düşüşlerinin arkasındaki soğuk hava kütlesi ile çello geçişlerinin ivmelenerek genişlemesi. ve tam o sırada birden karşıma çıkman işaretlerden uzak sokaklarda. matematiğin bittiği yerde. 7. malzemesinden çalınmış özgürlük sesli harfleri çalınmış özgürlük böğürtüleri jilet atılırken çıkartılan sessiz (bellowing) duyuyorum zırhlı araçlar dar sokaklarda yanıyor. şems pusuya düştü. 8.ömrü tağşiş edilmiş bir pervane uzaklaşıyor zifirî karanlıkta gümüş yanakların korkuyorum yakalanmaktan. unuttuklarımı unutmaktan. kötü kadınlara iyi şiir yazmaktan. korktuklarımı asla yapamam. ama senin korktuklarını yaptım karanlığı ben yaptım silah seslerini ben çıkardım ağzımla. kendimi felç ettim ben niyetlerimle arefelerimi düşürdüm kadınları deli ettim şiddeti kor erkekleri mevali. sahteler zamanla gerçek , gerçekler zamanla sahte olabilir bu kadar şeye gerek de olmayabilir belki kimse gerçekten ölmüyordur vurulunca veya herkes tarafından tamamen unutulunca. 9.afgan bir pervane uzaklaşıyor zifirî karanlıkta sarhoşluğu eroin kokusundan ...............................


Raven-Havanın böyle yumuşak olduğu günlerde bu şehir seni de rahatlatmıyor mu? Mayın- Bilmem, senin kadar Şehir Edebiyatı yapmayı sevmiyorum. R- Sadece Şehir Edebiyatı değil ki oğlum, baksana gökyüzüne, ne güzel açık hava. Kızılay şimdi nasıl bulutludur, hiç tat vermez. Gitmeden şöyle bir doya doya baksak fena mı? Şu tam tepemizdeki en parlak olanı görüyon mu? O herhâlde Venüs. Ya da Jüpiter de olabilir, bilmiyom ki. İlayda anlattı o kadar da aklımda kalmamış. M- İlayda kimdi? R- Anlattım ya sana, beyaz tenli uzun boylu olan. M-He tamam. Hayırdır özel yıldız dersi mi aldın ondan? R- Yav şimdi boşver sen onu, biraz bizimle ilgili konuşalım. M- Ne konuşcaz? R- Ben teşekkür edicem sana. Aşti’ye yalnız gitsem canım sıkılırdı kesin. Kulaklık zaten çare olmuyor. Bugünlerde dinlediğim hiçbir müzikten zevk almıyorum nedense. M- Rica ederim de niye zevk almıyon oğlum, yine sürekli aynı şeyleri dinlemeye mi başladın? R- Yok be ya, sanki müzik dinlemek beni eskisi kadar heyecanlandırmıyor gibi. Eskiden Last fm vardı hatırlıyon mu? Oradan saatlerce yeni grup, yeni şarkı falan bulmaya çalışırdım. Güzel bir şey bulunca da listeye atıp en az beş on defa dinliyordum arka arkaya. Hatta onu geç oğlum, benim bir listem vardı, sadece müzik klibi taklit edilebilecek şarkıları ekliyordum. Gece yarısına doğru tenha yerlerde yürüyüşe çıkıp açıyordum listeyi, başlıyordum yarı rol kesmeye yarı da dans etmeye. Tabi hayal gücü çok önemli bunu yaparken. Her ne kadar klipteki ana karakterin hareketlerini birebir yapmaya çalışsan da öncelikle klipteki çevreyi ve atmosferi kusursuz hayal etmen gerekiyor. Gözünü kapatıp yürüyeceksin yani, sanki klibin içindeymişsin gibi. Böyle yapa yapa yüzlerce kez oynattım kafamda Bitter Sweet Symphony’yi, Man of War’ı, The Scientist’i

(hele onu yapabilmek için gideceğin tarafa arkanı dönüp geri geri gitmen gerekiyor ki zor oluyor baya) M- Ee, sonra? R-Sonrasını bilmiyom ki işte. Şarkıların verebileceği doyuma ulaştım galiba artık sanırım. Belki geçer bir süre sonra. M- Hiçbir şey dinlemiyon mu yani şimdi? R-Arada şiir dinletisi falan. Hatta bak sana bir sürpriz hazırladım. Hazır mıyız? M- Ne sürprizi ? R-“ Eeezan seesi duuyuulmuyor” M-Şşş! R-“Haç dikiilmiş miinbere” M- Oğlum bağırma lan, İsrail Büyükelçiliği önünde bu mu söylenir? R- Ya ne olacak sanki lan, vuracaklar mı bizi? M- Bak otobüs geliyor, binebiliyor muyuz buna? R- Buradan geçen hepsine bineriz. M- Az hızlı yürü o zaman hadi. R- Sen şimdi beğenmedin mi la sürprizi. M- Çok şaşırmadım, vakti gelmişti. R- Peki. ***** R- Demiştim işte sana bak, Kızılay’da hava bok gibi. M- Ben de aksini demedim zaten. Ee, sen şimdi nereye gitcen Aşti’den? R- Daha karar veremedim. Belki İstanbul, belki İzmir… Antalya’ya bile gidebilirim aslında. M- Ne için gideceksin ki? R- Valla geçmişimde dolanmak istiyorum da ne kadar geçmiş, hangi geçmiş ona karar veremedim. Hepsi farklı bir yandan çekiyor beni. Hangisine gidersem gideyim sabahtan akşama kadar yürüyüp bin bir çeşit duyguyla içimi sızlatırım kesin. Düşünsene oğlum, geçen teleferikte fotoğrafımızı buldum seninle. O zamanlar tam zamanlı Antalya yolcusuydum. Çok fazla yollara çıkamayan bir yolcuydum ama olsun. Bir kere gittikten sonra aklımda onlarca kez gezmişimdir Antalya’yı. Her seferinde Kaleiçi’nde farklı bir tost yemiş, farklı renkli bir çadırın altından denizin ufuk çizgisiyle birleştiği yerdeki ışıklara dalmışımdır. Hani ortalama insan ömrü yetmiş beş seksen arası ya, bence o ömür içindeki yaşanan gün sayısı asla birbirine eşit olmuyor. Çünkü biliyorum, ben bazı günleri tekrar tekrar yaşadım, takvim o gün hangi tarihi gösteriyorsa göstersin ben o gün aslında bir yıl öncesini, iki yıl


öncesini yaşıyordum. Mesela bugün kaçı, otuzu mu? Hah, fark etmez, ben sabah kalktığımda on iki Mayıs’ı yaşıyordum. Çünkü kalkar kalkmaz gözüm odanın sağ alt köşesinde duran kutuya takılmıştı, ondan sonra da bacaklarım birden ağrımaya başladı. Çünkü dün saatlerce Adalar’da bisiklet sürmüştüm, tabi ki ondan ağrıyacaktı. Anlatabildim mi sana? Misal yetmiş üç yaşımda ölürsem zihnime dönüp bir bakın, bazı tarihleri hiç yaşamamışken on iki Mayıs’ı yaklaşık sekiz dokuz gün olarak yaşadığımı görürseniz şaşırmazsınız. Ama tekrar gidip, aynı yerlerden tekrar geçince sanki ilk günkü kadar güzel yaşıyorsun. O yüzden ben de önce bir Aşti’ye gideyim dedim, orada içimdeki ses yolunu bulur bir şekilde. M- Anladım. Bence İstanbul’a git, biraz gez, dolan oralarda. Kamil’de falan kal, yeni eve çıkmış zaten o. Bakarsın bir iki hafta sonra ben de gelirim yanına. R- Vaaaay, demek öyle diyorsun ha? O kadar yaklaştık mı başkanım? M- Yakın ya da uzak, sonuçta benim de gitmem gerekiyor İstanbul’a. Ama illa bir tespit yapacaksak bence biraz yaklaştık. R- İyi bari, sevindim çok. Hani şikayetlerin vardı en son? M- Hala var. Ankaray’dan inince anlatırım. ********** R- Hadi artık konuş bakayım. M- Geçen gün Derviş abiye gittiğimde ona söyledim. Dedim ki “Abi bence içinde bulunduğumuz çağda her şey çok hızlı dönüşüyor. İnsanların düşünceleri, değer verdiği şeyler ve bunları gösterme biçimleri o kadar hızlı değişiyor ki ben ayak uyduramıyorum onlara.” Ki öyle hakikaten oğlum, benim anlam yüklediğim davranışlar var, yüklediğim anlamın somutlandığı nesneler var. Eskiden bazı insanların bunu iyi bir şekilde kavrayıp ona uygun cevaplar verdiğini görüyordum. Şimdi ise sistem insanları öylesine sıkıştırmış ki yalnızca onun talep ettiği şeylere zaman ayırıp onun değer etiketini yapıştırdığı davranış ve nesnelere özen gösteriyorlar. Mesela seni anlayabileceğini bildiğin birine, senin ona zihninde ve fiziksel hayatta ayırdığın zamanın onda birini ayırmadığı için kızıyorsun, kendince tepki gös

terip cezalandırıyorsun ancak o bu cezayı anlayabilecek düzeyde incelikten bile yoksun. Çünkü sistemin talep ettiği incelik değil, ya göz önünde olan, belirgin biçimde görünür bir varlıksın ya da yoksun. Aklınla sis bulutlarını dağıtman, kendine göre değer yargıları oluşturup çevrene onunla yaklaşman sisteme göre vakit kaybı. İnsanlar da sisteme uyuyor işte, twitter f beş, insta f beş. R- Aslında sadece sokağına gitmekti niyetin. M- Evet. O sokak artık bulvar olmasa çoktan gitmiştim de. R- “Çünkü çam kokularına sürtünüp ağırlaşan ruhların/ inanmazdım dosyalara sığacağına” M- “Beni sinesine sarmayan/ tabiattan rıza dilenmeyeceğim” R- En doğrusu da bu olur kanımca. M- Şüphesiz. R- Sen yazı yazdın mı bu arada? M- üç beş şiir var işte güzel sayılabilecek, neden? R- Ben galiba yazamıcam bu sefer. M- Zamanın mı yoktu? R- Yok, bolca zamanım vardı aslında. Ancak ne zaman bir şey yazmak için otursam hiçbir şey kurgulayamadım. Sadece kişisel şeyleri dökmek geldi içimden, çok kişisel şeyler. Onları da bir kurguya yedirmek istemedim. Benim yaşadığım duygular, hiç unutmadığım anılarıma dair kısa göndermeler yarattığım bir karakterin ağzından çıkınca çok yavan geliyor bana. “Onu sen yaşamadın ki” diyorum. “Öyle hisseden sen değilsin, benim.” Bu yüzden baktım ki sadece kendimi anlatıyorum o zaman yazmayayım dedim. M- Bence o kadar kolay vazgeçme. Bir şekilde orta yolunu bulabilirsin belki. R- Sanmıyorum. Zaten pek vakit de kalmadı yazacak.


M- Boş ver o zaman. Sen hangi firmadan bilet alacaksın? R- Jet Turizm var mı? M- Yok, kalmamış bu sefer. R- O zaman kalanları hiç fark etmez. Hatta alıp geleyim ben. M- İyi. ***** M- Nereye aldın bileti? R- Bak. M- Hmm. R- Bu kadar mı la yorumun? M- Ne diyeyim oğlum, senin bileceğin iş. R- Doğru diyorsun. Üşümüyon de mi, üşümüyorsan dışarı çıkıp şu balkon gibi olan yerde bekleyelim. M- Olur, yürü. ********* Satıcı: Beş lira on liraa! Yastık beş lira on liraaa! R- Merhaba Poğaçacı diyeyim mi? M- Ne zaman doğru dürüst bir mizah anlayışın olacak acaba? R- Her zaman vardı. Dur cidden, bir yastık alayım da belki yolda uyuyabilirim bu sefer. Merhaba abi, şu Hindistan cevizi baskılı olan beş lira değil mi? S-Evet kardeşim, onu mu vereyim sana? R- Olur abi. Uyumama pek yardımı olmaz sanırım ama yine de alayım. S- Olsun kardeşim, sen uyumayı dene ki ben de evime ekmek götürmeyi deneyeyim. Böylece en azından birimiz kazanır belki. R- Doğru diyorsun abi. S- Bak ben geldim elli altı yaşına daha çalışmanın bir zararını görmedim. Eskiden burada kurulu bir tezgahım vardı, simit poğaça satıyordum. Sonra ayakta kireçlenme olmuş benim, doktor yürüyecen dedi. Egzersiz yapmak lazımmış. Ben de sattım o tezgahı böyle bir araba aldım işte. İçine koyuyorum yastığı, bütün gün Aşti’nin bir ucundan öteki ucuna yürüye yürüye kazanıyorum az biraz. Ayak da daha iyi oldu şimdi buna dönünce. Günde en az beş altı kilometre gidiyorum yeğenim, az değil tabi ya. Demem o ki çalış, çabala, dene. Zararı yok bunların. R- Haklısın abi, kolay gelsin sana. S- Sağol kardeşim. **** M- Gece yarısı cam kenarı yolculuğu yapcan, artık deneysel bir aşk şiiri yazarsın. R- Yazarsam Natama’ya da yollar mıyız ? M- Yollarız da almazlar muhtemelen.

R- Kalbimi kırıyorsun. Neyse bak geldik işte. Bu balkon gibi yere her gece geldiğimde içim bir tuhaf oluyor. Hava kapkaranlık, ileride cılız ışıklar var, altından otobüsler vızır vızır geçiyor… Burası bir yolculuğa başlamak için tasarlanmış kesinlikle. Keşke bir yere gitmem gerekince hep buradan yola çıksaydım. M- Çok fazla otobüs var, sanki kimse bir yerde durmuyormuş da herkes hep bir yerlere hareket ediyormuş gibi hissettiriyor insana. R- Değil mi? Ben bir şehre kısa süreli kalmaya gittiğimde kötü oluyorum. Çünkü ufaktan evime yabancılaşmaya başlarken gittiğim yere kaynaşmam kısa zamanda mümkün olmuyor. Yersizyurtsuz hissediyor insan böyle olunca. Fakat anladım ki yapacak bir şey yok, bütün yabancılaşmaların kaynaşmalardan daha hızlı olduğunu öğrendim, doğanın saklı bir kanunuymuş bu. Ama o kadar kötü bir kanun ki bu, yalnız ikilem üretiyor bana, geçmiş ve an arasında. İkilem ama iki kapıda da mağlubiyet var. Seçiyorum, anın içinde kaynaşmanın zorluğu mu savuracak beni yoksa geçmişin yabancılaşmasının hızına karşı çıkmaya çalışırken mi perişan olacağım? Seçimlerin en kötüsü değil mi bu? Kaybedeceğini bile bile çaresizlik içinde birine yöneliyorsun. Özünde ne oradasın ne burada. Bir acı diğer acıyı çekememenin özlemiyle daha da büyüyor. Çünkü seçim yapmanın kendisi bir acı. Değişmek acı, direnmek acı, geçmiş acı, gelecek daha da acı. Anladım ki hiçbir şeyin değişmeyeceğini, her şeyin aynı sonuca çıkacağını bilerek seçim yapma sorumluluğu taşımak bu hayatın damarıma zerk edebileceği en büyük zehirmiş. M- Bazı zehirlerin panzehiri de vardır. R- İntihar bir seçenek değildir. M- Ondan bahseden yok. Ama edebiyat bizlere bahşedilmiş en büyük zehir ve panzehirdir. Yazma tutkusu ve onu panzehire dönüştürme yetisi de hep seninle kalacak. Ne oldu, napıyorsun? R- Şşş, arka planda bir müzik çalıyor. M- Ben duymuyorum. R- Dikkatli dinle, bu ezgiyi biliyorsun. M- Senin gözün mü yaşarmış? R- “Ankara’nııın taaşına bak, göözlerimiin yaaşına bak…”


b Schubert dokunuşlarından rahatsız ev sahibinin; varoluşunun (ki kuyruksuz ve yıldızsız ve yelken kanatlarıyla- kutsal parke taşlarıyla döşeli bir semt-i şehrin taze asfalt kokularıyla iştah açan bir ramazan sofrası sonrası yaşadığı; bir sebep yetmezliğinde; mide hazımsızlığı; doğal akışında deliksiz bir uyku; uzamsız kara deliklerinde, bilincinin yer altı sularının bulanık, yoz, kireçtaşı ve bakır tozlarıyla kaotik iksir açmazının bir sonuç pigmentinde; aynalarda seyirciler; aralık perdesinde-doğaçlama bir rüya vodvilinde- gök tanrıları ve renkleri, kas-eklem-kalça ve basen eğilimleri eşliğinde süzülen göçmen ıstakoz sürüleri ) ucube narkoz sancılarını dindiren- TV dekadanslarında geleneksel bir uydu aksanında KYSR 12 Tüccar Kanalı yayın akışındaki ana karakter modern freak show programlarının yarattığı güven ve huzur çelişkisinin parçalanması; yırtık vajinasının dinmek bilmez kanamasıyla; akışkanlığında kan fobisinin yarattığı ruhsal çatlaklara karşı bir özdenetim ve mülkiyet histerisiyle kremalı ahşap kapımı minik yumruklarıyla çalmasıyla birlikte, etçil familya alemine- demir penceresinde karizmatik bir melankolinin imgesini sunan ak bayraklı tüyleriyle kedim Gevez’e yaşattığı gevşek travma aynı sahnenin hırpalanmış senaryosunu tutuşturdu zihnime ve yayıldı dumanı tırnaklarımdan kapıya dek geçen sürenin dijital saat betimlemesiyle; ve kesilirken kordonu zamanın; uzanabildim, açtım, sahte bir tors heykelinin göbeğinde ruhunu yitirmiş bir hayalet gibi bakındım ve; hangi yalanın enerjisiyle belirtmeliyim bilemiyorum; duygulandım. Zorunlu Kısaltmalar Dizini; Siyah-beyaz kimlik fotokopilerinde yarı Laz okur, çeyrek yazar Arnavut kök zinciri öznesi; Zeki Bahriyeli. Hiç olmayan mesleki kariyeri; genetik aile laneti enstrümantal distoni belki de çekik gözlü Huntington koresi koro şefiyle birlikte sahnelendi... -Müziğin sesi diyormuş- oldukça yüksek ve verimsiz bir toprağın öz sularından diktörtgenlemesine mahalleyi abluka altına alıyormuş; Pazar sabahları kahve kokusuna ek olarak yaban kedileri kıçlarını tuvalet kağıdı ile silemiyor ve taze kanaboyaya-badanaya karışan dışkıların yaydığı

varsayımsal misk kokularıyla—tıp enstitülerinde kurumsallaşıyor ve çatılarından bankalar ve bkz; hortumcular ve kira makbuzlarının bomba sığınaklarından-biçimsiz enfiye kutuları ve mekanik ağızlarından sarktığı bir insani tebligat; think different rötarlarıyla geciken her kira ödemesiyle aydınlanan ve karartısıyla ruhlarımıza sahtekarlık-eziklik ve az biraz şerefsizlik yayan mülkiyet ayetlerinin gregoryen takviminde yer alan ve kullanımdan kalkan sayılar ve harfler eskizlerinde de altı yazılan, üstü çizilen Viking ve Anadolu masallarından şemsiyesiz bir şezlongla günümüze gelen-uzanan-dinlenen-geviş getiren bir elinde kira sözleşmesi, diğerinde mastürbatif varlığında ve hiçliğinde arkadaşlık pantomimi uygulaması ve uygulayıcısı; kasıklarından ecel terleri yayılan bir çağ kahramanı; acısız Antakya dürümüyle düzüm düzüm düzülen ve beyaz, ak, pak, un ve bronzlaşmamış kuru cildiyle varsa eğer-düşleri-n bayat patikalarında; - sayfa;413 -ölü yakıcısı ve kişisel ve sadist seri katil uzmanı olmayı ya da olmamayı ve o mahur bestelerin, meşhur aforizmik ve kozmik cümlelerdeki meselelerin ve metanetsiz yergilerin dışında ya da içinde solumayı ve güncellenmiş soluğuyla sanatın ve horoz hipodromlarının havalandırılmamış köhnemiş, eprimiş, lirik örümcek ağlarıyla kutsanmış yasaklarla engellenmiş zindanlarında; Bilinçsiz Kısaltmalar Dizininde; Umulmadık bir yolculuk seyri, Akdeniz’e uzaklığıyla bilinmeyen ve patafizik kazılarıyla hüsranlara ve kokulu muskalara ek olarak emekli armatör Hüsamettin Çırak sezonunda döl çapkınları amatör kümesinde yumurtlama savaşı veren Tekbirikiüçspor kompleksi sendromundan bozma bir İç Anadolu şehrine doğru… -Ağza parmak sokmalar ve hıçkırıklar diyor ve ekliyor- biliyorum bir kadındır nedeni ve gençlik tabelasında olur böyle skorlar üzülme demeyeceğim bir deneyim ve uzuv eksikliği vedalar ve öğrenci işi makarna tarifleri; işin sırrı ve hakikat bütünlemesine kalmamak ise despot ve kafir ve ortası delik çağ depresyonlarına kapılmamak, Angelopoulos sinematografinden uzak durmak, Rönesans


pornografileriyle ayakta boşalan aylak adam vaazlarına kulak asmamak ve ödenekli, politik ve bizim oğlan kilimci, kızımız da zilli burs ödemelerini havada bir smaç hareketiyle salladığı ataerkeklik organı derisi kaplamalı kumbarasına dönüşümsüz ve bölünümsüz aktarmam gerekiyormuş; huysuz bulutlarıyla yer-yer altı sağanak yağışlı pazartesi- hayır diyor Pazar! kimdir? Ve ne istiyor? Ayaküstü tembellik, paspas altı ve çalkantısında bir emek nöbeti mi geçiriyor ki nedir bu bir zaman parçasında çakılı kalma istemi. Nevrotik ve yeterince duygusal bir bataklık; saplandın ve bunun bir dilek olması adına da özürlerin yazılı olarak elektronik ve vatansever bayrak pullarıyla takma ve özürlü ve safkan mail hesabına gönderildi ve her ömür kurgusunda ve belki- antropolojik bir keşif ve bulguyla- kör olmayan sahici inançlarla, alkol ve tütün sarhoşluğundan sıyrılarak ve varlığının kabuklarından imgeler ve düşler yaratarak, ateşiyle yanana dek; aşkın rahminde duyumsayarak; siyah ve taş, ok ve yay- tekmelenen yalnızlığından ve yalnızlık edimine bile muhtaç olacak bir kayboluşun sayfasayısındaaksama 415.hatırlıyorsun; - hiç sevmediğin bir ozanın kör bir kadının gözyaşı artıklarıyla resmedilmiş bir boşluğun yitik tuvaline kazınıyorusul, sakin ve dingin, eşiliyor mezarın- toprağının derinliğinde beş öpücük saklı iki parmak arasında bir çıkış kapısı- aranıyor- ve üstelik uyumuyorsun; Radikal Kısaltmalar Dizini Ve; Ölüm gerçeğini sindirememiş ya da ötenazi yasaklarıyla içi geçmiş yaşlılar- elleri kulaklarında-ağızlarında-dişetlerinde gezinen veletlerin uğrak yer ve mekan imgesi; bastonlar, salıncaklar, takma ve süt dişleri, bebek arabaları ve yeşil-kırmızı ilaç reçeteleri ile altına sıçan çocuklar, yaşlılar ve aşıklar panoramasında bir park; (deniz olmayan vurgusuz sahillerin peyzaj ihalelerinde çözüme kavuşan) Okuruyla buluşulan, yazarıyla tanışılan bir at arabasıyla taşınan hikaye antolojileri ve çiçekli şiir sepetleri; kapıda ödeme ve beklenen kurye… - Alçaklıktan yakınan tüm alçaklar ya da entrikadan ve yalanlar kaosundan başı dönen ve üç buçuk derece bozuk gözlerinden bazen Proust, sıklıkla Woolf cümleleri damıtan etiketsiz ve öngörüsüz bir bilinçle hüsran-ı devran ilişki biçemlerinde durağı yalnızlık olan; yalnızlık elbisesi bedenine uymayan bir kadının adonis yangınlarında seksüel bir meta fetişizmin sembolü olmasından duyduğu şikayet mektupları kadar, tahta kılıçlarıyla eski ve yeni yetme bir çocuğun- belki Don Juan- düşlerini öğütmesi ve duygusal tuzaklarla karalanmış cevapsız her mektubun yanıtını aşkın kanıyla yazması, lekelemesi, kirletmesi ve; gözyaşı seanslarında psiko-büyü ritüellerinde bir sonuç yaratma denklemi ve beklentisi kadar tuhaf bir cümle hacmi

ağırlığıyla devam etti; dürüstlük illeti ve iyi niyet zilleti hayatım boyunca bırakmadı peşimi. Emanet ve güven söz konusu olduğunda, sana ne dediğimi hatırla; bahçedeki zeytinleri, limonları, mandalina ağaçlarındaki yeşermemiş ve belki de hiç yeşermeyecek o yeşil küçük topları poşetle, zulala ve ben geldiğimde buzdolabımın doyumsuz midesine yuvarla! III. Edward Kısaltmalar Dizininden Kurşunlanırken; Yaya ve kutsal taşıt iklimlerinde şehir ışıklarından ve kemik koleksiyonu fuarından muaf dört-mekân ve kurgu çürümüşlüğünde insan; Kaptan Boomer için birkaç dakikalık öngörülmüş bir saygı konseptini sekteye uğratan ve aforoz düdükleriyle hiçbir edebi hicve hiçbir şekilde nail olamayan… Geldim, gördüm ve bir bahane olarak seni de hiç sevmedim! Peki hanımefendi! Peki mi dedim? Hanımefendi kim peki? Çürümüş bir kadının cesedi ne kadar hanfendi olabilirse, küçüklüğünün ve işlevsizliğinin ablak suratına bakılmasıyla bile- evet ben bir götüm ve çükümü yalnızca işemek için kullanıyorum- gerçeğini göreceği bir yüz ifadesine bürünen (belki de hep aynı terane suret ve mimik şeysi) ev sahibimin kınından çıkmış gözyuvalarına neşe dolu yıldız tozları savurana dek sabrettim ve bekledim ve hiçbir kelime idrakinde anlam ve mantık ölümüne rağmen ısrarla ve nedendir- yan sokaktaki evde okunan Yasin suresine bir süre kulak kesildim. Nedensiz bir yorgunluğun ve bunun- şifalar sunan kıdemli bir büyücüden ya da acil servis muhasebecilerinin ‘’kuşkusuz bu bir kuşkudur kuluçkasında yavru bir kuş gibi bir kuşluk vakti hissettiğim’’ benzeri münasebetsiz ve az maaşla göz çıkaran bir neandertal çiftleşmesi ile melememle de bir ilgisi olamaz. Belki diyeceğim eril bilincinde yumru yumru sağlıklı bir yumruk ve belki dedikçe asla yinelemeyeceğim; ayakucumda oluşmuş minik bir kiremit çatlağındaki su göçüğü ve bu bir göletdevasa bir özveriyle akıntısında karıncalar barındıran; eğlencesinde intihar timi karancılar olan minik okyanusuyla bütünleşmiş ölüm ve yaşam; yazman ve okutman ve bir hikâye dışına çıkılan-içine girilen, bir son belki… Ya da Kısaltmalar Dizininde Bir Öykü; Delilik kontenjanından çıkarılan yumurcak bedeni ve aynasında keli sarı-mor benekleri, sinsi ve gayriahlaki beceriksiz kozmetikçi emekli matador Birotteau’un fevri yükselişi ve sarsak bir devrimle anılacak; paçalı hindi ve liseli şişman kız karışımı yumrukla iktidarı sarsılacak düşüş dilekçesi; geri dönüşüm çöplüklerinde bir ilk yemek fütürist bir fresk; Urkupinalı bakire dualarıyla sergüzeşt bir özet…


tadım ve şiir veya öykü yok son zamanlarda iz bırakan onun yerine sis ve çok pus/u var ve aynı evde olmalıydık en azından denemek ve olmayacağını onun ve senin ve benim arkadaşlarıma ve ona ve sana ve bana göstermek için senin dışındaki bütün arkeologlar bana ve ona ve sana bizim birbirimize yaklaştığımızdan daha fazla yaklaştı bir aşk şiiri değil bu, senden nefret etmiyorum sadece çok dinlendirici şarkılar dinlerken artık aklıma gelmiyorsun ankara gibi; her cadde sonunda başında polis olduğu kadar piyangocu da var gözlemini yapabildiğim mevsimden ve bir gün önce karabük; sırasıyla izmir, ankara, eskişehir ve samsun bu da kendime andım olsun öncesinde ne olduğunu belirtmeden ‘’bu’’ demeyeceğim yarınlardaki sınavlarını erteleyenlere dayanak olmaya insanları okumayacağı şiirlere ısındırmaya söz veriyorum ama ikinci katta yani ayaklarım yerden kesik insan kendine en çok hangi yalanı söyler veya para isteyen çukur tişörtlü çocuğu nasıl kolay reddeder veya çoklüks e yakın yerlerde bir lira şarapparası dilenenleri en çok hangi gelir aralığındakiler fonlar veya veya veya veya...

Yeğni hırkalı bir piç Ağzına almış sokağı Konuşur da konuşur. Benim gizli bir karım var! Ne zaman çıkarılsam pazara Alır beni takasla Uyutur koynunda Kendi uykusu karşılığında. Balkonda bekler dönüşümü dağlardan Dilimler kendini benim rüyalarımda Her dilimini ayrı ayrı unutmaya soyunur. Soruyor piç Nedir nihayet? Kırbaç sesidir diyor gizli karısı Zindan kapısıdır Kanlı göynektir. Vermem billah vermem! Portakal çalana Soyana, başucuma koyana Yalanlar uydurana Vermem billah vermem! Fetva: Azam öldü de vermedi nar ehline. Gizli bir karısı olması Sokağı konuşan bu piçin Unutturur babasızlığını Ki unutmak pederidir tüm piçlerin İsa dâhil mısra dâhil hal dâhil. Kayın ağaçtır çok hatırlı Peder bakirdir çok kahırlı Sülbünde endişe, belinde kükreyen devamlılık Piç gizli karısından hamile kalır - Kulağımdan yaklaştı bana der yeğni hırkalı - Evlendik. Birine kulağından yaklaşmak Nikah gerektirir.

Çünkü söz söylendiği kulağı gebe bırakır. Ve prezervatif latince bir günahın Şeyimize giydirilmiş adıdır.


aynanın

Boynum kırılıyordu aynanın Kız kardeşimin kan dolu ağzına bakarken kendine baktığı canlı eşya Ellerini açıp avuçlarımı denizin Zemin eyledim, altın mavisi Başımı mesh ettiğim kanı işte böyle biriktirdim. barutla oynayan gözler Şimdiyse, Dilime değen suyla yüzümü sünger ilan edecek kadar şükürden Buradayım. başka Musluğun ağzına sıkı sıkıya dokunmuş elekler ne Yerleştirsem de denir Doğrusal olarak ilerleyeceğim. yaşadığın Kendime verdiğim her söz için için? bir kirpiğimi koparacağım Ve tutmadığım her söz için Bir dilek tutacağım Alt mı? Üst mü? Uçar mı? Uçmaz mı? Dağınık odamdan her gün hayıflanacağım Ayın ışıltısı yetemedi geceye Kötü kokularla uyanmak tercihim değil, Yıldızlar söndü, mecburiyetim olacak O ardını döndü Baldırımda bıçaklarla yürüdüğümü Onca söz yanıtsız kaldı ya, Ancak Çok konuşan yine haklı sayıldı Dar geçitlerde anlayacağım. Zaman, bilinen en akışkan madde hala Şayet geçitlerin sonunda aynayı görürsem; Koparılan takvim yapraklarında Tomaların altından bulup sahiplendiğim Caddelerde akan insanlardan sonra gözlerime bakacağım Kalabalık buluşmalar ve büyük kavuşmalarda. Çocukların ağzından topladığım bu tırnaklarla Bunca yıl ve onca yol ardından Derimi kazımayacağım. Bir kez bana bakan göz bir daha beni görmedi Henüz, Görünmez olanı görünür kılmak senin işindi. O kadar güçlü değiller Eyyub yazdı savaşının kitabını Budanmış ağaç dallarını parmak niyetine Öğrendim ben yeniden tanrıyı ve tanrısızlığı Sadece, Biliyorsan bana da söyle Naif hareketler için kullanacağım. Haklı isteğin karşılığı ne olmalı Bedenimde her şey pamuk ipliği Git gide bulanıyor ne yapmakta Şaşırmak için gözlerimi açamam ve kim olduğun Yuvalarından fırlar! Tanrı da sevmez ya seni Yere uzanıp toplayamam, Bu yüzden yangınlar hep içinde çıkar Sağanak yağışlarda kafamı göğe kaldıramam Ve aynı alevin içinde ayrı ayrı tüteriz Ve tek bir damla suyla Geçtim sıratı şimdi bak kaç rehberle Matlığında inatçı dişlerimi parlatamam. Bir yolunu aradıkça yolumdan saptım Zira, akan suyu ısırma hayaliyle yaşıyorum. Eminim şaşırmazlar Şimdi deniz sandığım bir birikintide Ben bu harpten de balçığa bulanmış çıktım Yüzükoyun vaziyetteyim Nereye gideceğini bilmez ama Ağız dolusu, ağzımdan da dolusu Bıraktım kağıttan bir gemiyi senin sularına. Su çiğnemekteyim.


Elimi uzatsam dokunacağım uzaklıkta olan kocaman bir deliğe doğru bir misket yuvarlamışım da ıskalamışım hissi Etlik ’ten Yenimahalle’ye varana kadar yakamı bırakmadı. Not defterimdeki tarihlere bakılırsa, anlık sorumluluğum Konur’da oturduğum bardan çıkıp dosdoğru eve gitmek ve ertesi günkü finalime çalışmaktı. Kalkmıyordum. Lise yıllarımın geçtiği barların balkonlarına takıyordum gözlerimi teker teker. Hatırlıyordum. Yarısı su olan biraları, sarhoş olmanın gözüme aykırı gözüktüğü zamanları ve gençliğimi. En çok da Belda’yı. Onu hatırlayınca korktum. Halbuki karakolda sorguya alındığımda dahi korku yoktu içimde. 202’ye değil de 263’e bindim. İçimdeki boşluğu anlamlandırma çabamdı belki de bana bunu yaptıran. Belda’yla ilişkilendirebildiğim en ufak bir anı hatırlarsam boşluk bir nebze dolacaktı ve o boşluğun sebebini hatırlayacaktım. Otobüs ilerlerken, altı yıl öncesine dönebilseydim eğer seni bir kere daha görebilmek, dokunabilmek, sesini duymak değil; seni anlamayı çok isterdim Belda, diye mırıldandım, sanki bir anlamı varmış gibi. Belda’yı tanıdığım günü kafamın içinde kendi kendime tekrar tekrar izledikçe, o gün, o kapı önünde, onunla konuşan çocuğun kendim olduğuna dair olan inancım gitgide azalıyordu. Belda’yı tanıyışım, sevişim ve sonra içinde paramparça olduğumuz sonsuz boşluğumuzla yüzleşmemiz hayatımdaki üç kapı misaliydi. Lisenin ilk yılının üçüncü ayıydı. Beyaz gömleğimin koltuk altları ter lekesinden eskimeye başlamıştı. Her yaptığım eğreti görünüyordu gözüme ve her yaptığım zaten eğretiydi. Elimdeki sigara, kaçak göçek içtiğim bira ve çıkmayan sakallarımı uzatma çabam. B şubesi, koridorun en sonundaki sınıftı. Okul açıldığından beri oraya kadar yürümeye hiç zahmet etmemiştim. 27 Kasım 2013’te o sınıfın önünden geçmeye karar verdim.

28 Kasım 2013’te sınıfın önünden geçtim. Geçerken Belda’yı gördüm içeride, camın önünde, dalgın bir halde. Üstünde eski, siyah bir hırka vardı. Belda’yı ilk görüşümden sonra, bu birkaç saniye süren gözetlemelerimin beni ne denli etkilediğini tam olarak tasvir edemesem de o kapının önünden her geçişimin tek sebebinin o olduğunu biliyordum. Belda’yla aralığın sonuna kadar tek kelime konuşmadım. B şubesinin kapısının önünden her geçişimde onu hep camın önünde gördüm. Bazen sağ omzunu dayamış oluyordu cama; yan duruyordu, bazen de arkası sınıf kapısına hepten dönük oluyordu. Şimdi dönüp o zamanlara baktığım zaman, Belda’yı o kapıdan görüşlerim içimde herhangi bir heyecan uyandırmış mıydı, emin olamıyorum. Genç bir kızdan etkilenmek istemek ve etkilenmek mi daha alışılmıştır, yoksa farkında olmadan bir şeyin, bir genç kızın etkisine, büyüsüne kapılmak mı? 18 Aralık 2013’te Belda’yı o camın önünde görmedim ve dolayısıyla onun için ilk panik oluşum da bu tarihte yaşandı. Okul çıkışında, Atatürk büstünün önünde Belda’yı bekledim, gözüm hep okul kapısındaydı. Belda nihayet gözüme göründü. İçimde anlamlandıramadığım, mutluluk diyebileceğim bir şey hissettim. Üstünde koyu yeşil bir mont vardı, kolları eprimişti. Onu takip ettim. Yarım saat kadar yürüdük. Etlik taraflarında, bir yokuşun başındaki dört katlı bir apartmana girdi. Belda o apartmana girdikten beş dakika sonra ikinci kattaki odalardan birinin ışığı yandı. Saat 16.07’ydi. Sanıyorum Belda, yine de ışığı açtı. Belda’nın Etlik’teki o binaya girişini gördüğüm günün devamında, B şubesinin kapısının önünden geçmeye devam etmedim. Onu geceleri rüyamda, alışık olmadığım biçimlerde görmeye başlamıştım. Daha önce hiçbir kızın kalçasına, göğüslerine meraklanmamışken; rüyamda Belda’yı hep bir camın önünde ve çıplak görüyordum. Bu rüyalar beni rahatsız ediyordu. Hala daha ona dair düşünürken bu rüyalarımı göz ardı ederim. 25 Aralık 2013’te okul tuvaletinde sigara içerken yakalandım. Müdür yardımcısının odasına götürüldüm. Odaya girdikten sonra içeride Belda’nın da olduğunu gördüm. Telaşlandım.


İkimize de tutanak tuttular. İsminin Belda olduğunu da o tutanaklar sayesinde öğrendim. Sonra müdür yardımcısı eliyle kapıyı gösterdi, çıktık, birlikte. Kapının önüne çıktığımızda bana ‘Korkuyor musun, erkek olsam senin suçunu üstlenebilirdim’ dedi, güldü. Korktum. Belda benimle konuştu diye. ‘Yok’ dedim. ‘Babam çok önemsemez böyle şeyleri, annem de üzülür sadece.’ Belda ne dedi hatırlamıyorum. Yüzüne bakıyordum, ilk defa bu kadar yakından bakma fırsatı yakaladığım için. Yüzü sıradandı, aykırı bir güzellik barındıran tek bir noktası yoktu. Çıkışta onu yine bekledim. Beklediğimi çaktırmadım. O çıkana kadar botumun bağcıklarıyla uğraşıyormuş gibi yaptım, sonra da peşine takıldım yine. Bu kez telaşsız, aynı yöne yürüyormuşuz gibi. Beni fark edince dönüp el salladı, yanına gittim. Belda yine o binaya girdi ama bu kez binaya girene kadar konuştuk. Etlik’e yeni taşındığımızı, az ileride oturduğumu söyledim. Etlik kötüdür, iyi yapmamışsınız, dedi. O günden sonra, hafta içi her gün önce onunla Etlik’e, sonra onunla vedalaştıktan sonra da kendi evime, Yenimahalle’ye gerisin geri yürüdüm. Okulda çok karşılaşmıyor, karşılaştığımız zaman da sadece selamlaşıyorduk. 13 Ocak 2014’te Belda beni eve davet etti. Ben de ailesinin rahatsız olup olmayacağını sordum. Belda buna güldü. Başıyla gel işareti yaptı, anahtarla bina kapısını açtı. Bir kat çıktık. Binanın ışığı yanıp sönüyordu. Onu bir görüyordum, bir karanlığa gömülüyorduk. Basamakları çıkarken bir tanesinde bana dönüp baktı. Belda’nın bana baktığı o saniye, gördüğüm ve göremediğim tonlarca uzaklık olduğunu anladım onunla aramda, içlerinde kaybolduğum. Işık söndü. Dört numaralı dairenin önüne geldik, Belda kapıyı açtı. Kapı açılır açılmaz o evin beni ocak ayının Ankara’sından daha fazla üşüttüğünü hissettim. Sanki evin içinde bir ateş yakılsa dahi evi ısıtmaya yetmeyecekti. Girdik. Kapıdan girdikten sonra, solda banyo ve tuvalet, sağ tarafta da mutfak ve bir oda vardı. Kapının hemen karşısındaysa salon. Salonda başka bir odaya açılan bir kapı. Ev iki oda, bir salon.

Nerede duracağımı bilemedim. Çantam omzumda, Belda’nın bir yandan benimle konuşmasını, bir yandan perdeleri örtüp, ışığı yakmasını ve etrafı toparlamasını izliyordum. Mutfağa gittik, Belda çay suyu koydu. Çantamı omzumdan indirdim, oturduğum sandalyenin dibine koydum. Karanlıktan çok korkarım ben, hava biraz kararıversin hemen basarım lambaya. Çocukluk alışkanlığı. Gülümsedim. Bu saatlerde evde hep yalnız olup olmadığını sordum. ‘Annenler çalışıyor galiba hala?’ Güldü. Yoo, içerde annem. Annem ve ben, biz ikimiz yaşıyoruz. Tanışmak ister misin onunla? dedi, kolumdan tuttu. Evin kapısından girdiğimiz zaman sağda, mutfağın yanında kalan odaya doğru gittik. Belda kapıyı açtı, annesine seslendi. Bu oda evin geri kalanına kıyasla çok temizdi. İçeride hastane yataklarına benzeyen bir yatak, çok ince bir ses çıkaran bir makine ve Belda’nın annesinin soluk sesi vardı. Odaya girmedim. Mutfağa döndüm, oturdum. Belda da arkamdan geldi. Geçmiş olsun. İki senedir böyle. Zaman aldı ama alıştım. Yalnız hissetmiyorum asla. Her şeyimi konuşuyorum onunla. Nasıl oldu? Ben bu soruyu sormadan önce ayağa kalktı Belda, Raftan iki tane kupa indirirken cevapladı sorumu. Babam yaptı. İntihar etmek istedi, e tabi bir de annemi de yanında götürmek. Babamın kılına zarar gelmedi, annem içeride. Hiçbir şey söylemedim. O konuşmaya devam etti. Kısa süredir tanıdığın birine aile özelini böylesine kolay anlatmak, fazla şahit olduğum bir şey değildi. Bizimkiler garipserdi böyle şeyleri, evde olan biteni dışarıdan birine anlatmayı yani. Belki de Belda sadece içini boşaltmak için konuşuyordu. Belki de yalan söylüyordu. Babam yurt dışında çalışıyor şimdi. Paramızı eksik etmez, yollar. Hatta bu hafta sonu bizi görmeye gelecek.Teyzemle ben de babam çalışırken anneme bakıyoruz burada işte, gördüğün gibi. Belki üniversiteyi kazanıp okursam, ona tek başıma bakarım. Annesinin durumunun ciddiyetini bilmiyordum ama Belda’nın sözleri sanki bir yatağa ve makineye bağlı da olsa hep bir arada kalabileceklerine, aralarına ölüm denen bir gerçeğin hiçbir zaman girmeyeceğine inandığını gösteriyordu.


Gerçekçi olmayan bir şeylere bel bağlama ihtiyacı Belda’nın. Gerçekçi olmayan sözlerini dinlemeyi sevmiştim. Ve Belda’yı da seviyor olduğumu ilk kez o evde, mutfakta fark etmiştim. Boşlukla çevrelenmiş, boşluğu kendisine kalkan bellemiş bir sevgiydi içimdeki. Onu dinlerken aramızdaki boşluk ve benim o boşluğu anlamlandırma çabam, boyumu, tahammülümü aştı. Herkesin düştüğünü veya devamlı düşmekte olduğunu inkâr ettiği bir çukuru vardır diye inanıyorum. Belki de benimki Belda’ydı. Hem de hiçbir sebebi olmadan. Yüzünde ve hissedebildiğim kadar içinde, izini bulamadığım bir duygunun gün gelip de onu kendine bağlamasından çok korktum, Belda’yı dinlerken. Belda hiç aşık olmasın istedim. Altı yıl sonra bugün, bu dileğimin gerçekleştiğini kolaylıkla görebiliyorum. Bulunduğu iki oda bir salon evin koşullarına bakılırsa, zaten aşk Belda’nın gözünün göreceği son şeydi. Aramızda benim ona olan hayranlığımdan çok, hastalık ve ölüm varmış gibi hissettim. Annesinin soluk sesi Belda’yla aramda ölüme dair beden bulmuş, yer almış, duyulmuş ilk olguydu. Ve sondu. Kupalardaki çaylar bittikçe Belda dolduruyordu. Daha çok o konuşuyordu, ben dinliyordum. Yanından ayrılmak istemiyordum. Siyah hırkasını çıkarıp boş olan sandalyenin üzerine bıraktı. Annemle baş başa kalmak, bana kendi sesimi dinlemeyi öğretti. Kendimle kalmayı seviyormuşum, bunu fark ettim. Kendi sesimi kendime dinletmek. Aynayla konuşur gibiyim, annemle konuşurken. Kendi sesimden, aynadaki aksime dinletmek istediğim çok gürültü var. Saat 18.45 Belda odasında bana göstermek istediği bir kutu olduğunu söyledi. Kutuyu alıp mutfağa döndü. Kutu fotoğraflarla doluydu. Fotoğrafların hepsinde üç kişi vardı: Belda, annesi ve – Belda’dan öğrendiğime göre- teyzesi. Kutunun en altındaki fotoğraftaysa Belda ve bir adam. Belda’nın tanıştığımız günden bu yana hep üzerinde olduğunu gördüğüm hırka, fotoğrafta ada-

mın üzerindeydi. Belda bu fotoğrafın üzerine konuşmadı. Fotoğraflara baktıktan sonra artık gitmem gerektiğini söyledim. Belda beni kapıya kadar geçirdi. Kapıdan çıkmadan önce ona sarılmak istedim, yaklaştım. Belda geri çekildi, hırkasıyla önünü kapattı. Pazartesi görüşürüz, dedi. Görüşürüz, dedim. Binanın merdivenlerinden inerken ışığın her yanıp sönüşünde onun başka bir bakışı geldi gözümün önüne. Bina kapısını açmadan önce anlık bir dürtüyle arkama döndüm. Zemin kattan aşağıya doğru birkaç merdiven daha vardı. Bodrum katı. İkimizin hikayesine dair anlatabileceklerim bu kadardı. Belda’yı o akşamdan sonra bir daha görmedim. O Pazartesi okula gelmedi. Öğretmenler ve okul idaresi henüz bir telaş içinde değildiler. Parlak olmayan, çalışmayan, sessiz sedasız bir öğrenci birkaç gün devamsızlık yapmıştı, alışkındılar böyle durumlara. Perşembe günü okul bir telaş ve buz gibi bir yas içindeydi. Belki de o buz gibi yas havası sadece benim içimdeydi. Perşembe günü Belda değil, ölüm haberi okula geldi. Oturduğu binanın bodrum katında, haftada bir – Perşembe günleri – temizliğe gelen sağır, dilsiz kadın bulmuştu Belda’nın cesedini. Belda okulda bir hafta, sosyal medyada da bir ay konuşuldu. Gözleri açıkmış. Katil Belda’yı kafasını duvara vura vura öldürmüş. Tecavüz etmiş. Üzerine de hırkasını örtmüş. Binadan çıkıp, gitmiş. Hiçbir zaman bulunamadı. Belda’nın annesine ne olduğunu bilmiyorum. Evde yapılan araştırmada, kırmızı kupanın ve kapı tokmağının üzerinde parmak izim bulunduğundan beni de sorguya aldılar. Annem çok telaşlandı, babam hiç telaş yapmadı. Ben karakola götürülürken, içimde bir yerlerde, bilincimin en arkalarında, acaba Belda da beni sevdi diye mi, çay içtiğim kupayı yıkamadı, yoksa evin vurdumduymaz düzeninden mi yıkama gereksinimi duymadı diye düşünüyordum. Onun için acı çekmeyen birkaç zerrem düşünüyordu bunu da diyebilirim. Cevap, evin vurdumduymaz


düzenindendi, eminim. Ölüm haberini yıllar sonra, Selanik Caddesi’nde bir lokantada dürüm yerken, masaya serdikleri gazetede de gördüm. Beş senelik gazetelerin kime ne zaman faydası olacağı bilinmez. Fotoğrafta sansürledikleri gözlerine yağ damlatmıştım. Kutusunda sakladığı fotoğraflardan birisini seçmişlerdi. Annesini ve teyzesini kırpıp. Belda’nın oturduğu binaya, olayın üstünden birkaç ay geçtikten sonra gittim. İçeri girmedim. Belda’nın evinin hiçbir camında ışık yoktu. Ama perdeler duruyordu. Birkaç dakika evin içinde hala onun hikayesinin dönüp duruyor olduğunu hayal ettim. O binanın önüne bir ikinci kez gitmedim. Yolum Etlik’e düştüğünde o ara sokağa girmedim. Belda. Bedeninin bulunduğu bodrum katı. Soğuk muydu? Aklından geçtim mi, sen gerçek miydin, anlattıkların gerçek miydi? Gördüğüm her yeni kapıya ve cam önlerine, seninle alışık ve aşinayım. Ve bana hikayesini anlatmadığın o fotoğrafın, kendimce yazdığım hikayesini, yine kendi kendime inkâr etmekle meşgulüm yıllardır. Sana bunu yapanı, tanıdığın ve sevdiğin şüphesi, içimde. Gözlerine sabitlenen son bakışın, eminim ki sadece acı ve hayal kırıklığındandı.

Sevgili siz, Yorgun olursunuz ve bedeninizi bir yere yaslamak ihtiyacı güdersiniz hani.. Uygun bir yere oturtup ağır gelenlerinizi, dinlenceye kavuşur olmayı arzularsınız. Böyle anlarda, bir kayaya yaslanmış olmanızın veyahut bir kral tahtına vücut sermiş bulunmanızın pek bir önemi olmaz.. Hani.. Nerede olduğu, bu sizi yorgunluklarınızdan eleyecek olanın, mühim olmaz o an.. Tek derdiniz “Bir yere ilişmeliyim..”dir. Manzarasının hoşluğunu, size sunacağı konforu geri plana atmışsınızdır. Rahat geldiğinden ve yüksek sevinçler bahşettiğinden size, orada değilsinizdir. Yalnızca soluklanmak ve derman toplayabilmek iç güdüsüdür olan.. Yalnızca orada var olduğu için, günbatımını süslediği için, gölgesinde naif bir esinti barındırdığı için, bazen yalnızca teninizi okşayışından haz aldığınız için.. Bir banka oturduğunuz oldu mu? Veyahut canlı bir varlığın nefesinde saçlarınızı öğüttüğünüz? Yorulmanız gerekmez oraya oturmayı arzulamanız için.. İhtiyaç duymak gerekli olmaz o varlığın yanına koşmanız için.. Çile çekmiş olması gerekmez vücudunuzun. Öylece var olmak istersiniz.. Her şey mükemmelken bile sarılırsınız. ”Beni mutlu et..” mesajı yoktur artık bu oluşan bağda.. “Duruyordun.. Duruyordum.. Niçin birlikte durmayalım? Dedim. Niçin konuşmamız gereksin ya da niçin gerekli olsun gerekli olacak olduğuna inandıklarımız? Daimi olmayacağız belki.. Tüm zamana nüfuz edemeyeceğiz.. Lakin tek salisede değil mi ki tüm yüzyılı yaşayacağız bu dinginlikle?” Karşınızdaki sandalyedeyim.. Sizi ruhumun bir ihtiyacı kılsaydım sabahın köründeki uyanışımla birlikte yanınıza gelir, tüm dikkatimi toplayamamış ve bana sunduğunuz kalbi dinletilerinizi tam olarak özümseyememiş olarak yanınıza koşmaya çalışırdım. ”İhtiyaç duymuş olduğum ya giderse.. Ya bulamazsam onu..” telaşı ile kendimi, beliren hislerimi, zihnime üşüşür olanları verimli bir şekilde izah edebilmenin uzağına düşerdim. Sizi idrak etmenin de ötesinde nefes alırdım. İhtiyacımı düşünmekten sizin salt varlığınızı düşünmeye zaman ayıramazdım.. Oturduğum sandalyeden sizin tahtınızı seyrediyorum. Varlıkları kim bilir ne güzel ağırlamaktasınız.. “Niçin ben değilim üzerine ilişmiş olan ?” düşüncesi hakim değil.. “Bu ne ahenkli yaratılış.. Ona değen ne varsa gökyüzüne yıldız olma şerefine erişiyordur..” görücülüğü.. Tüylerinizden koparıp kendimde kalıcı kılmaya çalışmak sizi zoraki olacaktır.. Oysa ki uçuşurken kanatlarınız ne de çok etrafa saçılır oluyor. Ağzımda, burnumda, şakaklarımdalar.. Ne ben sizi kanatıyorum ne de siz beni tüylerinizden mahrum bırakıyorsunuz.. Beni tebessümlere gebe bırakışları ruhunuzun, hiç solmasın.


emirler yağdırıyorum kendime bin parçaya bölünmüş bir kafayı yönetmek her zaman savaşa hazır bir ordu gibi sadece yenildiğimde kaderi hatırlıyorum beşinci şiirimde doğurmuştum tanrıyı yedincisinde dünyayı yarattı geç kalınmış bir cevapla birlikte bunu yapmaya hakkın yok dedim on ikinci şiirimde dedim ve huzurundan kovuldum şimdi yıkıyorum yarattığımız dünyayı isimsiz mektuplar için bu kağıt birine yazılması gereken birinin yazması gerekmeyen kimsenin yazmaya cesaret edemediği ama benim yazmak için şakağıma silahlar ektiğim mektuplar artık her baskı isyana gebe doğunun batısına barut kokusu yayılıyor canımı sıkıyor yirmi altı kırk beşin kuzeyi saf değiştirdiğimde yine aynı yere geliyorum ben herşeyin sonuna yetiştim bunun için özür dilerim senin adına iç sesim yazım kurallarını bilmiyor bunun için de özür dilerim onun adına iç sesim kuralları yıkıyor tek tek

bilmediğin birşeyi yıkamazsın bunu da iç sesim yazdırdı, ben yazmak istemedim ben hiçbir zaman yazmak istemedim kullanmadığım bağlaçlar hayata bağlıyor beni henüz uygun bir bağlaç bulamadım buraya aradığımı bulamadığım her an başa dönüyorum aklı temsil ediyorum alegorik bir eserde duygularımdan uzaklaştıkça insanlığımı yontuyorum karar verdim artık her şeye şahit olmuş bir bakteriyim ömrünü sudan çıkmaya adayan trans kadının bir göğsü düşmüş dönüyor dünyanın yörüngesinde kendi sesini duymaya tahammülü olmayan bir çocuk halkın sesini sahipleniyor müziklerinde bizse dar caddelerde ilerliyoruz tekmelerle harç yatağına yatıp borç batağında uyananlar artık olmayanlar ve hiç olmamışlar bir doğru boyunca yaşanan kırılmalar kavramların içi boşaltılmıştı ben doğduğumda kavramları annem bildim boşluğu babam ellerimle doldurdum hepsini teker teker şimdi ağzımdaki yaralara kağıt basıyorum kalemler tükürüyor düşüncelerimi dizimi kanatan tüm kaldırımlara bir iz bırakma sırası bana geldi bu şiirde siyanür var, içeri girmeyin ama bunu en başında söylemeliydim


"bir müddettir kokusu bile beni hasta etmeye yetse de azımsadığım şeyler, şimdi her sabah midemi oyacak ve ben her uyandığımda o çukura bir kez daha yerleşecekler" buhranlı bir günümün sabahında böyle yazmışım çiğnemeden bir an evvel yutayım diyorsun da her sabah yine sunuyorlar ya kahvaltıda beni kendime kızdıranı da görebiliyorum çektiğim acıyla pazarlık... aşina olduğum bir bağırışım itiraz ediyor buna: "uçuyorlardı! yemin ederim uçuyordu balıklar!! gördüm diyorum..." bilmiyorum belki de kaşla göz arasında benim hatırım için şöyle bir uçuvermişlerdir benden başka gören olduysa ne mutlu bu sefer daha yüksekten düşüyorum düşüş hissinin tanıdıklığı... soğuktan tir tir titresem de bu kasvetli sıcaklığa sarılmayacağım bu sarılmayış benim kanatlarım olabilir korku, korku, korku senin adını haykırarak tüm ağrıları ben çağırıyormuşum öyle diyorlar ben tüm yeni korkuları özümseyeceğim beslemeyeceğim onları ama inkar da etmeyeceğim varlıklarını ancak öyle benden gidecekler kafamın içi kesilmiş heveslerle dolu bir mezarlık "balıklar yorulduklarında ağaçların dallarına serilip dinlenirler" aynı anda çok parlak yıldızlarla dolu bir küme "çok yaklaşırsan ürkebilirler" artık ne kendini kervan sanan bir han ne de ulvi yolu arayan tünelim dağınıklık yaratan her şeyi ardiyeye kaldırmamayı da öğreniyorum ne cevabım var ne kararım elimden geldiğince gerçeği söylüyorum doğru, bazen seçemiyorum onu ya da dayanamadığım, hayale daldırıp şöyle bir silkelediğim oluyor elbet ama gözlerimi avucuma tükürmeyip uzaklara savurmamayı öğreniyorum


enes kurnaz’a isrâfil olmak ve geriye kalanlar I. gün Belki de bir günden, bazı günlerden, birbirine benzeyen ve iç içe geçmiş günlerden bahsetmeliyim. Erken çöken bir karanlıkta, gökyüzünü ağır ağır kapatmış bulutların ve ağır ağır yağan bir karın altında kaldığım bir günden de olabilir. Bir yanımda bir kara kedi ve diğer yanımda annelerin mezarı. Beyazın tül gibi örttüğü ağaçları seyrederek bekliyordum. İsrâfil olmayı ve her an elimdeki boynuzu üfleyecekmiş gibi, çünkü ellerim titrek, ölüm ve ölmek kelimelerini kafama takmış sürekli bir titreme anında beliren aydınlanmayı yahut bir sorunun peşinden koşabilmeyi bekliyordum. Aşiyan Mezarlığı’nda bekçiler tarafından dahi terk edilmiş ve kalabalığın fark edemeyeceği bir tepede oturuyordum. Deniz aceleyle bir o yana bir bu yana koşturuyordu, zihnimde yine cevaplamak istediğim bir geleceğin, cevaplamak istediğim geçmişin ve şimdiyi unutarak, sorularını biriktirmiştim. Anneme ayıp olmasın diye cigarayı binbaşının mezarının ucuna dayanıp içiyordum. Kendimle konuşmalarımı daha az delireyim diye onunla paylaşıyordum. Karanlık erken çökmüş, Anadolu ince bir sisin ardında ışıklarını yakmıştı. Çenemi yumruğuma yaslamış insanlardan biraz olsun uzak olmanın da getirdiği ferahlıkla alacağım kararların bir sonraki yaşam diliminde nelere isabet edeceğini ve sebebiyet vereceğini hesaplamaya çalıştım. Bir kara kedi, huzursuz ve vahşiliğini ölülerin cevapsızlığından alan bir kara kedi. Son gelişimde birbirimize biraz kızdığımız ve sataştığımız için mermerin üzerinde birikmiş karda küçük adımlar atıp gövdeme sürtünüyor, gönlümü almaya çalışıyordu. Ben de bu gönül almaya karşın cebime birkaç paket ıslak mama koymuştum. Kulaklığımı çıkartıp telefonu mermerin üzerinde koydum. Birlikte müzik dinlemeye başladık. Unutmadım, dedim, elimi, bileğimi paramparça ettin. Göbeğini kara yaymış

yan yan yatarken tıslayınca, tamam ulan ne tıslıyorsun, getirdik işte mamanı, dedim. Mamaları cebimden çıkartıp yırttım, sonra binbaşının üzerin koydum. Binbaşının mezarı Aşiyan’ın Anadolu Hisarı’na bakan tarafında ağaçların tepenin altında kaldığı ve iki adım sonrasına bastığın zaman tepetaklak olacağın çalılarla kaplı olan yamaçtaydı. O yemeğini denize karşı yerken ben de tabakadan bir tütün sardım. Cigaradan üç nefes daha çekip, hiçbir şey düşünemeyecek kıvama gelince çantamdan evde hazırladığım sıcak şarabı çıkartıp yavaş yavaş yudumladım. Soğuk hafiften ısınmaya başlamıştı. Ağır ağır yağan karın altında bir yere ait olmayı düşledim. Yaşadıklarımı düşünerek durdum orada, babama, yazar olacağım ben, dediğim zamanlardaki evden kovulmalarım, annemin sessiz ağıtlarına karşı doğru bildiğim neyse onu yapmam, ağabeyimin bütün değerlerimle alay etmesi; Oğuz Atay ve kaybettiğim kadınlar geldi aklıma. Fransızca’dan iki yıl kaldığımı, üniversite okumayı sevmediğimi, gölgesi yüzüme vuran günahları hatırladım. Gece yarısı başlayan sevişmelerin benim bir başkasına onun bir başkasına sarılarak uyuduğu sonları, sabah hiç tanımadığım yüzlere verdiğim yalan tebessümleri, aldığım yalan tebessümleri anımsadım. Teslim olmaya her çalıştığımda başkalarının dünyalarının üzerime giydirildiğini, acımadan yırttığım elbiseleri, bakirelere İtalyanca destanlar okuyup kendimi unuttuğum zamanları ansıdım. Bunları düşünürken hayata yeniden başlamak istedim, bu ağır ağır yağan karın ardında; ben de Adıyaman’a dönmek ve tıp okumak istedim. Ama bir kara kedi işte, yine tırnaklarını paltoma batırıp çıkarıyor, kendisiyle ilgilenmemi istiyordu. Bu seferde elimdeki şaraba tutulmuştu. Sen bunu içemezsin, boşa harcatma, dedim; Für Alina henüz çalmaya başlamıştı. Gövdeme sürtünürken birden omzuma zıplayıp meraklı kafasını şaraba doğru götürmeye başladı. Al yahu al, iki dakika duramadın, deyip termosun kapanı açtım. Ağzına doğru götürdüm. Hızlı hızlı koklayıp, mırlayıp, ufaktan bir dil attı. Sevememiş olacak ki kulağımın dibinde bir daha mırlayıp tekrar binbaşının üzerine zıpladı. Bir kara kedi işte, müziğin dibine gidip uzandı. Onun da Für Alina’yı sevdiğini biliyordum. Git gide kızıllaşan bulutlara doğru kafamı kaldırıp yarın gene hiçbir şey olmamış gibi yaşayacağım hayatımı ve neye karşı savaştığımı düşündüm ama bir cevap verebilecek kadar nefese sahip değildim. Dünyayı belki de burada bırakmalı ve çaresizlikten


yaşamalıydım. Müzikte artık bitmiş olduğuna göre yavaş yavaş eve dönmeliydim. Eve dönmeli ve salona geçip kütüphanenin karşısında günah çıkartırken bir yandan müzik dinlemeye devam etmeli diğer yandan Ulus’a bakan penceremden karın ağır ağır yağışını seyretmeliydim. Bir kara kedi, keşke benimle gelmek istesen ve her ne kadar benim sessizliğe ve senin ilgiye ihtiyacın olsa da birbirimize sataşıp barışabilsek. II. gün Yaşamak adına hep daha az ısrarcı oldum, bu teslimiyet; oysa her şeye isyan etmeye hazır bir bedendeyken, beni daha ıssız ve karanlık sokaklara itti. Ki bu fikrim bir gece yarısı girdiğim Tarlabaşı sokaklarından birinde sınanacaktı. İstanbul’a henüz geldiğim vakitlerde kendime yer yurt bulamamış, birkaç gece Beşiktaş’taki meydanda köprünün altında uyuklamış, birkaç gece Taksim’de bir barın üst katında kusmuk kokan yastıkta uyuyakalmıştım. Bazı geceler de hastanenin, ki hastaneler en nefret ettiğim yerlerdir, kantininde bayat kahve içip Tehlikeli Oyunlar’ı okumuş, sabah olmasını beklemiştim. Sonra Emirgan’ın üstlerinde evim diyebileceğim bir daire bulmuş henüz banyosu ve mutfağı yapılmamışken, hiç eşyası yokken taşınmıştım. İlk gece bir paltomu yere sermiş diğerini battaniye olarak kullanarak uyumuştum.

menin heyecanını taşıyordum. Yine ezberlediğim ve yıllar önce defalarca gidip geldiğim bir güzergahın başındaydım aslında. Yağmur yağıyordu, bozuk yollardan ve kaldırımdan geçerken suya batmamak için pür dikkatle adımlıyordum. Yine o sokak lambasının altına geldiğimde kafamı gökyüzüne kaldırıp yağmur damlalarının suratıma vurmasına izin verdim. Biraz nostalji ve biraz da geçen beş yılda kimliğime neler olduğunu görebilme merakı. Işığın ardından ve ışıktan düşen her çiziğin geçmiş günahların uzun gölgesinde büyüyen beni keserek, her kesiğin sızlattığı onlarca yaşanmışlıkla devam ettim. Zaten insan yaşıyor olduğu şimdiye yaşadığı geçmişi sürekli taşıyarak ve içten içe ansıyarak, yeniden doğabilecek gözlerle dünyayı görmeyi engellemez mi ve insan sevmek istediği şeye kendi geçmişinin günahlarını sıçratarak, benim burada tanıdığım günahlar var, deyip ağır ağır uzaklaşırken; oysa sevmek geçmiş sonbaharla bu sonbaharın iç içe geçtiği bir yerde, solgun bir alevin geceyi gördükçe heyecanlanıp harlamasında ve sevmeyi görev edinmiş bir tanrının, zamanın ötesine giden bir dervişin tasvirine göre saçları güneşe değdikçe sararan bir su perisinin peşinden koşarken onu, babasına ve anamıza kendisini kurtarmaları için yalvartacak kadar kendini kaybeden tanrının kalbindeki altın oku suçlayan gölgesizlerin abartısında değil midir; gibi romantik cümlelerin var olduğuna ve var olacağına yaslanıp, affetmek, affedilmek kelimelerinden habersiz bir şekilde zincirsiz bir yaşamın olduğuna inanmaya devam edip uzaklaştığı yerde zincirini geçmişinde büyüttüğü bir ağacın gölgesine bağlamaz mı? Şimdi ağbi, zannedilen ve zannettiğim o yolların birer anlamı olması için dinlediğim bir Arvo Pärt bestesiyle belki de en olmamam gereken yerde, bir kapının önündeyim. Hayatım boyunca affedilmek için çabalamadım, çünkü günahı bir kere işlemiş olmanın farkındalığını hiçbir zaman bilincimin dışına atamadım ve geçen ay boyunca affedilmek kelimesini düşündüm. Kızıl bulutlardan düşen yağmurun, durmadan içimi ürperten bir rüzgârın ve bir gece daha tanrı olabilme hayaliyle ezberliyorum bu cümleleri, hiç olmamam gereken bir kapının, geçmişimin önünde. Bir mektuba ancak bunları sığdırabildim.

Bugün özyurdumda bir yabancı hayatı yaşayarak zamanımı geçiriyorum. Bana kuzeyde kalan odayı verdiler, yastık çocukluğum gibi kokuyor. Belki de unutulmuş bir çocukluk. Yere döşek attırdım ve gereksiz bütün eşyaları salona taşıttırdım. Annemle sadece bir duvarı siyaha boyamak ve benim de yaşamak isteyeceğim bir hayatın var olabileceği konusunda anlaşamıyoruz. Günler karanlığın ağır ağır çökmesiyle devam ediyor ağbi. Duvarı siyaha boyamadım. Onun yerine boydan boya perde çekilmiş, dağa bakan camı kullanıyorum. Babam da ayrı bir sessizlik içerisinde, ya ölürsek, dediğinde; üzülürüm ama ölümün gerçeklik olduğunu unutmam, dedim. Beni yine evden kovacaktı ama, dur artık, dedim. Kırlaşmış yüzüne bakıp inceden bir ürpertiyle, biraz hava alacağım, geldiğimde tartışmak istemiyorum artık, dedim. Odama geçip battaniye yaptığım uzun paltomu alıp, bir de şemsiye sevgilerimle, Adıyaman’da hiç bilmediğim sokaklara gitmek istedim; ama böyle bir durumun pek de mümkün olmadığını içten içe bilsem de kendime zaman tanımak istedim. Az da olsa nefes alabil-


Sen bir kadındın, bense bir diğeri. Gözlerimiz buluşmadan önceydi bu tabii. Ne zaman ki değdin gözlerinle tenime, ellerinle tenime, benliğinle tenime; herkesin iki kadın olmamızı beklediği yerde, bir olduk biz seninle. Bizim bu birlik için çalkalanmalarımızdan geriye, ne sodom kaldı ne gomore. Yalnız sen kaldın mavimtırak gülüşünle ve ben utanmaz sevişimle. Ellerin değdiğinde doğum lekemin üzerine ve gezindiğinde kalbimin setlerinde, selam verdi göğüs uçlarım sana, martılarla birlikte. Sanki bir simit atmıştın, martılar kapıp uçtu, bense tutundum o simide, bırakmamak üzere. Senle öğrendim yüzmeyi, boğulmayı, dirilmeyi; senle gördüm mavinin en koyu ve en açık hallerini. Senle her seviştiğimizde gökyüzü ve denizler doldu içime, İstanbul yattı aramıza her yorulup dinlendiğimizde. Hem annesi hem çocuğu olmak birinin, hem kesmesi nefesini hem nefes aldırması sana. Bazen boğması düpedüz, bazense değmesi boğulmaya. İlklerim, sonlarım ve enlerim oldun; yine de bazı günler tenin tenimdeyken bile aramıza bir uçurum koydun. Bazen gurur duymak oldu seni sevmek, çekinmek oldu bazen, bazense suçlu hissetmek. Çoğu zamansa umursamayıp o ölüm normlarını sarılmak ve paylaşmak oldu suçları. Paylaştığımız suçlardan en büyüğüyse, Adem’i kovdu, Dünyayı doğurdu. Bu da bizim kadar doğru, Ve bizim kadar yanlış Bir sonun, Başlangıcı oldu.

Uzak bir ülkenin büyük bir şehrinin dar sokaklarında yürüdüğünüzde, yapraklarını dökmeye niyetlenmemiş çamların, kuzeye bakan tarafı yosun tutmuş kestanelerin, kısa bir zaman önce kel kalmış servilerin yanlarından geçtiğinizde, dik bir yokuşta karınları açlıktan yapışmış iki uyuz köpeğin birbirlerinin kıçlarını koklamasını seyrettiğinizde, karşı kaldırımda tanıdık bir yüzün size selam verdiğini sandığınızda, ana caddede sarhoşların evlerine gitmek için bindiği belediye otobüsü yanınızdan hızla geçip gittiğinde, büfecinin soğuktan kepenklerini erkenden kapattığını gördüğünüzde, anahtarlarınızı bulmak için cebinize attığınız elinizin boş çıktığını fark ettiğinizde kış çoktan gökyüzünden şehrinize inmiştir. Sizin aylara ve günlere taktığınız isimler, mevsime gülünç ve aciz görünmektedir. Bir an durup başınızı gökyüzüne kaldırmanız gerekir mevsimin sizinle alay ettiğini görmek için. Kış gökyüzüne açık ve koyu renklerini, beyazını ve turuncusunu zaten bahşetmiştir. Siz bu renklere alışkınsınızdır ancak bu renkleri her gördüğünde şaşıran bir genç kızı düşünürsünüz. Bu heyecanlı kızın şimdi kapısını çalsanız nasıl sıkı sarılır, nasıl öper sizi boynunuzdan. Nasıl kavrarsınız onun kahve saçlarının dalgalandığı belinden. Nasıl nazikçe… Kış beyazıyla şehrinizde gezinmektedir. Anahtarları bıraktığınız yerden almak için elleriniz ceplerinizde aynı yolları tekrar gidersiniz.


1. Bana tabancan nerede diye sordular, BİRKAÇ KERE BELİMİ YOKLAYIP onlara “En son tanımadığım bir adamın anüsünde patlatmıştı, sonrasını hatırlamıyorum. Ama öncesi var, öncesi heyecanlı: Kafam gidikti, yine mutlu olamayacağımı bile bile mutlu olmaya gittiğim bir yerden dönüyordum. Mutsuzdum. Bir olayın sonucu olarak değil de sanki olması gereken her şey olduğu için mutsuzdum. Mutsuzluğum bir doğa ürünüydü, beni vahşi hayata katan, rakiplerim arasında ayakta kalmamı sağlayan, belki de türümün evrimleşerek kazandığı son özellik olan bir doğa ürünü. O tehlikeli ürün yine benimleydi ve bir yerden dönüyordum. Yanımda iki tane genç kadın vardı. Onlara karşı tamamen ilgisizdim. Biri sürekli elini penisime atıyor diğeri ise kulak memem ile ademcik elmasım arasında dilini gezdiriyordu. Dikkat çekici giyinmişlerdi; birinin üstünde göğüslerinin ortasından başlayıp, altıgen şeklinde, vajinasına kadar inen bir dekolteye sahip lacivert elbise vardı. Genital bölgesindeki kıllar belli oluyordu, uzun, siyah ve kirliydiler. Bir tek onları gördüğümde arzularım harekete geçiyordu. Sert hamlelerle onu oracıkta yatırıp amcığını yalamak, boğazını sıkıca sıkıp bembeyaz teninin kan toplayışını izlemek ve kalçasını tokatlarken publis kıllarıyla göz göze gelmek hayali bana mutsuzluktan başka bir his tattırıyor, kalbimin atışını hızlandırıyordu. Bu yüzden onlara bakmamaya çalışıyor, gözlerimi otobüste gezdiriyordum. Elbette kimse rakipleri arasında güçsüz konuma düşmek istemezdi ve vahşi hayatta saldırının nereden geleceğini kestirmek imkansızdı. Otobüste bir grilik hakimdi. Hayatımın bütününde bir grilik hakimdi. Bundan memnundum. Bir dönem diğer renkleri de gördüğüm olmuştu. Bunu geç fark etmiş, kendimi bir anda insanların içinde eğlenip kahkahalar atarken bulmuştum. Daha doğrusu kendimi bulamamıştım, hissettiğim hiçbir duygu hatırladığım bana ait

değildi. Neredeyse bir rakibime sevgi besleyecek, onunla kendimi paylaşacaktım. Elimden bira şişeleri, şaraplar, parmaklarım arasından iyi sarılmış üçlüler eksik olmuyordu. Dehşete kapılarak içinde olduğum durumu fark ettiğimde korkumdan titremeye başladım. Geceleyin büyükçe bir mezarlığın ortasına bırakılmış bir çocuk ne kadar korkarsa o kadar korkuyordum. Çevremden her an , daha önce şahidi olmadığım ruhani varlıklar tarafından saldırılar gelebilirdi. Bunca yıllık birikimim kaybolabilir ve bunca yıl tapınarak büyüttüğüm yalnızlığım ben hiçbir şey anlamadan tarihe karışabilirdi. Bu yüzden evime sığınmaya karar verdim. Bir buçuk ay boyunca örümcek ağlarıyla korunan mağaramdan hiç çıkmadım. İşimi kaybettim, on iki kilo verdim ama mağaramdan ayrılmadım. Sonucunda griliğimi, manevi boşluğumu, savunmacı hiçliğimi geri kazandım. Bu yüzden otobüsteki grilik hoşuma gidiyordu. Kendimi yuvamda, güvende ve rakiplerimden avantajlı hissetmeme sebep oluyordu. Büyük ancak boş bir otobüsteydik, bizim haricimizde birkaç kişi vardı. Güneş camlardaki siyah filmlere yenik düşüp içeriye ulaşamıyor, mekanda hakim olan hissel soğukluğa müdahale edemiyordu. Ayakta seyahat eden yolcuların tutunması için yapılan ve otobüsün bir ucundan bir ucuna kadar uzanan demirler paslanmış, eskimiş koltuklara toz tutmuş, zemin ise yanımdaki genç kadınlardan birinin kusmuğuyla kirlenmişti. Otobüsün şoförü rahatsız olduğunu belli etme amacıyla dikiz aynasından bizi izliyor ve hemen arkasındaki yaşlı kadınla hakkımızda konuşuyordu. Yaşlı kadın birkaç kere bize dönüp gür sesiyle naifliğini bozmayacak hakaretler etmişti. Bütün çabalarına rağmen şoför de kadın da ilgimi çekmeyi başaramamıştı. Yanımdakiler gibi onları da rakip olarak görmediğim için eylemlerinden kesinlikle etkilenmiyor, umursamıyordum. Ancak otobüsteki altıncı şahıs etkilenmiş olacaktı ki hareketlerindeki asabilik giderek arttı. Öncelikle yaşlı kadına yakın olan koltuğundan


kalkıp bize yakın olan bir koltuğa geçti, sonra iki kere sert bir şekilde avucunun içiyle otobüsün camına vurup bize bağırdı. Hiçbir hareketi kâr etmeyince son olarak kolumun uzanacağı mesafeye kadar gelip küfürler etmeye başladı. Bu sefer ilgimi çekmeyi başarmıştı. Rahatımı bozmuş, kişisel alanıma girmiş, bana fiziksel zarara verebilme ve beni doğada bir basamak aşağı itebilme potansiyeline sahip olmuştu. Karşımızda dikilip kızların orospuluğundan, ahlaksızlığımızdan, şerefsizliğimizden bahsediyor, cümlelerinin arasına “orospu çocukları, babasız piçler, yarak arsızları ve taşaksız pezevenk” gibi küfürler yerleştiriyordu. Ben kayıtsız bir suratla kollarımı iki yana açıp hiçbir tepki vermeden onu izliyor ve hiçbir şey hissetmiyordum. Ama kızlar boş durmuyordu, önce küfürlerine küfürle karşılık vermeye çalıştılar. Genital bölgesi kıllı olan ayağa kalkıp adamı itti. (Kıllar ağız hizama gelmişti, kendimi kaybedecektim, penisim sertleşiyordu.) Adam tekleyip geri geldi ve kızı saçından tuttu. Kız çığlıklar atıyor öbürü ise tokatlar atarak rakibini yıldırmaya çalışıyordu. Kas gelişimi rakibine nazaran yetersiz olduğu için çalışmaları etkisiz kalıyor, son çare olarak beni kolumdan tutup adamın üstüne itmeye çalışarak saldırmamı talep ediyordu. Saldırmadım, kılımı bile kıpırdatmadım. Bunun üzerine beni azdırmayı başaramamış olan suratıma bir tokat patlattı. Adam şaşırıp kızın saçını gevşetti. Kızlar da fırsattan istifade edip otobüsten kaçtılar.” Diye anlatmaya başlasaydım, belki dikkatlerini çekmiş olurdum. Alakayı kaçırmamak için pür dikkat beni dinlerlerdi belki. 2. “O tokat rencide olmama neden olabilirdi. Utanabilir ve hatta üzülebilirdim. Ama hiçbir şey hissetmedim. Çünkü adam genital bölgesi kıllı olanı saçından tuttuğundan beri planım hazırdı. Kızlar indikten sonra adam biraz daha sövüp, diğer insanların takdirini topladıktan sonra sakinleşti. Dönüp yerine otururken BİRKAÇ KERE BELİMİ YOKLADIM. Yolun geri kalanında fark ettirmeden adamı süzdüm. Benim yaşlarımdaydı, boyu bir erkeğe göre epey kısa, kilosu ise bir insana göre epey fazlaydı. Koyu yeşil bir kabanın içine siyah boğazlı bir kazak altına ise kadife bir pantolon giymişti. Uzun sakalları şişkin yanaklarını kaplayamazken kazağının boğazlığına sıkışacak kadar inmişti .Rahatlamış ve huzurlu hissediyordu. Bölgesinde sözünü

geçirmiş her vahşi yaratık gibi zaferin güveni içerisindeydi. Arınmış ve liderliğini pekiştirmişti. Bir vakit sonra sıradaki durakta inmek için ayağa kalktı. Onunla birlikte ben de yavaşça kalktım. Beni süzdü, korkutmak için gözlerini sert bir şekilde bana dikti. Otobüsten inene kadar gözleriyle üstünlüğünü hatırlatmak istiyordu. İndikten sonra alakasız gözükmek için telefonu elime aldım. Şarjın bitmesine daha vardı. Aslında alakasız gözükmek istemiyordum . Düşmanımı korku sarsın, kontrolü kaybetsin istiyordum. Ancak korku kolay kaçmasını sağlayabilirdi. Gerçi az önce kolaylıkla alt ettiği rakibine karşı ne kadar korku besleyebilirdi ki. Önce onun ilerlemesini bekledim. Duraktan ayrılırken uzunca arkasına baktı. Tam bu sırada aramızdaki avcı – av ilişkisini sezdirmek için onun ilerlediği yönde sakin adımlar attım. Kafasını suç üstünde yakalanmış gibi telaşla çevirip yoluna devam etti. İndiğimiz yer genelde portakal bahçelerinin olduğu, yüz – iki yüz metrede bir tek ya da çift katlı müstakil binaların yer aldığı düz bir ovaydı. Adamın adımları giderek hızlanıyor, her elli metrede bir arkasını dönüp barındırdığım tehlike potansiyelini gözlemliyordu. Anlamıştı, kaçmaya çalışıyordu ama kaçmaya çalışmasının beni cesaretlendirmesinden korktuğundan bunu belli etmeme niyetindeydi. O her kafasını çevirdiğinde ben hızımı biraz daha arttırıyordum. Ağır bedeni benim çevikliğim ve hızım karşısında acizdi. İki dakika içerisinde aramızdaki mesafeyi tek hamlede ulaşabileceğim ölçüye indirmiştim. Bu mesafede fazla dayanamadı. Taze galibiyetinden destek alarak aniden arkasını döndü. Dik ve sert bir duruşla ve sorgulayıcı gözlerle bana baktı. Tam ağzını açıp bir şeyler geveleycekken kulağıyla çenesi arasına sıkı bir yumruk indirdim. İki büklüm oldu, sendeledi. Tekmeyle yere yığıp ensesine tabancamı dayadım. En yakın bahçeye ilerlemesini emrettim. İlerlerken özürler yağdırıyor, bırakmam için yalvarıyordu. Telefonu çıkarıp kızlara gönderebilmek için olanı biteni kaydetmeye başladım. Şarjın bitmesine daha vardı. Yüzü çıksın diye arada sırada bana dönmesini söylüyordum.Hin konuşmamaya sadece emir vermeye dikkat ettim. Zaten konuşacak bir şey yoktu, çok istediğim oyuncağıma kavuşmuş hatta çoktan sıkılmıştım. Ancak hayattaki konumumu geri kazanmamı sağlaması için bu oyuncakla işimi bitirmeliydim. Bahçenin içinde yaklaşık bir


ilerledikten sonra bir ağacın dibine çökmesini ve soyunmasını emrettim. Anlamlandıramamıştı ama çaresizdi. Susmuyordu, ağzında bir şeyler geveleyip duruyordu. Onu duymuyordum çünkü artık rakibim değildi. Sadece bir zavallıydı. Dolgun göz çukurlarından damlalar akan bir zavallı. Onun iradesiz bedeninde belirsizliğin korkusu hakimken yerde yuvarlanması emrini verdim. Yağ tulumu, beceriksizce yuvarlanmaya başladı. Çok komikti, neredeyse kahkahalar atacaktım. Kendime hakim olup onun yüzü toprağa dönükken penisimi çıkarıp üzerine işedim. Durup yüzünü döndü. İdrar sakallarına denk geldi. Sakallarından aşağıya ince ince süzülüp göğüslerine damlıyordu. Kustu ardından ağzı çıktığı kadar bağırmaya başladı. İtaatsizlik yapıyordu ve bu sinirimi bozmuştu. Kafatasını kuvvetle kavrayıp yüzünü kusmuğunun içine gömdüm. Ardından kaldırıp tabancamı sertçe ağzına soktum. Silahın arpacığının damağını yardığını hissettim. Kusmukla karışık toprağa bulanmış göz kapaklarından gözlerinin içine son kez bakıp silahı ateşledim. Kafası dağıldı, her taraf kan oldu. Ensesinde yumruğum kadar bir yarık oluşmuştu ve buradan oluk oluk kan geliyordu .Üç kurşunum kalmıştı. Bana taşaksız pezevenk dediği için ikisini testislerine sıktım. Son kurşunu ise yediğim tokat kadar rencide olsun diye tabancayı anüsünden sokup içinde patlattım. Tabancayı dışkıya bulandığı için orada bırakmış olabilirim. “ Dememi istiyorlardı belki Belki de onları rahatsız ettiğim için teşekkürler yağdıracaklardı.

Eğer ki okuyup hiçbir şey anlayamadığın ama durmadan sende çağrışımlar uyandıran bir yazıya rastlamışsan yahut anlamlandırmadığın bir biçimde derinliklerine değen bir tablo görmüşsen, bir müzik gelmişse kulağına bil ki o sanat eseri modern kabilenin şizofren büyücüsünden çıkmıştır. Peki senin ya da bilincinin bile ulaşamadığı en derin çağrışımlarına dokunabilen bu büyücü kimdir? O büyücü ki bir form çizip herkesin o formu pipo olarak algıladıktan sonra bu bir pipo değildir diye bağırandır. Yine bu şizofren büyücü insanlara durmadan “sizinle nasıl konuşabilirim?” diye sorarak dilin özneden bağımsızlığını kavrayıp dil hapsinden çıkmak isteyen kişidir. İşte size modern kabilenin şizofren büyücüsünün deliliğe varma hikayesini anlatıyorum. Büyücümüz ilk başta kendini sınırlandırılmış toplumun sınırlandırılmış bireyi olarak bulmasıyla deliliğini oluşturmaya başlar ya da deliliğin temelini sunar kendine ve bizlere. Modern kabilenin sınırlandırılmış her bireyi sınır dışından korkmaktadır. Peki ne vardır bu sınırın dışında? Bu soru büyücümüzde öğrenme istencine sebep olur ve arayışa başlar. Bu merak öyle bir meraktır ki insanın gözlerini kapatıp kör eder. Sınırları göremez ve modern kabile lincini fark edemez büyücümüz. O, artık sadece o sınırın dışına ulaşmak istiyordur. Bunun için bir yöntem bulur. Bilincini terk ederek en derinine el uzatır. Bir anda vücudunun her yerinde yokluk hisseder. Kimliğinin her bir parçası bir karadelikte yok olup gitmeye başlar. O karadelikte kendi zihnin genlerini görür. İnsana dair hiçbir şey yok iken bu karadelikte insanın en temel yapı taşı olan ‘ben’ kavramının sonsuz genleri vardır. Bu karadelik bilinçdışıdır. Bir anda bu genler ard arda çağrışım formlarıyla büyücümüzün zihnine vurur. Büyücümüz bilinçdışıyla çatışır ve çatışırken de sevişir (yani kendisiyle çatışır sevişirken). Kendisini her şeyin merkezine alıp sınırların dışına çıkmış büyücü artık bir şizofrendir. Kendisini hep başka hayal formlarıyla görür. Bu kendisiyle iletişimiyle çağrışımlar zihnine vurur ve çağrışımları aldığı gibi çiğ olarak yazıya, resme ya da sese döker. Böylelikle oluşur bir sanat ve bir sanatçı yahut modern kabilenin büyücüsü. Ne var ki sınırları altüst eden bu büyücüyü deli diye nitelendirir toplum ve topluma tasma olmuş normlar. Böyle oluşur linç ve böyle ilerler kültürler. Tasmalar böyle sıkı yapısından kurtularak yavaş yavaş insandan sıyrılır. Toplumun boğulmasından toplumu kurtaracak o toplumun linç edeceği aykırı bir şizofrendir her zaman. Şizofren kendini feda eder ve toplumda başkaldırı kitlesi oluşmaya başlar. İşte böylelikle de bozuk sistemler aşılır, bozuk sistemin korucuları ve yükselticileri korkar yok olur. Toplum kirli nehirlerden aşar kendini sonsuz okyanuslarda bulur (belki bir gün...)


Şimdiye dek şahit olduğumuz her şey, başlangıcını bilmediğimiz uzun bir zamandan beridir var ve sonsuza kadar da var olmaya devam edecek. Ne yazık ki bu sonsuzluğa şahit olacak kadar uzun yaşamayacağız. Geçtiğimiz son mevsim, ıslandığımız son yağmur, kurduğumuz son düş olabilir. Burada karşımda duruyorken sen, bu sana son bakışım olabilir. Yabancı bir acının uğultusuyla dönüyorken başım, az kelimelerle kurduğun cümleleri anlayamıyorum. Sevdiklerime kurşun sıkmak zorunda kaldığım zamanlarda ben kör oluyorum. Çocukluğum gibi, göçmen kuşlar gibi başımın altındaki yastığı da yitirdim. Geldiğim yere benzeyen bir memleket aradım. Vardığım yerlerde dağları evlerinin üzerine yıkmak zorunda kalsalar dahi bana başımı sokacak bir çatı vermeye razı olmadı hiç kimse. Dünyada her şey olması gerektiği gibiydi. Kök salmayı beceremediğiniz bu topraklar üzerinde zamanından önce ölmeyi istemek, bir lambadan ışığını istemekle eşdeğerdi. O vakitlerde, seni en iyi anlayabileceğim yaşımdayken sen yanımda değildin. İşte bu yolda yürüyüşün ve köşeyi dönüşün. İşte tüm gün yüzdüğün halde hâlâ denize bakan gözlerin. İşte göklerde uçurduğun çakıl taşları ve sulara düşürdüğün gök. Ne zamandır başımı kaldırıp bakmamıştım sana. Pek çok şey eskisi gibi duruyorken pek çok şey bambaşka. Az sonra Güneş batabilir. Bu karanlık birini kör edebilecek kadar parlak olabilir. Yine de ben bu seyri kaçırmak istemem. Hayata dair anlaşılacak bir şey varsa eğer bu sende saklıdır. İçinde hakikati barındırmayanlar yüreğinde dünya lekesi taşırlar. Oysa sen uyuyorken yalnızca uyuyorsun. Kuşları havaya, insanı karaya hapsediyorlar. Onlara söyle kapıları kapatmasınlar. Güz çürükleriyle iyi ölünür, biliyorum. Fakat sen, benimle tamamlanacak bir şeye benziyorsun. Tam da bu yüzden ben yok olup gidemem. Elbet bu dünya üzerinde birileri kavuşacak veya mütemadiyen ayrılacak Öldüğümüzde hiçbir gizimiz kalmayacak. Yere düşürdüklerini usulca uzanıp yerden alıyorum. Son söylediklerini bir daha söyler misin?

Erto’nun benden istediğini yerine getirdim. Gökçe’ye gittim ve beni başka bir odaya yerleştirmesini istedim. Yeni oda arkadaşım, Menzil tarikatına bağlı bir kokain bağımlısı. Adı Erhan. Erhan, tüm gün Kanal 7’de yayınlanan uçmalı kaçmalı evliya filmlerini izliyor-geceleri dahil-. Gökçe psikoloğum. Ailem tarafından kliniğe kapatıldığımdan beri her gün sırf onu görmek için yoktan travmalar yaratıyorum. Sadece ona anlatıyorum, sadece ona yalan söylemiyorum. Bu konfor alanı, bu güvenli sınır beni az da olsa rahatlatıyor. Verilen hapların etkisiyle Erhan’ın izlediği filmler artık daha katlanılır halde -geceleri hariç.- Lanet herif yirmi dört saat boyunca tuvalete dahi gitmeden bu filmleri izliyor. Ne zaman kumandayı elime alıp da bok tadı veren filmlerini kapatmaya kalksam, oda arkadaşım bir hortlakmış gibi yataktan “ığğhhhkk” diyerek fırlıyor ve tekrar tekrar aynı filmleri açıyor. Doktorum, janjanlı bloknotundan bana çakmak gazının zararlarını okuyor: sinir hücrelerinde hasar, istem dışı halüsinasyonlar ve hafıza kaybı... Peki bunların hangi biri benim sikimde? “Hepsi!” Hangi biriniz sabah namazına, ranza arkadaşının ağlama sesleriyle kalkar? Ya da on dört yaşında karın üzerinde yüzlerce şınav, mekik ve sürünme cezaları? Taşrada bir Kuran kursunda derse iki dakika geç kalmanın bedeli yüz şınav artı yüz mekik cezasıdır. Namaza geç kalmaksa tüm talebelerin önünde “aşağılanmak”. Anlamını bilmediğin bir dilde her gün üç sayfa ezber verip “başarısız öğrenci” mazereti ile eve dönmek ve tüm bunları unutmak için çakmak gazının zararına sarılmak... Kolonya şişen ve sen, bunlara ne kadar vâkıfsın?


concursus istius şiir bir samimiyet mevzusudur ve bunun davasıdır bence böyle söyledim ateşe vermiş olduğum atadan araklanmış günden ve gönülden uzak kalmış sözcük kusmuklarının üzerlerine tükürüp ayak ucumla onları söndürmeden önce dostlarıma ve düşmanlarıma ilham dağıttım demek ki yaşamam boşa değil

Gönül bir ağaçsa, ızdırap dalı budağı Sonbahar da geçse, düşmüyor ölü yaprağı Bu zehir ilaçsa, yapmışım doz aşımını Tezgahımda şişe, her yanım ağu bardağı Yanılmış olsam da, anladım seviyor beni Bitmeyen endişe, sevginin yolu durağı Nedendir yaram da, hiç kabuk bağlamaz gibi Gitme kal deyince, topladı tası tarağı Ruhum ona kaçsa, hatıra der vermez geri Gerçi verse bile, meskenim oldu sokağı Bütün dünya sorsa, dermanım bulunur mu ki? Izdırap geçerse, söktürür bana şafağı Bu alevler korsa, şaşırtmaz ki bu da beni Dillerim ateşte, kadehim dolu gaz yağı Bu harita yanlış, göstermiyor bana onu Pusulam aheste, karışırdı solu sağı Ben zaten hayatta, kimi sevmiştim ki böyle? Kendimden de fazla, kardeşimi ve Başak’ı

Ve öfkelen; Öfke Sanatçının öfkesi Dirilip dirilip gömülen inançlarım Ayrılıklar, ölüm, haksızlık Kendi çekirdeğinde parçalan ve yok ol Haykıramadığın her saniye için Ve ağla; Bağrına basamadığın her vakit için hasta bir kediyi Her derdine deva olamadığın için sevgilinin Kudretine boyun eğmediğin için güzelliğin, doğanın ve annenin Sevginin hoyrat gücü söküp alamadığı için içindeki acıyı Ve neşelen; Siktiğimin iğrenç dünyasını katlanılabilir kıldığı için sevgi Yalnızlığını çoğullaştırdığı için sevgi Sessizliği asla bozulmamış pişmanlıklarını ve konuşması güç hale gelmiş vakitleri hafiflettiği için sevgi -bütün hinliklerin anası sensin susmaVe koş; Hala koşabiliyorken uçsuz bucaksız ekin tarlalarında Hala emiyorken sesi kar tanecikleri koş! Hala görmüyorken ayak izlerini gözü kara politikacılar Ve yaşa; Yaşa ve koş güzelliğin katli meşru kılındığı için Bir sihirbazın illüzyonunda saklanabildiğin için Ve öl; Gözlerini oyduğun Kulaklarını tıkadığın Dilini kestiğin her ihtimale karşı ağzına dikiş attığın için Bütün ölümlere şahitlik etmemek üzere ve Mamafih hiçbir şeyi değiştiremeyeceğin için Amel defterine sığmayacağı için artık hiçbir günah öl


Ağıt yakmış günübirlik papatyalar İçselleştirdiğim masalarda Cansız ordu saksıda buket dolu Aynalar, gökten üzerimize yansırken Parçalıdır yalnız ışığını esirgemez Isıtmak lazım derim burayı Sıcacık durur soba camdan sarkar dumanı Kömür kara elmas mıdır bilmem

Sobaları ateşe verdiğim düştü aklıma Masanın bronz işlemesi, rengini kahveden Alır ya, koltuk bulunmasın ve başlamasın oturmak Geçkin olur burada yaşımız Ömür demek birliktelik Asla yaşlanma bu dört duvarda Geçti n'olur ağlama artık Çizgi çekme daha fazla yüzüne Damlatma o gözyaşını yere Ben hala keskin bir kılıç oluyorum Sobanın yanındaki idamlarda Bu insanlar öldükçe yürümeyi bile unuturlar Yalnız korlar seni Oysa köpeğim de bir kez olsun göz kırpmadı bana Hikayeler tutuşturulurdu elime tüm salonca

Nereye koyacağımı bilmediğim koca bir vazoyla tek başıma dikilirken buldum kendimi Hiç gelmeyecek otobüsün son durağında, Başka bir yolculuğu beklemeye durmuş, Soru işaretleri ve vazgeçişler. Yağmura aldırmadan, Ha kırıldı ha kırılacak, Bazı şeyler biter de, Ya da yalnızca gider, dönüşü olmayan labirentlere Ölüm. Özlem. Hüzün. Bir vazo dolusu “kırılacak türden” sözcük, Cenazeler, düğünler. Ne yapacağımı bilmediğim sözcüklerle tek başıma dikilirken buldum kendimi, Omzuma yüklenen ağırlıkları altında ezilirken. Yürüyecek halin kalmaz Bir anda gelir ya beklediğin otobüs, Öylesine geçiverir gibi hayatından Hatırlanmaya değmeyecek bir silüet gibi ve kaybolur. Kucaklayarak taşıdığım vazonun içine kafamı sokmuş, duygularımı koklarken buldum kendimi, Cam kenarında evime giden otobüsün, Şöförün olası şaşkın bakışlarına karşı kusuyormuş imajı vermek için çabalar,

Birkaç anı ötesine gidersem Zaman yolculuğundan bulanacak midemin de hatrına, Geçmiş rüzgarları hissederim ciğerlerimde. Sigaramın küllerini serptiğim vazoya en sevdiğim çiçekleri koyarken buldum kendimi sabahın ilk ışıklarında. Hani giremezsin bazen yatağa, başlayamazsın ya güne, Geri gider ayakların, Bir sigara daha yakarsın. Yandım belki, Belki öldüm ve küllerimi koydular bu vazoya. Ölüm, Özlem, Hüzün. Eski bir daveti kabul etmişçesine girdim o vazoya geçmişin yanık sonbaharlarını anımsamış gibi bir an, Ve Bir kez daha öldüm. Şimdi nereye koyacağımı bilmediğim o yok edici aşkın kapağını kapatıp bir rafa kaldıracağım kendimle birlikte. eski bir aşkın küllerinden doğar da, kanatlanır gibi, Kızıl bir sabah, Söyleyemediklerim hala boğazımı yakıyor. Uyu, Bu gün de bitecek eninde sonunda. Korkma Labirenttesin.


geceden kalmayım, güneş doğmak üzere. tatlı bir yorgunluk, yoğun bir baş ağrısıyla başımı sokabileceğim ilk deliğe girdim. olağandan farklı bir eksiklik vardı üzerimde, somut bir eksiklik. isteklerimle örtüşen rutinlerimi yerine getirdiğim dönemleri düşündüm, garipsedim eksikliğini. insanların bakışlarında da bir gariplik vardı. soğukkanlılığımı koruyarak bir kahve istedim, garson alaycı bakışlarını üzerime fırlatırken fısıldayarak.. ödeme yöntemleri arasında içinde bulunduğum durumun olmadığını ima etti. ne olduğunu anlamaya çalışırken kafamı arkamda duran boy aynasına çevirdiğimdeyse pantolonumu birkaç dakika önce soluk soluğa kaçtığım evde unuttuğumu hatırladım. şüphesiz, kimse bu denli soğukkanlı değildir. durumu açıkladıktan sonra arkadaşımı aramak için telefonu ve kahvemi alıp kafenin en tenha köşesine geçtim, cebimden mataramı çıkarıp -yumurta olmadığı için eksik de olsa- formülümü tamamlamak üzere kahvenin içine bir miktar viski ekledim. içinde bulunduğum durum ne olursa olsun bir şekilde huzur arayışımı tamamlayıp, bunun keyfini çıkarmak karakterimin en göze çarpan özelliğiydi. her ne kadar tekdüze hayat süren insanların hoşuna gitmese de.. eh, bir diğeri de bu insanları ciddiye almamak olsa gerek. arkadaşımın eksikliğimi kapatması için oyalanırken bir kadının bakışları dikkatimi çekti, diğerlerinden farklı bir bakıştı bu. durumum ilgisini çekmiş olsa gerek, sigarasından aldığı her dumanı -gözlerini benden ayırmadankeyifle tüttürüyordu. göz göze geldikten sonra bakışları davetkar bir hal aldı, fakat onunla ilgilenmiyordum çünkü izmaritinde kalan ruj izi daha ilgi çekiciydi. insanların dış görünüşü gerçekten de hiç ilgimi çekmiyordu, karakterini tamamlayıcı olursa ne ala, değilse görünüşüne bir karakter yaratırdım. bizlere dayatılan dış görünüş kavramı da "güzel" olduğu düşünülen özelliklerin bütünü değil midir? mavi bir gözü, her zaman sarı saç tamamlamak zorundaymış gibi, kaotik bir algı.

benim görüşümle kesinlikle örtüştüğünü söylemem. farklı sayılmaz ama daha basit, zor olan da zaten bu. farklı görünmek, düşünmek için çabalamıyorum, yine basit olanı yapıp ihtiyacım olan dersleri alıyordum. arkadaşım elinde pantolon ile kapıdan girdiği sırada kadın da nazikçe yerinden kalktı, bana doğru hamle yapınca arkadaşım kadının bir arka masasına oturdu. sanırım bu yüzden arkadaşımdı. günümüzde birbirlerinin yoluna taş koymak arkadaşlık mı sayılıyordu her zaman merak etmişimdir, tecrübe etmeyi istemem, sadece merak. büyüyen göz bebekleriyle eşlik edip edemeyeceğini sordu, elbette, kaçıncı yüzyılda yaşıyorduk ki. ismini bahşetti, memnuniyetini ilettikten sonra pantolonsuz oluşumun sebebini öğrenmek istedi. moda değildi, çok hızlı yaşadığıma kanıt bir görünüşüm de yoktu, yadırgamıştı. gece başımdan geçenleri anlatırken gülümsüyordu. kadınları güldürebilmek için ekstra bir çaba sarf ettiğim söylenemez ama onlara yakışan daha güzel bir şey de yoktu benim için. yardımcı olabilmek adına nerede yaşadığımı sordu, gülüşünden o kadar çok etkilenmiştim ki "gerçekten nerede yaşadığımı mı merak ediyorsun yoksa eşit şartlarda nerede bulabileceğini mi?" diyerek sorusuna soruyla cevap verdim. her zaman durumu kendi lehime çevirmeyi biliyordum, cevabım yeterince tatmin ediciydi. anlamış olmalı ki yüzü düşmedi, gülümsemesi biraz daha yüz çizgilerini ortaya çıkardı. yardımcı olmaya çalıştığı için teşekkürlerimi ilettim, arkadaşımın geldiğini söyledim. izmir'de yaşamadığımı anlamış olmalı ki tekrar ne zaman geleceğimi sordu. "kahve teklifi her zaman için caziptir. numaram vardır sen de, umarım kedin çıkmaz telefona." pantolonu giydiğimde üzerimde yük varmış gibi hissettim, minettarlık değil. arkadaşımla hasret giderdim. sonra borçla bilet alıp sonunda evime girebildim.


Her yer karanlık...

Sanki çok uzun zaman geçmiş gibi ışığı görmeyeli. Hayal meyal aklımda nasıl göründüğü fakat soluşu daha yeni filizlenen bir kardelen gibi kök saldı zihnime. Issız bir yolda yürüyorum. Her yer karanlık ve sadece ay ışığı aydınlatıyor yolu. Birkaç kavak ve eski telefon direkleri harici etrafta pek bir şey yok. Zaman algımı kaybetmek üzere ne kadar zamandır yürüdüğümü düşünüyorum. Ayaklarımı zorlukla hareket ettiriyorum, ruhum susamış ama vücudumun su içecek mecali yok ve ben amaçsızca ıssızlığın ortasında yürüyorum. Bir süre sonra kayalık bir yerde yolun sonu görünüyor. Nem ve tuz kokusundan deniz kenarında olduğumu anlıyorum ve yolun bitimine yürüyüp denizin karanlık mavisine bakıyorum, amaçsız. Bir rüzgar esiyor ve ruhum az da olsa serinliyor. Uzakta bir şimşek çakıyor, az biraz aydınlanıyor gecenin karanlığı, şimşek isini takip ediyorum ve sağ tarafta biraz uzakta belli belirsiz bir ışık görüyorum ve o tarafa doğru yürümeye başlıyorum. Işığa her yaklaştığımda rüzgar biraz daha şiddetleniyor, oraya ulaşmamı istemezcesine ve karşı koymaya gücüm olmadığını bilircesine. Sırtımı rüzgara dönüyorum ve gözlerimi kapatıyorum. Ayaklarımın yerden havalandığını hissediyorum ve gözlerimi açtığımda bir kapının önünde buluyorum kendimi. Tek katlı ahşap bir kulübenin önündeyim. Penceresinden loş, turuncu bir ışık sızıyor. Kapıya vuruyorum ama ses gelmiyor. İkinci kez vurduğumda “Kapı açık, gelebilirsin.” diyor bir ses. Güzel bir kadın sesi. Biraz zorlanarak kapıyı itip içeriye giriyorum. Bir masa, iki sandalye, masanın üstünde iki kase ve üç tane mum duruyor. İçeride mumların ışığından başka ışık yok. Kapıyı kapatıyorum ve bir elinde iki bardak diğer elinde siyah bir şişe olan beyaz elbiseli bir kadın geliyor. Aydan daha beyaz bir teni ve cehennemin yedinci katındaki alevlerden daha kırmızı saçları var;

“Biraz geciktin, hadi gel, çorbanı soğutma.” Kadını tanımadığıma yemin edebilirim fakat o anda sanki eski bir dostu görmüş gibi hissediyorum kendimi. Kadın bardakları ve şişeyi masaya bırakıyor ve masanın bir ucuna kadın diğerine ben oturuyorum. Kâsede beyaz, sebze çorbası var. Bir kaşık alıyorum ve ruhumun ısındığını hissediyorum. İkici kaşığı aldığımda kadın bardakların birini alıp yanıma geliyor. Şişenin mantarını açıyor ve bardağa kırmızı, yoğun bir içecek dolduruyor; “İç, kendini daha iyi hissedeceksin.” Bardağı alıp içecekten bir yudum alıyorum. Tatlı ve sıcak içecek gırtlağımdan geçip içimi ısıtıyor. Kadın hayran bakışlarla beni izliyor. Konuşmak istiyorum ama kelimeler boğazıma düğümleniyor. Elini omzuma atıyor ve sol bacağıma oturuyor. Önce yanağımı, sonra saçlarımı okşuyor. Yüzünü bana yaklaştırıp dudağıma ıslak bir öpücük konduruyor. Bardağı alıp bana uzatıyor; “İç!” diyor sadece. Kayıtsız şartsız dediklerini yapıyorum ve içecekten bir yudum daha alıyorum fakat bu sefer tatlı değil, metalimsi bir tat alıyorum içecekten; “İçtiğin senin kanın, yediğin de hatıraların.” Diyor bana ölümcül bir gülümsemeyle. Kasenin içine bakıyorum ve sebze yerine çürümüş et parçaları görüyorum. Kadın yüzümü yüzüne çeviriyor, beni yine öpüyor, dudaklarımdan boynuma iniyor ve dişlerini boynuma geçiriyor. Başını kaldırdığında gözlerinin ve saçlarının en karanlık geceden daha siyah olduğunu görüyorum. Dudaklarından kırmızı olması gereken yerde siyah bir sıvı süzülüyor; “Her günahın bir bedeli vardır.” diyor bana ciddi bir yüz ifadesiyle. Elimi tutup havaya kaldırıyor. Bileğimde boydan boya bir kesik görüyorum. Tırnaklarını var gücüyle batırıyor kesiğe, canımı acıtmak istiyor fakat hiçbir şey hissetmiyorum. Elimi göğsüne götürüyor, kalp atışını hissedemiyorum; “Artık kalbim atmıyor, tekrar atmasını sağlayabilir misin? Bana hayat verebilir misin?” diyor. “Ben tanrı değilim!”diyebiliyorum sadece. Gözlerindeki karanlığı gözlerime dikiyor. Önce zihnim kararıyor, sonra gözlerim.


Tiz bir siren sesiyle açıyorum gözlerimi. Her yer karanlık. Biraz sonra ışıklar açılıyor ve florasandan yayılan ışık gözlerimi alıyor. Bir süre hiçbir şey göremiyorum. Görebildiğimde küçük bir hücrede olduğumu idrak ediyorum, tekrar ve tekrar. Ne zamandır buradayım ve ne zaman çıkacağım hakkında hiçbir fikrim yok ve bu hücreye girdiğimden beri hep aynı kâbusu görüyorum. Hep aynı kadın ve hep aynı karanlık. Çıplağım ve vücudum morluklarla dolu. Artık canım yanmıyor. Bunu bana kimin yaptığını ve neden yaptığını dahi bilmiyorum. İlk zamanlar morluklar acıyordu, şimdi hiçbir şey hissetmiyorum. Uzaktan demir kapının açılma sesini duyuyorum. Ayak sesleri hücreme doğru yaklaşıyor ve kapının önünde duruyor. Kapının önündeki kişi kapının altındaki ufak kapağı kaldırıyor, içeriye bir sandviç, bir sigara ve bir kibrit bırakıyor;

Ansızın tükenen bir umudun sonrasında, Yüreğime dokunan parmaklarınla kirpiklerime sızar korkularım. Felaketime doğru yol alan zaman boyunca Kimsesizliğime daha sıkı sarınırım. Daha çok sakınırım, Kendimi sessizliğinin olağan çığlığından. Ruhuma bulaşıp beni yutmasından, Zamana karışıp beni alaşağı etmesinden. Ah küçük kız, çaresizliğim! Bilirim, Nedensiz zamansızlığını, Beni titreten ürkekliğini, Bileklerime dolanan zafiyetini.

“Her günahın bir bedeli vardır!” diyip kapağı kapatıyor, ayak sesleri uzaklaşıyor ve demir kapının kapanma sesi kulaklarımda çınlıyor. Her gün olduğu gibi. Yerimden kalkıyorum, o anda duvardaki delikten bir fare fırlıyor ve sandviçe saldırıyor. Fare ekmeği kemirirken yakalıyorum. Kafasını kendime çevirip kırmızı gözlerinin içine bakıyorum uzun uzun. Kafasını avucumun içine alıyorum ve var gücümle sıkıyorum.Tiz bir çığlık yükseliyor fareden ve ellerim kan içinde kalıyor, tekrar ve tekrar. Cansız leşini duvarın köşesine, diğer fare leşlerinin yanına fırlatıyorum. Kokuları artık burnuma lavanta parfümü gibi geliyor. Sandviçe dokunmadan sigarayı alıyorum, kibriti çakıp sigarayı yakıyorum ve derin bir nefes alıyorum. Duvarın köşesine oturup fare leşlerine bakıyorum ve sigaramı içiyorum. Farenin kanı az da olsa üşümüş ellerimi ısıtıyor.

Bir düşünceydi her şey en başta Yarını olmayan olağanüstü bu yaşta Zamanın kollarında sallayarak uyuttuğu Kalbe yayılan seste nazik bir ninni Bir manifesto kulaklarda duyulan Bu bir ilan-ı aşk Ressamın tuvale akıttığı ilk fırça darbesi Bedende ansızın bir depreme yol açtı Enkazın altında şimdi tüm duygular Tırnaklarımla kazarak bulmalıyım kırıntılarını Avuç içlerimde saklamalıyım dikenlerini umursamadan Kan akar ama o düşünce palazlar anılarımdaki seni Bir tuğranın iki yüzü gibi farklı hayatlarımız Ben gettoda yitirilmiş anılarla kimsesiz bir aç Sen meleklerin kanatları altında bir burjuva Belki de sihriydi bu zıtlıklar Avangard düşüncelerimin kapısına dayanan Kalbi sönük, külleri içinde biriktirmiş, tıknaz Başındaki hâleye erişemez bu kadın Kutsal duygularım paçavra bir bedende tutsak


Ă–n Kapak: Beril Ä°rman | Arka Kapak: eloy

mevzularderinfanzin@gmail.com


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.