Fanzinimizin 5. sayısında neler var? (Bir nevi spoiler ama olsun)
Yazılar İdil Özeren – Labirentte Saklambaç Alperen Yavaş – Başlangıçta Söz Vardı Yalım Aydın – Bir Kadın
Şiirler Mislina Bursal – Bazı Şeyler Neda Olsoy – Prensesler Ot İçer
Alperen Yavaş – Adı İntifada Olabilir
Umut Çağın Bozacı – Beyaz Yalan İrem Eyit – Gemi
Şöbiyet Necla – everything gets purple güzelim
Karya Gültang – Titanyum I
Nazlı Hatipoğlu - Karanfil
Ateş B. – Aylak Ruhlar Kürklü Balık – Olmayışın Üzerine Senfonik Bir Şiir Umut Çağın Bozacı – Ben, Bugün Seynan Konucu – Cüzdan Süsü
MDF Ailesi : Alperen Yavaş, İdil Özeren, Ateş B., İrem Eyit, Karya Gültang, Umut Çağın Bozacı, Seynan Konucu, Ozan Korkmaz, Kürklü Balık, Oğul Arda Biçer, Yalım Aydın, Mislina Bursal Konuklarımız : Neda Olsoy, Şöbiyet Necla, Nazlı Hatipoğlu Ön Kapak ve İç Çizimler : Oğul Arda Biçer
Her konu için iletişim : twitter.com/mevzularderinf facebook.com/mdfanzin mevzularderinfanzin@gmail.com
başlangıç Fanzinin 5.sayısının son kontrol aşamaları. Ekipte bazı eksikler var ama çoğu aynı odada, son işleri hallediyorlar. Bir an nostalji havası esiyor ortamda. Arka fonda 80li yılların müzikleri.. Eski anılar yad ediliyor, biz de o anlara tanıklık edeceğiz şimdi.. İdil : Bana dediler ki girişi sen yaz İdil başkan. Dedim olmaz o Yalım’ın işi. 9 ay olmuş bu işe soyunalı adam hep yazmış, bu sayıda da tutturmuş ben yazmıcam girişi diye. Yapma etme Yalım diye debelenirken "lan şaka maka 5 sayı olmuş" diyebildik. Dile bile zor lan. Yalım : İyi güzel de hep ben hep ben. En sonunda tv yarışmalarına çıkıp selam gönderenler gibi ayarsızlaşıcam diye çok korkuyorum. Buradan tüm sevenlerime (yazarı burada bi' gülme tutuyor) saygılarımı iletiyorum. Size oturup beş sayıyı bu zorluklarla yaptık şöyle oldu böyle sıkıştık, dara düştük, hayatın sillesini şuramızdan yedik demek zamanı mıdır ki şimdi? Basmışız 5.sayıyı keyifler yerinde oooohh. Uzatmışım ayaklarımı semt bakkalımdaki veresiye satan - peşin satan tablosundaki peşin satan adam gibi. Hoş, bir şey sattığımız da yok ya, neyse. Mislina : Ya şimdi uzak mesafe ilişki yürütmek falan zor tabi. Ankara-İzmir arası fanzin mevzusu o kadar da zor olmadı galiba. Başlarda herkes çok ciddi sanıyorum ben, mailden bile leydi edasıyla yazmaya çabalıyorum her şeyi. Sonra tanıştık kaynaştık, İzmirliler arasında tek Ankaralı olarak mutlu mesut, rahat rahat yazıyorum şimdi. Ha bu arada, fanzinin kadrolu şairiyim madem, şuraya da ufak bi dize bırakmadan gitmem ey okur! Ankara'nın bağları da büklüm büklüm yolları, denize karşı mdf okursan, alırsın Mislina'nın ahını. İdil konuşanları susturur, sessiz oturanlara söz verir. İlk sözü Oğul almıştır çoktan. Oğul : Eyvallah idil. 3 sayıdır mutlu mesut çizmekteyim ben de. Şöyle bir dönüp bakıyorum da fanzine girdiğimden beri hem ben büyüdüm hem de tarzım olgunlaştı. Bu arada ben buraya fanzin yapmaya gelmiştim, yapıyoz la galiba. Oluyo mu? Hiç mi? Peki. Karya : Benim öyküm biraz acıklı... Sayı yeni basılmıştı ki, ben fanzine girmiştim. Herkes yeni yazıları hakkında konuşuyor fanzini okuyanların yorumları ve eleştirileri grupta dönüyordu. Üzerine iftira atılmış kadar masum bir kız çocuğu gibi sadece yazdıklarına bakıyorum. Ve dediğim 'tebrik ederim arkadaşlar'dı. İki ay böyle grupta dolandım. Sevgili saygıdeğer yazarcık arkadaşlarım bana destek oldu ve güldürdüler onlar olmasa iki ay boyunca evlatlık dolanacaktım. İki ayın sonunda fanzindeyim! Teşekkürler teşekkürler. Ve sizi fanzinimizin sözcükleri ile baş başa bırakıyorum. Ateş B. : Bana girişe yazı yaz dediler, şaştım kaldım. Giriş nedir bilmem, girişe nasıl yazılır onu da bilmem. Yeniyim baya, ondan olduğunu sanıyorum. Yine de bana bu şansı verdikleri için arkadaşlara teşekkür ediyorum. İlk başlardaki tırsaklığımdan eser kalmamasının rahatlığıyla söylemek isterim ki : Bunu kesinlikle idil söylediği için yazmadım. Umut : ‘’Editörümüz’’ Yalım'la konuşuyorduk bir gün. Daha önce yazdığım bir yazıyı okuttum ona, o da yazıyı okuduktan sonra "Abi sen fena yazmıyon fanzinde yazmak ister misin?" dedi. Ben yazabileceğimden emin değildim biraz konuştuk ikna etti beni. Bu sayının 3. sayım olacağı kesin ama yazmayı becerebiliyor muyum orası muamma. İrem : Ya ben bu fanzin olaylarında mdf adı altında olmadan da dağıtımlarınızı yapıyordum ulan diyodum ne güzel iş, adamlar canı gönülden çalışıyor gönül işi tabii fanzin işi. Sonra sağolsunlar canım arkadaşlarım bana yanlarında bir koltuk ayırdılar, ben de totişimi yerleştirdim tabii ki. Şimdilerdeki en büyükk derdimiz ise ‘’yalım fanzini şu mekana da bırakalım mı?’’ böyle derde can kurban, iyi okumalar arkadaşlar...
Olmayışın Üzerine Senfonik Bir Şiir / Kürklü Balık Akşamüzeri saatleri. Bu saatlere ait bir koku var. Bilir misiniz? Sokak lambalarının anlamsızca erken yandığı günlerden bir gün. Bir köpek direğin hemen altında uyuyor. Ben ise balkondan sarkıyorum evet annemin yapma dediği ne varsa yapıyorum. Yasaklar her yaşta çekicidir ve bir süre sonra kalıcı da olmaya başlar.35 yaşında bir kadın olarak söylüyorum bunu. Balkonda kirli beyaz bir masa . Kirli beyaz sadece masanın rengi değil, kendisi de kirli ve beyaz. Üzerinde bir kahve bardağının siluetini görüyorum. Bir hafta evvel balkon lambasının ampulü patlamıştı . Evim Fight Club filminin çekimlerinde kullanılmış gibi de biraz.. Neyse. Kahvenin yapılış tarihinin, iki gün önce olduğunu anımsadığımda iş işten geçmiş oluyor. Yudumladığım kahveyi bir kadına yakışmayacak şekilde püskürtüp bir sigara yakıyorum. Sezgisel bir darp.. Düşünüyorum. 2013 yazı ve mavi cam küpelerim… Bozcaada’ya gidiyorum birden. Altında oturup çay içtiğimiz koca Çınar ağacının serinliğini hissediyorum. Bir anne gibiydi bizi sarıp sarmalamıştı Ağustos’un ortasında. Otokontrolü yüksekti, boyu da öyle. Sonra yine aynı gün bir sürü insanın dileklerini astığı bir ağacın yanından geçmiştik. Biz yüzümüzü hiç asmamıştık o yaz. Bu bize yetmişti. Sonra birkaç kez birbirimizi astık. Bir kez daha ayrılamayız sevgilim. Daha deniz kenarında bizi bekleyen çocuklar var. Kumdan kale yapmalarına yardım etmemizi isteyecekler, ağızlarındaki vişneli dondurma kokusuyla. Daha görmediğimiz bir sürü koy var, taş toplayacağız daha, boyayacağız onları. Balkondan ayrılma kararı alıp kapıyı kapatıyorum.Bir defter buluyorum küçücük bir defter ,2013 yazına ait..Rastgele bir sayfa açıyorum , şöyle yazıyor : ’’özlem bizim kız çocuğumuz oldu, kim bilir kaç gece daha uyuyacak aramızda?’’ Sen elimi tutunca sevgilim bir karnaval sevinci cereyan eder bölük pörçük halklarımı birleştiren.. Sen gülünce bütün kıtalar birbirine yaklaşır, sınırlar ortadan kalkar, ve ben yeniden keşfetmek isterim içimde Christophe Colomb heyecanı. Bilmediğin bir şeyler var sevgilim. Zeytin ve erik ağaçları. Akdeniz ikliminin bir çocuğu olduğumun ispatı onlar. Oğlan çocuğu gibiydim, tırmandıkça düşerdim.Sadece ekvatora çok yakın olduğumuz için sıcak değildi iklim.Babam vardı o zamanlar işte. Öksürük seslerinin artması ile annemle tartışmalarının azalması arasında doğru bir orantı vardı. Bunu hissedebilecek yaştaydım. Ve 2009 ilkbaharı terketti bizi. Aklıma trt radyosunu açıp türk sanat müziği dinleyen bir adam kazındı. Büyüdüm. Sigara yüzünden öldüğünü öğrendiğim gün sigaraya başladım sevgilim. Sevgilim’’ seninle olmak’’ mesela bir renk olsa kehribar rengi olurdu. Bir doğu inanışına göre kehribar dumanı, ruhu güçlendirip cesaret veriyormuş. Benim kehribar tozu sevgilim. Seninle birlikte eskiteceğimiz evin duvarlarında yazılar ve şiirler olacak mesela. Dağınık ve buruşuk çarşaflar, kitaplar ,kalemler,dergiler,henüz uzlaşmayı becerememiş bir çiftin sevişince geçen asabiyeti,2 tane tabak ve bir kettle. Bir de sevgilim o natürmort tablolarının en mor olanından üzüm salkımları, arkasında da bir şişe şarap. Kapı zilinin çaldığını farkettiğimde, kendimi salondaki divanda buluyorum. Kapıcı Ramiz abi bu ayın aidatını vermem gerektiğini söylüyor. Hayat bu kadar acımasız sevgilim.Ve bu kadar keskin ve alakasız. ‘’Mutluluk bir vazgeçiştir ve ender rastlanan bir ruh dinginliğidir.’’
prensesler ot içer Adana'lı değilim ama acıyı çok severim sevişirken biraz pul biber, tane olanından bizi boğanından Dünyalı değilim sevgili uzay, ama kara deliği ben yarattım, pazardan çaldığım elmalardan kurtçuklar yaptım, sattım
Allah beni böyle başı boş bırakırdı, ninem tepinse başımda, hani cennet nerede! giderken bavulunda idam yetiştirdi biraz, o da bize sarıldı! çocuklarınızı başı boş bırakmayın, diyordu gezegenleri tükürükle kağıda yapıştırıyorlar! dünya seni öyle öldürüyordu ki,pamuk şekeri yalamak gibi ayaklarını deniz kumları öpüyor,saçlarını güneş uzatıyor bavulunda taşıdığın idama düşüyorsun,idama düşünce bavullara sarılmak!
yarattı, yarattı, yarattı! iki şişe bitirince, kulağımızı çekti Fransızca'da öpücük ne demek, diye sordu küçük kız Eleos'ta şarap ısmarladım, küçüklüğüne domatesler diktim iki mülteci kanı içtim, pamuk prensesi ot içerken yakaladım.
Neda Olsoy
Titanyum - I Karya Gültang
Sigaramı dudaklarımın arasına aldım ve dumanımı odaya bıraktım. Gözleri merakla beni bekleyen kadını umursamıyormuş gibi davrandım. Bir duman daha ciğerlerimi ele geçirdi. Bu belki de, en acısız bir ölümdü. Terapistim ellerini masanın üzerinde kenetlemiş beni izliyordu. Bu sefer ne anlatacaktım? Kalemini parmağının arasında döndürdü ve bana baktı. "Geçen hafta bana sarışın bir kadınla seviştiğini söyledin. Sonra onu camdan atarak öldürdün. Bu hafta nasıl bir rüya gördün?" Kelimelerin ağızdan bu kadar kolay çıkması nasıl özgürleştirilir? O kelimeler beni korkutmaya yetiyorken, soğukkanlı bir şekilde konuşamıyorum. Düşünüyorum, düşünüyorum çünkü iç dünyam benim kadar sessiz. Kimsenin beni yargılamadığı tek yer. Her hafta başka bir kadınla sevişiyorum. Her hafta başka bir kadını rüyalarımda öldürüyorum. Bunu neden yaptığımı bilmiyorum ama kendimi kirli hissediyorum. Uyumamaya çalışıyorum. Uyanık kalmaya çalışıyorum. Olmuyor. Uyukuya düştüğüm anda, katil oluyorum. Rüyalarımda böyle şeyler görmem beni potansiyel bir suçlu yapar. Doğru değil mi? Akli dengesini kaybetmek üzere olan biri? Veya ikisinden oluşan biri. Kaç kadın gördüğüm tahmin dahi edilemez. Kaç kadını öldürürken arkada çalan ruh emici konuma gelen piyano sesini işittiğimi kimse bilemez. Ve araya keman girdiğinde bütün iliklerim hissizleşiyor. Rüyanın en kötü kısmına geliyorum. Onun saçlarını avucuma doluyorum. Saç diplerinin acısını hissettiği anda boş otel odasında bağırıyor. 43 numaralı otel odası her seferinde farksız bir acı tadıyor. Bir hayat kadını daha acıyı hissediyor. Ölesiye zevk alıyorum ve gözlerimi dahi kapatmandan öldürüyorum. Ve gözlerim açılıyor. Üç saatlik uykuyla ayakta durmayı göze alıyorum çünkü uyduğum zaman katil oluyorum. Ellerim kana giriyor. Kulaklarım çığlık işitiyor. Burnum ceset kokusu alıyor. Dudaklarım ruhu için şahitlik ediyor. İğrenç. İğrenç. İğrenç.
"Bay Saygıner?" Gözlerimi kırpıştırdığım anda zihnimi gerçek hayata döndürdüm. Uykusuzluktan sürekli olarak dalıyor veya gerçek olmayan şeyler görüyordum. Elimdeki sigarayı küllüğe bastırdım. Üzerime düşen külleri silkeledim ve kendime iyi bir görünüm vermeye çalıştım. Beynim bu kadar kirli halde dururken. "Bu hafta sekiz saat uyudum. Bu saatler içerisinde hiç rüya görmedim." Terapistim kafasını salladı. Histerik bir gülüş yaptım. "Bu hafta hiç sarışın kadın görmedim." Sanki bu kısmı vurgulamak ister gibi söylemiştim. Terapist, söylediklerimi benim dosyama yazarken gözlerimi Izmir'in en güzel manzarasına çevirdim. Denize baktım. Acaba dibi benim içim kadar derin miydi? Acaba o da içinde yüzmek isteyen her sarışın kadını boğuyor muydu? Terapistim kaleminin arkasını masaya vurmayı kesti ve dikkatimi toplamak için parmağını şıklattı. "Pekala, Bay Saygıner sanırım rüya gördüğünüz en kısa zamanda yeniden görüşeceğiz." Sanki bu anı bekliyormuş gibi babamın bana verdiği tek, maddi varlık olan paltomu koltuktan aldım ve kapıya doğru yürüdüm. "Umarım görüşmeyiz."
Labirentte Saklambaç İdil Özeren Epey oluyor, baharın bu soğuk günlerinde şu devam eden kıştan buz gibi bir gece hatırıma geliyor ve geldiği andan saniyeler sonra gözlerim doluyor. Her defasinda o derin duyguları tekrar yaşıyorum. Ciğerlerimdeki yanmayı köküne kadar hissediyorum yine, soğuktan burnumun aktığını sanıp elimi burnuma götürüyorum. Hayır üşümüyorum. Öyleyse neden titriyorum? Peki, neden gözlerimden -aslında olmayan(kanlı) yaşlar akıyor? Derin bir boşluktayım. Bu duygunun ne olduğu hakkında tahminlerim var aslında ama dilim dönmüyor, söyleyemiyorum. Çiğ beyaz duvarlarında zamanın hiç akmadığı bu yere ne zaman gelmişim? Bütün bu hastalıklı soruların sorumlusu odanın havalanması için açtığım pencereden gelen yoğun koku… Ne koktuğunu çözemiyorum ama küf gibi bir şey. Eski bir koku bu. Biraz sarı, biraz yeşil, biraz da gri. Bir gece onunla beraber bilmem nerede yürürken de buna çok benzer bir koku almıştık. O an, yıldızların kaynaştığı saçlarını geriye atıp
“Sen de kokuyu alıyor musun?” demişti. „‟Evet.” demiştim. Artık burnumu yakmaya başlayan bu melankolik kokuyu nasıl almazdım. Birden elimi bırakmış ve ellerini birbirine vurup keskin bir hareketle olduğu yerde durmuş, gözlüklerini çıkartıp bana dönmüştü. “Gri yeşili kandırıp sarıyı yememeli!” diye bağırmıştı. O an en az bunu neden söylediğini bilmediğim kadar bilmiyordum grinin kötü, yeşilin masum, sarının mağdur olduğunu. Birbirimize bakakalmıştık. Bu kağıt için fazla gerçek dışıydı o an. O gece, onu evine bıraktıktan sonra ben kendi evime gidemedim. El çırpışını, bağırışını ve o donuk gözlerini düşünmeden edemiyordum. Bakışlarında küstah, cesur ya da şuursuz bir şeyler vardı. Ya da korkmuş bulunuşumdan mi, korkmuş olmamdan mi öyle gelmişti? Bilemiyorum. Yürüyordum ama yol bir yere varmıyordu. Duvarlarda gri, yeşil, sarı yazılar görüyordum herhangi bir renkle yazılmış olan, dünyayı ifade etmeye ya da dünyaya gardını almaya çalışmış, üstelik ikisini de başaramayacaklarını bilmiyorlarmışçasına yazılmış. Gözlerimi gökyüzüne kaldırdım. Kara kara bulutlar vardı. Kara da olsa varlardı. Ama çok uzaktalardı. Bu sefer başımı öne eğdim. Dibimde gri, pis asfalt…
Koşmaya başladım. Neyden kaçıyordum? Gridense bastığım yerden kurtulmam mümkün değilken neden koşmayı seçtim?
Bunu nasıl olur da daha önce duyamadım?
Gerçi gökyüzünde de ne yapılabilirdi ki, ne yapılabilirdi?
Korkudan sınırlarını zorlarcasına açılmış gözlerim yanmaya başladı.
Beni düşünme yetimi kaybedecek kadar korkutan şey grinin yeşili kandırması ve sarıyı yemesi miydi? Ben kandırılmaktan mı yoksa yenmekten mi korkuyordum bu kadar? Yoksa zaten çoktan kandırılmış veya yenmiş, grileştirilmiş miydim?
Ve bir çift el daha.
Tek başıma bir protesto yürüyüşü gibi hissediyordum. Kimse benimle koşmuyordu. Koşmayanları protesto ediyordum ben de. Çünkü kaçmalıydık hepimiz griden, insanları uyandırmalıydım. Işıkları sönmüş olan insanlığı uyandirmaliydim. Ben yeşil hissettiğim için koşuyordum kanımca. Taşların arasından sinsice (bir o kadar da korkarak) dışarı fışkıran çimleri görene kadar tamamiyle yalnız bir yeşil gibi hissettigim icin… O ifadesi güç, yoğun korku da griyle beraber sarıyı yemek zorunda bırakılmak istemememden kaynaklıydı. Hatta istememenin ötesinde bir şeydi. Düşüncesi bile beni strese sokmaya yetiyordu. -Yeşil olmak zordu. En zoruydu zorlukların.Göğsümde gittikçe şiddetlenen bir hırıltı ile koşmaya devam ediyordum. Kollarımda birer el hissettim, o saniye bütün duyularım hiç olmadıkları kadar dikkat kesildiler her şeye. Ayak sesleri duydum.
Dibimdeki ayak sesleri!
Yere düşürdü eller beni. Bağırdım. Yeşil çimler hariç kimse beni duymadı. Griye yakalanmıştım. Yumruklar savuruyordum. Neden yakalamıştı beni? Yeşil olduğum için mi suçluydum sadece? Bütün gücümle annemi çağırıyordum. Gri onu da mı yakalmıştı? Duysa kesin gelirdi. Şimdi ne olacaktı? Önüme Van Gogh‟ un kulağını, temizlemediği bıçağını ve sevgilimi mi koyacaklardı? Griye yemeğinde eşlik mi edecektim? Biricik değerlimin kollarını, bacaklarını, derilerini ayıklayıp mideye mi indirecektim? Zavallı sarı sevgilim… Artık bağırmaktan vazgeçmiştim. Gelmeyişinden dolayı annemin de grinin sofrasına oturtulduğundan emindim. Kulağımın dibinde şiddetli bir ses duydum. “İğneyi getirin çabuk!” Kollarımı hareket ettirmeme engel olan beyaz kıyafeti gördüm sonra üzerimde. Ve birden her şey grileşti. Neyse ki ortada ne sofra vardı, ne de biricik sarı papatyam, sevgilim.
adı intifada olabilir
gözlerimizi derinden kapayalım altı köşeli yıldızın kayması imkansız değil ama soluk borusundan geçip tam karnına inen sancı çok acı! ve duasında bulunmuyor devası kaldırım böceklerine makas atarsın veya ihtiyar puşi ayaküstü bildirge yazabilir tan atanda kanamanı yumrukla silersin süt dişlerini tank paletlerinde izlersin bezginlik o ya sokağa çıkıp gidersin adı intifada olabilir bir filmde görmemiştim böyle filmleri yasaklıyorlar bilirsin yalnız derinden kapanmıştım hissetmiştim o ülkede namusun en yücesi nicesi paramparça bedenleri yaşatmaktı iki eli on parmağına kadar feda olan topraklı nefesiyle çiçekler vermiş ve dahasına gebe olan saklı mektupların en büyük öznesi! bugün bir başlangıç uzaktan kumanda çağı geride kaldı eskiden murdar şimdi taze arınmışlar üstünde dolanıp duruyor bir kırlangıç ne olursa olsun güzel günler göreceğiz
Alperen Yavaş
Gemi İrem Eyit
Kalem,uzun zamandır kağıtları rahat koltuklarından kaldırmamıştı. Bu yüzden hayali güneşleri, gerçek kara bulutları örtmemişti. Bazılarının gökyüzü kapkara bulutlarla da dolsa, güneşleri her zaman daha parlaktır. Güneş ışınlarıyla kendilerine kaçış yolu bulurlar. Bulutları deldiklerini zannederler. Oysaki sadece ötelemektedirler. Bulutlardan indiğinizde kendinizi bir gemide bulacaksınız. Güvertede uzun bir masa var. Masadaki insanlar birbirlerinin ne dediğini anlamadan konuşuyor, gülüşüyor ve yemek yiyorlar. Dalgaların gemiyi sallamasından rahatsız değiller. Ancak; dalga, bardaklarındaki sudan büyük bir damla dökülmesine sebep olursa şikayet ederler. Deniz tutanlara ise sesler, işkence çeken bir çocuğun çığlığı gibi gelir. Yemeklerini yerken kibar bir Avrupalı’nın doğuya olan ziyaretindeki hislerini taşırlar. Dalgaların gemiye her çarpışında öğürtüleri artar, yüzleri ekşir. Aslında kussalar rahatlayacaklardır. Masada oturanlardan çekinmeyin ve kusun. Temizlemeye iğrenecekleri kadar kötü kokulu ve çok kusun. Onların ‘’iğrenç’’ sıfatını verdikleri, sizi rahatlatacaksa yapın. Dalgaların yaratıcısı Tanrı dahi olsa yapın. Göreceksiniz ki o bile şaşıracaktır. Aslında geminiz bir denizde değil, yağmur sonrası dolan bir çukurda ilerlemektedir. Dalgaları ise büyük ayaklı insanların adımları yaratmaktadır. Etki alanınız bir çukur kadar olsa da kusun. En azından rahatlarsınız.
Bazı
Mislina
Vapurlar geçsin istiyorum üstümüzden. Öyle ki, asfalt dökülmüş duygularımızın üstünden çok sular aksın. Burjuvaları taşıyan at arabaları geçsin kalbimizden. Köylüler arkamızdan küfürler yağdırsın. Tek kornişi eksik, Sararmış bir perde gibi sökülelim olduğumuz yerden. Yıkanmaya değil, Atılmaya göndersinler bizi. Üstümüzden kuşlar geçmesin, Kim bilir, Yuva yaparlar belki çürümüş dallarımıza. Çiçeklerimizi de daha konuşamadan dillerini yemeye mahkum aç çocuklar koparsın. Tadını beğenmedikleri gibi, tükürmeye de şansları olmasın. Fakat ne olursa olsun, En çok vapurlar geçsin istiyorum üstümüzden. Son kez bağırışları yükselsin 6:45 fedailerinin. Koşuşturan insanlarla dolsun gözlerimiz.Kimseye bakacak halimiz kalmasın. Hatta öyle günler gelsin ki, Demlikte kalan son çay olalım birlikte. Yetmeyelim. Yetirmeyelim. Tiryakilere giden paşa çayı olalım hatta Tadımız tuzumuz kalmasın. Aldatıldıktan sonra, son sigarasını sevdiği adama verdiğini fark eden bir kadın yürüsün yollarımızdan. Anılar boğazına durmuş olacak ki, Yutkunamasın. Hayatında ilk defa tükürdüğü kaldırımlar olalım.
Şeyler
Bursal
Depremin hayallerini sarstığı insanlar yapsın evlerimizi. Temelimiz sağlam olduğu kadar Çürümüş umutlarımız vursun duvarlarımıza. Sarıya boyanmayalım. Doğuştan loş doğalım biz. Re minör akorlar anlatırken hikâyemizi, La majör kadınların kahkahaları doldursun içimizi. Ani bir modülasyonla değişsin hayatımız. Sonradan görme majör dizilerden olalım, Gülüşümüz samimiyetten uzak kalsın. Ve bilinmeyen şarkıların bir anda ortaya çıkmasına üzülür gibi üzülelim olana bitene. En sevdiğimiz şarkı, kimseyi sevmediğimiz bir paralel evrende, arka fonda çalsın. Herkes tarafından bilinen duygulardan soğuyalım. Herkesten soğuyalım hatta. Ve yine, Anlatamadıklarımız dökülsün göklerden. Otobüs fazla yükten kalkmayınca koyununu dışarı atmış bir çoban kadar çaresiz kalalım zamanın birinde. Yeterince büyüdüğümüze inanıp var olmayan ülkeye kaçalım. Peter Pan'ı hiç duymamış insanlar arasından koşarak, hatta uçarak uzaklaşalım. Bizim üstümüzden vapurlar geçsin evet. Gün ağarırken birbirine selam gönderen kaptanların gülüşlerinde saklanalım. Bizim üstümüzden kuşlar değil, Vapurlar geçsin ama Yıllarca kimseye deniz olduğumuzu anlatamayalım.
Beyaz Yalan Umut Çağın Bozacı Şimdi sizden tek bir şey istiyorum: Düşünmenizi. Düşünün, büyüklerinizin size söylediği her yalanı düşünün. Sizin küçüklere söylediğiniz her yalanı düşünün. O "beyaz yalan"ları düşünün. Çocuklara yalan söylemenin kötülüğünü öğretirken onlara söylediğimiz sayısız "beyaz yalan"ları düşünün. Biz kendi öğüdümüzü dinlemezken onların bizi dinlemesini nasıl bekleyebiliriz? Bir çocuğa "Eğer sessiz olmazsan yatağının altındaki canavar seni yer." derken ona nasıl "Vazoyu ben değil yatağımın altındaki canavar kırdı." dediği için kızabiliriz? Vicdanımızı rahatlatmak için yalanı ikiye ayırabilir miyiz? Bu iki yalan arasındaki fark ne? Bunlardan hangisinin "beyaz yalan" olduğuna kim karar veriyor? Ya da size daha iyi bir sorum var : "beyaz yalan"ı yalandan ayıran, onu iyi yapan fark nedir?
Karanfil / Nazlı Hatipoğlu Nehirler kurumaz tersine akınca Tüm bu akıl almaz varsayımlar Toprağa düşen kelimelerimden Çok şıksın nehir kenarlarında Yakanda bir karanfil açıverecek Bir kapı açtım karanfilim gölgesinden Anahtar buldum Yollarda yol arıyorum Yoldaş da yol, yön de yol Bana vietnam vadetmedin Verdiğin sıtmaydı Vahşi doğana şemsiye açamadım Affedilsin, binlerce adım içinde Sana yürürken tökezledim Nerem ağrısa seni yazdım Kalem çürüse de, inat ya Yaktın, duymadan kokunu daha Üzerini çizdim, kapattım gözlerini Yalan adreslere doğruları yazdım Eller batar yarama Güzler düşman adına Engel yarına
everything gets purple güzelim ben babamın katili değilim hatrın için cinayet işlemem. yalnız metaforlarım şiddetlidir. tırnaklarım daima cilalı, üstüm başım kısmen senindir. boyum yetmez üstünlüğe, garanti desen ikinci el şeylerin garantisi olduğunu ilk kez senden duyuyorum. hangi elde bu kadar yaklaştın cehenneme orası da sorulmaz. çünkü bildiğim kadarıyla "bir müptelanın zaten vicdanı olmaz." yanımda yatan rengini kaybetmiş bir adama yaşasın! diye bağırmak benim nezdimde ayıptır. ayıbın çetelesi faça izine benzemez. istediğim çirkinliğe sahip olabilir miyim? ki sahip de olunmaz ki öyle rahat yataklarda kısmen deliksiz uykularla. ben çiçek değilim. ben realist dünyanın materyalist kaktüsüyüm. envaiçeşit uygarlık ve envaiçeşit inanç sistemi kollarımın uzanabileceği her noktadan uzağa inşa edildi. şimdi bana bir renkten bahsedeceksen ispirto morundan başla. bir küveti beraber dolduralım morla, sen dışarıda bekle, ben içeride... son şiirimi oku, belki ateşi renk skalanı geliştirir. iyi bir ilahiyle uğurla beni. ben de kalan avazımla inleyeyim işte "küfre hala başlamadın ve şirklerce koşmuyorsun allahtan. bu açıkça hepimize salgın bir yirbirinci yüzyıl hastalığı getireceğinin alameti!" kemiklerinin sesini duyuyorum. senin kaosunun artçı sesleri onurlandırıyor yutup kanalını. eyvallah. etraf biraz battı, ben gidiyorum. ha, kalkma. aramana gerek yok, istediğim yere varmayacağım. naif çocukluğum el verdiğince kızgınım. çarşafın kırışmış, insan nelere alışmıyor ki?
Şöbiyet Necla
Başlangıçta Söz Vardı
Alperen Yavaş Hayattaki en büyük sabiti olan düzensizliğinin bitmek bilmez boş vakitlerinde, bütün saniyelerini doğru kelimeyi aramakla geçiriyordu. Bir kelime, ardı arkası kesilmeyen ve bu sebeple kendini derin bir manasızlığa bırakan uzun kelimelerden jilet gibi sıyrılmış, içinde bulunduğu o vaziyeti: patlak, uyumsuz seslerle dolu dünyadaki derin sükutlu hayallerini açıklayacak bir kelime vardı. Şüphesiz ki bir taneden fazla olamazdı. Karmaşık olması tabiatına tamamıyla zıt, tek başına aciz olan harflerin denizinden aynı anda müthiş düşündürücü ve görünüşte bir o kadar basit biçimde çıkagelmiş bir kelimeydi. Neydi? Badanasız duvarlar arasında hayata eskimiş, sahibinin kişiliğinden ötürü mütemadiyen ıssız kalan evinin bu sonu gelmez hollerinde dolaşmaktan birden caydı. Hayatında ilk defa dinlenmeye karar verdi. Kendini en yakın sofaya bırakırken gözlerini evvelden kapamıştı. Aklına bu ana kadar okuduğu tüm kitapları, şiirleri, gazeteleri, dergileri getirdi. Dinlediği tüm anılar, dost sohbetleri, hikayeler, dertleşmeler ve sırlar bütün teferruatlarıyla önüne seriliyordu. Binlerce insan görmüştü. Binlerce karakter tanımış, bir haylisini de bizzat kendisi düş alemlerinden dünyaya düşürmüştü. Böyle bir çeşitliliğin baskısı altında acı çeken hafızasının aradığı şey biricikti. Kendisiyle birebir aynı duyguları hissedenleri, benzer nitelikte yaşam öykülerine sahip olanları tanıyordu. Feleğin mitsel baltası tarafından yakın şekillerde
oyulmuş olanları, aynı yolun farklı zaman yolcularını yüksek ihtimal ki onların kendilerini tanıdıklarından daha iyi tanıyordu. Onların hikayeleri ile büyümüş, acılarını onlarla kıyaslayarak çekilmez hale getirmiş ya da küçümsemişti. Arkalarında bıraktıkları sayfaları bir kez daha boşuna aradı. Hiçbirinde aradığı kelime yoktu. İmkansız bir ameliyatın ortasında mucizevi bir şekilde yeniden doğmaya hazırlanırken çat diye masada kalmış bir hasta gibi hissetti. Kanatları yine yine ve yine cereyanda kalmıştı. Gözlerini açtı. Sofaya belini rahatlatacak bir pozisyonda uzanıp tavanı seyretmeye başladı. Tavan önemsizdi. Ardındaki masmavi ve dipsiz gökyüzü bile hiçbir önem teşkil etmiyordu. İçinde büyük bir makine gürültüyle çalışıyor, gözleri şuursuzca bakıyordu. Tanrı büyük bir yazardı. Cilt cilt kitapları ile en çok satan yazar pozunu verdiğine şüphe yoktu. Onun yazınında ruh sağlığımı alt üst eden bir ilk vardı. Belki en bitmez görünen karanlık çağları bile gerisinde bırakmış dünyada, dünyadaki yazında, bu girişin korkutucu mertebedeki derinliğine yaklaşılamamıştı. o cümle şöyleydi : "Başlangıçta söz vardı" İlk söz. Tarihin yazılı olmayan ilk kelimesi. Önemini düşündükçe vücudu ateşli bir nöbet evresine tutuluyordu. Yalnız olmadığını biliyordu . Faust'un da yaşadığı nöbetlerden daha beter sancılarla solucanlar gibi kıvrandığını adı gibi biliyordu. Doktor Faust, çevirmeye çalışırken söz, akıl, güç ve eylemden
hangisine daha çok değer vereceğini bilememişti. Oysa başlangıçta sözden başkası olamazdı. Peki söz Tanrı mıydı? Tavana doğru bomboş ifadelerle dönük yüzünde saçma bir gülümseme peydahlanırken bir şeyden emindi. İlk kelime asla Tanrı olamazdı. Somut etkisi hissedilemeyen bir olguya bu kadar büyük bir değer biçemezdi. Dünya ne kadar gerçekse ilk kelime de o kadar gerçekti. Ama aradığı kelime ile ilk kelime arasında nasıl bir bağlantı vardı? Kaşlarını derin bir sorgu halinde olduğu gibi çattı. Bu, kendi maket dünyasının birleştirmesi en zor parçasıydı. Yine de yapbozun nasıl oturduğunu kendine hatasız olarak tekrar anlatmaya kararlıydı. Şekillerle oluşturulan yazı evreninde sayılamayacak kadar çok parça vardı. Bu bolluğa rağmen iki kelime hariç hepsi doldurulmuştu ve kolaylıkla çöpe atılabilirdi. Biri onun hayatı boyunca bıkmadan peşinden koştuğu kelime diğeri de başlangıçtaki sözdü. Bunların hangisinin daha yüce olduğunu anlamaya uzun müddet uğraşmış fakat hiçbirinde ruhunu huzura erdirecek bir sonuca ulaşamamıştı. Sonra çare içinden bir güneş gibi doğdu. Böylesine çıldırtan bir güç iki başlı olursa birbirini yok etme tehlikesi vardı. Bu iki kelime böyle bir ihtimalden muaf olacak kadar kabiliyete sahip olmalıydı. Kurtuluş yalnızca sentezden geçiyordu. İlk kelime hayalindekiydi, hayalindeki ilk kelimeydi. Böylece iki kudretli dağ gözünün önünde birleşerek daha da büyüdü ve içindeki keşfetmeye hevesli ufak çocuk sonsuz bir ihtiras nehrinde çığlıklar eşliğinde boğuldu. Artık sadece çok üzgündü. Başka bir duygu da hissedilemezdi. Yola bir kere büyük umutlarla adım atmış, defalarca ufalanmasına rağmen geriye dönmemişti. Tekrar bulunduğu sofadan kalkıp, koşarcasına yürümeye başladı. Kelime neydi? neydi?
Ben, Bugün
Ben bugün öldüm. Ne cenazem kaldırıldı ne de arkamdan ağlandı. Yerime başka biri geçti. Benim yüzümle gülen benim sesimle konuşan biri geçti. Ben olmayan bir ben geçti yerime. Ben bugün öldüm. Ne cesedim bulundu ne de ölüm sebebim. Kimse farketmedi öldüğümü. Yerime geçen beni kimse fark etmedi. Ben olmayan beni kimse farketmedi. Ben bugün öldüm. Ne bir kazayla ne de ecelimle. Ben bugün öldüm. Ne bir silahla ne de bir bombayla. Ben bugün öldüm ama bugüne dek kaç ben öldü. Ben kaçıncı benim? Ben orjinal ben miyim yoksa ben olmayan başka bir benin taklidi mi? Ben bugün yeniden doğdum. Aynı yüz aynı ses ama farklı bir ben. Ben bugün yeniden doğdum. Önceki benin yerine geçtim. Benim yüzümle gülmüş benim sesimle konuşmuş ama ben olmayan bir benim.
Umut Çağın Bozacı
Bir Kadın
Yalım Aydın
Henüz mesai saatimin dolmasına on dakika kala patronumdan erken ayrılmak için izin aldım. Biraz rahatlamaya ihtiyacım vardı ve son günlerde yaşadığım olaylar beni oldukça yormuştu. Yalnız yaşıyordum kimim kimsem yoktu pek. Yaşadığım mahalleyi sevmeme rağmen onların beni pek sevdiklerini sanmıyorum. Sonunda burada kiracıydım ve tahmin edeceğiniz üzere hem kiracı hem bekar olan erkekler mahalle sakinleri ve özellikle de ev sahibi tarafından pek sevilmezler. Ben de onlardan biriyim işte. Evden kovulmamak için her ay kiramı vaktinde ödemeye gayret ediyorum. Ev sahibimle de pek sorun yaşamadık bugüne kadar. Zaten eve çağırabileceğim bir kimse olmadığından o yönden bir şikayet almam pek olası değil. Neyse işte izni kaptım ve doğruca sahile gittim. Son günlerde kafamı kurcalayan birisi vardı. Bu birisi benim bütün hayatımın seyrini değiştirebilecek kadar etkilemişti beni. Bizim yan odada çalışan ve benim gibi bir memur olan hanımefendinin ta kendisiydi bu. İşe alınalı bir hafta olmasına rağmen başta patron olmak üzere herkesin sevip saydığı ve işini iyi yaptığını düşündüğü bir kişiydi. Ben henüz konuşma cesaretini bulamamıştım kendisiyle. Ne diyecektim ki hem konuşsam da? Onun kadar güzel bir bayanın hakettiği güzel ve şaşalı cümleleri konuşamazdım ki ben. Hem karşısına çıkıp konuşabilecek kadar özgüvenli de değildim. Ama daha ne kadar böyle gidecek ? Ben uzun yaşayacağımı hiç sanmıyorum. O yüzden acabalarla dolu bir hayat yaşamak istemiyorum. Bu sıkıntılar, stresler, toplumsal baskılar, gelecek kaygılarım beni zaten yeterince bitirdi. İnanıyorum ki bu kadın benim son derece düzenli olan hayatımda bazı şeylerin yerini değiştirip düzeni bozacak. Ve sanırım kafamdaki illet düşüncelerden, karamsarlığımdan ve sıkıntılarımdan beni kurtaracak olan ‘’kurtarıcı meleğim’’ de o. Daha henüz sesini bile duymadığım, beni tanımayan bir kişiyi öyle çok seviyorum ki belki bu sevgi onu tanıyınca biter ve yerini alışkanlığa bırakır diye korkuyorum. Hiç konuşmasak mı acaba? Saçmalık. Hayatımın sonuna kadar bir kadına platonik olarak aşık kalacak kadar da kötü durumda değilimdir herhalde.. Bilemiyorum. Sanırım onunla konuşacağım ve bu kararı sahilde oturup bira içerken sızmadan önce aldım. Ne kadar sağlıklı olduğundan emin değilim. Temizlik görevlileri tarafından uyandırıldığım bir sabah daha. Adamlar da iyi çalışıyor ama takdir etmek lazım.En kısa zamanda belediye’ye bir tebrik e-maili atmam lazım sahil görevlilerini iyi seçtiği için. Beni kaldıran temizlik görevlisine teşekkürümü edip kolay gelsin dedikten sonra işyerime doğru yürümeye başladım. İş yerimin yanındaki otobüs durağının oradan geçerken bir otobüs yanaştı ve yolcularını indirdi. İnenler arasında o da vardı. Öylesine bakakalmışım ki onu görünce, sanırım dikkatini çekmeyi başardım ve yanıma gelip ‘’Günaydın, nasılsınız’’ diye sordu. Ben ise cevap olarak kendimden beklenmeyecek bir özgüvenle ‘’Çok güzelsiniz’’ karşılığını verdim. Anlamadı ve o soru soran ve dediklerime bir anlam verememiş tonda ‘’Efendim?’’ dedi.
Hazır kendimi rezil etmişken kaybedecek başka hiçbir şeyi olmadığını düşünerek iş çıkışında benimle vakit geçirmek ister mi diye sordum. Biraz şaşırdı ama kabul etti. Bütün mesai boyunca öylesine mutluydum ki anlatamam. Hayallerimi süsleyen bu kadınla sadece iki kelime edebilmeme rağmen ondan çok daha uzun bir konuşmanın sözünü almıştım bir nevi. Bütün işleri çabucak bitirdim ve mesai saatim bittiğinde dışarı çıkıp onu bekledim. Beş dakika içinde o da geldi ve bir şey söylemeden yürümeye başladık. Dün benim sızıp kaldığım bankın önüne kadar hiçbir şey konuşmadan yürüdük. Sonra ben oturmak isteyip istemediğini sordum, olur dedi. Oturduk. İlk önce biraz iş hakkında konuştuk öyle birkaç boş laf işte yok patronun karısı şöyle yok bizim fotokopici çok yavaş falan filan. Sevdiğim kadının yanındayken bu şeyleri konuşmak bence zaman kaybından başka bir şey değil. Konuyu değiştirmek amacıyla ona adını sordum ve biraz kendisiyle alaklı sorular sordum. Ve tam da o konuşurken lafının ortasında ona seni seviyorum dedim. Bunu bir filmde veya kitapta görmüştüm galiba aynen böyle yapmıştı oradaki erkek de. Sonra kadın da karşılık vermişti ve öpüşmüşlerdi. Ve bu hareketimden sonra gerçek hayatın asla filmlerdeki gibi olmadığını anladım. Özgüvenli olmamdan etkilenir ve sanki o da beni seviyormuş gibi davrandığım bu kadından hayatımın en büyük darbelerinden birini yemiştim. Beni asla arama bir daha diyordu, beni asla arama, ben sana göre değilim, ben kimseyi sevemem, kimseye bir şey vaadedemem. Benim kendime bile hayrım yok gibi laflar söyledi sonra da kalkıp gitti. Arkasından koşup kolunu tuttum. Kendisini sadece sevdiğimi ona gerçekten değer verdiğimi ve ondan bir beklentimin olmadığını söyledim. Hala aynı şeyleri sayıklıyordu ve birden gözyaşlarını daha fazla içinde tutamayıp ağlamaya Çizim : Oğul Arda Biçer başladı. Yardımcı oldum ve yine aynı banka dönüp oturduk. Neden dedim neden böylesin, o güzel gözlerine yazık dedim lütfen ağlama. Durdu. Beni neden seviyorsun dedi. İnsan nedensiz de sevebilir birini, illa ki o kişinin bir özelliği olacak değil ya. Sevmek kalple olur beyinle değil zaten beyinle sevilseydi imkansız aşk diye bir şey olmazdı dedim. Sonra çok abarttığımı farkedip sustum. Başından geçenleri anlatmaya başladı. Anlattıkça daha çok ağlıyordu. Onun anlattıkları beni derinden etkilemişti ve o anlattıkça benim ona karşı hissettiklerim daha da büyüyordu. Anlatmayı bitirince durdu ve yüzüme baktı, bütün bunlara rağmen beni sevdiğini hala söyleyebileceğine emin misin? Aslında söylemek yerine hissetmek demeliyim. Hala beni seviyor musun? Bütün bu yaşanmışlıklarımla, iğrençliğimle, yaptığım kötülüklerle? Hayır dersen saygı duyarım elbet ama evet dersen de ne yapacağımı bilmiyorum. Cevap olarak evet dedim ve o da aynen dediği gibi ne yapacağını bilemedi. Oturduğumuz banktan denize baktık, o mavi sonsuzluğa..
Cüzdan Süsü Seynan Konucu Sokakta polis ağabeylerimiz “Lan zibidiler ne geziyonuz la bu saatte ananız babanız yok mu sizin, verin ulan kimliklerinizi inşallah sabıkanız çıkarda başınızı götünüzden ağır getirim.” tarzı sikme yelkenli sözlere karşı kafamın ne kadar önemli olduğunu ve devlet babamın kafamıza ne kadar önem verdiğine şahit olmuştum. Kimlik? Benim bir liraya köprü altından aldığım mazot kokan Galatasaraylı cüzdanımda bir o dediklerinden bir de para yoktu. Anneme de soramazdım gazinodan sabaha karşı gelir, öğleye kadar yatar, sonra kalkar hazırlanır gazinoya tekrar giderdi. Babam ise annemin halkla ilişkiler müdürüydü. Zeki Demirkubuz‟un Masumiyet ve Kader filmlerindeki Uğur ve Bekir gibiydiler. Takıldığımız eski köprünün orasıydı Karlı Kayın Ormanı, başka yer olamazdı. Bu kadar kar başka yerde olamaz. Orada karşıdan düşmanın gelse “Gel sarılalım da ısınırız.” dersin o derece. Takıldığım çocukların kimi portakal gibi içi dışı bir, bazısı kalabalıkta belli olurdu ama kızlık zarı gibiydi, ötekisinin hikayesi yoktu ama şiiri vardı genel haletiruhiyeleri tren boş olsa dahi vagon aralarında takılan tiplerdi. Toplum içerisinde Bilge Karasu‟nun kullanmadığı „ve‟ ne ise, onlar da yaşadıkları toplumda oydu. Onlar sinirlendi mi ergenler kadar acımasız, siyasetçiler kadar yüzsüz, kadın nörolog kadar rahat olabilirlerdi. Kışlarına yorgan, yazlarına klima lazımdı. Henüz cesedine ulaşılmamış maden işçilerinin yakınları kadar isyankarlardı ama şunu biliyorlardı – köprü altı da olsa mekanları- bir ülkenin en önemli yer altı kaynağının madenciler, en önemli yer üstü kaynağının insan olduğunu… Yine bir gün toplandık kimisinin annesi işe çıkmış kimininki ise evde terzilik yapıyordu. Herkes birasını artık ne içecekse Alman usulü aldırırdı ama sigaralar her zaman ortaktı, bu bizim aramızda bir kuraldı. Nedenini anlatacağım tabi, Orhan Veli misali edebiyat araştırmacısına bıraktırmam. Dünyayı yakmayı sigaramızdan başlardık, bu yüzden sigaraları ortak alırdık ki dünyayı hepimiz yakalım diye. Kolektif bir ruhumuz vardı 2000 yılındaki Galatasaray gibi. Her neyse açtık biraları, sigaraları, yanına da güzel bir albüm çalışması yaptık: Ahmet Kaya, Neşet Baba, Ali Ekber Çiçek, Mahzuni Şerif… Ortam alacakaranlık, kimse yok, millet işemeye tek başına gidemiyordu. Bir yürüyen pavyonu andıran ışık silsilesi bizim tarafa geliyordu. Polis idi. Gelmezlerdi bu tarafa kolay kolay, anca cinayet ya da terörle ilgili mevzularda intikal ederlerdi. Hemen artist polisin biri daha araba durmadan kapıyı açıp aşağıya atladı gören de Behzat Ç. sanır götü “Beyler kolları yukarı hemen hemen.” diye kuyruğuna basılmış kedi gibi götünü yırtıyordu. Bütün polisler araçlardan aşağıya indikten sonra el fenerlerini tek tek suratımıza tutuyorlar, tavşan gibi kalıyorduk. “Napıyosunuz lan bu saatte burada bu soğukta deli mi sikti sizi.” dedi bizi değil anamızı siktiler komiserim diyecektim ama daha ikinci biramda olduğum için söyleyemedim. Dörtte olsaydım şırıngayla kan alır gibi söylerdim. “Kendimize takılıyoruz abi evde oturup dizi mi izleyelim allahsen.”dedim. “İzle oğlum bütün millet izliyor, götünü mü sikerler izlersen?” dedi. “Sikiyorlar komiserim görmüyor musunuz?” dedim, arkadan kafama kelepçeyle vurdu polisin biri, çok fena ağrıdı. „‟Çok konuşma lan ibine, ver kimliğini bakayım.‟‟
dedi tam elimi göt cebime götürdüm, kimliğim yerine göt lobu geldi. Nereye gitti bu amına kodumun kimliği, nasıl anlatacağım şimdi bu adama kimliğimin kaybolduğunu ya da unuttuğumu. “Ne oldu la kimliğin mi yok?” dedi ama nasıl dedi, yoksa yarağı yedin edasıyla, elim ayağım ısındı korkudan. “Abi cebimdeydi valla ben öyle hatırlıyordum, düşürmüş olabilirim malzemeleri alırken. İstersen bakkala gidelim, bakkalım hemen yakın zaten.” dedim o arada gömlek cebimden görünen sigaradan bir çubuk alıp sigara mı yoksa başka bir şey mi diye denetleme yapıp sigarayı da beleşe getirdi puşt. “Oldu lan bir de evine gidek, çay demle içek amına koyim.”dedi. Şimdi sıçmıştım işte. Kofi Annan gelse dahi kurtaramazdı beni bu faşonun elinden. Bu arada diğer polisler bizim çocukların kimliklerini toplamış, GBT‟sıne bile bakmışlardı. Bu dakikadan sonra Ömer Üründül gibi konuşmam gerekiyordu. “Nerede oğlum kimliğin, versene lan.” diye bağırmaya başlamıştı. “Kimlik mi?” dedim ben de refleks olarak “Lan mal mısın oğlum sen kimlik hani mavi olur dalgaya mı vuruyon lan puşt.” dedi. Mavi ne alaka hep aklıma takılmıştı. Acaba başka renk olduğu zaman da böyle davranır mıydı? Hep böyle önemli anlarda saçma sapan şeyler aklımıza takılır ya, bende çok yanlış zamana gelmişti. Mavi ha dedim içimden sonra gündüz kafamı yukarıya kaldırıp baktığım zamanlar aklıma geldi. Gökyüzü de maviydi. Demek ki Allah da erkekti, zaten anca bir erkek bu kadar kötülük yapabilirdi. Peki bu yaptıkları erkekliğe sığar mıydı? Ekip otosunun arkasına, şehirler arası otobüs firmalarının bünyesinde çalışan muavinin bavulları attığı gibi, beni de arka koltuğa attılar yanıma da iki tane benden küçük polis oturttular. Öyle bakıyorlardı ki bana karakolda sana aduket, harakiri artık ne kadar sikici usul varsa uygulayacaklar oğlum der bakışı mıydı, yoksa benim götüm mü atıyor korkudan da öyle algılıyordum? Arada kalmıştım. Korkudan ne olduğunu anlamdan bana bir sürü kağıt imzalattılar, sonra da sorgu odasına aldılar. Sorguma yine o göt gelmişti. Bakması güzel ama bakanın aklında kalmayacak bir yüz, önceden görülmüş hissi uyandırıyordu. Yürürken bile Arşimet‟e yetişecek hızla yürüyordu. Bir sürü isim söylüyor tanıyıp tanımadığımı sormadan nerede kaldıklarını soruyordu. Her “Bilmiyorum abi” dediğimde de tokat atıyordu. ”Oğlum bak efendi gibi söyle işte.” deyip duruyor konuşması da yürümesi gibi ibnenin. “İçinden küfür etme oruspu çucuğu.” dedi birden “Yok abi ne küfürü, dediğin isimler bir şey çağrıştırıyor mu diye düşünüyordum.” dedim. “Düşünüyordun ha.” diye bağırıp üstüme Alman kurdu gibi atıldı, sandalyeden yuvarlanıp düştük. Yerde bana bir girişti, hatırlamıyorum. O dayaktan sonra da benim “temiz” olduğumu anladılar ve beni serbest bıraktılar. Çıktım karakoldan derenin kenarına gidip bir sigara yaktım. Dayağın üstüne iyi gidiyormuş. Karşıdan bir kız geçti seyre daldım resmen. Kürtçe şarkılar kadar hüzünlü, Fransızca şarkılar kadar kaba ama kafiyeli, Yunan şarkıları gibi içkiyle anlamdaşan, türküler gibi efkarlı, ama umutluydu. Çektim derin bir nefes sigaramdan, olan biteni düşündüm. Kimliği olup da kim olduğumuzu bilmiyorduk. Kimlik, sadece polis çevirdiği zaman işe yarıyordu. Başka yerde ve zamanda prosedürden ibaretti. Ha bir de banka kredisi alırken. Derin bir nefes aldıktan sonra sigaramdan acaba anası babası olmayanların kimliğinde ana baba kısmına ne yazıyorlar diye geçirdim. Yine en olmadık anda saçma sapan bir şey aklıma gelmişti. Karşıdan geçen kız şimdi önümden geçiyordu çünkü. Siktir et amına koyim bizde ana baba adı yazıyor da ne oluyor..?
Aylak Ruhlar Ateş B.
Bazen rüzgar arkamdan estiğinde, kulağıma yaprakların hışırtısı ve kuşların serenatları çalınıyorsa, karnım da doluysa, uçmak isterim. Dağlara, ovalara, denizlere gitmek, bütün çiçekleri koklamak, bütün güzel kızları öpmek… Sonra farkedip üzülürüm ; ayaklarım hala tozlu kaldırımda. Sonraki güne uyanmak için nedenim olmaz bazen, Tanrı’ya sessizce fısıldarım ‘’lütfen bir daha uyanmayayım.’’ Ama ben bile duymam, o nasıl duysun? Bazen rüyalarımda çoktan unuttuğum sevgilimi görürüm; hatırlamadığım dudaklarıyla gülümser, hatırlamadığım sesiyle şarkı söyler. Ve gün ışığı hepsini alıp götürür. Bir iki küfür savururum. İnsanın bir kavgası olmalı, bir davaya inanmalı. İnsan bir şey için savaşmalı. Eğer Tanrı’nın şanslı çocuklarındansanız, mücadele etmeniz gereken bir şey yoksa, ruhunuz aylaklaşır. Ve ben de bir süredir aylak ruhlu bir adamım. Aylak ruhum bazen yaşamak hissini unutur, kokuşmuş şehirlerden, ölmüş insanlardan sıkılır. Her yerde olan, hiçbir yerdedir ama, o yine de her yerde olmak ister. Bazen düşünülmemesi gerekenleri düşünürüm, hatırlanmaması gerekenleri hatırlarım. Ben buna eski yaraların kaşınması derim, kaşırım. Biraz kanar, sonra geçer. Bazen rüzgar arkamdan eser, kulağıma yaprakların hışırtısı ve kuşların serenatları çalınır, karnım da doludur. Öyle zamanlarda ayaklarım yerde kalır ama ruhum uçar gider. Nereye gittiğini bilmem, ama o yokken mutsuz olmam, mutlu olmam. O yokken gözlerim ölü bakar. O yokken, rüyalarımda sevgilimi göremem. Fısıldayacak gücü bulursam kendimde, fısıldarım Tanrı’ya, belki duyar :
‘’Lütfen aylak ruhumu geri getir bana’’
Çizim : Oğul Arda Biçer