Mevzular Derin Fanzin Sayı : 27

Page 1


1.Gastronomi Öğrencileri De Bazı Haberleri Edindi Ritmik doğramayla Taze dumanla ve de Ve de politik internet ağımla direnmeye çalışıyorum Evden son çıktığımda bir uçuş kaçırmıştım çünkü (yine) Bir de bazen nefretimi susturmak için Gördüğüm oluşumsuz başları Bir kazanda kaynarken düşünüyorum (Hayati ve mesleki deformasyon) Zamana ve insana ayak Cinayetime ve kendime süs İletişime ve yeni bir adıma sebep Uyduramıyorum

2. Tahminlerin ve Tecrübelerim Bu Diyalogları Destekliyor -Hayata karışman lazım -Yarınını düşünmüyorsun

-Benim güzel sevgilim, yeterince sokağım -Tam tersi , oldukça fazla düşünüyorum. Umarım kirama zam gelmez ve sonra mutlu bir bitkiye dönüşüp mutlu bir otçulun midesine inerim.

-Yıllar çabuk geçiyor , zamanı iyi kullanmıyorsun

-Vurdumduymazsın .

-Biliyorum .Maalesef siparişim gecikti.

-İşte bu iftira kabul edilemez! Siz benim televizyonu neden sadece futbol için kullandığımı neden perdeleri hiç açmadığımı neden arkadaşlarımı öldürmek istediğimi neden birden paraya taptığımı neden küçük bir kızı çok sevdiğimi sordunuz mu hiç? Cevaplar iftiralarınızı yalanlar niteliktedir -Her şey siyasi bir organdır, bundan kaçamazsın

-Evin olmasa ne yapardın

-Elbette. Yetmezmiş gibi benim sosyal medya hesaplarım Siyasi düşüncem bile var, Evim dahil bütün dini liderlerin Devrilmesini amaçlayan bir siyasi düşünce -Pekala bu kadar yeter. Zaten çoktan hafızamı yitirdim. Aksilik; belki de genç bir şair olacaktım. Duruma göre yeniden başlayabiliriz belki. Teşekkürler


“Gececil saatlerin nehri akar, dudakları belli belirsiz yanaklarını böldü ve bir Sonsuz sabah olan kaynağından” omuz hareketi ile başımın yukarısından uzaklara Miguel de Unamuno bakarak yanımdan uzaklaştı. Sonunun ne kadarını öngördüğünü bilemem ama benim tanıdığım ArAnnemin babamı neden öldürdüğünden hala emin turo son sözü söylememe müsaade etmezdi. Müdeğilim. Bana kalsa en fazla herkes kadar mutsuz- nasebetsiz herif, karısını da delirtmiş sonunda, ilk lardı ve babam gördüğüm adamların çoğundan günden beri Eva’yı bu çelimsize kıyasla ağırbaşlı, daha sevimliydi. hanımefendi ve asil bulmuşumdur. Sonu ne olduysa şahidim ki hak etmiştir. Babamın poşetlerini taşıTarih 27 Ekim 2021. Hava aydınlık, meteorolojinin dığı kadının kim olduğunu bugün dâhi öğrenemeyağmur uyarılarına rağmen gökyüzü bulutsuz ve dim. güneşli. Kaldırım taşlarında turuncuya dönmüş ağaç yaprakları ile karşılaşmasanız bugünü serin bir Yaklaşık on dakika geçmiştir K.K.E’ye varana kadar. bahar akşamüstü ile karıştırmak işten değil. Saat 15.10; babam doğduğu ve öldüğü eve yaklaşır. Artık Pastacı Leia Abla’nın önünden geçmek üzereBabam Arturo, artık eskisi kadar iş alamadığı dedir. dektiflik bürosundan erken çıkar, tahminime göre saat 15.00’ı biraz geçmektedir. Her zamanki gibi eve P.L.A: İçeride bir müşteri vardı ve elmalı turta sipayürüyerek gelecek ve tanıdık tanımadık her gördü- rişi vermişti. Servis yaptıktan sonra vitrin camından ğüne selam verecektir. Bürosunun hemen yanında gördüm onu. Mahallenin çocuklarının maçına dâhil tezgâhı olan Manav Hüseyin Amca, son yolcuğunun olmuş, dudaklarının sağ kenarına sıkıştırdığı sigabaşlangıcı olur. rasıyla elleri uzun koyu yeşil kabanının cebinde top oynuyor. Karşılamaya çıktım, herkes koca adam M.H.A: Neşesi pek yerindeydi zaten bunca senedir oldu bir sen çocuk kaldın dedim. Bana doğru yüsomurttuğunu hiç görmedim, birbirimize sık takırüdü, gözünün altındaki kırışıkları gösterdi; ben çolırdık, o gün de memleketteki en kötü avokadoların cuk kaldıysam bunlar ne pastacı? Uzun süredir görbenimkiler olduğunu söyledi, en azından hala yimüyordum onu, yüzüne dikkatlice baktım. Koyu yeni var oysa insanlar her gün öldürülmeye devam mavi gözlerinin etrafında çukurlar oluşmuş, şapkaediyor ve sen sinek avlıyorsun dedim. Pürüzsüz bir sının altından yana fırlamış dağınık sarı saçları alçabuklukla tezgâhtan kırmızı bir elmaya uzandı, tınlığını yitirmiş, omuzları alışkın olduğu gibi yayılçok da umurumdaydı der gibi başını hafifçe sağ mak yerine göğsünü geriye itiyor; duruşu kırılmış omzuna doğru yatırıp kaşlarını kaldırarak bir bakış ama ne vakit gülümsese çocuk olurdu Arturo, yağattı yüzüme, elmasını ısıra ısıra yürüdü gitti. O gümurdan sonra kuşkonmaz yeşili ağaç yapraklarının nün son günü olduğunu bilsem ölümden bahsetzümrüt yeşiline dönüşünü andırırdı karşısındakine mezdim. Babam yürümeye devam eder, şimdiki dubakışı; heyecanlı ama olağanca sakin, güçlü ve sarağı Kuyumcu Kamuran Efendi’dir. hici. Onunla konuşurken birinin sizi rahatsız etmeK.K.E: Yana yatmış fötr şapkası ve yakaları dik uzun den ve her söylediğinizi dinleyerek seyrettiğini bikabanından tanıdım, yanında yaşlıca bir kadınla yü- lir, anlaşılacağınızı hissederdiniz. Sen böyle gülümrüyordu. İçeriden gözlüğümü alıp kapının önüne semeyi bildikçe hep çocuk kalırsın adam dedim. döndüm, kadının poşetlerini taşıyormuş. Gülüşerek Kapı açıldı, içerdeki müşteri hesabını istiyordu. Yaayrıldılar. Her hareketinde kibir ve ağzında insanı rım bıraktığı elmalı turtası gözüne ilişti Arturo’nun, yaşadığı günden soğutan sinir bozucu bir gülüş henüz kapanmamış kapıya yaklaşarak içeriden devardı, elindeki armudu ısıra ısıra yanıma geldi. Bu- rin bir nefes almaya çalıştı. Senin turtalarının kogün de ölmemişsin Kamuran Efendi, çocukların kusu, uykulu okul yolunu, kulak uzatan bakkal çıveda gününü beklemeye devam edecek dedi güldü, raklığını, her akşam pencerede beklediğim babamın ne zaman görse parama ve yaşıma laf ederdi. Kimin eve dönüşünü çağırmasa büyüdüğüm mahallede ne vakit gideceği belli olmaz efendi dedim, zamana yaşadığımı hatırlatan bir anı kalmayacak dedi. Kapıyı açık tutarak içeriyi gösterdim. Anneminkiler güvenme. Bunu duyduktan sonra alnı karardı,


kadar sevmezsin turtamı bilirim ama buyur da geçmişle aramızdaki farkı sen söyle. Sol yanaktan başlayıp dudaklarının tamamına yayılan hafif bir gülümseme ile karşılık verdi; başka zaman pastacı. Arturo’yla çocuk yaştan beri herkesten yakındık, pek çok kez birbirimizi kırmamak için istemediğimiz şeyleri düşünmeden yapmışızdır, beni geri çevirdiği vakitleri ne kadar düşünsem de hatırlayamıyorum. O gün, o kapıdan neden girmedi, neden on dakika olsun oturmadı, anlamıyorum. Konuşurken fark edip de üzerine düşmemiştim ama şimdi düşününce, acaba benimle konuşurken endişeli miydi, ölümüne illa yetişmesi gerekli miydi? Eva her zaman histerik bir kadındı, evlenmeye neredeyse zorla ikna etti Arturo’yu. Kapıdan içeriye gözü iliştiği vakit dirseğinden kavrayıp zorla masaya oturtmadığım, o gösteriş budalası, sevimsiz ve soğuk kadını mahalleye ilk getirdiği gün terliklerimle kovalamadığım için son günüme dek pişman hissedeceğim kendimi.

sali döndürdü boynunu, gülümsedi. Yavaşça yanıma geldi, olur mu Ateş Baba sabahımız kalmasa selamımız kalır. Yorgun musun oğlum? Yok baba dalmışım, işler güçler. Mahallede herkes bilirdi Arturo’nun işlerinin iyi gitmediğini, dedektiflik zamanını tüketmiş bir zanaat ama üstüne varmadım. Sağ kolumla sırtını sıvazladım, çocukken gizli gizli yürüttüğü çikolatalardan birini tezgâhtan alıp uzattım. Elinde küçük çikolatanın parlak açık gri paketi ile oynadı, başıyla teşekkür edip kabanının cebine koydu. İyi akşamlar Ateş Baba dedikten sonra sol elini havaya kaldırarak selam verdi, Hayırlı akşamlar Arturo. Bir insanın bir başkasını ne kadar sevebileceğini yıllar önce Arturo’nun Eva’yı anlatışını seyrederken anlamıştım. Millet şimdilerde ne derse desin Eva’yı da severdim. İç dünyası fırtınalı, sedasız, çok güzel bir kızdı, babanı peşinden az koşturmadı. Tam bu iş olmayacak derken ikna olmuştu evliliğe ve dünyalara sahip kılmıştı Arturo’yu. Ne olduğunu bilmem ama yazık olduğunu bilirim.

Saat, Bakkal Ateş Amca’nın söylediğine göre 15.20’lerin bir yerindeyken babam, 15.47’de öldürü- Saat, taş çatlasa 15.30, 15.35. Babam, bir daha çıkaleceği evinin apartman kapısına varmıştır. Kapının mayacağı evine girmiş ve fizik kurallarına göre yer koluna dalgınlıkla uzanmak üzeredir, öyle ki B.A.A’yı değiştirmesi sıfır bir ömrün sonuna ulaşmıştır. ona seslenmeden önce fark etmemiştir bile. Teyzemle yaşamayı sevmediğimden değil ama bana B.A.A: Arturo’yu oğlum sayar öyle severdim. Babası sorsa en azından kendini öldürmemesini öğütlersağ iken başlamıştı yanıma, rahmetli iyi arkada- dim anneme. Memleketini unutmuş bir göçmen kuş şımdı. Cenazesini birlikte kaldırdık dedenin, anneni gibi sürekli beklerdi annem, ne olduğundan hala babana ben istedim ve doğduğun gün hastane ka- emin olmadığım şeyleri. pısında yüreği ağzında bekleyenlerden biriydim. Teyzen olmasaydı torun diye yanıma alır, seni de Tarih 27 Ekim 2021. Hava kapalı, iki gündür aralıksız büyütür, okuturdum. Her zaman fırlama, dalgacı bir yağan yağmur damlaları kaldırım taşlarının rengini oğlandı baban, herkese yüreğinin temizliğini gös- örtmüş, şemsiyelerin dik durmasına müsaade ettermeyi beceremezdi ama onu sevmemek için önce meyen nemli bir rüzgâr, insanların önlerine bakaniyet etmek gerekirdi. Ne yapar ne eder kalbine gi- rak yürümelerini imkânsız kılıyor. rerdi adamın, kaynağının tatlı su olduğunu kestireAnnem Eva, her öğleden sonra olduğu gibi evimize bildiğin bir dalga köpüğü gibi alırdı insanı içine, iki on beş dakikalık yürüme mesafesinde, yukarı mamerhabanın ardından en mahremini anlattığını duhallede tek başına yaşayan teyzemdedir. Teyzem yardın. Herkese gelmez böyle adamlarla yaşamak, konuşacak, annem yarım kulağı ile dinler gibi yakiminin kökü, derinlerinin devinimini sır gibi saklaparken kırk beş dakika arayla iki sade Türk kahvesi yan bucaksız nehirlerin kenarlarına yazgılıdır, oniçecektir. İkinci kahvesi biter bitmez bir yere yetiların zamanı ağır ve sancılı akarken yanlarında kaşiyormuş gibi aniden yerinden kalkacak, uzun basıtsızca dakikaları duyumsamayan biriyle hayatı caklarıyla evimize giden yolu sık ve gergin adımlapaylaşmak cehennemdir. Hayırdır evlat diye sesyacaktır. Saat teyzemin söylediğine göre 14.40 ve lendim, selamı sabahı kayıp mı ettik? Güvercin miannem ikinci kahvesini yudumlamakta.


T: Masalsı bir çocukluğumuz olmadı ama kimse onun hiçbir zaman mutlu olmadığını iddia edemez, yine de en başından beri bilirim ki onun mutlulukları her zaman süreliydi. Çocukken en neşeli vakitlerimizde bile derin bir yaraya sahip olanlar gibi bir anda ne olduğunu anlamadığımız bir şeyin eksikliğini duyumsar, durgunlaşırdı. O gün de uzak, yoksun ve gezgindi, her zamanki halinden farklı olduğunu düşünmedim. Koltuğun ucuna her an kalkacakmış gibi oturmuş, incecik parmakları ile sigarasını tutarken pencereden dışarıyı seyrediyordu. Ben, o güne ait olmayan şikâyetlerimi sıralıyordum; eski komşuların apartmanı terk etmesi ve yenilerin kapı önlerinde biriken çöpleri, aralıksız yağan yağmurun harap haldeki çatıdan mutfak seramiğine saat başı damlaması ve koca marketlerin hiçbirinde büyüdüğümüz sokaktaki turşucunun lezzetinin bulunmayışı. O akşamüstü yalnızca oğlanı bayağıdır görmüyorum, hafta sonu getir de seveyim dediğimde kafasını kaldırmadan olur dedi, onun dışında anlattığım hiçbir şeye cevap vermez yine beni dinlemiyorsun dediğimde ise kelimesi kelimesine son söylediğim üç cümleyi tekrarlardı. Ablam çok güzeldi, bir dürtü gibi; zahmetsiz ve mücadelesiz. Güzelliğin, ondan ayrı düşünülmesi olanaksız bir özün parçası olduğunu istemsizce fark ederdi bir süre onu seyreden, ellerinin boşlukta hareketi, gergin dudak büküşleri ve kuşkulu kaş çatışları zamanı ağırlaştırır ve seyredeni bugüne yabancılaştırdı. Annem onu nefesinde bülbül taşıyan zavallı kızım diye severdi, ne demek istediğini ben anlamazdım. İnanıyorum ki onu bir tek annemiz anlıyordu, talihsiz ve erken ölümü Eva’yı doğduğu toprağa yabancı endemik bir nehir bitkisi gibi yapayalnız kıldı. Bizler onun için bir yabancıdan farksızdık, çoğu zaman aynı dili bile konuşmuyorduk. Yıllar sonra Arturo çıkageldi, dakikalarla dalga geçen, gayretsizce kendini herkese sevdirebilen, gözleriyle her an gülümseyen adam. Ablamla varoluşları taban tabana zıt bu adamı kabullenmem epey zaman aldı, onu sevmemeyi başaramasam da ilk zamanlar hep bir tedirginlik içindeydim ama daha önce hiç görmediğim bir inanç sarmalamıştı Eva’yı, zaman zaman tereddütler yaşasa da babanın yanında anlaşılabileceğini hissediyor ya da umuyordu. İkisini birlikte gören herkes gibi uzun süre dayanamadım, Eva için hiç hissetmediğim kadar heyecanlı ve mutluydum. Senin doğumundan bir yıl kadar önce bugünkü gibi yağmurlu bir akşam hiçbir şey söylemeden kapı eşiğimde belirdiğinde, bunun Arturo’nun suçu olmadığını, ablamın tüm ömrünü anlaşılamazlığın gölgesinde, nefesinde bülbül taşıyarak geçireceğini biliyordum. Son gününün akşamüstünde evden çıkmadan önce penceremin kenarında duran tavşankulağı çiçeklerimi izlediğini gördüm. Hülyalı bir beyazlığı pembenin, morun, kırmızının en derin ve

baharan tonlarında eriten bu çiçek annemizin en sevdiği çiçekti. Usulca küçük, beyaz burnunu yapraklarına götürdü. Neredeyse aynı gözüküyorlar ama benim tavşankulaklarım bir süre sonra katlanılmaz bir koku yayıyor salona dedi. Bu çiçekler öldüğünü belli etmez diye yanıtladım, yüzü alımlı ve alacalı gözükmeyi sürdürse de bir kere çürüdü mü kökleri kokar, dayanamazsın. Oturduğu yerden küçük yumruklarına bastırarak hızlıca doğruldu, kapıya doğru yürürken yüzünü göremedim, bir şey söylemeden sessizce gitti. Kahvesini henüz bitirmemişti. Saat 14.50, annem Eva, teyzemin evinden çıkmıştır. Her zaman olduğu gibi nerede yürüdüğünün daha farkına varamadan kendini oturduğumuz apartmanın önünde bulacaktır. Ya da, Beş dakika henüz geçmiştir ki emin ve tok yumruklar teyzemin kapısı çalar. Gelen Eva’dır. Şemsiyesi kırılmıştı, beş dakika içerisinde bir insanın nasıl bu kadar ıslanabileceğine anlam veremedim. Siyah saçları dağılmış ve gözlerinin önüne düşmüş, koyu yeşil çantasının omuzluğu, ince topukları ve siyah çorabının sardığı ayak bilekleri çamura bulanmış, sol elinde kırılmış şemsiyesini tutarak kapıda bekliyordu. Ama gülümsüyordu diye ekliyor teyzem, bulanık ama basit, ölçüsüz ve bütün. Yolculuğunun sonunu kavramış bir kahraman gibi. Sessizce içeri girdi, şemsiyeni alabilir miyim diye sordu. Ben getireyim demeye kalmadan, yatak odamın yanındaki küçük odaya girdi ve elinde şemsiye olmadan çıktı. Bulamadım, hoşça kal dedi çıkarken oysa şemsiyem girişteki ayakkabılıkta duruyordu. Birkaç saat sonra vahim hadisenin haberi geldiğinde irkilerek ve bilinçsizce küçük odama yürüdüm. Belki suçlu hissetmeliydim ama rahmetli babamızın altıpatlarını dolabımın en alt çekmecesinde bulamadığımda yalnızca eylemsizliğimin utancını duydum. Ardından sızı ve kavrayış; artık mütemadiyen eksik hissetmenin ne olduğunu biliyordum. Saat 16.03, okuldan eve döndüm. Arkası paslı anahtarımı yuvasında döndürmemle birlikte annemin bana topuğu dönük ayakkabısını gördüm. Kapının beş adım ötesinde sırtüstü yatıyordu ve başını lal rengi bir nehre yaslamıştı. Bir kulaç ötesinde sonsuzluk kadar uzak babamı gördüm, kıyıya serilmek üzere olan göğsünde ağaç çilekleri bitmiş bir dalga köpüğüydü. Babamın başında gözyaşı döken B.A.A içeri girdiğimi fark edip beni kollarının arasında kapıdan dışarı çıkarmadan önce annemle göz göze geldim, artık beklemiyordu.


Sen kaşık kaşık kül yemiş de gelmişsin

göğüs boşluğumdan karnıma doğru koca bir

ağzın yağmurda ıslanmış külle dolu

kara delik,

Öfken gözlerini eritmiş

içine çektiği kalbim, damarlarım ve kanım

yarıdan fazlası yanaklarına akmış

tüm hastalık yayılıyor adım adım

sakin ol, bir kısmını gözeneklerin emiyor gibi Dilimin yerine parmaklarım tat alsaydı Yanaklarına dokunurdum Tırnaklarının arasından harfler damlıyor

bir sabaha karşı kimseler duymadan boşluğumun içine atlayacağım duymayacaksın

Ellerini yukarı kaldır Sen bir kabustan uyanıp da gelmişsin

silinmek isterdim tüm hafızalardan.

Alnından ışık yansıyor

beni bütünüyle ele geçiren yıkım,

çünkü, boncuk boncuk ter

hatıram söz konusu olunca neredesin?

kötü haber, kabusunu da yanına almışsın Damarlarında kan yerine mıknatıs akıyor Tiksindiğin ne kadar hurdalık varsa içine

tam sokağın köşesini dönecekken, çakısını şah damarıma dayayan tinerci,

içine çekiliyorsun

cebimde verecek param kalmayınca

Sağ omzunda biraz su birikmiş

neredesin?

İç!

tanrım senden af dilerken buradayken,

Hareket etme,

son nefes dilenirken gecelerce

Aynı su ayaklarına ulaşırsa alev alacaksın Sen içine beton döşeyip gelmişsin çok korkuyorsun, nasıl bize evrileceksin Korkun boynundan aşağısını sarmış

neredesin? yalvarışlar karışır yaşlara

Boğum boğum boğum

mürekkep ıslak kağıtta dağılır

Kabusundaki tırtılların genini almışsın

tüm tutkum artık damla damla akar

Tamam ağlama şimdi

kasıklarımdan

Göz yuvaların boşalacak

ne sen bir şey duyarsın

Yatağına dön, Annen sana biraz passiflora versin Uyuyamazsan, söz

ve ben bir şey diyemem

Bir hastalık ismi bulacağım senin için

bu dostane cinayet

Söz.

kucaklarken bizi.


1. kendinden bile uzak bir adam varoluşundan beri hapis yalnızlığına sokakta rast gelmiş bir sergüzeşte -henüz şair değilçizmek mümkün değil onu en ayıp şekilleri ile şiirlerinde o zamanlar etik var kasketinde filozofların -toplumun gerçekliği keşfedilmemiş2. bakışsız ıssız yazdı "mürekkep kalemle de bağırabilir, doksanüç kez." yetinmez köşedeki şiirbaz adam bağırdıkça mürekkep kokar ağzı "tüm imla kuralları toplum için gerçekliği silmiş herhal" der kârın karısı bas bas ağlamaklı koynunda kocası belki. belli ki kelimeler düzenbaz. 3. ey umudun temsilcileri! yalnızlık heyhat eski şiirbazlarla iş çevirmiş mahkumluğun pençesinde doksanüç varoluş gün batımları eşliğinde doğurdu bir aşkı Nietzsche'nin tanrısı "sevmek için güzel şiir yazmak için fazla özeldin" işte böyle buyurduk.

Tek öğünle atlatılır sandım açlığım Bir kez uyanmak yeter sızana kadar Yakıp yakıp söndürdüm mum kokularını Durmadan içime damlayan Bir gangster büyüdü Mum göletimde işte Kederi kederimle akran Elleri cebinde, başı yukarda Ağzında bir çiğnem sakız Emdim de kanını onun Zehrini tükürdüm ilk gençliğimin yüzüne Şuramda dedim Gösteremediğim şuramda Tek öğünle doyduğunu sanan Bir kez uyanmakla kaçan uykulardan Şekersiz kahvesi, ruhu çelimsiz Zift gibi bir adam Seslendi sesimin çatal yerinden -Yaz beni anam babam! ...koyma şuranda kimsen değilsem bile cepsiz çocukluğun olayım senin Açıp acı gömleğinin bağrını Akan yele karşı susan buluta Göğsüne akrep dolduran


burası epey dağılmış, dedi ve masanın üzerindeki bardakları topladı yanıklarla dolu, yer yer küllerle kaplı koltuk, uzun zamandır yıkanmamanın geçkin hayretiyle bir kenara toplanmış kilim, ezilmiş su şişeleri, içleri boşaltılmış sigaralar, başarısız zıvana denemeleri, yemek artıklarından görünmeyen yemek broşürleri, tükenmiş kalemler, amacı dışında kullanıma açılmış birkaç defter, mlamış mumlar, yeter ki yaksın diye paramparça edilmiş çakmaklar, patladığı için market poşetleriyle sarılan gider borusu, içi bölücü ve devasa küf kolonileriyle dolu tencere ve bardaklar, aylardır buzdolabında ikamet eden yemeksiler, edebi pratiklerde yılışık söz'e malzeme olabilecek fakat günlük hayat realitesinde sadece ayak kanatan cam kırıkları, haftalardır değişmemiş çarşaflar, odaların köşelerinde öbek öbek toplaşıp kendi hükümranlığını ilan etmekte beis görmeyen tozlar, neden kırıldığı artık hatırlanmayan salon camı, bir sinir krizi kurbanı sandalye, idrar lekeleriyle dolu bir yatak, idrarın kimyasıyla şişmiş parkeler, bir yarısı camı diğer yarısı yeri örten perde, kurumuş yapraklar, etrafta yüzlerce aç kara sinek, eski bir dost gibi nereden çıkacağı belirsiz balgamlar ve canlı tüyleri, artık yansıtmayan bir ayna, yıkansa da temizlenmeyen tişörtler, yırtık iç çamaşırları, bir başka sinir krizine kurban verilmiş avize, üzerinde telefon numaraları bulunan boş kondom paketleri, susuzlukla verdiği yaşam mücadelesini kaybetmiş bir sarmaşık, birkaç çift parçalanmış ayakkabı, sigara külleri ve çatlaklarla dolu duşakabin, zirvesi tavanı zorlayan çamaşır dağı, kırık lavabo, kahve lekeleriyle desenlenmiş fayanslar, sessiz sedasız fayansların arasına yumurtlayan pireler, verimsiz iş gücüyle olduğu kadar boyanabilmiş duvarlar, mekan ayrımı gözetmeden saçılabilme potansiyelleriyle adeta bir şey anlatmaya çalışan tuvalet kağıtları ve kağıt havlular, geleni geçeni adım başı selamlayan medet umulan ilaç tabletleri, hangi yaraya merhem olacağına inanılmış kapağı açık kremler, üst üste istiflenmiş resimler, yere düşmekten zedelenmiş eski fotoğraflar, mühim fikirlerin çalakalem notları, kuvvetle muhtemel unutulmamak üzere yazılmış fakat çoktan üzerine basılmış zavallı bir romantik not, bir zamanlar kaynatma işlevi olduğuna inanılan çaydanlık formunda kireç, çöp, çöp, çöp, çöp, çöp, çöp poşetleri, geri dönüşemez haldeki pet şişeler, asfalt rengi plastik tabureler, temizleyebilme kabiliyetini bağı uzunca bir süredir içinde bulunduğu suda kaybetmiş bez, nice haşere formuna ana olmuş kapı önü paspası, kırık süpürge, kırık saç telleri, kırık laptop, kırık abajur, kırık gözlük, telafi edilmek üzere beklemekten başka ümidi olmayan kırık her şey

derin bir nefes verdi ve masanın üzerindeki bardakları topladı.


Sevgili Hocam, Melike Çatalkaya’ya ithafen

Mia, Gün nasıl ışır biliyor musun? Senin gözlerinden demeyeceğim. Bakışından demeyeceğim, derin bir iç çekiş olan; çatlak bir sızı gülümseyişinle ya da kırmızıya çalan dudaklarının tenime değmesi değil, unutulmak kelimesinin ansımak ile bir payda alması birçoğuna göre boynundan yayılan o koku, ışımak, yani düzensiz bir betimleme olan biz; resmedilmek için yan yana gece ile gündüzü keskin çizgileriyle ayırıyor gibi yan yana ve telaşlı kalp çarpıntılarımızla nefesimizin birbirine karışıp ahenkle değil, ritmik ama dağılmaya daha yakın umudumla ışıması belki de, belki de toparlanma sürecine giren bir metinin her kelimesinde seni sorgulamam ve kelimelerin kendi aralarında tartışması, bir sesleniş, bir kavram olarak sevda ile kenetlenmiş yalnızlık “ölmeyeceğiz, biliyorum” demen, yani bana söylemen; bir travma haliyle seni anlatmam, hayır, seni değil; sen olamayacak, olsa da benzeştiği yerlerde noktaları kullanmayan bir hikayeyi anlatmam ne kadar doğru olabilir? Bir betimleme geçiyor zihnimden, beni rahatsızlığa sürükleyecek gece esmeri bir kadın, haliyle düzene yabancı ve benim getirdiklerime; demeyeceğim sana, sen uyandığında ölümden kıl payı kurtulmuş halinle battaniyeni dudaklarından boynuna indiriyorsun ve elbette diyorsun elbette, yavaşça yatağından kalkıp pencereye uzanıyorsun ellerini cama değdirirken zaman zaman gelen tereddütlerin biriyle ya cam soğuksa diyor fark ediyorsun parmakların sakin senin parmakların bir yağmur tanesiyle birlikte kaymadığı sürece sakin ufak ufak nefesler alıp dayanabilir miyim diye soruyorsun hayır tabii ki kendine değil doğaya soruyorsun sensin doğa doğada sen anlaşıyorsunuz ikiniz ağaç gövdelerinden seken seslerin ki bu sesler boğazkesen bir rüzgâr olabilir bir böceğin anteninden istihbarat olabilir yeni doğurmuş bir kurdun uluması yıldız ışımalarının bulutların arasından geçişindeki sürtünme sesleri menzili geniş bir yılanın toprağın altında süzülmesi alacalı bir meltemle birbirine kafa tokuşturan iki yaprağın sesi gün ışıyor ve Mia boynuna neden boynuna anlamadım boynuna düşen siyahlığını gözlerinden almış saçlarınla bir parmak mesafesindeki kendine susacak mısın susacak mıyız bugün de anlamıyorum diyorsun bugün de mi susacağım bana seslenen bir adamın karşısında, susuyorsun Mia. Ben, seni olağan betimlemelerle anlatırken, susuyorsun. Yani gün öyle olması gerektiği için ışımıyor Mia. Yazılmış bir adam olmaktan ziyade, bir yağlı boya tablosu olmak istiyorum Mia. Tuvalde derin çatlaklara sızıp birbirine karışan renkler olmak istiyorum. Hep var olup ama birçok hata sonucunda yüzünü saklayan bir adam olmak... Yaşlılığın iç çekişiyle durup durup gençliğimi hatırlamak istiyorum. İsyan perdelerinin anlamsız bir kapanışı var. Bugün sokakta bir çocuk keman telleriyle boğulabilir mesela. Mesela avuçlarını insanlara doğrultan bir kadın ağlayabilir, ağlamaktan öte haykırabilir. Zamanla yüzleri kirli menekşelere benzeyen insanlar bir dönemeçte nefes alabilir ve kokusu dağılan bir bebek kimlik bunalımına girebilir. Her şey olabilir. *** Yine o günlerden biriydi. Sana çokça bahsettiğim, bir bunalımın ertesinde olduğum zamanlarda. Sürekli sarhoş gezdiğim ve ‘insanlar beni neden anlamıyor’ sorusunun peşinde olduğum günler. Ta ki sorunun benim peşimde olduğunu anlayana kadar... İnsanların beni anlamasına gerek yoktu, onlar beni anlasın diye çabalıyor muydum? Yani hastalığa yakalanmamın az öncesindeydim. Hatırlıyor musun?


Sana, omuzlarında uyuyabildiğim hastanede her şeyi anlatmıştım. Karın dizlerime kadar geldiği kış günleri, kendimi kurtuluşumu sorgulamadığım bir köyde buldum. Sıra sıra dağılmış evlerin ortasında. Bacalarından beyaz bir sis yükseliyor sürekli, dayanmak çok zor diye düşünüyordum. O gece seni tanımıyordum; seni tanımıyorken, sana yazdığım ilk mektuba bir köy evinin kapısının açılmasıyla başladım. Meydandaydım, yarı silik devrimci montumla sakallarımdan bihaber etrafa bakıyordum. Bilincim anlamadan ağlıyordum. Nerede yatacağım sorusuna değil, ne yiyeceğim, donacak mıyım, neredeyim ben sorularına değil. Ben anlaşılmayacak ne yaptım sorusuna ağlıyordum ve ağlamanın bir onuru var mıdır sorusunun da çok uzağındaydım. Dimdik duruyorken, bir çocuk ellerime dokundu ve beni titretecek kadar sıcaktı. Kimdi bu çocuk? Ellerime neden parmak uçlarını değdirmişti? Kafamı ona eğdiğimde tebessüm ediyordu. Ellerimden tuttu, çekti beni. Aralanmış kapıya yavaş yavaş adımladım, zihnimde tekrarlayacak bir isme sahip değildim. Kapının önüne geldiğimde, bir adam gülümsüyor anlamadığım bir dilde bir şeyler söylüyordu. Şimdi ne anlamı kalıyor bunların. Hiç yaşanmamış anılara sahip olduğumu tekrarlıyorum ama yaşadıklarımla karıştırdığım zamanları da anlamıyorum. Adamı anlamıyormuşum çünkü kulaklarımın donduğunun farkında değilmişim. O gece sana yazdığım gibi yazıyorum bunu ama o gece müziğin ritmiyle titreyen bir mum alevi yoktu. Duvarlara asılı birkaç tane gaz lambası ve alevi odunun içinde dans eden bir soba vardı. Çıtırtıları ne zaman bir kalabalığın içine girsem kulaklarımda. Ağzım açık, ağlar gibi ve sarsak, adamın karşısında durduğumda beni deli zannettiklerini tahmin ediyordum. Gece boyu konuşulanları anlamadım. Aynı dili konuşuyorken, aynı ritimleri ve coğrafyayı paylaşıyorken hiçbir şeyi anlamadım çünkü kulaklarımın çözüldüğünün farkında değildim. Çünkü kendimi anlamadığım bir dile inandırmıştım. Yarım kalıyordu bana göre çünkü. Çünkü insanın iyice dinlemediğini biliyordum. Her şey sebepsizdi çünkü. Yaşam çünkü bahsedilenlerin ötesinde hissedilmeliydi. Çünkü gülümsüyorlardı, ben ne olduğunu anlamıyordum. Ölgün bir ay kulaklarıma batıyordu ve ben her şeyi onlarla duyacağıma inanıyordum. Çünkü duymuyordum ve ses tellerinden çıkan sevgi beni ansıtıyordu yaşamış olduğum düşlere. Mia, biz neden yan yana değiliz? Kör olduğum zamanlarda bana bağışlanan sevgilim. Hastanenin tek kişilik yataklarında iki beden, tek kalp ve iki gözle neden uyuyamıyoruz? Tekrarlıyorlar bana ama görüyorum ki Angel ölü. Bizim sevgili küçüğümüz. Bana ansıdığım masalları tekrar oku, çünkü sen sıcaklığınla; yani sesinle, yani sen unutulup unutulup tekrar hatırlanan bir şiir, sen, inandırıyorsun beni ve tebessüm ediyorum. Pencereleri gizlice açıp sigara içtiğim zamanlardaki heyecanını hatırla. Hani yaşıyorduk biz, kimse unutmayacaktı bizi. Öncelikle de biz unutmayacaktık. Yoksa unutulmamak için mi yazdığımı söylüyorsun evet tekrar fısılda bana sevdiğim tekrar ben buradayım unutmuşum ne güzel kıkırdadığını bekliyorum sadece neyi sen böyle tek kelimelik soruları nereden öğrendin yaşıyorum seninle seninle yalnızlaşıyorum beni sen öğreniyorsun seni ben öğreniyorum. Mia, gitme şimdi. Gitmeliyim. Oysa ben sadece... ben... sadece... yazıyorum... yazmak bir bahane... senin için. Omuzlarımdan tutup beni içeri çekti. Sobanın yanına götürüp, oturttu. Ellerime sıcak, nemli havlular getirdiler. Hala ölecekmişim gibi nefes alıyordum. Şaşkın şaşkın yere bakıyor, zihnimin duvarlarına vuran hiçbir soruyu anlamıyordum. İçimde dolup taşan bir kırgınlık, yok oluyordu. Ben onları anlamaya çabalamıyordum. Adam havluları elimden aldıktan sonra birbirine geçmiş parmaklarımı açmaya başladı. Görmeye başlamıştım. Mia, insanlar gözleriyle tebessüm edebiliyordu. Çok soğuk olan günlerde ben anlamadan göğsüme kıvrılman gibi bir şefkat bu. Önüme bir sofra serildi, adam mantomu çıkartmaya çalıştı. İzin vermedim. Omuzlarımı okşadı, bedenimi sıkmayı bıraktım. Hanımı ve çocukları köşeye dizilmiş bizi izliyorlardı. Mantomu katlayıp yanıma koydu. Küçük bir kız çocuğu bir tas çorba getirdi, yanında soğan ve biraz da ekmek vardı. Yüzümdeki buz çözülüyordu ve ağlayan bir adamın suratındaki damlalar gibi yanaklarımdan süzülüyordu. Çorbayı seyrettim. Açtım. Yemek yemek için bir karar vermeliyim, demeye başladım. O sırada adam kaşığı çorbaya daldırıp ağzıma getirdi. Gözlerine baktım. Hafif yoksundum, biraz utanmış ve anlaşılmış bir bilinçle bekliyordum. Gözlerine baktım ve bileklerimi oynatabileceğimi hissettim. Parmaklarımdan gelen çıtırtılarla adamın elindeki kaşığa uzandım. Bu sefer şaşıran oydu. Kaşığı alıp, ağzıma götürürken gelen kokunun bir başka özleme dâhil olduğunu anladım. Özlemin ırkları vardı. Kar yanığı bir kokuydu bu, mercimeğin buharıyla birlikte suratıma çarpıyordu. Öyle bize verilen garip bitkilerden yapılmış, bir çorbaya benzemiyordu. İlk kaşığı yuttuğumda annemin günlerdir benden haber alamayışının ardından ağladığını hissettim. Babam sinirlidir şimdi. Koltuğuna oturmuş, konuşmuyordur. Belki de onlara bunu yapmamalıydım ama yaşamak zorunda olduğum bu hayat bana verilmişti. Tekrar bir sebep arıyordum ki yanağımda küçük bir öpücük hissettim. Şaşkınlıktan gözlerim fal taşı gibi açılmıştı. Herkes sessizliğe bürünmüştü ve sessizliğinde ırkları vardı... İçimde öldürme isteği ile birlikte bir korku uyanıyordu. Alnımdaki damarlar çatlayacak gibi sertleşmiş, bir başka


kimliğe bürünmem için her şey hazırdı. Ellerim titremeye başlamıştı. Yanıyordum, sinirden ve kırıp dökme isteğinden bedenimi alamıyordum. Yavaşça, başımı sola doğru çevirdim ve hala gülen, gülerken gözleri içine kaçan bir bebek gördüm. Parmaklarıyla beni gösteriyor, durmadan gülüyordu. Dudaklarım gerisin geriye çekildi, gülümsemeye başladım. Bir süre sonra kahkaha atmaya hatta kendimi tutamayıp çorbanın bir kısmını döktüm. Hep birlikte gülmeye başladık. Onlarda sofraya oturdular. Bebek dizlerimin dibine çöktü, garip gurup sesler çıkartıp benimle oynuyordu. Bedenime tırmanmaya çalışıyor, başaramayıp düşüyor, tekrar tekrar deniyordu. Yaşamaya çalışıyordum. Çatal kaşık sesleri, benim anlamadığım dilde anlatılan hikâyeler, çocukların birbirine sataşmaları ve yabancı bir memlekette sıcak bir aile vardı. Mia sadece burada değilmişim gibi hissediyorum. Zaman zaman kuruntulu bir aile babasıyım, kahvehanede çay bekleyen bir işçi, Atlantik’te bir kaptan ve çoğu kez alevim ben, özlemim. Şimdi bakıldığında düzenli görünen bir hayatım var. Bir evim, masam ve kitaplarım. Sokağa çıktığımda eğer yağmur yağıyorsa şemsiye açabiliyorum mesela. Sen yoksun. Bedenimi paltomun altına gizleyebiliyorum, insanlara gülebiliyorum. En azından börekçinin önünden geçerken iki simit alabiliyorum. Yalnız kalabiliyorum. Bir çağı hiç yaşamamış gibi çılgınca dolaşabiliyorum Mia ve bir ailemin olduğunu unutuyorum. İki kız çocuğu, bir oğlan ve bir bebek sürekli ses çıkartıyordu. Gaz lambaları sürekli titriyor ve camın ardından uyuma vakti, diye sesleniyordu. Sofrayı hızla topladılar. Adam bana döşeği gösterip bir şeyler mırıldandı. Kadın elinde iki tane odunla odaya girip, sobanın arkasına bıraktı. Kızlar yastığı, yorganı getirdiler. Yer yatağına bakıyordum. Odanın köşesine kurulmuş, sobanın sıcağını yüzümde hissedeceğim yatağa. Adam başıyla beni selamlayıp çıktı. Cebimden hemen kalem ve kâğıdı çıkarttım. Döşekten hafifçe yere sarkıp bir şeyler yazmalıyım diye düşündüm. Aklımda bir soru işareti ile sobaya baktım, evde sadece bir tane vardı. Kıran kırana geçen bu dağ soğuğunda ne yapmam gerektiğinden emin değildim. Aslında unutulması gereken bir yabancıydım, bencillik yapılması gereken biriydim. İnce işlemeli, hafif koyun hafif yeşil sabun kokan yastığa kafamı koyduğumda bir cümleyi düşündüm. Yine o günlerden biriydi. Bununla başlayacaktım yazmaya. Yorganı açıp, kalbime kadar çektim. Bencilliğimi düşünüyordum. Sonra bencilliği mi yoksa yapılan fedakârlığı mı düşünmek gerektiğini düşündüm. Mia inan bana kimin bu kalp ve eller bilmiyorum. Dayanamadım, yorganı üzerimden atıp odadan çıktım. Koridora çıktığımda geriye iki kapı kalmıştı. Biri dış kapıydı, diğeri onların uyuduğu odanın olmalıydı. Adamdan başka kimseyi uyandırmamak için dokundurarak tıklattım. Bekledim ve az sonra adam, bir şeye mi ihtiyacın var, ifadesiyle belirdi. Sobayı gösterdim. Odunlara yöneldi, kolundan tuttum. Ailesini gösterip sonra odanın penceresinden dışarıya baktım. Hala yağıyordu. Anlamıyordu, bir kelime bulmalıydım. Ne söyleyebilirdim ki... Fısıltı ile, kar, dedim. Gülümsedi, kapıyı yavaşça araladı. Bütün bir aile iç içe geçmiş, iki yorganın altında uyuyordu. Gözlerimden bir damla yaş süzüldüğünü hissettim. Peki dedim, peki. Birinin diğerine sarılarak uyumasının sobanın sıcaklığından bile daha yeterli olacağını unuttuğum zamanlardı işte. Odaya geçtiğimde kalemi elime aldım… Yine o günlerden biriydi. seni tanıdıkça aklımda netleşti acılarından besleniyorsun hayır dersem sende bir etkisi olacak mı ki şimdi bu soruyu duymuyorsun zaten insan acılarından beslenebilir mi insan acıyı kabullenmeli Mia durmadan beni tanıdığını söylüyorsun senin tanıdığın kadarıyla aslında beş para etmez biri gibiyim asla böyle söylemedim ben oysa her şey güzel olabilirdi hem senin dediğin gibi gidişinin ardından ne bu şehre kadere ve kendime kızıyorum zaman zaman çantamda unuttuğun papatya ile dertleşiyorum bir papatya unutulmamalıydı mesela sana sarılabiliyordum korktum anlamalısın bunu ilk defa gelişin gözlerimi doldurmuyor dur yanılmışım şimdi başladı mum alevini suda kırılıyormuş gibi görmem sen ağlayabiliyor muydun ben ağlıyorum tabii hem de çok belki her gün tamam tamam her gün olmasa da ağlıyorum yani acılarımdan beslenmiyorum gerekli görmediklerimi kullanıyorum sadece unutmak aşaması asla tamamlanmıyor ama sıradanlaştırdığın ölçüde önemsizleşiyor heveslerimle kullanıyorum hepsini boynumu öpmeyi bırakır mısın saçlarımla da oynama şimdi olmaz ciddi mevzuları konuşuyoruz burada peki sen de ne huysuz çıktın ya hu güldürme beni ben miyim huysuz parmaklarına dokunana kadar canım çıktı beni özlüyor musun konuyu neden değiştiriyorsunuz anlamıyorum çünkü senin bu cümlelerine kendimde bir karşılık bulamıyorum her şeye bir karşılık olması mı lazım sen ve senin şu mantığın öldürüyor beni hem papatyalarda beyaz beyaz küflendi biraz şeker ve bir damla domestos da kurtarmadı. Sana kızgın değilim, ben gidiyorum. Sabah uyandığımda Mia, buğulanmış pencereye bir serçe, gagasıyla vuruyordu. Tık tık, tık tık... Uyanır uyanmaz anlamıştım aslında, yine o günlerden biriydi.


Bulutlar hep orada olacak, sende olanı Senden, bir yanıp bir sönmekten, yok olana kadar yanıp gitmekten Dolunayı diyorum, Hayallerini, Sır gibi Saklayacak. Bulutlar çekildiğinde, Lacivertinde gök yüzünün, tüm parlaklığıyla yaklaştığını göreceksin en derin arzularına Doğru soruları sor yabancı, Ulaşmak için kaderin geçmişi saran kollarına. Yazacağın hikayelerden, Varoluşunu ana taşıyan gizemli çekimden korkma. Bazen parçalar hiç “bir” olmayacakmışçasına uzaklaşmadan birbirinden, Aşacağı denizleri göremez ya insan, Hep orada olan bir anda ilişiverir gözüne, Alev alır umutların, Gerçeğini çağrıştırır dolunay, Hiç yaşanmamış olanların. Her nefeste içine çektiğin zehir, Seni bir an önce terk etmekten kurtaracak. Zehir ki, Nereye varacağını kestiremediğin yolu Bir tuzak gibi sakladığı pençesinden kurtaracak zamanın. Hiç var olmayacak bir paralel evrende sonsuz evren teorisinden bahsederken, Cennete giden köprüde inançsızlığa kapılıp geri yürüyeceksin. Hayat denen Harita kullanmadan çıktığın ilk yalnız yolculuk. Birer birer geçtiğin ağaçları son sürat geçmişe yollarken, Arkana bakamayacağın uzunca yollara, Aydınlanan gecenin sonsuz şafağına sür. Pembe gökyüzünde Güneş doğmadan gördüğün dolunayın hatırına.

Bekliyor kapının önünde ne zamandır, Temelleri sağlam, eski Ama yeni çıkmış su yüzüne duygular. Duygular, Fırından yeni çıkmış bir ekmek kadar sıcak Ve taşmış köpürmüş sığmamış kabına. Sessiz sedasız geçen onca günde Yolda yürürdüm ben. Kaldırımda hep alışılmış bir ritim İterdi ayaklarımı hep aynı adrese. Bazen bir çiçek olurdu yolumun üstünde, Üzerine basmadan atlayarak geçerdi onu adımlarım Ama sonbaharda yaprakların üzerinden geçiyorum. Eziyorum onları, hüznümün soluk parçaları. Ve bazen adımlarım da yavaşlıyor. Hatta başım bile kalkıyor gökyüzüne, Oysa hep önümde yürüyenlerin adımlarını izler gözlerim. Bu yüzden belki de, O kadar çok gördüm ki yürürken takılanları Ve koşarken düşenleri. Belki de ben korkuyorum düşmekten, Yenilmekten belki de. Ama insanlara değil, Hayata yenilmekten korkuyorum Yoksa kendime zaten yenildim ben. Bazen gece saat çok geç olmuş Ama uyuyamıyorum yatağımda. Sağ cehennem bana, Sol düşünce kazanı O yüzden sırt üstü yatıyorum bir süredir. Karanlıkta tavanı izliyorum, Hiçbir şey görmesem de Gözlerim açık, hayaller kuruyor zihnim Ve odamın tavanında sahneleniyor, Perdeler kapanıyor bir bir. Arada bir de gözlerim doluyor Ama mühim değil. Alıştım ben. Alışıyorum.


1. Siperler mezar diye kazıla 2. Sustuk. Bir ateşkes anıydı kendi yaralarımıza döndük Süvarileri çatlatan doludizgin koşudan sonra Savaş meydanında başıboş atlar şahlansın diye Sustum. Ülkesine yenik dönen bir asker gibi 3. Hokkamda isminin harfleri vardı: Gökyüzünde aydan üç harf Yeryüzünde ayda üç hafta İki dördün arasında sessizce bir hilal 4. Ve son hafta Ay dünya etrafında dönüşünü karanlığa Gecenin baş harfiyle tamamlar.

direnmek yahut ölmemek için ilâhi ve keskindir bedene saldıran işgalci kandile ağlamak ölmekten korkuyor yıldızların artığı direnememek yahut ölmek için ilâhi ve keskin bir ağıt kuşların üzerinden geçip kaybolduğu kapısız kentler hep avuçta sıkılı kalan karartı görmezlikten gelinen bir şey var kuşları çocuklar değil bir ihtiyar taşıyor ihtiyar düşleyemez mi kuşları kuşlar ihtiyar için zaman ayıramaz mı izleniyor vicdanın dışkısı tüfenk birinin elinde giyinik bir kambur direniyor ölmemek için korkuyor ölmekten kuşlar için önemsiz bir şarkı

Günü alır Geceyi alır Kayıp evrenlerden Güneş’i çalar kadın. Satar kalbini ve ruhunu Hafif gülüşlerin altındaki Sahte sarhoşlara. Tanrı’dan emanet lila haresi Sona geliyor bu belli. Çiçek betimli Bela hitaplı Pelesenk kara çukur dillere. Muhtaç oldukça dua edilen bir Vishnu Gözlerinden nilüfer süzülür Günahkar oğullarına.

Gökyüzü ile yeryüzünün arasındaki mesafeye, Kaç mum dikilebilir? Kaç alevin harlanabileceği kadar, Boşluk vardır bu aralıkta? Kaç kilo çeker yağmuru, Bu uzaklığın? Ya kaç kuşun kanat çırpımını ağırlayabilir, Görünürdeki bu koca hiçlik? Gökyüzünün bulutlarının dudakları Uzanıp da yeryüzünün dağlarına, Öpebilirler mi? Dev bir suskunluk gibi görünür Bu iki yerin birbirine uzak kalışı lakin, İçinde ne de çok seslenişi ağırlar..


Merhaba, söyleşi teklifimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz öncelikle. Bu sayıyla başlayarak 2020’deki tüm sayılarımızda protest rap yapan kişilerle röportaj yapmak hedefimiz var. Ülkemizde rap müziğin kazandığı ivmeye rağmen protest yapısını korumasını sağlayan isimlerden biri olduğunuzu düşünüyoruz, umarız üretimleriniz aynı çizgide devam eder. Nasılsınız, önce halinizi hatrınızı soralım. Yakınlarda yeni işler var mı? Selamlar, asıl ben teşekkür ederim. Şimdiki gibi olmasa da bahsettiğimiz 'ivme' hemen hemen her dönem gerçekleşti ve kabuğu kırması biraz uzun sürdü. Elbette bu dönemlerde kendini 'koruyan' birileri hep olmuştu, bu dönem de bize denk geldi. Savrulmuyoruz, çünkü zihnimiz berrak ve her zamankinden daha da rahatız. İdare etmeye çalışıyorum, iyi olmak biraz zor. 2020 için planladığım birçok iş var. Önümde bir EP ve albüm var. Birçok düet... Acele edemiyorum, güzel bir plan doğrultusunda bu seneyi dolu dolu geçirmek istiyorum. Rap müzik doğasına aykırı bir biçimde son zamanlarda endüstriyelleşti. Bu endüstriyelleşme ve geniş bir kitleye açılımın rap yapan insanlara ve yazdıkları sözlere ne gibi yansımaları oldu? Bu yansımalar sadece popüler düzeyde mi kalıyor yoksa protest rap’e kadar ulaşıyor mu ve ülkemizde rap müziğin kazandığı ivmeyi nasıl yorumlamak lazım? İşin endüstri kısmı elbette kabul ettirilmeliydi, fakat şu an gördüğüm üzere endüstriyi bizim mahalleye kabul ettirdiler. Her zaman iyi bir underground dinleyicisi oldum. Şuan 'sükse' yapan birçok yaşıtımın ve abilerimizin tırnakladığı, koşturduğu dönemleri çok iyi biliyorum. Aç karna müzik yapıldığı dönemleri... Kırılma yaşandıktan sonra aslında endüstrimizi kabul ettiremedik, 'onlar' istedikleri endüstriyi kabul ettirdiler ve bazıları da bu işin uzuvlarını geride bırakmak zorunda kaldı. Bu elbette bir seçimdi. Savrulmalarını bekliyor muydum? Evet. Bu aslında memleketteki bütün sanat kollarının farklı tarihlerinde saptanan mevzular. O yüzden elbette dost meclislerinde bu olayları konuşuyoruz, tartışıyoruz ama çok da içine girmemeye çalışıyorum. Çok işimiz var. Bildiğimizi yapmaya devam edeceğiz... İşlerini ilgiyle takip ettiğiniz kişiler kimler son dönemde? Fuat Ergin, Çağrı Sinci, Kezzo, K'st, Saian, Boykot... Elbette daha çok isim var. Bu isimleri ön plana çıkarmamın nedeni de; hemen hemen hepsiyle bu sene mikrofon başına geçmek istiyorum. Hatta birkaçı ile projeleri tamamladık. Demin dediğim gibi zamanla hepsini sunacağım...


Çağrı Sinci, geçenlerde Twitter’da ‘’protest rap denince full dolu veya arka fon ifadelerini duymuş gibi oluyorum’’ diye bir tweet attı. Protest ruhun rap müziğe içkin olduğu sonucu çıkarılabilecek bu söylem hakkında ne düşünüyorsunuz? İşin doğası gereği aslında her çalışma ve tarzın içinde protest duruş barındırması mümkün. Fakat; bugün her protesto edilen şeyin altına imza atmak da şahsen bana göre doğru değil. İçinin doluluğu ve politik yanı beni doğrudan ilgilendiriyor. Hem öğretmensiniz hem devrimci, hem de protest rap yapıyorsunuz. Rapin yanında öğretmenlik yapan ya da öğretmenlik geçmişi olan birçok isim var. bu noktada rap kimliğinizi öğretmenliğe ne derecede yansıtabiliyorsunuz ya da tam tersine öğretmenlikten elde ettiğiniz kazanımların müziğinize yansıması nasıl oldu? Öğretmenlik, devrimcilik ve protest rap sizin için nasıl ilerliyor? Hepsini bir arada yapmak mümkün. Sadece iyi bir plan-program istiyor. Birinden feragat ettin mi, düşersin... Ben yaklaşık altı senedir özel eğitim öğretmeniyim. Bana kattığı şeyler olduğu gibi, aldığı şeyler de oluyor. Bu git-gellerin içinde üretim yapmak elbette zor. Hiçbirini birbirinden saklamıyorum. Okulda nasılsam, sahnede de öyleyim, meydanda da. Aslında hepsi birbirini besleyen şeyler. Sivil adlı albümünüzdeki Köpekler ve İnsanlar adlı parçada, “sırtımda çantamın yükü, fanzin ve birkaç şiir kitabı” dediğiniz bir yer var. Daha önce de Fuat Ergin’in “fanzin basıp yaydık bu kültürü” dediği bir konuşması var. Sizin için fanzin, rap’in neresinde? Rap, fanzinin neresinde ve Türkiye’de çıkan fanzinler hakkında ne düşünüyorsunuz? Fanzin kültürü ile ne yazık ki çok sonradan tanıştım. İlk edindiğim ''6pillifanzin'' idi. Sonrasında elime geçen hemen hemen her fanzini benimsedim. Sadeliği, kaygı barındırmaması ve el altı kültürü beni cezbeden unsurlar arasındaydı. Çok dijital gözüken fanzinlere pek ısınamadım. Dağınık, düzensiz fanzinler daha da ilgimi çekiyor. Elbette iyi bir araç olabilir. Kendini koruması daha da mümkün. Daha çok çizip, üretmek lazım. Son zamanlarda çıkan işleri pek takip edemedim, sadece birkaç fakültede çıkan siyasi işlere bakabiliyorum, o da elime ulaşırsa... Bence desteklenmeli, manuel karakteri herkese ulaşmalı. Klip yönetmenliği de yaptığınızu görüyor ve izliyoruz... Özellikle etkilendiğiniz yahut takip ettiğiniz yönetmenler var mı? Evet, asıl mesleğim. Ekonomik kaygılardan dolayı çok da kendimi 'veremediğimi' düşündüğüm bir yanım. Türkiye'de güzel, kaliteli işlere denk geliyoruz ama genel olarak bizim arkadaşlar işin estetik yanının daha çok ağır bastığı işler yapıyor. Bir şeyler anlatan işlere denk gelmek zor. İmzasını atan arkadaşlara da pek de bir şey diyesim gelmiyor, aldığımız kaşeler belli. Genel olarak endüstrileşme ile ilintili bir mevzu. Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı? Daha sıkı durup, halkamızı genişletmek zorundayız. Bizim bir kaygımız ve kavgamız var. Bunu dinleyenlere ulaştırıyor isek ne âlâ. Tehlikeli işler yapmaya devam edeceğiz. Mevzular Derin ailesine ve okuyucularına sevgiler. Mücadele ile... Yoldaşca...


“Rayların üzerinden gökyüzüne bakıyorum: havada hiç bulut yok. Tenha sokaklara bakarken buradan daha önce geçtiğimi anımsadım. Bunu durakta saatin gelmesini beklerken gazete okuyan genç adamı gördüğümde anlıyorum. O adam da tramvaya bindiğinde yokuş aşağı hızla ilerliyoruz. Öbür yolcular başlarını camdan uzatmış, yüzlerini döven rüzgâra gülümseyip deniz kokusunu içlerine çekiyorlar. Ben de onlara katılıp yanlarından hızla geçip gittiğim veya onların hızla arkamda kaldığı büyük yapraklı ağaçlara ve önümdeki maviliğe bakıyorum. Bu tramvay benzerlerinin aksine oldukça süratli gidiyor. Raylar çatallandığında sola kıvrılıp yolumuza devam ediyoruz. Deniz gözden kaybolduğunda son durağa geliyoruz ve tüm yolcular aşağı iniyor. En sona ben kalmışken ve tam inecekken gazetesini koltuğunun altına kıstıran genç adam camdan dışarı bakarak “Uzaktakini ara, en uzaktakini” diyor. *** Rüyada bir beşik, bir tabut, bir at veya bir balık görmek gerçek hayatta yaşanacak pek çok şeye işaret edebilir. Benim rüyalarım da işaretçidir. Örneğin yakın bir arkadaşımla kavga etmeden önceki gece rüyamda o kavgayı bir uçaktan paraşütle atlarken, bulutların arasında ettiğimizi görmüştüm. Bir diğeri ise eşimle boşanma davamızın mahkemede sonuçlanmasından iki gece önceydi. Mahkeme durgun bir gölette gerçekleşiyordu. Eşim ve ben karşı karşıyaydık; hâkim bir kurbağa, savcı solucan, avukatlarımız ise küçük cümbüş sinekleriydiler. Çoğu zaman böyle rüyalar gördüğümden internette rüyamın anlamını aratamıyordum. Yalnızca bu rüya diğerlerinden farklıydı. Burada tek olağandışı unsur tramvayın hızlı gitmesiydi ve bu yolculuğu üçüncü kez tekrarlıyordum. Yolcular ve güzergâh her zaman değişiyor ancak sabit kalanlar gazeteli genç adam ve söyledikleri oluyordu. Yoksa bu bir kâbus muydu? O gece uykumdan uyandığımda anlam taşıyabilecek bir düş gördüğüm için bilgisayarımı açıp aramaya başladım: rüyada tramvaya binmek. Çıkan sonuçlardan gerçekleşmesi en muhtemel olan bir tramvay yolculuğuna çıkacak olmamdı. Bu rüyanın da çıkması için ertesi sabah işe arabam yerine tramvayla gittim. Tesadüf olur ya, belki o genç adamla karşılaşırdım ve verdiği öğütün an-

lamını sorardım. Yolumu uzatacak olmasına rağmen tramvaya bindim. Benimle birlikte yüzlerce kişi bindi. Sabahın yedi buçuğunda, aç ağız ve ter kokusunu yoğunca duyarak işe gittim. Yolculuk bitti ve hiçbir şey olmadı tabii… ne o genç adam, ne rüzgar, ne de deniz kokusu. Akşam eve döndüğümde, kendimle baş başa kaldığımda rüyayı düşündüm. Geçtiğim yolları bilmiyordum, sesini duyduğum tek kişiyi tanımıyordum. Belki o genç adam yerine, beyaz saçlı, beyaz sakallı nur yüzlü bir amca bunları söyleseydi öğüdünü dinlerdim. Yine de uzaktakinin, hatta en uzaktakinin ne olabileceğini düşündüm. Tam benim bulunduğum noktadan dünyaya bir ok atılsa, bu okun çıktığı yer en uzak yer mi olurdu? Tahminimce bu okun delip geçtiği yer adını hatırlamadığım bir okyanusa denk geliyordu. Bu okyanusta batmış bir korsan gemisinin hazinesini aramamı mı öğütlüyordu genç adam? Bu, tek başıma üstesinden gelebileceğim bir görev değildi. O adam da bana yardım etmeliydi. *** Çalışma masamda uyuyakaldığımda bu sefer bir çölde yolculuk yapıyordum. Tramvayda yalnızdım, pencere kapalıydı ve klima içeride püfür püfür estiriyordu. Bir önceki kadar olmasa da hızlı gidiyorduk, dışarıdaki kum tepelerini, tek tük kaktüsleri, çöl farelerinin yuvalarını görüyordum. Acaba bu hangi çöldü? Makiniste ulaşıp bunu sormak için vagon değiştirmem gerekiyordu. Derken tramvay yavaşladı ve peronda bekleyen adamı gördüm. Aynı vagona binip karşıma oturdu, bacak bacak üstüne atıp gazetesini okumaya devam etti. Bir süre ona baktıktan sonra tepkisini görmek için gazetesine vurup koşmaya başladım. O ise arkamdan sakince sesleniyordu: Uzaktakini ara, en uzaktakini. *** Biraz canım sıkılmaya başlamıştı. Üst üste aynı şeyleri görmek sadece beni yoruyordu. Ancak bu düş gecelerce devam etti. Tramvay işlek bir caddenin ortasından, uzun bir köprünün üzerinden, karlı bir ovadan, uçsuz bir tünelden geçmeye devam etti. Durduğu her durakta aynı kişiyi aldı ve o kişi bana hep aynı şeyleri söyledi. Bu rüya yüzünden tırlatmadan önce bir arkadaşıma anlatmaya karar verdim. Oturup hepsini sıkılmadan dinledikten


sonra “Ya bir hocaya yorumlat ya da bir terapistegörün” dedi. İkisini de yapmadım. Geceleri iyice örtünmem rüyaların son bulması için yeterli olacaktı belki de. *** En son iki gece önce gördüğüm, 16. rüyadan sonra kendimi bir yere çektim. Artık rayların üzerinde akla gelebilecek her yerde gezmiştim. Ünlü kulelerin önünden, dünyadaki bütün boğazlardan, yüksek dağlardan, engin ovalardan, dar sokaklardan… En son gördüğüm aralarında en farklı olandı. Apartmanımın kapısından çıkıp durağa yönelmiştim. Saat onu yirmi geçiyordu, tramvayın gelme-

sine on dakika vardı. Durakta bir tek ben bekliyordum ve yanımda unutulmuş olan gazeteyi fark ettim. Tarihi 12 Ocak 1981’di. Bundan 39 yıl öncesinin gazetesi yanımda unutulmuştu, peki bu sabah mı, yoksa bundan 39 yıl önceki sabah mı? Gazeteyi elime alıp sayfaları karıştırdım, siyah beyaz resimlere baktım. Meclisten geçen bir yasa önerisi haberini okurken tramvay geldi. Bindiğimde içinde oturan tek yolcuyu gördüm. Karşısına geçip oturduğumda genç adam bana hiçbir şey söylemeden gülümsedi. Ben de gülümsedim, onu tanımıştım. O genç adam annemin düğününde fotoğraf çekildiği ve benim yıllardır uzaklarda aradığım babamdı.

Kayıp hissediyorum. Jenerasyonumun her parçası kadar kayıp. Kekeleyip duruyor ellerim klavye görünce. Yolunu bilmeyen birinin elleri de bulamıyormuş yolunu. Ellerim kayboluyor. Ya da sende kalıyorlar belki. Ben kazağımın yanında, ellerimi de sende unutuyorum. Bundandır oluyor belki, bana yaklaşan eller görünce içimin üşümesi. Bundandır oluyor belki hatta kansızlığım. Sen otuz yaşındaydın diye oluyor belki karşıma çıkan herkesin otuz yaşında oluşu. Oysa otuz yaşında olmuyorsun sen o gece, onyedi oluyoruz ikimiz de. Allah bile inanıyor onyedi koktuğuna, Allah bile kokluyor seni o gece. Onyedi kokamıyorum ben hiç. Sadece birisi bir kez bana sayıları bitişik yaz dediği için bitişik yazan biri gibi kokuyorum. Müzik dinlerken yazı yazınca piyanist gibi hisseden biri. Bazen de düşündüğü kadar hızlı yazamayan biri, düşündüğü kadar hızlı kaçamayan. Kapalı anlatıma korkusundan sığınan, yine de açığını gören olmasını uman biri. Edebiyatı bireysel çıkarları olan, hepinizden biri. Yine de Sana gelince konu

Sen olan Biri. Hızır gibi seviyorum ben seni. Kızım gibi seviyorum ben seni. Seninle benim hayalimi ancak kafam iyiyken kurabiliyorum. Hayallerimize de sızıyorlar yavaştan. Kafamın içine yazı yazan birini koyuyorlar. Hayal kuramayan birini koyuyorlar onun ötesine. İçime kusmayı isteyen birini oturtuyorlar, bulimik ediyorlar her yeri. Bense, güneşin batışına bile koyamıyorum seni, doğuşuna hiç uyduramıyorum. Senin adını güneş biliyorum ben, baş ucuma çırılçıplak kalbini koyuyorum. Senin en çok kalp atışını seviyorum ben. Karşılığında sana kalp kırılışlarımı sunuyorum ben.


yıllarım dionysos sunağında serili kurban değil tuzak değil ne ismail’in ne truva atının serüveni öylesine bir hibe yıllarım toplumun ahlakını tırmanıyor vicdanım kamburumda tüm bunlar yalnızca idrakımın beynimin kimyasıyla

hiç düşünmüyorum ama bir bulutun peşine takılıp gittiğimiz yer ağlamaklar sokağının unutulmuş çıkmaz sokağı olabilirdi ya da lakayt sözcüklerin devşirildiği bir cümle ne anlamı kalırdı ki bir sen varsın bir de gökyüzü

dövüşü olamaz çünkü çocukken bize tanrı anlatıldı çünkü eski ahiti okurken ağladım babil sularına çok da uzak olmayan bir yerde çünkü daha masum ve

bir meleğin peşine takılıp gittiğimiz yer tanrı'nın iflah olmayan yüreği olabilir ya tanrı budizm'e sinirliydi ya da gözlerin akan kanlar kadar derin değildi

daha coşkulu bir zamanda çalılar arasında

seninle çiçekli köşe başlarında

ben de gizlice antlaşmıştım onunla

güneşe karşı soyunmak, fevkalâde olabilirdi

geçerliği duvarlara değin sürmüştü

bu denli kolay olduğundan,

ve bunun söyleniyor oluşundan

insan sana dokunmaktan utanmalıydı

artık kimse rahatsız olmaz çünkü evren koca bir adaysa ben onu saran okyanus olmalıydım çünkü güzelliğe olan aşkımın ömre sığmayacağını anladığım an gocundum yaşamaktan ve acı çekmekteki değeri kavradığımda

hiç sorgulamıyorum ama ya ben moralizm'e karşı bir tanrıydım ya da senin güzelliğin tüm iyiliklere aykırıydı şimdi bakıyorum ki yıldızlarla karışık bir bahçeyim gözlerinde karşılık verme, sakın

her şeyi bir yana koyup

ne bana

ıslak bir gülümsemeyle

ne de bir akşamüstü yıldızına

hak verdim o gerçek yalnızın evrenden mesuliyetine


kapısı kilitli umumi tuvaletlerde bekliyorum, zamanın geçmesini bungee jumping to ölüm beybi azoşun orağımsısı boynumda şükür ki komanistim, çekicimde örseledim azoşu ay hoşt ulan, daha çok gencim ama özünde tuvaletlere kapanacak kadar da vaktim yok gerçi da’yı çok ayrı yazdım /uyy haçan nabaysun daa çekilişten kitap kazandım tivitır çekilişlerinde nedense hep kazanırım sanırım hayattaki tüm şansım bunlara harcanıyor VE BELKİ DE BUNLAR HARİCİNDE KENDİMİ BOK GİBİ HİSSETTİĞİMÇÜN tuvaletlere kapanıyorum çünkü ne münasebet /s o s y o f o b i

merhaba, yeni yayın ve birçok şey farklı yıl mesela ya da kişiler hislerin adları aynı olsa da onlara yüklenen anlamlar geçmiş kelimesinin yarattığı etkinin gün geçtikçe geçmesi düşük bütçeli yaşanıyor artık aşklar ama biliniyor aynı kişiler okuyor aynı yerlerde yayınlanan yazıları çünkü bir şeyi takip etmeye başladığınızda bırakmak sosyal medya olaylarındaki kadar kolay olmuyor yeni uyandım artık şiir yazmamaya karar vermiştim ve sana yazdım çok bir uzun öykü ama okuyacak mısın ben soracağım önce sana benim durumumda olsan ne yapardın diye ben atsam da okur musun ki binlerce kelime yazmışım ve sana demişken nasılsa anlayacaksın da ben köşelerini sivriltirim genelde eylemlerin artık çünkü o sivri köşeler çok zaman karşıya yöneltilmiş olduğu halde bana dönmüştür o yüzden artık risk yok ve ülke şiirinde ‘’ilerleme’’ nasılsın? buraya kadar demek isterdim ama ben anlatmayı seviyorum yaşamaktan çok ve okumayı yazmaktan anlatmaya devam, saatlerce edip cansever ve turgut uyar okudum hayatımdaki bütün durumları bir ismet özel dizesi ile yorumlamaktansa çeşitlendirmek gerekir diye düşünüyorum ve seninle konuşamadığım zamanlarda radikal eylemler planlıyorum buna da yeni çok modern türkiye şiiri içinde yer bulamıyorum birçok fraksiyonu olsa da

yirminin başında “orospu çocuğu keş" üç concerta yuttum zevkine

okumayı yazmaktan ziyade sevenler için ağıt keşke çoğunlukta olsaydı(nız/k) görüşürüz.


-Kar bu kadar fazla yağarken dışarı çıkmamız doğru mu efendim? Godric, gülümseyerek oğluna baktı. Ne kadar güzeldi saçları oğlunun! Sarıydı, gürdü… Ela gözleri ve uzun kirpikleri ile birleşince ona eşsiz bir güzellik katıyordu. İlgi ve saygıyla bakıyordu her zaman o gözler, öğrenmeye ve yardıma her zaman hazır olduğunu belli ediyordu. Onunla gurur duyuyordu Godric, Tanrı’nın ve büyüklerinin hizmetinde örnek bir Hristiyan çocuğuydu. -Artık yeterince büyüdün Oblac, aldığın eğitimden hiç şüphe duymuyorum. O yüzden bundan sonra bana baba diye hitap edebilirsin. -Nasıl istersen baba. - Fazla kar yağdığı doğru evet. Ama seninle konuşmamız gereken oldukça önemli şeyler var Oblac. Dediğim gibi, artık yeterince büyüdün, yaşıtlarından çok daha olgun ve zekisin. Bu sayede sana anlatacaklarımı iyice kavrayıp bana yardımcı olabileceğini düşünüyorum. - Elbette Baba. Peder Richard da senin gibi benim olgun bir çocuk olduğumu söyledi. Üstelik İncil’den okunan bölümleri çok çabuk ezberlemem de zeki olduğumu gösteriyormuş. Godric tam oğluna cevap verecekti ki bir ses duyuldu. İkisi de arkalarını döndüler. Cyneweard’dı bu. Evlerinin yanındaki kulübeden çıkan köpek heyecanla onlara doğru koşuyordu. Oblac şevkatle eğilip kucağını açtı, çok geçmeden Cyneweard kollarının arasına yatmış, yüzünü yalamaya başlamıştı. Oblac babasına döndü. -Cyneweard da bizimle gelecek mi baba? Dedi. Godric oğlunun kırılacağını bildiğinden biraz üzülerek: - Ormanın derinliklerine gideceğiz Oblac, olur da bir hayvanın peşine takılırsa Cyneweard kaybolabilir. Oblac esefle başını eğdi. Eve doğru geri yürüdü ve kucağındaki köpeği kulübesine bıraktı, arkasından kapısını sürgüledi. Godric, Oblac tekrar yanına dönene kadar bekledi, Oblac döndüğünde de konuşmaya başladı. - Kilisede olmayı sevmen çok güzel. Ruhunu imanla doldurmuş olman bu dünyada ve öteki dünyada Tanrı’yı her zaman senin yanında tutacaktır. Godric’in sesi, botlarının altındaki yumuşak karın çıkarmış olduğu kesik ezgilere eşlik ederken Baba ve Oğul Norwood Ormanı’na girdi. Tamamen beyaz örtünün altında kalmış çalılar biraz ileride yerini hemen sıklaşan Köknar ve Ladinlere bırakıyor, iyice

derinlerde ise bataklık ve nehrin böldüğü arazideki Huş, Kavak ve Karaçamlar görece fakir çeşitli bu ormana renk katmaya çalışıyordu. Gerçi “renk katmak” sadece beyhude bir çaba olurdu, beyaz ve yeşilin mutlak hükümranlığı altındaki bu orman, en derinliklerinde yaşayan vaşaklar, kakımlar, samurlar, tarla fareleri ve sığınlar sayesinde birtakım farklı renkler sunabilse de boyu yer yer otuz metreyi aşan karlı ağaçların arasında bu hayvanların fark yaratması pek mümkün değildi. Zaten yer yer esen rüzgar, fırtına olarak kendini tekrar gösterdiğinde bu canlılar en yakın barınaklarına kaçışır, gözlerini çevresine dikenler de havada ağaçların arasından şeritler ve daireler çizerek uçuşan kar kümelerinin sema etmekte olan bir Mevlevi’nin uçuşan tennuresine benzediğini görebilirdi. Ancak bu topraklarda böyle cümleler kurmak yakışıksızdı. Çünkü burada başka bir inanış hüküm sürüyordu. ********************** Godric ve Oblac bir süre sessizce yürüdüler. Ardından konuşmalarının arasını ormanın muazzam tabiatının yarattığı hayret ve büyü hiç bozmamış gibi Godric tekrar aynı konudan söz açtı: -Bugün kilisede ne yaptınız Oblac? - Matta’yı okuduk baba, sonra da hep birlikte Mesih için dualar ettik, ilahiler söyledik. -Çok güzel. Matta’da seni etkileyen, beğendiğin bir bölüm oldu mu hiç? - Oldu baba. Matta 21:42. - Oku bakalım o zaman bana. -“İsa onlara şunu sordu: Kutsal Yazılar’da şu sözleri hiç okumadınız mı? ‘Yapıcıların reddettiği taş, işte köşenin baş taşı oldu. Lord’un işidir bu, gözümüzde harika bir iş!” -Neden en çok bunu sevdin Oblac? - Çünkü Ferisiler Yahya’yı ve İsa’yı kabul etmeseler bile halkın ve Tanrı’nın sevgisi yanlarında olduğu için onların her zaman baş tacı olduğunu anlatıyor efendim. Verilmek istenen mesaj çok açık, doğru ve dürüst olup halkın sevgisini kazanmalı. Halkın sevgisini kazanan elbet Tanrı’nın da sevgisini kazanacak ve Lord’a kusursuz iman edecektir. -Ah Oblac, ne kadar güzel söyledin! Yüce Yaratıcı’nın krallığında kutsanacak olanlar yalnız İsa’nın yolundan gidenler olacaklar! İnsanları uyaranlar, barışı tembihleyenler, alın teriyle ekmeğini kazananlar… Ki Tanrı’nın verdiği rızktan şüphe duyulmaz ancak ekmeğini kazanabilmek her gün daha da zorlaşıyor sevgili oğlum. -Neden öyle diyorsun baba?


- Güzel yavrum, sana bahsetmek istediğim de tam olarak buydu. Sen daha on üç yaşında da olsan Peder ve benim gözümde çoktan bir delikanlı oldun. O yüzden beni anlayacağını biliyorum. Ailemize bak sevgili Oblac, küçük kız kardeşin Godiva’yı, anneni, daha bir yaşına basmamış sevimli bebeğimiz Cuthbert’i düşün. Lord’a binlerce kez şükür olsun ki bu zamana kadar ormanın bereketini benden esirgemedi, odunculuk yaparak hepinize baktım, kolladım ve büyüttüm. Kasabadan uzakta bir tepede, ormanın yanında da olsa sıcak bir barınak yaptım size. Mesih’e ettiğimiz dualarla başlayan soframızı bir gün yemeksiz bırakmadım. Ancak gökyüzüne bak güzel çocuğum, şu yağan karın fazlalığına bak! Bu kış bambaşka bir kış, daha önce hiç böylesini görmemiştim. Elbet Tanrı’nın buyurduğu gibi gücümün son damlasına kadar sizin için çalışacağım, fakat böyle bir havada en kısa Huş’ları kesip taşımak bile çok zor oğlum. Güzel Leofflæd’ımı, Godiva’yı ve tabi ki Cuthbert’i aç bırakamam asla. -Çok haklısın Baba. - İşte bu yüzden yardımına ihtiyacım var Oblac. Kilisede olmadığın zamanlarda kasabalıların hizmetinde olursan, onların mektup taşıma, eşya getirme gibi küçük işlerini yaparsan bu kışı da atlatabileceğimize inanıyorum. - Elbette baba, elbette çalışırım! Tanrı şahidim olsun ki güzel yuvamızı korumak için ben de elimden gelen her şeyi yaparım. - Ah, Halellujah, Halellujah Oblac! Sana güvenebileceğimi biliyordum güzel oğlum. Ne kadar yüce bir göreve atıldığını hiç unutma. Bu artık büyüdüğün gün Oblac, artık sokaklarda bağırarak koştuğun, oyunlar oynadığın, semaya dalıp hayaller kurduğun çocukluğun bugün bitiyor. Sen artık çalışan, para kazanan, ailesine bakan koskoca bir adam olacaksın! Bu özel gününü İsa’ya ve Tanrı’ya dualar ederek kutlayacağız, onların sana yeni hayatında yardımcı olmaları için rızalarını kazanacağız oğlum. Ben her şeyi ayarladım, hiç meraklanma. Bir süre daha kuzeye yürüyeceğiz, ondan sonra Kalp Ağacı’na gelince oradan batıya doğru biraz daha ilerleyeceğiz. İşte ondan sonra nehrin koluna varmadan hemen önce rahibin evini göreceğiz. Çok eskiden beri tanırım Rahip Ealdwine’ı Oblac. O bizler için bir ayin düzenleyecektir. Tanrı’dan da rıza aldıktan sonra Aziz Cuthbert ve Meryem Ana koruması altında kardeşlerin ve ailen için çalışabileceksin oğlum. - Bu çok güzel bir haber Baba! Bana güvendiğin için çok teşekkür ederim. Rahip Ealdwine’ı Tanrı kutsasın, onun sayesinde yepyeni bir insan olacağım. Kurtarıcı İsa! Gerçekten çok sevinçliyim, sanki melekler içimde Lir çalıyor, dans ediyor ve şarkı söylüyorlar! Oblac’ın babasına uyum sağladığı kararlı ve ağırbaşlı adımları yavaş yavaş değişmeye başladı. Artık

heyecanının etkisiyle sanki zıplayarak yürüyordu. Onun yaydığı bu pozitif de enerji cevapsız kalmadı. Godric’in biraz önce anlattıklarından dolayı kaygılı bir hal almış yüzü, oğlunun verdiği tepki ve o izlemesi eşsiz mutluluğu sayesinde içi ferahlamış, işlerini yerine koymuş bir adamın yüzü ile değişti. Gülümsememek mümkün değildi. Ancak havanın kararmasına çok vakit kalmamıştı. Biraz acele etmek işlerini kolaylaştırabilirdi. -Harika Oblac, sayende tekrar huzurun içime dolduğunu hissediyorum. Fakat akşam olmadan Rahibin evine ulaşmalıyız. Gece vakti ormanda yol bulmak pek zordur - Çok haklısın baba, biraz hızlanmalı. Böylece baba oğul, dini ve derin konuların atmosferine uygun olan yavaş ve kararlı adımlarını bir yere yetişmek için acele eden insanların geniş ve hızlı adımları ile değiştirdiler. Bu tempoda devam ederlerse göğün yıldızları yerlerine kurulmadan evvel rahibin evine varabilirlerdi. Bu iki kendi hayatlarının küçüklüğünü başı sonu bilinmez doğanın enginliği ve Tanrı’nın kendisinden insanlara dağıttığı şüphe duyulmaz yüceliği ile genişletmeye çalışan insan, ormanın uzak bir köşesinde sanki çok büyük acılar çekiyormuş gibi tiz çığlıklar atan vaşakların sesi, sansarların atikliğine karşı çaresiz kalıp yem olmuş bir tarla faresinin son çırpınışlarının sesi ve bütün bunları tam bastırmasa da bulanıklaştırmaya yetecek kadar esen rüzgarın uğultusu eşliğinde ormanda ilerlemeye devam ediyordu. Üstleri çoktan kara bulanmış, bembeyaz olmuştu. Kar ve rüzgarın şiddeti yüzünden gözlerini kısarak yollarını bulmaya çalışıyorlardı. Oblac daha önce hiç bu kadar ormanın derinliklerine inmemişti. Buradaki vahşi yaşam ve acımasız koşullar onu korkutmuş olacak ki daha eğik ve sinmiş bir şekilde yürüyor, daha sık nefes alıp verdiğinin emaresi olan sürekli ağzından çıkan dumanı saklayamıyordu. Godric oğlunu rahatlatmak istedi: -Neyden korkuyorsun Oblac? - Korkmak mı? Hayır efendim, yani baba, korktuğum bir şey yok. - Leofflæd’ın bu zamana kadar ormanın içlerine girmene izin vermediğini biliyorum. Annen oldukça haklı Oblac, burada yaşanan şeyler olan biteni tam olarak kavrayamayacak kişiler için, küçük çocuklar için mesela, oldukça ürkütücü. Ancak hatırla güzel oğlum, sen anlayışsız ve savruk bir çocuktan çok daha fazlasısın. Çoğu insan böyle bir ormanın içinde olmaktan tıpkı senin gibi korkar. Fakat bir bilseler, anlayabilseler keşke korkulacak hiçbir şey olmadığını. Tanrı’nın yarattığı hiçbir şey birbirinden çok uzakta değildir Oblac, ne de olsa kendi ruhundan üfleyerek ortaya çıkarır hepsini. Dolayısıyla o Yüce Yaratıcı’nın elinden çıkma hiçbir şey de korkutucu ya da kötü değildir, tıpkı Tanrı’nın kendisinin öyle


olmaması gibi. Gerçeği görebilen gözler için bunların hepsi apaçıktır. Mesela ormana bak Oblac, ancak gözünle değil de Lord’un imanla doldurduğu yüreğinle bakmaya çalış. Öyle bakınca göreceksin ki ormanın bizim yuvamızdan veya da Hristiyan bir ailenin evinden pek bir farkı yoktur. Her şey Tanrı’nın olmasını uygun gördüğü anlaşmalara göre düzenlenmiştir. Godric Ladin ile anlaşır, anlaşır ki onun sayesinde çocuklarını doyurup büyütsün, güzel kadınını ortada bırakmasın. Aynı şekilde sansarlar da tarla fareleri ile anlaşmıştır, çünkü aynı şekilde sansarların da bakması gereken bir ailesi vardır. Tabi bunların yanında ağaçların da toprakla, tarla farelerinin de daha küçük canlılarla uzun zamandan beri devam etmekte olan anlaşmaları vardır. Ama en önemli şey oğlum, canlılar bu anlaşmalara bazılarının düşündüğü gibi Tanrı’dan korktukları için uymazlar, kesinlikle hayır. Onları bu anlaşmalara sadık kılan şey sevgidir, Tanrı’nın sonsuz ruhundan bizlere üflediği sevgi. Sevgi yapışkandır Oblac, sadece iki şey arasında da değil, bulunduğu yerdeki herkes üstünde etkilidir ve herkesi birbirine sıkı sıkı bağlayabilir. - Orman ile ailemizin ilişkisini sanırım anladım baba. Elbette ne hayatın dengesini sağlayan bahsettiğin anlaşmalardan ne de Tanrı’nın canlılara üflediği kendi ruhundan şüphem var. Zaten Lord’un oğlunun tıpkı bizim gibi bir insan olması Lord’un kendini ne kadar bize ve doğaya benzer kıldığını gösteriyor. Ancak sevgiyi anlayamıyorum baba, şu uzaklarda uğulduyan yaratıkların sesi, veya da avını yakalamış bir kaplanın yüzü… pek de sevgi doluymuş gibi gözükmüyor bana. Godric, Oblac’a ilgiyle baktı. Elini uzatıp karın altından bile Güneş gibi parıldayan sarı saçlarını okşarken bir yandan da oğluna kucak dolusu gülümsedi. -Sevgi biraz daha ince bir iş evlat. Anlaması diğer şeyler kadar kolay değil. Bir kere onu tek bir şekilde görmeyi bekleyemezsin. Evet, Leofflæd’ın Cuthbert’ü kucağında şefkatle sallaması ya da benim senin başını okşamam sevgidir, bunları kolaylıkla görebiliriz zaten. Ama bu canlıların birbirine gösterdikleri sevgidir Oblac, yakının olan, kanından olan kişilere içinden gelen doğal sevgidir bu. Bir de Tanrı’ya uygun olmanın, onun rızasına uymanın içimizi ilhamla beraber doldurduğu sevgi vardır. Sen

kiliseye gidersin, duanı bitirip gözlerini açtıktan sonra tavandaki resimlere bakarken içine bir huzur dolar ya hani, o huzur Tanrı’nın sevgisini kazanmanın bir etkisidir oğlum. Bilirsin ki diğer canlılar ne kiliseye gidebilirler ne de dua edebilirler. Onlar da bu yüzden Yaratıcı’ya olan sevgilerini onun anlaşmalarına kusursuz bir biçimde itaat ederek gösterirler. Düşün Oblac, düşünürsen farkına varacaksın ki aslında onlar bizden bile daha sevgi dolular. Bazı yolunu şaşırmış insanlar Tanrı’nın yasalarına isyan eder, olduklarından, anlaşmalara göre onlardan beklenenlerden çok farklı davranarak hem bizi hem de Lord’u üzebilirler. Ancak bir kirpi her zaman bir kirpidir oğlum. Ne zaman diken topu olacağını, ne zaman toprağı kazacağını bilebilirsin. -Yani sevgi hiç de görüldüğü gibi değildir Oblac, bazen hayal edemediğin eylemler bile sevgiye dahildir. Godric sözünü tam bitirdiği anda baba ve oğul kendilerini Kalp Ağacı’nın önünde buldular. Aslında tek bir ağaç değildi bu. Birbirine çok yakın, neredeyse gövdeleri birbirine değen iki ağaç büyürken gövde kısımları dışa doğru çatallaşmış, sonra iç kısmında kalan dalları da bir ötekinin üzerine eğilerek ortaya kalbe benzer bir görüntü çıkarmıştı. Gövdesi kısmen kabuk renginde, üstü ise bembeyaz bir kalp. Godric ve Oblac Kalp Ağacı’nın önünde durmuştu. Godric gözünü Kalp Ağacı’ndan hiç ayırmadan konuşmasına devam etti. -Ancak anlaşılmak isteyen Tanrı, bazen de apaçık işaretler bırakır. O sevgiyi her şekilde yeryüzüne kazımıştır. Baba ve oğul ağacın karşısında haç çıkardılar. Hacı öpüp kısa bir dua ettikten sonra da yollarına devam ettiler. ****** Godric parmağıyla biraz ilerideki bir noktayı işaret ederek: “İşte rahibin kulübesi.” Dedi. Oblac başıyla onayladı. *************************** Bir iki dakikalık bir yürümenin ardından kapının önüne gelmişlerdi. Godric kapıyı çaldı. Kapı da hemen aralandı. Rahip, açılan kapının önünde kolları uzun siyah bir cübbe ve küçük bir başlık giyinmiş biçimde duruyordu. Önce gözlerini aşağı devirip Oblac’a baktı. Sonra da yüzünde oluşan sıcak gülümsemeyi koruyarak gözünü Godric’e çevirdi. “Vakit geldi mi?” Diye sordu ona rahip. Godric de gülümseyerek başıyla onayladı. Rahip Ealdwine, onları içerde küçük bir odaya buyur etti. Bu odada birkaç sandalye ve köşede duran,


üstünde hokka ve divit olan küçük bir yuvarlak masa dışında pek bir şey yoktu. Hepsi sandalyelere oturdular. Ealdwine önce Oblac’ı baştan aşağıya süzdü. Sonra da babacan bir dille onla konuşmaya başladı. “Demek yeterince büyüdün evlat, öyle mi?” “Evet efendim.” Diyerek yanıtladı Oblac. Rahip: “O zaman neler yapacağımızı baban sana anlatmıştır diye tahmin ediyorum.” Diyince Oblac da: “Tüm detaylarını değil ama evet efendim.” Şeklinde cevap verdi. Rahip ayağa kalkarak: “Şimdi öğreneceksin küçük dostum, hiç meraklanma.” Dedi. Diğerleri de onunla birlikte ayağa kalktı. Rahip masanın başına geçtikten sonra konuşmaya devam etti. “Üstündeki kalın şeyleri çıkar ve buraya gel evlat, göğsün hacın dışında çıplak, altın ise örtülü olmalı. Sonra da masanın üstüne çıkıp bağdaş kurarak otur. Dua sırasında ortada ve bizlerle aynı hizada olmalısın.” Oblac Godric’in de yardımıyla denilenleri yaptı. Şimdi Godric ve rahip masanın yanında ayakta duruyor, Oblac ise hacın soğukluğunu sıcak bedeninin çıplaklığında hissederek masanın üstünde oturuyordu. Rahip gözlerini kapatıp hemen kısa bir dua etti. Sonra da masanın üzerinde duran hokka ve diviti aldı. Diviti mürekkebe batırarak önce kendi avcuna güzelce “SS” yazdı. Ardından Godric’in avcuna bir “P”, Oblac’ın göğsüne bir “F” çizdi. Oblac’ın göğsündeki F’nin altına bir şeyler daha yazdı. Rahip yazmayı bitirdikten sonra seslice “In nomine Patris et Filli et Spiritus Sancti” dedi ve gözlerini kapatıp dua etmeye başladı. O sırada Oblac Godric’e dönüp sordu: “Üstümde yazan şey nedir baba?” “Honestum convivae” “Peki anlamı nedir?” Godric oğlunun yanağını okşadı ve “ Bunu dua tamamlanınca anlatacağım Oblac, şimdi biz de gözlerimizi kapatıp rahibin duasına eşlik edelim.” Dedi. Böylece ikisi de gözlerini kapatıp rahibin fısıltılar eşliğinde okuduğu duasını dinlemeye başladılar. Odada başka hiçbir ses yoktu. Fısıltılar birden kesildi ve rahip, çevik bir hareketle cübbesinin kolunun altından çıkardığı bıçağı Oblac’ın kalbine sapladı. Oblac birden sırt üstü devrildi. Gözleri şaşkınlıkla kocaman açılmış, kalbine saplanan şeye bakmaya çalışıyordu. Önce göğsü, sonra da ağzından sızan kanla yanağı ve boynu kırmızıya bulandı. Boğazından gelen hırıltılı sesler çıkardı ve vücudu tir tir titredi. Ela gözlerinden akan gözyaşı kana karıştı. Sonra da göğsünde saplı duran kıpkırmızı bıçaktan hiçbir anlam bulamayan bakışları umutla babasına döndü. ********

Godric masanın üstüne uzanmış oğluna yaklaştı. Sağ eliyle oğlunun ensesini kavrayıp başını kaldırdı ve sol eliyle ağzından akan kanı sildi. Kanı yeterince sildiğine emin olduktan sonra Oblac’ın hala anlamsızlıkla dolu gözlerine gülümseyerek başını okşamaya başladı. - Honestum convivae. Erdemli misafir. Sevgiyi anlayacaksın güzel Oblac, dinle beni: Birkaç gece önce rüyamda İsa Mesih’i gördüm. Şefkatle kapandım ayaklarına. O ise beni ayağa kaldırdı. Tanrı’nın bana çok önemli mesajları olduğunu o yüzden onu dikkatle dinlemem gerektiğini söyledi bana. Söylediği her şeyi can kulağıyla dinledim oğlum. Yüce İsa bana dedi ki insanlar çok büyük bir günaha düşmüşler. Daha çok çalışmak, daha çok kazanmak hırsıyla fazlaca çocuk yapıyor, dünyanın dengesini bozuyorlarmış. Tanrı çok yakında bu ahlaksızlara ders olsun diye insanların çoğunu kıracak bir hastalık yayacakmış dünyaya. Bu sırada Godric’in gözünden bir damla yaş süzüldü. Önce burnuna sonra da hala Oblac’a gülümseyen ağzının kenarına indi. -Ancak Lord önce beni görevlendirmiş oğlum. Lord bizleri çok seviyor, Lord ona dualarımızı duyuyor! Tanrı’nın oğlu bana dedi ki bu hastalık başlamadan önce kalbi Tanrı sevgisiyle dolu, erdemle dolu, örnek bütün Hıristiyan çocuklarını Tanrı’nın yanına göndermeliymişim. Onlar bundan sonra o Yüce Yaratıcı’nın yanında yaşayacaklar, hastalık yıllarında kalpleri keder ve korkuyla dolmayacakmış böylece. Kutsandın Oblac! Anlıyorsun değil mi güzel çocuğum? Tanrı o saf kalbin, ona duyduğun sonsuz sevgi sayesinde ruhunu kutsadı! Halellujah, binlerce kez Halellujah! Şimdi sevgiyi anlıyorsun değil mi Oblac? Sevgiyi görebiliyorsun değil mi? *********** Ealdwine, Godric’in arkasından kapıyı kapadı. Cübbesini ve başlığını çıkardı. Garip şeydi doğrusu, bu adamın saçmalıkları nasıl olduğunu anlamadığı şekilde çocuklar üstünde işe yarıyordu. Kendi işine de yarıyordu tabi parasını ödedikçe. Ne de olsa kışın mezarlıklar donar, toprağa kürek girmezdi. Meleklerin kehanetini gerçekleştirebilmek için de o bedenlere ihtiyacı vardı. Kehanete göre bir şekilde birkaç kadının yarım ruhlarını kullanarak bir erkeği diriltmek mümkündü, ancak şu ana kadar bunu başarabilen olmamıştı. Daha çok uğraşmalıydı, denemeliydi bunu başarmak için. Fakat öncesinde tekrar hazırlanmalıydı tabi, Godric gece yarısı birkaç kızla tekrar gelecekti. “Öykü nakavtla işi bitirmeli.” Deniz Poyraz


Önümden usulca uçup geçen martıların sırtına yük bindirirdi sahilde yüzüme karşı edilen itiraflar. Çıplak ayaklarımla suyun içinde yürürken bu hayatta insanın başına gelebilecek en kötü şeyin öldürmek ya da öldürülmek olduğunu zannediyordum. Oysa yanıp kül olan İskenderiye Kütüphanesi’nde belki yazarının dahi yazdığını unuttuğu, bir parşömen üzerindeki üç cümlelik bir hikâyenin sonsuz yok oluşu kaldıramayan asi ruhunun tekrar anlatılmak için yaşanmak ve yazılmak üzere beni seçtiğinden habersizdim. Musa’nın Kızıldeniz’i ikiye ayırışına şahit olan balıklar gibi titriyor ruhum. Kafesimin içinde artık canlı bir yürek yok. “Ölmedim ama değil mi?” diye sordum, “Ölmedin.” dedi. Babil caddelerinde kaybettim gözlerimi. Ruhum bazen yürür, bazen uçar, bazen koşardı. Yaram, başımı taşlara vura vura saldı köklerini damarlarıma. Avuçlarımın içindeki iki kırık çizgiyi birleştirdiğimde bir ismi tamamlıyorum. Bir demet kekik topluyorum çayırlardan, bir tel koparıyorum geceden ve bağlıyorum. Artık kanı kurumuş olan göz çukurlarıma kuşlar yuva yapıyor. Bu demek oluyor ki hiç beklemediğim bir zamanda geri dönecek yaz. Ölmek istemiyorum. Dünyanın dönüş gıcırtısının böldüğü tüm uykularıma rağmen büyüyeceğim. Hep hatırımda kalan, üzüm salkımlarıyla çevrelenmiş o eski pencereden bana bakan o gözlerde tüm şehri görmüştüm de tüm şehirde görememiştim o gözlerde gördüğümü. Denize açılmayı bilmeyen yeni yetme bir yelkenliden çok daha diri ellerim. İnsani çehreden mahrumken buna rağmen tüm insanlığımla ben; hiçbir günahın peşinde veya hiçbir telaşın içinde olmadan sığırcıkları çığlık çığlığa kaçıran bir kargaşada dahi silahına davranmayan, çatılarda dolaşan, babasını hatırlayan hatta belki hiç unutmayan biri olarak kalacağım. İçinden geçtiğim ve içimden geçirdiğim hikâyeleri yazdığımda önce okuyup sonra yakmak isterim. Güçlü bir nefes yoklayınca üşüyüp titrediğimde beni terk ettiğini düşünde gören o küçük kuşa önce dokunup sonra onu öldürmek isterim. İsa’nın dirildiğini gören bir Hıristiyan müminin kaçırdığı aklında birbirine karışan denizlerin ve ölü rahiplerin adlarını bir kurşun unutturabilir. Bu kışı adada tütünsüz geçirmek zor olabilir. O deftere adımı yazmaktan vazgeç.

Şimdi bomboş bakan bir sayfadır gözlerin, Öylesine alışılagelmiş, Ve öylesine tüketen. Oysa birçok şey yapılabilir o boşlukla, İçine bir miktar sevgi yazılabilir. Belki kalbinin mürekkebinden birkaç damla şefkat akıtabilirsin. Belki… belki koca bir ömür sığdırabilirsin o boşluğa gözlerinden. Bir ışık yeter yeniden başlamaya. O kararlılığından bir yudum kıvılcım yeter

Kalbinden gözlerine geçen merhamet damarlarını fitillemeye. Zamansızlığından ve öngörülemezliğinden geçer. Ve zaman geçer… Geçer benden de o bakışların. Zamanla özlemim durgunlaşır, Ve soluklaşır siyahların. Bir sesin kalır zihnimin derinliklerinde, Adımı fısıldarsın uyumadan önce hayalimde. Sonra o da terk eder beni. Benim seni terk ettiğim gibi. Gitmeden önce ise son kez ‘’Korkak!” der bana. Yankı bulur zihnimde bu sözcük. Ve kabullenirim hoyratlığımın bedelini.


kendisine hakkında yazılan şiiri okuyabileceğimi söyledim. Gülümsedi, çok güzel gülümsedi. Pazar günü beni arayacağını söyleyip vedalaştı ve gitti. Pek tabii ki aramadı… Sandalyeyi tam karşısına çekiyorum ve oturuyorum. Bir sigara yakıyorum ve heyecanımı da bastırarak tok bir sesle o gece yazdığım şiiri okuyorum, yer yer göz Yirmi dakikalık bir minibüs yolculuğu ve on dakikalık teması kurarak; yürüyüşten sonra partinin yapılacağı eve ulaşıyorum. Kapıda yüzlerde büyük bir gülümseme ile karşılanıyo- “ Ortamda bir musiki, rum, parkamı çıkartıp mutfağa, doğum günü çocuğu- O musikinin içinde baktı dalgın ve kırgın, nun yanına geçiyorum. Selamlaşıp birbirimize sarılıyo- Bir fatih misali mağrur ve asil, ruz, hâl hatır sorup ayaküstü birkaç dakika sohbet et- Gözleri konuştu o anda, tikten sonra evin salonuna geçiyoruz. Yarım saat sonra Ruhumun ateşini söndürürcesine, kapı çalınıyor ve partinin onur konuğu geliyor. İçeri Derya gözlerle yıkadı ruhumun alevlerini, girdiğinde heyecandan elim ayağım boşalıyor, saçmalamamak için kendimi kasıyorum fakat vücudum ko- Asalet akarken bakışlarından, mutlarıma uymuyor. Onur konuğu herkesle selamlaşıp Rakısını yudumladı bir tanrıça edasıyla, en son benimle selamlaşmak için yanıma geliyor. Göz Baktım sadece o boş rakı kadehine, göze geldiğimizde alnımdan bir damla ter süzülüyor, Dudaklarından ruhuna inen beyaz günaha özenirce oldukça sakin bir tavırla kendisi ile tokalaşıyorum ve sine. direkt kendimi dışarı atıyorum. Heyecanımı dindirmek için bir sigara yakıyorum, balkon camlarını açıyorum Derya gözlerine kurban olduğum, fakat ruhum öylesine yanıyor ki dışarısının soğuğu ru- Duy ruhumun çığlığını, humun ateşini söndürmüyor. Sigaramı bitirip içeriye Duy içimde yükselen feryadı, geçiyorum, biraz sonra parti başlıyor. Doğum günü ço- Duy beni. cuğuna tebrikler iletiliyor, fotoğraflar çekiliyor. Bir bardak şarap alıp köşede duran koltuğa oturuyorum. Gözlerinden mahrum bu hayatın sonundayım, Ortam kalabalık, kalabalığın içinde kendimi soyutluyor Yol yarımlarından bağımsız, ve insanları gözlemliyorum fakat sürekli gözlerim onur Sislerin içinde nalân eden ruhumun feryadı duyulmaz. konuğunun gözlerine gidiyor. Bakışlarıma hâkim olamıyorum. Gözlerinin mavisi öyle bir içine çekiyor ki Ben yüzmeyi Karadeniz’de öğrendim, beni kendimi boşlukta süzülüyor gibi hissediyorum. Derya gözlerinde boğuldum.” Bir süre sonra konu konuyu açıyor ve sohbet etmeye başlıyoruz. Sohbetin bitiminde kendisi için yazdığım Şiiri okumayı bitirdiğimde sigaramdan büyük bir nefes şiiri unutmadığını söylüyor, isterse şimdi okuyabilece- alıyorum. Gözlerine bakıyorum, bir daha bakamayağimi söylüyorum, kabul ediyor ve mutfağa ilerliyor, bir cakmış gibi. Hafiften gözlerinin dolduğunu görüyobardak daha şarap dolduruyorum ve yanına gidiyorum. rum. Daha önce de kendisi için şiirler yazıldığını ama hiçbirinin ruhuna bu kadar dokunmadığını söylüyor. O Onur konuğu ile daha önceden kısa bir tanışıklığımız akşam kendisi hakkında neler hissettiğimi ve aramasını vardı fakat ondan etkilenmem yine bir doğum günü beklediğimi, açıkçası aramadığı için de hissettiğim hapartisinde oldu. Gecenin ilerleyen vakitlerinde musiki yal kırıklığını belirtiyorum. Biraz mahcup oluyor, güfaslına geçilmiş, yedi duble rakı içen ben yine düşün- lümsüyor, amına koyayım çok güzel gülümsüyor. Sohcelerimde boğulurken onur konuğunun oturduğu ta- betimiz bittiğinde içeriye geçiyoruz ve müsaade isterafa baktım. Baktığımda çalan şarkıyı dinliyor ve masa- yerek evden ayrılıyorum. Dışarı çıkıyorum ve bir sigara nın ortasına dalgın dalgın bakıyordu. Bakışlarından o yakıp kulaklıklarımı takıyorum. Gecenin karanlığından kadar etkilendim ki zihnimde bir Tori Amos şarkısı çal- kulağıma şu sözler akıyor; maya başladı, parkamdan kalemimi ve defterimi çıkarttım, bir sigara yaktım, kelimeler beyin kıvrımla- “You are looking at me but I don't know what to say rımdan ellerime, ellerimden kalemin karasına, kalemin Are you sure it's supposed to feel this way?” karasından deftere aktı. Yazmayı bitirdikten sonra dışarıya çıktım ve bir sigara yakıp zihnimde yankılanan Şarkının sözleri kulağımda çınlarken şiiri okuduktan şarkıyı mırıldanmaya başladım. Uzun zamandır bir ka- sonra bana bakışlarını anımsıyorum, gülümsüyorum, dından uğruna yazacak kadar etkilenmemiştim. sigaramdan büyük bir nefes daha çekiyorum ve boş soMekândan ayrılırken dışarıda kendisi ile vedalaştım, kakta yürümeye devam ediyorum, bir daha görüşmehakkında yazılmış bir şiir olduğunu ve eğer isterse bir mek üzere. kahve eşliğinde


Geceydi, esmerdi ve fahişeydi. Saçları ıslaktı. Duştan yeni çıkmıştı. Tırnakları ojeliydi. Dudaklarına mor ruj sürmüştü. Adını bilmiyordum. Hiçbir zaman öğrenmek istememiştim. Fakat her ay arıyordum onu ve parasını fazla fazla veriyordum. Fahişede bile muhafazakârdım. Başka bir rahimdense, bildiğim rahmi tercih ediyordum. Bir aidiyet hissiydi bu aynı zamanda. Bir ay önce o rahimde bıraktığım spermleri arıyor gibi giriyordum o rahme tekrar. Hiçbir zaman üzmemişti, ağlatmamıştı, kırmamıştı beni. Her daim kendisinden istediğimin fazlasını vermişti. Uzun cümlelere sığınmamıştı, fazla konuşmazdı, sessiz sevişirdik. Sessiz sevişmeyi öğretmişti. Hiç aydınlık bir odada sevişmezdi. Hep karanlık olsun isterdi. Anlamazdım. Bir fahişenin gizleyecek neyi olabilirdi ki? Anlamazdım. O gün öyle değildi. Muazzam neşeliydi. Onu aradığım an sesindeki kıvılcımdan neşesini anlamıştım. Fakat ben onun aksine tam olarak kaybolmuştum ve nerede, neden kaybolduğumu bilmiyordum. Yalnızlık ve yalnızlığın yıprattığı gecelerden arınamıyordum. Hiçbir şeyden arınamıyordum ve bir fahişenin dizlerinde arınmak ister gibiydim. Biliyordum arınamayacağımı. Yine de bu taşra kentinin yıkık duvarlarında kirli kalmayı göze alamıyordum. Yoksunluktan, salt yoksunluktan aramıştım onu. Halbuki param da yoktu. Borç parayla bir fahişe ile neden görüşürdü ki insan? Kirli olanı arıtamayacak bir fahişe ile hem de. Yarım saat öncesine kadar yapayalnız oturduğum odamda şimdi bir fahişenin sesi yankılanıyordu. Ne onu ne de hiçbir kadını affetmeyecektim. Biliyordum ama ona dilenmek istedim. Neyi dileneceğimi bilmeden onu Tanrı bilmek istedim ama konuşmadım. Anlamış olacaktı ki kendi neşesine beni ortak etmek istercesine kucağıma oturdu ve şeyimi okşamaya, daha doğrusu sevmeye başladı. Bir kadın, erkeğin şeyini sever gibi okşar mıydı? Erotik değildi şeyime dokunan o el. Bir anne eli gibi şefkatli, şair eli gibi merhametliydi. Hiç durmadan öpmeye başladı ve ben de karşılık vermeye başladım. Yetmişli yıllarda moda olan küçük, kırmızı, tekli koltukta oturuyordum ve üzerimde memelerini yüzüme sürten, elleriyle

şeyimi okşayan bir fahişe vardı. Kolunun sargılı olduğunu o an fark ettim. Gözüm sargı bezlerine takıldı ve kendimi durduramadan ne olduğunu sordum. Jilet dedi ve sustu. Başka da bir şey sormadan tekrar sevişmeye başladık ve şeyim iyice dikleşmişken onu yatağa taşıdım. Önce kendim soyundum ama yatakta soyunmayı bekleyen bir fahişe vardı, karanlık değildi, lamba yanıyordu ve hiç ses çıkarmıyordu. Yavaş yavaş yanına sokuldum, onu öpmeye devam ederken elbisesinden ve sutyeninden soymaya başladım. Parmaklarım çoktan rahmine girmişti bile. Pantolonunu çıkarmam da çok uzun sürmedi. Altımda bütün teniyle çıplak ve utangaç bir fahişe uzanıyordu. Elim rahminde gezinirken dilinden tek dökülen şey ‘yapma’ iniltileriydi ve ben bu iniltilerin hiçbirini duymuyordum. Çıplak bir Tanrı gibi altımda uzanan bu kadının ne zaman üzerine çıkmıştım? Şeyim, ne zaman patlamaya hazır bir bulut gibi bu kadar kabarmıştı? Hiçbir şey bilmiyordum ve bilmek de istemiyordum. Titremeye başladık ikimiz de. Kıştı ve çok soğuktu. Çıplak sevişilemeyecek bir mevsimin gecesiydi. Yorganı üzerimize çektik ve şimdi girme deyişini aldırmadan içine girdim. İçine yani bir günaha. Günaha ve hazza. Arzuya ve tene duyulan o doyumsuz hasretin bitiminde. Bir Dostoyevski romanına başlar gibi girdim içine. Uzun sürmedi ama erken de olmadı. Aklım bir hissizlik içindeydi. Ne hissettiğimi bilmiyordum. Haz almak istiyordum. Salt haz almak ve arzunun bir nesne olmadığını anlamak istiyordum. Fakat anlayamıyordum. Arzu neydi? Haz neydi? Boşalmak neydi? Sperm neydi? Rahim ne işe yarardı? Vajina salt terim miydi? Bilmiyordum. Sanki hiçbir şey bilmiyordum. Sadece o et parçasının içinde , bir sıkışmışlığın ortasındaydım. Gidip geliyordum. Eylem üzerindeydim ama ne yaptığımı bilmiyordum. Birazdan içimden kopup o rahme düşecek olanın ne olduğuna dair en küçük bir fikrim bile yoktu. Bir elimin parmakları memelerinde, diğer elimin parmakları dilinde ne arıyordu bilmiyordum. Altımda kıvranan bu bedenin üzerine niye saldırdığımı da bilmiyordum. Bütün bu bilinmezliklerle boşaldım. Fakat o nasıl bir boşalma. Spermin içimden düşmesi değil de uçması gibiydi. O an bir hazdan ziyade bir tufandı. Bir sperm tufanı. Kızıl


bir rahmin içinde süzülen spermin bilinmeyen aritmetik denklemi. Ne içindi bu yorgunluk? Bir anda üzerine yığıldığım bu kadının saçlarımı okşaması ne içindi? Öfkeliydim. Bu üzerine yığıldığım kadına karşı duyulan bir öfke değildi. Biliyordum ama bilmek anlamlandırmak için yetmiyordu, hiçbir zaman yetmemişti. Saçlarımda bir el geziniyordu ama bu bir fahişenin eliydi. Annemin eli değildi. İstediğim merhametti. Bütün Ortadoğu halkları gibi, sadece merhamet ve küçük bir sevgi kırıntısı bekliyordum. Biliyordum, o kırıntı hiçbir zaman gelmeyecekti. Gelmedi de ama sahte de olsa bir kadının ellerinin, saçlarımın arasına gizlenmesi ve orada bir şeyler arar gibi tırnaklarını hissettirişine sevindim. Bir anda jilet attığı kolunun üzerine uzandığımı fark edince kendime gelmişçesine başımı kaldırdım ve acıyor mu diye sordum, gülmeye başladı. Az önce içimden geçtin bunu mu soruyorsun diye ekleyerek gülmeye devam etti. O gülünce ben de gülüyorum ve başımı tekrar aynı kolun üzerine bırakıyorum. Sırt üstü dönüyorum ve göğsüne başımı koyuyorum. Hiç oradan ayrılmamak istercesine gözlerimi kapatıyorum onun gülüşünü dinliyorum. Teni ıslaktı. Memeleri diriydi ama aradığım bunlar değildi. Aradığım sessizlik ve ölümdü. Burada ölmek istiyordum. Gözlerimi bir başka evrende açmak istiyordum ama olmayacaktı, ölemeyecektim, bir fahişenin koynunda ölmek istenci dünya için çok romantikti. Kurguda bile olmazdı ki gerçek hayatta olsun. Ölemedim ama konuştum. Yatakta kolundaki sargıyı çıkardı ve jilet izlerini gösterdi. Hepsi tazeydi ve kan daha kurumamıştı. Öptüm. O jilet yaralarını bir Kutsal Kitabı öper gibi öptüm. Fakat bu izler ayet değildi. Biliyordum ama bilmek istemiyordum. Bu izlerin bir ayet olmasını ve öpünce iman etmiş olmayı istiyordum. Bir kadının kolundaki jilet izlerine iman etmek ne büyük bir Dinin ilk ayeti olurdu değil mi? Fakat değildi. Ne böyle bir din ne de böyle bir ayet vardı. Ayetin olmadığı yerde ise sadece torbacılar vardı. Bana cezaevinde olan torbacısından, bir başka şehirde yaşayan çocuğuna kadar aklına gelen bütün sıkıntılarını anlatmaya başladı ama ben bunların hiçbirini dinlemek istemiyordum. Gözlerimi açtığım da kendimi Godard’ın bir filminden yeni çıkmış; Bertolucci filmlerinde bir sahnenin içindeymiş gibi hissettim. Sadece esrar yoktu. İkimiz de çıplaktık ve yorgan bütün bedenimizi örtmüyordu. Benim bacaklarım onun memeleri açıktı ve müzik çalmıyordu. İlk kez buraya geldiğimde Bergen çalmıyor dedi. Bergen, onun dikkatinden kaçmamıştı. Daha önce ne zaman görüştükse Bergen açmıştım. Söyleyince hatırladım. Bergen hiç yazılmayan dilimizin ilk

lehçesiydi. Yataktan kalktım ve Bergen’in aklıma ilk gelen şarkısını açtım; Ölürdüm Uğruna. Neden bu şarkıydı? En son bunu dinlemiş olmalıyım. Herhangi bir anlamı yoktu. Bergen dinlemek için bir anlama ihtiyacı olmaz zaten insanın. Bergen anlamsızlığın ve parçalanışın sesidir. O buğulu sesin gölgesine kendimizi bırakarak birer sigara yaktık ve bulunduğumuz bu odanın sınırlarını ihlal etmeye başladık. Duydunuz mu şarkısının girişindeki o eşsiz darbuka solosu duyulmaya başladığı an onun saçlarını okşamaya başladım. Bergen, darbuka ve zurna eşliğinde bir şarkıya hazırlanıyorken ben bir gecede ikinci kez aynı rahme girmeyi düşünüyordum ama o gitmeyi dile getiriyordu. Onu tekrar öpmeye başladığımda sonunda nereye varacağımı biliyordum. Bunlar isteksiz öpüşlerdi. Gitmekten vazgeçti ama yorulmuştu. Ben de o sevgi dolu ve duygusal ruhumdan kopmuşçasına, karşımda bir kadın değil de bir canavar varmışçasına ona saldırdım. Bütün tenini hırpalamaya, tokatlamaya ve intikam alır gibi içinde gidip gelmeye başladım. Biliyordum, boşalamayacaktım ama bu hırpalamayı boşalmak için değil, intikam almak için yapıyordum. Sezgisel değildim. Her zaman böyle oluyordum, müthiş sezgisel ve duygusal başlıyordum ama ilk boşalmadan sonra o duygusallık ve sezgiselliğin yerini müthiş bir intikam hissi alıyordu. Sanki çektiğim bütün acıların intikamını altımdaki fahişeden çıkarırcasına, onun bedeninde iz bırakmak istercesine ve onu öldürürcesine saldırıyordum. Bu durum hiç değişmiyordu. Ne kadar duygusalsam o kadar acımasız, ne kadar sezgisel isem o kadar hırpaniydim. O da bunu fark etmişçesine yavaş, acıyor gibi küçük ama vurgulu kelimelerle beni durdurmaya çalışıyordu ama benim durmaya hiç ama hiç niyetim yoktu. Boşalamayacağımı bildiğim içindi bu saldırı. Bir rahme saldırmak, bir kıça savaş açmak için insanın tek bir sebepten çok daha fazlasına ihtiyacı vardı. Benim ise tek bir sebebim vardı; intikam. Kıçını tokatladığım bu fahişeden neyin intikamını alıyordum? Neden bu intikama dair en küçük bir fikri olmadan altımda ezilmeye mahkumdu bu kadın? Daha sorulacak o kadar çok soru varken neden bir anda o içine girdiğim kıçtan, buz gibi soğumuşçasına çıkarıyorum şeyimi? Büyük şehvet ile başlayan bir gece neden muazzam suskunluklar ile son buluyor? Belki de ikinci kez boşalabilsem yarın çok farklı bir gün olacak? Hiçbir zaman bir kadının içine, üst üste ikinci kez boşalmadım. Neden? Ve asıl önemlisi bu öykü neden burada bitmeli? Ya yazacakken ya intihar edecekken neden bitmeli bir öykü? Yazdım ama intihar etmeliydim demek için mi?


Ă–n Kapak: Haluk KĂśhserli | Arka Kapak: eloy

mevzularderinfanzin@gmail.com


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.