Mevzular Derin Fanzin Sayı : 29

Page 1


Ben doğunca yeryüzü çatlar sandım bir bok olmadı kimse için oradaydım bir delinin hayaletiyle ezan okundu sela okundu bu şekil dinsel şeyler kanat verildi bana kibarca reddettim 5 yıl içinde bildiğimiz diller yok olacak denildi ürktüm meme görmüş gibi. Kovanım için yeni bir dal parçası bu metal parçası, aslan parçası hanimiş benim oğlumun kalp parçası herkes için bir aksesuar limiti herkese bir kemik parçası kafamı kazıyan berberin üstüme sıçrattığı soru parçası ben sandım ki cevap verince bir sessizlik olur bir bok olmadı. Ligler başladı. Görüntülemek istediğiniz günyüzüne artık ulaşılamıyor herkesin krallar gibi kaybettiği bir parçası herkesin çatlağından sızan allah parçası kulağıma küpe bir melodi parçası ettiğim yeminin eksik parçası üç çıtayla uçurtma yapılabiliyor harika olay bunu kullanalım bari bunun gibi şeyleri yıkanınca tüm parçalarımızdan arınırız sandım ben yağmur bir türlü başlamadı.


Daha önce bulunduğum bir ev olduğuna emin olduğum bir evin salonunda başladı her şey. Bir müddet benim evim olacaktı, burayı benimsemek ve misafirlerimi ağırlamak zorundaydım. Bir odada babamın boşandığı eşini, bir odada kalbi kırıldıktan hemen sonra beni görmeye gelen arkadaşımı, büyük sayılabilecek salonumda da diğer odalardakilerin uzantıları konuğumdu. İlk on saniye Bayramdan bozma bir kalabalık ve sevmediğim ev ziyaretlerinin telaşını görüyordum ve etrafımı farkına vardım, şaşkınlığım o kadar şiddetliydi ki, akan kanı damarlarımda hissettim. Bu denli yoğun olan şaşkınlık, beni kendime getirdi. Sonraki on dakika Şaşkınlığı kenara bırakıp bulunduğum evi dakikalar içinde benimsedim, misafirlerime hizmet etmem gerekiyordu. Fakat ayağa kalktığımda her şey netleşmeye başlıyordu, sanki gözüme daha iyi görmemi sağlayan bir gözlük takıyordum ya da yerimden yükseldikçe salonuma hayli yukarıdan bakabiliyordum. Yükseldiğim her saniye bir önceki konumuma dönmeyi istiyordum. Ayaklarımın üzerinde durduğum an, gözlerim yanmaya başladı. Bu bayram değildi, kendini kaybeden herkesi bu eve kapatmıştım, kendini kaybeden herkes beni eve kapatmıştı. Ayağa kalkmayı başardığımda bu defa daha kötüsü başladı, kulaklarım duyuyordu. Onca sesin arasından bir tanesi bıçak gibi kulağımdaydı. Bulunduğum odadan biraz uzakta ama evin sonundan da gelmiyordu. Tanıdığım bu sesi takip ettim, mutfaktan sonraki odaydı. Odaya girdiğimde samandan yapılmış bir yatağı gördüm, yataktan ziyade samanları sıkıştırıp en yakın şekil ve işlev olan yatağa benziyordu, zaten üzerinde yatan annem de

bu işlevi kanıtlıyordu. Ona bir soru sormak dahi aklıma gelmedi çünkü ellerinde avuçla dökülen saçları, ağzında feryat figan bir çığlık vardı, donup kalmıştım. Yarım saat geçti Bu gürültünün içinde kapının çaldığını fark etmiştim. Gelen çocukluk arkadaşımdı, evin ruhuna uyum sağlarcasına ağlayarak içeri girdi ve mutfakta tabureye oturdu. Önünde diz çöküp ne olduğunu soruyordum. Anlatıyordu fakat anlamama imkan yoktu tek duyduğum ‘’salya sümük’’ sesiydi, anlattıkları kaybolup gidiyordu. Bir yandan annemin çığlıkları ve saçları aklımdaydı. Bildiğim her şeyi unutmuştum, gözlerim sadece görüyor fakat hiçbir şeyin anlamını bulamıyordum. Gördüğüm her şey gitgide bilmediğim bir alfabeye bakıyormuşum hissine kapılmama neden oluyordu. Herkesin bana ihtiyacı olduğu vesvesesi sanki sırtıma bir bıçak gibi dayanmıştı. Arkadaşım birden ayaklandı, yüzünde ilk geldiği ana nazaran oldukça iyi bir ifade vardı. Bir şey söylemeden evi terk etti. Kendimi ihanete uğramış hissediyordum, henüz onun terk ettiği tabureye oturdum. Artık gürültü de daha az duyulur hale gelmişti, fakat azalan gürültü ile doğru orantılı şekilde gözlerim yanmaya ve gördüklerim de netliğini kaybetmeye başlamıştı. Bu ağlamadan evvelki adımdı. Bir saatten daha az Beni böylece bırakıp gidemezdi. Arkadaşımın peşinden gitmeye karar verdim. Apartmandan dışarı adım attığımda havanın aslında kararmış olduğunu fark ettim, halbuki o ana kadar ikindi vakitlerinde olduğumuzu sanıyordum. Bir yere gitmemişti, elinde bir karga kanadını tutmuş öylece sokağa bakıyordu. Elindekini görünce yerdeki ölü kargayı fark ettim, tek kanadı koparılmış yatıyordu. Bu ana kadar neler yaşanmış olabilirdi, bu sorunun tüm merakıyla bunu ona sordum. Aldığım cevapla evde başlayan ağlama hazırlığı vuku buldu. ’Senin yüzünden’’ demişti. And I'm a part of everything, I'm a part of everything


iki dudak arasına yakışan sözler işitenin duyulmak isteneni evlat edinmek istediği asla sahipsiz kalmayacak hisler ve her duyumsadığında sol tarafını sızlatan garabet dolu belirsizlikler varken kolay olmayacak biliyorum aşmak belki kendini saymanın bile sayılmaktan yorulduğu anlar da kapında olacaktır hiç gözükmeyecek yolların serabı merak uyandırır içinde geçmek o yolları sende biriken tüm kinle ve kederle doldurduğun çantanla birlikte karga sesinden belki ilk kez ürkmeyeceğin anlar da gelecektir biliyorum hiç deneyemedik öyle kolay boş vermeyi başarısızlığı göze alman gerekir eğer istiyorsan başarmayı, denilir çok yerde umursamanın hududunu aştın bile çoktan aksini denemek için yüzlerce defa daha başarısız olacaksın belki de ağır dizelerle örtülü bir masa olur bir gün yaşananlar çizik ve tahtakurusu istilasına uğraması mümkündür buna rağmen güzel şeyler çizildi ve çizilecek yaşların ıslattığı anlar da oldu ve olacak muhakkak öngördüğün ne varsa haklılıkla dikilmeyebilir karşında yanılmakla yükümlüdür insan çünkü insan yanılsamadır ebelemeye çalışmakla geçer hayatımızı cevapları kaybeden olmaz ama kazanan vardır sorular her zaman en kötü saklanan dilersin ve diler herkes bulmamayı ve kaybetmeyi göze almayı kaybeden olmaz ama kazanan vardır kaybeden kazanandır yani en kötü saklanan çekiç sesleri de yankılanabilir beyninde çünkü imar edilir her ağızdan çıkanın düşünce tohumuna sebebiyet vermesi ve bu da sonradan tekrar imar edilecek sonu aceleyle biten bir şiirdir kim bilir


Merhabalar, öncelikle söyleşi teklifimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. 2020 yılındaki tüm sayılarımızda şarkılarında çeşitli meselelere değinmekten imtina etmeyen rap icracılarıyla söyleşi yapma hedefimize sayenizde bir adım daha yaklaşmış olduk. İlk soruyla başlayalım, bilmeyenler, tanımayanlar için, ‘’Kim Bu Şiir?’’

Her ne kadar önceki soruda işlerinizin müzikal tarafının öncesine göre yoğunlaşmış olduğunu belirtsek de lirikal yanı çok güçlü olan şarkılar yapmaya devam ediyorsunuz. Kendini ilgiyle takip ettiren müziğiniz, bugün ülkemizde nitelik ve bağlam görmezden gelinerek ‘’trend’’ olmanın önem kazandığı dönemde sizce keskin bir ayrımda mı? Güzel düşünceler için çok teşekkür ederim. İnsanlardan bunları duyabilen bir avuç lirisistten olmak ayrıcalıklı bir nimet. Ben, bu durumu kendi adıma pek umursamıyorum açıkçası. Zira senelerce tırnaklarımla çok kazıyarak hak edilmiş bir şımarıklık konforunu inşa ettiğimi düşünüyorum. Trendleri umursamayan, yaptığım şeyi destekleyen bir kemik kitlem oluşu ve bugüne dek yaptığım müziğin haklarını hiçbir şirkete vs. satmayışım, telif haklarıma sahip oluşum dolayısıyla arkama yaslanıp ''umrumda değil ya, ben sevdiğim gibi yapıcam''diyebiliyorum.

Selamlar. Davetiniz için ben teşekkür ederim. Bu inanılmaz klişe giriş için tüm okurlardan özür diliyorum. Lirisisttir, sözün kıymetine inanır. Prodüktördür, eski hisleri kesip, harmanlayıp; yeni bir çığlığa dönüştürmeyi sever. Nihayetinde insandır, yıldız Fakat hem faturalarını bu işle ödemek, hem tozudur, daha azı ya da fazlası değil. de trendlere köle olmadan sevdiği şeyi yapİfade Özgürlüğü’nden sonraki işlerinizde mak isteyen koca bir jenerasyon var ve maamüzikal tarafın etkisinin önceki işlerinize lesef bu durum o çocuklardan çok ''kendine has'' olanların parlamasını ve sivrilmesini göre daha yoğun olduğu düşünüyoruz. Bu şüphesiz zorlaştırıyor. Zira müzik endüstrisi konuda neler söylersiniz? de diğer her endüstri gibi daha az vakit isteKatılıyorum. Zira ''İfade Özgürlüğü'' albümü yen ve daha kolay pazarlanabilen şeylere öncesinde insanlar iyi bir lirisist olduğumu yatırım yapıyor. Ama internetin hayatımıza hali hazırda zaten düşünmekteydiler göz- bu denli etkin girmesinin pozitif yanlarından lemlediğim kadarıyla; fakat ben hala bir liri- biri; artık Kumkapanı kafası tekellerin işlesist olarak potansiyelime ulaşmanın çok mini fazlasıyla yitirmiş oluşu. Şu an müziğiuzağında hissediyordum. Bunun yanında nizi dünyaya ulaştıran bir dijital platforma daima kendi işlerinin prodüksiyonunu ''der- ulaşmak için (eskiden bu kasetini rafa koydini anlatabilecek kadar'' yapan biriyken, o mak olurdu) bir müteahhite albümünüzü albüm sürecinde çok fazla sound çalıştım ve dinletip, onayını almak zorunda değilsiniz. bu ''daha deneysel'' süreçte beni bir lirisist Dolayısıyla arkanızda sizi listelere sokacak, olarak potansiyelime ulaştıracak soundları kliplerinize bot basacak bir şirketiniz, bütkafamda aşağı yukarı oturttum. Hala çok çeniz vs. olmayabilir; yine de bu müziği ''zor yol''a da göğüs gerebilecek kadar seven biryolum var. kaç istisna zihnin bunu aşabileceğini düşü-


nüyorum. Çok uzun cevaplar olduğunu biliyorum, fakat insana ve hayata dair hiçbir şey siyah ve beyaz değil; dolayısıyla tüm renkleri olabildiğince ifade etmeye çalışıyorum, idare edin. Geçmişte yaptığınız şarkılardan herhangi birinde, şu an ilgili konu hakkında öyle düşünmediğiniz bir yer ya da en ağır tabirle, müzik hayatınızın şu ana kadarki kısmında bir pişmanlığınız var mı? Şüphesiz. Özellikle çok cinsiyetçi, zengin düşmanı, yobaz, ırkçı, inanılmaz yüzeysel bulduğum birçok söylemim var; ama insanlar şunu anlamalı, ben o zamanlar mahallesinin dışını görmemiş, 18 yaşında bir çocuktum. Daima muhafazakar çevrelerde büyüdüm, karşıt fikirle tanışmam, anlamam çok zaman aldı. E bir de ergenlik dönemi hormonları nedeniyle gereksiz öfke falan. Ama bir şekilde geçmişimle barıştım. Kendimi mental olarak da anahatlarımla tanıdığımı düşünüyorum 25'imin ortalarında. Fakat geçmişimle barışsam da geçmişte olduğumdan çok uzaktayım; olabilecek her anlamda. Tam da bu yüzden çok yakında ''Şiirbaz'' ismini bırakıyorum. Yolculuğuma ''Şiir'' olarak devam edicem. Sanatın herhangi bir dalıyla uğraşan kişilerden bazıları, ‘’ünlü’’ veya en azından bilinir olmayı anaakımda olanla uyuşmuyor olsalar bile isterler. Bu yolla söylediklerinin daha değerli hale geleceğini veya anaakımın mantığını değiştirebileceklerini düşünürler. Daha geniş bir kitleye hitap etmenin artı ve eksi tarafları neler sizce? Açıkçası bu şöhret meselesi hiç umrumda olmadı. Benim ana motivasyonum daima kendimi ifade etmiş hissetmekti; dolayısıyla pek kişisel bir bağ kuramıyorum, ama gözlemlediğim kadarıyla pozitif yanları işlerini daha kaliteli bi hale getirmek adına elinde bir bütçenin oluşu olabilir. Şüphesiz daha iyi yaşam standartlarına sahip olmak vs. Negatif kısmınınsa artık her kesimden insanın gözü,

kulağı sende olduğu için otosansür uygulamak olduğunu düşünüyorum. Günümüz Türkiye'sinde ister istemez durum bu. Eskiden çok ''biz bize''ydik. Bi rapçi, bizim asla katılmadığımız bir şey söylediğinde dahi bu tartışma kültürün içinde yapılırdı; şimdiyse sevdiği rapçileri ihbar edenler var, bu değişimi göz ardı edemeyiz. Biz de insanız ve süper kahramanı oynamak zorunluluğu hissedilmemesini anlıyorum. Özellikle de boşu boşuna olduğu pek aşikarken. Müzik hayatınızın en başından beri -en azından tanık olduğumuz süre boyuncaşarkılarınızda hep bir ‘’hiphop’’ vurgusu yer aldı. 2016 ve öncesinde şarkılarınızda bu hiphop vurgusunun yanında daha dolaysız bir politik söylem varken, sonrasındaki dönemdeki işlerinizde bu dolaysız politik söylemin seyrelip hiphop vurgusunun yoğunlaştığı söylenebilir mi? Kesinlikle. Bu çok iyi gözlem için tebrik ve teşekkür ediyorum. Eskiden hiphop benim için mesajımı iletme aracıydı, şimdiyse hiphop mesajımın ta kendisi; zira hiphop inandığım, takip ettiğim, hissettiğim tek ''görüş''. Geçenlerde Şamil'le konuşuyoduk bunu. Sağ olsun gardaşım benim fikirlerimi çok kıymetli bulur, ben de şüphesiz onunkileri. Mesajın kendisi mesaj değildir. Sanatçının görevi ''kadına kalkan eller kırılsın''ımsı bir slogandan ziyade ''kadına kalkan eller kırılsın''ı daha önce kimsenin söylemediği gibi söylemektir. Aksi halde hem sanatın, senin baktığın pencereden hiç bakmamış biri ciğerinden kavrayıp ''bi de böyle bak!'' deme gücünü yitirmiş ve yalnızca kendi mahallemize papağan gibi aynı şeyleri tekrar etmiş oluruz; hem de sanatı değil, mesajı satmaya başlarız. Bu da şüphesiz zamanla müziğin içindeki mesajın ticari kaygılara kurban gitmesine ve samimiyetini, önemini kaybetmesine neden olur ve bizler birer rapçi değil, politikacıya dönüşürüz. Müziğin içine serpiştirilmiş mesaj, mesajın etrafına dizilmiş müzikten daha güçlüdür.


Dijital müzik platformları bu kadar yaygın değilken dinleyicilerle temas halinde olmanın en etkili yolu mc’lerin kendi albümlerini cd olarak basıp, özel buluşmalar veya kargo aracılığıyla satışını gerçekleştirmesi ve imza günleri düzenlemesiydi denilebilir. Önümüzdeki süreçte arşivciler için albümlerinizi cd olarak basma planınız var mı? Şüphesiz. Zira ben sevdigim rapçilerin cd'lerini almak için para biriktirerek büyüdüm ve o hissi çok seviyorum. Sevdiğim o rapçilerin çoğuyla şimdi aramda bir sevgi-saygı ilişkisi var ve ben hala o küçük hayran çocukmuşcasına ellerinde cd, afiş görür görmez kapıyorum:) Geçenlerde Onur Abi'den (Kayra) kaptım imzalı bir afiş. Dolayısıyla beni dinleyen özellikle genç insanların da bu hissi yaşamasını istiyorum zahmetli ve pahalı olsa da. Bir şeyleri ayakta tutmak olarak bakıyorum. Bir de nedense ben cd bastırmadığımda albüm çıkarmış gibi hissetmiyorum. Bahsedilen dönemde kazandığım garip bir alışkanlık olsa gerek. ''Yalnız İkilemler'' albümünü bitirir bitirmez cd'leri rafa diziyoruz. Yeni işler var mı diye sormuyoruz çünkü üretken bir MC’siniz, illa ki vardır. Özel olarak bahsetmek istediğiniz yeni projeleriniz neler? ''Şiir'' ismiyle yayınlayacağım, hayatımın geri kalanının ilk adımı olan yeni albümüm ''Yalnız İkilemler''. Daha önce yaptığım her şeyin, her anlamda gömlek gömlek üstünde bir iş olmaya doğru ilerlediğini tüm samimiyetimle söyleyebilirim. Henüz yarılamış hissediyorum, ne zaman bitmiş hissederim bilmiyorum. Şimdiden albümün bu yarısında bana Necip Mahfuz, Heja, Kayra, Cansu Türedi ve Maestro eşlik ediyor. Heja ve Kayra'nın bana eşlik ettiği ''Babam Ve Kırık Oyuncaklar'' isimli üçüncü parça... Rapçi kimliğimden sıyrılıp, bir müzik hayranı olarak baktığımda göğsümü gere gere son on senedir dinlediğim en hiphop şeylerden biri olduğunu söyleyebilirim. 2021'in başında albümü bitirmiş

ve sahnelere dönüp yine insanların gözlerine bakıp onlarla muhabbet ederken cd imzalamaya dönmüş olmayı umuyorum. O vakte kadar dinleyici arkadaşlardan ''albüm nerde?'' falan gibi gazlamalar yapmamalarını rica ediyorum. Albümün sadece bu yarısını bitirmek sekiz ayımı aldı... Daha önce hiçbir şeye bu denli odaklandığımı ve kendimi adadığımı sanmıyorum. Geçenlerde Kayra'yla konuşurken ''senin albümlerinin rafına koyulabilecek bir albüm yapmaya çalışıyorum abi'' dedim, motivasyonum bu. Bazen ''ulan en azından Babam Ve Kırık Oyuncaklar'ı yayınla'' falan diyor içimdeki sabırsız ses, elim ayağım titriyor ama sabretmek ve yapabileceğimin en iyisi yapmak istiyorum. Sonunda arkama yaslanıp, ''işte bu benim albümüm'' diyebilme hissini yaşamak istiyorum. ‘’Fanzin’’ kavramı ve Türkiye’de çıkan fanzinler hakkında ne düşünüyorsunuz? Eskiden beri sık sık takip ediyorum. Sizin fanzini de Araftafaray'da bolca görüp, arada sayın Caka Yalınız (the legend) hatırlattıkça mutlaka eve götürüp, okuyorum. Özellikle ''yeraltı'' kültürünü takip etmenin ve yaşatmanın önemli bi aracı olarak görüyorum ana akım medyanın her anlamda hükmeden ve popüler olan tarafından zapt edildiği böyle bir dönemde. Emeğinizi takdir ediyorum, zira yaptığınız, benimkiyle çok benzer. ''Özgür yazayım da, gerekirse on binlerce de satmayayım''ı çok kıymetli bulurum. Ama kendim için de, siz ve diğer fanzinler için de hem özgür yazmayı, hem de on binler satmayı mümkün bulduğum günler görmeyi dilerim bu memlekette. Umarım. Son olarak eklemek istediğiniz bir şeyler var mı? Davet için çok teşekkür ederim. Müziğimi cebinden, vaktinden ayırarak destekleyen bi avuç insana şükran! Aileme, dostlarıma, sözü geçmişken abim Caka Yalınız'a da. Hiphop kalın.


kardeşim taş mısın taşları rastgele fırlatan mı tekmeliyor musun onları diziyor musun yoksa günlerce haftalarca uzak taşlar mısın galaksiler uzakta yanıyor musun kendinden öteye ya sen kardeşim elma mısın elmayı ısıran mı büyüten mi başkasını onunla doyuran mı yoksa isa mısın bir taneden beş yüzünü bereketlendiren diğer kardeşim sen arı kovanını gören misin görüp de arı kovanına bürünen bürünüp de içeride bir sen kalan sessiz kalan mısın kovanı kollayan insan mısın kovalayan ayı mı yeni güzel kardeşim sen bir kayadan yanlamasına fışkıran bir fidan mısın büyürken parlak güneşe dosdoğru fışkıran mı sert rüzgarda büküldükten sonra yarıp geçerek kışı güneşe doğru belini doğrultan mısın hep baharı mı bekliyorsun benim gibi kışta en acıyı tekrar tadabilmek için sahi, ağacım, ne zaman doğdun sen bu çağdan olmayan mısın kardeşim sen taşların arasından sivri soğuk gri fışkıran dağ kekiği misin bağrı açık bağrı güneş yanığı keskin kayalar mısın değeni kesip geçen ince filizlereyse güç veren ya sen uzaktaki kardeşim sen hayatta kalan bir kütük üzerinde kıtalar aşan mısın bayraksız tebriksiz aşarken suları hala veren ısrarlı yaşlı bir kunduz musun kardeşlerim kana dair bir şeyler misiniz eski yapraklarla kasabalarla kavgalarla güzelleşen geçmiş misiniz siz kum saatini çevirip duran mı

ya da arasında çevirmenin yuvarlanıp duran kum tanesi mi elimi uzatmamı beklediğini düşündüklerim misiniz yoksa ellerini uzatmasını beklediklerim mi peki ya sen kardeşten kardeşim en kucak olan bulantıyı da en çok hissettiren o kadar sevdiğim sen kırbaç mısın alevli alevi gece uykumu tatlıca kaşıyan yoksa bendeki kırbacı bana vuran mısın kırbaçlanan beni sorgulayan mı yoksa sorgulayan beni susturan mı kırbaçla ya sen kardeş dediğim demiş olduğum zihin hayaletlerimi yöneten misin hayalet olmayı beceremeyen mi yoksa hayaletten beter olmayı en çok bilen mi asıl solucanımsı gölgeler miymişiz kıpır kıpır oynaşan bu hayatta ve yalayıp dururken birbirimizi hiçbir şeyi hak etmeyen, ettirmeyen miyiz ben ya bir nebi bekleyenim ya beceriksiz bir nebi kafası koparılacak belki bir nebinin lafının dahi civarında dolanmayacağı bir taşım öyle geçip gidecek ben belki bir kendine nebiyim onlar gibi milyarlar çobanı olamayacak ama bir yaprağın büyüyüşünü izlerken anası olan toprağın küflerini bile sevecek çağların ve coğrafyaların sularıyla büyüyecek onları büyütecek bir nebi ya da güzel bulunup sevilen bir taş elmadan yiyen baldan tadan ağacı seyreden huşuyla ya da kayalıkları tanımış olan mıyım keskin uçlarını kavrayarak pürüzsüz yüzeylerine dahi zıplayarak kayalıkta olmasını bilen miyim ya da uzaktakini seyreden miyim hüzünlenerek ve imrenerek kunduzun işine ya da hüzünlü bir şarkı mı çalıyor bitimsiz kanım böyle hızlı dolanıp dururken garip bedenimde ellerim ellere kavrayış gayesiyle veya kavranış için uzanırken bildiğinden geçmeyen miyim?


Sokağın köşesinde durdu. Sırtını kusmuk sarısı renginde, sıvası çoğu yerden dökülmüş apartmanın duvarına yasladı. Elini gömleğinin alt düğmelerini patlatmaya çalışan şişkin göbeğinin üzerine koyarken derin bir nefes verdi. Havanın sıcaklığının sokağı dinginleştirdiği zamana denk gelmişti. Hızlıca sağı solu kolaçan etti, bıyığının uçlarını yukarı burdu. Yakınlarda kimsenin olmadığına emin olunca serçe parmağını burnuna soktu. Birkaç saniye iyice kazıdıktan sonra bezelye çuvalına düşse sırıtmayacak büyüklükte bir sümük topu çıkardı. Ağzına attı. Tadı tuzluydu. Metin ve itleri gelmeden önce buradan tüyse iyi olacaktı. Ancak orospu görünürde yoktu. Gözlerini kısıp sokağın öte ucuna baktı. Orospuyu geç, sokakta bir karı bile yoktu. İlerdeki hayratın taşına yaslanmış Suri ve kırmızı Hacı Murat’ın altına uzanan bir velet dışında bir insan evladı görünmüyordu. Gerçi onlar da pek insan evladına benziyor sayılmazlardı. Suri gözlerini kapatmış, başını bir sağa sola oynatıyordu. Vücudu garip şekillere girerken ayağıyla önündeki tenekeyi devirdi. “ÇIINNNNNNN!” Göbekli sunturlu bir küfür etti. Onun hemen ardından sokağın öbür ucundan kuvvetli bir “LAAAN!” sesi geldi. Bu bağrışı cilveli bir kadın kahkahası izlerken göbekli topukları ana caddeye yağlıyordu. **** Kalçasını bacağına sürttürdü ve sırıtarak önce yüzüne sonra orasına baktı. Teması alan Metinin yüzünde de bütün dişlerini gösterecek biçimde çirkin bir gülümseme belirmişti. Sağ eliyle poposunu avuçlamak istedi, kadın çabuk bir hareketle elini itti ve “Bari sokakta uslu dur ayol, yetişecek trenimiz mi var?” dedi. “Sen herkesin içinde sürttürmesini biliyorsun ya püsküllü.” “Canım o ufak dokunuşları seni hep heyecanlı tutmak için yapıyorum.” Metin tekrar güldü, “Heyecan ne demek, yanıyorum ulan

burada.” Bu sefer belini bluzun içinden kavradı. Parmaklarını aşağı indirdi. O kadarına izin verebilirdi evet. Zaten istediği de tam olarak buna yakın bir şeydi: sıkılıp kenara atacak kadar değil, aşık olup peşinde koşacak kadar oynaşsınlar. Metin kolay lokmaydı. Şu zamana kadar onun gibi bir düzine herifi elinden geçirmişti: Cebinde çakısı, elinde tesbihi eksik olmayan; kendisi otuzlarına dayanmış olsa da hiçbir baltaya sap olamamış, anca mahallenin kendisi gibi uğursuz yirmiliklerini çevresine toplayıp delikanlıcılık ve mafyacılık oynayan, baba ya da bir akraba servetinin baş mirasyedisi. Haklarını vermek lazımdı ama, onlar olmadan bu kadar altın, gümüş, takı ve elbise kazanması mümkün olmazdı. Birçok mahallede ve şehirde birçok Metin’ler görmüştü, hepsi çevresindeki diğer kopuklara karşı ağababa, kendisine ise kara sevdalı aşık kesiliyordu. Reşat alan Reşat’lar, girişte çıkışta bir cumhuriyet bırakan Eşref’ler, aldığı kolyeler, yüzükler, bilezikler çekmecelere sığmayan Mehmet’ler… Bütün iş dozunu ayarlamaktaydı: Azıcık verecek, bolca alacaktın. Dışarının kaplanı, yatak odanın kurbağası da işi çakınca bir an önce toplayabildiğin ne varsa alıp duman olacaktın. Bunca yıl böyle sorunsuz gitmişti. Allah sarkan memeleri, yüz kırışıklarını göstermesin, bir süre daha da böyle giderdi. Ne de olsa bunca yeri gezdikten sonra anlamıştı ki memlekette her yer birbirinin aynıydı. “Senin canavar nasıl, böyle heybetli bir şey mi?” “Yemin billah küçük dilini yutarsın.” Kahkaha attı. Sözde bugün için anlaştığı göbekli de aynısını demişti. Yemin billah küçük dilini yutarsın, erkekler ve bitmek tükenmeyen bol keseden sallamalar. Metin yine uzun boylu, kanı kaynayan bir çocuktu, insan öyle direkt dalga geçemezdi de o yaşından başından utanmayan göbekli amca.. Neyse, mahallenin yağlısına gidebilmek için biraz tanınmak gerekiyordu. O aşamaları da hızlı ama doğru bir şekilde geçmek gerekti. Ki artık para kasasının yanındaydı, onun evine doğru gidiyor olduklarına bakılırsa her şey istediği gibi dozunda, paracıklar yakında koynundaydı. “Daha çok yolumuz var mı canım?” “İşte hemen şuradan dönünce.” İşte hemen şuradaki sokağa tam dönmüşlerdi ki “ÇIINNNNNNN!”


Sesin nereden geldiğini anlamadığı için gayri ihtiyari sokağın en ucuna baktı. AA AH, işte o göbekli değil miydi o? Metin’i görmüş, tavuk gibi arkasını dönmüş kaçıyordu. Kendini tutamayıp bir kahkaha patlattı. Metin ise o sırada bağırarak yanından hızlıca ayrılmış, sokağın içine doğru koşuyordu. *** Parmaklarıyla bulduğu yeri iyice mıncıkladı. Gittikçe daha da çok zevk alıyordu. Ona belli etmemeye çalışarak şöyle bir göz ucuyla her yerini süzdü, hani ilik gibi hatun derler ya, hakikaten öyleydi. Kalçaları yürüdükçe bir aşağı bir yukarı sallanıyor, memeleri dosdoğru önünü gösteriyordu. Hafif balık et, bembeyaz ten, bir yudumda iç bitir. Bundan sonra yapılacak şey belliydi, bugünden itibaren başka kimse ile görüşmesine, ona buna sıvaşmasına izin vermeyecekti. Ne de olsa namusu onun üstüne yazılacaktı. Parasını, bakımını, cartı curtunu neyse verirdi, o sorun değildi zaten. Önemli olan forsuydu. Onun gibi bir hatunla olunca kendisine ağam beyim demeyen artık kalmayacaktı. Düşmanları bile yüzüne fazla bakınca gece karabasana giren çirkin cadalozları kovalayadursun, işte o bu hatunla sokaklarda, korularda dilediği gibi fink atacaktı. Mahalleden elini öpenler diyecekti ki “Abi yenge de muhteşem, Allah nazardan saklasın.” “Abi yenge Rus diyorlar doğru mu? “Yok ben duydum, Ukraynalıymış. “Babası Türk annesi Latin de diyorlar.” “Abi emekli zabıt yengeyi sokakta yürürken görmüş de ondan kalp krizi geçirmiş.” “Yenge her gün senin aldığın başka bir bileziği takıyormuş abi.” “Abi Allah hepimize Yengenin çeyreği kadar güzel kız nasip etsin.” “ Abi yengeye ‘Metin yatakta nasıl?’ diye sormuşlar, yenge aslan gibi kükremiş” “Ellerini de pençe gibi yapmış.” “Abi krallar gibi besliyormuşsun yengeyi diyorlar, masanızda bir kuş sütü yok diyorlar.” Harika olacaktı. Ne diyor bu, aletimimi mi sormaya çalışıyor? Uyanık şey, meraktan kuduruyor tabi. E küçük dilini yutturacak kadar var haliyle, başka türlüsü olur mu hiç, biz nerenin çocuğuyuz? Şurdan dönüp eve hele bir varalım ben göstericem ona. “ÇIINNNNNNN!” Metin sesin geldiği yere baktı, kimdi o? HAH İŞTE! Günlerdir istihbarat aldıkları çoluğun çocuğun önüne kesen Suri değil miydi o? Kesin oydu. Tüm gücüyle “LAAAN!” diye bağırarak

Suri’nin üstüne koştu. Bu pezevenk toparlanıp bi korksundu. *** ‫اال ن ت عد ه نا عمل ل ك ي عد ل م‬ Hadi yallah! gittim ben de, birkaç ay geçmedi ki bomba gel sen yanıma, sonrasında da kolun koptu dediler, artık nasıl silah tutacaksın dediler, sınıra kadar uğurladılar beni, sonra oradan türkiye, burada ne yaparım ne iş tutarım bilmeden geldim, cebimde ne vatanın ne buranın parası, sokağa oturuyorsun olan tek elini açıyorsun tuhaf tuhaf bakıyorlar, bilmem ki sizin konuştuğunuz dili, bir bilsem diyecem ki evet ulan savaşta kaybettim bomba düştü yanıma, ne oldu hiç görmedin mi kolsuz, diyemiyorum diyemiyorum onlar da beş kuruş para vermiyorlar, cehennemden çıktım da geldim diye düşünürken silahsız ölüyorum şimdi, orada kalsam bile daha iyi yaşardım be, yolu yok mu ki buradan daha uzağa gitmenin diye düşündüm durdum ‫دا مرت ح ت ال قوارب ال عمل‬ Vallah? allah seni inandırsın dediler ben de inandım, o zaman ben de bu işi girerim tabi, üç beş toplayıp bir bot alayım birkaç kürek, sonra müşteriyi de alıp gece deniz kenarına gideceksin oradan karşı adaya kadar götürüp bırakacaksın onları, sonra da hava aydınlanmadan geri döneceksin dediler, ertesi gün bir daha ertesi gün bir daha işte böyle para kazanılır ya, aklıma yattı başladım biriktirmeye parayı, on kuruş yirmi beş kuruş atıyorlar önüme baktım bu böyle olmayacak veletleri tek buldum kıstırdım harçlığını sökül bakalım söküldüler paşa paşa, böyle böyle botu da kürekleri de aldım hamdolsun başladım buradaki fakir fukara hemşerileri karşıya geçirmeye, sonra oradan haberler gelmeye başladı diyorlar ki geçenler çok mutluymuş almanya çok güzel bakıyormuş isveçte her türlü yardım yapılıyormuş da oluyormuş da yaşanıyormuş da bir sürü laf, dedim lan bende sermaye var ama bu taşıdığım sümüklüler benden daha güzel yaşıyor ha, o.. çocukları sizi, ben salak mıyım ha, aşağıda kalır mıyım lan ben ha ‫اذهة سوف وان ا‬ Alimallah! dediğim gece atladım botuma karşıya geçmek için ama işte alınyazısı yamuk olunca adamın neler geliyor başına ya, kaç gün paşa gibi uslu


duran denizde o gün fırtına çıkmasın mı, benim kolum yok kürek çeksin diye yanıma aldığım adam korkudan bayılmasın mı, gece en son korkudan ağladığımı hatırlıyorum, sonra da gün ağarınca bir uyandım buranın karasına vurmuşum, adam yok bot yok kürek yok yanıma aldığım hiçbir şey yok bir baktım ulan üstümde bile bir şey yok, şerefsizin biri ben baygınken gelip soymuş beni, allah kahretsin lan allah kahretsin dedim, şimdi para yok en başa döndük yardım edecek akıl verecek herkes çoktan buradan gitti mecbur sokaklara dön dilen yüzüne tükürsünler ekmek iste hadi başka kapıya para yok kazanacam de nah çekiyorlar s.. git diyorlar bizim burada çalışamazsın e ben napayım diyorum hadi defol para yok ulan sende yoksa bende de yok ekmek yok şarap var hele can gel buraya iç şundan başım sağa sola dönüyor tutunamıyorum ilk seferde hep öyledir bu para yok anladık ulan bizde de yok şunu çek bir içine para mara derdin kalmaz anam anam sen misin o anacığım ben çok hata yaptım anacığım para yok hiç gitmeyecektim memleketten açım kandırdılar beni para yok oyun yaptılar bana açım açım ekmek parası parada ekmek yardım çadırına çek içine para.. “ÇIINNNNNNN!” Suri bir gözünü yarım açabildi. Ne olduğunu anlamamıştı. Birden karşısında kocaman bir şey belirdi. Kocaman şey yakasından tuttuğu gibi kaldırdı onu. Adam mıydı o kocaman şey neydi? Metin Suri’yi tokatlamaya başladı. Bir yandan da bağırmaya devam ediyordu. “Alçak köpek, utanmıyor musun lan buralarda dolanmaya? Ne sanıyorsun lan sen kendini? Mahallemizin bacılarında mı gözün var ha? Beynini s.iğimin salağı, köpek herif! Çocuklara mı yetiyor ulan bir tek gücün?” Suri elini yüzüne siper etmeye çalışıyor, Metin de bunu gördükçe daha hışımla vuruyordu. O sırada bir kıkırtı duyuldu. Metin kafasını kaldırıp sesin geldiği yere baktı. Bir kadın elinde uzunca bez gibi bir şeyle pencerede durmuş sırıtarak onlara bakıyordu. Kadın Metin onu görünce ifadesini sildi, bezi hızlıca dertop etti ve arkasını dönüp pencereden gitti. “Metin bırak şunu allah aşkına, bak beraber geçirebileceğimiz vakti kaybediyoruz.” Metin o sırada kolunu tutan hatunun yüzüne baktı. Kendisine işveli işveli gülüyor, kaş göz yaparak apartmanı gösteriyordu. Metin gevrek gevrek

güldü ve “Püsküllüye bak sen!” dedi. O sırada Suri’nin yakasını bırakmıştı. Müstakbel yengenin tekrar belini kavradı ve apartmana doğru götürdü. O sırada yediği dayakla zihni iyice açılmış olan Suri toparlanıp kaçmaya başladı. Tam birkaç uzun adım atmıştı ki bacaklarının arasından hızlıca geçen bir kediye takılıp düştü. Küfüre benzer bir şeyler haykırıp tekrar kalktı ve hızlıca köşeyi dönüp uzaklaştı. *** Big Mac’ten koca bir ısırık aldı. Eline biraz ketçap bulaşmıştı, hızlıca masa örtüsüne sildi. Survivor’ın geçen hafta verilen bölümünün tekrarını izliyordu. Bu tekrarları yayınlamaları da iyi oluyordu valla, insanın ilk sefer izlediğinde gözünden kaçan şeyleri böyle hemencecik buluyordun. Ahahahah Ersin yaa, şu Ersin ne komik adamdı, piçuuv piçuuv yaptığı videoyu da hala arada açar izlerdi zaten. Ah ne olurdu kendisi de bir ayıyla değil de şöyle eğlenceli bir adamla evlenseydi? Mama sandalyesindeki bebek ağlamaya başladı. “An-ne-si-nin kuzusuuuu, Bir ta-ne-cik de yavrususuuuu” Ağlıyordu. “Ey gü-zel de oğluşuşuuum , zey-tin yer-miş oğluşuşuuum” Sofradaki zeytinden bir tane alıp bebeğin ağzına verdi. Bebek zeytini tükürdü. Ağlıyordu. “Köf-te se-ver-miş oğluşuşuuum.” Köfteyi de tükürdü. Hala ağlıyordu. “EEEEH, YETER BE!” eliyle bebeğin yanaklarını sertçe sıktı. “Ağlamayacaksın artık tamam mı, ağlamayacaksın.” Daha da çok ağlamaya başladı. Söylenerek kalktı, mutfağa gidip bebeğin emziğini aldı. Zorla ağzına soktu bebeğin. Emmeye başlayınca susmuştu. Kanalı değiştirdi, bir müzik kanalına gelince durdu. -Yürürüm yolları hevesim yok kursağımda hala- omuzlarını salladı. Bu yakışıklı çocuğun yeni çıkan şarkısı da pek güzeldi sahiden. İnsanın dinledikçe dinleyesi geliyordu. Ah ne olurdu zamanında böyle yakışıklı, sanatçı bir çocukla evlenseydi? Gerçi ona gerek yok, bostan korkuluğuyla bile evlense bu kahvedeki uğursuzdan kendisine daha çok faydası olurdu. En azından onun gibi kargaları çevresinden kovardı da güzelim gençlik yılları böyle heba olmuş olmazdı belki. Ağzındaki zeytinin çekirdeğini örtünün üstüne koyarken gözleri doldu. Sahi her şeyi hiç olmuştu, evinde koltuğunda otura otura solmuştu böyle. Oysa henüz gencecik körpecik bir kızken ne güzel bir çeyizi vardı, ne güzel hayalleri vardı. Ne mobilyalar, ne renk duvarlar, ne desenli kırlentlerin düşünü kurar-


dı… O zamanlar İnstagram yoktu tabi, o yıllarda biraz çeyizini biraz da almayı hayal ettiklerinin fotoğrafını çekip koysa kim bilir konu komşunun nasıl dibi düşerdi. Daha iki kombin yapmayı bile beceremeyen gelinler onun yaratıcılığını, sanatçı ruhunu görseler belki evlenmekten bile vazgeçip kendi düğününü izlemekle yetinirlerdi. İşte böyle uçup gitmişti yıllar… Hamburgeri bitmişti. Kağıdı masaya bıraktı. Gözünden bir damla yaş akarken bir yandan da sofra örtüsünü topluyordu. “ÇIINNNNNNN!” Allah allah, bu ses de neydi böyle? Ne olduğunu anlamadan bağrışlar da başlamıştı. İki eliyle sofra örtüsünü iki ucundan tuttu, zaten pencereden aşağı silkecekti, o sırada ne olup bittiğine de bakardı. Pencereye geldi. AAA, Metin değil miydi o? Evet evet Metindi. Suriyelinin yakasından tutmuş pata köte vuruyordu. Aferin Metin! İşte mahallede delikanlılar bunun için lazımdı. Dilenci de uğursuz da asla girmeye cesaret edemeyecekti bu muhite. Yoksa analarından ak süt emmiş mahallemizin çocukları o hayırsızları böyle benzetirdi. Sofra örtüsünü açıp aşağıya güzelce silkerken gözünü olaydan ayırmıyordu. Metin vurdukça Suriyelinin kolu bacağı ayrı yerlere gidiyor, yüzü şekilden şekle giriyordu. En son kurbağa gibi dilini çıkarmıştı. Dayanamayıp kıkırdamaya başladı. Metin birden durdu. Başını kaldırıp doğrudan kendisine baktı. Hemen kıkırdamayı kesti. Çok utanmıştı, ne yapsa bilemedi. Hızlıca sofra örtüsünü toplayıp pencereden içeri girdi. *** “ÇIINNNNNNN!” Yerinden sıçrayarak uyandı. Bu da nesiydi böyle? “Allahu ekber Allaaaaaahu ekber!” Bir daha ufak çaplı korktu. Telefonunun yüksek sesli çalması iyiydi de uyurken böyle adamın yanında çalınca korkutuyordu. Neyse, kalktı. İş vaktiydi. Telefonu açtı. “Taksi, buyurun.” “Bakanlığa çıkan yokuşun oradaki pastane abi.” “beş dakika içinde geliyorum.” Aslında kanat takıp uçsa on dakikadan evvel orada olması mümkün değildi de işin raconu buydu nasıl olsa. İşin raconlarını da kısa sürede kapmıştı ha, çok değil altı ay önce şeker fabrikası işçi çıkarınca işsiz kalmıştı. İlk iki ay ortada dolandı durdu. Sağa gitti iş sordu yüzüne kapıyı kapadılar, sola gitti iş sordu valla aramıyoruz

beyim dediler asansörü gösterdiler. Tam ümidi kesiyordu ki akıl kahveden geldi. Büyükleri dediler ki “Yahu oğlum sen iyi şoförsün, kaç küsur yıldır da buradasın adım gibi biliyorsun bu sokakları, korsan taksicilik işine girsene.” “Yok yahu.” Demişti. “Olur mu hiç öyle yasadışı tehlikeli işler. Hem yakalanırsam ne bok yiyeceğim?” “E sen de aklını kullan yakalanma. Bunca insan yakalanmadan çatır çatır para kazanıyor, bir beyinsiz sen misin?” Doğru diyorlardı, bir enayi olup aç kalacak o muydu? Orada burada duyduğumuz bir ton insan bu işle para kazanabiliyorsa kendi de kazanırdı. Tamam dedikten sonra hemen kolları sıvadı. Sonrasında hep kahvedeki gençler akıl verip yardım ettiler sağ olsun. Bir sürü delikanlı gidebildikleri kadar uzağa gidip boş buldukları her direğe, her duvara bastırdıkları afişleri astılar.

GİTCEK YOLUN VARSA SANA TAHTA BACAK GEREK! BENİ ARA: SARI TAHTA BACAK 05537274548

“Abi öyle ilginç bir şey olması lazım ki hem milletin dikkatini çeksin hem de senin korsan taksi olduğunu hemen anlasınlar. Sen merak etme zaten biz yayabildiğimiz kadar yayarız çevreye.” “Allah sizden razı olsun evladım” demişti. Çocuklar da Allah var iyi duyurmuşlardı millete, artık evde oturup kestiriyor, numarası çalınca da giyinip taksiciliğe başlıyordu. Yine giyindi, sokağa çıktı. Taksinin önüne geldiğinde aracın üstündeki poşet ve ekmek kırıntılarını fark etti. Üst kat penceresine bakıp “ A… mun karısı.” Diye söylendi. Çöplük müydü ulan bu taksi? Poşet ve büyük parçaları eliyle itti. Taksinin diğer tarafına geçti. Bir velet başını aracın altına sokmuş uzanıyordu. “Napı-


yorsun lan orada” dedi. Velet başını çıkarmaya çalışırken o da direksiyona geçmişti. Çocuk pencereden gözlerini büyüterek ona baktı. “Amca dur altta kedi var!” “Kedinin de hayatını …” dedi ve anahtarı döndürdü. Motorun boğuk sesiyle hemen aynı anda bir kedi ciyaklaması duyuldu. Ardında da taksici basıp gitti. *** “Gel pisi pisi pisiiiiii, gel pisi pis pisiiii, e hadisene be pisii yaaa!” Pisi gelmedi. Hain kediyi tutup kuyruğuna ip bağlamayı başarmıştı ama tam ipi yakacağı zaman birden kaçıvermişti şerefsiz. Buranın en fırlama kedisiydi bu. Hem bütün gün mahallemizde yatıyor hem de kimseyi kuyruğuna dokundurmuyordu. Halbuki mahallemizin kedileri kuyruğunun yanık olmasıyla meşhurdu. Civardaki bir sokakta, çöpte, mama kabının önünde bir kavga çıktı mı hemen bütün çocuklar “Kuyruğu yanık olan alır” diyordu. Herkes biliyordu ki hepsi bizim kadromuzdaki kedilerdi yani, onları iyi yetiştiriyorduk. Güçlenmeleri için öyle güzel testlerden geçiriyorduk ki en sonunda fare buldu mu parçalıyorlardı namussuzlar. Diğer kedileri anadan doğduklarına pişman ediyorlardı. Ah şu kara oğlanın da kuyruğunu bir yakabilsem yenilmez olucaz da kaç gündür kaçıyor namussuz. Annem sabah çenesini tutup balkondan bağırmasaydı elimden kaçmadan hemen yakıverirdim de işte, aptal kadın. Hacı Murat’ın tekerleği arkasına yaslandı hiç kıpırdamıyor itoğlu. Ulan işin hemen beş saniyelik, gelsene şuraya. “Gel pisi pisiiiiiiii!!” “ÇIINNNNNNN!” Kara oğlan birden Hacı Murat’ın altından fırladı, çocuk da peşinden. Kedi kuyruğunun arkasında yere sürten ipe aldırmaksızın çok güzel zikzaklar çiziyor, zaten elleri pek hızlı olmayan çocuğu arkasında komik bir duruma düşürüyordu. Çocuğun bacağının arasından geçti, elektrik direğinin çevresinde döndü, çöp kutusunun kapağından başka bir arabanın üstüne sıçradı da yine yakayı ele vermedi. En son çocuk tam ipten tutuyordu ki bu sefer de taksicinin arabası altına girdi. “UIan allahın belası yine mi araba altı.” El mahkum tekrar eğildi çocuk. “Hanimiş benim kara oğluuum, salla bakayım şöyle kuyruğunu.” Sallamadı dinsiz. O sırada çocuğun bacaklarına ekmek kırıntısı ve zeytin çekirdekleri düştü. Yok ama hayır, kafayı çıkarıp o teyzeye haddini bildire-

mezdi şimdi. Ya kedi o sırada fırlayıp gözden kaçarsa? Böyle düşünürken birden kafayı güm diye tampona vurdu. Kedi sesten korkup arkasına doğru fırlamıştı ama bu sefer koşan Suri’nin bacaklarına sürttü ve sersemledi. Suri de yere düşmüştü. Hem çocuk hem de Suri küfrederek acıyan yerlerini ovarken kedi tekrar son çıktığı yere girdi. Çocuk acının da etkisiyle iyice hırçınlanmıştı. Bildiği bütün küfürleri ederek hırsla kediye uzanmaya çalıştı. Fakat mümkün değildi, boyu yetmiyordu. Hemen yanı başında taksicinin sesini duydu. Hızlıca toparlanıp başını arabanın altından çıkardı. Adam direksiyonun başına geçmişte bile. Telaşla pencereden başını uzattı “Amca dur altta kedi var!” Taksici küfredip arabayı çalıştırdı. Motorun kuvvetli ve boğuk sesi geldiği anda kedi ciyaklayarak tekrar arabanın altından fırladı. Çocuk da hemen peşinden tekrar koşmaya başladı. Kedi bu kez sokaktan dışarıya doğru gidiyordu. Çocuk da var gücüyle peşindeydi. Sokaktan sağa döndüler, ara yollardan geçerek ana caddeye çıktılar. Çocuk yavaşlamıştı, pili bitmek üzereydi. Aralarındaki mesafe ana caddeye girdiklerinden beri epey açılmıştı. O sırada kedi pat diye soluna döndü ve demir parmaklıklardan içeri sızarak gözden kayboldu. Çocuk demir parmaklıkların önüne geldi. Bu parmaklıkların arkasında beyaz, gösterişli bir bina vardı. Daha önce bu binaya hiç dikkat etmemişti. Kocaman pencereleri ve geniş balkonları önündeki pırıl pırıl su akıtan çeşme havuzuna bakıyor, lüks arabaların yan yana park ettiği yerin arkasından bile binanın devasa giriş kapısı görülebiliyordu. Kapıdan takım elbiseli şık adamlar ellerinde parlayan koyu renkli çantalarla sürekli girip çıkıyorlardı. Çocuk araçları saymaya çalıştı ancak başaramadı. Hayatında hiç bu kadar pahalı arabayı yan yana görmemişti. Gözünü adeta onlardan alamıyordu. O sırada bir tanesinin kapısı havaya doğru açılınca çocuk büyülenmişti. Kafasını açılan kapıyla beraber yukarı kaldırdı. Kafayı kaldırınca dikkatini tekrar bina çekti. Binanın üst katlarına kocaman bir poster asmışlardı bir de. Okumaya çalıştı. “Tel.. Zel.. Yok lan Bel… Belet.. Beled.. Belediye, i… işş… işi, dön.. gön..gööö… gönül, iş… a aynısını lan, işi. Çocuk okumayı başarmış olmanın verdiği gururla yüksek sesle söyledi. Belediye işi Gönül işi!


sen dokunmayı hissetmeyi sevmeyi özlemeyi ağlamayı iyi kitaplar okumayı şiir çevirileriyle uğraşmayı tat almayı ızdırap çekmeyi melankolik takılmayı kafanda kurmayı duyguların arasındaki bağlantısallığı yeniden kavramsallaştırmak yolunda akademik çabalamayı kurtuluş parkında bıraktın bu kurtuluşun ardından kuruluş gelmedi neyden kurtulduğunun belirsizliği neye yöneldiğine dair tamamen imasızlık bir şeylere imansızlıktı üzerine çok çabalanmış konuşmalar yerine az kelime kullanarak ve çoğunlukla sıradan klasik kitaplardaki hitaplarda rastlanabilecek anlamlı cümleler sana düşendi artık bundan sonra biçtiğin ya da sana biçilen rolde ben dokunmayı hissetmeyi sevmeyi özlemeyi ağlamayı iyi kitaplar okumayı şiir çevirileriyle uğraşanlara takılmayı tat almayı ızdırap çekmeyi melankolik yaşamayı kafamda kurmayı arada olduğu gibi bu sefer de bırakmıştım ki denk geldik okuduğum kitapta karakterle özdeşleştirdim kendimi yazarla, okurla, redaktörle, mizanpajı yapan kişiyle mizanpaj hatalarını hoş görebilen yazarla matbaacıyla, matbaacı çırağıyla, emek dağıtımın yetkilisiyle başka dağıtım şirketlerinin yetkilileriyle, kargocularla tedarik sürecinin uzamasından şikayet eden müşterilerini telefon aracılığıyla teselli eden görevliyle yaptığım gözlemle bazen gözlemin kendisinin ben olduğumu düşündüğüm de oldu bazen kurtuluş parkından sonra neden kuruluş evresini yaşamadığını düşündüğüm de oldu bu ülkede sonuçta kurtuluş savaşından sonra cumhuriyetin kuruluşu ve ilk yılları yaşandı ve ilhan berk bu yıllarda yaşamamış çoğu kişinin sözlerinde kullanacağı yıllara benzetmiş birçok yüzü ama sen gerçekten benziyorsun bir ülkenin ilericiliğine dair o tarihin ilerleme duraklarının her birine özenle yaratılmışsın veya kendin var olmuşsun sanki hiçbir kimse seni yaratamaz


şimdi düşünüyorum da kurtuluş parkı var ama kuruluş parkı yok gezi parkı var mesela ve o dağıtımda çalışanların çoğunun sahiplendiği bir direnişti oradaki, tam da yedi sene öncesinin bu ayında mizanpajcısıyla, editörüyle redaktörüyle, bir bütün olduğumuzu hissettiğimiz derdi, yıllardı ve gerçekten bir çevirmen olarak ilk defa kapağın üzerinde adım neredeyse yazarın adıyla aynı puntoda yazılmış gibi hissettim ve ilk kez eşyalarla ilgili romanlar çevirirken bunu mesleğim gereği yapmıyormuş da idealistçe bir nedenden gerçekleşiyormuş gibiydi bu süreç herkesin hakkını alması bazen kargo çalışanları bazen ayakkabıcılar bazen boyacılar ve çok yüksek fiyatla tadilat işlemleri yapanlar fırınlarda özel olarak boyoz alanında uzmanlaşmış ve boyozun olmadığı izmirdışıyerlerde bu özelliğiyle yenilik getirdiğini düşünenler ve bazı darphane görevlileri, beyaz yakalılar, mavi yakalılar kırmızı kartları üretenler hakemlerin kullandığı ve o liglerde oynanan maçların sonuçlarını belirleyenler bundan para kazananlar ve yine dağıtımın görevlisine gelecek konu o da yaşamış mıdır kurtuluş parkında acımayı özlemeyi ayrılışı kurtuluşu kuruluşu yirmi dokuz ekimi, dokunmayı, hissetmeyi leninin herhangi bir doğum gününü, düşünmüş müdür aracı şirketler olmasa yayınevlerinin daha çok kazanabileceğini kitap fiyatlarının düşeceğini ama işinden olacağını tarafsızca bakmak gerek, terk edilmek ve sizi terk eden kişinin hayatınıza tekrar girmeye çalışması sürecinde öncesinde sahip olmadığınız türden bir iradeye sahip olursunuz. tersi de geçerlidir.


açlığın metodolojisi kaça patlar? bilen beyin tartışmayı reddeder. (ret: arzunun safi biçemi) reddedilen iktidar dışı kabul edilir, sivrilir ve sivrilen yenilgi fırsat dahilinde semantik gürültüye evrilebilir. kesinlik - le çıkılan arşın ucu, ölüm kırgınlığı ile barışmayı zorunlu kıldığından, adlandırmaların tümü (kesinlik: şüphenin ayak basmadığı toprak türü) nihayetinde komiktir. söz konusu komedi - kültürlerarası farklılıklara rağmen - ham şairin başını vuru noktası. modus operandi… devasa bir yanılgı. fazlı katman. iskan vaadiyle donatılmış terazinin "daha" ve "kadar" kefeleri birbirlerini boşa çıkarmak üzere dolar. oysa yaşamanın iyisi kötüsü yoktur, hayatta kalma becerisi - veyahut intihar seçeneğini ret - başlı başlına takdiri hak eden bir olgudur. (ret: inada binen istemsizlik ve ürkü)

fakat ben, onların huzurunda kendimi, sizler ve ben diye ikiye ayırmanın doyumsuz hazzı dudak uçuklarımda boy gösterirken, bir olmayacağımıza dair içtiğim her ant ve yüzüme attığım her iptidai çentikte automata mestine bir adım daha yanaştım. artık ben, siz ve - ne yazık ki sahip olduğumuz birleş(tiril)mesi imkansız diğer tüm fragmanlar – kıyıya vurmuş, sevimsiz bir odağın blurlu kenarlarında yer almayı hak ettik. benzer imgeler, basit söz oyunlarında arayışı sürdürerek övündüğümüz simalar günbegün dönüşsüz yerden uzaklaşmaya devam ediyor. binlerce yıl geçse dahi toprağa karışmayacak bir kinin yetiştiriciliğini üstleniyoruz. fenomen havuzunun iğne oyası gibi işlenmiş çeperlerine fısıldamak üzere olduğumuz şiirler sırra dönüşerek dibi boylamakta. zehirlenme korkusuyla açlıktan ölen padişahların cenazesi, reayanın kırık kalp emojileriyle dolup taşıyor. ağzına gelen yabancı parça, senin etin.


III. yalnızlığın abislerinde kalem kağıda kinlenir. ona yapabileceği en büyük kötülüğün iz bırakmak olduğuna karar verir ve olaylar gelişmeye devam etmektedir. I. motor kazasıyla başlayıp uçak kazasıyla bitenler. mızrak diye kullanılan sözler. şakayla karışık soğuk servis, savaş ganimeti. bir tutam adam gördü bu ayna: arabasında sigara içirmeyenler adamlar, üniformalılar, ingilizce gibi bükümlüler ve anlaşılamayanlar. kırmızı başlıklı kız dolduramadı kurdun midesini. (çocuk gibi olursun öyle!) bir doğru uzayda uzayıp gitmek için yırtmaya kalktı kareli defteri. genel sakarlık halim tüm cümleleri devirmiş. dinlemekten kaçtığın şarkıları son ses açabilirsin uçakta izin verilmiyor buna.

baktığını görmek farkındalığı gece kulübünde dahi peşini bırakmayacak: değişen içki fiyatları ve insanların bel kıvrımlarıyla orantılı artan yalnızlıkları. işte sana basit bir gece kulübü manzarası. IV. sabır mı zordur şükür mü? dehlizlerini iyice gez. gözlerinin buharını yoğuşturabilecek tek gücü alt ettiğinde şükrünle sabredip sabrına şükredeceksin. V. yol kenarında ölü kuşun uykusu. toprağın iştahı, zorba bir ısrar. kanatlarda fazla anlam arama uçmak için var. yastığın rahat tarafı yüzüne denk gelsin.

II. kilisede şofar üfle, camide yağ sür, sinagogda namaz kıl. semavi inanç kalelerini eşitleyebilirsin.

VI. -şair burada ne anlatmak istemiş? -sıvasının vakti gelmiş.

opia! gözlerimin kahvesini renginden ayırana kadar öyle kal; eşitle bizi.

VII. ben bu dili, bu bağlamda sayrı ve savruk kullanıyorsam sebebi sensin. gurur-lan!


Görkemli Girit kralı Minos’un utanç ve korkunç bir şeyi saklamak üzere yaptırdığı labirentinden; genç prens Gautama Sakyamuni’nin bir gece babasının sarayından gizlice ayrılarak Buddha oluşuna giden yolun başlangıcına, Şah Şehriyar’ın evlenmeyi reddeden oğlu prens Kamerüzzaman’ı ortasında harap bir kuyudan başka bir şey olmayan eski bir kuleye hapsedip farkında olmadan Çin imparatorluğunun efendisi Şah Gayyur’un kızı ile kaderlerini birleştirmesinden; kıyamet ve dönüşümün günü Ragnarok’ta üvey kardeşi Loki’nin oğlu Jormungand tarafından zehirlenerek öldürülen dev katili Thor’a kadar insanoğlunun en eski hikâyeleri mitler bütün çağlarda ve her koşulda var olagelmiştir. Peki, her zaman karşımıza farklı şekillerde çıkan buna rağmen olağanüstü biçimde aynı kalan mitlerin kaynağı nedir? Joseph Campbell, Kahramanın Sonsuz Yolculuğu adlı kitabında bu soruyu şöyle cevaplıyor: “Mit, kozmosun sonu gelmez enerjilerini insanın kültürel yaratımına akıtan gizli bir yarıktır. Dinler, felsefeler, sanatlar, ilkel ve tarihsel insanın sosyal biçimleri, bilim ve teknolojideki büyük buluşlar, uyku kaçıran düşler, hep o temel ve büyülü mit çemberinden doğar.” Büyülü bir biçimde daima bilinenden yahut anlatılandan daha fazlasının olduğunu hissettiren mitlerin zamanı geride bırakabilmesinin kaynağı nerededir? Bunu kavramak için mit kahramanın en temel işini ele alalım; ikincil etkilere ait dünya sahnesinden çıkmanın yolculuğundadır o; güçlüklerin gerçekten yerleşmiş olduğu ruhun nedensel bölgelerine geri çekilmenin yolculuğu. Ulaştığında, bu güçlükler ile yüzleşmek ve onların kökünü kazımak zorundadır böylece sahip olduğu ama sahip olduğunu bilmediği dolaysız ve bozulmamış

deneyime ulaşacak, Jung’un arketipsel imgeler olarak adlandırdığı şeyi özümseyecektir. Arketipsel imgeleri Jung şöyle tanımlıyor: “Kolektif bir doğanın, dünyanın her yerinde mitlerin parçaları ve aynı zamanda bilinçdışı kökenin yerel ve tikel ürünleri olarak beliren biçim ya da imgeleri.” (1) Jung’un kendi kitabında da belirtiği gibi arketipsel imgeler onun yaratımı değildir. Bu konuda ondan önce yorum belirten isimlerden bir tanesi Friedrich Nietzsche’dir. “Uykumuzda ve düşlerimizde insanlığın bütün düşüncelerinden geçeriz. Yani, insan düşlerinde akıl yürüttüğü gibi akıl yürüttü binlerce yıl boyunca… Rüya bizi insan kültürünün erken devrelerine geri götürür ve onu daha iyi anlamamıza yardımcı olur.” (2) Anlamlandırmak istediğimiz en temek gerçeklik neydi? Farklı yerlerde, farklı göklerin ve inanışların altında insanlar aynı kalan hikâyeleri birbirini tanımadan, dokunmadan, görmeden yaratmışlardır. Bunun sebebinin peşine düştüğümüzde alıntıladığım yazarlar kolektif bilinçten ve onun simgesel dili ile bize ulaşma aracı olan rüyadan bahsettiler. Rüya ile mitin arasındaki ilişkiyi Campbell şöyle anlatıyor: “Rüya kişiselleştirilmiş mittir, mit kişisellikten çıkarılmış rüyadır; hem rüya hem de mit ruhun dinamiğinin genel işleyişi içinde simgeseldir. Fakat rüyada biçimler rüya görenin kendine özgü sorunlarıyla tuhaflaşmıştır, mitte ise beliren sorunlar ve çözümler bütün insanlık için dolaysızca geçerlidir." Bu tuhaflaşan kişiselleşmeyi bir örnek ile irdeleyelim: Avusturalya yerlileri arasında erginlenme sınamasının başlıca özelliklerinden biri sünnet ayinidir. Murngrin kabilesinden küçük bir çocuk sünnet olacağı zaman kabilenin yaşlıları ve babası ona “Büyük Yılan Baba çükünü kokluyor; onu istiyor.” der. Korkarak kaçan çocuklar anneleri tarafından törensel bir şekilde kucaklanır, bu büyük yılanın onları yutmasını engellemek içindir.(3) Şimdi bunun bilinçdışındaki karşılığını Jung’un çalışmalarında görelim: “Bir rüya sırasında hasta şöyle bir imge kurdu: ‘Nemli bir mağaradan bir yılan fırladı ve rüya göreni cinsel bölgesinden ısırdı.’


Bu düş, hasta analizin gerçekliğine ikna olduğu ve kendisini anne kompleksinin zincirinden kurtarmaya başladığı zaman görülmüştü.” (4) “Çocukluğumuzun arındırılmamış imgelerine takıntılıyız.” diye yazıyor Campbell “Bu yüzden de yetişkinliğimizin zorunlu geçişlerine karşı ilgisiz kalıyoruz.” Bir başka örnekte Amerikalı bir genç, bir gazetenin ekine rüyasını şöyle yazıyor: “Rüyamda çatımızın aktardığımı gördüm. Birdenbire aşağıdan babamın beni çağıran sesini duydum. Onu daha iyi duyabilmek için hızla döndüm ve dönerken çekiç elimden düşüp eğimli çatıdan kaydı, gözden kayboldu. Korkuyla merdivenden indim. Babam orada yerde, başı kanlar içinde, ölmüş yatıyordu. Hıçkırıklar içinde anneme seslendim, annem evden çıktı ve bana sarıldı. ‘Boş ver oğlum, bu bir kazaydı’ dedi. ‘O gitse bile, senin bana bakacağını biliyorum.’ O beni öperken, uyandım.” Okuduğumuz bu örnek, adını Kral Oidipus’tan alan kompleksin simgesel olarak tecrübe edildiği halden bir başkası değildir. Örnekleri inceledikten sonra karşımızda istemsizce bugünü buluyoruz ve aklımıza yeni bir soru geliyor; karşılaştığı bütün zorluklara karşın tüm aldatmacaları geride bırakarak amaçladığı dolaysızlığa sonu gelmez bir emin olma hissiyatı ile adımlayan mit karakterinin aksine milyonlarca imgeye, sese, enformasyona boğulan ve akşam yiyeceği yemeği dahi yüzlerce seçenek arasından belirlemekte zorlanan biz; modern insan, kendi bozulmamışlığımıza nasıl ulaşacağız? Bu sorunun cevabını yazarının kolektif bilinç olduğunu varsaydığımız bir mitte arayalım. Yazımın başında ismini geçirdiğim Görkemli Girit Kralı Minos, Kraliçe Pasiphae’den dünyaya gelen canavar Minotauros’u saklamak için ünlü zanaatkar Daidalos’tan bir labirent inşa etmesini ister. Kör geçitlerle dolu bu labirent öyle bir yapı olur ki Daidalos’un kendisi bile bitirdiği zaman çıkış yolunu güçlükle bulmuştur. Kral Minos, bu tarihten itibaren egemenliği altındaki tüm ülkelerden vergi olarak genç kadın ve erkekler getirir; üvey oğlu Minotauros bu insanlarla beslen-

mektedir. Ülkeye yem olmak için gönderilen Atinalı bir kafilenin içinde yakışıklı Theseus da bulunmaktadır, Kral Minos’un kızı Ariadne, Theseus’u gemiden indiği anda görür görmez aşık olur. Onunla konuşmanın fırsatını yakaladığı ilk vakitte söz ister; eğer onunla Girit’ten ayrılmaya ve onu karısı yapmaya söz verirse canını kurtaracaktır. Söz verilir ve Ariadne, Atinalı kafileye mezar olacak labirentin yaratıcısı Daidalos’a koşup yardımını ister. Daidalos ona, içeri girenin girişe bağlayabileceği ve labirentte çöze çöze ilerledikçe açabileceği basit bir ip yumağı verir. “Gerçekten de ihtiyacımız olan çok küçük bir şeydir!” diyor Campbell. “Ama o olmazsa labirentin içindeki macera umutsuzdur. Bu küçük şey yakındadır. En tuhafı da, o korkunç labirenti yaratan bilim adamının da tam da günahkâr kralın hizmetindeyken, özgürlüğe yönelik girişimlere yardımcı olmasıdır. Ancak ne içsel bir çağrıyı ne de bir dışsal öğretiyi kabul edenlerin durumu umutsuzdur; yani bugün kalbin içindeki ve dışındaki bu labirentte olan çoğu kişinin durumu.” Yazımı, yukarıda ismi geçen yazarlar dâhil ama siz hariç hiç kimsenin cevaplayamayacağı bir soru ile bitirmek isterim; kendi çağrınızı duyuyor musunuz? Bir gün Ariadne yanınıza gelip bir söz isterse, sizi labirentinizden kurtaracak o basit ip yumağına ulaştıracak o sözü verebilir misiniz? Kim bilir; belki de biraz önce yanınızdan geçip gitmiştir.

Kaynakça: 1. 2. 3. 4. 5.

C. G. Jung, Psychology and Religion, 1958 Friedrich Nietsczhe, Human, All Too Human, 1878 Géza Roheim, The Eternal Ones of the Dream, 1945 C. G. Jung, Psychology of the Unconscious, A Study of the Transformations and Symbolism of the Libido Joseph Campbell, The Hero’s Journey, 1990


yeni dilim eskisini kavlıyor bir mezarın üstünde likit dikitler içiyorum gök olmuş kaselerden tengerekten bakınca yıldızlı fal engerekten sorunca zilli ses james bilincini boşalıyor kulağıma kitap diye kapatıyorlar üstüme onu yapışkan aklıyla akışkan ulysses ten gerek taşımak için bu izi en gerekli yerime kazıdığı künt tarifin, bir ölüden bakarak hiç görmemiş ne ötüken’i ne dublin’i bir ölü kendisinin olmayan joyce okuyan bir dostun dirisi soracak! ata niye itine fox adını koyuyor? kültüm bile artık ecnebi benim kurdum köpeğime çark ediyor uluu! yan yerime bir iki üç parti mal. var. bu bir iddia diye yazsın ardımızdan joyce okuyan diri dostumun içime kavlayan sorusuna yanıt bulamayanlar.

ince dokunmuş bir gecenin aydınlığında bir ay eski ilkokullu babasız devletin büyükleri için uzun bir aşk hikayesi için şiir biraz da şiirdir kardeşim aslolan aşk

sahici bir adamdır şair şiir herkes için biraz daha da kadınım içindir velhasıl uzun ömürler daha eksiktir özellikle cehennem bir dünyada şiirbaz adamlar hatrı içinde vesselam saat gece onu vurmuş bir devlette sarhoş olmak biraz da hayaldir ne dersin bu işe kardeşim eski kasketler satan kostak bir delikanlının şiirindedir belli ki anadolular boyu güçlü kadınlar biraz da aşk emektir onlar için sahi emek emek kimindir kardeşim biraz da rüyadır aşk belki ne dersin sevgilim bir yaprak uykuda ufacık kelimeler ile cümleden ibarettir sahici bir adam mıyım şimdi -karışık sakallarımdan bağımsızher nefesimiz biraz da ölmeye adımdır nasıl çark için yaşar insan aklım almıyor kardeşim ölmek hemen şuracıktayken tek ömrünü dişlisinden ayrılmadan neden yaşar velhasıl yaşamak biraz da korkarak ölmektir kardeşim gökyüzü özgürlük müdür dersiniz hangimizin korkusu kimin için özgürlüktür ben çok rüya görürüm kardeşim bir o kadar da uyanığımdır ama


ne istedim de karalık yükseldi ayyuka desenlerim vardı uzaklaşarak bakıldığında canavarlaştı ne istedim duyulmaktan başka bir salvo arzuladım ağızsız gülenler için kiminle göz göze geldim kim düşürmüş suratını yere sesler arttıkça arttı yeminli gibi yenileri doğdu adlarına çocuk denilen düşündüm düşündüm bütün bombaları iltifat yoksunu ceninler korkuluklarda bir şey arıyordu ne istedim de azalarak bitti yağmur kansız bir cesettim sular temizlemedi arabanın park ettiği zemine yağamadı yağmurlar ıkındım ıkındım doğurttum şeytanımı ve sızdırdım bütün kanları

Vasiyet değil intihar notu Arkamdan intihar planları kurmaktayım: Arkasında iz bırakmayacak bir seri katil -yaşadığına dairKendi izini sürüyor Tarih tekerrür ediyor tüm hesaplama biçimlerinde Nil taşkınlarında, guguk kuşlarında, gölge boylarında Ve birer saat aralıklarla akrep boğumlarında Ve ben düzenli aralıklarla panzehir olarak Azaltarak bırakıyorum yaşamak denen alışkanlığımı Uçurumların rakımlarından -boşluk ruhuma iyi geliyorTam uyandığımda düş: Ölüler de rüya görüyordur belki Tam düşerken uyanıyorum her intiharımda Tekrar tekrar Tekrara düşüyorum


bütün dünya savaşlarını, krizleri, cinayetleri, yalanları dolanları benden çekip alan çok daha büyük bir yalan – dolan yazdığım şey günlük mü acılık mı kestiremiyorum, habersizim. kendimi yalıtıyorum, sessiz vakitlerde uyanmaya özen gösterip 1 Nisan 2020 ciğerim günlük dışarıya dair, kimseyi özlemiyor oluşum, kendimle ilgili bir sıkıntı sayılabilir mi kendimi sokmaya çalıştığım, kalpsiz kalıp sonunda derinime mi yerleşti hiçbir zaman kendimde değil odağım. teşekkürüm veya minnetim yok. kendimi bölüyorum bir erkek adının baş harfine ihtiyacım var sürekli yatağımın baş ucunda dokunmak için mi? ya da yazmak vüs’at buna ruhargınlığı demiş, yani bana yansıyan birinin aynadaki görüntüsünü aslından çıkardığımda kalbimde, kasıklarımda kalana

ben de bir yerlerde acısını bırakıp acısına bir müddet sonra yine bir müddetliğine dönmek zorunda kalıp sonunda kendinden kalan son zerreyi de acısıyla beraber ORADA bırakıp tasasız, süssüz pulsuz sabah serinliğinde bir terminale ya da havaalanına giden bir karakter yazmak istiyorum

 ikinci bavulumda kalbim var BAZEN ARAYA MESAFE GİREBİLİR, SANA BUNU YAPMA DİYE KAÇ DEFA KALBİMLE SESLENMEDİM Mİ? ikimize dair bir anı hatırlamaya çalışıyorum. rüyamda sokaklarda yürüyebiliyorum, bana yordam gösteren şey ziraat bankası tabelası o olmasa kayboluyordum mithatpaşa’da kaybolsam gencecik halime rastlardım, mektup atardık birbirimize kalbimin kovuğunda sakladığım Rinda, Sana gerçek adınla değil, ismini kendin koyabilseydin seçeceğin isimle sesleniyorum. Böyle küçük şeyler seni mutlu eder, biliyorum. Kardeşine kahvaltı hazırlarken bayat simitlerin arasına kaşar peynir koyup tosta basmayı ve günlük tutmayı sevdiğini de biliyorum. Seninle artık tek benzerliğimiz, böyle eski alışkanlıklardır.


İçinde bir yükmüş gibi taşıdığın uykusuzluk hali kendiliğinden yok olacak. Baban seninle gurur duyacak çünkü güzel bir okul kazanacaksın. Güzel bir okul kazanman ve notlarının iyi olması ailenin gözüne girmen için yeterli olacak, bu konularda endişen olmasın. Biliyorum sana çok uzak geliyor bu ihtimaller, ama hepsi yaşandı, ihtimal olarak kalmadı. Sen hep siyah giyerdin, artık başka renkler de giyiyorsun. Neden hep siyah giyerdin ben de bilmiyorum. Belki de akılda kalmak senin için önemliydi, bir çaba sarf etmeden de insanların birbirlerinin akıllarında konaklayabildiklerinin farkında değildin. Dönüp sana çok sık bakıyorum biliyor musun? Bana küçük bir kız gibi geliyorsun sadece, elinden sigarayı düşürmeyen ama hiç sigara kokmayan ve öyle gözükmemek için çabalasa da tepeden tırnağa çok masum gözüken küçük bir kız. İsmini beğenmiyorsun, zamanla beğeneceksin. İsim öykünü insanlara anlattıkça onları bu öyküye hayran bırakacaksın. Baban sen doğduğun vakit askerde olduğu için adını Sıla koydular. Hatta zamanla Rinda’dan daha çok ısınacaksın bu isme. Füruğ Ferruhzad okumayı bir gün bile bırakmayacaksın. İran ve Fars kültürü sana dünyadaki her şeyden çok daha gerçek gelecek. Gerçek şeyleri sevmeye yeni başladın ama önündeki yıllarda o sevgi katmerlenecek. Oynadığın kelime oyununu Almanca olarak da rahatlıkla oynayabileceksin. Oyunu sana hatırlatmama gerek yok elbette ama yine de yazayım, bildiğimiz şeyleri kendimize hatırlatmayı severiz değil mi, biz ikimiz? İyi bildiğin dillerde birkaç kelime seçiyorsun. Sözlük açıp seçmek gibi değil, kalbine gelen birkaç kelime. Kendi anlamlarından çok sana çağrıştırdığı anlamları düşünerek yapı yorsun seçimlerini. Türkçe ’de süt ve ev. Diğerlerini şimdilik boş ver, en önemlilerini saydım zaten. Süt sana kendini hatırlattığı için seviyorsun o kelimeyi, ben bunu aramızda yıllar boy verirken öğreniverdim. Seni o okulun pembe fayanslı tuvaletinde bıraktım ve okuldan çıktım, koyu makyajımı sildim ve ders çalıştım. Sen hep orada kaldın, aşık kaldın, ben aşkımı gömdüm. Ama çok zor oldu, ilk seferde gömdüğüm toprak ıslaktı, çamur oldum, battım. İkincisinde sebepsiz yere küreği elimden bıraktım ve aşkıma sarıldım, baktım o beni gömmeye başlamış. Üçüncü seferde başka bir terane, dördüncüsünde başka, beşincisinde… Her sancıya ve hastalığa çare var, haklısın. Kalp ağrısı hariç. Kalp ağrın hala benimle, onu gittiğim her yere taşıdığımdan şüphen olmasın. Sadece artık taze ve keskin değil, beni paramparça edemiyor. Oldukça küflü bir ağrı. Bir insan olsa bu kalp ağrısı, elden ayaktan düşmüş olurdu. Üniversiteyi de Ankara’da kazandığımdan, C ile yaşadığım hiçbir şeye sırtımı dönüp gidemedim maalesef. Hatta onunla hala karşılaşıyorum, konuşmasam bile. Ben onunla konuşsam o da benimle konuşur biliyorum ama kendimi onu gördüğüm zaman bulunduğum yerden olabildiğince hızlı çıkmaya ve onunla hiç konuşmamaya alıştırdım. Her gün iki bardak süt içer gibi, bunu kanıksadım. İkinizin sevgisi onun için daha manidardır belki de, inan bilemiyorum. Sana sadece merak ettiğin konularda yazıyorum bu mektubu, sen tepeden tırnağa aşk kokuyorsun. Günlüklerine hala ciğerim günlük yazarak başlıyorsun. Bu hitap şimdi bana bir esnaf lokantasında tantuni yedikten sonra masaya getirilen ikram çayı andırıyor. Saf samimiyet ve mümkün olduğu kadar içtenlik barındırıyor içinde. Aklıma geldikçe anlatıyorum arkadaşlarıma, metroda ağlayarak giderken sokak çocukları yanına kadar gelip Hasretinle Yandı Gönlüm’ü çalıp söyledikleri zaman torbalarına beşer şeker attığın günü. Bazen boğuluyorum Rinda. Boğuluyorum vücudumda dolaşan hırstan, kadın ve erkeğin fiziksel şeyler dışında asla bir şey paylaşamayacağına dair olan inancımdan, annemden saklı hayatımdan boğuluyorum. Senin hayatını özlüyorum, basitliği ve dinginliği. Hatta çektiğin o saf acıyı bile özlüyorum Geçen gün rüyamda bir ayna tutuyordum elimde. Altından, kocaman bir el aynası. Sapında kadın motifleri vardı. Aynaya baktım, çok güzel bir kadın gördüm. Uyandım, doğruldum yatakta. Hazırlandım ve evden çıktım. Derse giderken anlamlandırdım rüyamı, C ile oturduğumuz simitçinin önünden otobüsle geçerken. O aynada gördüğüm güzel kadın bendim.


Güzelliğime eskisinden çok inandığımı, onu kullanmayı sevdiğimi, alışkanlık haline getirdiğimi fark ettim. Aykırı bir güzelliğim vardı kendime göre. Bu lafı da C’in hayatına şimdiye kadar girip çıkan diğer kızlarla kendimi kıyaslayarak katmıştım lügatime. Kendimi ikna etme lügati. Onun hayatıma soktuğu en büyük kavram belki de kıyastı. Seni çok derinlere ittim Rinda ama bazen hala dirseklerimden dizlerime volta atıyorsun içimde. Bahçemizin halinden baharımı değil, bu kalbin sertliğinden kendi aşkını kıyasla. İz bulabilirsen ne âlâ. Seni kaplayan tek his, bir şeye uzanıp da tutamama hissiydi, her zerremle hissediyorum o hissi hala. C’in o gün hangi renk kazak giydiğini bile günlüklerine yazardın. Sevdiğinin giydiği kazağın rengini bile hatırlıyor olmayı istemek, hisli bir şey olsa gerek. Şimdiki halime bir hayli uzak bu hisli istek. C’in artık hemen hemen her gün nerede bulunduğunu bilsem bile, oranın önünden geçerken kafamı kaldırıp bakma hissi bile uyanmıyor içimde. Yoruldum belki, akıllandım, ne dersin? Akıllanmış olsam bile, C ile Etlik’te yürüdüğümüz akşamı, sonra onun için o yolları yaz sıcağında tekrar yürüdüğüm günü, Ankara’nın içime dünya dolusu mutluluk veren o kışını hala unutmadım. C bunları yaşanılıp bitmiş güzel anılar olarak görebildiği için benimle karşılaştığı zaman hala yüzüme bakabiliyor, ben onun kadar basite indirgeyemiyorum hala yaşadıklarımızı, sana benziyorum yani. Yüzü hala dünyanın en güzel erkek yüzü, onu her gördüğümde senin yaşına iniyorum Rinda. Adalet Ağaoğlu’nun pembe kaplı kitabının arkasında yazan satırlara nasıl da inanmıştın, hala peşimi bırakmıyor orada yazanlara olan bitmek tükenmek bilmez inancın: ‘’ Perdeler bile lekeli olabilir ama ilk aşk lekesizdir.’’ Sana dönüp baktığımda gördüğüm kız bana sokak köşesinde dondurmasını düşürdüğü için oturup ağlayan bir çocuğu anımsatıyor sadece. Salya sümük ağlıyorsun, sana yardıma gelemem artık. C ile aranızda ne kaldı biliyor musun? Aranızda hiç kaldı. Bal rengi bir şey olduğunu söylerdin onunla aranızda, hiç de o kadar mükemmel değilmiş o aranızdaki şey. Buna inanacak olmana yıllar var, canını yaktığım için özür dilerim. Sana yalan söylüyorum Rinda. Bazı geceler hiç yol kat edememişim gibi geliyor inan bana. Babamın öfkeli, annemin bana küs olduğu geceler. Biriktirdiğim eski fotoğraflara bakıyorum açıp. C ile olan tek fotoğrafımız da var onların içinde, merdivenden çıkarken arkadan çekilen fotoğrafımız, ona bakıyorum saatlerce. Ellerimi, saçlarımı, içimi avutuyorum. Miyopluğum ilerledi, bazen sokakta yürürken öndeki bir adam siyah uzun bir mont giymişse, saçları da siyahsa ve onları arkadan bağlamışsa bir de… O zaman o kişinin C olduğuna inandırıyorum kendimi. Arkasından yürüyorum, o dakikaları saçlarımın arasında saklıyorum. Seninle konuşmak zordu, acıydı. Ben artık kendime acı bir şey sunmuyorum Rinda. Didem Madak’ın Füsun’la konuşmalarını hatırlattı bana seninle konuşmam. Onların konuşmaları da ballı süt gibi tatlı ama biber kadar da acıydı. Meşguliyetlerin değişecek, kafanı kaldırmayacaksın işten. İnsanlara inancın azalacak, çevren daralacak. Bu son saydıklarım iyidir, seni kuvvetli tutar. Özür dilerim Rinda, sana benzememek için parçaladım kendimi. Metro altında karşılaşsak mesela seninle, yanından hararetle geçip gidecek biriyim artık, yetişmem gereken yerler, yapmam gereken işler var. Önemli bir okulda okuyorum ben, kendime karşı sorumluluklarım var. Seni yavru bir kediymişçesine arabamla şehrin dışına kadar bıraktım, yüzüne bile bakmadan döndüm bu işlek caddelere. Bakmaya da niyetim yok. C’in bir gün on beş dakikalık teneffüste sigara içmeye değil de Preveze Deniz Savaşı’nı yönetmeye gittiğine inanırdın sen. Öyle yüksek ve güzel görürdün onu. Alay ediyorum artık bunlarla sadece. Son kez sen oldum bu mektubu yazarak sana, hoşça kal kızım. Sen kendine iyi bakmazsın.


 ilk bavulumda gri bir hırka elimi atıyorum, yokluyorum, burada kendiliğinden ortaya çıkan bi şiir ithaf listesi, kağıttan bir ithaf. iki kişinin arasındaki paramparça olduğunda, eve çöken bir ses. kulaklarım patlayacak, ileri geri sallanıyorum. nefesimle beraber. içimde bir deniz çalkalıyorum, deprem çalkalıyorum. buzdolabının üstünde bir not, sararmış. semizotu, çilek, tuz. benim el yazım. bunları da eksik bıraktın. bahçe kapısını kapatamadım, aralıktan esen rüzgardan ocağın alevi söndü tırnaklarıma kadar gaz kokusu kapatamam, mecalim yok. kalkamam. seni bir odada yalnız başına otururken düşünüyorum, sızım artıyor o çalkaladığım depremde yalnız kalmıyor olduğun gerçeğine sıra gelmiyor hiçbir yalnız, yalın, yalıtılmış, yapay halim seni sızlatmıyor sızlayacak yerlerinde eller var biliyorum ellerimde his kalmadı ama öncesinde içimde. siyah bir perde gözümün önünde, mutfaktaki koku beni senden bile fazla kapladı sandalyede bırakmışsın hırkanı nasıl kaldırayım


Üzerine yağmur yağmış toprak kokusu alabiliyorum bazen, dedi, 79 yaşından yeni gün almış bir adam ve devam etti; -Sessizce dillendirilen cümleler gibi gece yarıları, öğle vakitleri ve sabahları anlaşılmıyorum, daha çok öğlen vakitleri tabi. Sen ne diyorsun? Yolun ne kadar uzun olduğundan haberdar mısın? Ancak bu soru için bir filin doğum yapma süresi kadar düşünmeye hakkı vardı kadının, zira fazlası 79 yaşından gün almış adamın kızması için yeterli bir sebepti. Kadın bunun bilincinde ve sakindi. Oturduğu koltuktan anca sokak lambasını görebiliyordu ve seri bir şekilde şu sözler çıktı ağzından; -Hiçbir fikrim yok, bilgim yok, dokunsam hissedebileceğim bir uzvum yok. Ama bir rengim var, paylaşamam senle. Şaşırmadı. Daha önce de ihanete uğramamış mıydı sanki? Dalgın bir şekilde, biraz üzgün, ama daha çok kırgın -Sadece vuslat dedi. Kadın anladı her şeyi ve bilge edasıyla -Ölüm. Gece değildi, gece olsa yıldızlar olurdu. Gündüz değildi, gündüz olsa güneş olurdu. Güneş de olmasa bulut olurdu. Zaman kavramını, gece ve gündüz kavramını yitirdiklerini fark ettiler bir anda. Konuşma karşılıklı devam etti; -Öldürmeyi düşündüğümden çok kişi öldürdüm. Öldürdüğüm kişi sayısından çok ölmeyi düşündüm. Kapana sıkışmış hissettim, bir akrebe kıyasla fazlasıyla zor durumdaydım. Çok korkmuştum, çok koşmuştum, az susamıştım, daha çok geceleri tabi. -Soludum naçizane, notaları. Çiçek seven adamları daha çok sevdim ömrümce. Seçim mi bu? Ölmek veyahut öldürmek? -Hayır görev. İlahi, tanrısal bir görev gibi bir süsleme yapmayacağım. İçgüdüsel hele hiç değil. Can sıkıntısı. -Peki. Duvarların rengi çok iyi değil mi? -Biraz abartacak olursak gün dediğin 24 saat, duvarların rengini düşünmek ne kadar anlamlı? -Hiç -Yemek yedin mi? -Hayır. Her yemekten sonra acıktığımı fark ettiğimde bıraktım yemek yemeyi. Konuşma bir süre böyle devam etti. 79 yaşından gün almış adam battaniyeye sarıldı, kadın battaniyeye, daha çok sabahları tabi.

Tüm dinlenme tesislerinde duruyorum kalbinin. Milyonlarca şarkının içinde boğulmak istiyorum dizilerden labirentler rüyasında. "Aklım gurulduyor ama yediklerinizden tiksiniyorum." Ben Nuh'un gerisindeki milyarlarca canlıdan biriyim Ruhum dans ederken tabutlarla; Her intihar mektubunun erimiş mumu kıvamında, İçi ağlayan kanlar! Canım ölmek istedi. Birçok sesten yarım'haber; Elimde kulağım yürüyoruz, Vincent buraya gel! Picasso sütünü ısıttı. Munch artık çığlık atmak istemiyor. Selim intihar etti ve Işık seli sona erdi. Günseli'nin son mektubu... Lotte, yalvarırım duy artık! Yavuz düşmedi! Vedat ölmedi. Virginia ağlamıyor. Plath sağlıklı! Son Akşam Yemeği hiç bitmedi. Çarmık siyah Ve baldıran Sokrates'i sevmedi. Romeo katil, Juliet öldü. Shakespeare kurban. Acı enjekte edilmeden dize şair olamaz. Ruhunu uyuşturuyorsun, Bunu Kanat öğretti. Tüm dinlenme tesislerinde duruyorum kalbinin. O " boş bir levha", Önünde siyah tonları. Tonlarca siyah. Boyamalı! Mona Lisa, tatlı saçlar, Kesik; Kalemler. Okunan şiirler tuzlu kabuk adeta. Tesisler sisli, Bunlar eğilim.


ihtilal armoni, doksan dokuz kayıp şişeye asılmadan kovada yüzünü gördü müstehcen ayı müzelenmiş penis gibi hacılar ayakta misyonerler deliksiz uykuyu yamadı ihtilal armoni, deliliğin düğmesiz gömleği irrasyonel bir sayıdır insanın paketlenmiş hali. müptezel kapı önünde apokaliptik tedirgin bir yoksunluk başladı needle parktan aşağı cevizli şimdi yıkayabilir ganj’da üçüncü gözünü modern yansımadır saptanmış zil tonu 2

Bu zor günlerde koleksiyonculuğu Kafamı soktuğum şifahane Tabutuma imrenirken yükseliyor Biz bugünleri de aşamayacağız Hiç istemedik zaten tarla sürümünü Bir avantaj olarak akseden fikri Hiç istemedik elimizden kaysın Bir seviltme yolu çünkü bu Bir yığın dünyaysa da elimizden kaysın Aslında sokağa dökülmemişin Kamburu yenikti ustalmış geçen Bar taburelerine oturmaktan hicap Duyan. ağzımla yediğimi överek

rivayet edilir Gerinerek sırtı kırık ve çolpa deri döşemede kaçık bir orospuya benzetildiği Elimde kola ve kapıda ceset servisi gafletin, ihtilal armoni. lügatsız bir mabetti yeryüzü Hiçbir şey için de tüketilebiliyor elbette ihtilal armoni Doğurganlıktan uzak tek sesli gün tüm gökten boşanmış renksiz tablo Açlığı sığınmayınca sade zevke küskün rençber israfil tıkanmış borusu bir çiçek vardı iki çingene muğlak böyle oldu

Daha çok beklemek ama bu Kapımda ceset ve ağzımda lokma Çiğniyorum ve umuyorum kurtulmayı


O gün ilk kez uyanık hissettiğinde, somon pembesi battaniyesinin üstünde, papatyaları izliyordu. Ne kadar olduğunu hatırlamadığı kadar uzun bir süredir baş başaydı kendiyle. Bundan ne haz ne de keder duyuyordu, stabil bir hayatı, stabil fikirleri ve stabil hayalleri vardı. Bunlar onu ne yoruyor ne de heyecanlandırıyordu, yorulmadığına şükretmediği gibi heyecanlanmamasından da şikayetçi değildi. Somon pembesi dünyasında, papatyaları izliyordu yalnızca. Güneşli anları olan, fakat güneşli denebilecek kadar güvenilir olmayan bir gündü. Beliz, uğranılan bir kadındı; gidişleri de dönüşler kadar sorgulamazdı, orada dururdu sadece. Bugün de güneşin gidişlerini sorgulamıyordu. Çünkü zaten güneş geldiğinde, gittiğine dair bütün izleri silecek kadar sokulgandı. Güneşin uğradığı anların sıcağını, gitmesine edebileceği sitemle üşütmek istemiyordu, onu gitmeyi seçtiği anlarla da gelmeyi seçtiği anlarla da kabul ediyordu yalnızca, kendi dışında gelişenlerin üstüne bir iddiası yoktu. Birkaç aydır hayatı, sitesinin ona sunduklarından ibaretti. Dışarıdaki dünya kavramı, içine dolan bilinmezliklerle ağırlaştıkça ağırlaşıyor ve sanki sitesi Beliz’in belini sıktıkça sıkıyordu. Bu çimlerdeyse mutluydu. Bu siteye, bu eve, bu şehre ve hatta kendine bile (zira henüz ne yaşı ne başı yeterliydi ‘kendi’ kavramı inşaasına) ait değildi belki ama, bu çimlere ait hissediyordu. Nerede bir çim görse ona ait oluyordu Beliz, güneşin uğrama ihtimaline bağlı yaşamlardandı yaşamı. Bugünse çimlerini biriyle paylaşıyordu. Beliz’le aynı yaşta olan, uçlarından bal damlayan açık kahve saçlarını genelde tepeden toplayan ve sıkça konuşan bir kızdı bu. İlişkileri temelde, Beliz’in dinleme, onun anlatma isteği üzerine kuruluydu. Şartların dolayısıyla bir araya geldiği bu kızda Beliz’in gözüne çarpan ilk şey, korkusu olmuştu. Fazla konuşmasına sanki, en derinine gizlediği sözlerin anlaşılma ihtimalin-

den duyduğu telaş eşlik ediyordu. Bundan dolayı da Doğa’nın bir cümlesinin bittiği yerde mutlaka yenisi başlıyordu ve her cümlede orijinal heyecan sürdürülerek devam ediyordu konuşma. Genelde sessiz ve uyumlu olsa da, bugün güneşi Doğa’yla paylaşıyor olmaktan rahatsızlık duydu Beliz. Uzun süredir hep kendini dinlemişti ve insan bir kez aşık olunca kendi melodisine, hayatı boyu diğer insanların ağzından çıkanlar tahammül edilen söz toplaşmalarına dönüşüyordu. Beliz bugün, tahammül etmekte bile zorlandığı bir gündeydi. Kelimelerin bu düşüncesiz sarfını bir ziyan gibi görüyordu, onun sessizliği çekingenliğinden değil, kelimelere saygısından geliyordu. Hele ki böylesine bir güneşin karşısında, sanki asıl önemli olan onun ihtişamı değil de, iki insanın bilyonlarca kopyası olan hayatıymış gibi (ki bu hayat bilyonlarca kopyanın aslı da değildir, bilyonunun bilyonu da kopyadır) şaşırma, ciddiye alma ve ilgilenme rolü yapma enerjisini bulamıyordu kendinde. Susmak istiyordu sadece ve teninin konuşmasını dinlemek güneşle. O kadar şey vardı ki çünkü konuşulacak ve o kadar gerek yoktu ki hiçbirini konuşmaya. Dikkat dağıtan, zaman geçirten unsurlardı hepsi, güneş ona öğretmişti, önemli kavramı fuzuliydi. Ve yine güneşten öğrendiği bir şey varsa, o da bazı güzelliklerin sessizlikle takdir edilmesi gerektiğiydi. Bakılmalıydı yalnız, görmeli ve görülmeliydi araya yığılan söz duvarlarının uzağında. Mesela bir papatyanın karşısında tiradlar atmak uygun olmazdı, onu bakışında yaşamaktı makul olan. bakış ki göz teması ki en ırak söz sanatlarına söz sanatları ki zaten, yaşayamayanlardan çıkan bir safsata. Öyle yoğun bakıyordu ki Beliz güneşin bir sokak kedisi açlığıyla yaladığı papatyaya, içinden maviler süzüldü ondan papatyaya, sonra papatyadan ona sonra ondan papatyaya. Bembeyaz bir özlem ve kopkoyu bir huzurla yoğrulduğunu hissediyordu. Bir papatya bulunabilen her sokakta, mutluluğun da bulunabileceğini düşünüyordu o an. Doğa’nın sesleri bile rahatsız edici olmayı kesmişti, sanki dünyada her şey berraklaşmış ve Beliz hepsini bir anda oldukları gibi görüp


kabul etmiş, sonra da raflarına kaldırıp yoluna devam etmişti. (Güneş Aşk’tı ve her papatya bir aşk çocuğuydu dünyada. Sarıları en parlak olanlar en meyveli aşkları özünde taşırlardı, onlarla bakışınca insanın içi ferahlardı. Ve Aşk’ın karşısında özenle yoğurduğumuz kelimeler yersizdi. Aşk bir elin diğerine değmesiydi, bir elin diğerine değdiğinin yazılması değildi. Yaşanan olay dünyamız kadardı ve onu sözcüklere yerleştirmeye çalışmak, her soktuğumuz kalıpla bir bölümünü kesmek, dünyadışı yanlarını kırpmaktı ve ölümlüydü her dünyevi şey. Yazılan sonsuz, sonluydu. Güneşin değdiği her yerdeydi Aşk, kelimeler Güneş’e değemezdi. Onlar ağızla çıkarılan seslerdi ama öylesine kazınmıştı ki her kelime zihnimize, susamıyorduk Aşk’ı içecek kadar. Aşk’ta dil engeli yoktu, dil Aşk’a engeldi. ve yazmak, bayağılaştırmaktı Aşk’ı.) Beliz kalemini bıraktı.

Kanatları açılamayan göçmen kuşlara dair anlatılan ne varsa hepsi İstanbul’da bir kilise duvarında yazılıdır kanla. Bunu yalnızca körler bilir, bir de gözlerim görmüyormuş gibi davranan ben bilirim. Onlar denizi hiç görmediler. İlk gidenlerin geri döndüğü vakit kum doldu gözlerine. O yaz kuraklık baş gösterdi, kuş ölülerini biçtik orakla. Ben çok kötü bir şey yaptım. Akdeniz’in suyu bozuldu. Pusuya düştü kavruk atlar. Gözlerimden birini burada yitirdim. Uzaklarda uzakları var eden yangınlar var. Buradaysa yangınlara hep geç kalmış sular. İhtilal gecesinde bir ağacın büyümesini umut etmek suçundan sol omzumdan vurulup öldürüldüğümde silah patlamasının saçtığı kızıl renkle biten bir mektup bırakmıştım ardımda. Silah sesini duymazsam ölmem sanmıştım. Her defasında içerisinden Plevne’de çarpışan askerler çıkacakmışçasına heyecanlanarak açtığım mendilimin içinde sakladığım iki mermiyle vurulduğumu anladım. Afganistan mağaralarından birindeki bir taşın ruhu bilmediğim dile ağıtlar yakıyor. Sevilmemişliğimi bana her an hatırlatacak bir suretle karşıma dikiliyor. Hala dünyayı seyredecek haldeyken bir gözüm, şeker kamışı tarlaları ve Müslüman mezarlıkları arasından var gücümle koşuyorum. İstanbul’da minarelerin göğü deldiği yerden düşüyorum. Kaburgalarımın altındaki artık bir yürek değil. Bunlar nasıl gökler? Duvara baktım, duvar da bana bakıyor sandım. Suya hasretinden kuzgun karasına dönmüş gözümle ne zaman bir taşın üzerinden sahibinin kaybolduğunu görsem tutup denize attım. Saçlarım uzuyor, uzayacak. Şimdi burada yeniden vuracaklar beni ama artık canım yanmayacak. Bir şehri, kırılmışlığımı ve deniz görmüşlüğümü sığdırıp kırmızı bavuluma bir ağacın gövdesini çürüten bu kederi terk edeceğim. İşte bu benim su üzerinden gelişlerim, gidişlerim ve gözümü kaybedişim.


“Bulaşmak nedir?” diye sormuştun bana. “Bir akarsuyun tüm kollarıyla birlikte yatağından kopup engin bir denize dökülmesi gibi bir bedene dökülmek, orada kendi yatağını oluşturmak nasıldır?” diye de eklemiştin. “Parmakların, aynı izleri taşıyan parmaklardan başka kelepçe tanımadığı tutsaklıklar adına, sevişmek denen suçu işlemek affedilir mi, bu tutuşmalar yaraları dindirir mi?” tadında bir korkuyu sevmiştin en çıplak zamanlarda. Eksiktin ve yenildin. Sevişmelere tüm organlarınla katılmayıp bedeninin kılıfını geçirerek göstermelik dokunuşlardan, tatsız tutsuz öpüşlerden medet umdun.- Dudaklarımdaki acı tadı unutamam- Orgazmı garanti zannettiğin bir anda acelecilik çökmüştü bedenine. Gelecek, sevişecek, biraz konakladıktan sonra da üzerimi örtüp gidecektin. Yeni bir uykunun kollarına bıraktığını zannedip, yeni bir anlamsızlığın üzerine öylece bırakıyordun. Benim bu anlamsızlıktan kendime pay biçeceğimi düşünme. Çünkü kurallarla örülü bir sevişmeye karşı çıktığımı bilirsin. Ve kuralsızlığın başladığı yerde anlam belirir. Ruhsuz dokunuşlar, şehvetli öpüşlere bırakıverir kendini. Bir ten diğerine ancak böyle bağışlanır. Bunu yalnızca ben yaşarım. Seninse kılavuzsuz sevişememe ihtimalin, bedenlerimiz etrafında çelikten duvar örüyordu adeta. Belki de bu yüzden duvarı zorlamayı denedik. Yine de bir ihtimalin peşinden sürüklenen aptalı oynamayı kendime yakıştıramıyordum. Çünkü aşılmayacağını bile bile öteki taraftaki tenin özüne ulaşmanın yollarını aramak, üstelik iskeletleri de hesaba katmamak düpedüz aptallıktı. Bir ruhsuzluk boylu boyunca uzanıvermişti ikimizin arasına. Hayır, sorunu kadın olamamanda falan da arama. İnsanlar doğarlar, yaşarlar, sevişirler ve ölümsüzleşirler. Gerisi boş laftır. Korkaklar, bu doğal döngüye ayak uyduramayıp ölümü düşleyenler ve tenlere karşı cephe alanlardır. Senin en büyük düşmanın yine korkaklığındır. Korkaklar parmaklıkların ardından dokunmaya çalışırlar bedenlere ve engellerini kimseler görmesin isterler. Yağlı, kirli, paslı bir dokunuş-

la nice büyük zaferler kazanacaklarını zannederler. Oysa ölüm düşüncesidir onları güçsüz kılan. Ve toprağın koynuna girdiklerinde de tenlerinin hiçbir açık yanı kalmadan böceklerle sevişeceklerdir, bilmezler bunu. Geriye dön bir bak. Biraz da çocukları eksik etmemiş miydin bu sevişmede? Yağ, bal sattığın zamanları, ip atlamalarını, birdirbirleri, saklambaçları ve körebeleri. Gözlerin bağlanıyordu değil mi? Hani yüreklerin bağlanmadığı zamanlarda. Her oyunda uysal bir dokunuş bıraktığını da biliyorum. Ve o dokunuşların izleri, farklı sokaklara bulaşıp dağılmıştı. –O dokunuşları benim bedenime taşıyamadın mı?Senin sokaklarınsa denizlere açılmaktansa çıkmazlara sürükleniyordu her seferinde. Tamamen suçlayamam seni. Sevişirken elinin kolunun bağlı kalması, nefesinin boğazında düğümlenip boğulur gibi olmanın sebebi buydu belki. Yine de cevapları önceden kestirilmeden soruluyordu sorular. Sense her yeni dokunuşumu sorguluyordun yanıtımı duymak istemeden. Bu yüzden her sevişmede tenlerimizin üzerine bu soru işaretleri batıyordu sanki. Canımız yanıyordu, kanıyorduk ve sesimizi çıkaramıyorduk. Belki de çaresizliğinin görüntüsüydü bu kan gölü, hiç bilemeden. Bir ten, bir yatak, bir sokak, bir çocuk… Ne kadar uzağındasın farkında mısın? Ya sorunu hatırlıyor musun? “Bulaşmak nedir?” diye sormuştun bana. Ve oyuncaklara usulca dokunmak. Çırılçıplak dokunulan her oyuncakta; bir ses, bir ışık, bir ritim aramak. Ertelenmiş bir hayatın izlerini çocukluğunun çıkınına doldurup, üzerlerini sımsıkı kapamak… Bir küçük oyuncak, Parlaklığı canımı yaktı. Bir ten bulaştı üzerine Kırılgan, Yanık, Dağınık parmaklarıyla dokundu. Bir kelepçe Kenetledi parmakları sesinin iklimsizliğinde Ve bir ölümlü, Sevişmelerden korktu Güçsüz ve öylesine… Yüzünde aptal cesareti.


Bilmiyordu, En ışıksız zamanlarda Girince koynuna toprağın Hiç istemese de Sevişecekti böceklerle Sona yaklaşmış gibisin. Apar topar soyunmaya çalışman, başlı başına bir güçsüzlük abidesi gibi gösteriyor seni. Sınırlarını zorlamanın anlamı yok.Bedenin zaten dirençsiz, görüyorsun. Sakın son bir günah çıkarmaya da kalkışma bedenlerde; çünkü Tanrı bile girdiği yataktan memnun değil artık…

Aklım, çelişkilerden hercai bir çıkarım; Artıların eksileri, eğimlerin yokuşu Ayrımı yolların, doğusu batının…. Bir diyalektik üreme, yaşadım-yaşamadım... Kalbim, yol kenarının hüzünlü bir ağacı, Yüzüm ikindi, gülümsemem ikincil. Bedenim, arabanın altında kalmış kimsesiz bir kedi Düşünce, taş atılan dipsiz bir kuyu Bağırsam yankısı döner yine beni bulur. Ruhumun yırtılmalarını duyarım Cinnete ramak kala hatta çeyrek kala İkiye bölsem beni, işlevsiz, verimsiz bir adam bulurum Takınırım takıntımı, mürekkep lekesi kuruntumu Ayaklarımın beton ağırlığı, yüzümün kamera arkasında Hapsolmuş bir adam görürüm, bıkmış gölgesinde yaşamaktan Gerçeğinde üstünde bir gerçek arar kendisini kurtarmak adına Tükürürüm burjuvanın zilletine, ayaktakımının homojen kıvamına Yarılsa gök, dikerler ikiyüzlü bir vicdanla ozon tabakasını Sevişen insan eti, sevişen nahoş kokular, Üretmeden ürer ve tüketir, düşünmeden yaparlar... Neyin nesi bu insanlar? Nereye gidip, nereden dönerler Bu sonsuz hareketler sonucu Bizi kurtarın bizden, Kurtarın kendimizden…


uykusuzluk tanrının verdiği kanaat kapısına çarpı atılmış evler gibi onlardan biri olmanın verdiği sinirle diğer bütün kapılara tik atsam kızar mıydı tanrı yoksa benimle gurur mu duyardı şimdi ben bir fakir mahallesinde çocuklar beddualar eşliğinde yedi ne ifade ederdi yaş kazık yemek tanrının defterinde bana ait olmasa da adımın altında yazan binlerce günah kafamda komut veren piçe arada bir es ver dedim duvar yumrukladım kemiğim törpülendi çocukken mertlik vardı bir de sınıf başkanı mertin gözlükleri

Işığın serinliğini cilalamak isterken atlastan gecenin zencefil kandillerinin yıldızlarına, Kaşık kaşık yediğim gökyüzünün şerbeti, saatlerin mihraplarından aktığında, Kar nergislere attım, çömleklerdeki parlak nurdan ruhumu, Kaldı her şey yaseminli kardan kokunun, kanlı yüreklerin kokusunun gecesinde. Sonra mezardan merdivenin henüz ölmemiş nefeslerinin seslerinde, Soğuttuğum her renkli sayfamı cam yaparken erittiğimde gökyüzüne,

sonra ne mertlik kaldı ne de mert bende belirsiz bi öfke kaldı duvara yumruk attığım bir gün derim duvarda kaldı teyp çalarlar modaydı gasp da modaydı olmayan arabalar için çaldık teypleri tanrım onları da deftere yazdın mı? aman şimdi ne diyeyim zamanı durdurmadım çocukken bütün olanlar o yüzdendi bu yüzden herkes beni önemsemeli ben durdursam nasıl atardı semih o golü ikibinsekizde

Ellerimdeki yeşil serviden halatı, Yârın tellerine, Kubbelere eriştirdim.


‘Nasılsın Moletta’ dedi. Önce ürperdi sonra cevapladı: ‘Meydan okuyorum’. Orda mıydı gerçekten? Güneş iki yeşil yaprağın arasından, dudaklarıyla çenesi arasındaki çizgilerde buluştu Kadın Moletta’nın. Moletta, gülücüğünde sıcaklığını hissetmek istedi ama yapamadı. Kıpırdamadı dudakları. Güneşi sevmezdi pek. “Neyi severim ki ben” diye düşündü kendine yabancı olan bir sesle. Daha da yakından tanımak istiyordu bu sesi. “Belki de bu yüzdendir düşüncelerim” dedi. “Tanımaya çalışmak…” İlk kez bir şeyi bilebilmek istiyordu. İçeriden kocası seslendi. Sadece kafa salladı kocasının sorusuna. Yaprakları daha da seçebiliyordu şimdi. “Gidip dokunsam mı onlara” dedi. “Ne gerek vardı ki şimdi buna”. Değer miydi? Kocası bu kez daha yüksek bir tonla “Neden yanıma gelmiyorsun sevgilim?” diye sordu. Moletta bu kez duymazlıktan geldi ve yapraklara dokunmanın daha iyi bir fikir olduğunu düşündü. Gacırdayan tahta aralıklarına ayağı takıldı ama bu onu rahatsız etmedi. Çekti sıkışan ayağını ve devam etti. Yapraklar oradaydı. Çok yakındı şimdi onlara. Dokunmak istedi. Kokusu var mıydı yaprakların bilemedi. Saçmalamak istemedi. Öylece baktı onlara ve geri döndü. “Birazdan yine başım ağrıyacak kesin” dedi. Kocası bunu hissetmiş olmalı ki “bugün başın ağrır mı dersin?” Moletta gülümsedi ve sonra düşündü “değmiş miydi buna?” Kedisine uzun uzun baktı. “Ne kadar da benziyoruz birbirimize” dedi, “tabii senin pençelerini unutursak”. Leson çok sinirliydi. Kimseyi yanında istemez, bir o kadar da severdi kimseleri. Sonra hatırladı Moletta, acıktığında deli divane oluyordu Leson kendisine. Nadirdi sürtündüğü eteklerine. İştahlıydı hem de çok. İştahı karşılanınca ondan mutlusu yoktu. İstediği zaman eve girer çıkardı. Sonra ellerini ovuşturdu Moletta. Ellerinin üzerindeki tırmık izleri takıldı parmağının altındaki ince dokuya. Hoşuna gitmişti. Tekrardan okşadı ellerini. “Beni sevdiğini biliyorum Leson” dedi. Umursamadı Leson çünkü uykusu daha önemliydi. “Bir krem alıp süreyim en iyisi” dedi. O kadar güzel kokuyordu ki krem, yapraklara baktı. “Utanmalısınız” dedi. Telefon

çaldı gibi oldu kapandı. Yerinden kalkıp bakmaya tenezzül bile etmedi. “Yine arayan olursa açarım belki”. Tekrar çaldı zın zın zın. Moletta’nın duyduğu ise komşusunun nefes nefese kalmış, her seferinde çaya gelmek için bulduğu bahaneleri ardı ardına heyecanla sıralayan kadın Morris’in sesiydi. Kalkıp cevaplamaya karar verdi. Morristi. Dinlediklerini onayladıktan sonra, yedi dakikaya burada olur dedi. Kurabiye hazırlamalı mıydı? “İyi olabilir” dedi. “Kokusu da belki utandırır o iki yeşil yaprağı”. Fırından çıkmış mis gibi tarçınlı kurabiyeleri düşledi. Bu kez güneş gülücüğünde parladı. Leson aklına geldi bir an. “Benziyoruz demiştim sana” dedi kulaklarını hafifçe okşayarak. Morris için değil de koktuğunu fark edip “en iyisi üstümü değiştireyim, aksi halde başım ağrıyacak yine” dedi. Bazen burnunu çok seviyordu bazen ise koparıp atmak istiyordu onu. O iki yeşil yaprağa baktı ve dedi “kokmuyorsunuz değil mi? Hayır hayır bunu yapmayacağım. Yaprak kokmaz ki. Peki ya defne?” dedi tanımak istediği sesi. “Tamam, ben kaybettim” deyip gacırdayan tahtaların üzerinden aceleyle yürürken yine ayağı sıkıştı. Bu kez küfür etti Moletta. Kaybetmenin hissinden midir nedir sadece ve sadece küfür etti ve bu kez sıkışan ayağını ovalayıp, şefkat gösterdi ona. Yaprakların yanına vardı. Duşta sıcaklığını bir türlü ayarlayamadığı suyun saç derisinden içine işlercesine akarken, yüzünün yandığı hissine kapılıp, bir anda derin nefes alarak, elleriyle gözlerini ovuşturup, sonra da parmaklarıyla alelacele musluğu sağa sola çevirip, doğru sıcaklığı bulana dek verdiği uğraşın bir alışkanlık haline geldiği zaman dilimindeki kadar kalbinin hızlı hızlı attığını hissetti. Burnunu yapraklara dayadı. “HE HEEEYYYY BEN KAZANDIM İŞTE!” dedi. Bu kez güneş yaprakların arkasından süzülüp uzaklaştı bir bulutun içine hapsolarak. “Asıl şimdi hak ediyordum bunu, nereye gittin?” dedi. Kazanmanın sevinciyle umursamadı bile. Kurabiye hazırlamaktan vazgeçti. Morris zile basmış, nefesini şimdiden hissediyordu. “Demek yedi dakikamız doldu. Öyleyse açmayayım” dedi. “Her seferinde yalnızlığına uydurduğun dedikoduları bu kez dinlemeyeceğim Morris. Bunu senin için yapacağım”. Morris ısrarla zile basıyordu. Açanın olmadığını anlayınca biraz sinirlendi, sonra da korktu. “Az önce konuştuğumda evdeydi. Bir şey mi oldu acaba?” ‘Bu kez eşi Gerhgen’i aradı. Gerghen yine öfkelenecekti’ çünkü işteyken aranmaktan hiç hoşlanmazdı. Kocasına iyilik yapmak istedi Moletta ve o telefonu bugün hiç açmadı. Böylece “ne Morris endişelenecekti ne de kocası öfkelenecekti”. “Morris’e ben mi gitsem acaba” diye düşündü. Yine değmeyecek bir şey yapacaktı. “Kurabiye yapayım da bir güzel yiyeyim hem belki kocası da mutlu olurdu”. Kimin umurundaki? Gerçekten umurunda mıydı


kocasının mutluluğu Moletta için? Bunu o da düşündü o yüzden “sadece kendime kadar yapayım en iyisi” dedi. Saatin beş olmasına yarım saat vardı. Kurabiyeleri yerken kırıntıları koynuna düşmüştü. Elini sutyeninin arasına koydu ve büyük bir parçayı ağzına atıverdi. Tekrardan saate baktı. “Kurabiye tepsisini yıkasam mı ki?” Kocası gördüğünde “Ne yani kurabiye yaptın ve bana bırakmadın öyle mi?” derdi öfkeyle yoksa “hafiften üzülür homurdanmaya mı başlardı?” Heyecanlandı. Elleri terledi Moletta’nın. Bekleyip görmeliyim o zaman. Kedisi kapının önündeki ayak seslerini işitmişti bile. Moletta hemen ayağa kalktı, ne yapacağını bilemez halde kapının açılmasını gözledi. Gerghen bir hışımla montunu çıkardı. Çantasını montunun üzerine doğru fırlattı ve Moletta’nın yüzüne bile bakmadan “ne kadar yorgun olduğumu tahmin bile edemezsin” dedi. Moletta “aç mısın” diye sordu. “Gelmeden önce dayanamadım sokağın ucundaki büfeden bir şeyler atıştırdım tatlım” dedi ve banyonun yolunu tuttu. Merdivenlerden çıkarken tahta gacırtıları sinirini bozdu Moletta’nın. Tahtaları kocasının ayaklarının altından bir bir söküp, uzun zamandır yakmadığı şöminede yakıp, üzerine de bir güzel sigarasını tüttürmek istiyordu. Sonra düşündü “ben sigara içmem ki”. “En iyisi mi tepsiyi yıkayayım, yoksa kurabiye kalıntılarını temizlemek bir hayli zamanımı alacak”. “Sahi Morris ne yaptı acaba” diye düşündü. Köpük elinin altından kayıp, tortulaşmış tereyağı kalıntısının üzerine doğru akıverdi ellerinden. Hoşuna gitti. Bir köpük daha aldı, bu kez burnuna dokundurdu sonra da hemencecik sildi burnunu beline doladığı havlusuyla. Morris’i düşünmeye devam etti. “Aptal kadın” dedi. “Kendisine dürüst mü olsun yoksa ben mi olayım. Ben olursam ağlanıp sızlar, depresyona girer, kendisi yaparsa bu işi üzerinden büyük bir yük kalkar, Nisan ayında çılgınlık yapıp girdiğimiz Nildo mavisinin buz gibi suyundan yeniden doğmuş gibi olur” dedi. “Tabii ya. Neden daha önce düşünmedim ki”. Hemen Morris’i aradı. Saat 10’a geliyordu. “Morris kesin çiçeklerine yeni hikâyeler anlatıyordur pek te rahatsız etmiş olmam, hem çiçekler de biraz nefes alır” diye düşündü. Telefonu çevirirken heyecanlandığını, terli elinin avizeden kaydığını hissetti. Normalde sinir olurdu buna ama hiç umursamadı şimdi. Morris panik bir halde biraz da alıngan “Moletta neden açmadın? Bugün seni aramıştım. Hadi duymadın veya evde yoktun diyelim, hiç mi merak etmedin beni?” Moletta geçiştirerek “haklısın ama harika bir planım var Morris, mavi inciye gidiyoruz hadi hazırlan, yarım saate alırım seni” dedi ve Morris’in ama demesini bile beklemeden kapattı. Evin merdivenlerinden çıkarken ne giyeceğini ve yemek

olarak yanlarına ne alacağını düşündü. “Keşke biraz daha kurabiye bıraksaydı”. Morris turuncu tulumunun içinde göz alıcı görünüyordu. Moletta bir süre gözlerini alamadı Morris’ten. “Çok umut verici görünüyorsun tatlım” dedi sıcak bir gülümsemeyle. Morris utanmıştı. “Teşekkür ederim sevgili dostum ama neden siyah giydin ki? Sen de biraz umut vadetseydin keşke dedi”. Morris dobra bir kadındı. Moletta en çok ta bu yüzden seviyordu onu. Dürüst ve yalnız bir kadın. Kaşlarını çatarak “hani sen benim geceye benzediğimi söylerdin hep? Seni haklı çıkartmak istedim belki de bu gece?” Morris al al olmuş yanaklarıyla “peki tatlım ama seni beyazlar içinde görmek istiyorum, hep siyah giyiyorsun” deyip lafı uzatacaktı ki Moletta buna izin vermedi. “Morris lütfen başım ağrımasın bu gece” dedi. “Tamam tamam arkadaşım için bu gece sahip çıkacağım bu dile”. Moletta gülümsedi ve Morris’i öpmek istedi. Gerçekten içinden gelmişti ama Morris bunu yanlış anlayabilirdi çünkü herkesin ona acıdığını düşünüyor, şefkat göstermek için bir neden aradıklarını aklından atamıyordu. Haksız da sayılmazdı aslında. O da biliyordu birçok şeyi ama itiraf edemiyordu kendine. Moletta da bunun için uğraşıyordu ya. Kendisi yapmak istemiyordu bunu. Arabaya bindiler. Morris radyodan son ses müzik açtı. “Başım ağrısın istemiyorum demiştim Morris”. “Aao pardon tatlım hemen kısıyorum”. Yolculuk boyunca Morris hiç konuşmadı. Aslında çok şey sormak istiyordu Moletta’ya. “Neden gecenin bu vaktinde gidiyorlardı Nildo’ya? Neden kocasıyla değil de kendisiyle gitmeyi tercih etmişti? Gerçekten de seviliyor muydu bu kadar? Değerli hissetmeli miydi kendini?” Ama bunların hiçbirini soramadı. Sıkıcı olmaktan korktu. Daha çok Moletta’yı sıkmaktan… Moletta’nın da işine geliyordu tabii. Çok geçmeden arabayı toprak yolun kenarına parkedip, sepetlerini aldılar. Uzun zamandır gece pikniği yapmamıştılar. Morris hala konuşmuyordu. Moletta dayanamadı “Morris yeter artık kapa şu çeneni!” Morris biraz muzip bir tavırla “sahi bir anda nerden esti” diye soracaktı ama bilirdi Moletta hep yapardı bunu. Onun yerine gülümseyerek arabanın bagajından şampanyasını ve üzerine oturacakları hasır kilimi aldı. O sırada Moletta, “sigaran var mı” diye sormak istedi ama o sormadan Morris’in ona teklif etmesiyle içmeyi yeğledi. Gece o kadar belirgin siyahlığa bürünmüştü ki gökyüzündeki yıldızları daha da parlak yapıyordu. Moletta yıldızlara baktı. Hoşuna gitmişti. Derin bir nefes aldı. Havanın soğuğu biraz olsun burnunu sızlatmıştı. Morris bir anda “tatlım üzerine bir şey almadın mı? Nasıl düşünmezsin bunu?” “Gerek yok” dedi Moletta. Ürpermişti. Tuhaftır ki bu onu rahatsız etmiyordu çünkü uzun zamandır onu ürpertecek bir


şey yaşamamıştı. Kollarının beyazlığı gecenin siyahına meydan okuyordu adeta. Kollarının üzerindeki birkaç tüyün soğuğa nasıl da başkaldırdığına baktı. “İşte böyle” dedi. Elindekileri bırakıp ayaklarının suya girmesine izin verdi. Heyecanlanmıştı. Sevinçten ağlamak istiyordu. Onun bu hallerini gören hayatının geri kalanını kurak çöllerde geçirmek zorunda olan bir adamın denizi son görüşü sanabilirdi. Ayaklarına vuran dalganın köpüklerini görünce önce sevindi. Sonra eliyle dokundu köpüklere. Yüzü düştü. “Kurabiye tepsisini yıkamasaydım keşke” dedi. Morris hasırı yere sermiş, içecek bir şeyler hazırlıyordu. “Su nasıl tatlım?” diye sordu kadehleri şıngırdatıp kırmaktan kurtarana kadar. “Benim gibi” dedi Moletta içinden. Morris’in yanına gidip içkisini aldı. Morris kendisine sigara yakmıştı. Bu kez Moletta’ya teklif etmek aklından geçmemişti. Buna bozuldu Moletta. “Sahi nasıl içiyorsun şu zıkkımı” dedi. Morris’in ona teklif etmesi için bir yoldu bu aslında. Morris gülümseyerek “al hadi bir tane” dedi. “Ne de olsa alışmıyorsun”. “Yok istemem” dedi Moletta. Meydan okuyordu kendisine. Çok geçmeden aldı bir tane. “Kibrit yok mu” diye sordu. Kibriti çakmasıyla çıkan o alevin ve kibrit kokusunun verdiği huzuru tatmak istiyordu bu gece. Morris “Al tatlım”. Çok konuşmak istemiyordu bu gece. Morris. Sanki Moletta için düğümlemişti kelimelerini. Onun sesini duymak, ondan bir şeyler dinlemek istiyordu. Moletta ise sigarasını tüttürürken çıkan turuncu ışığı severdi hep. Şimdi o ışığı izliyordu. “Parla, parla, parla”. Kendisine de derdi bunu. Morris hala bir şeyler duymak istercesine Moletta’ya bakıyordu. Daha fazla dayanamadı “çok güzel değil mi?”. Moletta kaşlarını çatıp “bunu mu buldun Morris” dedi ve devam etti “Neden yalnızsın?” Morris’in gözleri doldu “yalnız olduğumu düşünmüyorum, sen varsın, Simon var. Moletta “Simon’un umurunda bile değilsin. Onun tek derdi yemek, su ve biraz da okşanmak. Ben se…” Morris bu kez hem ağlamaklı hem de öfkeli bir tavırla “Ne yani sen benim arkadaşım değil misin? İstemiyor musun beni? Bak eğer bunun için geldiysek bu gece buraya, anladım tamam. Bir daha aramam, sormam seni”. Moletta lafa atladı “Sahiden anlamıyor musun?”. Morris “Neyi?”. Moletta “artık farkına var bir şeylerin, ne olur uyan Morris”. Morris’in gözlerinden yaşlar damlıyordu al al olmuş tombul çenelerinden hızlıca kayarak. Silmeye bile yeltenmedi. Anlam veremiyordu bir türlü Moletta’nın söylediklerine. Moletta ayağa kalktı Morris hala boş gözlerle Moletta’ya bakıyordu. Moletta soyunmaya başladı. Önce ayakkabılarını çıkardı bir taraftan “içindeki kumlar rahatsız ediyordu zaten” diyerek. Sonra eteğini indirdi. Morris’in gözyaşları durmuştu. Gözyaşları yerini tedirgin bakışlara bırakmıştı. Gece, Moletta

soyundukça tenini meltemiyle okşuyor, adeta Moletta’yı baştan çıkarmak için elinden geleni yapıyordu. Moletta’nın da hoşuna gitmiyor değildi. Esinti beyaz teninin üzerindeki tüyleri uyarırken, Morris Moletta’yı izliyordu. İşte şimdi tamamen çıplaktı. Morris “beyazsın” dedi. Moletta “beyazlar içine görmek istiyordu”. Önce ayaklarına baktı Moletta. Tırnaklarının arasına giren kum taneciklerini umursamadı. Ne de olsa kurtulacaktı biraz sonra. Elini uzattı Morris’e. Morris tuttu sıcacık, terli elini. Bir kez daha hayretle bakarak “hava buz gibi elini ise sobaya tutmuşsun gibi”. Moletta gülümsedi. “Hadi biraz daha ısınalım o zaman”. Morris heyecanlanmıştı. “Ben soyunmam ama” dedi. Moletta kıkırdayarak “peki peki” dedi ve hızlıca kıyıya vuran köpük köpük dalgalara doğru koştu Morris’in elinden tutarak. Köpükler ayaklarını okşadı her ikisinin de. Nefeslerinin kesildiğini hissettiler. “Hıahhh” diye inledi Morris. Moletta ise öylece dalgalara bakıyordu. Morris’in elini bıraktı, bir adım attı. Bu kez bileklerine geliyordu su. Bir adım daha attı. Gittikçe suyun yosunlarla bütünleşmiş kokusunu alıyor, gün boyu uzandığı sandalyesini, o iki yeşil yaprağı; ah pardon kokmayan o iki yeşil yaprağı ve kurabiye tepsisini düşünüyordu. “Kocası ne yapıyordu acaba? Merak etmiş miydi onu?” Cevabı merak etmedi sadece haklı çıkıp çıkmayacağı heyecanlandırdı onu birkaç saniyeliğine. Ve işte… Yosunları gecenin karanlığında seçemiyordu ama hissediyordu onları. Uzun zamandır korkmayı bırakmıştı onlardan. Gerghen’le gittiği balayında, taşlı yosunlu bir denizde yüzerken çok korkmuştu Moletta. Yosunlarla yengeçleri birbirinden ayırt edemeyeceğini düşünüp panikle kıyıya çıkıyordu önceleri her seferinde. Şimdi ise tenine değen yosunların adeta vücudunu okşarcasına dans ettiğini düşünüp kahkaha atıyordu. Morris kaygılanmıştı. O da bunu düşünüp kendini bırakarak su yüzüne çıktı. Derin bir nefes aldı işte şimdi o kahkahayı attı. “Seni göremeyince korktum bir an”. Hala daha kıyıdaydı Morris. Moletta umursamadı bile. Kendisinin karar vermesini istiyordu. Moletta titremeye başlamıştı. En sonunda atıverdi kendini koca memeleriyle suya. İşte şimdi hoşuna gitmişti Moletta’nın. “Bekle beni, geliyorum”. Moletta onun kendisine değil de aslında Morris’in ta kendisine doğru yüzdüğünü biliyordu. “Biraz daha, evet biraz daha”. İşte şimdi tuttu Moletta’nın, (Morris’in) elini. Birlikte suyun altındaki yosunlara dokunmaya çalıştılar. Morris gülümsüyordu. Moletta gözyaşlarına hâkim olamadı. Hoş olmak da anlamsızdı zaten, suyun içine karışan damlaları Morris’ten bir parça taşıyordu. Moletta biliyordu artık. Rahattı. Morris’in üzerinden dokuz yılın yükü eriyip gitmişti gecenin ürpertici rüzgârıyla daha da coşan dalgaların içinde.


Sevgili siz, Sesleri duyuyor musunuz? Dağların telaşıdır bu kulaklarınıza gelen. Nasıl da hızlı davranmaya çalışıyorlar heybetli eteklerini ayırmaya çalışırlarken mıhlı oldukları yerden. Uykusunda olan nehrin rüyasını bölüyorlar bu hareketleriyle. Kuşlar, ne zaman kanatlarını dinlendirmek için konaklamaya bir yerlerde niyet etseler, vazgeçiyorlar. Müsait değil dağın göğsündeki ağaçlar çünkü. Kıpırdanıyor her şey yeryüzünde. Konabilmesi kuşların, soluklanmaları, mümkün değil tüm bu sebepten. Bundandır vakitsiz ayaklandırılan nehrin şaşkınlığı. Duyuyorsunuz değil mi? Çekilişini ruhumun ruhunuzdan, hissediyor musunuz? Göç edişi tabiatımın, yer bellediğinden uzaklaşışı, köklerimin kopuşu toprağınızdan, sizin de canınızı yakıyor mu? Duyumsuyor musunuz? Suretinizdeki sakinlikten anlamalıyım ki tüm bu telaşın epey uzağındasınız. Uyuyuşunuzun devinimsizliği gösteriyor ki hiçbir gözyaşı damlası teninizi yakmıyor. Sevgili siz, duygu geçirmez bir yelek mi giymektesiniz? Eğer giymemiş iseniz yaradılışınız çok büyük bir noksanlık dehlizinde. Bilin isterim. Hoş kalın efendim.

Çarpıklaşmış ruhun medeniyetsiz inancı, Tutarsız, çaresiz ve uygunsuz olumlamalara tabi, Varlığına çürük kökler salmış. Şımarıkça emip sarılıyor toprağına. Muhtaç ama bir o kadar tatminsiz, Gayesiz bir açlıkla sınanış. Dibe ulaşabilme rüyası. Sorarsın nen var orada? Cevap veremez. Kaybı nedir, Gayesi nedir, Bilemez. Zaruri ihtiyaçtır o, Dile gelemeyecek olan. O çarpıklaşmış, biçimsiz ve yine de kabına sığdıramadığı ruhun, Medeniyetsiz, çoraklaşmış ve yozlaşmış inancı. Varlığın ikilemlere gebe.


Sarı perdeli odada, inci beyazı tırnaklarımla geleceğin nemini kokluyor, buruş buruş olmuş Yunan Dağları'nın yağmura karışan ahını dinliyordum... Sararmış tütünlerin acısı dudaklarıma tırmanıyor, düşlerim küçük yürüyüşlere çıkıyorlardı. Tıkırtılarıyla dolu bir gece yarısıydı yağmurun. Önümde uzanan Yalı'lar ellerimden çekiştiriyorlardı, Yosunlardan boğulmuş bir dere yatağından diplerine doğru dünyanın Ben diplere düşerken dalgalardan bir Tanrı doğuyor, adalarda defneler büyüyor ve şaraplar tükeniyordu, bir kız çocuğunun hasretiyle... Yeşilin kolları beni sarıyor, kalbimin sarsıntısıyla şaşıyordu feleğim Sarı perdeli odada, ben düşerken bir dere yatağından, Dünyanın diplerine doğru, Ben düşerken, Geleceğin nemini kokluyordum

Her gün şiir oku; dize dize, Güneş hiç doğmasa bile. Varsın dinmesin fırtına, durulmasın deniz; Dünya dengesini koruyamayacak nasılsa. Eminönü’nden ne zaman kalksa vapur Böyle zapturapt, böyle bûtimar... Dilhûn olur adım; içre içre. Her gün şiir oku; dize dize, Şu deryada kaybolalı olmuş yirmi bir sene. Gel, korkmadan açıl artık denizimde! Küçük dalga bile yollamam üzerine.


Yaklaşık beş kat çıktıktan sonra binanın çatısına ulaşıyorum. Kafamı kaldırıp gökyüzüne bakıyorum, ılık bir Haziran gecesi olmasına rağmen hava bulutlu ve hafif nemli bir rüzgâr esiyor. Çatının caddeye bakan tarafına doğru ilerliyorum. Eski, beton baca çıkıntılarından birine oturuyorum, elimdeki biranın kapağını açıp bir yudum alıyorum ve bir sigara yakıyorum. Rüzgar tenimi sıyırıp geçiyor, ruhumdan çıkan dumanları gecenin karanlığına karıştırıyor. Sigaramı içerken karşı binaya bakıyorum, karşımdaki dairenin ışıkları kapalı, beklenen konuk henüz gelmemiş. Yerimden kalkıyorum ve çatının kenarına doğru gidip aşağı, caddeden gelip geçen insanlara bakıyorum. Sağ ayağımı çatıdan sarkıtıyorum, sanki bassam ayağımın altına denk gelen insanları ezecekmişim gibi. Sigara izmaritini düşüncesizce aşağı atıyorum, binlerce düşünce kaplıyor o an zihnimi, tekrar baca çıkıntısına oturuyorum ve başımı kaldırıp gecenin karanlığına dikiyorum gözlerimi, insanları düşünüyorum istemsizce… İnsanlar ekleniyor hayatımıza, insanlar eksiliyor. Sen bir karanlıktan bir başka karanlığa çok aniden geçiyorsun. Birileri senin hayatından çıkıyor, sen birilerinin hayatından çıkıyorsun. Teninin parçası olmuş kişiler gidiyor gaibin bilinmezine. Kabuklarına çekilmiş tüm gidenler, sert acılarla ördükleri. Geri kalanları umursamıyorlar. Onlara gösterilen yoldan gidiyorlar ama çalıların arkasında gizli yollarını bulamıyorlar. Yollarını kaybedenlerin üzerine basarak yürüyüp gidiyorlar hiçliklerine. Sen sadece gidenin ardından bakmakla yetiniyorsun, sigaranın tükenmesine ramak kala. Bu düşünceler zihnimde birer kuşku baloncuğu oluştururken karşı dairenin ışıkları yanıyor. Işık göğüs kafesimi yarıp ruhumun buzlarını eritiyor, ruhumun çorağında ilahi çiçekler açıyor… Ruhumun ılık bir öğlen güneşinin ortasında kalmasından bahsediyorum dostum. Işık yanan odanın perdesi aralanıyor ve beklenen misafir pencereyi açıp kafasını pencereden dışarı uzatıyor. Derin bir nefes alıyor ve yüzünde çok çok güzel bir gülümseme ile içeri giriyor. Üzerindeki gri askılı bluzu çıkarıyor, teninin be-

yazlığı gözlerimi alıyor. En karanlık gecede yolu aydınlatan dolunay kadar beyaz bir tenden bahsediyorum dostum. Pantolonunu da çıkartıyor ve yatağın köşesine oturuyor. Bir sigara yakıyor ve derin nefesler çekiyor. Yüzü dalgın, binlerce düşüncenin içinde boğulurcasına. Dalgın dalgın sigarasını körüklüyor hızlıca. Kadın düşüncelerinde boğulurken ben güzelliğine bir kez daha hayran kalıyorum. Bir an bana doğru bakıyor, beni fark ettiğini düşünüyorum ve irkiliyorum, biramın birazı yere dökülüyor. Fark etmemiş olacak ki bakışlarını anında değiştiriyor hiçbir şey olmamış gibi. Yataktan kalkıyor ve üzerine renkli, eski bir bluz geçirip odadan çıkıyor. O anda aşağılardan neşeli bir müzik yükseliyor. Müzikle birlikte kadın tekrar odaya geliyor, yatağın köşesinde duran beyaz havluyu alıyor ve yüzünü kuruluyor. Biraz sonra esmer, gözlüklü bir kadın daha giriyor odaya. Elinde üzerinde mum olan ufak bir kek var, keki kadına uzatıyor, gülüşüyorlar ve kadın mumu üflüyor. Birbirlerine sarılıyorlar, yatağın üzerine oturup hararetli bir konuşmanın içine düşüyorlar. Onları izlerken birkaç damla yağmur düşüyor gökyüzünden. Başımı yukarı kaldırıyorum sağanağa teslim olmak üzere. Gözlüklü esmer kadın biraz sonra odadan ayrılıyor. Kadın tekrar bir sigara yakıyor ve o anda şehrin elektrikleri kesiliyor. Etrafı koyu bir zifir kaplıyor fakat kadının teni o kadar beyaz ki o karanlıkta dahi siluetini seçebiliyorum. Kadın odanın köşesindeki kitaplığına gidiyor, kitaplığın üzerindeki mumu alıyor ve sigarasının koruyla mumu yakıyor. Elinde mum tekrar pencerenin kenarına geliyor, başını camdan uzatıyor ve aşağı bakıyor. Serin bir rüzgar esiyor yağmurun gelişini haber ve-rirmişçesine, kadının küt siyah saçları dalgalanıyor rüzgarla. Yüzünü gökyüzüne çeviriyor, rüzgar yüzüne vurdukça daha çok gülümsüyor, amına koyayım çok güzel gülüyor! Oturduğum yerden kalkıyorum, üzerimde siyah bir tişört ve siyah bir pantolon var. Karanlığın içinde bir anlık gözden kayboluyorum. Çatının kenarına kadar geliyorum ona biraz daha yakın olabilmek için, göğsüm sıkışıyor, şiddetli bir öksürük krizi baş gösteriyor ve dizlerimin üzerine çöküyorum. Başımın her iki yanına ve sırtıma tarifsiz bir acıyla karışık ağrı saplanıyor. Öksürüğümü bastırmak için elimle ağzımı kapıyorum, ekşi ve metalik bir tat geliyor ağzıma. Karanlığın içinde avcumda kırmızı akışkan bir leke görüyorum ve o anda gözlerim yanmaya başlıyor. Acı


tüm vücudumu kaplıyor, bağırmamak için kendimi zor tutuyorum. Başımın iki yanından sıcak sıvılar akıyor, kafatasım zorlanıyor, acıdan bayılacak duruma geliyorum. Biraz sonra yağmur başlıyor tüm şiddetiyle. Acı kesiliyor, vücuduma tarifsiz bir rahatlama çöküyor. Yağmurun altında ıslanırken dizlerimin üzerinden doğruluyorum. Tam üzerimde bir şimşek çakıyor, şimşeğin ışığı ile camda anlık yansımamı görüyorum. Sırtımda siyah devasa kanatlar var. Gözlerim bir savaş alanında ölen askerlerin biriken kanları ndan daha kırmızı ve başımın her iki tarafında boynuzlar çıkmış. Kadın korku ve şaşkınlıkla karışık bir ifade ile olduğum yere bakıyor ama o an karanlığın içinde beni göremiyor. Gök gürültüsü ile karışık bir şimşek daha çakıyor ve zifirin içinde beni doğrudan görüyor. Gördüğünde yüzündeki şaşkınlık kayboluyor, yerini sadece saf korkuya bırakıyor. Aşağıdan bir yerden bir şarkı peyda oluyor ve sesin sahibi kadın haykırıyor karanlıkta; “Who else is going to love someone like you that’s marked for death? Who else is going to be with you when you breathe your last? Who else is going to take my place and hold and keep you safe? Who else is going to stay?” Başımı yukarı kaldırıp yağmurun hüznüne teslim ediyorum kendimi. Gözlerimi kapatıp derin bir nefes alıyorum ve çatıdan boşluğa bırakıyorum bedenimi, tam yere çarpacağım anda kanatlarımı çırpıp hızla yükseliyorum karanlık gökyüzüne. Ben yükseldiğimde şehir tekrar aydınlanıyor. Gece karası kanatlarımdan bir tüy kopuyor ve kadının penceresinin önüne düşüyor, geç verilmiş doğum günü hediyesi misali.

dizlerimin üstüne çöktüm, taş bağladım kader köprüsüne. etle tırnak dünle bu gün Keder. komünizm kelebek etkisi, duvarlarında kurşun izleri dizlerimin üstüne çöktüm, yeşil köprüde gönlümün ortasından geçen amansız nehre prangalar eskittim ben, şairin diliyle. umut. Taş bağladım keder köprüsüne, bir şans daha diledim. gönlün çölünden usulca akan suya, bir şans daha. Gün batımları takvim hırsızları prangalar

yan yana geldiğinde “bir” olmayı başaramayan sözcükler Keder köprüsünde kanatları kırık bir martı Taş bağladım dizlerimin üstünde, dua, haykırış, ambulans sesleri, gökte zeytin dalı. taş bağladım ayağıma yeşil köprünün üstünde, parlemento dönmedolap eski bir kilise uğultular, sarı gece taş üstünde martı, tam uçmayı öğrenecekken akıp gitti tunanın sessiz karanlığında başka bir kıyısına zamanın. şans, bir şans daha! taş üstünde kanadı kırık bir martı. yaşlı bir evsiz monologu, trenler gün batımları öyleyse, “Kanadı kırık kuşlar rüyalarında yüksekten uçar mı?”


#blacklivesmatter

Ă–n Kapak: Sinem Keyik

mevzularderinfanzin@gmail.com


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.