Mevzular Derin Fanzin Sayı : 17

Page 1


çürümeye yüz tutmuş içinizi dolgun dudaklarla modifiye ölümsüzlük iksirleri, doğum günlerinden izole zoraki mutluluk aşıları, yasal uyuşturucu tüccarları, ve ortopedistler – omurgasız yaşayabilen bunca canlıya rağmen ve merkür’ün fevri oynaşlarına bel bağlamayı adet edinenler, ve tüketerek ürerken katiyen üretmeyenler, yazın sanatı ve türevi sanatların ekmeğini itinayla yiyegelenler, ve güvenli alanı terk etmeden olan biteni izleyenler, modern türk edebiyatının felaket tellalları batının iyi yanlarını 17.kez sizler için alıyor.

plan basit, ayıkılan dünya düzenine yeniden adapte insanlığı -

mevzularderinfanzin@gmail.com facebook.com/mdfanzin twitter.com/mevzularderinf instagram.com/mevzularderinfanzin mevzularderin.com


muhammed muhyiddin anis'e

taş atmak değildir gerçek vurulandır. duvarlardaki delik deşikleri birleştirsem kufî hatla adın çıkacak. o şarkının içindeki ışıkları birleştirsem. ayrılık öpücüğü isteğini reddetmesem. delirme çığlıklarını delirtme çığlıklarıyla karıştırmadan tutabilsem. adın çıkacak ağzımdan bilmeden o şarkının o uzaktaki aksini mem'in zin'i ilk gördüğü sokakta. [hani Am Açların üstünde ölmek de var aşırı doz.. İkiden fazla kıble.] bu bomboş dönen kalbime düşen aksin. bu senin uzzadaki sineği seyrin. bu senin saçlarına dalışım rüzgarda. yorulunca yere bırakılan değildir gerçek sokak ortasında.. vurulandır.


ölülerin evi yoktur ve takvim-kiraz-fatura yaprakları koparılmaz der ve sonra ekler; hiçliklerlevepiçliklerle bir hakikat- her bir düşünsel edimle, cesetler dünyasında uzun dilleri ve tırnakları ile varsayımsal şeytanları taş yağmuruna tutan melekler hanedanının samimiyeti ve paradoksal eylemi seni hangi zaman diliminde meşgul etti? I / Döl Sirkinde Eğlence Kuru, çorak ve bağnaz bir dere manzarasıdır görünen ve mekanik düşlerin yosunlarından süzülen ucuz-kırık bir aynadır -atari kollarıtelevizyon kumandaları- geleneksel sik vb. uzuvları yarışlarısinek arabası ve dumanında boğulan ses ve sevinç dalgalarıekonometrisinde gölgelenen kuklalar ve insanlar ve gelişmekte olan zihinsel-bedensel fonksiyonlarteknoloji ve geleneksel ademoğlu-havvakızı ağlama duvarı arasında sıkışmış benlik kavgaları aptallıktırçocukluktur ve anısında önünde eğilen kusursuz bir anıt-şen kahkahadır-geride kalmıştır. II / Pazar Günlerinde Kar Yağışları Zayıf ve kırılgan pencere camlarına vuran kar taneleri, amatör futbol maçlarına eşlik edecek beyaz bir günle birlikte açıyor gözlerini. Mutluluğun bireysel ve toplumsal tüm anlamlarından yoksun bir gerçekle karşılaştığında, anneler belirecek usunda,

ellerinde keseler-lifler-sabunköpükleri ve kökten kesilmiş tırnak dipleriyle ve dillerinde yakınma dolu sövgüler-kıçı kırık küfürlerşefkatli serzenişler eşliğinde kirlerinden arındıracak ruhunu ve bedenini. Televizyonda sıkıcı belgeseller ve kovboy filmleri babanın kalp ritimlerini düzene sokacak ve aralıksız yakılan sigaralar keyifli bir yanılsama ve ölümün huzur kokan varyasyonları olacak ve sen bu farkındalıktan hep yoksun kalacaksın. Yeni insanlar tanımayacak ve onları bir yaşam mülakatına sokmayacaksın. Biri hiç gelmeyecek olan tanrı misafirlerinin odası olmak üzere bu üç odalı evin çemberi dışına çıkamayacaksın. Eski ve tarih öncesi evrim teorisine ve din kahinlerine oldukça uzak doğanın tüm hücreleri ve kökenlerinin mistik yankılarını merak etmeyeceksin. Beslenme-barınma-giyinme bir gereksinim olmaktan çıkacak, göğün karanlığında şimşekler çatlayacak ve akağaçların gölgesinde parçalanmış hafızanla seni baş başa bırakacak. III/ Meşin Yuvarlak Kazan Ve Kepçeyi Kapma Sanatı (Mesir macunu kazanına düşen hz.oburiks’e gönderme yoktur, yapılamaz!) Her ne kadar, koltuk-saksı-pasaklıhalı-kedi sepeti-edebi ve ebedi dergi-buz patenikuşbakışı güncel seks pozisyon altlıklarında


mevcut değilse bile yalnızlık, ilk-okul-devlet tanışıklığında bulabiliriz onu. Amatör dağ çizimlerinde bizimle gururlanan ve zoraki bir oyalanmanın baş kahramanı olan üvey bir babadır ki tembellik hakkı-diş ağrısıdırmağaza sürtükleri ve sinekseverler derneğinin seçim sandığıdır. Oy pusulaları öznel bir bakış açısı ve demokratik emperyalizm çağrısıdır. Seçmenler adet adet çağrılır, insanlık bilincidir- hücrelerde yankılanır, anketler hazırlanır, koli paketleri bantlanır, padişahların e posta adreslerine yollanır ve saray balkonlarında konuşma metni hazırlanır. Toprağa değer ayakları ve aşağıdadır halk-aşağıdadır aşağılık olan, internet fenomenleri adayları ve (rica etsem ve mümkünse ve yalvarsam mı ne acaba- eşek sesi çıkarır mısınız?) Soru dağarcığı temalı umutlarıyla video emekçileri ve parlak hayallerindeki sayısal milyonları-milyarlarıbeğeni ve abone sayıları sayıklamaları hazırdır ve tekrarlanmaktadır. Tanrı-insandoğa üçgeni yaratılır. Yoktur sonuç, hiç olmaz ki zaten kaos!

IV/ Kurban Vs. Cellat İçin bir küçük kurgu oyunu yeterli olacaktır. V/ Kalp Odalarında İğne Delikleri Bir mikrop yuvası artık. VI / Vakitsiz Karmaşa; Gece Hayaletleri Ve Gölgeleri Yaşanmayacak artık şirin kentlerde yalnızlık ve yalınlık çelişkisinde hem çiçekli hem de gariptir böcekli- baharın öpüşleri. Bkz; iç hesaplaşmalar-yargıçlar-şairler-imge cümbüşleri-sanat ve kasap etiketleri-cansız mankenler-ekmek kırıntıları ve oyuncaklar müzesi-aşklarveorospulartarihçesi hiç var olmadı ve çürüyüş yanılgıları; gereksiz yaşam özverileri ve vatandaşlık sigortaları küçük ve büyük puntolarla yazıldı, yazılıyor yazılacak! açlıklar-savaşlar-sağlıklı besin kaynaklarıçözümleri-çözülüşleri-doğum ve ölüm mucizeleri-ne karşı yeter! doydum dedi doydum-ruh emici mürekkep biti.


VIII ölmeden önce elini tutmak istediğim son adam elimi yalnızca öleceğimi bildiğinde tutacak I

IX

bana su vermişti juli, bir çölün bir kaktüse su vermesi azımsanacak bir olay değildir

sırat köprüsünde sıra bana gelince köprüyü ateşe verecek canım kardeşim X

II juli, sonraki adımı tahmin etmeye çalıştığın ya mehteran ya ayyaşsa? III yorgunsun biliyorum, cenine dön IV onlarca adam dövüşüyor kafamda, ilk hangisi ölürse geceyi onun başında geçiriyorum V s i n e q u a n o n

duvarla yatağımın arasındaki tek kişilik yanal boşluk buzullarla kaplı XI tersten okuduğunda anlam kazanan güzellikler müfredatın kitaplarında yazmıyor juli XII gözlerim sana doğru daldı mı dalga dalga kurumaya başlıyor yüzmeyi öğrendiğim denizler XIII bir imzalık yer ayırdım sana belimin çukurunda gün gelir aynadan güzel yansırız (…sqn*) XIV

VI

kurtulamaz cenin insan olmaktan ve bir sabaha karşı yeşilay ilçe binasının arka sokağında sahipsiz kenevirler yetişir

allah rızası için dellen benimle

XV

VII

ağrıyor ölümümün kulunçları

biraz açık kalsa uyutmayan pencere sabahları güneşten evvel itlik doğuruyor yatağıma

XVI

seni cümle içinde kullanabilecek özveride değilim

eğilip kendimi dudaklarımdan öpüyorum.


01.09.1966 İçimde, akciğerlerimle midemin arasında, zincirlenmiş bir bilincim daha var. Bulunduğu yeri tespit etmem, varlığını keşfetmemden hemen sonra oldu. İlk defa o gün, ayın üçüncü gününde, eve geldiğimde farkına vardım. Ayna karşısında konuşurken göz göze geldiğimde farklı bir bakış açısı yakalamış gibiydi. Yüzüm gözüm kan içinde, içimde biriken bir öfke yavaş yavaş dinmekte, salgılanan hormonların yarısından çoğu terle beraber dışarı atılmakta ve ben kendime öğütler vermekteyim. Sol gözümün bıkkınlığından bu öğütlerin önceleri de tekrarlandığını anlıyorum ama kaç defa dedim ne olur gitme peşlerinden diye. Otur evinde, yanışlarını izle, al bak sana canlı cehennemi getirdim. Sen de bekçilerinden biri olma. Dipsiz kuyuların olduğu resimlere baktıkça etkileniyorsun. Seni anlıyorum, karşı koymak istiyor, kovalamak, linç etmek, tatmin olmak istiyorsun. Ama her şeye dokundurma ellerini, yara yaparsın. Bu sana son uyarım. Artık yüzünün her milimini hatırladığım, diyaloglarda tercih ettiği kelimeleri aklıma kazımış olduğum ama kesinlikle tanımadığım insanlara aklımda yer vermek istemiyorum ya da asla mevsimlerin sırasıyla yaşanmadığı yeraltı mekanlarının duvarlarına işeyerek isim yazmaya çalışmamı hatırladığım görüntüleri istemiyorum. Anladın mı, istemiyorum! Konuşmaktan asla vazgeçmeyişine hayranım, kelimeler dökülmekte dudak aralarından ama kendini kandırıyorsun yaralı. Gerçek olmadığıma inanmak istedin, başardın. Asıl zincirlere sen bağlısın. Aklın senin sınır kaldırıcın değil, sınır koyucun. Asla önüne geçemediğin bir güç seni daima arkasından sürüklüyor. Sen, zavallı gerçek, bunun farkında bile değilsin üstelik ipleri kendi elinde tuttuğunu sanıyorsun ama esaretini, bekaretin yapmış, anlamsız biçimde saklıyorsun. 02.09.1966 Asla birbirimizi dinlemeyeceğiz değil mi? Çünkü sadece senin için toprağa can verildi. Öyle değil mi? Yaktığın bu ev, öldürdüğün bunca insan, senin için bir anlam ifade etmiyor değil mi? Ha, doğru, ediyor. Temizleniyorsun. Bahanen bu, boktan, ilahi bir sebep gösteriyorsun bunca bedenin kellesine biçtiğin pay için. Suçu neydi lan bu çocukların peki! Suçu neydi söylesene orospu çocuğu, hepsinin oyuncak arabalarını teker teker aldın, tekerlerini soktun ağızlarına, tekerleri birleştiren çubukları aldın, gözlerine mil çektin lan çocukların! Seni içimde nasıl barındırıyorum, bu bana yapılmış en büyük ihanet mi acaba soruyorum tanrıya. Sonra da ailecek izledikleri televizyonu da alıp annelerinin kafasını parçaladığın geliyor aklıma. Diyorum ki bu bir ihanet değil ancak bir tutukluluktur. En son babalarını öldürmüşsün. Adamın yanan gözlerinin içine baka baka çocukları göstererek ‘’Çok da kale almayın, öldüler. Bilirsiniz, ölüler konuşamaz zaten.’’ demişsin. Adamı nasıl bıraktın hayret ediyorum. Ne geldi de aklına bıraktın


onu acaba. İsyan etmek boşuna mı, benim için üzülme mi hangisi lan hangisi söyle! Ne yapacağım, ne yapacağım… Söyle, bari onu söyle. O, benimle gurur duyuyor. Anlamanı beklemiyorum, fotoğraflarda ölümü gördüğünü bana itiraf ettiğinde, sen de benim durumumdaydın. Kendini kendine anlatıp, anlamaya çalışmaktan başka çaren yoktu. Sana bir yük değilim ben. Yüklerini azaltıyorum. Azaltmam söylenen biçimde azaltıyorum hepsi bu. Öldürülenler ki ben öldürmedim onları. Kendileri istedi, tercih etti bunu. Hepsi öfkeli, arsız, namus yoksunu ve kumarbaz insanlardı. Çocuklar da dahil. Sen duygu sömürüsü yapmayı adet edinmiş bir eziksin sadece. Hayatında ne bir idealin ne de inandığın efsanelerin var. Hiç bu ailenin yaşadığı köye gittin mi? Sana oradan biraz bahsedeyim, ettiğin küfürleri hala tasması açık şekilde gezdirebilecek misin bakalım? Köy, 200 Evler Köyü. İnsanların görünürde uğraşları sadece tarım. Perdeler indiğindeyse gerçekleri yaşamaya başlayan bir köy. Ailelerin kadınları, kadınları diyorum bak anneler değil sadece 15 yaşını geçmiş bütün kızlar da dahil, ev sıralarına ve saç renklerine göre fiyatlanır, genç erkeklerin kanlı tezgahlarında satışa sunulur, farklı genç ve yaşlı erkeklerin ya da kadınların fiyat yarışıyla da satılır. Bu zorunlu bir olay olmakla beraber aile içindeki birey sayısını her zaman aynı tutmakla koşullandırmış bir etkinliktir. Genç erkekler 15 yaşına basınca bir kurban keser, genelde 17 yaşındakiler tercih edilir, kesilen kişinin etlerini de tanıdıklara dağıtır kalan kısmı da genellikle üreme organları olur ve erkekler buraları iki yüz evin önünde döllemek zorundadır. Sana uydurma gibi geliyor değil mi? Ama hayır değil. Bu bir gelenek. Eli değnek tutan bir meclisin yazılı kuralları bunlar. Onları öldürmek bende ne bir vicdan ne de bir duygu hareketliliğine yol açtı. Aklımdan geçenler de tam olarak bunlardı. Şimdi bir daha düşün, ağzını da bozma yoksa sikerim o öneri davetlerini. 31/2.09.1966 Kendin dışında kimseye ayıracak vaktin yok. İnatçısın. Kendince hatalarımı kapamaya çalışıyorsun ancak senin ağın çok büyük kesiklerle dolu. Onları kapattığında yaptıkların birbirine uymaya başlayacaktır. Benim doğrularım ve yanlışlarım var. Kendi içimde tutarlı bir duruşum ve bu duruşu hareketlendiren mekanik bütün enerjilere sahibim. Seninse bir memur rutininde, akrep ile yelkovan arasına sıkışacak hiçbir ölü beden yok. Ölüleri geçtim, hiçbir gölge sızamaz senin zamanına. Birbirlerini, iyi yetiştirilmiş birer İngiliz atı gibi kovalayan akrep ile yelkovanın dürbünle izlenmeye değmeyecek kadar sıkıcı.


Bak, ben aldığım eğitim, bulunduğum çevre gereği işimi her zaman profesyonellikle yaptım. Duygularımı, kefen yaptığım üniformama sarıp, her gün mesaiye öyle başladım. –SİKTİR GİT, YALAN BAĞIMLISI- Bir daha ben konuşurken sözümü bölme. Çünkü gerçekten bölüyorsun, kaburgalarım acıyor. Her zaman sakinliğini koruyan, yaptıklarının arkasına yüzlerce kelimeden set çeken sen, şimdi ne oldu da öfkeni tutamadın. Yazık. Herr neyse, arama kurtarmada çalıştığım süreçte kurtarmam gerekenler bana söylendi ve ben onları kurtarmak için canımı, koli bantlarından yapı diken mühendislere teslim ettim. Hata dediğin, biz insanlar arasında parayla doğru orantılı. Maneviyata bağlı, vicdan yasalarını çiğnedikçe kazanırsın. Bu böyledir. O kıza üzülüyorsun çünkü senin varlığını biliyordu. Milyarda bir varlığını ikiye katlamıştı o kız. Bense onu o enkazın içinde bıraktım. Etraf resmen para kokuyordu lan! Kurtarılanların bankadaki varlıkları, senin varlığından daha gerçek ve milyarlarca kat daha fazla. O yüzden beni suçlamaya çalışma. Hem alevler içindeyken sen de rahatsızdın ben de. Beni geçtim seni o halde görmek şaşırtıcıydı. Her şey bir dakika sonrasına kadar sürdü, unutmuştum, öfkeliydim. -Sonbaharın enjekte edildiği vücudum, Akdeniz kokuyordu gözlerimle canavarı gördüğümde. Canavarın gözlerine baktım, kendimi gördüm. Aynanın kör noktasına denk geldiğimi fark ettiğimde çok geç değildi; sadece şeytan havuzunda üşümeye başlamıştım.15.09.1966 Camiinin yanında kitap satan adamı hatırlıyor musun, hani beyazlar içinde olan ama ensesi dövmeli, kel adam. Hah işte ondan aldığım son kitabın sayfalarının ortası yok. Tamam ikinci el, hani kopya çeken öğrenci yapmış diyeceğim ama kitap da kur-an. Koleksiyonuma yeni bir parça eklendi diye sevinirken çok kötü oldu bu. Adama gittim sordum. Ne lan bu diye. Adam baktı, güldü, cebinden peygamberlerin vesikalıklarını çıkardı, aralarına da tren biletlerini sıkıştırdı. Git dedi. Başka da bir söz yok. Sinirlendim sana mı soracağım lan dedim hemen müdahale etti yandaş kahveden adamlar. Peygamberlerden ortadakini, eğer seni görmüş, sana çok benzetirdim. Kitabın arasına yerleştirmek için tekrar açınca, keskin bir barut kokusu geldi burnuma. Yakından bakınca kesiklere, buralara önce yanıcı bir şeyler doldurulmuş sonra da boşaltılmış olduğunu anladım. Anladım anlamasına da neden sonuç ilkesi yetersiz kaldı. Ta ki polis kontrolüne kadar. Mahallede yangın çıkmış. Her yer yanmış, başlamasına sebep olan şey de tüfek barutlarıymış. Elinde kur-an, kapalı bir kadın, yürürken tüm mahallede gezdirmiş barutu. Sonra da ateşe vermiş yüz yıllık mahalleyi. Beni durdurmalarının sebebi de bu kitapmış. Yemin ederim ben yapmadım, şahidim de şuradaki yandaş kahve. İnatçılığına saflığı da ekleyelim. Bu devirde hayalet olmak ayıplanmıyor. Susmak, konuşmamak, sorulara cevap vermemek ayıplanıyor. Özellikle kadınsan. Beni bunca zamandır misafirin olarak kabul ettin. Başka sıyrık birisini de bulamadım açıkçası. O kız hariç. Ama sen ondan da sıyrık çıktın. Olsun, bir önemi artık yok. Biliyor musun, sıyrıkların en güzel yanları imkansız şeylere de olağan yaklaşmaları, Tarhan gibi onlar da hayal güçlerine bir sınır koymuyor ve onun kölesi oluyorlar. Seni durduran polislerin yüzüne bakmadın. Baksaydın ortanca peygamberi görürdün. Hepsinin suratında. Asık suratlar canını yakar öyle değil mi? Yazık. Diğer fotoğraflara bakmamana ne demeli. Herkes zaten piç olduğunu biliyor, bunu kabullenmeyen sadece sensin. Ona da o kadar inanmıyorsun ki diğer fotoğraflarda babanın güldüğü tek vesikalığını bile fark etmedin. Şimdi senin devrin bitmekte, aleve verilen bu şehirde taarruzun sonuna geldik. Artık her toprakta tanıdık bir silüetin görüntüsü var. Mezarında çiçekler, masum bir cinayetin tanıkları.


“havada asılı kalmış yine iki parça yas ve soluğum tam sönecekken yine bollaştım”

bir parça esinti bir parça ufukta iç içe geçmiş puslu hava ile çok su çok su ıslak kayalardan yuvarlananlar karanlık suda küçücük sallanırken teslim oluveriş rahatlığı esinti; eşlik eder bir kahve daha üçüncü sigarama zincirleme yakılmış dahası muhtemel olan dahası uykusuz karlı gecede kendinle yorgun sohbetler asılan karın boşluğuma yırtık bir yasa gözyaşım bir dikiş olsa köpeklerin başını her sabah okşayan pus söylememiş miydim şahlandığımı dizelerde hava neden böyle yapıyorsun

ne bu paldır küldür yılların istediği bir güreş vaktini hazırladı bana vasıtalar seyrettiğim kadınlar üşüyen kulaklarım buğulu gözlerimiz boğaza bakan bir parça nefreti daha doldur cephe değil kaldırım yoldaşım yüzü tütün ve çamur kokan hüznü kayıp yürüyüşler delikanlılık mı hayır kıvraklığını zihnin tart ahkam kes bana ahkam kes hafızamın ıslak yırtıklarını itele ağaç diplerine dinleme gece vakti kahırları ahşap döşemelerin tozunda taksilerin lambalarında yoğunlaşan, yorgunlaşan çileli boğuculuğa bir sarhoş şarkısı tuttur aşık ol ve ağla gülümseyen ilkyaz akşamlarından en kızıl bir akşam seç varlığın kabuğu kat kat açılırken kahkahalarda


İşitmek istersen, Anarşist kasideyi, Kesilmiş çığlığa bak. Uyanmaktasın epilepsiyle Bonservisine yaşamın. İter seni kimyasal abdeste, Juliet'in teması. Bipolar tekmeler yerken, Ölümsüz maktulden, Azar, nefrete yoksunluğun. Telepatik ünlersin, intiharını

O söyledi ben yazdım. Yazdıklarım bazı şeylere benzedi…

“Düş”üm, kalemimden kırılgan.. Savrulurum, tut başaklarımdan… Yaşamaksa seni… Üzüm tanesi gibi.. Yalnız, Yasak, Suç… Bir başıma…

erkek kardeşim benim, abin gladyatör oldu söyle babama. annemin ördüğü miğferlerden getirsin, bekliyorum ellerimde, beyaz dişli aslanın kanı gitmeden colosseum’un arka kapısında

Yak kırmızıyı ezgi, çağrıştıralım cinsel içerikler! güzel bir barakadan mezun oldum, ilet herkese Misal: aramızdan bazıları barbar oldu. öldürdüm. Sol; Remzi Abi’nin direkleri babama katil olduğumu söyleme Sağ; Ömer’in kısa bir aşk sonrası ölmemiş olması Ortadirek; hoca bir o yana bir bu yana geçiyor Göremiyor sahneyi yekpare -akdeniz’e indim. italyancam da fena değil bilesin. Kaftan seçtimdi mübiye, kazak işiymiş herkese haber edesin. Dada okuyor hakim, hain bir çinliye çalışırken abim italyanca yazıyor, italyanca ağlıyor.Rumca peynirler yiyen bir fareyi özlüyor inzal edilen ben kılıcımı ahlarımla bilerken, Uyuklayarak sandalyeler üzerinde yüzümü de demir maskeyle gizlerken Çitin üzerinden atlayan, taht diyip tutturuyor Stop jump shot, arslan, tekken ve rukşat -kaç ölü tanır ki katiliniZırh istiyor savaşmaya ve hiç konuşmazken… Anadolu’dan bu yana kızlar bağrışıyor: baba-dulu, baba-dulu! ve hiç konuşmazken Yerkin dostun keyifsiz görünüyor öldürdüm kendimi bir biraya ne dersin?


DOSTLUK 65 yaşından aldığı yirminci günün akşamında ayaklarının onu en kadim dostuna götürmesinin tesadüfî bir yanı yoktu. Ortaokulda aynı tebeşir tozu marifetiyle okuldan kaçmış, lisede aynı kıza aşık olmuş; içerisi her zaman talaş kokan ama her daim taze çay içebildikleri ak sakallı filozof abileri Fırat’ın tımarhanesinde beraber vakit geçirmişlerdi. Bir araya geldiklerinde çoğu zaman siyaset, felsefe, biraz da özel hayatlarındaki beceriksizliklerinden konuşurlardı. Kemal; çoklarına göre kısa boylu, geniş alınlı, seyrek saçlı bir adamdı. Küfür etmeyi asla beceremezdi. Beyoğlu’nda, Tarlabaşı’na çıkan ücra bir sokakta, yalıtımı olmayan ama bolca yalnızlık ve hatıra kokan dört duvar arasında yaşardı. Dışarıdan baktığınızda üstüne işemem dediğiniz adamların nasıl olup da birer dahi olabildikleri paradoksunu çekersiniz ciğerlerinize. Bukowski’den Dickens’a, Hegel’den Platon’a kadar, Latince ve İbranice kitaplarla dolu, her yüzyıla ait ruhların bulunduğu daracık bir koridorda boydan boya tamamı el yapımı kitaplığı vardı. Kitapların çoğu, dikkat çekmek için siyah mürekkeple çizilmişti ve bazıları da dikkat çekmemesi için gizlenmişti. Çünkü ne vakit bir roman kahramanına aşık olsa onu herkesten saklama ihtiyacı duyardı. Barakadan bozma evinde haylaz kedisi Çamur ile beraber yaşardı. Çamur da kendisi gibi yağmuru çok severdi. Birçok kez pencere pervazından damlayan yağmur suyunu içtikleri dahi olmuştu. Yalnızlığı paylaşmanın, yalnızca insanlarla

Beraber olmaktan geçmediği yönünde devrimci görüşleri vardı. Bazen o kadar maddeci oluyordu ki, hayatı boyunca insanlarla kurduğu tüm bağların ona bu kadar huzur vermediğini düşünüyordu. Bira açacağı ya da Çamur'un boklu kumuyla olan bağı bile herkesten fazla hayat kokuyordu ona. Ancak bir antik Yunan tanrısında bulunabilecek egoyla içeri girdi Tahir, sahiplenmek bu olsa gerekti. Tahir’in alnı yıllar içinde iyiden iyiye açılmıştı. Mis gibi kokan sakallarıyla biraz hasret giderdiler. Talaş kokusuyla demlenmiş çaylarını doldurduktan sonra Kemal her zamanki gülümsemesiyle lafı asla edilmemiş beceriksizliklerinin üstünü kapatır gibi en iyi bildiği konuya girdi: - Lukretius “Hiçbir şey hiçlikten gelmez” derken ruhun varlığını inkâr etmiş olmaz mı? Eğer “maddeye maddeden başka hiçbir şey dokunamıyor” ise senin gelişlerini ne ile açıklayabiliriz? Bekleyen beden bile olsa bedene zevki veren ruh değil midir? Temel, toplumsal ilişkileri belirleyen ekonomik, beşeri, siyasi formların yanında ahlaki değerlerden de bahsedemez miyiz? O halde ahlaki yargılarımızı belirleyen ya da bunları düşünmemizi gerekli kılan şey ne? İnsan düşünebilmesinin yanında hissedebilen bir varlık da değil midir? - Anaksagoras ve Demokritos’un savunduğu materyalist anlayışla yola çıkarsan sorduğun soruların cevabı sadece duyularımızda vardır Kemal. Var olan her şey


“madde” ve “hiçlik” ten oluşuyorsa, ruhun varlığı, yanılsamalarımızdan başka hiçbir değer taşımayan hiçliklerle anlatılabilir. Bir nevi ruh, algılarımızdır yani. - O halde aynı yerdeyiz dostum. Ruh’un varlığını açıklamak için materyalizm asla yeterli değildir. Ruh, kendi dinamikleri içerisinde bedenden tam olarak soyutlanamayan ancak ondan bir o kadar bağımsız değerlendirilmek zorunda olan bir olgudur. Her şey atomlardan oluşmuyor yani ihtiyar. ACI Ne vakit uyandığında yalnızlığını fark etse, Temmuz'un tüm ihtişamına rağmen üşürdü. Aslında oğlu Erkin öldüğünden beri hep aynı duyguyla uyanıyordu. Oğlunun kulağına ismini fısıldadığı gece geldi aklına sonra. “Erkin” olmalı diye düşünmüştü Perihan. Serbestçe düşünebilsin, hayatın kahpeliklerine dair tüm zincirleri kırabilsin ve özgür olabilsin diye… Hiçbir ansiklopedinin, hiçbir yaşam koçunun ve dahası hiçbir tesellinin tanımlayamadığı, omzunuzda ve yüreğinizde hissettiğiniz tonlarca yükle uyanmak nedir bilir misiniz? 55 yaşının vücut dengesine verdiği hasarı umursamaksızın hazırlanıp, hep aynı yoldan aynı düşüncelerle geçip, işe gidiyordu. Ömrünün en uzun yolunu arşınlarken, ölümünün nerede ve nasıl olacağını düşünmeden edemiyordu. Öyle ya dedi kendi kendine, daha ne kadar yaşayacaksın Perihan, daha ne kadar kaldı yaşayacak acın ve üşüyerek uyanacağın sabahların... KADER Üniversitenin en güzel kızıydı Perihan. Siyaset ve felsefeye ilgi duyardı, sapyoseksüeldi. Tesla’yı imrendirecek bir sözel zekası vardı. Üniversitenin en çok rağbet gören topluluklarından birinin de başkanıydı. Küt kahverengi saçları ve alnına dökülen kahkülleriyle hemcinslerinden

çabucak ayırt edilebilen yuvarlık yüz hatları vardı. Toplulukta felsefi sorulardan oluşan bir sohbet esnasında Tahir girdi kapıdan. Uzun kıvırcık saçları, sivilceli suratı ve yuvarlak gözlükleriyle dikkatleri hemen üstüne çekmişti. “Katılabilir miyim?” diye sordu, Perihan “Pekâlâ” dedi. “Fazladan bir soru için her zaman yerimiz var.” Gün geçtikçe derslerden arta kalan bütün vakitleri birlikte geçirmeye, cevaplar bulmak yerine ucu açık sorular üretmeye, siyasetten, seçimlerden ve kısır döngülerden konuşmaya devam ettiler. Yaz tatili geldiğinde Tahir memleketi Mardin’e, Perihan ise İstanbul’a gider, sohbetlerinin konusunu ise bu sefer iklimler, kutuplar, karbon salınımı gibi konular oluşturur oldu. Bir seferinde ise Tahir, Perihan’a kutuplardaki tüm buzullar eriyip, İstanbul sular altında kalırsa, yaşamak için Mardin’i seçip seçmeyeceğini sormuştu. Perihan gülümseyerek “Seni seviyorum demenin daha nahif bir şekli olamazdı” diye düşünmüştü. “Pekâlâ, seçerim” diye cevap vermişti Perihan, İstanbul yedi tepe yerinde dururken bile… Birkaç yıl sonra okullarını bitirdiklerinde evlenmeye karar verdiler. Tahir Mardin’e dönüp bir kütüphanede çalışmaya başladı ve yine aynı kütüphanede sade bir nikâhla evlendiler. Çocukları oldu, ismini Erkin koydular. Aradan geçen 11 yıl Tahir’in saçları dışında hayatlarından hiçbir şeyi eksiltmedi - ta ki o temmuza kadar. Erkin aniden oyun oynarken düşmüş ve bir daha kalkamamıştı, sonra “ani kardiyak ölüm” teşhisi konulmuştu. İzleyen yıllar Tahir’in saçlarından, Perihan’ın ise hayallerinden eksiltmeye devam etti. Ayrılmaya karar verdiler. Ne buzullar, ne iklim değişiklikleri ne de birbirini izleyen seçimler… Hiçbiri bir daha sohbetlerinin konusunu oluşturmadı. Tahir, İstanbul’a kadim dostu Kemal’in yanına döndü. Sakallarını uzattı ve bir daha evlenmedi…


Gizemaktan için, gizem; Çelik yanaklı annenin el rehberi, Tüm vakitlerin çekirdeksiz ve Gözlerinin önünde uçuşan uzun dikensi parçacıklar. Hastalık ve sağlık bir arada İçinde bulunduğu fanusun camını kırmaya çalışıyor elektrik, Keşfedip, üremek için Durağan zihnin kan havuzuna Aklın yabani duyularıyla, bir kez daha Bir kez dahaısırılacak papirüs Anne tavşanın sivri dişleri tarafından Gizem için gizem Karanlık için aydınlatıcı saydam tozları var, Sapsarı gözleri var o hurda suratın Sıradanlaşana ve rehabilite görevi görene kadar akılsaymaz El kitapçığı Yardımı dokunursa o beyaz tüyünün altında ki sıcak derisiyle İşkencecimi unutmam Hastalık ve sağlık bir arada Annenin el rehberi Komuta etmek için gelişim gerekir Buyurdu buyrukçu neon kablolara dolanmış değneğini Üç kez vurarak kurumuş lava; benim pelerinim dikenlerimdir.

Çizim : Yağmur Montenegro


-Bir gün ayık gezsen bari? -Olmuyor Selma, olmuyor. Selma benim çocukluk aşkımdı, Bedri de onun şu anki kocası. Şimal, kızlarının adı, Defne de benim kavuşamadığım son aşkım. Ondan önce Aleyna vardı, daha öncesinde Yelda, Cansu ve Zehra. Bu liste uzayıp gider. Diğer kısma gelirsek, yani hayat gerçeklerine, benim hayat gerçeklerimdi beni gerçekten olabildiğince uzaklaştıran şeyler. Asya idi mesela, onu düşündüğümde tamamen kilitleniyordu algı sistemim. Dış dünyadan koparıyordu beni hayali, koparmanın ötesinde, böyle bir dünyanın var olma ihtimalini reddetmek gibi yan etkiler barındırıyordu. Yine de sevmiştim Asya’yı. Varlık dergisinin son sayısını almadığımdan haberi yok, ona söylemeyin. Çünkü duyar o, piknik masalarını açık hava meyhanelerine çeviren dayılar yok artık, onlar yoksa görüştüğümüze şahit de kalmamış demektir. Numarası var ve o dayıların yerine sarmal sistem çalışan torbacılar. Pasajlarda satanlar geçti oraya, bir nevi dikey geçiş. Selma benim çocukluk aşkımdı. Bedri de ilk baştaki diyalogun ikinci tarafı. Bedri karşı taraftı, karşı partiliydi biz küçükken. Bize tehlikeli gelen işler yapardı. Beş yaş vardı aramızda, büyüktü benden. Alt mahallede ismi Şimal olan biz kıza yazılıyordu o dönemler, Kaleönü’nden tanıdıklar anlatıyor: ‘’Na böyle bir teklisi vardı Bedri’nin, Maltepeci Asuman’ın kocası öldükten sonra konsa çıkmaya başladığı pavyona takılırdı, ceketi tekliyi gösterecek şekilde açık otururdu, rahat ve geniş tutardı kollarını, çıkarcı tavrı orada bile rahat bırakmadı onu. Herkesi kucaklamak, herkesten bir şeyler koparmak isterdi’’ Bizim cenahtan gelen yorumlar bu şekilde olmuştu, bir de kırığı olduğu Maysa’dan dinleyelim hikayesini: ‘’Ben cennete gitmek istiyorum derdi, yanında bir arkadaşı vardı Fehmi. Fehmi ile Bedri. Bazen de Bedri ile Fehmi. Bela ikililerdi. Fehmi Asuman’a yazılırdı ama Asuman biliyordu işini. Fehmi yolunacak kaz değildi ve ablanın artık gündelik işlere ayıracak enerjisi kalmamıştı. İki ay daha takılıp üniversiteli çocukla kaçacağım diyordu hep. Bedri ise bana takıktı. Ben gencim tabi, daha tam da bilmiyorum piyasayı, baktım ufaktan bir şeyler kıpırdıyor benim de içimde, e allahı var yakışıklı puşt. Her akşam da beş yüzlük bırakmadan kalkmıyor. Eli de bol. Ne koparabilirsem kardır diye gittim bir akşam yanına.. Oturdum yanına ama herifin umurunda değiliz, bir şeyler söylüyorum, sanki duvara söylüyorum. Silah açık, ağzında bir replik, tutturmuş. ‘’Tarlabaşı çocuğuyuz biz’’ diyor. E biz sanki başka yerin evladıyız, bütün bok aynı yerden değil mi? Sevda abla farklıydı bi’, Basmane’den bulmuşlar onu, İzmir’den. Gece üç buçuk gibi çatışmanın ortasından çekmiş bizim patron onu, bakmış çıtır kız. Almış demiş seni zengin edeceğim diye, garibim de kanmış yazık. Gerçi fena sayılmaz, Basmane’yi de bilirim, neyse ne diyorduk ha Bedri. Bedri işte öyle takıldı yani açıkçası çok bir şey de yok ona dair anlatabileceğim.’’


Herkes şairdi koduğumun yerinde. Köle pazarında kendini pazarlamaya çalışan köleler gibi, hangi dönemde söylendiği bilmediğim şiirlerin şairleriydi bu kişiler. Biz Filistin derdik, inadına Özbekistan derdi Maysa. Maysa’yı da severdim. Siyah gömlekliler, üstten iki düğme açardı, buna en çok Maysa ile ben tav olurduk. Başı sağ olsun ama çok sevdiklerini onu çok sevenler gömdürttü çoğunlukla. Pamukları da bizim Necmi tıkıyordu, imam. Namazları kılınmıyordu, mevcut düzene muhalefetten. Hepsi TEM bağlantılı çocuklardı, organizeyi komple tanırlardı. Cinayetten de girenler oldu. Bir tanesi de Bedri işte. Bedri cinayetten kodese yollanır sene doksan beş. Ben, Asuman Abla ve Damla oturuyoruz, Damla da mahalleden işte akşamcıların yancılarından. Fehmi koşarak geldi adeta, gece iki falan, havalı kornaya nasıl abanıyor itoğlu. Emmoğlu dedik hayırdır ne oluyor. Arabadan bir indi eller kıpkırmızı. Bir şey söylemedi ilkin, sonra bağırarak ağlamaya başladı. Yirmi bir numara onlarındı, Hanife Abla indi, gördü oğlunu kanlıyken elleri. Bir tokat. Fehmi nakavt. Evlenecek diye Necmi girsin dendi onun yerine. Kumarhaneci ölmüş dendi, imamın ne işi olur kumarhaneyle diyerek vazgeçmiş ileri gelenler. İslamcıların ve din görevlilerinin ahlak timsali sayıldığı yıllar. Bir yandan da ülkede terör var, huzursuzluk gani. Beşiktaş o sene şampiyon olmuş, Trabzon ikinci. Zeytinburnu yedi yemiş evinde Galatasaray’dan. Velhasıl, Bedri girdi Fehmi kaldı. Yedi yıl yatıp çıktığında ziyaretine giden olmamıştı mahalleden. Fehmi çoktan bir pavyon kavgasında mefta, sene 2002, Galatasaray UEFA’yı falan almış. Dünya üçüncüsü olmuşuz. Biz de o sıralar Asuman abla ile ciddiyiz hani. Damla da evlenmiş. Selma da yeni gelmiş mahalleye o zamanlar. Bedri’yi ziyarete gidemiyorduk, mahallenin adı lekelenmesin diye. Ölen küçük bir çocukmuş çünkü Fehmi’nin öldürdüğü. Yani ince hesap, puşt hem çocuk öldürmüş hem de girmiyor, hapsolunmuyor. Bedri yoldaşımız ödüyor onun hesabı da. Hem adı çocuk katiline çıkıyor hem de çocuk katillerinin görüş gününe gitmek racona ters olduğundan biz göremiyoruz onu, laf söz olur diye. O yedi yıl içinde annesi vefat ediyor, babası huzurevine gönderiliyor. Alıyoruz içeriden haberlerini, orada bir hocayla takılıyormuş. Bu hoca da eski solcu işte öğrenci liderlerinden. Tutuklandıktan sonra sakal bırakıp sağcı olmuş. Elinde kutsal kitabıyla ahlak pazarlıyor kitleye. İşte Bedri de bunla takılmaktan, karşı partililikten daha da karşı partililiğe geçiş yapıyor. O zaman muhtelif partinin kurulma zamanları işte, siyasal islamcıların yeni kalesi olacak liberal bir parti kuruluyor. Kurucular arasında Bedri de var. Sonra kuruluyor, seçimlere giriyor ve kazanıyorlar. Bedri’yi hemen tarikat liderlerinden birinin kızıyla evlendiriyorlar. Mahalleden çıkıp Etiler taraflarına geçiyor Bedri. Takımı çekiyor yine üstüne, bu sefer gömlek beyaz. Teklinin ucunun sağ cebine içten dokunmasına artık gerek yok. Daimi alesta değil Bedri. Eşiyle mutlu bir hayatı var. Derken sene 2007, Bedri ‘’sikerler’’ deyip basıyor istifayı. Tabi ret. O kadar sır verdik partili oldun falan, yok öyle yağma. Tekrar ‘’sikerler’’ diyor zorla devam ediyor. Eşinden boşanıyor. Çocuklar kadında kalıyor. Mahalleye uğramaya başlıyor. O sıralar yirmi dokuza yakındım ben, Asuman abla


hala ablamdı. Kırk iki. Ehem. Mahallede takıldığı bir kız var, Selma işte. Ben de Selma’yı İzmir’den tanıyorum. Pederi vefat etmişti zamanında, iyi kızdı. Çok takılmışlığımız oldu zamanında. Vurulmuştum ona, Asuman ablayı görene kadar. Ha arada beş altı kişi daha olmuştu tabi. Bukowski okuyorduk, daha Bukowski ölmeden. On dört yaşındayım ilk bir kitap verdiler elimize okuduk, bir seneye herif mefta. Hah dedik elimizi attığımız yer kuruyor, bizden gayrı dursun ama duramadı. O anlattıkça yatakta hikayelerini, yazdıkça cinsel içerikli bol fetişli şiirlerini, bizde de bir şeyler uyanıyordu. Ama fiziksel çekiciliğimiz olabildiğince dipte olduğundan, maneviyat kurmaya çalışıyorduk biz de. Uzaktan görüp iki sene yüzüne bakmaya utandığımız kadınlara aşığız diye avutuyorduk kendimizi. Selma’ya da Buca’da bir esnaf lokantasında rastlamıştım babasıyla oturuyorlarken. Sonra beyaz bir araba yaklaştı mekanın önüne, mekan tanıdık. Babasını aldılar, kız da arkasından bakakaldı. Ekmek kopardım bir parça, sıyırdım tabağımı tamamen ve uçtum Selma’nın masaya. ’’Hayırdır bacım?’’ ‘’Sorma kardeş, ben de bilmiyorum’’ Diyaloguyla başlayan ve tek taraflı aşk ihtiva eden bir ilişkimiz oldu Selma ile. Babasının vefat haberi geldiğinde ben vardım yanında. Hep sevdim onu ama sanırım karşılıksızdı bu sevgim. Neyse işte gelecekmiş İstanbul’a temelli. Geldiğinde ben ayarladım yer ona mahalleden, bu Bedri puştu siyaset kovalıyordu o zamanlar. Nereden bileyim çocukluk aşkımın Bedri’ye yar olacağını. -Bir gün ayık gezsen bari? -Olmuyor Selma, olmuyor. -Alkol varsa ben yokum, ben varsam alkol yok. Bir karar vermen lazım artık. -Anlamıyorsun, nasıl dayanacağım? Artık gücüm kalmadı. Bu diyaloglar aşağı yukarı her gün yaşanırdı. Bir gün pencereden bakıyoruz Asuman abla yanımda, yeni halletmişiz işimizi, bana ‘’Şu kodumun çocuğu gitse de alkolden, kurtulsak artık’’ demişti. Deme öyle dedim, herif mahallenin adamını yedirmedi zamanında. Sonra Şimal çıktı kapıdan, yeter artık çekti anne babasına. Bedri posta yiyor küçücük kızdan, delikanlılığa sığar mı diyoruz dost meclislerinde, ama o adam olmuş artık. Büyük adam. Kızına ‘’Tamam babacığım sen gir içeri’’ tarzı bir şeyler söylüyor. Belki de bunu bahane edip kafa yapmaya erken başlayacak, bilmiyoruz. Selma bir gün nereden bulduğunu bilmediğimiz bir tekliyle geliyor mahalleye. Fethi’nin ruhunu taşıyor adeta o an içinde. O katil ruhunu. Ama o puşttan daha asil bir katil ruhu bu. Asuman ablanın siyah gözlüklerini beni tahrik edecek biçimde çıkarıp koyduğunu hatırlıyorum masanın üzerine o an. Bedri çıkıyor kapıdan, Şimal de onlu yaşlarına basmış artık, Bedri’ye de siktiri çekmişler partiden. Etiler’deki ev de yalan olmuş. Beyaz gömlekli takımları yıkayacak çamaşır makineleri de yok, siyah gömlekli takımlara geçiliyor yine. Çekiliyor o tekli. Mermi dönüyor, dönüyor ve saplanıyor istendiği yere. Bedri yere yığılıyor, Şimal dışında herkes rahat bir nefes alıyor. Hatun babasına doğru yollanıyor o an, gözyaşları daha annesini tekliyle gördüğünde akmaya başlamış. Bir sis bulutu geçiyor mahallenin üstünden, yaşanan kötü günlerin geçtiğini simgeliyor. Ardı kesilmeyen bir sis bulutu olduğunu fark ettiğimizde de sarıyoruz daha fazla dayanabilmek için. Daha fazla dayanabilmek için bu kodumun hayatına.


4. Doğum sancılarını hak etmedim annemin Varlığımın her zerresinin sancımasından anlıyorum bunu. Acımı aldım bedenlere yükledim Acımı aldım yollara Acımı yaşama Hepsinden tekrar gebe kalarak Evladımdır dedim, kabul ettim Camilere bıraksam ehl-i sünnet razı değil Sayısız yetim hakkı üzerimde 7. Ah insanoğlu, Herkesin hamurunda hüzün. 8. Çirkince bir bedenin içine hapsolmuş Sergüzeşt bir acı kitlesinden ibaretim. 9. Nerede isem ‘Orada olmaman gerek’ sanrıları çürütüyor zaman algımı Nerede olsam Huzurun başka bir mahallede kol gezdiğinden emin gibiyim. Kimin yanındaysam yanlış Zaman ve insana bağımlı olmaksızın Bir geç kalmışlık hissine tutsağım 10. -Savaş Beni en çok kendimle mücadelem yordu Tanrım, Tüm bu insanlar Nasıl katlanıyorlar İnsan olmaya -Yaram Yerini en iyi ben bilirim En iyi ben tuzladım kendimi.


Parçalanmış suratında bir renk cümbüşü vardı. Bir o kadar renk ve bir o kadar hüzün dolu yüzün ve ağzından hiç eksilmeyen şarabın... Beş dakika içinde sosyetik yılışık bir kediden ağzı köpüren bir sokak köpeğine dönüşebiliyordun. Zaman aktıkça yüzündeki renkler, tüm vücuduna yayılmaya başladı. Hüzün zaten her yerine doğduğundan beri yapışıktı. En etkili hüzün tutkalın: çaresizliğin. Gözlerin kaygan bir zemin gibi. Ne zaman onlara baksam dengemi kaybediyorum. Kusurlu taraflarım sol yanımda ağır basıyor, soluma doğru düşüyorum.

Doğayı düşünmeye çalıştıkça o kahverengi koca koca ağaç gövdelerini senin suratındaki renkler kaplıyor. Ben renklere isteksiz gözüktükçe onlar bana sırnaşıyor. Ama renklerin yanına gidemem ki benim sol yanım hep ağır(ır). Uzaklaşamıyorum bu çekicilikten. Yer çekiminden kaçmak uzaya gitmekle mümkün. İnsan kendi kafasının çekiminden nasıl kurtulur peki? İçindekileri kendine nasıl yaklaştırmaz bir elektronuna dahi kıyamazken? Uygulan(a)maz ki. Tüm renkler beyazlaştı yüzünün içindeyken. Şarap kokusu keskin.

kollarındayızdır, dışarısı ise gerçek dünyadır ve bize ağır gelen şeylerle dopdoludur. Öyle doludur ki bizim ruhsal boşluğumuzun kaldırabileceğinden çok daha fazladır ve ağırdır.

Biz insanlar niçin kendimize cam fanuslar inşa ederiz yaşamak için? Neden güneş kadar aldatıcı, ay kadar güzel ve en az bizim kadar kırılgan bir maddeye birbirimize ve kendimize güvendiğimizden daha çok güveniriz? Biz hep korkarız. Zira bu, bizi ayakta tutan güç olmayı çoktan geçip ayağımızdaki bir pranga haline gelmiş bir durumdur. Böylece kendi çevremize bir duvar örer (insanlık bu ya; o duvar da tuğladan değil, camdandır) ve içinde kendi kış bahçemizi yaratmaya çalışırız. Yavaşça kabuğumuza çekilir, olup bitenlere olabildiğince seyirci kalmaya çalışırız fanusun içinde. Orada güvende ve suni bir huzurun

Birbirimizle göz göze yaşarız ömrümüzü, asla birbirimize dokunmadan. Günler geçtikçe bir toz tabakası kaplar fanusun dışını ve tamamen uzaklaşırız dışarıda olup bitenden. Derken gün gelir, biz ölürüz. Fakat son nefesimizi vermeden önce öyle ölü, öyle soyutuzdur ki saydamlığını yitirmiş fanusumuzda; kimse farkına bile varmaz bunun. Hiç var olmayız ki düzgünce yok olabilelim! Ne biz ölüleri fark ederiz, ne zamanı gelince onlar bizi. Kendimize camdan bir mezar inşa etmeye o fanusa kapanmaya karar verdiğimiz gün başlamışızdır nasılsa, ve ölmeye. İçten içe, parlaklığını gün geçtikçe daha da yitiren bir camın içinde. Vakit, kırılmayı bekleme vaktidir artık.


Kuru sözcüklerin armonik analizi yapılırken orada olmasa gerek tanrı, Müzik ki ne yüce şeydir o! Yalnız tanrıya adandığı zamanlar Döngüsel bir yok oluşun içinde savrulmadan devam eder yoluna. Yaşananlar bir şişe sevda sarhoşluğunda Yarım kadans misali havada kalır Tınlamaya devam eder tamamlanmamışlığı kulaklarda. Saat başındaki bir aşka akrep geç kalırsa Yelkovan koşar bir sonraki ana Dünü olmayan bir sabahın kızıl gökyüzüne uyanırken, Senden kalan ne varsa karışır geçmiş zamana. Antik Yunan ideali yerini Barok Dönem tanrısallığına bırakır Sonrası Hümanizm sancıları, Devrim, romantizm, soyutluk Bir müziği olmalıydı gecenin, Tam o zamanlarda Chopin hep var olmalıydı, ‘’Nocturne’’ler çalmalıydı tan ağardığında. Nesnelerin dünyasında müziğin soyut formlarını arar aşkın yoksulluğu Şiir olmak için sözcüklere ihtiyaç duymaz anılar Bahar gelir, Bahar geçer Yalnızlığı kalır çiçek açmamış ağaçların Gecenin karanlığında. Daha erkenmiş diye yaşanamayanları, Zamana bırakılanları, Geç kalınanları bırak. Saat epey geç oldu.

Bir ip sallanır duvardan umutlarıma, İçimde sana dair ne varsa intihara kalkışır. Müzik ki ne yüce şeydir o! Aşkın olmadığı bir başka evrende Tanrı, bedene Müzik, yalnızlığın yorgun alfabesine karışır.


Onlar gibi değiliz, Peki onlar kim Ve biz kimiz? Bendeniz biz değil de Bu mozaiğin hangi rengi? Kim-iz? Israrla düzeltilmek istenen bir yanlışın sürdürülme ısrarı mı? Ulusal seçimlerde bizden olmayana oy verenler mi, İçinde biz olan ‘onlar’ mı? Azınlıkların arasındaki körkütük bağlılık mı yoksa? Bireysel bağlamdaysa Seni hatırlıyorum iması için önemli günlerin peşinde koşmaktan öte bütünüyle unutmayanlar mı? Karşılaştığın aynada yansıması olmayan nice kavram, onlardır

Sonsuzluktan korkulmuyorsa O kadar onlar vardır Aynanın tersinde, Sonsuzluğa yakın olan biz-ler de dahil olmak üzere. Ve insan hangi birinden ayırsın kendini Şayet konu insansa asırlardır yaptığını yapar ayırır kendini, Bayraklar çizdirip, alfabeleri çeşitlendirir Topraklar kutsallaşır, kanla sulanır Cihan kahramanlarına kulluk onurdur Doğarken damgalanır bu mühür, En görünen yerlere Ne için, hangi merciden izin alıyor şaşan beşer? Secde ziyaretlerinden, Ramazan aylarından, Paskalyadan, Evharistiyadan, Küllerin savrulacağı adres olan vasiyetten mi? Bu bir çember Çemberin ortasında insan var olduğunda Çember artık çember değildir. Onlar ve biz değildir. O vakit Ağaç olabilir Yapraksız, dallanan, çırılçıplak bir ağaç..

yor, evin yanındaki parkta neler yaşanıyor, benim gözlerim evin dışını göremezken? Sevmiyorum evin dışını. Nefret ediyorum baktığım yerin siyah bir örtü altına saklanmasından.

Aydınlık evin içi. Her odada karanlığı dağıtan ayrı bir lamba var. Her şey gözüküyor evin içinde. Dışarısı gibi değil evin içi. İçimi ürpertiyor evin dışı. Pencereden bakmaya çekiniyorum çünkü pencerenin dışında görünen tek şey karanlık. Kim bilir neler saklıyor o kara çarşaf bu gözlerden? Evin dışındaki caddelerde neler olu-

Korkuyorum bilemediğim, göremediğim şeylerden. Merak ediyorum karanlığın neler sakladığını. Görmek istiyorum evin dışını. Merak ediyorum o siyah örtünün altında neler olduğunu. Öğrenmek istiyorum bilmediğim, görmediğim şeyleri. Kapıya gidiyorum, karanlığı dışarıda tutan kapıya, adımlarımı sürükleyerek. Elim kapının kolluna gidiyor çekingen bir şekilde. Korkuyorum kapımın arkasında olabileceklerden. Yavaşça açıyorum kapımı ve karanlığın içine ilk adımımı atıyorum


Emrah Koymat


Göğsündeki duygu bulutlarını acı ile yüklemiş, her an taşmaya hazır bir yüreğin o gürültülü ve görkemli yağmuru altında anlattığı hikâyelere her ne kadar güven olmasa da, gözyaşlarının ve hıçkırıklarının arasından görebildiği kadarıyla annem anlatıyor ki babamın kas kanserinden dolayı gözlerini kapadığı öğlen vaktinde, o sırada deniz üzerinde keyifle süzülen ya da gözünü bir balığa dikmiş, fırsat kollayan tüm martılar çok önemli bir haber almışçasına denizden ayrılıp babamın öldüğü oturma odasının penceresi önündeki incir ağacının etrafına doluşmaya başlamış. Yine şaşkınlıktan taş kesilen annemin rivayetine göre zaman içerisinde bu martılar iki gruba ayrılmış. Bir grup martı pencere camını gagalayarak içerideki ölüyü bomboş ve sabit bakan gözlerle izlerken öteki grup da incir ağacının etrafında bir daire oluşturmuş, bir ağıt ritüelini uyguluyormuş gibi ağacın çevresinde belirli bir hızla dönüyor ve yürek dağlayan çığlıklar atıyormuş. Benim beş yaşıma bastığım günden iki gece üç sabah sonra gerçekleşen bu ölüm boynuma asılmış bir madalyon gibi tesirini yitirmeden uzun bir süre peşimden geldi. O gün annemin tanık olduklarını görme şansına erişememiş olan ben, martıların yaktığı bu doğaüstü ağıtın babamla olan ilişkisini bulmak için aylarca ve yıllarca bazı uykusuz geceler geçirmiş, gündüz rüyaları görmeye başlayan bir sersem olmuş, en olmadık zamanlarda bile kuşların kanatlarında oluşan anlık parıltılarda babama dair cevaplar aramıştım. Çevremde nasıl olduğu belirsiz bir şekilde yaşayıp duran onca insanın sesine ve arabaların mekanik gürültüsüne aldırmadığım yine bir öğle vakti de, parktaki en küçük gölcüğün üzerinde keyifle oynaşan güvercinlere gözümü dikmiş, tam karşımda gerçekleşen bu eğlenceyi izlemekten çok babamın martılarını düşünüyordum. Martı gibi derdi balık avlamaktan ibaret olan bir canlının ölümü hissetmesi, hatta ölümü izleyerek ardından ağıt yakması bana çok masalsı geliyordu. Yirmi iki yaşıma değin arada bazı kuşların beni izlediği hissine kapılmış, ellerimden yemlenmekten keyif aldıklarını fark etmiş olmakla beraber benim için hiç mucizevi bir şey yaptıklarını görmemiştim. Öte yandan annemin bana sonradan anlattıkları gösteriyor ki babamın da sağlığında kuşlarla arası renkliymiş. Deniz kenarında yürüyüşe çıktığı vakit her zaman kendisine eşlik edecek bir grup martı çevresinde olurmuş. Güçlü bir masal atmosferine rağmen bunları da tartının bir kefesine koyunca gerçekliğin biraz daha ağır bastığını hissetmiştim fakat ben daha fazlasını istiyordum. Babam için bu hikayeyi aydınlatmam gerekiyordu, bu şüphesiz ona karşı sahip olduğum tek borçtu ve ödenmesi ikimizin gönlünü de rahatlatacaktı. Maalesef ki çaresiz olduğum apaçıktı. Kuşlara dair neredeyse hiçbir şey bilmiyordum, ayrıca yakın çevremde de bilgili kimse yoktu. Güvercinlerin ıslak eğlencesine veda edip gözlerimi bir an kapattım ve babamın geçmişini tarayarak kendime bir kurtuluş yolu aradım. Aklıma gelen ilk kişi Sahaf Beha amcaydı. Annem bana her zaman demişti ki babamın bu hayattaki en hayran olduğu kişi Beha amcaydı, gün içerisinde onunla sohbet etme şansı bulmuşsa akşam yemeğinde anneme sürekli onun ne kadar eşsiz bir insan olduğunu anlatır, birtakım tuhaf ortak yönleri olduğunu söyler ve sesine gizemli bir eda yükleyerek onun bu dünyadaki “saklı şeylerin bilgisine” en yakın insan olduğunu söylerdi. Beha amcanın dükkanı buraya çok uzak olmamakla beraber şehrin gelişmiş görüntüsünden bir hayli ötede, iki yoksul sokağın kesiştiği bir köşedeydi. Tam parkı terk edip sahafa doğru yürümeye başlayacaktım ki az önce gölcükte


oynaşan güvercinlerden biri omzuma kondu. Hırsla bana bir şey söylemeye çalışıyor gibi sürekli yüzüme bakarak cıvıldayan bu güvercine hiçbir anlam verememiştim. Beha amcaya bu güvercini de sormanın iyi olacağını düşündüğüm vakit omzumdan indi ve altı üstü bir güvercine bu kadar takılmamam gerektiğini fark ettim. Ne de olsa anlamını aradığım kuş martıydı.Daha da oyalanmadan yola koyuldum .Babamın gizemli sesiyle hayat bulmuş “saklı şeylerin bilgisi” kafamı oldukça karıştırıyordu, hali hazırda basılı kitaplarda olan binlerce insanın okuyabileceği cümleler ne kadar gizli olabilirdi? Özellikle tekerli sandalyede olan cılız ve ihtiyar bir sahafın dükkanında neden bu kadar değerli bilgiler olsundu ki? Tüm bedenim bu solucan sorular yüzünden huzursuzlukla kıvranırken kapıyı açıp dükkana girdim. İlk fark ettiğim şey tekerlekli sandalyesinde öyle iki büklüm ve küçük görünen Beha amcanın bana yönelttiği ince ama manidar gülümsemesiydi. Bu gülümsemeden yıllarca beklediği kişiyi sonunda karşısında bulmuş bir bilgenin öğretici şefkati okunabilirdi. “Merhaba Beha amca.” diyerek aceleyle sohbete girdim. Gülümsemesine kilitlenmemek için sadece bir kuş boynu gibi güzel ama kırışık boynuna bakıyordum. “Hoş geldin evlat.” diyerek cevap verdi. “Beha amca, sen kuşlara dair neler bilirsin?” dememle birlikte o gülümsemenin daha da genişlediğini fark ettim. Artık karşımda, gösterisini yapmak üzere seyircinin karşısına çıkmış ve o kalabalıkta birazdan olacak olanları sadece kendisinin bildiğinin bilincinde olduğu için etrafa mutluluktan çatlayan gülümsemeler dağıtan bir sihirbaz vardı. “Evlat, ben senin babanı tanıyorum. Babanın çok güzel bir sözü vardı: ‘Yalnızca dinleyerek yüce bilgilere ulaşmak isteyen kişi, bir haremağası ciddiyetiyle iş görmüş olur. Doğru yolu takip edenler ise yüce bilgilerin yazılı olduğu kaynakları okumaya başlamış, arşiv karıştıran bir vezir ciddiyetiyle iş yapanlardır’ demek istediğimi anladın mı şimdi delikanlı?” Babamın böyle bir söz söylediğini asla duymamıştım fakat ne demek istediğini çok iyi anlamıştım. Bunu bildiren bir ifadeyle Beha amcaya kafa salladım ve ona yeni bir soru sordum. “Peki burada kuşlarla ilgili olan kitapları görebilir miyim?” dediğimde bu sefer sahafın yüzüne meydan okuyan bir tavır ilaveten eklenmişti. “Bu kitapevinde kuşlarla ilgili kitaplar ikiye ayrılır. Bunlardan birinde senin işine yarayacak bilgiler var sanıyorum. Bulmak ve karar vermek ise sana kalmış.”


Beha amcanın da bana pek yardımcı olmadığını görmek beni biraz hayal kırıklığına uğratmıştı. Bununla beraber bildiklerimden yeni bir şeyler üretmek zorunda olduğumu biliyordum ve bu amaçla tüm dikkatimi ciltlere vererek dükkanda dolanmaya başladım. Kuşlarla ilgili olduğunu düşündüğüm bir raf bulmuştum ama bu rafta sadece kuşlara dair ansiklopediler ve anatomi kitapları vardı. Birkaç tanesini açtığımda saklı bilgilerden bahsedemeyecek kadar genel konuları olduğunu ve yeni basıldıkları için gizemli bir tarih vaat edemeyeceklerini anladım. Böylece o kitapları geride bırakarak diğer bölümlerde arama yapmaya başladım. Tam olarak ne aradığımı bilmediğim ve uzun olduğunu tahmin ettiğim bunaltıcı bir süre sonunda tüm dükkan içinde en az iki üç tur atmama rağmen hiçbir şey bulamamıştım. Vazgeçip Beha amcayla tekrar konuşmanın eşiğindeydim ki gözüm raftaki diğer kitaplardan biraz daha önde duran, bembeyaz kapağı üstünde gri-siyah renklerde narin bir saksağanın olduğu bir kitaba takıldı. Uzanıp elime aldım, bu Yusuf ibn Raja’nın “ Pinhan Kanatlılar İlmi” adlı eseriydi. Kitabı açmadan da görülebilecek şekilde bir sayfanın en altına kırmızı bir bant yapıştırılmıştı. Bandın olduğu sayfayı açtım. O andan sonra başlayan ve gün bitene kadar katlanarak artan hayranlık ve şaşkınlığımın ilk adımı karşımdaydı işte, açtığım sayfada bir pasaj dışında bütün yazılar mürekkep dökme suretiyle kapatılmıştı. “Itak-üt tayr dahil olmak üzere tuyur camiasının bazı azalarının garip bir suretle eşref-i mahlukat ile münasebete girmesi, kendi aciz ruhunu onunla tevhit etmesi, hatta bunları lafsız sahileştirmesi halinde ne kadar mütehayyir olduğumu izhar etmeliyim. Bu garibeden mesul kuşlardan bazılarının münasebette bulunduğu kişinin hizmetlerine koştuğuna, acil durumlarda vehleten yanında tezahür ettiğine, keyif vakitlerinde kişiyle ittihat ederek şarkı söylediklerine bizzat şahit olmam vesilesiyle tutulmuş nutkum biraz çözülse de bu esrarın vuzuha kavuşması için bunun nasıl vuku bulduğuna dair hemen birkaç farklı taharri edilmesinin elzem olduğunu düşünüyorum.” Heyecandan sırılsıklam olmuş ellerim kitaba daha çok zarar vermesin diye titreyerek kitabı raftaki yerine geri koydum. İşte bu olağanüstüydü, anlayabildiğim kadarıyla ta Osmanlı zamanında yazılmış olan bu eserde babam gibi kuşlarla dost olmuş insanlardan bahsediyor ve o insanların kuşlarla ruhunu birleştirdiğinden söz ediyordu. İçimde çığ gibi büyüyen bir merak eşliğinde hemen çevremde başka bantlı kitap olup olmadığını kontrol ettim. Çok geçmeden kapağı koyu yeşil ve kopmak üzere olan eski bir kitabın altında sarı bir bant buldum. Yazarı Edward S. Audley olan “ Protestanların Kuş Soyu Gerçekleri” kitabı tarih olarak daha yeni gibi gözükse de belirli ki çok zarar görmüştü. Bantlı sayfayı açtığımda gördüğüm manzara “Pinhan Kanatlılar İlmi”nden farksızdı, mürekkep sadece bir kısmı görünür kılıyordu. “Yüce Efendimizin vaftizi sırasında yanı başına alçalan Kutsal Ruh’a, yani güvercinlerimize güvenimiz sonsuzdu ama bir gün bir baktık ki ayin için kilisemize getirdiğimiz güvercinler birden coşkuyla havalanıp pencereden çıkarak o sırada kilisemizin sadık birkaç üyesi tarafından hak ettiği temiz bir dayağı yemekle meşgul olan sapık ve riyakâr bir Protestan erkeğin yanına uçuştular. Adamlarımızın başını gagalayarak saldıran bu efsunlu güvercinler hakkında lanet haberleri çoktan kasaba sınırlarımızı aştı. Ayrıca bu şerefsiz Protestan’ın küçük oğlunun da kendisi gibi lanetli kuşları yönetebildiğini fark ettik, sübyan her gün dışarı çıktığında onlarca serçeyi tek tek elleriyle beslediği gibi bazı zamanlarda da gagalarına bir parça kumaş sıkıştırarak civardaki bütün kızlara rengârenk boncuklar yolluyordu. Bu sübyanın ölmeye gün sayan yatalak dedesinin de kendisini mısır taneleri ile besleyen bir kekliği olduğu söylentileri yayılınca bu lanetin aile üstünde olduğuna kesin karar verdik. Bir kuşaktan öteki kuşağa geçerken hayvanın türü değişse de görünüşe göre lanet aynı kalıyordu.”


Yazıyı okumayı bitirince elimde kitapla bir süre dondum kaldım. Yıllarca adeta benim okumam için saklanmış birkaç satırı bularak hayatımı değiştirecek muazzam bir bilgiye ulaşmıştım. Dedemi henüz babam küçük yaşlardayken kaybettiğimiz için onla ilgili bir fikrim yoktu ama babamın ruhunu martılarla birleştirdiğini artık kesin olarak biliyordum. Öyleyse benim de hayatımı paylaşacağım bir kuş türü olmalıydı. Ama hangisiydi? Son bir cevap için dükkanın içinde delice koşarak bütün kitaplarda başka bir bant aradım. Bir çocuğun gece yarısı dinlediği masalın en heyecanlı kısmında uyuyakalması gibi bir şeydi bu, dükkanda başka hiç bantlı kitap yoktu. Ne yapacağını bilmeyen, yüreği ağzında bir balık gibi bütün uzuvlarımda hastalıklı bir sarsıntı hissettim. Yalvaran gözlerle Beha amcaya dönünce onun kim bilir ne zamandır beni izleyen şefkatli gözlerinin çoktan üzerimde tüm neşesiyle durduğunu gördüm. Daha ağzımı açmamıştım ki dükkana ilk geldiğim haline göre biraz daha dikleşmiş olduğu tekerlekli sandalyesinden kararlılıkla kendi tezgahını işaret etti. Ben de vakit kaybetmeden tezgâhın yanına gidip üstünü kontrol ettim. Oldukça sade olan bu yerde birkaç fotoğraf, kasa, kalemler ve sıra sıra üstleri birkaç eşya ile kapatılmış eski kağıtlardan başka bir şey yoktu. Bu dükkanda ilk bakışta fark edilenlerden çok daha fazlası olduğunu artık anladığım için tekrar dikkatle inceledim. Kağıt tomarlarından birinin üstünde kendi ağacının yaprağına oturtulmuş bir incir vardı. İncir… Babam öldüğünde kuşlar bahçemizdeki incir ağacının çevresinde ağıt yakmamış mıydı? Annemin anlattığı hikayeye bir ipucu olabilir miydi bu? Hemen incirin altındaki kağıtları kurcalamaya başladım. Ve evet! Onca sararmış kağıdın arasında beyaz bandı ışıl ışıl parıldayan eskimiş, sarı-yeşil tonlarında bir yaprak vardı. Bir kitaptan koparılmışa benzeyen bu kağıdın üzerinde ötekilerinin aksine hiçbir mürekkep lekesi yoktu. “ Orfe’nin günümüze ulaşmayı başarmış seksen yedi ilahisinden Afrodit’e adanmış olanda açıkça belirtildiği gibi güzellik ve aşk tanrıçası Afrodit, altın bir araçla seyahat etmektedir. Ayrıca Romalı şair Ovid’in ‘Dönüşümler’ adlı eserinde de bahsettiği gibi Tanrıça Afrodit’in bu altın arabasını güvercinler çekmektedir ve Afrodit güvercinlerinin çektiği bu altın araba ile Laurentian kıyılarına ulaşmıştır. Ovid her ne kadar bu eserinde Afrodit’in yolculuk sırasında yaşadığı talihsiz olayı anlatmasa da tarihteki farklı kaynaklar bizi bu ilginç hikaye konusunda bilgilendirmektedir. Bir diğer Romalı şair Falsus Columba’nın “Göksel Mitler” adlı eserinde belirtildiği üzere Afrodit’i yolculuğu sırasında korkunç bir fırtına karşılamıştır. Apansız bir anda öfkeli şimşeklerin ve uğultulu yağmur damlalarının arasında kalan Afrodit, arabasını kazayla devasa ve kapkaranlık bir bulutun ortasına sürmüştür. Bu kapkara bulutun içinde boyu bir buçuk metreyi geçen, kanatları neredeyse dört metre olan korkunç büyük bir kartal Afrodit’in arabasına saldırmıştır. Afrodit usta bir manevra ile kendisini kurtarsa da kartalın pençelerinden biri Afrodit’in altın arabasını çeken güvercinlerden birinin bağlı olduğu ipi koparmış ve bir an boşlukta kalarak sersemleyen güvercine ölümcül bir pençe darbesi atarak onu yaralamıştır. Afrodit son bir gayretle buluttan kurtulurken kanlar içinde kalan güvercin uçamadan yeryüzüne düşmüştür. Bizanslı oyun yazarı Wuta, “Afrodit” adlı oyununda güvercinin kapkara bulutun içinde kalmış ulu bir ağacın dikenli dallarına çarptığı için yaralandığını öne sürse de hikâyenin devamını Falsus Columba ile aynı anlatır. Bembeyaz tüyleri al kanlar arasında kay


bolmuş güvercin ıslak otların arasına düşmüş ve Afrodit Laurentian kıyılarına ulaşana kadar acı içinde kanayarak ölümünü beklemiştir. Fırtınadan kurtulup Lauentian kıyılarına ulaşan Afrodit ise sevgisiyle beslediği güvercinlerinden birinin acı içinde Tanrıların katından ölümlülerle dolu yeryüzüne düştüğünü hatırlamış ve ölümlülerin yardım etmesi için onu insan kılığına sokmuştur. Ne olduğunu anlamadan birden yeryüzünün en güzel genç kızına dönüşen güvercini kısa bir süre sonra ormanda avlanırken fırtınaya tutulmuş ve o sırada kaçmakta olan bir avcı bulmuştur. Avcı, kızı bir an önce doktora götürüp ölmeden yaralarını tedavi ettirmeyi başarmıştır. Rivayetlere göre genç kız iyileşip kendine geldiğinde avcı ona ismini ve nereden geldiğini sorar sormaz Afrodit’in ona bağışladığı güç ile tekrar güvercine dönerek avcının evinden uçup gitmiştir. Yeryüzüne bir kere düştükten sonra Olympos’a tekrar dönemeyen güvercinin o zamandan beri dünyamızda kâh güvercin kâh genç kız şeklinde dolanıp durduğu, bu sürede de kendisini tekrar Afrodit’in yanına yollama gücüne sahip olan ruhunu güvercinlerle birleştirmiş bir ölümlüyü beklediği söylencesi halk arasında sürmektedir.” Demek benim kuşum güvercindi! Üstelik burada yazanlara göre bu dünyada mahsur kalmış olan Afrodit’in güvercin kızına yardım edecek ruhu güvercinlere bağlanmış ölümlü de ben olmalıydım. Şaşkınlıkla Beha amcaya dönüp sordum. “Sen… Sen bunların hepsini nereden biliyordun ki Beha amca?” “Evlat, baban söylediği sözde okumanın değerini söylemişti değil mi? Sen birkaç yazı okudun evet, ama hala yeterli derecede çevreni okumayı başaramıyorsun. Buraya geldiğinden beri inciri fark ederek bir kez çevreni okudun fakat ikinciyi başaramadın.” Sözlerini bitirince sağ elini yukarı kaldırarak parmağını şıklattı. Bunu yapmasıyla beraber tavanda büyük bir gürültü kopmuştu. Ne olduğunu anlamak için yukarı baktığımda gördüklerim yüzünden apışıp kaldım. Gri renkli duvarların tavanla birleştiği bölge tamamen kafeslerle doldurulmuştu. Dükkanı baştan sona kaplayan bu kafeslerin içinde renkleriyle ortama kamufle olmuş ve o ana kadar sessizce durmuş saksağan yavruları vardı ve Beha amcanın parmak şıklatmasıyla hepsi aniden kafeslerinden havalanarak Beha amcaya doğru uçmuştu. Onlarca saksağan yavrusu yanına varır varmaz bu cılız ihtiyarın ceketinden tutup yukarı doğru çekiştirmeye başladılar. O sırada bir gürültü daha koptu ve dükkanın kapısı gürültüyle açıldı. Şimdi de dükkanın içine sayılamayacak kadar çok saksağan dolmuştu ve hepsi de girer girmez gagasıyla Beha amcanın bir tarafından tutup yukarı çekiyordu. Saksağanların yardımıyla ihtiyar sahaf oturduğu tekerlekli sandalyeden havalandı. Kuşlar onu tam önümde ayağa dikmişlerdi. Ciddi bir sesle kulağıma fısıldadı. “Çevreni oku evlat. Sen bu güvercin kızı önceden görmüş olmalısın.” Ansızın buraya gelmeden önce parkta omzuma konan güvercini hatırladım. O, Afrodit’in güvercininden başkası olamazdı. Saksağanları ve Beha amcayı ardımda bırakarak dükkândan çıktım ve parka doğru koşmaya başladım. Dakikalarca o güvercini bulmaktan başka hiçbir şey düşünmeden koştuğum için parka vardığımda nefes nefeseydim. Önce gölcüğün oraya sonra da tüm parka baktım. Parkta hiçbir güvercin yoktu. O günden beridir her yerde güvercin kızı arıyorum. Yılmadan çevremdeki kızların gözlerinde bir güvercin parıltısı; parklarda, ağaçlarda, yollarda gördüğüm güvercinlerin gözlerinde de güzel bir kız parıltısı bulmaya çalışıyorum. Bazen genç bir kız gözlerime bakıp gülüyor, bazen de bir güvercin omzumda dinleniyor. Anlamlı bir şekilde bakıyorum ama… Bilmiyorum.


bırakarak Oslo’ya üniversite okumaya giden çekingen bir kızın yeni hayatına alışmaya çalışırken kısa bir süre sonra kendisinin de açıklayamadığı bazı özel güçleri olduğunu fark etmesi. Anlayacağınız gayet fantastik bir olaya ev sahipliği yapıyor. Merhabalar, sevgili Mevzular Derin okuyucusu. Sonsuz sayılı devam eden bu mecrada topu topu Türkiye’nin 6 şehrinde ve sadece 33 ayrı salonda, korkunç rakamlarla vizyona girmiş, istese bile kimsenin haberinin olmayacağı filmlerden elimden geldiğince bahsetmeye çalışacağım. Bu kendi çapındaki naçizane yazıma “Başka Sinema” olayını överek başlamak istiyorum çünkü beni inanılmaz ihya eden bir olay. Şu ana kadar bu konsept altında izlediğim herhangi bir filmin gişe kaygısı olduğunu daha görmedim. Görmek de nasip olmaz umarım. Bağımsız, yani yaratıcılığı dibine kadar izleyebildiğimiz bu filmleri izlemek her zaman daha kafa açıcı oluyor. Her an, her dakika yorumlamaya açık filmler bunlar. Düşünmeye teşvik ediyor insanı ve düşündükçe daha çok insan oluyoruz. Bir şeylerin farkına varıyoruz. Başka Sinema konseptinin şu an en büyük sıkıntısı sadece 6-7 şehrimize salon açtırabilmesi. Eldeki güç de bu maalesef. Üstüne çıkmak için yeterli destek çıkması çok zor, hatta imkansız. Artık nerde yaşadığımızı gayet iyi biliyoruz. Bunlar ütopik durumlar. Belki bir gün deyip hem “Başka Sinema” hem de sanatın sonu gelmez bütün mecralarının doğudan batıya, kuzeyden güneye, her yöne ulaşmasını dileyelim ve ana başlığımız Thelma’ya geri dönelim. Kısa bir sinopsisinden bahsedelim. “Thelma” neymiş, ne değilmiş bir hep beraber görelim, kafalarda bir görüntü oluşturmaya çalışalım. “Thelma” Joachim Trier vizyonuyla sinema salonlarına teşrif etmiş, 2018 Oscar yabancı film kategorisinde Norveç’i temsil etmiş güzide bir film. Konusu; Norveçli bir öğrenci olan Thelma ailesini ve kasabadaki hayatını geride

“Thelma” mistik bir film. Bu mistikliğini kavramlar üzerinden sağlıyor. Her zaman kavramların içinde kaybolmak gerektiğini düşünüyorum. Kavramlar asla tek bir anlam bütünlüğünden oluşmaz. İç içe geçmiş bir kümelenme sistemidir. Öyle bir bütündür ki biri olmadan diğerinin sadece sözlük üzerindeki anlamı kalır. Hadi biz de biraz tıpkı “Thelma” gibi sonu olmayan bir havuzda, aktarmaya çalıştığı kavramları iyice derinleştirerek boğulmaya çalışalım. Film, konseptini 3 ana kavram üzerinde topluyor. 1)İnanç : Her şeyi başlatan başlık tam olarak bu: inanç. Biz insanlar doğar, yaşar ve ölürüz. Bize biçilen yaşam döngüsü bu. Ve bu döngü içinde yaşamlarımızı belirli inançlarla devam ettiririz. Bu çocukluktan başlar. Belli bir yaş seviyesine kadar, bize dayatılan bir inanç sisteminin içinde yaşarız. Yaşadığımız, yaşayabileceğimiz hatta yaşamayacağız durumları bu sistem altında yorumlarız. Sonra sorgulamaya başlarız. Neye inanmak istediğimizi düşünürüz ya da neye inanacağımızı. Bazılarımız bu anı yaşamaz. Başladığı yerden devam eder, ta ki son anına kadar. Bazılarımız yaşadığı tek bir kötü günün ardından bu anı yaşar. Bazılarımız aynı anda bir çok şeye inanmayı tercih eder. Fakat hepimizin tek bir ortak buluşma noktası var. İnandığımız şeylerin arzularımızı doğurması. En basitinden aşk bir arzudur, bir istek değildir fakat onu oluşturan inançtır. Aşk inançtan doğan bir arzudur. Bu durumu sadece aşkla tarif etmek kesinlikle doğru değil bu arada. Bütün arzularımız inancın bir meyvesi olarak karşımıza çıkar. Aşkı örnek gös-


termem de tamamen filmle alakalı bir durum. Ve bu örnek üzerinden devam edeceğiz. 2)Arzu : İnançlar arzuları doğurur. Arzularımız isteklerimiz değildir. Arzular isteklerimizi doğuran duygusal parçalanmalardır. Düşlediğimiz her bir arzu bir isteği meydana getirir. Şu durumda TDK’yi açıp bana arzunun istemek anlamına geldiğini belirtmenize hiç ama hiç ihtiyacım yok. İstemek tek başına duygusal bir bütünlük taşımaz. Onu kalıba sokan arzulardır.İnanç kırıntılarımızdan oluşan her duygu birer arzudur. Bu duygular kafamızda belirli çağrışımlar oluşturmaya başladıklarında isteklerimiz ortaya çıkar. Aşk dediğimiz bir duygu bütünlüğüdür. Aşkı arzularsın, isteyemezsin. İstesen bile elde edemezsin. Aşkı arzularsan sevgiyi istersin. 3)İstek : En büyük korkum hep yalnız ölmek olmuştur. Bu aslında şu anlama geliyor: sevgisiz ölmek. Yaşadığım hayat süresince insanlardan, spesifik olarak sevdiğim insanlardan talep ettiğim tek şey sevgiydi. Arzuladığımız aşkın, sevgiyi isteme sürecinin bir parçası olduğunu belirtmiştim. Şu an nihai noktadayız. İnandım, arzuladım ve istedim. İşte Thelma bunu anlatıyor aslında. İnançlarını sorgulayan Thelma bir gün aşkı arzular, hemcinsine aşık olur ve karşılığında istediği sevgiyi almak uğruna inançlarını yaratan ailesini karşısına alıp kuzgunlar eşliğinde arzuladığı aşka uçar. Düşününce hepimiz Thelma gibiyiz aslında. Sadece doğru anı bekliyoruz. Filmi bu 3 konsept altında değerlendirdiğimiz zaman duygusal anlamda ve fikirsel olarak insanın ufuk noktasını belirli bir noktadan daha esnek bir noktaya çektiğini belirtmem gerekiyor. Lakin filmin işleyişi ve akıcılığı konusunda oldukça büyük sıkıntılar var. Avrupa sineması genel olarak herhangi bir konuyu ağır ağır, aheste aheste, nahoş nahoş anlatma üzerine kurulu. Bu neredeyse %80’i için geçerli. Kimisi bu durumu çok iyi kurtarabilirken kimisi de “Thelma” gibi sıkıcılaşa-

biliyor. “Thelma” sıkıcı bir film değil bu arada. Yer yer sıkıcılaşıyor fakat bu yer yerlerin çok fazla olduğunu belirtmem gerekiyor. Bu da climax adını verdiğimiz filmin tepe, kaba tabirle orgazm noktasından alacağınız keyfi %80 oranında azaltan bir durum. İşte bu, kabul edilebilir bir şey değil. Akıcılığı öldüren her nokta filmden kopmanızı sağlar. Norveç akıllılık yapıp eli yüzü sağlam mistik bir filmi Oscar’a göndermiş. Ama ilk 5′ e girmeyi maalesef ki başaramamış. Bu sene son 5’e kalan filmler bir enteresandı Oscar’da zaten. Senaryosu olmayan “The Square” gibi bir film adayken, Loveless gibi sadece durağan görüntüden ibaret olan, adı gibi sevgisiz film “Loveless” yerine son 5’te görmek isterdim açıkçası. Ama şöyle bir durum da var. Oscar gibi daha çok filmin temposuna ağırlık veren organizasyonlarda bu tarz bir filmle eli boş dönersin. Konu ne kadar ilginç olursa olsun. Durağan görüntü dediğim “Loveless”ın temposu bile “Thelma”dan kat kat yüksekti. Filmin müzikleri gayet başarılı bu arada. Özellikle fragmanlarda ve filmin başında çalan “The Wolves” adlı eser müzik listeme kesinlikle girecek. Atmosfer olarak da Avrupa soğukluğu gene başarılı bir şekilde resmedilmiş. Karanlık olan hikaye örgüsü kare kare bu yapıya uygun şekilde çekilmiş. Özellikle okul sahnelerindeki drone görüntüleri beni benden aldı. Hikayeye katkı sağlamayı başaran bir detay aslında o. Soyutlanışın ve yeni bir başlangıcın görselleştirilmesi. Bakın, tek bir çekim açısı aynı anda iki tane duyguyu aktarabiliyor. Sinemanın gücü bu işte. Sinema bu yüzden bir sanat. Son sözüm ise “Thelma” bir çok duyguyu içinize işleyebilmesine rağmen temposundaki aksaklıklardan dolayı “bitse de gitsek” tabirini oldukça yaşatan bir film. Bunca yıldır film eleştirileri yapan bir sinefil olarak benim bu filme puanım 10 üzerinden 6.50 ya da 6.75 olacaktır. Yuvarlarsak 7 bile diyebiliriz. Bir sonraki Mevzular Derin sayısında görüşene dek sinemayla kalın efenim.


Biz bir ekiptik, sabah yoldaki çöp konteynırı, kaldırımda tekmelediğim taşlar, beklediğim duraklar, geceye hizmet ettiğim gün sonları daha eklenecek tonla şey ve ben güzel ekiptik. Bazı şeylerin üstüne gidiyorduk. Ben bazı harflerin üstünde zıplıyordum mesela, fazla baskın oluyordum. Onları bırakmam gerek. Hem özgürlükçü olup hem düşüncelerimi aktarmak için başkalarını sınırlayamazdım. Kahretsin bu kadar düşünceli biri olmamalıydım. Okuduğunuz tüm kitapları sizden önce okumalıydım. Ya okuduğunuz kitaplar birer silahsa? Neden silahları teslim almaktansa size bırakayım? Aslında okuduğumuz kitaplar, dinlediğimiz müzikler, tıklanmak için yarışlara soktuğumuz fotoğraflarımız, ‘’ben bunu böyle yapıyorum’’ demek için yaptığımız paylaşımlar hem kendimize hem toplum yönlendirmesine atılan birer bomba. Bu nedenle silah özelliği taşıyor. Fark etmediniz mi? Sizin yaptığınız bir şeyin gün yüzüne çıkıp şovunu yaptıktan sonra bir virüs gibi dağıldığını. Epidemisi yüksek olayları yakından tanıyıp etki altında kalmaktansa etkiyi kontrol etmeyi tercih ediyorum. Paranız olmadığında iç organlarınızı satmanızı gerektirecek kadar ciddi temel ihtiyaçlarınız vardır. Peki elektrik ağını birkaç günlüğüne durdurduğumuzda kaç kişi hayatta kalır? Ellerindeki güç hayatlarımıza nüfus etmiş durumda, onlar için savaşıyoruz. Bu dünyaya geldiğimizde bulunduğumuz coğrafyayı kolay kolay reddedemeyeceğimiz kadar gerçek bir savaş, öyle ya da böyle bu çukurun içinde yer alıp benlik olma savaşı veriyoruz. Gerçi ruhsal ve fiziksel benliğindeki açıklıkları yamalayacak, tonla uygulama

zaten mevcut oyundaki karakterini nasıl tasarlaman gerektiği sana bırakılıyor. Çok zeki ya da çok güzel gözükebilir hakkında bu tarz görüşler oluşturabilirsin. Kilit noktası, yönlendirmek istediğin kitleyi iyi tanımaktan ve onlar ne istiyor sen nasıl verebilirsin kuramından geçiyor. Bu geçmen gereken sınavda sorulan sorulara, verdiğin cevaplarda hocanın ruhunu okşayacak sözcüklerle onun görüşüne ithafen kelimeler kullandığında kolayca geçiş sağlaman kadar basit bir yönlendirme. İnsanlara onlar gibi olduğumuzu göstermek için tweetler atıp, popüler dizileri izleyerek destek oluyoruz. Her yıl belirli önemli günlerde günün anlam ve önemini’’ ben de buradayım, evet işte ben de senin gibi bu konuda hassasım, ayağınızı denk alın!’’ mesajları vererek milli ve ahlakı değerlere sahip çıkıyoruz. Gerçekten böyle mi sahip çıkmalıyız? Ya sahip çıkmamız da, bu şekilde sahip çıkmazsak kötü hissedecek olmamız da bir yönlendirme ise? Bütün bunlar kurmaca ve bunlar birer pazarlamacı. Eğer ürün olmak istemiyorsan, gerçekten tüketim zincirinin tüketilen bir ürünü olmak istemiyorsan, sorularını Siri’ye yöneltmeden süzgecinden geçir çünkü o sorunun bir gizliliği yok, tabii senin de. Tek gücün belki de beynindeki kara delikler ve oralara ulaşan bu pazarlamacılar seni kodlayacak, sen kilometrelerce ötede başka bir ürüne aktaracak günü geldiğinden savaşta kendinle yüzleşeceksin. Peki sence bu savaşı kim kazanır? Yeni özellikleri sürekli güncellenmiş ürün mü yoksa sürekli hazıra konan basit işlemci mi? Kafesine ateş et bu bir çapraz ateş olsa bile…


Masadakilerin boş bakışları eşliğinde gitmek için son hazırlıklarını tamamladı. Hiç kimsede hiçbir tepki yoktu. Kin, nefret, sevgi, özlem gibi duygular onlar için sanki evin içinde dolaşan bir fil gibi anlamsız geliyordu. Hazırlıklarını tamamladığında masada kimi görmek istemiyorsa oradaydı. Borcu olduğu bankadan sürekli kendisini arayan ama yüzünü hiç görmediği bir yetkili, üç gün önce barda kavga ettiği adam,sokakta donarak ölecekken kurtardığı ama daha sonra onu terk eden kedisi... Kapı açıldı, içeri giren yıllar önce çocukken tanıştığı ama hiç bilmediği bir kadındı. O diğerlerinin aksine masaya oturmadı. Masada kim varsa sanki ondan bir şey istiyor, bir şey bekliyor gibiydi ama herkes ona o kadar boş bakıyordu. Kimsenin derdini anlamıyordu. Zaten yıllarca insanların dertleriyle uğraşmaktan kendi dertlerini unutmuştu. Masadan bir sandalye de kendisi için ayrılmıştı. Sandalyesini çekti ve üzerine çıktı. Yolculuğunda ona eşlik edecek olan araç tavana asılı bir şekilde onu bekliyordu. Dindar oluşlarından mıdır yoksa dindar gözükmelerinden midir bilinmez ailesinden kimseyi göremiyordu masada. Zaten ailesinin yaptığı şeylere bir türlü anlam veremiyordu. İpi boynuna geçirdiğinde rahatsız edici derecede çok fazla kuş sesleri gelmeye başladı. Bir süre sonra sesler dayanılmaz bir hal aldı ve üzerinde durduğu sandalyeyi bir anda altından çekiverdi. Kuşlar yavaş yavaş odanın içine doluşmaya başladılar ve masada öyle anlamsızca duranlar kendi aralarında bir şeyler konuşmaya başladılar. Kimisi elini yukarı doğru kaldırıp bir şeyler söylüyor, kimisi masanın arka kısımlarında bir diğeriyle gülüşüyordu. Ne konuştuklarını duymak için son bir gayret onları dinlemeye çalıştı ama nafile. Kuşlar yavaş yavaş etrafını sarmaya başladığında sonradan içeri giren ve yıllardır görmediği kadın masanın üzerine hiç görmediği güzellikte bir çiçek bıraktı ve çıktı. Sanki umduğunu bulamamış, sanki adam o sandalyeyi itivermese çiçeği hiç çıkarmayıp adamla birlikte dışarı çıkacaklarmış gibiydi. Şu durumda bile yine birini memnun edememiş buna yakınıyordu yavaş yavaş boynunu morartan ipin içinde. Oda karanlığa büründüğünde kadının getirdiği çiçeğin üzerinde yeşerdiğini fark etti ve bu yüzünde ufak bir tebessüme sebep olmuştu. Birden odada hiç görmediği ama hep orada olduklarını bildiği insanlar gördü etrafında. Kiminin üzerinde kendisininki gibi çiçekler yeşermiş, kimisi yeni ıslanmış kimisi de oldukça bakıma muhtaçtı. O anda adam nerede olduğunu anladı. Zaten gelmek istediği yer de burasıydı. Her şeyin başladığı yer de.

98 D ÜNYA KUPASI ESNASINDA KARALADIGIM VE FAKAT TAMAMEN AKLIMDAN CIKMIS OLAN S IIR Bira içiyorum ağlayan çayıra indiğimce Kurulan düşlere pek tuş oluyorum Ölmeyi hanidir özleyip durmuş bir samana iken bedenim Kaçıp gider iken merhem kokan her yerlerden Yağmur akan günleri de saymaz isek Çok kof bir yaşam sürüyorum Yıkılıveriyorum gördüğüm tüm parlak kaldırımlara Seni gördüğüm, seni banyan ağacının kıçında, yaprakları ince Ağlamalarımı tutamıyorum seni bir oğlan ile gördüğümce


ithaf


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.