Mevzular Derin Fanzin Sayı : 13

Page 1


Kontrol Deneme Bir-Ki İdil Özeren

Yalan gerçektir. Hayır öyle olmadı. Bize 100yıllardır yalan söylüyorlar 100lerce kere her seferinde aynı 100süzlükle hiç utanmadan ve hep yalvararak inanmamızı diliyorlar inandıkları tanrıdan, helvadan ya da başka türlü putlardan. Keşke zamanında makul sanatçılar Hz. Muhammed’ in heykelini ya da resmini yapmış olsalardı gizli gizli. YALAN diye bağırmamak için bağıramayacak olmak gerekmez ama her iki durumda da yalan hiç zarar görmez, varlığında herhangi1 yara bere meydana gelmez. Bu çocukları biz yapmadık. Çocuk sevmem, hiç1 zaman sevemedim ama onlara “saf insanlar” gözüyle baktığım için kötü davranmıyorum. Ben safken annemin yanına gidip “sana yalan söyledim anne” diye hıçkıra hıçkıra pişmanlık içinde kıvranıyordum, gözüme uyku girmiş olsaydı öyle yapmazdım belki de bu da yeni ayakkabıyı temiz tutmak için çabalamak işte. Yeni ayakkabı eskiyene kadar çok değerliydi, üstüne basılmamalıydı, çok iyi korundu tarafımızdan ama bir şekilde eskidi ve eskidiğinde daha fazla eskimesinin çok da önemi yok hale geldi o yüzden artık uykularım gelip giderken vicdanıma sormuyor. İşte bu yüzden başkaları ayakkabılara basıp eskittiği için, bilerek isteyerek ve bilmeden istemeden de çocukların suçu yok bütün bu süreçte. Yetişkinken insan suçlu ama suçlarından sorumlu değil ama bu suçlu olduğu gerçeğini hiç zedelemez. Çok suç var şu gezegende ve bütün galaksilerde. İyi kalpli uzaylılar vardı belki de bir yerlerde ama muhtemelen kötüler onları çoktan yemiştir. İBNELER! İYİLER YENMEK İÇİN DEĞİLDİR! İyiler “kullanılmak” içindir. Yemişlerse sosyolojiden bihaberlermiş demek olur bu çünkü iyi kalplileri yönetmek kadar kolay başka bir şey yok (bu gezegende işler böyle yürür en azından) . Eğer iyiler yenmişse artık daha dikkatli beklememiz gerekir sıra bize de gelecektir ama bu uzaylılar için kolay olmayacak diye düşünüyorum. Hitler de insandı. Çocuklar bu yüzden insan değildir. İnsandan iyi kalp çıkmaz. Belki sentetik insancıklar başkaları tarafından bedenlerimize yükleniyordur inatla, dur durak bilmeden ve yılmadan, dünyayı ele geçirmek amacıyla ama hemen pisletildikleri için, yönetilemeyecek kadar kötüleştirildikleri için aynı şekilde devam ediyorlardır uzaylılar da çabalamaya. Bir yandan da ölünce


tamamen kötüleştirilmiş oldukları için, iyi yiyen kötü oldukları için yanlarına alıyorlardır. Cennet yoktur ve cehennem uzaydır, şeytan uzaylıdır. Ölü çocuklar ana besin maddeleri. Ölmeyi mi beklemek gerekir bunları öğrenmek için ve uzaylıları kandırmak mümkün müdür? Mesela az kötüyken “en kötü” taklidi yapmak az kötülüğe yaraşır bir şey midir çünkü sistemi içten çökertmek gerekir bu sistemi en makul hale getirmek için. Yani 3(üç) veya 5(beş) veya daha fazla kişiyi güzel sanatlar fakültelerinde gizlice eğitip kötü rolü yapmayı öğretsek hatta nasıl olunması gerektiğine dair az kötü olmaya karar vermiş kötüleri tutsak ve öğretmelerini sağlasak sistemi ve yapılması gerekenleri ama bu tamamen yalansa ve aslında onlar sadece ajanlarsa? Bu kurgunun işe yaraması halinde neler yaşanır? Ölülerle beraber mi yaşamamız gerekir onlar hala ölülerken ve iyi ya da kötü diye karar verebileceğimiz kalpleri böcekler tarafından tamamen yenmiş de olsa ve siz bu yazıyı hiç anlamamışsanız da. Baştan alayım mı? Hayır. Almam. Ben dağların tepesinden tepe üstü düşük. Ben düşüğüm. Ve düşürürüm ve karnımdaki uzaylılar da sevmesin beni en az sizin sevmediğiniz kadar ve asla tekrar çocuk olmayayım yeterince düştüm bugüne kadar. Asla saf iyilik girmesin hayatıma artık. Asla düşünmeyeyim sonumu ranzamdan aşağı patates çuvalı gibi atlarken her gün çünkü Hitler de insandı ve yaşamıştı. Kalpsiz de yaşanır, hatta böcekler için atarken daha lezzetlidir kalpler. Uzun süre uyursan böceklere müdahale edemezsin. Arada bir uyanman gerekir. Acık gözden korkar böcek ki vücutta en yumuşak yer gözlerdir ama korkarlar. Taşa çevrileceklerinden korkarlar ya da lanet taşımaktan. KORKAK İBNELER. Önce gözleri yeseler de görmesek en azından. Belki de kastidir. Böceklerin uzaylıların yönettiği makineler olmadığı ne malum. Ben Wave. Çalkantılı hayatımın bir kısmı başka gezegenlerde geçti. Bipolarım ve gezegen ne demek ki? Her insan farklı bir dünya sonuçta. Son paragrafı tekrar oku. Ben çokum sen yoksun ve bunlar yalan. İlk cümleyi tekrar oku.


Tümdengelim Muhammed Buğra Öztürk Bütün o insanları düşün Dünyanın atık merkezi görevini görenleri Bütün o insanları düşün Kimyasalın etkisiyle vücudunun sınırlarını zorlayıp Sinyal çekerek, dilenerek ve korkarak gününü sokaklarda geçirenleri Bütün o insanları düşün Her gün önümüzden boyunları eğik sessizce çekip gidenleri

Kulaklarını aç ve doğayı dinlemeye çalış Duyamazsın özgürlüğe dair en ufak bir yankı bile

Şimdi ne yapacaksın? Menşei belli-belirsiz silahlarla adaleti mi arayacaksın Ya da şiirde yeni bir biçim mi yaratacaksın Yeni bir hayat tarzı, yeni bir fikir Yeni bir yer, yeni bir görünüş mü istiyorsun (Belki duymamışsındır ama yenilik bile eskidi artık) Veya tüm bunları siktir edip kendi götünün derdine mi düşeceksin Bana sorarsan Marvel kahraman yaratma ihtiyacını karşılıyor zaten Bu yüzden en fazla sırtını koltuğa yaslayıp bir sigara yakabilirsin

Bütün o insanları düşün Güç istenciyle yanıp tutuşanları Bütün o insanları düşün Haklı olarak sevgiye inançlarını kaybedenleri Bütün o insanları düşün Hayal kurmaya bile cesareti kalmayanları

Öyleyse şimdi koltuğundan kalk Koşa koşa en yakın çocuk parkına git Veletlerin yüzlerindeki gülümsemeyi izle Elbette senin de yüzünde belli belirsiz bir tebessüm oluşacaktır Bununla dinlendirmeye bak ruhunu

Sıkıldın mı parkta öylece oturmaktan Sıkıldın mı basitliklerle ruhunu dinlendirmeye çalışmaktan Kendini geliştirmek mi istiyorsun Gezebildiğin kadar gezmek Okuyabildiğin kadar okumak Sana hiç hoşuna gitmeyecek bir sır vereyim mi Bütün o insanları düşün İnsana ne gezmek bir şey katar ne okumak Mevsimlik işçi aileleriyle tarlalarda çalışan çocukları Acı çekmediğin veya acılarını yok saydığın sürece Oradan oraya sürüklenerek beş para etmezsin geçirdikleri çocukluklarını Biliyorum bu seni yoracak ama uğraş biçimini alır Bütün o insanları düşün bir süre sonra katlanmak Hasta aile ferdine bakabilmek umuduyla kağıt toplayanları Ne o duruma isyan mı edeceksin Bütün o insanları düşün Bana katılmıyor musun? Hiç tükenmeyecek yalnızlık ve güçsüzlük hissiyle Yanlış düşündüğümü mü söylüyorsun sürekli ağlayanları Öyleyse aksini kanıtla Aile yadigarı eski tabancayı alıp Sırtını koltuğa yaslayıp sigaranı yaktın mı? Güzel Göğüsünde güzel anlamlı bir leke bırak Peki bu mu özgürlük Ancak böyle inanabilirim yaşadığına Kendini mahkum hissetmiyor musun Yoksa korkuyor musun sigaraya ya da koltuğa Cesaretin mi yok Sıkma canını özgürlük ve mahkumluk Boş versene! Evine gidip yemeğini hazırla karmaşık bir kelime oyunundan ibaret Pek bir fark göremiyorum iki eylem arasında Birilerinin başkalarını daha iyi yönetebilmelerini sağlayan Bütün o insanları düşün İçlerinde kendini sonra


maric gibi sekerek Kemal Gökçay ölümün kucağında dans ederken,kucak dansı değil yağmur dansı, ve güneş doğmamaya inat ederken, yengeç dönencesinden dönmemeye yemin etmiş bir trafik polisi gibiyim. sokaktan geçen sarhoş kıza olan aşk, yarasanın gelip omzuma konması gibi imkansızlığın ötesinde olabilirlik potansiyelinde yerçekimi eşittir ivme! bunlar yazılırken sabaha dem vurmuş uykusuz gözlerle kaç tane ispanyol sikişiyor ailesinin önünde! isyan et karşı çık. isyan umutla var olur. bunu geçtim meleklerin kaç tane silikon memesi var? gün doğarken beton yığınlarının arasından ve içeriyi göstermeyen "oyun" perdelerinin üstünden, kaç milyon zenci sünnet oluyor paralel evrenlerde? zamankırılması denen kavram, günümüz kalp kırılması, o da neymiş bi göz kırpan tırpan yer her ağızdan. yine boktan kafiye yine boktan terziye diktirdim kızlığımı.zamanı geldi zincirleri kırmalı!

pinhan Ceren Kartal Akılla bir tartışmam oldu. Sessizce otur dedi. Ne arıyorsun? Ne durduracak bu doyumsuz ruhunu dedi. Zihnimizi akıllandıracak ya da aklayacak filmler ve kitaplar arıyorduk, dedim. Bir çocuğun ormanında mı yürüyorduk? Yürüyebilir miydik? Anlatsana, dedim. Ayaklar, dedi ayaklar hareketini sağlar diye biliyorsun ama tüm uzuvlarını ateşleyen fitil aslında ruhun dedi. Ruhunda orman varsa neden şimşeklerden korkup yağmuru öteliyorsun, dedi. Neden ateşe veriyorsun? Hayatımın kartopu olduğunu ve yaptığım her şeyin beni yuvarladığını, söyledi. Yuvarlandıkça büyüyordum. Ama unutmuştu, kartopu büyüdükten sonra çarparsa yıkardı. Yıkımlara şahit olmak istemezken, neden olmak hiç istemiyordum. Hem yıkınca ben de paramparça olacaktım. Akıl beni neden kartopu yaptı ki? Büyümek şart mıydı? Ya da daha güçlü olmak? Dik durmak eğrilmekten daha kudretliyse ormandaki yaşlı ağaç neden dallarını yere değdiriyordu? Belki de yükü ağır geliyordu. O şekilde ağır gelen yükü hafifliyordu. Belki de sessiz kalıyordu, her şeyi bilip rolüne bürünüyordu. Bütün bunları akıl bilmiyor muydu? Ben de bilmiyorum bazen sadece hayal ederek ve bağlantılar kurarak inancımı, doğrularımı bileyliyorum. Bence bilmemek ve aynı konuyu yüzlerce sesten dinlemek, ruhuma bir ağaç daha dikiyordu. Paragraflar arası bağlantıya yine kurşun sıkıyorum, çünkü aynı anda çok fazla şey düşünüyorum. Bir şey daha soracağım; Aklıyla tartışanlar, akıl mı size ait, yoksa siz mi aklınıza aitsiniz? Bırakın ya da bu soruyu çok fazla soru sordum bugün için. Aslında ait olmamız gereken bir şeyin olmadığını sıfır noktasında kavrıyoruz. Ve ben sıfır noktasında yerime kurulmuşken bu ahmakıslatan yazıyı af dileyerek uzatıyorum. -“ Yazıyı Evgeny Grinko - Faulkner's Sleep eşliğinde çiğneyiniz.”


Örtüsünü Kaldırırsan Gecenin, ‘’Ah! Sevdiğim Her Şey Diyeceksin’’

Türkeş Kurban Hiç kimse sevmemiştir bu karanlığı. Uykusunu, huzursuzluğunu ve çığlığını ruhunun, duymamıştır. Ateşböceklerinin ve Zerdüşt’ün ağladığını kimse görmemiştir mesela, Morg koridorlarına sinmiş demirin soğukluğunu hissetmemiş, bilinçsiz ve aptal güruhu bir insan topluluğunun yüce isimli tanrıları dahi, bilakis; kanlı bir gösterinin seyrinden vazgeçmemiştir. Gündüz kelebekleri konduğunda avuçlarıma, Bilirim sevemez kimse bu karanlığı benim sevdiğim kadar. Limon kokulu tek bir mum yerleştiririm pencereme, Denizcilerin yalnızlık çağrıları gibi Seslenirim gece ve düş bekçilerine; ‘’baharın kokusunu çok özledim, ne olur bana bu huzuru bahşedin’’ Zaman, huzurevinde ölümü bekleyen korkak ve yaşlı bir bunağın belleğidir. Beklerim, çağrılmayan Yakup’un çaresizliğinde. Direnir mum ve titrer sonra ve siyaha bırakır kendini usulca. Anlarım ki karanlık bana reva görülür. Korkumun temel kaynağı bu süslü maskeler, Işığını yitirmiş ölü kâhinlerindir. Ve onlar sarılmaz karanlığın kollarına ki uzuvları oldukça yeterlidir buna. Saray koltuklarında Leyla masalı anlatır ve sürtük tabiat ana! derler... Afili şiir inşa eder, ancak şair değildirler. Deniz ülkelerinde, Deniz yosunu göz çukurlarına diri diri gömülen Elsa’yı görmezden gelirler. Kim severse bu karanlığı, ben de severim. Öyle bir severim ki, Boşluktan bir terminal, Terminalden bir çocuk, Çocukta bir ürperti, Otobüs camlarından sızan ceset kokuları ve pahalı prezervatif kutularını dahi görmezlikten gelirim. Dolunay ışığının aydınlattığı tüm aldatışları, aldanışları ve soğuk vedaları da severim. Bir cinayet derim bu, adı konmamış bir cinayet… Yani, bir tabutun çivilerini yerinden çıkarmak ve öpüp koklama istemi… Sevmeyenler vardır karanlığı, arkasını dönenler ve yüz üstü bırakıp çekip gidenler. Papatya ekmeğinin kopmuş parçaları ve dilenci fahişelerin tüm hüznünü içinde barındırırlar. Kalabalık kentlerin türküsünü bilmeyen eli kanlı bir ozan gibi; ‘’çok sevmekten çıldırdı Hasan, çünkü sevmekten çıldırmak bir lükstür’’ derler tabi. İblisin ışığı ile aydınlanan peygamberdevesinin yükü, nedendir anlamsızdır onlarca ve çoğulca sorarlar, Nedir inancın? Bunca çile ve acı uğruna?


Sprey boyaların duvarlar için üretildiğini, Duvarların,esrar etkisi sevimliliğinden bihaber… Sövdükçe karanlığa, Tarkovski caddesi, Marie Antoinette mahallesine de düşmez yolları. Karanlık nedir bilmeyen bu düş bulvarından birinde; ‘’Biz seninle, kimsesizlerin can verdiği varoş bir sokakta ya da neon ışıkların aydınlattığı lüks bir barda karşılaşabilir, göz göze gelebilir ve âşık olabilirdik. Ancak, benim telefon taksitleri, senin üniversite finallerine yetişmen gerekiyordu. Belki, ertelenmemiş bir yaşam gravüründe, bu bir hayli hoş olurdu’’ cümlesine bir sonuç ilişkisi getiremez ve yaşamı dayanılmaz kılarlar, ruhu aşk ve sarhoşlukla örnek dayanaksız insanlara… Her dokunduğumda karanlığa, kederli yazgımı anımsıyor ve unutuyorum sizi. Benim ruhum dipsiz bir kuyudur, Çakıl taşlarının erişemeyeceği sade ve net çizilmiş bir maskeyle gizlenmiştir. Kanım, akışkan kızıl güneşidir. Yazgım, kanımla yazılmıştır ahşap günlük defterlerine. Özlemek üzerine mutlu olduğum tüm sahnelerde bisiklete binmem söylenir ve binerim bisiklete. Dört ayaklı hayvan gibi bir hergeleye iki ayakla verilen karşılık sonrası, Nehir kenarlarındaki yeşil çimenlere giderim ve gidebilirim. Ama sen hiç gitme derim gitme! Ki bunu tüm ruhumla acının doğasına uygun olarak söylerim. İkizler paradoksu, örs, üzengi ve çekiçle felsefe, Protestan ilahileri eşliğinde sonlanırken ve kozasını terk ederken kelebekler, Tütsüler yanar, karanlığa lanetler okunur. Kutsal olan rahimlerin, Gebeliğidir, yalnızlığın gecesi ve gündüzü. Hediyeler alınır ve kutlanmaz doğum günleri. Kapılar açılır ve umutsuzluk yatışmaz. Ebediyet tekerrür eder, Hüzünler asabiyetle kovalar kuşları. Müzisyenler düşer cennetten ıssız kasaba yollarındaki çamurlara, Savunmasız bir ağlama nöbetidir, Aşktır, bu bir şiirdir… Beden ölçülerini unutmak ve kendini yitirmektir. Usta bir terzi gibi kendi söküğünü dikmen gerekir… Bizatihi kirlenmişlik halidir… Ve bu lanet karanlığı hiç ama hiç kimse sevmemiştir.


Diyar Çeşitleri I Göstermelik sosyal medya aşkları Klavyede yazarken başlayıp gönder butonuyla biten hisler Tüm o çıplaklık ve acizlik ( İlgi çıplaklığı - sevgi acizliği ) - İQ'sünü sikinin eline bulaştıranların verdiği hayal kırıklığı tüm çıbanlarına batar ama özellikle her yerine Kırmızıdan beyaza giden o süper arabalar duraksar. Beyazın çizgisinde aküleri biter. Kırmızı sınırlarında ise Roma arenasında ralliler düzenlenir. Freud'un da dediği gibi her yer kırmızı. Kan kırmızı Siyaha kaçan kırmızı Pembemsi kırmızı Ama asla çok uçuk kırmızı değil! - O pembemsiler de anaokuluna ait başlangıç setidir. Herkes boğa. Herkes boğar! Bir nevi bağlarda gezi... Kimi gezer gezer üzüm seçer. ( Ah o şarap kırmızısı... Hatırladıkça dilimi dilimle yalayasım gelir. ) Seçtiği üzümle şarap yapmaz. Kimi yapar; Şarabı seyreder, koklar, parmağıyla tadar. Kimisi ise o kadar çok üzüm seçer ki Şarabı vücudunun hem içine hem dışına doldurur. - Beyaz hiç el sürmez üzüme Ben buldumcu aşklar Benimsinci Malımcı MALIMCI SAHİPLENİCİ DAMGALAYICI YARGILAYICI

Diyar Çeşitleri II Şirinci ferhatçı aşklar Ferhat ile Mecnun'u birere eşeğe bindirip yarıştırırlar. Ferhat ile Mecnun eşek üstünde bakışa bakışa ömürlerini eşeğe yiyecek yapar. Şirin ve Leyla hazdan hazzı unutur. Ferhat ile Mecnun düşlerinde eşek görür olur. Bizimkisi hiç bitmezci aşklar İlk an en duygulu an Az tanıma ve iç doldurma içerir Azalır ve biter Evlilikleri ayakta tutan toplum ve ekonomidir. AŞK DEĞİL! Hangi puşt bu yalanı uydurduysa karşıma çıksın. Topluma uygun seks: Evlilik ( Belki ben bunları savunmayıp bi düşünün diye yazıyorumdur. Düşünün görün diye evliliğin pardon seksin ne kadar kötü olduğunu. Seks diyince utandiniz ve kötüleme ihtimaliniz arttı tabii.) Züccaciyede satılan aşklar Her biri Çin malı Bozulmaları tez vakit Ama yenisi kolaylıkla alınır İntikamcı aşklar En haz verendir İki hayvansı duygu hoş bir müzikte yavaşça dans eder. Sonrası vicdanınla pişmanlıktır Ve daha bir sürü kalıplı ve kalipsiz aşklar, sevgi ve saygılar vb işte...

İrem Eyit


Tanrılara Ulaşmak Umut Çağın Bozacı Gökten düşen sadece tanrılar mıdır? Tanrıların yanına ulaşmaya çalışıp başaramayanların da kaderi değil midir gökten düşmek? Yeryüzünde doğup göklere ulaşmaya çalışanlar da düşmez mi havada kalamayınca? Hatırlamayız onları hikayelerimizde. Hatırlasak bile aşağılarız onları zavallı İkarus’u aşağıladığımız gibi, hak ettiklerinden fazlasını istediler deriz. Böyle deriz ki başka kimse denemesin tanrıların yanına yükselmeyi. Bizi dinlemeyip yine de gökyüzüne ulaşmaya çalışanlara bu sefer tanrılar saldırır. Fırtınalar, yıldırımlar ve onca şeye rağmen tanrıların yanına ulaşmayı başarırsa bir fani, o da tanrı olur artık. Tanrılar onu övgülere boğar. Hepsi bir ağızdan.“ Bu fani en başından beri sizlerden farklıydı. Bu fani en başından beri hepinizden üstündü. Bu fani en başından beri yeni bir tanrı olmayı hak ediyordu.” Diyerek över aralarına yeni katılan tanrıyı. Kendilerini biz fanilerden ayrı tutarlar, kendilerini bizden üstün gösterirler. Böylece hiçbirimiz onların bizden üstün olmasının nedenini bizden gerçekten üstün olmaları değil bizden daha şanslı olmaları olduğunu fark etmeyiz.

Gayz Zırhını kuşanmış afak. kin kusar üstüne hayaller yasak. bedbaht bir nefret akşamı. Sabahların acz-ı külli adem-i külli. hafsında çıplak bir kadının rahmi. kupkuru bir nefs. ve şimdi umudun hadım edildiği yerlerde bera'at - ı istihlal ile başlar şiir; ardı araf öncesi cehennem meleğine taraf...

Onur Aşkın

Cennetten Kovulmuş Sokaktaki cüzzamlı yaşlı kadın, Hurdalarla dolu alışveriş arabasıyla Deli bakan gözleriyle ilerlerken Çıktı karşısına boynuna dolanmış yılanlı adam Filistin askısına alınmış devrimci Yanık kokan vücuduyla Islak siyah göz bandına rağmen Gördü anadan doğma bir kadın Solgun ampul ışığında Altı aylık hamile fahişe sigarasından bir duman daha alırken Yetim malı yiyenin, komşusuna yan gözle bakanın Fakirin sırtından geçinenin Göz oyan barbarın, yasak meyveyi yiyenin Kurbanlığın kanıyla yıkananın Gördüğü şeyi gördü. Günahın en saf halini gördü. Boyna dolanmış o yılanı, cennet bahçesindeki tahriki gördü Çıplak kadını, Havva'yı İnsanın özünü gördü, şeytanı, bir zamanlar melek olanı gördü Ve ürküp titredi hepsi aynı anda aynı donuk bakışla Öcü görmüş çocuk gibi Bir kez daha kovuldular cennetten İnsan olup, yaşadıkları için.

Can Okan


Amirim Benim Sorularım Var Alperen Yavaş

Kalkanlarımızı göğüs hizasında sıkıca tutarak eylemcilere gözdağı vermek için yürüyoruz. Hayat ne garip; komşunun üniversitede okuyan kızı, yüksek lisanstaki kuzenim, Liseden arkadaşım Ali İsmail sokağa çıkıp bağırmaya başlayınca birdenbire geçmiş hayatlarında oldukları şeyleri bırakıp “eylemci”ye dönüşüyorlar. Biz de üzerlerine yürüyoruz; işte bakın kalkanımız var diyoruz, silahımız var, tank bozması su fışkırtan saçma sapan ve dev gibi bir şeyimiz var. Romalı askerler savaşta karşı ordu kendilerini ok yağmuruna tutunca dikdörtgen şeklinde kümelenerek ve ön ve üstlerini kalkanlarla kapatarak adeta kapalı bir kırmızı sandığa dönerlermiş. Biz savaşta da değiliz oysa, karşımızda güvenliklerini sağlamakla görevli olduğumuz insanlar duruyor. Ve ilginçtir, ne kadar kanlı kapanırsa bazı defterler, ne kadar çoğu ölürse o “eylemci” insanların, o kadar başarılı sayılıyoruz üst makamlarca.”Polisimiz destan yazıyor!” kimin için? Ne uğruna? Hem de onca ölen insanların daha henüz yakılmış bir ağıtı yokken öyle mi? “Tüm halkı korumalısınız” diyorlar, sonra bir grup madalya üstüne madalya veriyor öteki de küfür üstüne küfür ediyor. Benim çocukluğumda ilkokuldan gelecek hayalleri kurmaya başlayan küçüklerin on tanesinden en az üç’ü bu mesleği isterdi. İnanır mısınız şimdi ise sokaktan geçen on insandan en az üç’ü bana nefretle bakıyor. Gece yarısı üniformamı katlayıp kaldırırken dalıp gidiyorum bazen, üstünde –benim yüzümden olmasa da- dökülen kanların görüntüsü var sanki. Görüntüsü kanı anımsatıyor. Neyse, Kalkanlarımızı göğüs hizasında sıkıca tutarak eylemcilere gözdağı vermek için yürüyoruz. Bugün kavga gürültü arasında sokakta ölen bir çocuğun ölüm yıldönümü. Eylemciler için önemli bir gün, merkezi yerlerde kalabalık gruplar oluşturuyorlar. Bazıları ise vakti zamanında bu çocuğun annesini yuhalamıştı sanki. 21. Yüzyıl: İnsanların ortak tepki verebileceği herhangi bir olay kaldı mı? Balkonlardan bize bağırıyorlar. Her yaşta insanın her çeşit sözünü duyuyorum. Tezahürat ve küfür birbirine karışıyor. Kaç yıldır meslekten tanıdığım arkadaşlarım sokağa çıktıklarında aniden delikanlı oluyorlar. Efe gibi yürüyor, umarsız davranıyor, şiddet göstermekten zevk alıyormuş gibi yapıyorlar. Ben de onlar arasında onlardan biri gibi hissetmeyerek ilerliyorum. Grupları dağıtıp ara sokaklara yönlendirmek istiyoruz. Biliyorsunuz kalabalıktan, kalabalığın çıkardığı güçlü seslerden korkuyor üst makam abilerimiz. Biz de onların gönlü ferah olsun diye önümüze çıkanı ıslatıyoruz. Çünkü bu iş ıslanmayla bütündür: Ya tazyikli su ile ıslanırsınız ya da biber gazı yedikten sonra kendi kendinizi ıslatırsınız. Bu sefer yine biber gazından sakınmadık, ara sokaklara dağılanlar oldu. “Kereem!” diye bağırdı bir ses. “Gel buraya bak hemen!”Ana caddeden uzakta kalmış bir boşluktan bağıran bir polisti bu. Sesine doğru yürüdüm, yaklaştıkça sesin sahibinin Güven olduğunu anladım. Ayaklarının dibinde 20’li yaşlarının başında, sakalı düzensiz uzamış, beyaz tenli, uzun


boylu ve yapılı bir çocuk kaşı ve kafası yarılmış bir biçimde kanlar içinde yatıyordu.”Güven ne yaptın sen?” diye bağırdım yerdeki çocuğun yüzüne korkuyla bakarken. “ Bu hergele az kalsın kaçıyordu elimden. Baksana şuna, boğa gibi herif. Hızlı da koşuyor. Öyle bağırıp çağırıp uslu uslu evine dönmek kolaydı değil mi itoğlu?” Güven çocuğun ensesine copla vurdu. Bir daha vurdu. Bir daha vurdu… Çaya atılan iki şeker bütün dikkatimi dağıttı. “Oğlum sen de görev başında gözü açık uyuyorsun. Bu kadar dikkatsiz de olunmaz ki.” Şekerli çayını yudumlarken amirim bunları söyledi. Nerede olduğumu ve niye burada olduğumu anlamam biraz uzun sürdü ama gündüz rüyalarına alışmıştım artık. Son günlerde hayatımı geçirmekte olduğum düzene karşı huzursuzdum ve bu huzursuzluk bana sık sık farklı boyutlara yolculuk bileti satıyordu. “Amirim sen sahadayken kaç kişi öldü hiç sayısını biliyor musun?” diyebildim ilk şaşkınlığımı üzerimden atınca. Kaşlarını çattı, çayını masaya koydu, oturuşunu düzeltti ve bana mümkün olabildiğince soğuk bakmaya çalışarak “Böyle şeyler düşünmenin kimseye faydası yok” dedi. Gözlerinin içine baktım. O an gözlerinin içine bakarak ona onlarca soru sordum sanıyorum. Hiçbirine verecek bir cevabı yoktu, olsa da söylenmesi hoş şeyler değildi bunlar, ertesi sabah hangi yıkık dökük şehirde uyanacağını bilemezdin. Doğruluğun yalnızca sürgün olarak geri döndüğü dönemlerde bütün amirler sana böyle soğuk bakardı işte. İvedilikle masadan kalkıp odayı terk edişini izledim. O anda 92 yılında Sao Paulo polisinin günde ortalama dört kişiyi öldürdüğü aklıma geldi. Bir yerlerde okumuştum, sonra aklımdan çıkması da hiçbir zaman mümkün olmamıştı. Çalkantılı günler kapıyı çaldığında kendi görevimizden alıkonularak otoriter devletin tasmalı köpeği haline dönüştüğümüz gerçeği çok ağırdı. Güven, kartını girişe gösterip o günkü mesaisine başlamak için odadan içeri girerken başım ellerimin arasında çaresizce ağlıyordum. “Biz katil değiliz! Katil miyiz lan biz?”


Bir Sayfalık Yazı

Seynan Konucu Sabah uyandım. Keşke uyanmasaydım. Kafamı yastıktan kaldırdım elimi anlıma götürdüm gözlerimi ovuşturdum. Yapacak bir şey bulamadım masanın üzerindeki son sigarayı içtim. Ağzım kül tablası. Mutfağa gittim. Geri geldim. Elimde sigaram. Duş aldım dişlerimi fırçaladım. İki haftadır çamaşır atmadığım için dünden kalan yumurta kırılmış tava gibi kokuyor kıyafetlerim. Duş boşa gitti. Apartmandan çıkarken kapıya koydukları market broşürlerine bakmak istedim. Herkes bakıyor nedense. İlgimi çeken şeyler olmadığı için aldığım yere koydum alt katta kalan öğrenciler sobayı tutuştururken kullansınlar diye. Sonunda çıktım apartmandan. 2 gündür evden çıkmadığım için değişiklikleri direkt fark ettim. Tam evimin karşısındaki duvara DOSTO>TOLSTOY yazmışlar. Mutlu oldum. Herhalde bugün cuma olacak ki cübbeli amcalar fink atıyor cami yakınlarında. Gıcık oldum, tramvaya yöneldim. Cam kenarında oturup etrafı gözlemleyecek hikaye yazmama yardımcı olacak bir şeyler arıyordum. Daha seviyem bu. Yok ki herkes aynı. Dışarda bir şey bulamayınca tramvayın içine bakayım dedim. Tam karşımda tıraş olurken makinesinin şarjı bitmiş olacak ki bıyığı güleç amca elinde zikirmatikle zikrediyor gözümün içine bakarak. Ben de ona bakıyorum. O da bana bakıyor. Derken devlet hastanesinde indi. Kendinden emin yürüyordu. Büyük ihtimalle hastanede güvenlik olarak çalışan köylüsü olacak ki rahattı. Yoksa siz hastaneye başı dik giren maden işçisi gördünüz mü? Yanımda oturan teyze elinde doğum gününde gelini ve oğlunun hediye ettiği dokunmatik telefonla gündemi takip etmeye çalışıyordu. İçeri giren türbanlılara ters ters bakıp yer vermeyi bile çok görüyordu. Bir an telefonu üç haftadır Kral Pop List’de birinciliğini koruyan şarkıyı çalmaya başladı. Karşımda bir kız. Kulağında kulaklığıyla sabah sabah çalışan belediye işçilerine bakıyordu. Acaba benim gibi sisteme mi sövüyordu yoksa yaz okuluna nasıl kaldığını ailesine söyleyeceğini, söylese de parayı nasıl isteyecekti. Hala sisteme sövmüyorsa hak ettin sen “parasız” eğitimi. Telefondan sosyal medya hesaplarıma gireyim dedim giremedim. Oysa daha bir hafta olmamıştı eniştemin yaptığı polis hattı. O ara yanımdaki çocuk, olaylardan dolayı devlet interneti kapattı deyince olay olduğunu biliyormuş gibi yapıp, peki şuan devam ediyor mu internete giremediğim için haber alamıyorum diyerek, savunma mekanizmalarımı Balbazar gibi dikmiştim. Baktım slogan atar gibi konuşmaya başlayınca sanki devrim yapacaksınız diyerek lafı ağzına tıktım. Çocuk yanımda kalktı. Evime geri geldim. Dışarı çok sıkıcı. Bim’e uğrayıp bir paket makarna, yoğurt ve kahve aldım. Poşetin içine yine sabahki broşürlerden koydu. Aldım, baktım, atmadım öğrencilere veririm diye. Eve geldim. Bulaşıkları yıkarken dergiden biri aradı. Editör yazı bekliyor bir sayfalık alan boşalmış dedi. Bir sayfalık yer kadar yazdım ben de. Gönderdim.


Geçtiğimiz 3219 Senede Neler Oldu?

Efrahim Aslan “bilmiyorum… ama… neyse…” A. Kadir Gürdemir “bugün uzun bir hafta oldu.” Anonim I. Sırasıyla: alkole, sigaraya, esrar içmeye ve rüya görmeye başladım Elem isminde vir gül tanıdım Ama artık çıkmıyor son model cep telefonlarıma

Sursumcorda!

-Oldu işte bir şeyler…

II. Alemdağ’da yürürken bir şarkı duydum İçinde sazlar gezende; bendirler vardı ve ney Neydi bir türlü hatırlayamıyorum

Nuncestbibendum!

-Ne bileyim aman…

III. Allah’ın İsa diye bir oğlu oldu Ve fakat İsa çok yaramazdı Bu durum hepimizi çok gerdi

Sic transit gloriamundi!

IV. Quo vadis?

-Evet, aynen böyle oldu…


Kelebek

Müntekim Gıcırhanım

Güneş doğar ve batar. Bu rutin bir şeydir ve evrendeki her insan için aynı şekildedir. İkisinin arası ise bazılarımız için kafa karıştırıcı olabiliyor. Hepimiz aynı yere baksak da gördüklerimiz hiç bir olmayacak. Kız için sıradan bir gündü. Her zamanki gibi okuluna gidip yatay, dikey ara sıra çapraz çizgiler çizecekti. Sınıfla birlikte aileyi sevmek, temizlik ve Atatürk temalı şarkılar söylenecekti tıpkı son 5 senedir yaptıkları gibi. Teneffüsler biraz sıkıntılıydı; diğer sınıfların garip bakışlarını sindirmek bazen zor olabiliyordu. Zamanında diğer çocuklardan farkını öğretmenine sormuşluğu da vardı ama buruk bir gülümsemeden öte cevap edinememişti. Bu meseleyi çok kafaya takmamaya karar verdi. Gün bitip okul çıkışında babasının onu almasını beklerken birkaç ay önceki doğum gününde annesinin aldığı bebekle oynamanın sabırsızlığı içindeydi. Yani cici babasının. Öz babasının nerede olduğunu hiç soramamıştı annesine. Kaç yaşına basmıştı? Hah, on dört. On dört olduğuna göre büyümüş sayılabilirdi. Ve büyük kızlar annelerine onları üzecek sorular sormazlar. Eve döndüklerinde babasının arkadaşlarını gördü çay içerlerken, sevimli olduğunu düşündüğü bir yüz takınıp teker teker hoş geldiniz deyip adlarını sordu. Bir tanesinin adı ‘Bürke’ydi ve bu isim kulağa biraz garip geliyordu gerçekten. Kadının gözlerine gözlerini anlamsızca dikerek daha önce bu ismi duyup duymadığını düşünüyordu ki, babası onu kolundan kavrayıp bir odaya fırlatıp attı, çelimsiz bedeni yatağa doğru savruldu. Kızın yüreğinden bir parça savruldu, havada zerreciklerine ayrıldı. Her zerre yeraltında Lucifer’in köpeklerine yem oldu. Aynı sıralarda kilometrelerce uzakta sevgisizlikten öldü. Rüzgarla savruldu. Kapıyı üzerine kilitlemeden hemen önce ‚Rezil ettin beni yine gerizekalı!‛ diye bağırdı. Rezil edecek ne yapmıştı? Amacı kimseyi rezil etmek değildi ki, sadece biraz sevgiyle yüreğini sıcak tutmaktı. Çünkü bunu herkes bilirdi; sevgisizlik yüreği soğutur, soğutur, buz gibi bir kalp eşliğinde acılı bir ölüm getirir. Ken disine neden kızıldığını hala anlamamıştı ama kolu acıyordu, kalbi de. Ağlamaya başladı, çok geçmeden annesi girdi içeri. En sevdiği bakışını takınıp yanına oturdu. Korkusu geçti, kendisini annesinin kollarına bıraktı. Nerden bilebilirdi ki birazdan hayatını değiştirecek gerçeği öğreneceğini? Annesi odadan çıktığında bütün hayatı değişmişti. Onun farklı olmasının, diğer sınıflardaki çocukların ona garip bakmasının sebebi karnında bir tırtıl olmasıydı! O tırtıl büyüyecek, kelebek olacaktı. Yalnız bir kural var, ağlamak yok. Ağlarsa tırtılı kelebek olamadan karnında boğulup ölebilir çünkü. Bir de bunu kimseye söylememeliydi, bu çok ama çok büyük bir sırdı. Değişen hayatının verdiği coşkuyla oturup onlarca kelebek resmi çizdi kız. Hepsini teker teker inceleyip kelebeğinin hangisine benzeyeceğini düşündü uzun uzun. Tahmin yürütmek oldukça zordu, karar veremeyince hepsini yatağının tam karşısındaki duvara yapıştırdı. Yorgunlukla uyuyakalırken kalbinde bir çiçek açtı mutluluktan. Çiçek, uzatıp köklerini bir cesedin kalbine, hayat üfledi. Kelebeği çok seviyordu. Sonraki birkaç hafta oldukça hızlı geçti. Ona garip bakan çocuklara hiç aldırış etmedi, hatta onların bir kelebekleri olamayacağını düşünüp üzüldü içten içe. Bir de bu ara babası pek ilgilenmiyordu onunla, bazen


okul çıkışında almayı unutuyordu hatta ama işleri çoktu herhalde. Bunu çok kafaya takmadı. Bir sabah okula giderken yerde ölü bir martı gördü. O martıyla beraber kızın içinden bir parça da öldü. Eğilip bembeyaz kanatlarını okşadı martının. Bir damla gözyaşı döktü onun arkasından. O damla gökyüzünde bir bulutun arkasında buharlaştı. Tam da o saniyelerde Afrika’da bir çocuk karnı tok ve mutlu uykuya daldı. Kelebeğin ölmemesi için kendini tuttu kız, ağlamadı martının arkasından daha fazla. Sınıftan arkadaşları son zamanlardaki neşesinin sebebini soruyorlardı ona hep. Söylemedikçe keyfi daha da yerine geliyor, heyecanı katlanıyordu. Acaba kelebeği ne kadar büyümüştü? Belki kanatları bile çıkmıştı! Çok seviyordu kelebeğini.Akşam eve gittiğinde yemeğini yiyip uyumak için odasına çekildi. Annesi o gün mesaiye kaldığı için babası yatıracaktı bu gece onu. Uzun zamandır pek vakit geçiremiyorlardı zaten, ne güzel olmuştu. Odanın kapısı aralandı, baba hafifçe gülerek içeri doğru ilk adımını attı. Adımını atmasıyla bir martı sürüsünün çığlık çığlığa pencerenin önünden geçmesi bir oldu. Baba eğilip kızın hizasına gelerek ona ‘yatmadan önce bir oyun oynamak isteyip istemediğini’ sordu. Oldukça heves uyandırıcı bir teklifti. Baba ekledi, ‚Ama bu oyun aramızda bir sır olarak kalacak.‛ Vay canına, artık tam iki sırrı olacaktı! Kimin iki sırrı vardır ki? Eminim, sınıftan kimsenin benim kadar çok sırrı yoktur, diye düşündü. Baba doğruldu, yatağa uzandı. Kızın içinden bir et parçası kopardı ve toparlanıp odayı terk etti. Et parçası yeraltı tünellerinin birinde kuduz bir köpeğin boğazına takıldı. Hayvanın ölürken ağzından saçtığı köpükler hızla göğe ulaştılar bulut olup. Zehir dolu yağmurlar yağdı tüm insanlığın üstüne; kadınlar öldü. Kızın canı yandı, ölüm gibi bir şeydi ama daha uzundu sanki. Ağlayamadı. Kelebeği çok seviyordu. Bu oyundan kimseye bahsetmedi, kendisine bile. Sır, sırdı sonuçta. Artık kelebeğin gelmesine çok az kalmıştı, hissedebiliyordu bunu. Doğum günü de iki gün sonraydı, belki kelebek sürpriz yapıp o gün gelirdi! Bunu düşünmek elinin ayağının birbirine dolaşmasına yetti. Vay canına, bu aldığı en mükemmel doğum günü hediyesi olabilirdi doğrusu. Sayılı gün öyle böyle geçti bir şekilde. Malum sabah olduğunda annenin doğum günü hatırlayacak da kutlayacak da pek hali yoktu sanki. Biraz da yorgun görünüyordu. Akşama sürpriz yapıp pastamı kesecekler demek ki, dedi içinden. Unutmuş olamazlardı çünkü bu zamana kadar hiç unutmamışlardı. Tüm mutluluğuyla okuluna gitti bu sebepten. Bunu gören bir peri kızı kanatlarından astı kendini bol izmaritli bir evin balkonunda. Zamanla çürüyen bedeni örümceklere akşam yemeği oldu. Akşamki sürpriz için birkaç arkadaşını eve çağırdı, bu arkadaşlarıyla kutlayacağı ilk doğum günü olacaktı. Akşamı zor etti ama okul çıkışında kimsenin onu beklemediğini gördü. Hazırlık yapıyorlardı herhalde, arkadaşlarını toplayıp evin yolunu tuttu. Evin kapısı açıktı, hep beraber içeri girdiler. O anda bir patlama sesi duyuldu. Bu kadar yüksek bir patlama sesi ancak devasa bir balondan gelirdi, başka neyden gelecekti ki! Koşar adım girdi salona, balon yoktu. Annesini buldu yerde, biraz kırmızı bir biçimde. Baba önünden geçip telaşlı adımlarla çıktı evden, elinde siyah, soğuk bir şeyle. Eğilip annesiyle konuşmaya çalıştı ama cevap veren olmadı. Donakalmış çocukların içinden bir tanesi ileri geldi, ‚Annen ölmüş senin, benim de bir kere dedem ölmüştü oradan biliyorum.‛ Kız okşadı saçlarını annesinin. Kopan bir saç teli insanlığın boynuna dolandı. Mutsuz nesiller doğdu. Öptü, anne kokusunu içine çekti son kez. Ağlayamadı. Ne yapacağını bilmez bir şekilde balkona çıktı, nefesi daralmıştı. Midesi de mi bulanmaya başlamıştı sanki ne? Olamaz, kelebek geliyordu; emindi bu kez. O esnada mavi kıyafetli bazı adamlar girdiler içeri, ona doğru koştular. Babasının evden hızla çıkarken elinde tuttuğu siyah şeyden vardı hepsinin elinde. Adamların kötü olduğunu anladı kız, balkondan atladı kurtulmak için. Yere doğru süzülürken bir avuç çirkin toprak solucanı kustu. Kelebek yoktu, ama bunu için üzülmeye vakti de yoktu. Kız öldü, martı gibi. ‚Bir sigara yak.‛ dedi Küçük Prens.


Varyasyon

Raksına Nail

Bahsetmiştim, yalnızlıkların nasıl Kahve koktuğundan İki buçuk dizeyle anlatmıştım ben Denize çıkan o yalnız sokağı. Bayım, siz hiç o sokakta yürüyüp Bir yalnızlık kahvesi içtiniz mi? Zira içseydiniz siz de bilirdiniz Güzel şeylerin nasıl da ucuz Ve nasıl da cesarete muhtaç olduğunu Yüreklilik seslenir kimi güzelliklere Kimileriyse şahsına münhasır Onlar bize benzerler işte Olmayan bir bizde bulurlar ümitsiz benzerliklerini, Aradaki yedi farkı ararcasına Yahut ümitsiz ümitlerini. Bayım, bilir misiniz nasıldır Kimi dizelerin ağırlığı Geniş omuzlarınızla taşıyamayacağınız kadardır Hayır, edebi bir ağırlıktan Ya da metaforlardan bahsetmiyorum Kimi sözlerin sizde yaratmasını dilediğim Ve bu yüzden dile getirmediğim O ağırlıktan söz ediyorum. Şimdi siz kahve kokuyorsunuz, Bir dakika dahi tereddüt etmeden Sizi dinliyorum ben de, Asla bana söylemediğiniz kelimeleri.

Yağmur Montenegro

- bu şiir tüm mustafa keser hayranlarına adanmıştır Odamın dağınıklığına ortak ol istiyorum Aheste Bir şiir nasıl kollektiflik kazanır? Kuytu Yedi cihanın bin türlü alfabesi İsmin kadar yakışmadı dudaklarımın oluklarına hiç bir " Visibilia ex del Niobestia " Giriftar Düşsel izlek,düşsen izlesem. Sen bütün çocuksuluğumun güvercinlerini ellerinle besledin İsabet İlkel içgüdülerle sana toplumsal yönelişim Sanadır eğilimlerin en kıvrağı Bir rastlantısal, ateş keşfi gibi İnceden piç ettik geçmişimizi Pragmatik delikanlılar Hayyam okur. Yaban Birbirimize iyi ve çiçekli patikalardan geliyoruz,bilirsin. Dionyssosvari bir endamla kapına geldim Bir elimde şarap diğer elimden dökülen beyaz leblebiler Aç kapıyı değirmenci post modern Quijote geldi Sıradışı Gark olduk lebine. Uçan arabalar daha neler? Ruhumun danteli vesaire ve Fecaat Sonumuz? Pardon da serimiz, düğümümüz? İbad et ey peri Haykırışlarına hamak İniltilerine hamal olsun göğsüm Terzisinden hak sesi Bağrının coşkun ve dinginleştiren kokusu Neyse işte falanına fıstık. En güzel kelime sevişmek bence, Kökü sevgi bir kere.

Çetrefil Levender


Kalbim Bir Sokak Çalgıcısı Şimdi Kalbim bir sokak çalgıcısı şimdi Cadde cadde, sokak sokak seni anan Şehir şehir seni gezen Hüzünle seni giyen bir meczup.. Kaç şiire mucizedir şimdi adın! Kaç yıldız bakışınla yer edinir gökyüzünde Hatırla beni! Sert duvarlarını aşındıran kadınım ben! Hatırla beni! Kışına cemre gibi düşen kadınım ben! Hatırla beni mucizeler yaratan Sevgili! Başını türlü belalara sokan kadınım ben Hatırla beni, şiirlere meftun Adam! Gururla yıkanan yağmurlarında, sağanak sağanak ıslanan kadınım ben Hatırla beni! Bastığın kaldırımları darağacı yapan kadınım ben.

Kübranur Söğüt

Bariz öyle bir şiir yazmak istedim ki dar yaşlı sokaklarından yükselip şehrin titretebilsin karlı doruklarını dağların ve çığlar büyütebilsin duyan engin yüreklerde öyle bir mevsimde yaşadım ki gençliğimi bir aşk bir ömrü mahvetmeye yeterdi ve öyle toy bir çağımda bilgeleştim ki kavradığım şeyler bana ağır geldi

Enes Kurnaz


Sağanak Yağmurda Eylül Belası Suhan Lalettayin I.

III.

Sakat’ın götünü elledikleri bardan yazıyorum.

Gece’nin rezillik çıkarıp gecemize sıçtığıbardan yazıyorum.

Dövmüşler seni, dövülürken yanında olmalıydım. Kimseyi takip etmemenin uygar Allah tripleri sayıldığı bu yüzyılda, girdiğim eskort rolünde Kasımpaşa’dan ayaklarını okuyorum Bir Şey olmak istiyorsun. Yıkılışını da görmeli devran, sen bu dünyaya Bir Şey olmak için geldin kasketin kapanık önünde Kafamı çarpıyorum mermere * Ritalin’i serbest bırak #Yatır üzerinde tepişilen düğün# Bitiyor ardın atayor da tutamayorum, kinin antremi yoruyor Enerji vermeye hazır & nazır gıdalarım #Yangınlarından habersiz bir orman# Hazırım. II.

Ayı’nın belasını derince bulduğu bardan yazıyorum. Üzerimden kalkacağını düşündüğüm yükün altında ezilmiş halde havaya sıktığım kurşun bedenime isabet etmiş her halde. Reddediliyorum; haklısın.haksın. Üçüncü sarı sayfalar, iradem yağmura kiralıktır. Almanya’dan sırıl oğlum gelecek sabah kahvaltısında deşileceğiz çünküsıklam ucuza veriyorlar onu. Çekmeğe bıçağa saksafon sanki sidik sarısı gece; Annem de beni böyle şerefsizin teki olayım diye doğurmadıydı zaten.

Önce sen vardın, sonra altın dağlar ve Alman denizkızları (yalan söylüyorum onlar yoktu) yosunlarla kamufle bir taş –Neyden saklanıyor? Ölü balığın derisinde kırılan ışıktan alınma estetik haz (ayağımla kaldırıyordum kumları) hayatta kalma içgüdüsüdür. Perdeleri kapayınca, saat hep aynı. Oysa çamur akıtan iki musluğun birbirini temizleyemeyeceği hakkında konuştuğumuzu hatırlıyorum olan fayanslara oluyor Bathroom sex bir milliyetçi düşüdür hadi itiraf et bugün gereksiz komiğim komik yüzüm Milliyetçiliksiz*** Vicdan, yastığımla başım arasında gerilmiş dikenden tente zehirleyebilir Yoktur sana haybeden 7 yıl bağışlayabilecek bir aplikasyon Kitaplar ki yazmayacak bizi Şansın da sana küsecek yakında DNA’mı beyazlatmalısın Beklemeyin – ! Haber de ölü ulak da


IV.

V.

Gecenin köründe güneş gözlüklerimizi çıkarmadan oturursak kimsenin bizi tanıyamayacağına inandığımız dört bir yanı tasarım faciası bardan yazıyorum.

Mevsim bilgim halen zayıf, yapraklarını erken döken bardan yazıyorum.

Zedeliyici aşklar kuvay-i milliyeyi andırır sevmegilim, tehlike anında birden ortaya sonrasında raydan çıkarlar. -Bak mesela Burak abi edebiyatla ilgilenmiyor çünkü ona çok saçma geliyormuş. Sizin yazdıklarınızın hepsi belirli ruh hastalıklarını barındırıyor ve o bunların hepsini anlayabilecek kadar bilgili, müthiş bir adam. Neden yazdıklarınızı okuyup duygulansın ki?

- Sokayım Burak abine. El havlusu, kurulan. Soğuk bira, iyi gelir. Gelir mi? Gelir. Sırılsıklam ve yusyuvarlak, Bir daha gelmeyeceğim.

Yazıyorum, okuma Ne güzeldi elin Senindi.

G üz veelin

Bilemezdi kimse sen ki – Neyden saklandığı bilinmeyen, dünyanın yanımda uyurken düz olduğunu anlatmayı. Yeniden tanışmayı bilindik adlarımızla Al benden de bir üzeri noktalı u, sakla cebinde yıllansın. Ultraviyole nazar, yaz bunu burulunca gülersin , yaz bunu Eylül değildi hataydı …oysa biliyordum da söylemiyordum. Açılmayın – ! Doktor da değilim yara da Adem’den karaya kızıl Havva’ya çıkıyorsun sudan yine balık kalıyor Yakala son vapuru Evdeki hesap hiçbir yere uymaz artık.


Maltepe

Yalım Aydın ''abiler selamın aleyküm'' selamımı verip kaleağzı merkez kahvehanesinin en büyük kumarbazı olduğunu sonradan öğrendiğim fethi'nin yanına oturdum. yirmi yedi yaşında, orta boylu ve kilolu sayılamayacak biriydi. pek tekinsiz biri gibi gözükmüyordu. mütemadiyen işsiz olmasına, aylak gezmesine rağmen namazlara gitmez, ama ramazan ayında orucu hiç sektirmezdi. ona göre ibadet, manevi olarak rahat ettirmeliymiş kişiyi. felsefesi vardı. büyük kumarbazmış. saygı duyardım. fethi beş yıl önce evlenmiş. mahallelinin sacide ana olarak bilip sevdiği bir kadının ortanca kızıyla. sacide ana fethi'nin bir kumarbaz olduğunu bile bile vermişti kızını. neden vermişti? bir insan, hayatta tek meziyeti altılı ganyanı ilk ayaktan yatırmak olan hırbonun tekine kızını neden verirdi? hele dul ve kocasını da kumar masasında vurulma suretiyle kaybetmiş seksen yaşında bir kadınsa. fethi ise kendinden son derece emindi. ulan bana kız mı yok kodumun memleketinde diye dönüp duruyordu etrafta, evlenesiye kadar. mahalle genelevine gelen gidenleri izlerdi, genelevi tam cepheden gören izbe konutundan. şimdi beş yıldır aynı izbe konutta, karısı asuman ile yaşıyorlardı. asuman çalışmazdı. beni de bir akşam tanıştırmıştı asuman ile. okey masasında fethi'nin yancılığını yaptığım bir akşamdı. ertesinde eve birlikte dönüp iki duble sek vurmuştuk. karısı çok iyi biriydi. saygı duyardım. annesini de sevmiştim. sonuçta kaldığım pansiyonun kiracısı oymuş. dolaylı yoldan annesi de beni severdi. gerçi hiç tanışıklığımız da yoktu. bir gün bir mahalle düğününde aynı masada oturduk sacide ana ile. ben üniversite son sınıftayım o yıl. ana bana dönüp, oğlum hiç uğrar mısın buralara deyip fethi'nin evini gösterdi. daha doğrusu asıl hedefi orası değildi ama kastettiği yeri anlamıştım. üniversite sonda ve sakallı, gözlüklü bir imaj için zeki öngörülmem oldukça doğaldı. ama en az bu du


rumun doğallığı kadar sıradışı olan bir şey de şudur ki, kaleağzı mahallesi'nin yarısı sacide ana'nınmış. fethi ile rakı içtiğimiz başka bir akşam, asuman abla'nın hüngür hüngür ağlamasının nedeninin efkar basması değil de annesinin vefatı olduğunu öğrendiğimiz aynı gün. üzülmüştü. üzülmüştük. fethi bir maltepe yaktı, asuman ablaya uzattı. bugüne kadar hiç sigara içtiğini görmediğim asuman abla, bir hayat kadını çekiciliğiyle içiyordu sigarasını. etkilenmemek elde değildi. uzunca bir süre ona bakakalmıştım. üçüncü dubleden sonra yamulan fethi'yi yatağa taşıdıktan sonra salona geldiğimde asuman abla ikinci paketi açmaya uğraşıyordu. telaşlıydı. elleri titriyordu. sol fraksiyondan olmamın girişkenliği ve kadınlara nasıl davranılacağının manifestosunu yazarak pratiğe uygulayışım sayesinde ona tam beklediği davranışı sergiledim. etkilendiğini düşündüm sonra. yirmi bir yaşında, sakallı ve siyah kemik gözlüklüydüm. üniversite okuyordum. kocası lise mezunu hırbonun biriydi. annesinin sahibi olduğu genelevin en büyük müdavimiydi beş altı yıl öncesine kadar. ben ise bir kez bile girmemiştim. o gece olaysız atlatıldı. genelev baskın yedi mühürlendi, o geceden sonra. sacide ana'nın geleceğin muhabbet tellalı olarak gösterdiği refik geçmişti bu hüzün ve zevk evinin kasasına. kolonya tutuyordu itinoğlu, milyonluk adamlara saati doksan liradan sattığı kızlara üstelik. acı dolu gülümsemeleriyle şehvetten uzaktılar. samimiyetsiz gülüşleriyle samimiyetten uzaktı refik, adının anlamı arkadaş demek olsa da hayatında arkadaşı olmamıştı. arkadaş gözüyle bakan kadınların hepsiyle cinsel münasebete girip, paralarını vermezdi. sarı ahmet, kraliçe nahide lakaplı bir travestiye vurulup, onu genelevden almak isteyene dek sürdü bu hegemonyası. bir devlet değildi refik, sevilmezdi devletler burada. devletler, işgal olununca yıkılırdı hem, refik tek kurşunla yıkılıvermişti. sarı ahmet vurdu refik'i. genelev binasını kentsel dönüşüme verdi sonra belediye. sonraki yıl da fethi abi o çok sevdiği maltepe'den öldü. günde dört paket içiyordu, o zaman maltepe'nin üç buçuk olduğu zamanlar. bazen dolu da içerdi fethi. ciğerleri yerine bisiklet zincirini temizlediğimiz süngeri koysak fark edilmezdi. ikisi de aynı işlevsizliğe sahiptiler. pamuğu tıkayan imama yirmi lira vermiştik, hatırlıyorum. cenazesini hipodromun arkasındaki parka gömdüydük, illegal yollardan. ben mezuniyetimi verirken de asuman abla ile aynı evde kalmaya başladık. sonra evlendim onunla. ölen kocasının hatırasına hala maltepe içer. hala aynı çekiciliğinde. hayat kadını çekiciliği. ve artık genelevsiz bir mahalleyiz. sokakları kan kokmayan. sokaklarında üçlü sarılmayan ve çocukların topa gerinerek vurmaya yeltenip dizlerini kanatmadığı. yedi kez mühürlenen eski genelevi binasının yerine sosyal güvenlik kurumu açılan. mahallenin gülü'nün, eski genelev patroniçesinin kocası olduğum bu mahallede. kaleağzı derler.


calluna vulgaris Mislina Bursal kendimi istenmeyen bir süpürge gibi hissediyorum. salkım saçak her yanım. depoya yollanmış atılacağım günü bekliyorum. sapsarı olmuş hislerim. solmuş, yok olmuş yok ettiklerimle. ya ben bir böceği canlıyken öldürmüşüm de, Fazla hayvan sever biri bakmamış gibi bir daha yüzüme. ben bir süpürgeyim, çok şey beklenmez ki benden. böcek de öldürebilirim, bir çocuğu da korkutabilirim. ben yaramazlıklara verilen ruhsuz, vicdansız bir tepkiyim. metrekarelerce mutsuzluklarınız varsa, Benden onları maziye yollamamı beklemeyin. zaten hiç çocuk olmamış kadar kötüydünüz, Ve hiç aşık olmamış kadar yarım. Issız bir deponun soğuk fayanslarında kaldı bildiğim bütün dualar. Anılarım vardı bir bahar temizliği sonrası, Tanrım bilmezdi dualarımın dilini, Ben de onu hep anılarda aradım. Başkalarına yazılmış şiirlerde aradığınız geçmiş, Pek de geçmemişti galiba, Balkonu temizlemekte bulunan "pek gerçekçi çözümlerde" hep oradaydım. görmek yaşamak kadar acı çektirebilir insana, Konu aşk olunca. Ne bekliyorsunuz ki benden, Karşı dairenin süpürgesine kapılıp şiir yazmamı mı? Kendinizi kandırmayın, Benim bir yanım çocuğu kaybolmuş bir anne kadar yarım. Söyleyecek daha fazla şey de yokken, ben yalnızca, istenmeyen bir süpürgeyim. Benden birini sevmemi, Hele bir de sevilmemi beklemeyin.


Biz ki Dünyada mıyız? Şevval Şirin Gelip geçici baharlarımı, zarif yenilgilerimi ve sürekli yazıp da bir türlü gönderemediğim mektuplarımı burada; bu koyu yapraklı asırlık zeytin ağacının dibinde kül ediyorum. Alaca dumanlara bürünüyor göğüm. İyi bak yıldızlarıma, onları bir daha göremeyebilirsin. Başını göğe kaldırıp da yalvarmamak; aydan, güneşten, yıldızdan medet ummak… Bu sadece ölümlüler içindir. Biz ki dünyada mıyız? Nedir gecenin kör vaktinde düşümden alıkoyan beni? Nasıl olur ölüm varken içimiz yemyeşil? Kim tutuyor elimizi, kim itiyor bizi cehennem kuyusuna? Hangi yasak meyvenin tadı bu damağımda? Bana yazacak cümle bırakmayan Cahit’e, öbür yarısını özleyen yırtık fotoğrafa ve evde uyuyor sandığım gece kuyuya düşen Yusuf’a kırgınım. Ayaklarım toprağa basarken bir türkü söylüyorum. Hangi mevsimde olduğumu bilmiyorken rüzgarın bile esmediği bu sessiz geceden sağ çıkmamam gerek. Benim bundan başka duygum yok. Cam kenarında uyu bu gece. Yangını yüreğine, soğuğu iliğine yerleştir. Ben büyürken de yanımdaydın sen, büyümekten usandığımda da. Gözlerini aç sabahın sekizinde. Biliyorsun benim senden başka sığınağım yok. Bu dünyada doyarak kalktığım tek sofra senin yüreğin. Bir sokak ortasında bana doğrulttuğun silahtan çıkan kurşun daha havadayken öleceğim ben. Şimdi ne günah işlediysek yarı yarıya. O vakitten sonra yan yana olabildiğimiz tek yer defterime karaladığım birkaç devrik cümle olacak. Aşık olduğumu anladığımda domates doğruyordum evde, öyle alelade. Küçüktüm. Sende bambaşka bir yüzünü gördüm dünyanın. Unutmak benim gibiler için imkansız. Kirpiklerimin birbirine olan hasretini dindirmek için artık gözlerimi kapatıyorum. Sabaha beni özlemiş olarak uyanmanı diliyorum.

Ağlama Duvarının Yanında Soğan Doğruyorsun. Veysel Yılmaz Hadi çıkar at gözlüklerini, etrafına bak, kendini gör; sürekli haklı olma çabanı, mükemmelliğini, o hiçbir hata payı bulunmayan hayatını, asla memnuniyet duymayan o kusursuz beynini, kalp kırmaktan çekinmeyen o donmuş vicdanını... Çıkar o gözlüğü ki kozmosun içinde ki o keçi boku kadar bile olmayan kendinin farkına var. Küçük dağlarını yık, köpeklerden üstün olmadığını bil. Hadi çıkar at gözlüklerini, kendi egondan başka hiçbir şey göremediğin o at gözlüklerini... Bak herkes senin gibi dertlerini yarıştırıyor, herkesin bitmek bilmeyen sitemleri var, herkes arı kovanına çomak sokacak kadar işgüzar, kimse kimsenin son sigarasını almayacak kadar naif ama karşısındakinin güç bela kurduğu buluttan hayallerini yıkacak kadar sen gibi. Bak herkes edebiyat yapacak kadar Nazım Hikmet, ama bu edebiyat dedikleri şeyi satacak kadar Jet Fadıl. Normal değil mi bunların hepsi? Sen normal olma. Sevginin ve aşkın su kadar ucuzlaması gibi normal değil mi ? ... Değil. Sevgi ve aşk ucuz değil. Köpeklerden üstün olman normal değil, küçük dağların, edebiyatın, şarkıların, popülarite sevdan, kağıttan yapılmış evlerin, arabaların gerçek değil. Kapat gözlerini. Bak açınca o şizofreni ütopyanız gerçek değil. Hadi çıkar at gözlüklerini. Etrafına bak. Hadi çıkar at gözlüklerini.


Emrah Koymat


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.