Mevzular Derin Fanzin Sayı : 14

Page 1


"Boynuna o yeşil fuları takma çocuk Gece trenlerine binme kaybolursun Sokaklarda mızıka çalma çocuk vurulursun" 5 Mayıs 1977. Ankara Kuzey Kafkasya Halk Kültür Derneğindeki dernekler arası birleşme ve federasyon toplantısından çıkan bir grup genç, durakta beklerken silahlı saldırıya uğradı. Tsey Mahmut Özden hayatını kaybederken diğer gençler de çeşitli yerlerinden yaralandılar. Olay yerine gelen polis silahla ateş eden arabayı takip etmek yerine saldırıya uğrayan gençlerin üstünü aradı ve bazı gençleri karakola götürdü. Bunun yanında 16 Haziran 1979'da İçel Kafkas ve Kültür Derneği'nin silahla taranması sonucu Ali Öge hayatını kaybetti. Bu saldırılar Çerkeslerin dernekleşme ve birleşme çabalarına karşın yapılmıştır. Amaç Çerkeslere gözdağı vermektir. Ama istenilen olmamış, derneklere katılım 1980 darbesine kadar aynı şekilde devam etmiştir. 80 darbesi bütün örgütlenmelere zarar verdiği gibi Çerkes örgütlenmelerine de zarar vermiştir. Zaten Çerkesler 1950 yılından itibaren örgütlenmeye başlamıştı. 1923-1950 yılları arasında uygulanan Türkleştirme politikaları yüzünden Çerkesler örgütlenememiştir. Çerkesler için 1923-1950 yılları arası, ölü dönem olarak geçmektedir. 1980 Darbesi de Çerkes örgütlenmelerine darbe vurmuştur. Bu saldırıları sağ-sol kavgasıyla açıklayamayız. Bu sığ bir yaklaşımdır. 1980 öncesi yıllarda karanlık ellerin cinayet işlediğini biliyoruz. 1980 öncesi yıllarda işlenen cinayetleri kim işlediyse


Tsey Mahmut Özden ve Ali Öge'nin katili de onlardır! Katilleri bulunamadı. Çünkü bulunması için çaba sarf edilmedi. Cinayeti bir avuç Çerkes dışında hatırlayan yok. "Mecliste Çerkes milletvekilleriyle buluştuk gündemi değerlendiriyoruz" şeklinde tweet atan Çerkes milletvekilinin gündeminde bile değil. Gündemlerinde ne Tsey Mahmut Özden ne Ali Öge ne de Çerkeslerin diğer sorunları var. Bazı Çerkes derneklerinin programlarına katılmayı Çerkeslik sanıyorlar. Çerkeslere karşı uygulanan adaletsiz ve hukuksuz uygulamalara karşı çıkmak yerine susmayı tercih ediyorlar. Bunun yanında zamanında milletvekilliği için Çerkeslerden oy isteyen Oğuz Berk Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde Uluslararası Kafkas Ödülleri Töreni düzenleyecekmiş. Uluslararası Kafkas Ödülleri daha önce Kafkas Diasporası ödülleri olarak düzenleniyordu. Sayın(!) Putin de davet edilmiş. Törene Çerkes bir anneden doğan Asya Pasifik Futbol Federasyonu Genel Başkanı ve Ürdün Prensi Ali Bin Hüseyin de katılacakmış. Yavaş yavaş uluslararası kelimesinin hakkını veriyor Oğuz Berk. Şimdi Oğuz Berk'in hakkını(!) yemeyelim. Oğuz Berk, Çerkes toplumuna büyük katkılar sağlamış ve sağlamaya devam eden bir insan. Ödül verilecek kişiler belirlendiği için yakın zamanda Rusya Federasyonunun hukuksuz uygulamalarına karşı açlık grevi yaparak direnen Ruslan Guashev'e ödül veril(e)miyor. Sayın(!) Putin törene teşrif eder mi orası bilinmez. Ama törene Sayın(!) Putin'in çağrılması Ruslan Guashev'e ve vatanlarında hür yaşamak için canlarını feda eden atalara saygısızlıktır. Bizim bunları söylüyor ve çeşitli mecralarda yazıyor olmamız Oğuz Berk'in yaptığı her şeyin karşısında durmak ve iptal ettirmeye çalışmak değildir. Oğuz Berk'in elbette Çerkes toplumuna katkısı olmuştur ama daha önceki yıllarda katkısı oldu diye Sayın(!) Putin'in davet edilmesine ve Çerkeslerin siyasi bir mecraya çekilmesine susamayız! Tören için "üst düzey olarak temsil edileceğimiz ve sorunlarımızı dile getireceğimiz bir program" deniliyor. Kime sorunlarını dile getireceksin anadil eylemi için şimdi bide başımıza Çerkesler mi çıktı diyene mi? Ruslan Guashev için tek laf etmeyenlere mi? Bunca yıldır Çerkes Sürgününü Mecliste kabul etmeyenlere mi? Anavatanda ki Çerkeslere türlü hukuksuzlukları uygulayan ve atalarının yaptığı sürgünü kabul etmeyene mi sorunlarını dile getireceksin? Tören'in gerçekleşmesi'nin Çerkeslere hiçbir olumlu etkisi olmayacaktır. Ama Sayın(!) Putin söylemlerini ve Çerkesleri siyasal bir mecraya çekmeye çalışanları tarih yazacaktır. İleriki nesillere karşı boynumuz bükük kalacaktır.


lık bir alana götürülüp kurşuna dizildi. Cesedi, halk tarafından kutsal kabul edilir korkusuyla asitle eritildi. Bugün bile hala açlıkla, susuzlukla, sefaletle, hastalıklarla savaşan ülkesi için “Kahraman” oldu. Sevgilisine hitaben kaleme aldığı bir mektubunda ona şöyle seslendi: Sankuru, Kongo. Doğduğu topraklar yüzünden doğuştan şanssız olan insanların coğrafyası. Kolera’nın başkenti. “Cadı” denilerek sokağa atılan çocukların ülkesi. Yeryüzünün en sert elementinin, en naif insanlarına bahşedildiği yerler… 1925 yılında doğdu. Misyoner okulunda eğitim gördü. Bütün bir Kongo dahası bütün bir Afrika mimlenmiş gözler ve el yordamıyla medeniyeti ararken, o, bu amaçsız çabanın bir sonuca varmayacağının farkındaydı. 1955’ te siyasete girdi. Sendika başkanı oldu. 1958’ de Ulusal Eylem Partisini kurdu. 15 milyon Afrikalı için hayal ettiği tek şey vardı: Özgürlük. “… Biz de kendi ülkemizde bütün vatandaşlara hiçbir ayrım gözetmeksizin özgürlük, eşitlik, sosyal barış, hoşgörü ve refah sağlayan demokrat ve modern bir devlet kurulmasını istiyoruz. Kahrolsun Sömürgecilik ve Emperyalizm! Yaşasın Kongo Ulusu ve Afrika”. Bütün bir devlet sathında mitinglere başladı. Halkı alenen ve en güzelinden isyana teşvik etti. 1960 yılında Kongo bağımsızlığını ilan ettiğinde Başbakan olarak göreve geldi. Genç, karizmatik, ileri görüşlü, yalnızca halkının refahını düşünen, Emperyalizm düşmanı her lider gibi alaşağı edildi. 2 ay kalabildi sadece görevde. Bu da yetmedi, öldürülmesi için emir verildi. Bir kışlada hapis tutuldu. Her türlüsünü gördü işkencenin. Hepimiz savaş ve yoksulluk kardeşi olacağız! Zafer kardeşi olacağız! sözleriyle seslendiği Kongo halkına “Beni öldürecekler çocuklar. Gandhi gibi öleceğim” diyerek veda etti. Orman-

“… Saygınlık olmayan yerde özgürlük yoktur. Adalet olmayan yerde saygınlık yoktur. Bağımsızlık olmayan yerde ise tek bir özgür kişi yoktur. Hiçbir barbarlık, hiçbir acı ve hiçbir işkence, beni merhamet dilemeye zorlamadı. Başım dik olarak, sarsılmamış bir inanç ve ülkemin kaderine dair derin bir güvenle ölmeyi, kutsal ilkelerimizin küçümsenmesini izleyerek yaşamaya tercih ederim. Afrika kendi tarihini yazacak, sahranın kuzeyinde ve güneyinde, bu zafer ve saygınlığın tarihi olacak. Yaşasın Kongo, Yaşasın Afrika”. İnsanın hayatta kalma çabasına nal toplatacak tek bir uğraş varsa o da özgürlük dürtüsü olsa gerek. Bu dürtünün en güzel yüzlerinden biriydi Patrice LUMUMBA. Yeni sabahlar başlıyor eski Afrika'da. Yalnız bizim olacak artık bu ülke, bu su, bu kutsal ırmaklar, Binlerce yıl anası ağlayan zavallı Afrika. Tüm gücüyle güneş bizim için parlayacak, Gözümüzün yaşını, suratımızdaki tükürükleri kurutarak, Zinciri kopardığın an, koca zinciri, Kötülüklerin, işkencelerin köküne kibrit suyu, Hür ve şen bir Kongo doğacak kara topraktan, Hür ve şen bir Kongo - kara çiçek, kara tohumdan!

* Nijerya’ da ailesi tarafından “cadı” olduğu düşünülerek sokağa atılan ve 8 ay boyunca tek başına dışarıda yaşayan 2 yaşındaki bebeğe bulunduktan sonra konulan isim.


Cüce sümüğünü koluna silip, ‘’bıyıklı adamın rüyası işte, odun parçası ne sandın’’ diye bağırır. Adını söyletme sakın. Ağaç, bilmemenin utancı ile dallarını kütletir. Söz sözleri neydi? Diye sorar köpek gezgine dönük biçimde ulumaya hazırlanıp kuyruğunu sallayarak. Gezgin Bilge: Anne! Ne aptalmışım. Bu koca mistik, sisli, rüyada var olmuş orman ulumanın yankılarını üstünden atamaz. Hep bir kopuş diye söze başladı cüce. Anne karnından kopuş, doğadan kopuş, tanrıdan kopuş… Uzun süredir sisli, mistik bu ormanda konuşmaya uzun süredir kulak misafiri olmuş heybetli bir ağaç: Sen ne bilirsin be cüce! diye haykırdı. Cüce cevap verir: Cüceliğimle alay mı edersin kök salmış şey! Niye utanacakmışım seçmediğim bir bedende mahsur kalmaktan. İstemediğim şeyin var olmayan onurunu savunmam. Konuşmayı başlatan Gezgin Bilge sözü alır. Şöyle buyurur: Her dinsel öğreti, bedeni olumsuzlar. Ruh önemli kalabilsin diye. Bedenine olan bu vurdumduymazlığı anlarım o yüzden küçük insan. Beden de bir gariptir ama insan ruhu dedi siyah kürklü orman bekçisi köpek. Cüce: Ruh mu dedin it! Tanrıdan bahsetmen an meselesi artık. Bilge Gezgin: Tuhaf bir nehir gibi akıyor sözcükler, cümleler… Rüyada olsa gerek ondandır yaşlı kulaklarımın tırmalanışı. Ağaç Kükrer: Peki kimin rüyası? Soru duyulur duyulmaz cüce ağlar, köpek hırlar gezginin ise gözleri boşluğa bakar.

Cüce: Delirmeseydi keşke… Ne sancılı zihinmiş onunki. Hep o atı kırbaçlayan şerefsiz yüzünden!* Köpek araya girer: ‘’Bir de tanrıdan bahsetmekten bahsediyorsun cüce. Ölünün arkasından işitilen sözler beyhude.’’ Bir daire çizip kuyruğunu sallamaya devam eder. Ağaç: Ben neden ağacım biliyorum şimdi. Gezgin Bilge’nin gözleri meraklı küçük bir çocuğa benzer ve sorar. Nedenmiş? Ağaç: Benden bahsetti çünkü. Şöyle dedi: ‘ İnsan ağaca benzer. Ne kadar yükseğe ve aydınlığa çıkmak isterse, o kadar kök salar yere, aşağılara, derinliğe, kötülüğe. ‘’Senden değil insandan bahsetmiş uzun gövdeli’’ der köpek, köpeklere benzer bir sırıtma ve kinaye ile. Cüce gezgine döner: Senin için ne dedi? Gezgin Bilge bastonunu yere nazikçe bırakarak fısıldar: Alev, başka şeyleri aydınlattığı kadar aydınlatmaz kendini. Bilge de böyledir. Ağaç: Bu da ateş hakkında işte. Bilge Gezgin: Metaforlar yığınında ezilmişti malum kişi. Hangimiz ezilmedik? Budur kafa karışıklığımızın sebebi.Bilge Gezgin kendini durduramayıp söze devam eder: Gölgem mi daha ahlaksız yoksa ben mi? Sürüde kaybolduğumu hissederim zaman zaman. Ey söyle malum kişi ben neden bilgeyim o zaman?


Cüce: Bu ahlaktır. Bilmeyeceksin

gibi, erdem gibi…

Köpek sinirlenir, hırlayarak buyurur: İnsancılık, en azından biz hayvanların acısını çekmediği bir önyargıdır.

Köpek uyanmak için kolunu ısırmaya başlar. Bunu gören Gezgin Bilge gölgesine bakar ve sayıklar: En bilge olan bile bir kez aldanmaya; üç kez aptallığa düşer uzun boylu bir konuşmada.

Gezgin Bilge: Doğru dersin cüce. Vahşet, tecavüz, katliam, kara büyü… Hangisi insana özgü değildir? Ne çok bitmemiş arzu ne çok hayal kırıklığı vardır insan denen yaratıkta. Neyden koptuk ki böyle bir hilkat garibesi olduk sonunda? Köpek: Merhameti bile öldürmemiz gerek demişti.

Dolunay solmaya başlar, orman büzüşür ve bir ses kaplar her tarafı. Anne, ne aptalım! *Nietzsche Torino'da dolaşırken bir atın kırbaçlandığını görür, kırbaçlayan adamı kovar, ata sarılır ve ağlamaya başlar. Varoluşsal bir krize girmiştir. Bu olayın ertesinde ise akli dengesini yitirir ve ölene kadar 11 yıl boyunca konuşmadan ve yatalak yaşar.

Ağaç: Evet, evet onu da demişti. Çok şey söylemişti ama nafile. O da varlık çarkının arasına sıkıştı ve unutuldu. Tıpkı o çok bahsettiği ahlak

Not: Konuşmaların çoğu Nietzsche’nin sözlerinden oluşmaktadır.

Kıskıvrak münzevi bir eyerden salınan jelatin kokusu, Zuhur eden genç tüy ve kambur sofrası, Bir alnın en kırışık yerine denk düşer gençlik. Bir vedanın ilk sıyrılışı, soylu rolünde tahta perde, Çapraz soyuluş, İşteş ama içten değil sevişmeler. Dişe dişilik. Ex für zaten boştu. Çarşısı dörtgen zifir, zafiyat sıfır, Han ve yordam kavisli kaçışlı Dirseğimden altı misafirperver değil. Vaadlerinize uymadım üzgünüm, neyse o üzgünüm, ben bazen üzgünüm. Üç yansıyan ışık geceden, Boya kalıntısı, unuttum bazılarınızı. Güruhtan soramadım bırakılışımı, soramadım. Frapan bir tellak, hilkatın dolambaçlı sancısı, sordun mu, sanmam. Güzel, değil. Neyse o. Kira mı verdiniz yutkunuşuma?

Sizler katmer katmer çöktünüz bir bulut gibi yüreciğime. Ne verdiysem ne aldıysam bırakın, kalsın, neyse o. Bizim sonumuz yoktu, kadınsı ve erkeksi, Akışkan ya da sataştık. Bir şeyler, birtakım şeyler işte. Gözüm alışık, olurmuş. Bir basamak bir sürüncemede kalış lan bu nasıl lanet. Kah Ka Ha! Geber! Fly me to the moon. Genelev sürahisi Re la fa düzen korkusu. Güzeldi manzara, güzeldi yayılış. Kasten keşifler. Böyle hep miydi? Belki. Hikayemiz hep yarım kalıştır. Bir bakış sakızdır cak sak cak sak Nota ve diziliş ya da neyse o. Güzeldik Beni bilmediğim bir yarıya götürün, kayıtsızlığa mecbur etmeden.


Bayan x, Size yazmadan geçirdiğim aylarda yağmurun hiç dinmediğini sanmayın, ya da güneşi hiç selamlamadığımı. Gökyüzü metaforuna yakıştırdığım hayat her zamanki kaprisleriyle beni şaşırtmaya devam ederken ben öylece durup peşinden sürüklendim. Evet, hala hayatın büyüsüne kapılıp körleşecek kadar tecrübesizim bu galakside. Ve hala yörüngemi yitirdiğimi hissettiğim oluyor. Fakat kalbime yakın insanlardan birinin geçen gece söylediği gibi, güneş bir defa batıyor. Gözden yiterken arkasında bıraktığı yumuşak tonların karşı konulmazlığını kim reddedebilir? Biz reddedemiyoruz, dahası onun bu şımarıklığını seviyor ve bunu gururlu yıldızlara bırakmamayı görev bilip her şeyine göz yumuyoruz. Belki bu mektubun parmaklarımın arasından kayıp gideceğinden korktuğum için yazmamışımdır. Belki saman sayfaların yağmura uzun süre dayanamayacağını bildiğimdendir. Belki de günümüz dışında her anda hayatta kalabildiğim içindir sadece. Lakin bunun zararı yok. Önemli olan her fırtınadan sonra ayağa kalkıp hiçbir şey olmamış gibi devam etmek değil midir? Kontrol edemediğimiz şeylere başka nasıl bir anlam yükleyebiliriz ki? Hayır, bir anlam yüklemezsek deliririz biz. Esinden bahsetmiştiniz bana. Daha doğrusu bana hakiki ilhamı anlatmak için umutsuzca çabalamıştınız. Size, onu şafak vakti öten bir bülbülün notalarında bulduğumu söylememe izin verin. Hayatı tatmış yaşlıca bir kadının göz yaşlarında da gördüm ilhamı. Bana onu anlatırken unuttuğunuz bir şey vardı. Hayata dair her küçük detayda görülebileceğinden hiç dem vurmadınız mesela. Sizi suçlayacak değilim. Küçük ayrıntıları atlamamayı bana bu ihmaliniz öğretti nihayetinde. Ve büyük resme takılı kalırken kalanına karşı nasıl körleştiğimi gördüm. Bunun için size bir şey borçlu muyum? Kurumuş menekşelerinizi zarfta bulabilirsiniz, eksik şiirleriyse çoktan yaktım.


İyi geceler Anne! İyi geceler Baba! İyi geceler erkek kardeşim! İyi geceler kızım! İyi geceler kız kardeşim! İyi geceler kızım! Odadan karanlıkta gelen sesler bunlardı. Ufak ufak pencereden giren rüzgârın uğultusu hariç. Hava çok sıcak sayılmazdı. Sanırım -236 dereceydi. 236 sayısını sevdiğim için bunu pek sorun etmiyordum. Sayılar arasında ilişki kurunca sayılar da gayet anlamlı oluyordu. Uyumadan önce kurduğum son anlamdı bu. 2 ile 3 ü çarparsan 6 olur. O gün daha çok 6 oluyordu iki çarpı üç. Bazen aynı işlemi her yapışımda farklı sonuçlar çıkardı ama bu sefer emindim. Teşekkürler eski matematik öğretmenim. Eski çünkü öldürüldü. Hüznümüzden bir daha sınıf olarak okula adımımızı atmadık. Üzüntüm geçince belki dönerim geri ama tekrar alışmanın kolay olacağını düşünmüyorum pek. Sonuçta gitmeyeli 2 seneden fazla oldu. Arkadaşlarımdan da bazıları öldürüldü. Azılı katiller var etrafta dolaşan. Arkadaşlarımdan öğrendiğime göre öldürmeden önce ajitasyon ve şirinlik yapıp en az aile üyeleri kadar normal davranıp ona göre öldürüp öldürmemeye karar veriyorlarmış. A evet bunu duyduğuma sevinmiştim. Müdahale edebilecek bir ortamım olursa canımı kurtarabilecektim. Duyabildiğime zaten genel olarak seviniyordum. Aksi taktirde zaten arkadaşlarımın olmasının bir anlamı olmazdı, onlardan

yararlanamazdım. Arkadaşlığın zaten başka işlevi olduğunu da düşünmüyorum. Sağır bir tanıdığım var onun adına üzülüyorum bazen. Mesela o asla haber alamıyor arkadaşlarından. Ben bile ona bu konuda bilgi vermek isterdim, onun ölmesini çok istediğim söylenemez ama şimdi kalkıp da gitsem yanına işlevi olmayan bir hareket yapmış olacağım. Belki de bu yüzden hiç arkadaşı yoktur. Bir gün gelip de biri kapıyı çalsa ve dese ki; Merhaba bayan, otomatik kardeşim fenalaştı da acaba yardım çağırmak için telefonunuzu kullanabilir miyiz? O da arkadaşından katillerin bu cümleyle işe başladıklarını arkadaşından duymamış olacağı için masumane bir hareketle o kapı kolunu çevirirse onu da öldürecekler. Ama tabi önce kapıyı duyması lazım. Evet benden daha güvende. İstese de asla kapıyı açamayacak çünkü. Bununla mutlu olmayı öğrenmek zorunda. Bir gün bunu ona söyleyeceğim. Kapı çaldı. Kim o? Merhaba bayan, otomatik kardeşim fenalaştı da acaba yardım çağırmak için telefonunuzu kullanabilir miyiz?


İçimden müdahale etmem gerektiğini geçirdim. Annemin, babamın ve kardeşimin hiç arkadaşı yoktu. Onlar her şeyi haberlerden öğreniyorlardı. Haberlerde çıkan spiker hatun da zaten suç ortağı imiş. Bana bunu da arkadaşlarımdan biri söyledi. Ne yazık ki müdahale etmek için çok fazla yorgundum. Gözlerim kapalı uyumaya çalışmaya devam ettim. Baba kalın sesiyle “Açamayız. Geceleri yabancılara kapı açmanın çok tehlikeli olduğunu haberlerde söyleyip duruyorlar.” Anlaşılan babam başka kanal izlemeye başlamış artık. Kalınlaştırılmaya çalışılmış sesiyle kardeşim “Evet evet evet evet son zamanlarda etrafta kaçak katiller dolaşıyor.” “Evet kapıyı açmamakta kesinlikle haklısınız ama biz de zaten o kaygıyla yardım çağırmamız gerektiğini düşündük. Orman çok tehlikeli. Eğer dostumu burada, ormanda bırakıp da yardım getirmeye gidersem muhtemelen ben gelene kadar öldürülmüş olur. Onun düşkünlüğünden yararlanmak isteyenler olacaktır. Ama beraber hareket edemeyeceğimiz kadar da dubadır kendisi, onu taşıyamıyorum ve zaten o da yürüyemiyor. Lütfen sadece telefonunuzu kullanmak istiyoruz.” Anne yavaşça kapıyı açmaya karar verdi sanırsamsa. İçeri 3 oğlan çocuğu girdi. Birinin saçları yeşil kokuyordu. Diğerinin bir kolunun olmadığının kokusunu almıştım. Diğeri de zaten haddinden fazla şişkoydu gerçekten. Her taraflarına süt döküldüğünü hissettim. Bu bozuk süt kokusu beni mahvetti. Normalde hiç sevmediğim 9. Senfoni dinleme isteği uyandırmıştı bende. Rüyamda 9. Senfoniyi görmeyi istedim o an. Keşke müzikler ve sesleri yayvan şekillerde

görebilseydik dedim. Bu geceki projem buydu. Rüyamda müzik izlemeye karar verdim. Dördüncü olarak baygın birinin getirilmesini, en kötü ihtimalle gelmesini ummuştum ama yoktu. Belki de o yürüyemeyecek kadar şişko olandır daha üst seviyedeki şişko, o duba olan. Ama kapı açılınca heyecandan iyileşivermiş olması ve o bence zaten haddinden fazla şişko olanın mevzubahis kişinin zaten bahsedilen baygın kişi olması da olabilecek ama olması çok da normal olmayan bir şeydi. Olsundu. İçeri girmişlerdi bir kere. Sabah erken kalkmalıydık hepimiz. O üç oğlan kokulu ekşimiş süt, tek odalı evimizin mutfak olarak kullandığımız köşesine gidip kendilerine birer portakal ayıklamaya başlamışlardı. Önce kabuklarını sonra içini yediler. Kokularını alıyordum ama hala gözlerimi açamayacak kadar bitkin hissediyordum. Anne de yatağına kuruldu ve herkes uykuya dalmaya mental olarak hazırlanmışken onlar da portakallarını bitirmiş, yorgun düşmüş, bizim hemen arkamızdan yere kuruluvermişlerdi. Kısa bir sürede uyuduklarını umuyorum. Misafirlerimizi rahat ettirmek hoşumuza gider. Gözümü açtığımda odada bir tek ben vardım. Gözlerimi kapattım. 9. Senfoni. Gözümü açtığımda odada ben de yoktum. 9. Senfoni. Hala gözümü açamamış olduğumu düşündüm. Hayır o iş öyle değildi. Biri beni yataktan aşağı çekti ve düşürdü. Tepki veremeyecek kadar uykuluydum hala. Ekşi süt kokusu ve 9. Senfoni! Üç oğlan da 9. Senfoni kokulu ekşimiş sütlerdi! Yeşil saç kokusu inek yemlerinden. Geçen gün yediğim et, kopuk kol. Şişkoluk. Şişkoluğun tek açıklaması “seni daha iyi yiyebilmek için!”. PORTAKAL. ORDA KAL.


Yaz gelince hepimize bir haller olmuş, gevşeklik fink atıyordu ortalıkta. Kimse hiçbir şeye mantıklı bir şekilde bakmıyor, gözlerim evde klimanın karşısına dizilen insan mutluluğunu arıyordu. Bunu bir tek gezmeye gelen turistlerde görebiliyordum. Bu ne mutluluk bu ne sevinç bu ne serinkanlılık. Turist rehberi olarak bir ben sıcağı dert ediyorum sanki, insanı tribe sokuyorlar “lan acaba sorun bende mi” dercesine. Turistler meslek lisesi kızı, ben menopoza girmiş kadın gibi sırıtıyorum. Taşranın merkezinde turist gezdirmek, o memlekette imza günü yapmak kadar anlamsız ama ilgi çekicidir. Herkes bakar hatta yanındakine sessizce bir şeyler söyleyip güler. O an “söyleyin de bizde gülelim” anlam kazanır. Çünkü insanın o an gülmek için yaratıldığına inanırsınız. Hele bu turistler uzak doğulu kafileyse al başına belayı. Bir Tarsuslunun Japonca olarak bildiği tek kelime Kuşimato’dur. O da Mersin’de bir sokak adı olduğu için. Tabi Japon da anlamaz ve gülerekten “a.ına koduğumun salakları” der. Emin olun der dostlarım. Dünyada küfür eden tek millet Türkler değil. Japonlar da küfür eder. Sıcakta güzide Tarsus’un güzide yerlerini eşek beyni yemiş gibi geziyoruz. Şehir dışı sayılabilecek yerleri gezdikten sonra şehrin içine nüfuz ediyoruz. Eski evlerin oraya geldiğimizde artık Duracell reklamında pili biten normal pil gibi olmuştum. Hem yürü, hem kaybolmasınlar diye sürekli diken üstünde dur, hem bağıra bağıra 157 defa anlattığım yerleri tekrar anlat. Adeta sürünüyordum. Genel seçim günü anaakım medyadaki program sunucuları gibi. Anlatırken de videoya almazlar mı? İnsan ister istemez üstüne, konuşmasına dikkat ediyor. Eski evlerin tarihini anlatırken gezinin başından beri çıkıntılık yapan, ortalığı karıştan Japon –bir de cimri

mi, elli kuruşluk şalgama pahalı dedi düşününyine gruptan kopmalar yapıyor, etraftaki Tarsuslularla konuşuyor. Elli defa dedim amca yapma yaşını başını almışsın valla seni s.kerler diye, anlamıyor adam. Bu sefer durum farklıydı ama. Japon’la fotoğraf çektirmeler, elini sıkmalar falan. Durumu anlamak için yanlarına gittiğimde Tarsuslu Dilber, Japon’u Haruki Murakami sanmış. Murakami. Evet Murakami. Sen hayatında Kuşimato’dan başka Japonca bilmeyen Dilber, Murakami’yi nereden biliyorsun? Bizim Murakami de anasının gözü belli, hiç bozuntuya vermiyor. Götü yere yakından korkacaksın. O an bende şalter attı. Adam harbiden de Murakami’ye benziyor. Ufak tefek ama fit vücudu, düz saçları, gömleğinin yakasındaki kemik gözlüğü entel bir hava katıyordu. “ Murakami’yi tanıyor musun?” “Sen Orhan Pamuk’u tanıyor musun?” dedi. Bizim Murakami resmen tokatlamıştı beni. Grubu artık bir yere oturtup Murakami’yle bu durumu değerlendirmem gerekiyordu. Eniştenin kafesine götürüp saldım hepsini. Dedim enişte itele hepsine, mahvettiler beni diye mesajı verip Murakami’yi duldaya çektim. Anladı tabi niyetimi mırın kırın etti ama geldi. Sigara içerken bir tane aldı bir tane de kulak arkası aldı. Adam iki dakikada Türk olmuş. Gezi nasıl gidiyor var mı bir ihtiyacın, görmek istediğin başka yer varsa söyle çekinmelerden sonra girizgahı yol yapıyordum. “Gerçekten de Murakami’ye çok benziyorsun.” dediğimde gülerek kafasını salladı. “Krizi fırsata çevirme diye bir tabir vardır bizde gel bunu kullanalım sen de kazan ben de.” dedim direk. Uzatmanın bir sebebi yok. Eğer uzat-


sam gevrek gevrek gülmesine gıcık olup vazgeçeceğim. Birden girmeme kendi de şaşırmıştı. “Nasıl yapacağız peki?” “Gördün bizim millet saf. Hemen yerler. Belli ki Murakami okumuşsun Orhan Pamuk okuduğuna göre. Akşama kadar düşün, etrafına bak birkaçına yedir kendini, Murakami diye yemezlerse başlamayız zaten.” Tamam diyerek içeri geçti. Tam kapıdan içeri girerken “Yemek senden.” deyip sipariş verdi. Bu olaydan sonra kesin yapar dedim bu adam. Bak sana herif tam p.ç. Enişteye Murakami’yi göstererek, para alma benden dedim. Sağolsun ikiletmedi. Akşama doğru Eshab-ı Kehf’e gittiğimizde Murakami’de tamam demişti. İnsanların o duvarlara çılgınlar gibi sürtünmesini görünce “ben bunları yerim” kafasına girdi. Gözlerinden anlamıştım. Dönüş yolumda yanıma oturdu. “Oluu.” dedi. Dizine vurup sevincimi belli ettim. Numaralarımızı alıp akşam detayları konuşacaktık. Tur süresi bittikten sonra otellerine bırakıp memleketteki tek sahafçıya gittim. Tabi adam inanmadı. Manyak mısınlar, saçmalamalar havada döndü. Gece bana davet ettim “gel gör Murakami’yi.” Bende buluşmadan önce Murakami’yi gidip aldım. Yolda olayı düşünür bir hikaye uydururuz kafasındayım. Murakami çoktan plan yapmış. Rehber olmamın büyük avantaj olduğunu söyleyen Murakami buradan yürüyelim dedi, çünkü başka türlü hiçbir zaman ne Japonya’yı gidebilirmişim ne de Murakami’ye ulaşabilirmişim. Turun beni Japonya’ya geziye götürdüğünü, o sırada Tokyo’da kitap fuarı olduğunu, tur sahibinin Murakami’yle ahbap olduklarını, bu fırsatla hukuklarının olduğunu, kimseden habersiz Orta Doğu turuna çıktığını bunu tur sahibi arkadaşının ve senin bildiğini, Mersin’e geldiğinde bana ulaştığını ardından benim çok ısrarım üzerine bir imza günü yapacağını söyledi. Tüm bunları anlatırken Murakami’ye hayran kalmıştım. Kusursuza yakın bir plan yapmıştı. Dünden hevesliymiş gibi her şeyi düşünmüş bütün açıklara bir bahane bulabiliyordu. Murakami olmamın ağırlığını kullanaraktan sıkıştığında bazı sorulara cevap vermek istemiyorum derim dedi. Entel havalarına girmişti çoktan. O sıcakta fular takmış, tişörtünün üstüne garson ceketi giymişti.

Eve giderken de “Türkiş rakı” diyerek yine pis pis güldü. Kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez diyerekten ve sahafçının da geleceğini düşünerek bir büyük aldım. Eve geldiğimizde ben poşetleri mutfağa koyarken kendi hemen içeri açılan salonuma girdi, klimayı açtı. La havla çekip elmaları doğramaya başladım. İnsan gelip bir yardım eder değil mi? Tövbe, adam camış gibi serilmiş yatıyordu klimanın karşısında. Babagannuşları hazırlarken kapı çaldı. Murakami‘ye git sen aç adam şok içinde kalır dedim. P.çlik ya hemen kalktı açtı. Sahafçı onu görünce “gerçekten Murakaa” diyerek kapıda kaldı. “Abi içeri gir sene içerinin soğukluğu kaçıyor yaa.” dediğimde kendine gelmişti. Hayranlıkla Murakami’nin elini sıktı. Hoş geldinler, nerelere gittiğiniz, şuraya da mutlaka gitmelisinizden sonra sahafçı mutfağa yanıma geldi. “Oğlum Sezai, büyük olay olacak ya.” deyip bir avuç çerez alıp gitti. Lan insan bir tabak alıp içeri sofraya götürür. A.ına koduğumun enteli. Masaya geçtikten sonra sahafçı Murakami’ye rakının neyden yapıldığını, nasıl içildiğini, mezelerin neyden yapıldığını anlatmaya başladı. Bir tek kendi okumuş sanki Rakı Gastronomisi’ni. Murakami de sürekli şaşıran yüz ifadeleriyle adamı iyice gaza getirdi. Bu adam gerçekten büyük oyuncuydu. Yazar değil oyuncu olmalıydı. İş imza gününe geldiğinde sahafçı rakının da etkisiyle her şey bende rahat olun havalarına girdi. Yarın hemen afiş hazırlayacağını, sosyal medyada duyuracağını, yerel radyo, gazete ve TV’lerde duyuracağını Mersin ve Adana’da da bunun reklamı yapılacağını söyledi. Murakami hemen araya girip sosyal medyayı sevmediğini beni sevenlerin emek harcayarak yanıma gelmelerini, iki parmağının ucunda değil de yürüyüş yaparken afişi görmesi ya da arabada radyo da duymasının daha güzel olacağını söyledi. Gerçekten büyük oyuncuydu. Her şey bir anda oldu. Tamamlar verildi. Para konusunu sahafçı balkona sigaraya çıktığında sıkıştırıp sordum. Dedim abi nasıl yapacağız. “Sezaiciğim şu Murakami’ye parasını vereyim de reklam, afiş falan çok para anlarsın; senin işini imza gününden gelen parayla halletsek olmaz mı?” “Tamam abi sen nasıl dersen. Sonuçta edebiyat kazansın değil mi?”


Seninle çekildiğimiz fotoğraflarda görünmüyorum, ah! Bu sıra pek ortalıkta görünmüyorum hastayım Psikolojik sorunlarım var Bir darbukam, on parmağım var Ama terk edip gitmeliyim bu kenti Kamboçya'yı görmem şart! Kamboçya: Rüyamda gördüğüme göre çok acayip bir yer. Uzunca kuleleri, yamuk yumuk piramitleri ve yer yer kurak çölleri bulunsa da isteyince yağmur da yağabiliyor. Seninle çekildiğimiz fotoğraflarda görünmüyorum, eyvah! Herhal bir yere gitmişim ortalık sakin Herhal ki gitmişim Tekim! Yanımda bir tane kedi var, ismini ‘İki Tane’ koydum: “Miyaav!” Kedi: Sokaklarda filan yürüyen hareketli bir cisim. Genellikle isimleri Tekir, Karabaş ve Sarıkız olmak üzere, farklı isimlerle de hayatımızın içinde bulunurlar. Seninle çekildiğimiz fotoğraflarda görünmüyorum, vah vah! İşler kötüye gidiyor farkında mısın? Ama ben seni şu birkaç yüzyıldır iyi görüyorum Saçlarını taramış olmalısın Ya da olmamalısın (A'lar çoğunluktaysa, saçlarını taramış olmalısın B'ler çoğunluktaysa, saçlarını taramış olmamalısın) Saç: Uzun hani böyle. Genellikle Siyah’tır fakat kişiden kişiye Sarı, Kızıl, Buğday Rengi ve bazı bazı da Beyaz’a çalabiliyor. Aynı zamanda Kıvırcık, Düz, Dalgalı ve Tuzlu gibi çeşitli fraksiyonları da mevcuttur. Sende de var.


ŞAHİNLER yazan bir donla başarılı bir cinsel hayatın sürekliliğini sağlamanın zor olduğunun farkında. Sabahtan beri tuvalete kaçıncı kez girdiği üzerine düşünmüyor, haddinden fazla aktif boşaltım sistemini ve “Kısrak olsam ne olurdu”yu da. Kısrak değil. 2/1

Bugün onunla karşılaşmak için güzel bir gün. 1/1 Gözlerimde uykusuzluktan mor halkalar, ayarsız kullanıldığında sevişme başlatabilecek güç ve kudrete sahip et parçamda dağınık bir mutluluk işareti: Gülümseme. Dilimin Freudyen sürçmelerini her sabah selamladığım belediye işçilerinin mırıldandığı Anadolu merhametiyle yoğrulmuş psikanalizden uzak türküler örtebilirdi yalnızca. Hangi günde olduğumuzu hatırlamıyorum, hangi günde olmamız gerektiğini. Uzay – zaman eğrisi tay tüyü hissi veriyor diye anneme 900 liraya kakaladıkları üçlü koltuktan kaykılarak üzerime geliyor, geçerli bir sebep olmadıkça kalkmayacağım. 1/2 Gözlerinde nesline yetişememenin yorgunluğu, evladiyelik düşük omuzlarını evlat edinen kambur sırtından süzülen %50 sentetik %50 pamuklu yaz tarifesi: Gömlek. Odasının genel dizaynına son derece ters düşen antika koltuğundan doğruluyor ve yalnızca sıçarken okuduğu dergilerden birini alarak tuvalete yöneliyor. Yoğrulduğu ilahi aşkın kudretiyle yollara düşen, harap olan Mecnunlar ve o Mecnunları her defasında bıkmadan yazan Fuzuliler, duş perdesinin ardından sızlayan kemiklerine sıcak su tutarak onu izliyor. Edebiyatın geldiği son noktanın vahametini göz ardı ediyor, donunu indiriyor ancak o gün hangi donunu giydiğini bir an için hatırlayamıyor, kafasını eğip kontrol ediyor. Bunun bir sevişme donu olmadığını fark ediyor zira üzerinde

Telefonum çalıyor. Telefonun çalış mizanseni B filmlerin dönüm noktalarını oluşturur ancak mevzubahis idamesini üstlendiğim yaşantı olduğunda kim arıyor olursa olsun bu aramanın hiçbir şeyi kolay kolay değiştiremeyeceğini biliyorum. Her şeyin iç içe geçtiği, hiçbir yere oturtulamayan duyguların edepsizce birbirinin üzerine oturduğu, ad koymakta kararsız kalınan ilişki biçimlerinin soru işaretlerini yatıya davet ettiği zamanlardan biri. Telefonu açıyorum, ne kadar sosyalim. Aranıyorum. Aranıyorum. Bituzağa bakıyorum bir de camdan dışarıya. Bir televizyon sehpasına ve bir de mezarlığa. Baktıkça kayboluyor, göremiyorum / Uzandıkça uzaklaşıyor, dokunamıyorum 2/2 Telefonu çalıyor. Saniyelerdir şuursuzca bakakaldığını fark ettiği sarımtırak fayans arası çizgilerine düşen düşüncelerinden aniden koparak gerçekliğini zoraki sevdiği dünyaya dönüyor, donunu çekiyor ve salona yöneliyor. Sağlıklı bir iletişim için kumandayı eline alarak televizyonun sesini birkaç çizgi kısıyor. Meteorolojinin az sonra yapacağı önemli açıklamadan habersiz: -

12 Nisan Çarşamba. Devlet bu sene yazı getirmeyeceğini açıkladı. Halkın galeyana gelmemesi için Haziran ortası gibi ithal yaz sıcakları piyasaya sürülebilir. Güneş gözlüklerinizi takmayı unutmayın. 12 Nisan Çarşamba. 176 santim uzunluğunda ve 57 kilo ağırlığında; 11 deliği, 26 çivisi bulunan bir kadının bedensel ve uhrevi sınırları çerçevesinde, 188 santim uzunluğunda ve normal kilosunun -5 kilo ağırlığında (eritip tüketiyordu onu


hassektörel münakaşalar) bir adama yer verebilmesi için uygunsuz hava koşulları. Devlet bu sene yazı getirmeyeceğini açıkladı. Ona buna güneş açmayın. 3/1 Yürüyorum, yeni ayakkabılarımı giydiğim eski ayaklarım olağan yolundan ilerliyor. Ne bulacağından emin, katkısız muhabbet masalarına bağlılık seviyemin günden güne artışı böylesi kan emici ortamlardan mahrum kaldığımda yaşadığım boşluğun tasviri için etkili bir neden olarak kullanılabilir. Vitrininde aynı anda kolu, bacağı, boynu, beli ve ayağı kırılmasına rağmen bir gün canlanma umuduyla bekleyen mankenlere yer veren bir ortopedi dükkanının önünden geçiyorum. Yürürken kaldırımlara bakmaktan kendimi alıkoyamayışım alışkanlığından dolayı kaçırmış olabileceğim manzaralar, güzel elli adamlar ve gündelik hikayeler kulaklarımdan göğsüme inen yangının şiddetini arttırıyor. Çöp konteynerinin yanına bırakılmış telleri çıkık yatağa gözüm takılıyor. Camına rengarenk satılık / kiralık ilanları yapıştıran emlakçıdaki yansımamdan arkamdaki yatağa takılan gözlerime bakıyorum. Hay aksi bugün gözlerim renkli değil, saçlarım da. Renkli bir televizyonumuz vardı ama renkli bir hayata sahip değildim. Dövmelerim var, cinayet işleyemem. Onlar da renkli değil. Ne bok yemeye çıktım dışarı. 3/2 Yürüyor, kendinden gayet emin duru- hayır hayır değil. Sadece yürüyor. Yeni ayakkabılarını giyerken takındığı eski ayakları hayati serüveninde uzun zamandır yegane yardımcısı. Kaçanı kovalamamak iliğine kemiğine öyle işlemiş ki çevresinde dönen atletizm olimpiyatlarından habersiz. Yolun kenarındaki telleri çıkık yatağı görüyor, bundan güzel fotoğraf çıkar cümlesi mimiklerine henüz yansırken temposunu düşürmeye yakın telefonu yeniden çalıyor ve yatağın yanından hızla geçip gidiyor. Sokağın sonundan sola döndüğünde vuku bulan telefon görüşmesinde sesinden silinmeyen dinginlik yerini şakayla karışık bir telaşa bırakıyor ve karşı tarafa kesinlikle yetişemeyeceği bir saat dilimini söyleyerek orada olacağı taahhüdünü veriyor. Nisanda bu sıcak ne amına koyayım.

0/0 Satılık / kiralık ilanlarının çekiciliğini kaldırabilecek ekonomik gücüm ve yaşama hevesim olmadığını hatırlıyorum. Arkamı dönünce kahveden beni izleyen esnaf dilleriyle “Ev mi lazım?” sorarken, gözleriyle “Bu karı emlakçıdan çok boş ev görmüştür” söylüyor. Bu abiler başka, ihtiyaç anında yerine göre okeyi ya cüzdandan ya da ıstakadan çıkarıyorlar. Her biri birbirinden boş düşüncelerin diğerleri yerine empoze edilmeye uğraşıldığı masalar ve uykumu getiren biralar biraz daha bekleyebilir. Ben şu an onu düşünmekle meşgulüm. Şu anda nerededir? Fonunda Orhan Ölmez çalan amatör pornoyu nereden izleriz? Şu an kiminledir ve ne yapıyordur? Ütünün fişini çektim mi çıkarken? Son muzaffer ayrıldığı orgazmın sebebi neredendi; içindekinden mi, altındakinden mi? Son aldığımız yerliydi ya abi ondan versen olur mu? Acaba şu an gülüyor mu? Belki derin bir nefes veriyor, bir akrep ne kadar davetkar bir nefes verebilirse o kadar zararlı bir nefes. Çözülen bağcığına uzanıyor. Sınırları zorlanıyor, ama bağcıkları daha sıkı. Tarot fallarında beliremeyecek kadar rastlantısal güzelliği zamanında birkaç kadının daha dişlerini kaşındırdı. Sesi Garamond’a benzerdi, ancak onu kullanış biçimi Comic Sans MS’ten öteye gidemedi. Topaçlı filmi ilk izleyişinde arzusu lüsid rüya görmekti, gecesinde çok içti, sabaha midesi yanarak uyandı, antiasit rüya gördü ama hatırlayamadı. İlanlar da hiçbir şey ifade etmiyor artık. Gidecek bir yerim olmadığını biliyorum. Bir heves buraları tümden terk ettiğimin duyulduğu an aklına ilk gelecek kelimeyi yahut şans eseri canice katledilerek öldürüldüğüm haberini aldığı günün akşamı duyacağı hüznün şiddetini, süresini, içinde kalan son cümleyi öğrenemeyecek olmanın süreksiz ıstırabıyla yaşıyorum ve Arap’ına da saçına da artık inanmıyorum, çünkü çözemiyorum. Issızlıktan delirmiş vaziyette Kartal, Karaköy, Kadıköy ve Beşiktaş başta olmak üzere İstanbul’un güzide semtlerinde iki ileri bir geri sekerken kayık gözler ve kırık gülümseyişlerle karşılanmayı bekleyen o kadınım. Dakikalar geçtikçe detayların biri teker teker kaynama noktasına ulaşıyor, kemiklerime kadar sızlıyorum. Bir ekmek, bir sigara alıp kasaya yöneldikten sonra bakkala para uzatırken elleri


nin girdiği şekil, kanında kelimelerin uzatılmaması gereken harflerini uzatmaya yetecek kadar sarhoşluk gezinirken yaslanabileceğim omzunun tekinsiz ve güven sağlayıcı dokusu, sinirlendiği anlarda gayri ihtiyari kontrolden çıkan sesinin benzediği vahşi hayvanın ağzındaki diş sayısı… Hesap etmeye ne algım, ne matematiğim yetiyor. Bugün uğruna çürüteceğim orman, bugün hayrına kurutacağım deniz, bugün zevkine keseceğim baş; yetti kurtaramadığım gün, neyin uğruna beklenen ilk ya da son dördün? Bugün, onunla karşılaşmak için müthiş bir gün.

yüce gerilla papazın gül bahçelerine paraşütsüz atlarken “fabrika dumanları sağ olsun” diyerek havada asılıyordu yüce gerilla öyle bir yüceydi ki o tek bir uluması bütün dağı dökerdi önüne öyle bir yüceydi ki o ay kırıntılarını tuz diye atardı yemeğine yemeği ise 2mm çapı olan, dünyaya her 3 saniyede bir düşen meteor kristalleriydi öyle bir yüceydi ki o annesi bir melekti pompacı bir melek kimse sevmezdi annesini kanatları sarkmıştı artık ama yüce gerilla o kanatlarla gelmişti dünyaya herkes pelikanla gelirken onu bir melek getirmişti dünyaya

ve o, o kadar yüceydi ki tanrının asgari ücrete bağladığı ilk gerillaydı yüce gerilla papazın gül bahçelerine paraşütsüz atlarken “fabrika dumanları sağ olsun” diyerek havada asılıyordu yüce gerilla öyle bir yüceydi ki o tek bir uluması bütün dağı dökerdi önüne öyle bir yüceydi ki o ay kırıntılarını tuz diye atardı yemeğine yemeği ise 2mm çapı olan, dünyaya her 3 saniyede bir düşen meteor kristalleriydi öyle bir yüceydi ki o annesi bir melekti pompacı bir melek kimse sevmezdi annesini kanatları sarkmıştı artık ama yüce gerilla o kanatlarla gelmişti dünyaya herkes pelikanla gelirken onu bir melek getirmişti dünyaya ve o, o kadar yüceydi ki tanrının asgari ücrete bağladığı ilk gerillaydı


Cenaze töreni olan her günün bir gece öncesinde 7 metre derinliğinde bir mezar kazıp 5 metresini tekrar toprakla dolduruyorsam bu, topraktan kendini soyutlamış “tahta korumalı lordlar”ın en ufak depremlerde, solucan ve kunduz hareketlerinde doğanın derinine ve özüne dönmesini kolaylaştırmak içindir. Sözlerim, daha önce pek çok kez bu yapay yaşama veda seremonisine katılmış, ruhu doğal, dilekleri basit saf yaratılışlılar için ahlaksızca olarak değerlendirilebilir. Fakat sözde tek amacı merhumların huzurunu sağlamak olanların, onları çevrelerinde akmakta olan canlı yaşamı bittikten sonra hala görme şansları olan belki de tek yaşamdan – toprak altı yaşamdan- tahtalar ve hatta kumaşlarla uzakta tutması benim içime sindirebildiğim bir gerçek değil. 25 yıldır mezarcı olan şahsım rahatlıkla söyleyebilir ki bu meslek dalgın ve düşünceli bir insan tipi yaratmak için gayet uygundur. Mesleğin ilk yıllarında umarsız, başı ve aklı boş bir delikanlı olan benin, tek derdi aylık parasını alıp mesleğini tanıştığı kadınlardan olabildiğince saklamak olan benin, bunca yıl içerisinde yaşam, ölüm, cenaze törenleri, din, mezarlık ve doğa üzerine sorduğu sorular ve geliştirdiği düşüncelerle erken yaşta fiziksel olarak silinip gitmesi buna gayet güzel bir kanıt olabilir. Erken yaşlanmanın iş gücü kadar düşünce gücünün de bir sonucu olduğunu artık biliyorum. Ama siz daha ne düşündüğümü bilmiyorsunuz. Deneyimlerin öğretmenliğini sorgulamak aptallıkla eşdeğerdir. Hele benim birçok soruma cevap üretebilmeme yardımcı olan çılgınca deneylerin sonunda ulaşılan deneyimleri eleştirmek tamamen gereksizdir. Bu deneylere yıllar sonra bazı mezarları tekrar açıp bakmak, ölülerin derinliğinde bir çukur kazıp orda birkaç gün yaşamak, mezarlığı yer altı hayvanları için daha çekici hale getirmek adına düzenli toprak ıslahı yapmak, mezarlıktaki ağaçların köklerini, aksi yönde uzamış olanları kimyasallarla durdurmak suretiyle, çevresindeki mezarlara uzayıp ulaşacak şekilde ayarlamak örnek verilebilir. Bu kadar uğraşın sonunda ulaşılan en önemli sonuç ise sizlerin geleneksel yaşam ve ölüm anlayışınızın tamamen saçmalık olduğudur. Ölüler, hayalinizdeki ve arzularınızdaki gibi, buzdolabına koyup yemek için istediğiniz vakte kadar beklettiğiniz hayvan cesetleri gibi değildir. Ölülere özel bir mezar yeri kazar, sırf siz istiyorsunuz diye başına bir mezar taşı koyup adını oraya kazırım. Böylece arzuladığınız zamanda yanına gidip duygu dökeceğiniz, dualar okuyup belki de yukarıdaki hayat adına değişiklikler için medet umacağınız “yer altı vitrinleri” istediğiniz şekilde hazırlanmış olur. Bu yer altı vitrinleriniz sayesinde de saraylarda katiplik yapmış büyükbabanız ile dünyaya geliş amacı sadece para yemek olan, hayırsız ve uğursuz olarak hatırlanan oğlunuzu aynı


yerde gösterme şansınız olur. İyi düşünülmüş bu tarz bir reklamla da oğlunuzun itibarını kurtarabilirsiniz. Mezarlıklar iyi birer kötülüklerden arınma yuvasıdır! Ölülerin sürekliliğine dair ise şunu söylemem gerekir: Onlar, perspektifinize bağlı olarak hem ölü hem de diridirler. Fakat öncelilikle dünyadaki yaşam-ölüm döngüsünün sizlerin bu zamana kadar algıladığınız halinden tamamen farklı olduğunu kabul etmeniz gerekir. Dolayısıyla –zombi fantezilerinden bağımsız olarak- yaşayan ölüler olduğu gerçeğini reddetmeniz algınızı hep sınırlı tutacaktır. Bu kabulden sonra size diyeceğim ki “Evet! Haklısınız. Ölüler gerçekten ölmüşlerdir. Fakat bu ölüm sadece yer üstündeki yaşamda olmuştur. Yer üstündeki yaşamda ölen bir kişinin bir şekilde dünyanın canlılık barındıran unsurlarına dönüşü sağlanırsa (cesetlerin toprağa gömülmesi, yakılan bedenlerin suya atılması gibi) bundan sonra oradaki yaşamı başlamış olur. Ve o canlılıkta her zaman bulunmuş olan oranın sahipleri de kişinin canlılığın devamında rol alması için tüm gücü ile uğraşır. Çünkü hayat sözcüğü sonu uçurum olan bir yokuşun ifadesi değildir. O sözcük yalnızca değişimin belirtisidir ve değişimler canlılığın en büyük imzası olarak vücut bulur. Toprağın kollarına kendini bırakmış kişiye bakteriler, hayvanlar ve bitkiler sırasıyla dokunur ve en başta iki dünya için de bir anlam taşımayan ölmüş, çürümeye yüz tutan etin tekrar hayat bulma süreci başlar. Bu uzun ve kolektif süreçte kişiye, yer üstü yaşamında büyümesi için yardım eden onca insan olduğu gibi yer altı yaşamında da gelişmesi için çalışan binlerce canlı vardır. Ve bu değişimin sonuna gelindiğinde fark ederiz ki yukarıdaki yaşamda sadece bir bedenle sınırlı olan canlılık, aşağıya evrildiğinde Dünya toprağının uçlarına kadar ulaşır. Sayısız parça ile her yerde olmuştur artık. Hayal edilemeyecek şekilde genişlemiş bir canlılığa sahip olan bu kişi artık o sonsuz büyüklükteki değişim çarkında daha büyük görevler yapmaya hazırdır. Fakat sizler o doğru gözlerinizi yanlış insanların üzerinden çevirmeyi öğrenmelisiniz. Yer üstü hayatının illüzyonlarından kurtulun artık! Bırakın benim kendi kurtuluşumun iğrenç hikayesi sizin kendi kurtuluşlarınıza da önder olsun: Bundan yaklaşık 7-8 yıl önce sofuluğu ile ün salmış bir köyün bir o kadar kendisine yakışan “ermiş” imamı yeni doğan Güneş’e karşı ölü uyandı. Hiçbir köylünün fire vermediği, civarın cesur delikanlılarının tabutu sırtlayarak mezarlığa doğru götürdüğü cenazede görevli olarak ben de oradaydım. Bir ara bıyıkları yeni terlemiş, çömez olanın ayağı takılıp yere düşünce tabut da büyük bir gürültü ile yere çakılarak açıldı. Beyaz örtünün altından siki dimdik kalkmış olan imam köy halkını son kez selamlıyordu. Bazı yalancıların aksine bizlerle beraber yer altı dünyası yaşamına tertemiz bir bütün halinde girecek olanlar bizim bu güzel şarkımızın sözlerini şevkle fısıldayabilirler: “Korkma sadece toprağa gideceksin, sonra toprak olacaksın, sonra sularla birlikte bir çiçeğin bedenine yürüyeceksin, oradan özüne ulaşacaksın. Çiçeğin özüne bir arı konacak, belki; belki o arı ben olacağım.” Cenaze töreni olan her günün bir gece öncesinde 7 metre derinliğinde bir mezar kazıp 5 metresini tekrar toprakla dolduruyorsam bu, insanlığa ve de teker teker her bir insana olan inancımı eyleme dönüştürmek içindir. Yeni bir hayatta görüşeceğiz.


yaralandığında daha fazla acı çekmesin diye vurulan atlara imrendiğim gecedir.

Ben ölümlüyüm. Doğa buna şahit. Metafizik uzaklıklarım ve vakitsiz budanmış ağaçların acısını çekiyorum. Bir yeri arıyor, hala o yere bir türlü varamıyormuşçasına yorgunum. Henüz aylardan kasım değil. İçinden gece geçen masallar biliyorum. Bu masallardan birinde bir denizciyi sevmiştim yıllar önce. Bir denizciyi sevmiş ve mahvolmuştum yollarca kıyıda beklemekten. Şimdilerde denize baktığımda henüz etmemiş olduğum intiharlar kucaklıyor beni. İnce ince bir küf kokusu doluyor ciğerlerime. Kimyam değişiyor. Bu kez kurşun da biliyor neden öldürdüğünü. Ben ölümlüyüm. Buna tüm imparatorlar ve Galyalılar da şahit. Yine de bırakamıyorum bu dağları taşları, bu suyu, bu göğü… Akşamlarım ıhlamur kokuyor. Dünyayı kurtaran sevmek duygusu beni öldürüyor. Sonbahara eşlik etmek adına tüm yeşilliğini döküyorum. Hiç korku yok içimde, mutlu değilim. Kendim olmaya bir saniye daha katlanmıyorken Adem’in gökten düştüğü gibi uyanıyorum uykularımdan. Bu gece;

Yıldızlardan birine uzat gizlerini yüreğinin Ruhuna kat yangınını her gece bitiminde Ve ne gün şarkı söylense bu kıtalarda -Afrika dahil Güneşin başka bir kentte uykuda olduğunu hatırla. Tıpkı Sönmeyi bekleyen bir yıldız gibi. Çünkü her toparlanıp gidişinde bir yüreğin Arkasında ayak izi kalır Ayasına iz bırakabilmek için arkasındakilerin. Şehrin yorgunluğunu akıtabilmek namına göğüs kafesinden,

Kara olurmuş şairlerin hayatları. Benim bin deniz kurutmuşluğum, yüreğimi elime almışlığım var. Gökten kaçmaya çalıştım. Bir viranede hazine sakladım. Söylemek her zaman kelimelerle olmuyormuş. İçimde birikenlerin lügatımda bir karşılığı yok. Soğuk rüzgarların estiği bir akşam vakti umudumu kestim bu dünyadan. Kainatı telaşa vermeden, melekleri ürkütmeden geçmişin defterini öylece kapattım. Benim günahım da bu olsun. Bilirim böyle olur, insan böyle ölür. Cam buğusuna yazılan o ismi, dalındaki çiçeği, pişmanlık duymadığım o insanı, akşamüstü balkondan taşan o neşeli sesleri ve uçuş uçuş elbiselerimi memleketimi özler gibi özlüyorum. Yeri değiştirilen eşyanın yeni yerine alışana del eski yerini yoklamak gibi bir şey bu. Yaraları teslim etmek; “Bak benim buralarım çok acıyor.” diyerek göğsündeki morlukları göstermek gibi. Pencereden bakarken aslında kendimi buradan daha önce defalarca atmış olduğumu farkediyorum. Şairin tüm yazdıklarını ateşe verdiği yerdeyim. Sabah bağlayıp akşam çözdüğüm saçlarımla birlikte parmaklarımı da keseceğim. Bir mezarın ayakucuna uzanıp sessizce öleceğim.

Belki satın almak için ucuz yollu huzuru Sahiplen tüm ürkek kız çocuklarını Parmak uçlarını öp ve papatyalar üfle yarınlarına. Gündüz güneş herkesi ısıtır Gece, ayın değerini bilenlere görünür ancak Bu ülkede ne vakit bir işçi ölse Bir intihar pişse yalnızlığın soğuk fırınlarında Gökkuşağından çalınsa tüm renkler Sen hep beyaz olarak kal hatırımda Gururlu bir martı, sol omzumda.


Keşke gerçekten öpsen de, geçse. o zaman can kırıklarım batmaz belki yüreğime. Geçmişin savurdukları çırılçıplak etmez beni, Bir kez daha Ve bir kez daha çıkmaz önüme. Yol ağzına gelirsin de hangi yöne gideceğini bilemezsin ya, Hangi tarafa ışık olmuştur güneş ve gerçektir yaşananlar,

zihnimde paslı çarklar ve damarlarımda düğümlerle eyleştiğim bu kervanın sürüneni ve sürüyeniyim bir çok şey gördüm geçirmedim, geçiştirdim dirildim, seviştim, öldüm kız kardeşimin nefretinden sıvıştım Nuhsuz bir tufana karıştım, çok su yuttum ikişer ikişer yalnız bırakıldım “Ey Rabbim, mağlup düştüm; benim intikamımı al.” • şimdi sana tam kıvamında bir müşavir tekmesi savuracağım hazır ol anne tırnak aralarına birikeceğim "söylesene hangi uyum daha yakıcı yarattığın mı bahşedilen mi ?"

Hangi taraf yağmur öncesi sıcak kadar samimiyetsiz, Ve bir o kadar tuzak? Tanışmadan sevişemeyiz sevgilim. Gözyaşlarında çocukluğunu görmeden dokunamam sana. Teninde dolaşır ellerim belki, Belki soluksuz gecelerimiz olur. Kime attığını bilmeden yüreğinin, İki kişi yeterli bir çoğunluk değilken ve sen hala sen Ben hala benken, Üşüme diye, Dokunamam.

kasıklarından diline sıçramış bu doğurganlık karşısında annemi üç kere öpüp alnıma dudak çatlaklarımdan içeri sızmışlıkların damağımı aşındırıyordu buna dayanıyordum* döktüğüm bu soytarı güz akşamlarında -babama benzeyişinişte buna da-ya-na-mı-yor-dum sivrilmiş bir şairden koruyamadım kendimi ve çocukların erişebileceği yerlere iliştirdim bu şiiri Neşter! •Kamer 54/10


Beynimin derinliklerinden, -artık sakladığım süreden olsa gerek- küflenmiş bu soruyu çıkarıp yüzleşmenin vakti geldi. Önce, soruyla biraz bakıştık. Ve tabii, soruyla karşılaşma ritüelimi gerçekleştirdim: soruyu yeniden okudum -ki bu çok önemli, sorular kertenkele gibidir, olduğu yerde tutamazsın- ve septik kırmızısı çoraplarımı giydim. Ardından, koskoca Arşimet'in aksiyomunu elime tutturdum, çok küçük adımlarla yaklaşmaya başladım. Acelemiz mi var canım, o küçük adımları biraz buna biraz da şuna dik dik baktırmanın bana, sana, hele ona hiçbir zararcığı dokunmaz. Durum böyleyken; artık, ciddi maskemi takıp yan caddedeki soruyu sorayım: "Nasıl yaşarız?" Birçok şey listelenebilir: mutlu, hızlı, yavaş, üşüyerek, farkında olmadan... Hatta diğer sayılabilir sonsuzlukta olan kümelerde de olduğu gibi, her şey listelenebilir. Ama durun şimdi, ona vaktimiz yok. Aynı zamanda siz salak olmayan nadide okuyucuların da farkında olduğu üzere, beklenenin tam olarak bu olduğu da söylenemez. Beklenen -ya da daha dürüstçe söyleyeyeyim- beklediğim, daha derin bir cevap; hani, ekmek parası kazanmaktan düşünemediğimiz tarzda bir şeyler. Tabii bu havuz değil ki ölçesin. Yine de, sezgilerimiz bir yerlerimizi titretir diye umuyorum. Gecenin bu saati, karnım gâvur çereziyle bu kadar doluyken bulabildiğim en fiyakalı cevap "bozuk bir zaman makinesi ve pipetle" oldu, haliyle. Ama kürekleri çıkarıp bana doğrultmadan önce, bir duralım ve düşünelim isterseniz. Bu ezik, etrafını yansıtmaktan pek öteye geçemeyen, bununla birlikte ötedeki tepeleri yarattığını zanneden hayvanlar olarak biz insanoğlu, aşikâr ki ana hapsolmuş durumdayız. Tabii özgürlükçü bir defter kirleten olarak, izin veriyorum: istediğiniz kadar inkâr edebilirsiniz.

Tabii bu, gerçeği değiştirmez (Oooh! Titreşimi hissettiniz mi? Bak, gerçeklik ve algı derin bir konu işte). Ya da? Sadece "ya da"... Değiştirir mi? İşte septik kırmızısı bu işe yarıyor. Ama Arşimet'e bu kadar güvenmeye gerek yok. O yüzden şimdilik sapmayacağım. İşte; elimizde bulunan sadece bu iken, pipete olan gereksinim kaçınılmazdır. İçimize sonuna kadar çekmeyeceğiz de ne yapacağız yani? Tabii keman cızırtısı kadar zarif olmasa da, bağırışları duyar gibiyim: "E ördeğimin filozofu nerede bu zaman makinesi be adam?" Cevabın klişeliğinden olsa gerek, biraz geciktirmedim değil. Ama öylesine anlaşılmaz bir makine; olsa olsa 21. yüzyılın anlaşılmaz, havalı organı beyin olur elbet. Kıvırcık organ, bizim geçmişe ve geleceğe ne yazık ki (?) tek bağlantımız. İşin ironik kısmı tabii, onun da pek boktan bir bağlantı olduğu söylenemez. Daha da ironik olan kısım, gerçeklik algımızın belki de tek kaynağı olmasından dolayı, beyne olan güvenimizin epeyce bol olması. Bozuk olan her şeye tutumumuz gibi, buna güvenmememiz ve ana daha çok önem vermemiz gerektiği kanaatindeyim sanki. Bunu yapabilmek için bozuk olduğunu öncelikle kavramak da gerekir bence. Tabii burada ben "an" böyle güzel şöyle muhteşem diye atıp tutarken, benim kafamı elleriyle sıkıca kavrayıp gözlerimin içine bakarak karizmatik bir ses tonuyla "Ama an dediğin şey de, malum organın bir ürünü değil mi sadece?" demek isteyenler elbet olacaktır. Beni sıkıştırıp,


kıvırcıklarımı daha bir kıvırcıklattığınız için teşekkür ederim. Artık halkım benden bir cevap beklediğine göre, açıklayayım. Beyni; anı işleme konusunda, geçmişi tekrardan deneyimleme veya gelecekle ilgili kaygılar üzerine takıntılı düşüncelere dalma gibi aktivitelerde olduğuna nazaran daha başarılı bulduğumu söylemek zorundayım. Algımızın tamamını oluşturan organa bütünlemesine güvenemediğimiz bir dünya, vişneli lolipopların olmadığı bir dünyadan bile daha karanlık olurdu. "Nasıl?"ı biraz çözdüğümüze göre, hadi biraz da "Neden?"e yönelelim. Ya da... Çalkantılı bir geçiş yapalım ve "Yaşamasak n'olurdu?" diyelim, bak o da güzel olur. Mizah anlayışımız örtüşür mü bilinmez, ama bana komik gelen kısım: aslında pek bir şey olmazdı. Edimin küçüklüğüyle kişi üzerindeki etkisinin büyüklüğü arasındaki uçurum, sanırım mizahi ögenin kaynağı. Bir kere, yakınımız dışındakilerin ruhu duymazdı. Yakınımızdakiler de tabii, kültürel ve evrimsel sebeplerden olsa gerek, biraz (!) üzülürdü üzülmesine tabii ama, her acının bir süresi vardır. Ne yani, etkimiz bu kadar küçük olduğuna göre yaşamak anlamsız mı? Üzerinde hiç etki bırakamayacaksam denemenin ne anlamı var? Ama durun bir sakin olun; varoluşsal depresyona girip sekizler çizerek bağırmaya başlamadan önce, biraz bunun önemli olup olmadığı üzerine düşünelim. Hatta, aramızdaki 6 yaşındaki arkadaşları da unutmayıp bir örnek verelim: dondurmayı yemeye başladıktan yaklaşık 3 dakika sonra biteceğine göre, acaba yemeye hiç girişmemeli miyim? Hayır, tabii ki! O dördüncü topu da koyup, yarın yokmuşçasına yemelisiniz. Ama haklısınız da; biraz saman adam argümanı yaptığımın farkındayım. Hayat, dondurma yemek kadar zevkli değil. Bu yine de; hayatın anlamının, çevreye olan etkiden öte kişinin deneyimiyle daha alakalı olduğunu sezdiriyor sanki. Çünkü, siz ne kadar küçük ve önemsiz olsanız da deneyiminiz sadece sizden ibaret. Evet, hayat ortalamada dondurma yemek kadar zevkli olmayabilir -toplamda tabii ki daha zevkli, orada şurada birkaç dondurma yemeyi hayatın içine sığdırabileceğiniz için-; fakat bu, hayatı anlamsız kılmaz,

belki biraz daha az anlamlı kılar. Dondurma yemenin, hayattan daha anlamlı olduğunu ispat ettiğimize göre bir sonraki paragrafa zıplamanın vakti gelmiş olmalı. Tabii çoğu tartışmada olduğu gibi, tanım anlaşmazlıkları olabilir. Belki, öncelikle "Yaşam nedir ki?" diye sormalıyız. Belki de; doğru yaşam tanımına göre, bizim deneyimlediğimize yaşam demek cüretkâr kaçar. Ama o karanlık yola girmeden önce, doktorunuza danışmanızı öneriyorum; maazallah kalpten gitmeyin sonra. Peki öyleyse, Neden yaşarız? Çünkü yaşamak zorundayız. Yanlış anlamayın, zorunluluk illa kötü bir şey olmak zorunda da değil. Hatta, biraz havalıysak ve bunu düzgün yapmayı becerirsek; neden yaşarız biliyor musunuz? Sadece ve sadece kendimiz, ve anı deneyimlemek için. Sahip olduğumuz kaynakların en verimli kullanımı bu olur çünkü. Durumun en üzücü kısmı; varmış gibi bulunduğumuz sonucun, ne kadar da 50 yaşındaki teyzeleri motive etmek için özellikle üretilmiş gibi duyulduğunun farkında olmam. Ama üzülmeyin. Hayatımın sonuna kadar bu gerçekle bir şekilde yaşarım herhalde. Entelektüel kapasitem bu kadarına yetmiş olsa gerek. Sorulabilecek daha da önemli bir soru: "Bu konuda sana neden güveneyim ki?" Ki çok doğru. Sonuçta; anı yaşama anlayışı, Rahmaninov'un ikinci piyano konçertosunu açıp gemi olduğunu hayal ederek bir sandalye etrafında üçgenler çizmek olan birinden bahsediyoruz. ¡Güvenmemelisiniz! Nokta da bu zaten (Anglosaksonca'dan direk bir çeviri yaptığım için samimi bir şekilde üzgünüm). Ben sizin için önemli olmamalıyım. Anlam daha çok kişisel deneyimle ilişkili olmalı. Bu sorular, zor sorular. Tatmin edici cevaplar bulduğumu da sanmıyorum. Size "Bir don fabrikasındaki işçiler serbest caz dinlemeye başlasaydı donların şekillleri nasıl değişirdi?" diye sorsam, cevap verebilir miydiniz? Dediğim gibi...


Şehrin merkezinde öylece dikiliyorum. Ne bir yere gidiyorum ne de bir amaç uğruna duruyorum. Burada bekliyorum çünkü beni buraya koydular. İnsanlar durmadan önümden geçiyor, güneşin altında parlayan mermer gövdem kimsenin dikkatini çekmiyor. Ellerinde kahveleriyle koşanlar, kollarında sevgilileriyle yürüyenler, kulağındaki müziğe kafa sallayanlar ve daha niceleri geçiyor önümden. Ben onları izlerken, onlar hiç bana bakmıyor. Benim için hepsi birdi, onların aralarından sadece biri özeldi. Kumral saçlı, yeşil gözleriyle bana hayranlıkla bakan ufak bir kız hariç. Her gün akşam üzeri annesiyle gelirdi benim olduğum meydana, annesi bir bankanın önündeki makineyle uğraşırken o, neredeyse ufacık yüzünden taşacak bir gülümsemeyle yanıma gelir suratımı biraz okşayıp sırtıma çıkıp oraya yatardı. Annesi onu çağırdığında da hemen sırtımdan atlayıp yolun yarısında bana dönüp "Yarın yine görüşürüz pisicik" dedikten sonra annesinin elini tutup gözden kaybolurdu. Her gün bu olaylar tekrar ederdi ta ki bir gün ziyaretleri aniden kesilene kadar. Yerimden kalkıp onu aramayı ne kadar istesem de yapamadım çünkü ben buraya konmuştum. Ben onu düşünürken güneş kaç kere battı, mevsimler kaç kere değişti hatırlamıyorum. Hiç beklemediğim bir gün gözlerim yavaşça bana doğru yürüyen birine takıldı. Kumral saçlarının ucu pembeydi, üstünde siyah bir mont ve pantolon vardı, boyu da uzundu. Çok tanıdık geliyordu bana ama önüme gelip kafasını kaldırdığı anda hemen anladım. O benim küçük arkadaşımdı ama büyümüştü. Zümrüt yeşili gözlerindeki neşenin yerini bir hüzün almıştı. Hep gülen yüzünden yaşlar akıyordu. Yaşlı gözleriyle bana baktı ve "Merhaba pisicik, çok uzun zamandır görüşmedik değil mi?". Eskiden yaptığı gibi yine sırtıma çıkıp her zamanki yerine yattı. Bir süre öylece kaldıktan sonra yine konuştu "Seni son gördüğümden beri neler yaşadım bir bilsen pisicik"


Kuş Sesleri, Çiçekler ve Meyvelerle Dolu Bir Mekanda Ölümü -HevesliHatırlatan Bir Zamanda Göğsümün Ağrıdığıdır Ağrılar devam ediyor. Ben de. Hüzünle gibi ve uzaktan tohumlar bırakır görüyorum kendimi. Kasılmadan odaklanamayan, dağınıkken sevemeyen ve anlatamayan bir unutkanım. Sarhoşluğum mu unutturuyor yoksa iyi unutabildiğim için mi bu kadar güzel bir sarhoşum, bilmiyorum. biliyorum, kamyoncular birkaç erzak almaya duruyorlar çalıştığı istasyonda. O da, benim gibi, kara gözlü ürkek bir ihtimal. Akıllanmak bilmiyorum. Akılsızlığı daha da geniş kucaklayayım istiyorum. Cesetten önceki son anlar olduğunu iyice kavrayayım istiyorum ki daha da deli bir uykusuzluk sarsın beni Varsın baygın olayım Azalmış olsun bilişsel becerilerim gırtlağımda kanser tadıyla dolu olayım asit ve zifir biraz daha biriksin dilimde Bir yandan da sarı çiçeklerini suyla dolu parlak gövdeleri diriltsin istiyorum bir otun Şimdiye kadar kimsenin vücuduna almadığı yeryüzünde -soğukta savrulan bu garip kaya kabuğundabir dişisi bir erkeği kalmış her derde deva bir otun erkeğini ve dişisini köklüyorum evet Ölümden korkmayacak kadar hissizleştiğimden korkuyorum sorularımın “…anlamı beni ürkütüyor.” Sonra, kımıldatılıyorum Ve belki etkenleri aynı fiilin Belki, etkenlerin sanrı olabileceğine dair geceleri beni yatağımdan zıplatan kuşkular ve sadece gündüzün değil birçok gece kendimdeki kendimleri inkar edişim yani içmesem de içişim hafıza suyumdan

ama zehrin mükemmel oluşu mükemmel unutuluşun okunmayacak sayfalarını yazıyor olmamın çaresiz soylu narin ilkel krallığı eşsiz! Eşsiz! Kargalara bağırmak ve en güzel anımmış gibi tekrar tekrar anlatmak kurbağaları sürüce, çığlık atan Şimdi bir mekandayım bir de zaman var Sürüyor ölümüm ağrım çileciliğim çocukluğum Şımarık şairliğim, korkusuz aptal geçişim kendimden Ama kalemi sevişim de sürüyor ve su dolu diri sarı çiçeği. Hatırımdadır dedem yerlere tüküren o güçlü adam ve bir de çiçeklerin diplerindeki hayali arkadaşlarına elmalar dağıtan evden kaçan salyaları akan o erken ölü. Bir anda bitsin eylemsizlik ölüm sancıları da karışıversin bir boşalmanın odada yarattığı vakuma ve anlam kabul etmeyen devinişine vıcık vıcık iç organlarımın Aşağılanmayı kaldıramayan beynim midem ve göğsümle karışmaya yakarsın. “Kuzu.” Kuzum, Ateşi canlandırmak için çocuklar gibi bir arayışa girelim Durgun sudan kalkan nemle yakınlaşsın soluklarımız Ben bu savruk satırları sana sadece keyfim istediğinde dizeyim Ben unutulmamayı isteyeyim unutturmak isteyerek Çünkü ciğerlerimin hızlıca çürüyüvermesinden korkuyorum Ve rüzgara başkaldırmaya her an hazır tekinsiz bir dalım.


Her akşam aynı suratlar, aynı duygular, aynı vücutlar. Birazdan bara Ahmet Hoca girecek ve sigaradan sararmış bıyıklarının altından sırıtarak Serhat'a hayat dersleri vermeye başlayacak. Her gün aynı ritüeli yaşıyor ve her gün aynı bıkkınlıkla barda içkileri dolduruyor ya da öyle düşünüyordu Serhat. İşte kapıda beliren ilk isim; Ahmet Hoca. Ahmet Hoca 50'li yaşlarında emekli bir kimya öğretmeniydi. Uzun boyu ve iri yapısı tıpkı Serhat'ın emeklilikte kendini gördüğü yerde ve kendini gördüğü şekildeydi. Çünkü Serhat hep öğretmen olmak istemişti. Ahmet Hoca'ya hep özenmiş ancak çok sevememişti. Serhat bunları düşünürken hoca yine hiç karizmatik olmayan bir şekilde bara oturmuş, sigarasını yakmış ve siparişini vermişti bile. Birazdan da iktidara sallamaya başlardı. Derken yolsuzluk yaptığı anlaşılan iki bakanın istifasıyla başladı muhabbete. Ama bugün pek keyfi yok gibiydi çünkü konuyu hiç uzatmadı. Serhat bu duruma tam sevinecekken Ahmet Hoca yıllar önce mesleğe ilk başladığında aynı okulda görev yapan ve aşık olduğu meslektaşı kadını anlatmaya başladı çünkü bugün o kadını görmüş ve kendini çok çaresiz hissetmişti, tıpkı yıllar önce yaşadığı çaresizlik gibi. "Ahmet Kaya'nın menekşe kokusu var ya Serhat, işte onun gibi kokuyor hala. Yanından geçtiği ağaçlar ona saygısından yaprak dökmüyor, aksine yeşillenmeye başlıyor. İnsanın içinde en sevdiği melodi gibi bir tını yaratıyor hala. Ve ben bunları ona yine söyleyemedim. Çünkü iki çocuğu olmuş, mutlu bir ailesi varmış. Hoş, olmasa bile söyleyemem ya. Ah benim ahmak kafam." Bunları anlatırken çoktan sarhoş olmuştu bile Ahmet Hoca. Serhat tam gözlerini kapıya diktiğinde o girmişti içeri. Zeynep, bir insanın hayal edebileceği en güzel kadın olabilirdi. Ya da sadece Serhat'ın hayal edebileceği en güzel kadın. Uzun ve kıvırcık saçları Serhat'ı her gördüğünde içinden çıkılmaz bir girdap gibi çekiyor, yeşil gözlerinin içinde çırpınıp duruyordu boğulmamak için. Aşk; Serhat'ın, Zeynep'e yaşadığıydı. En güzel böyle tanımlayabiliyordu onu. "32 yıldır annemi her gördüğümde ne de güzel bir kadın diyorum, işte seni sevmek de böyle bir şey Zeynep." diye not düşmüştü Zeynep'e yazdığı ama bir türlü cesaret edip veremediği mektubun başına. Öylece uzaktan güneşin doğuşunu izler gibi izlerdi Zeynep'i bütün gece. Çünkü Zeynep her sabah doğan güneşin sıcaklığını hissettiriyordu. Zeynep'in avuçlarının içinde yaşanılması gereken anıları vardı Serhat'ın. Böyle bir yaşamın içine lunapark inşa etmesi onu sevmesine yeterdi bile. Serhat bugün fırsat bulduğunda bir bira alacak ve Zeynep'in yanına gidip her şeyi anlatacaktı. Belki daha da cesaret ederse mektubu bile verebilirdi. "İşte senin menekşe kokun da geldi." dedi Ahmet Hoca alaycı bir tavırla. Sürekli gidip konuşması konusunda Serhat'ı sıkıştırıyor ve her zaman o sapsarı bıyık altı gülümsemesini yapıyordu. Zaman biraz ilerledikten sonra kapıda bir adam belirdi. Adam tıpkı Serhat'ın hiç sevmediği hatta sürekli kavga ettikleri için evi terk eden babasına benziyordu. Adama şöyle bakıp 'orospu çocuğu' diye içinden geçiriverdi birden. Tabi adamın Zeynep'in yanına oturması bu küfrün ana sebeplerinden bir tanesiydi. Adama her baktığında onu bıçaklama hissi doğuyordu Serhat'ta. Derken içeri Hülya Hemşire girdi. Hülya Hemşire'yi severdi Serhat. Çünkü sürekli dertleriyle ilgilenir ve ona her zaman sıcakkanlı ve güler yüzlü yaklaşırdı. Arada bir bar kapanınca Serhat'ın evine giderler bir kaç kadeh bir şeyler içtikten sonra birlikte olurlardı. Alımlı bir kadındı. Bara oturup içkisini istediğinde çoktan bu gece kendi evine gitmek istemediğini belli etmişti Serhat'a. Bunlar olurken Zeynep ve yanındaki adam samimi bir şekilde bir şeylere gülüyorlardı ki bu Serhat'ın adamı bıçaklama hissiyatını daha da


kuvvetlendiriyordu. Böyle gergin geçen bir gecenin sonunda barda Hülya Hemşire'den başkası kalmamıştı. Birlikte eve doğru giderlerken Serhat'ın aklında sürekli Zeynep ve o adam vardı. Eve gittiklerinde Serhat gözlerine inanamadı çünkü içinde yatağı, ufak bir dolabı ve duvara asılı ufak bir televizyonu olan 5 metrekarelik odasında Zeynep'i ve o adamı gördü. Öfkeden deliye dönen Serhat bıçağı kaptığı gibi yatağa doğru saldırdı. Durmadan bıçağı sallıyor beyaz olan yatak çarşafını adamın kanıyla gitgide kırmızıya boyuyordu. Odaya giren Hülya Hemşire, Serhat'ın durumunu iyi görmeyince sürekli cebinde hazır beklettiği o ağır yatıştırıcı iğneyi Serhat'a saplamıştı bile. Tıpkı biriyle ilişkiye girermiş gibi bir duygu yaratıyor ve saniyeler içinde Serhat'ı bir çocuk haline getiriyordu bu iğne. Sırf bu yüzden insana bir huzur veriyordu Hülya Hemşire. Yine derin bir uykuya dalmıştı Serhat son 2 senedir olduğu gibi. Sabah uyandığında başında hiç sevmediği hemşire kadın "dün gece yine kötü oldunuz Serhat Bey, iğneyle uyutmak zorunda kaldık sizi" diyordu. Serhat 103 numaralı odasının penceresinden baktığında Zeynep arkasını dönmüş, birkaç adım atmış ve toz bulutu gibi birden kaybolmuştu.

Küçük cam kırıkları birleşip halı olmuşken en dehşet ve ucuzcu satıcılarda sürümden kazanmamak elde değildir. Satışlarda vicdansızlığın ve çaresizliğin etkisini de unutmamak gerekir. Cam kırıkları virüs ise bir taşıyıcı olarak halıcılara bağış yapmak istiyorum. Hayır, lütfen para teklif etmeyin, kabul etmeyeceğim. Gönüllülük esasına dayalı olarak insanlara acı çektireceğim. Gayet bilinçliyim, neden olmayayım ki? Sizin gibi salağa yatmayacak kadar açık sözlüyüm. Verdiğim acıdan kendime pay çıkarmayacak kadar da alçak gönüllüyüm. Bunların yanı sıra insan işçisiyim. Daimi meslek, aileden gelme, hepimizinki gibi, mecburi. Beynim toparlanamaz. Cümleler hızlıca hareket eder. Harfleri tutamam. Tüm bunlara rağmen işim gereği; iyiyi ve kötüyü, sevgiyi ve nefreti

hatta daha nice tezatlıkları içimde taşırım. Para almadan zorunlu işçi olmak çok zor şu günlerde ama gönüllü cam kırığı verebilecek durumdayım. Sevgili kendimi bu tip saçma yollardan tatmin etmezsem nasıl kutsarım şu adımlarımı? Bok ve daha fazlası tüm bilimlerin uğraş alanı. Sosyal bilimlerin ana malzemesizdir bok. Vidanjör yetersiz gelir. (Birinci kişi ağızlı hayali karakterler söylemi)


sarı üzerine siyah yazmak zulüm ve kalitesini tartışacağımız şeyleri yazmaya başlayacağım ne zaman ben de merak ediyorum sonra da beş saate döneceğim deyip dönmediğini ve önümde uzun bir yol uykuluyum ve kafam bir cami tuvaletini daha kaldırır mı yaşanmışlıklarım ne derece yol gösterir ve ne derece kaldırabilirim epeyce okunmayı epeyce epeyce birkaç epeyce birkaç park görsem politik kişilere atıfta bulunulmak amacıyla güzel dekore edilmiş farklı çiçek ve bank renkleriyle pek uğramaz da kaknem addedilenler bu semtlere büyük şairdir ama kalemi tutmasını bilmez bilmem ne gibi avuçlar kalemini ucunu renklere boyamaz, tıraşlamaz da keskindir kendinden büyük bir söz yazdığında da en çok kendi mi okur? kontramanyak yakında gelecek emin olun dediğinde henüz geçmemişti bu tarza ama nedense aynı şeyler ve nedense tekrardan tekrardan tekrardan okunuyor orta boy fiyatlarına küçük boy alınanlara sövgü değil saygı varsa modern dünya ve bir nevi de fiancelar, finanslar acı değil saygı hak eder özellikle de beş yıllık kalkınma planları ve kadın doğum hastanelerinin acil taraflarında bulunan bankamatik sıraları yaşanmışlıklarım ne derece yol gösterir ve ne derece kaldırabilirim epeyce okunmayı epeyce ellerimin hızına yetişemez parmaklarım ve beynim dinlediklerimden ilham alarak daha da hızlı çalışır zihnim ama kafiyeleri açık bir çukurda bırakıp üstünü de kapatmadım lazım gelirse içine düşmek gerekir sizin ritm yeteneğiniz şey pardon ritm algınız-ın değişme zamanı gelir belki dediğim silah satılan yerlerinde dedemin bir seyyar satıcı tezgahı vardı ve bu da bir tezgahtı altında satılan hiçbir yokuş çıkmaz artık o arzuladığın yere tiyatro oyunu sonrası erkenden biter geceleri biter aynı tür müziklerle clublarda taksilerde, barlarda, değil pavyonlarda sen savcı veya devletin bir elemanı olsan bile şair kimliğini nasıl gizlersin diye kendine sorarsın oradan geçerken bir bank, farklı renklendirilmiş parkı politiki pirlerinden birine hitap edecek biçimde şekillendirilmiş altında da adı var muktedirin ben gidiyorum kafayı çekip nasılsa artık metro seferleri gece bire uzadı dersen yanlış anlarlar belki masaya saygısızlık sonuçta hepimiz burada aynı hayatın eşarp bağlarıyız


Trajikomik olan yaşadıklarımız değil ev sahibi Silahlar su sıkmıyor artık ciddileş dedi bana Teyemmüm almak farz oldu bak kuruyemişçi Parasıyla simit istedim büfeci siktir ordan Orospularla bu kadar uğraşmayın dedi bana Sanki sensin bu dünyanın altına yatan İstersen resimleşiriz seninle şimşek çakar Artı yüklü bulut kaleye geçsin, oldukça kalabalık Uzaklara şimdi gidemeyiz bu araba arkadaşın Kemıllar öldürürmüş gelir misin akşam bana Sana afrikasız çocuk koleksiyonumu gösteririm Hatta cezvenin başında yasin okurum, öpüşürüz Bu fareler Aynı rahleden kalkar aynı kumara zar atar Silah illa ki çekilir bilakis seni vururlar ya Peki zarlara sekerse çeteleşme güdüsü Bu kumar biter mi? Ya da onüç gün boyunca sevilirsen vurul Babam söylemişte zaten ben bir putum Zaten filmlerde iyi adamı da kötü adamı da ata bindiriyorlar Zaten ben kovboy filmlerini izlerim Orada orospuluk silah çekiyor Zaten seni sevmemi sosyolojik olarak açıklayamadım Zaten oraletler de bunun için içiliyor


‘’Lotoyu tutturduğumda ilk yapacağım iş, kendime alevli bir şort almak olacak’’ cümlesini duyduğumdan beri içtiğimiz bu kaçıncı çay hatırlamıyorum. Öncelikle, her hikâyenin yazılması, söylenmesi ve nesilden nesile aktarılması gerektiğini düşünen biri olmasam da, tırnak içindeki cümleleri sarf etmiş bir adamın yazgısına ve varoluş sancısına değinmeden geçemeyeceğim. Yüz ölçümü olarak büyük, nüfus olarak bir o kadar zıt ıssız bir kasabada, sağlam temelli düşünceleri ve bir o kadar sığ olan hayalleriyle beni cezbetmişti Burhan… Akşam ezanı okunurken, ölüm bekçileri yaşlı ve bakımsız adamların kapılarını çalıyordu. Tüm kasaba eşrafının namaza teşrif etmesi bir hayli manasız olurdu. Yeryüzünde, her ülkenin sınırları içinde veya dışında farklı inanç ve felsefeye sahip insanların bulunması gerektiğini ben söylememiştim. Böylesine gereksiz ve basite indirgenebilecek konuşmalarla da hiçbir zaman ilgilenmemiştim. Ancak, Burhan’ın gözlerindeki parıltı ve muhafazakâr bir toplumda gururla taşıdığı cumhuriyet aşkı takdire şayandı. Önünden geçtiğimiz camii avlusunda, yaşlarının ölmeye müsait olduğunu kestirdiğim birkaç amca abdest alıyordu. Fosforlu tişörte sahip herkes tarafından bilinen bir deli musluğun başına elini sıkıştırıyor ve tüm inançlı azizleri kahkahası ve su tufanı ile rahatsız ediyordu. Bu sahneye eşlik etmek ve deli ünvanını layıkıyla taşıyan bu şahısla sohbet etmek bir hayli hoş olurdu. Lakin kahveye gitmek ve Burhan’ın maceralarını dinlemek zorundaydım. Kendimle alakalı bildiğim en büyük hakikatlerden biri, bu zorunluluklar silsilesidir. İçi boş bir sözü, kısa cümleleri ya da eli kanlı kafiyeleri reddetmek onulmaz bir huy olsa da bende, Burhan’a asla karşı koyamam. Onu severim ama bunu ona hiçbir zaman diliminde söylemedim. Karanlık iyiden iyiye kendini göstermeye başlamış, alışveriş reyonları boşalmış ve bankalar kapanmıştı. Entelektüel eğilimlerin tümüne karşı olan herkesin Nuh’un gemisine biner gibi kahvelere koştuğunu, okey oynayıp, dedikodu tufanında boğulduğunu, hayvan çiftleşmeleri, horoz dövüşü geyikleri, cep telefonundan açılan komik kaza videoları ve benzeri birçok uğraşla meşguliyeti bizi hiç etkilemedi. Kahvenin, şeffaf branda ile bölünmüş bahçesinde (sigara tiryakileri koğuşunda yani) beyaz ampul ışığının bizi rahatsız etmeyeceği loş bir köşeye oturduk. Burhan, ceplerinden çıkardığı destansı loto kuponları ve pahalı sigarası ile beni gene şaşırtmamıştı. Çaycı bize göz ucuyla baktı ve rahatsız edici bir ses tonu ile Burhan bağırdı -bize iki çay getir oradan. Emir kipi ile istenmiş ve söylenmiş bu sipariş üzerine tüm hassas ve romantik bireylere, bu kabalığın son kullanma tarihini yitirmediğini söylemeliyim. Sağlıklı bir örnekle açıklamak gerekirse; kasabaya yeni gelen bir üniversite öğrencisi sigara almak için bakkala girer ve – Rica etsem bir sigara alabilir miyim? Diyerek isteğini dile getirir. Ancak – ‘’Ne yalvarıyorsun, sigara iste vereceğim zaten! cevabı ile kendinden geçer ve eğitim hayatına yatay geçişle başka bir şehirde devam eder. Alkışlanmaya değer olmayacak bir vukuata daha değinecek olursak eğer, dedemin ölümünü ve toprağın kalbine gömülüşünü hiç unut-


mam mesela. Tabuttan çıkarıldığında, uzaktan bir akraba edasında dualar okunana dek seyirci kalmıştım. Senfonik bir orkestra korosu gibi kalkarken eller havaya ve fısıltı eşliğinde dualar süzülürken dudaklardan, beynime kurşun hızında ve acısında saplanan, dedemin obezite eşiğini aşmış zavallı babaanneme yönelttiği ‘’yiyorsun boğazını siktiğim’’ cümlesi ile attığım kahkaham… Hiç unutmam… Ben ne zaman unutmak istesem bu gerçeği, tüm cenaze eşrafının bana ettiği küfür dolu hafızalarda bir anıt gibi duran heykelim hatırlatır bana sürekli kendimi… Bu veya buna benzer absürt olay ve diyalogların, çağımızın temel sorunlarına değindiğine inanırım. İnsanın, çatlamaya koşan bir atın yazgısını sırtladığına ve çoğul eklerine tapındığına ise hiç değinmeyecek, çayımı soğumadan içeceğim. Belki bende bir gün lotoyu tutturup, Burhan gibi alevli şort giyeceğim. Durmadım, duraksamadım ve direk sordum ona, bu şortun sırrı nedir diye? – Allah’ın haritasında dahi yeri olmayan, bu yüzden cennet ve cehennem ayetlerinin geçersiz kılındığı bu arafın çıkış kapısı’’ diye yanıtladı. Bir zamanlar Antalya’da, lüks otellerde komilik yaptığını, mandalina ağaçlarının altında polislerden gizli yattığını (nedendir bilinmez) da ekledi. Yani çok çileli ve acı dolu bir hayatım oldu dedi. Burhan’ın babasının ölüm haberini almadan önce birlikte loto oynuyor ve gene çay içiyorduk. Üç kardeşinin de, babasının ölümüne üzülmediğine ve Burhan kadar içlenmediğine ben şahidim. (Hatta benim yanımda ağlamıştı bile) Neyse! Çaylarımız bitmiş ve Burhan tebessüm dolu bir bakışla iki parmağını zafer işareti şeklinde çaycıya göstermişti. Bu onun yaşamda sahip olduğu ve sığındığı tek ego göstergesiydi. Bir demokrat olmaktan ve tutucu bir toplumda tüm iş gücüyle var olmaktan övünürdü. Pazar yerlerinde satış yapar, kafiyeli ve esprili cümleleri ile müşterileri kendisine çekmeyi çok iyi bilirdi. Kömür ve odun taşımacılığı, hamallık, çay ocağında garsonluk, rençberlik ve serbest piyasada yer alan birçok işe yetenekli olduğunu da eklemeliyim. Yoksul bir ailede dünyaya gelmesinin yanı sıra haylaz ve sevgiden uzak bir çocukluğa sahip bu adamın, vicdanını koruyabilmesi ve zekâya yönelik eğilimleri beni her zaman memnun etmiş, onu sevmeme ve dost olarak ömrüme eklememe yetmiştir. Kendisine lotoyu tutturduğunda ne yapacaksın diye her sorduğumda, – Ege ya da Akdeniz’e yerleşeceğini, 3 katlı bir manav ve bitişiğine şirin bir sahaf açacağını söylerdi. Alevli şortunu giyer pahalı güneş gözlükleri ve parmak arası terliklerle sahil koylarında Rus kadınlarını dikizleyecekti. Bu benim değil, bilakis Burhan’ın hayal defteri… Salça kutusunda esrar yetiştirmesi ve boğucu bir yaz gününde hayatı boyunca tek âşık olduğu kadın tarafından terk edildiği anılara hiç değinmeyeceğim. Akşam namazının bittiğini, yatsı çağrısından anlamamak bir zekâ geriliği kabul edilebilirdi. Bu yüzden, çaylarımız biterken sesimiz, sözümüz ve karşılıklı sessizliklerimiz dahi tükendi. Masadan kalktık, Biraz Burhan’dan, az benden sermaye ve işgücü emeğinden yettiğince hesabı çay bardağının yanına bozukluk halinde bıraktık. Yarın için belirsiz bir saatte buluşmak üzere ayrıldık ve bir daha hiç görüşmedik. Yollarını arşınladığım, sokaklarında oyunlar oynadığım bu kasabada, loto tutturmak şartıyla kurulacak güzel bir yaşamın ve çeşmesinden abdest alınan camii avlularındaki amcaların dışında hiçbir şey görmedim, yaşamadım ve bilmedim. Gece yarıları mezar taşlarına işemeyi alışkanlık haline getirmiş bir uyurgezerim. Lotoyu tutturduğumda ilk yapacağım işim, kendime alevli bir şort almak olacak. Ve nakış nakış işleyeceğim düşlerimi, pahalı güneş gözlüklerim ve parmak arası terliklerimle Akdeniz ya da Ege sahillerinde…


“ Beni bir gün unutacaksan, bir gün bırakıp gideceksen, boşuna yorma derdi; boş yere mağaramdan çıkarma beni.” Oğuz Atay - Tutunamayanlar Önce odanın ışığı kapalıymış gibi hissetti. Sonra, buna inandı. Bir anıtın yapılış aşamasındaki bütün incelikleri, kendi umutsuzluğunu yaratırken yerine getiriyordu. İkilemlerin ironik beliğini kendi elleriyle örüyor, ama soğuk havalarda patiksiz uyuyamıyordu. Soğuk ve yalnız bir gecede kurduğu hayallerinin içerisine ilk kırmızı kar tanesini düşürdükten sonra gözünden akan yaşı elinin tersiyle sildi. Nefes almaya çalışıyordu; yaşamak için değil, ölmemek için. Sonu gelmez sancıların inadına ağlıyordu. Kapı çaldı. Yoksa? Hayır. Neler olup bittiğine dair en ufak bir fikri yokken içine çöken sonbaharın tabiatı sarıya boyaması dahi yetmedi umut olmaya. Bu sefer gerçekten kapattı ışığı, görünmemeliydi kimselere. Yaşamaya dair planların alt üst olduğu bir dünyada ötekileştirilmenin ne olduğunu en çok anlaşılamayanlar yaşar. Yalnız kalırlar. Hiçbir duygu uğramaz onların semtine. Soğuktur tenleri, hafif morarmış. Kesik kesik elleri, torbalanmış gözaltları, titrek dudakları vardır. Sokak lambalarının ışığı aydınlatmıyor onları. Onlar ki; telaşlı, bir yerlere yetişmek istemedikleri halde bir yerlere yetişme tedirginliğinde küçük ama hızlı adam atanlar. Çantaları omuzlarından düşmesin

diye bir elleriyle desteklerken, diğer elleri üşümesin diye hafif ıslak ceplerine koyarlar. Siz insanların yaşamak için ne kadar acı çektiğini bilir misiniz? Başkasının derdiyle hemhal olmanın sorumluluğunu çantadan başka bir şey yüklenmediğiniz omuzlarınızda taşıyabilir misiniz? Yorgun olmanın uyumaya kâfi olmadığı gecelerde, perdenin arkasından akıp giden karanlık sokağı izlediğinizde bir düşüncenin yıldızların sırtında yok olduğunu görebilirsiniz. Gözlerini açtı. Solmuş tenine soğuk bir hayli işlemişti. Rutine binmiş olan hareketleri kendi iradesi dışında yerine getirdikten sonra sabahın karanlık saatlerinde soğuğu yararak kendisini evden dışarıya bırakmıştı. Bir araba farının onu beklediğini görerek her zamanki titrek ve yorgun adımlarını ileriye doğru atmaya başladı. Birden fazla sesin kafasında uyuşukluktan başka bir şey uyandırmadığı bir gün daha gideceği yere ulaşmak için kafasındaki düşünceleri birbirleriyle bağdaştırmaya çalışıyordu. Arabadan inmesiyle başlayan hengamenin kefenlenmesini istiyordu. Kokusu ve bir adı bulunamadı. O’ydu işte. Akıp giden zaman ve O. Akılda olan kelimeler dilin ucunda uçmayı beklerken bir bir ölüyorlar. İstenmeyen şeyler var bu hayatta. Yaşamak gibi, susmak gibi. Türlü türlü akımın dahi adını koyamadığı ve aslında varoluş mücadelesinin içinde bulunduğumuz kaldırım kenarları her şeyin özeti mahiyetinde yer almakta. Öylesine buruk ve öylesine isteksiz alınan nefesler gözleri bulanıklaştırıyor. Yorgunum diyoruz. Ama neyin bizi yorduğunu itiraf etmeye gücümüz yetmiyor. Bir de uzaklaşma hissimiz var, birinden uzaklaşmanın bize iyi geleceği fikri. Aklın almadığı şeyleri zorla ruha kabul ettirme gayretinden pek tabi kurtulmak için çamaşır ipine asılı gövdelere şahitlik ediyoruz.


Sigarasından telaşlı ve tedirgin bir duman çekip, dolanan başının düşmesine sebep olmaması için boşta sallanan elini duvara yasladı. Gözleri kararmış, aklı uyuşmuştu, kulaklarındaki basınç; hücrelerindeki o garip his ona rahatlık veriyordu. Acı çekiyordu. Ayrıca insan en çok acı çektiği şeyden kaçıyordu. Tıpkı onun gibi. Düşüncelerinden, hayallerinden, isteklerinden, sokaktan, ışıktan ve sonu gelmez bir ton şeyden. Kaçıyordu işte. Öyle anlam falan yüklemeye de gerek yok. Kaçıyordu de ve geç. Kaçacak yeri kalmadığını anlayınca ne yapacaktı peki? Bunu hiç düşünmemişti. Çünkü… Tütünü bitmişti ve bulanan midesiyle yalpalayarak yağmurun altında ilerledi. Sonbaharın eşsiz dansını ilk defa bu kadar huzurlu ve umutlu izliyordu. Paltosunun üstüne bir yaprak takıldı. Yaprağı izlemeye koyulduğunda kendisinde olmadığını hissedemedi. Aslında tekerlekli sandalyesinde yaşayan bir ölüyü canlandırıyordu. Ve her şey hiçbir şeyin teminatıydı. Sokakta olmak istiyordu, acıları buz tutsun ve kafası kopsun istiyordu. Çünkü yaşamanın yakışmadığını düşünen insanlar her uğradıkları istasyonda unutulmak isterlerdi, zaten en büyük hedefleri ‘hayal meyal’ hatırlanılan mevcudiyetlerinin istasyon ıssızlığına gömülmesiydi!

Adım, beni bulabilesiniz diye yazıyor bu mezarda, adımı mezarlıkta bulup tepeme dikilip bakmanız, tamamen işin geçmiş olmasından kaynaklanıyor. Küçük bir mezbaha düşünün ya da boyutunu tamamen boş verin. Bu mezbahada herkes bir şeylerden kaçıyor. İnsanlar neyden kaçıyor? Neden kaçıyor? İnsanlar bence ya kendinden ya da kendine benzeyenden kaçıyor. Herkes birbirinin ağlama duvarı, nemin duvarı çürütmesi gibi birbirimizi çürütüyoruz. Yangın da atılacak ilk eski mobilya gibiyim. Bu nedenle insanlar arasında belki duvar olarak bile sayılmıyorum. Kendimi tasvirleyebildiğim bir kelime bir cisim yok. Belki yasak bir elma belki ağrılı bir dişim. Bunlar gibi dalımdan koparılmayı, bunlar gibi sökülüp atılmayı bekliyorum. Ben günde saatlere ateş açarak, perdemi açmayarak, beklemeye kafa tutuyorum. Beklemek özümden gelir, bu durumu yadırgamıyorum. Buraya alışıyorum. Az önce insanoğlunun başına gelen en korkunç eylemi gerçekleştirdim; buraya ALIŞTIM. Burada düşünceler birer birer çıktığımız merdiven basamakları gibi, her adım her düşünce gibi üst üste binip katlanıyor. Merdiven bittiğindeki gibi yoruyor bu kadar şeyi bir arada düşünmek. Sesini ve düşüncelerini aktarmak için açtığın ağzına toprak tıkıyorlar. Burası mezhaba! Burada sırası gelen, ormanın binalardan aldığı gibi, balığın oltadan aldığı gibi, buzulun güneşten aldığı gibi, nasibini alır.


Çizim : Emrah Koymat


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.