İki Aylık Düşünce – Kültür & Edebiyat Fanzini
Yıl : 1 Sayı : 2 Ücretsizdir.
İletişim için : twitter.com/mevzularderinf facebook.com/mdfanzin mevzularderinfanzin@gmail. com
Katkıda bulunanlar : Yalım Aydın Alperen Yavaş Lilith Kıvanç Tok Elleri Şiir Kokan Kadın Esther Curunir
Mislina Bursal Efrahim Seynan Konucu
Ozan Korkmaz Özden Çağrı Özçelik Elif Ateş
Mercan Alper Can Küçükoğlu Hayat Erkeği
Buğra Kalaycı Beyza Arıkan Uğur Küçükdağ
Emirhan Çakar
Küçükken, bir A4 kağıdı alıp, ortadan ikiye katlardım. Sonra gazetelerden kestiğim fotoğraf ve yazıları yapıştırıcı yardımıyla kağıda yerleştirirdim. Oluşan şey A5 boyutundaki 4 sayfadan meydana gelen, benim tabirimle bir dergi idi. Mevzular Derin Fanzin’in ilk sayısını da bu şekilde hazırladık. Tek farkı kağıda yapıştırdığım yazıların gazete küpürü yerine bilgisayar çıktısı olmasıydı. Ruh aynıydı, işin içinde hala emek vardı. Fanzinin ilk sayısını sizlere çok başarılı bir şekilde olmasa da ulaştırmaya çalıştık. Gösterdiğiniz ilgi hepimizi çok mutlu etti ve yaptığımız işleri daha bir şevkle yapmamızı sağladı. Küçüklüğünde idolü olan futbolcuyla aynı takımda oynama şansı bulan genç oyuncu gibi sevindik yıllardır hayranlıkla takip ettiğimiz yayınlarla aynı raflarda kendimize yer bulunca. Raflarda birlikte yer almamızın yanında birebir iletişime geçtiğimiz, konuştuğumuz, yardımlaştığımız ve fikir alışverişinde bulunduğumuz çok değerli fanzinler ve fanzincilerle de tanışmamız geçtiğimiz aylarda oldu. Şimdi ise ikinci sayımızla karşınızdayız ve ilk sayının üstüne koyarak devam ettik. Her sayı bir önceki sayıdan daha kaliteli olacak diye uğraşarak kendimizi geliştirmeyi istiyoruz. Daha iyi olmaya çalışırken de samimiyetimizden ve değerlerimizden ödün vermeyeceğiz. Şimdi sözü fanzinimizin değerli yazarlarına ve bu sayıda bize eser yollayan arkadaşlarımıza bırakıyor ve sizlere fanzini okuduğunuz süre boyunca iyi vakit geçirmenizi diliyorum.
Yalım Aydın
En gecenin üstün körü vaadleri. Mağdur şahitlerin istihdam olanağına bağlı palavraları. Ben yüzeysel olarak mükemmeliyetin anıtıyım detaysal olarak bir ucube. Biraz sarhoşum bir boykot dahası biraz varım biraz yok. Kallavi güneşe martavallarınla balçık fırlatamazsın. Evvel ol ki gücüne mağlup olma soygun iltifatlarına çıplak protestolar kondursak korkuysak sınırlardan kondurucu kahinlerden bir iflas şafağı, bir mukabil külfet izdihamı, sanırım şarap bitti bekleyin. Şimdi kulakların, siyanür istilasına karşı koyamayacaksın, bir sulyeti bile yok karşına koyamayacaksın. Bir çel çöp kadar olamayacaksın yoluna çıkan kendine devrimler alacaksın 16 metrekarelik küfür sahasından... Varaklı omuzlarına kırık cezveler değecek ikra değecek insan değecek iflas edecek inkar edecek kalburun şaşacak kapkara çalacak erektelerine nakışlı çeyizlerine istifra edecek istifa gelecek kondulara. Fareler gezecek püskülü başında ak sakallı dedelerin üzerinde ne kendin inanacaksın şiddetle ne bir başkasına inandıracaksın usulca. Uykusuzca şarap içeceksin sonra şarap uykusuna yatacaksın sabah kalktığında gözlerine perdenin direncine baskın gelen güneş anlatacak... Acı çekmek insanlara tanrıların tavsiyesi. Şarap bitti. Cidden.
Efrahim
Sabah 7 civarıydı. Saatten habersiz, yastığa gömülmüş, bir diyardan diğerine geçerken başka bir diyardan beni aradılar. Bitmek bilmeyen o arama, o zil sesi başka diyarlara geçmeme bir anda engel oldu. Çalan telefona iki – üç küfür edip, homurdanarak gözlerimi bağlayan çapağı dağıtıp açtım gözlerimi. Telefona uzanırken aklıma Yalım’ın benden fanzinin ikinci sayısı için yazı beklediği geldi. Eh işte, anlayacağınız üzere o yazıyı daha yazmadığımdan hemen bahanemi hazırlayıp telefona sarıldım. Telefona sarılmamla arayanın bilinmeyen numara olduğunu görmem bir olmuştu. Başta, arayanın Yalım olmadığını farkedince içimi bir rahatlık bastı. Fakat sonrasında bu rahatlık, arayanın gizemiyle birlikte merak ve şüpheye dönüşüverdi. Telefon çalmaya devam ediyordu. Numaranın tanıdık olup olmadığına karar vermeye çalışırken, numaranın kodu gözüme ilişti. Sözde mutluluk habercisi olan o zil sesi aniden Dönence’nin girişi gibi kasvete bürünmüştü çapaklı gözlerimde. Bir ses ‘’telefonu açma derken diğeri ‘’aç ulen korkak’’ diyordu. Bu seslerden birine muhakkak yenik düşecektim. Elimi o yeşil tuşa götürdüm, 1-2 saniye bekledikten sonra tam tuşa basacaktım ki telefon kapandı. Çok normal bir olay gibi, değil mi ? Adamın birini sabahın köründe bir numara aramış, adam da açmak istememiş ne var yani bunda ? Arayan numaranın kodu + bilmem neyli bir numara değildi. Bu arama öz be öz yurdumdan, doğunun Paris’i denilen Diyarbakır’dan gelmişti. Artık bilincime neler işlendiyse alan kodunun da etkisiyle açamamıştım o telefonu. Korkmuştum, evet daha kimin aradığını bilmeden, sadece aradığı yerden dolayı korkmuştum. Yine de hep beraber uyum içinde bir yaşamın verdiği azim ile elim o yeşil tuşa gitti. Bugünlerde yaşadığımız katliamlarla birlikte haklı olarak kendimizden bile korkmaya başladık. Fakat Halide Edip’in de dediği gibi ‘’ Gece en karanlık ve ebedi göründüğü zaman gün ışığı en yakındır. Her gecenin bir sabahı vardır. ‘’
Curunir
-Bu yazı yağmur yağdığında şemsiye kullanmayı reddeden okuyucularımıza ithaf edilmiştir.-
"Eksik bir şey mi var anlayamam. Bak, çayım, sigaram, her şeyim tamam" dedi. Ama kelimelerden çok hislerini duydum ben o cümle ağzından çıktığında. Bir anlık da olsa ben de hissettim. Dudaklarını yaladı. Yukarı baktı. O zaman gözlerinin dolduğunu gördüm ve de kırmızı kılcal damarlarını. Sustuk. Bilmiyorum ne kadar sürdü bu suskunluk. Yan gözle ona baktığımda denize bakıyordu, dalmıştı. Sonra göz göze geldik anlamadığım bir şekilde. Dudakları aralandı, "Adabıyla olmalı her şey. Anılar, kendi zamanlarında sonsuza kadar yaşarlar. Kendi zamanlarına aittirler. Ve tıpkı toprak kokusunun yağmurdan sonra güzel olması gibi, anılar da kendi zamanlarında güzeldirler. Sırf güzeller diye, o anı biraz daha fazla yaşayalım diye, onları ait oldukları zamanın dışına çıkarırsak nasıl aynı kalmasını bekleyebiliriz ki." dedi ve o anda bu konuşmanın onunla yaptığım son konuşma olacağını anladım. Onu son görüşüm, deniz kıyısında eski bir kafede çay içerken olacaktı, fark etmiştim. Bana baktığını hissediyordum ama ona bakmak istemiyordum. Çünkü bakarsam, onu her düşündüğümde yaşlı gözleri gelecekti gözlerimin önüne. Ben bir şey demeyince -diyemeyince- devam etti: "Farkındasın. Biz artık ileride hatırlayacağımız anılar yaratmıyoruz, geçmişte yarattığımız anıları kendi zamanlarının dışına çıkarmaya çalışıyoruz, ait olmadıkları bir yere koyuyoruz. Ömürlerini uzattığımızı sanıyoruz ama içten içe öldürüyoruz onları, tıpkı kendimize yaptığımız gibi." Haklıydı. Ve bunu dile getirebilecek cesarete sahipti, benim gibi görmezden gelmemişti. Canının yandığı belliydi, ses tonundan anlamıştım. Konuşmanın başında olduğu gibi susmuştuk belli bir süre. Bu da konuşmanın sonuna yaklaştığımızı belirtiyordu. O yine denize bakıyordu. Bense onun gözlerine. Öksürdükten sonra, "Anılar kirlenmesin." dedim. Ve fısıldadı bana, "Anılar kirlenmesin" diye.
Esther
Bayramdan önceki gün, okul açılmadan iki gün önce(bir önceki gün pazar kapalı olur genelde) kahveden sonraki en çok erkeğin bulunduğu yerdir berberler. Babalar, çocuklar gelir babalar dışarda sigara çay yapar “valla bizim karşı komşu yok mu karısı sekreter hani onun bacısı bizim çocuğun okulun da öğretmenmiş onun torpiliyle iyi hocaya yazdırdık”, çocuklar içeride “sen saçını nasıl kestiricen”, “benim babam karışmıyor istediğim gibi kestiriyom” gibi sohbet ederler. Bu böyle ergenliğin etkisiyle götün kalkana kadar gider babanın berberinde tıraş olma. Artık şekilli, böyle dev gibi hoparlörleri olan, cadde üstünde bulunan, yanında ya da yakınında kadın berberi bulunan, dışarda hava olsun diye sigara içen tiplerin olduğu, mahallenin “delisini” çağırıp alay ettiğini sanan puştların dolduğu mekânlara gitmek istersin artık. Oralar seni çekmeye babanın berberi seni itmeye başlar. Babanın berberinde sehpada günlük gazete, bulmaca, ekonomi dergileri varken puşt mekânlarında “erkek” dergileri, “kadın” dergileri, magazin dergileri ya da gazete diye reklam yapan boşa kâğıt harcanan kağıt yığınından oluşan çöplükler vardır. Tabi bunu babana söylemek zor iş. Nedenini kimse bilmiyor. Sanki “ben başka berbere gidecem baba” dediğin zaman babanın gururu incinecek, babalığı zarar görecekmiş gibi hal takınırız kendi kendimize. Söylersin güç bela sonrası ne olacak peki. Bir erkeğin albenisini beğenmediğimiz berberler tasarlar. Hangi berbere gidilecek, yeni saç sitilini nasıl kurgulayacaksın bunlar hep stresli zamanlar. Ta üniversiteye, ev kurup başka memlekete gidene kadar o berberde takılacaksın canın sıkıldığı zaman. Zor bir seçim. Evlilikle berber seçimi arasında absürt bir benzerlik vardır. O, puşt mekânların da hep babasının parasıyla internet kafesi olan, oto galeri dükkânı olan, tekel bayii-sayısal loto karışımı büfesi olan baba parası dişleyen tipsizler bulunur. Ama baba berberinde senin başka bir yerde ballandırarak övdüğün meslek sahibi kişiler vardır bir de emekli olanından hem de. Onlar da ne sohbet ne anı ne mevzular vardır ilerde senin de yaşayacağın. Belki sen üniversiteye gideceğin zaman seni orada çalışmaktan kurtaracak olan burs bağlarlar baba berberinde takılan amcalar tanıdıkları sayesinde. O baba berberlerinde takılan amcaların bacıları senin üniversiteye okumaya gittiğin yerde yaşıyor olup sana yurt çıkana kadar evlerini açarlar. Baba berberinde içilen çayın, kahvenin tadı kahvehanede içtiğinden farkı yoktur. Çarşı da işin çıkar mesela paran yoktur babanı arar “baba bana para lazım dersin” baban seni o gitmemek için babanın kalbini istemeden de kırdığın dükkâna çağırır. O parayı baban sana nasıl verir düşündün mü hiç ay sonu olmasına rağmen. O baba berberinde takılan amcalar kategorisinde bulunan amcalardan toplanarak sana verilir gidip mekdanıs‟da takıl diye. O puşt mekânlarında, ise nerde.
Baba berberlerinde dışardan yemek yeme kültürü yoktur. En fazla köşede tatlı arkadaşlarından kerhane tatlısı alınır o kadar. Yemek işini evde börek, pasta kaldıysa poşetlere konur getirilir çırak da çay demler bir güzel topluca yenir. esnasında “bizim hanım da çok güzel Arap kurabiyesi yapar bir gün getiririm “yengenin ellerine sağlık” tarzı yemek programına taş çıkartan yorumlar yapılır.
satan falan Yeme size”,
Baba berberleri azalmakta artık. Nerde baba berberleri çoksa orada insanlık daha ölmemiştir. Orada çöpçü bir çocuk bir bardak su isterse suyu verilir, sohbet edilir onun “biri” olduğu hatırlatılır farkın da olmasalar da. Ah Muhsin Ünlü abimiz nasıl “çay ocaklarına gereken önemi vermeliyiz” diyorsa bende “baba berberlerine gereken önemi vermeliyiz” diyorum.
En son şunları söylemek istiyorum: baba berberlerine takılan çocuklardan zarar gelmez.
Bunu söylerken değişik oluyorum. Ben de puşt berberlerine takılıyorum. Yanındaki kadın berberlerinde çok güzel kızlar var lan.
Seynan Konucu
yaşıyor muyum diye nabzını yoklarken bulursun kendini gecenin karanlığında. o andan sonra başlar, fragmanından sıkıldığın siyah beyaz filmler. dans etmek için kalktığın sandalyelere akar söz yaşların. hıçkırarak dönersin etrafında. hayal ettiğinle, hayal ettiğin yerlerde olanlara küfürler yağdırmak geçer içinden. içinden ne nehirler akar da, bir kaşık suda boğuluverirsin. tavanların amaçsız varlığına kapılır gözlerin. kartonpiyer ne demekmiş, soğuk zeminlere uzanınca anlarsın. unuttuğunu sandıkların belirir aynalarında. gecenin bir vakti kendine bakmaktan korkarsın. sahip olamadığın için değil yakarışların sahip oldukları için de. bu yazılanlar düşlediklerini düşlememiş olanların.
birini unutmak için, illa un ufak mı etmeli anıları? hatırlayamadığın bir adama yazdığın şiir, şiir sayılır mı? ‘’tek kişi bile değilken yalnızlıktan’’, yaşananlar, aslında hiç yaşanmamış sayılmalı. belki de bir yasa çıkarmalı büyük ağbiler, nefes alan ölüler, dans ederken ağlamamalı.
Mislina Bursal
Arapsan Demokrasi Bile Yok “Evet arkadaşlar, Rönesans ve Reform ile birlikte Avrupa bilim, kültür ve sanat alanlarında ilerlemiş; özgürlük ve eşitlik düşünceleri oluşmaya başlamış; ve günümüzdeki demokratik Avrupa’yı yaratan süreç ortaya çıkmıştır.” Yanlış. Bu gibi cümleleri görmekten sıkılmış olsak da, bize yıllarca doğru diye böyle anlatsalar da size söylüyorum, katiyen yanlış. O “demokratik” Avrupa daha önceden var olduysa bile 2011 Suriye İç Savaşı’nın başlamasıyla ölmüş olsa gerek. Başta Işid, Özgür Suriye Ordusu ve Rejim Güçleri olmak üzere birçok silahlı örgütün ortasında kalan Suriye halkı, her güne bomba sesleriyle merhaba diyen Suriye halkı, çocuklarının savaşın vahşi ve kanlı yüzünü kitaplardan öğrenmediği Suriye halkı, İç Savaş’ın şiddetlenmesiyle beraber ülkelerini terk etmek zorunda kaldı. Başka ülkelere yerleşip “mülteci” adını aldılar. Çoğunluğu Türkiye ve Lübnan’a göç etti. Fakat bu iki ülkenin de kendilerinde bulunan yaklaşık 2 milyon Suriye vatandaşına (mülteci değil) uzun süreli ev sahipliği yapacak yeterli donanım ve kaynağa sahip olmadığı su götürmez bir gerçekti. Bu nedenle Suriyeli arkadaşlarımız savaş süresince yurtlarından uzak kalmışken bir dört duvara sığınmak için (ki çoğu kamplarda yaşamaya çalıştığı için o kadar lüks istekleri de yoktu) Özgürlük, insan hakları ve demokrasi kokan topraklara(!), Avrupa’ya göç etmek istediler. Bazıları bu amacı uğruna küçük teknelere büyük yürekler koyup deniz yolu ile Avrupa’ya gitti. Fakat onlara büyük umutlar getiren deniz onlarcasının da ölümüne sebep oldu. Bazıları bu amacı uğruna “çelme takanlara inat” kara yoluyla savaştan çok uzaklara gitti. Ama sınırlarda günlerce takılıp, belirsizlik ve korku içinde boğulanlar da oldu. Peki bu kadar şey olurken Avrupa’nın tutumu ne oldu? Fransa Cumhurbaşkanı Hollande: Mülteciler Türkiye’de kalsın, parasını biz verelim. Suriyeli vatandaşlar sorununda Avrupa üç maymunu oynarken onları tekrar gerçeklere döndüren olay şüphesiz Aylan’ın Akdeniz sahiline vuran cesedi oldu. Aylan: 3 yaşında Kürt kökenli bir Suriyeli çocuk. Bizlerin akşamlara kadar parkta kaldığımız, oyuncak ve özgürlükle dolu olduğumuz yaşlarda yaşamı için savaş veren bir çocuk ayrıca. Bazı “büyüklerin” çıkarları doğrultusunda evinden olmuş, yazın kollukları ve simidiyle girip yüzmeyi öğreneceği, eğleneceği denizde ölümle tanışmıştır. Peki neden en çok ağlayanlar bu çocuğun hak ettiği hayatı yaşayamamasında payı olanlar oluyor? Bu timsah gözyaşları nasıl bu kadar inandırıcı gözüküyor? “Cahil halkı yalan propagandalarınla kandır, onlardan silahlı birlikler yarat ve onlara silah sat, (bahanen hazır zaten: başınızdaki diktatörü devirin) ortaya bir savaş çıkart ve sivil halkı ülkelerini terk etmek zorunda bırak, göç sırasında ölen insanlar için de ağla ve acınızı paylaşıyoruz temalı bir basın açıklaması yap.” İşte bakın, 21. Yüzyılda demokrasinin tanımı budur! Sözlüklere aynen böyle geçmesi için başvurmalıyız en yakın zamanda. Sizler, tıpkı Can Dündar’ın dediği gibi “…Dünyanın varoşlarını bombalamakla sorunun bittiğini sananlar…” sizlere son olarak şunları söylemek istiyorum: Terörü terör ile susturamazsınız. Savaşı bitirecek olan yüksek teknoloji ürünü füzeler değil, barışçıl ve insancıl bir yaklaşımdır. Vatanlarından çok uzaklarda yaşam savaşı veren Suriye halkına acıyın ve Ortadoğu’nun tekrar yaşanılabilir bir bölge olması için gerekli müdahaleleri yapınız.
Alperen Yavaş
Tık tık tık… Yağmur damlaları vuruyordu penceresine. Başının sağ tarafını kaplayan şiddetli bir ağrı ve göğsünün sol kısmını kaplayan büyük bir acı hissediyordu. Düşünmesine izin vermeyecek olan uykusuna sığınmak varken penceresinin altındaki mindere oturmuş ne yapacağını düşünüyordu. Hiç fikir yok… Gidilebilecek yer yok, konuşulabilecek kimse yok. Aynı konu aklının içinde tekrarlanıyordu. Başını sağa doğru hafifçe eğdi, karanlığa dikti bakışlarını. “Gitti.” dedi fısıltıyla, “O da gitti.” Karanlık, sessizlik, acı. O’ndan geriye kalan bunlardı. Sonrası veya daha öncesi için düşünmenin, sızlanmanın değersizliğini hissediyordu şuanın içinde. Büyük bir boşluktu şuan ve kendisi bu boşluğun içinde kaybolup gidiyordu. Geceyi dinledi. Gecenin dindiremediği seslerden biriydi bebek ağlamaları, büyüklerin aksine ne çok bağırıyorlardı ağlarken. Çocukluğunu düşündü; hiç küçük olmamış gibi, sessizce yastığına düşen gözyaşlarını hatırladı. “Sahi,” dedi, “Geceleri ağladığımda hissediyor muydu annem?” -Uzunca dolaştı karanlığın içinde bakışları. Taşımakta zorlandığı bir ağırlık hissediyordu omuzlarının üstünde. Her terk edilişinin ardından yaptığı gibi yine geçmişinde gezintiye çıktı aklının içinde. Unutulmaya bıraktığı aşklarının yanından geçti teker teker. Bazıları hala sesleniyor, nefes alıyor, direniyorlardı hafızasında yaşamak için. Burada kimse ölmüyor diye düşündü yanlarından geçerken. Dostlarını, ailesini, umutlarını arkasında bırakarak yürüdü. Fısıldadı karanlığa: “Ne çok kaybım var kısacık bir hayat içinde.” -Tık tık tık… Penceresini açmayacaktı. Yağmurun cama vuruşuyla; canını yakan insanların, hayatına girmeye çalışırken kalbini çalışı aynıydı. “Bu defa açmayacaktım kalbimi.” dedi, “Aşkın peşine düşmeyecektim, masallara inanmayacaktım, rüzgârda savrulmayacaktım.” Gözlerini kapattı. Kalbini eline aldı; küçücüktü, elleri gibi. Herkesin aksine sımsıkı tuttu kalbini. Yaraları ve kesikleri üzerinde dolaştı parmakları. Sevdi kalbini, gözlerinin tutamadığı birkaç gözyaşı düştü üzerine. Bir iki üç… Çekip gidenlerini, unutamadıklarını saydı. Başını kaldırıp karanlığa baktı: “O da gitti.”
Kalbinde sevgiye yer açtığı tüm zamanlardaki gibi bu defa da kalbinin acımayacağına inanmıştı. “Aynı yanılgıya kaç defa düşeceksin?” diye sordu kendine. Kalbinde O’na ayırdığı yeri buldu, sevgisine baktı. Kocaman bir çizik atıverdi üstüne O’nun tırnaklarıyla. Kalbi kanadı, kanadı, kanadı.... Kendinden emin fakat bitkin bir biçimde son kez dikti gözlerini karanlığa. “Bir sonraki için” dedi, “artık yer kalmadı kalbimde.”
Beyza Arıkan
İnsanlar gün geçtikçe manyaklaşıyor. Mesela İsmail ağabey var bizim burada. Ben küçükken de manyaktı, daha da manyak artık. Aslında hak vermiyor da değilim hani. İnsan olmak tanımı çok değişti. Mevzuyu herkese kavratamasam da her yerde herkese çekinmeden şunları söyleyebilirim ki en büyük yanlışımız sabahları "toplu kapışma araçlarını" kullanıyor olmamız (hayattan bir şeyler bekleyenlerin hayatta kalmakta güçlük çektiği ve bunun ahmakça lüksler olduğunu birbirine söyleyip duran gözlerin çok büyük bir kısminin bir arada bulunduğu, birbirinden güçlendikleri yer). Yaşama sevincimiz buralarda emiliyor işte. Ayrıca her günü sadece dünün ertesi günüymüşçesine basit gören bu insanlar duygusal olarak çökmüş olduklarından en manyaklarımızdır, aramızdalar. Üstelik bunları da normal görmeye başladık. Aslında tecrübelerimizle ayırt ettiğimiz normallik ve anormallikler bizi kendi kendimize ve önyargı birikimlerimize hapsettiğini düşünen tek kişini ben olmadığımı sanıyorum. "Uygunsuz bir hayat içinde en insan olmanın onuru" nu tanımlıyor, normali o yönde kalıplaştırıp kalıba sığmaya çalışıyoruz. "Şiddete dur!" diye slogan atan bizler şiddetin alasına çoktan alışmışız. Cinsel tercihlerinden dolayı, dinlerinden veya ahlak anlayışlarından dolayı insanların sivil haklarının reddedilmesi de şiddetin bir şekli değil mi? Asıl "Şiddete Dur!" yürüyüşü bir transeksüelin metroya yürümesi ve herhangi bir vagona insanların ona baktığını bilmiyormuş gibi davranarak girmesidir. Toplumsal normlara başkaldırının en el değmemiş, en gerçekçi hali. Belki bi' yere kadar haklı da olabiliriz manyamakta. Ofisten eve ulaşmaya çalışıyorsun (özellikle büyük şehirlerde ulaşamama ihtimalin var _azımsanmayacak kadar_) patron, konuk derken "Nasılsınız? Biz de çalışıyoruz işte ne olsun. Sizler nasılsınız, eşiniz, çocuklarınız neler yapıyo<r>lar?" -yor lu konuşulan yapmacık gülümsemelerin de normalleştirildiği bu saçma ortamdan çıkıp bir de üstüne nefes alacak oksijeni olmayan toplu kapışma araçlarına binmek bizi bitkin ve bıkmış bir hayat seyircisi haline getiriyor. Yaşlılara yer vermemek için tükenmiş bir mumu oynuyoruz. Narsistik düşüncelerimiz otobüsler dolmuşlar sallandıkça daha güzel yerleşiyor içimize. Yine de ne olursa olsun para kazanma çabası sonuçta, bunları da yaşamak zorundayız. Ne kadar iç karartıcı olsa da. Ama çoluk çocuk paraya doyar mı, anlar mı bunları? Doymuyor, anlamıyor. "Ya nasıl harcamışız ne yaptık bu kadar parayı oooolum?!" diye ay sonuna kadar henüz ölmemiş iken kafa patlatıyorsun, merak ediyorsun çünkü "NE YAPTIK PARAYI?" Geçen hafta belediyenin çay bahçesine gittik 10 tl lik çay içmişiz, bir dahaki sefere çaydanlıkla isteyeceğiz zaten, 3 limonata içmiş çocuklar da. Kız kolye istedi. Oğlan oyuncak araba delisi zaten. 2 gün öğlen yemeğini dışardan yedim. Hanım mutfağa alınacaklar diye elime listeler tutuşturup duruyor. Ağabeyim geldi kalmaya, dondurma çikolata almak lazım yeğenlere. Evin kirası var... Var Allah var.
Para yetmedikçe kitap paramızdan kıstık, hobilerimizi azalttık. En aza indirgedik bir çok şeyi, entelektüel birikim nedir onu bile unuttuk. Para lazım tabi kim dergi karıştırabiliyor dedik, daha çok çalıştık. Para yine yetmedi ve biz daha manyak olduk. Aşk şarkıları dinlediğimiz dönemin bittiği ve onun yerine "ulan dünyadan haberimiz yok" deyip haberleri açtığımız kısmına geldik ömrümüzün. Gazete neydi ya bi dakika? Müzik dinleyememek, yazamamak, okuyamamak sıradanlaştırıldı. Bu normal olabilir mi yahu? Normal valla. Tükenmişlik sendromuna yakalanıyoruz hepimiz de vaktimiz yok ki kendimizi dinleyip fark etmeye. "Canım bi' baksana, tükenmişsin sanırım onu söyleyecektim." Zenginlerinki gibi bir sefalet istediğim için beni suçlayamazsınız. Zaten ben değil çocuklar istiyor ki. Paranın sefaleti. Manasız geliyor değil mi? Bi' bakıma evet ama aslında hayır. Sokakta evet evde evet otelde hayır. Bayram yaklaşınca evet maaş ertesi gün yatacaksa hayır. Demek istediğim şu ki hem evet hem hayır. Parası çok olan ne yapar? Mezara mi götürecek, harcar. Olmayan harcamaz (en azından harcamamalı). Nasıl ki s*çmazsak patlayacağımızı biliyor yine de s*çmanın değerini bilmiyorsak ve taş çatlasa senede 2 kere bunu birkaç saniyeliğine düşünüyorsak parası hep çok olan da aldığı şey ne kadar onu mutlu edecek bir şey de olsa s*çmak gibi geliyordur herhalde. Yani tat almaları için çok acayip ilginç değişik bir şeye ihtiyaç duyuyorlar muhtemelen. Ama bakin bana, 4 senede bir değiştirdiğim telefonun 2. Yılı ve hala onu çok seviyor ve çocuklarımdan biriymişçesine koruyorum. Yani aslında amacımız daha çok para kazanmak, para harcayarak mutlu olduğumuzu bildiğimiz ve kazandıkça değersizleştiğini bu kadar kolay hesaplayabildiğimiz halde hala bankada daha çok sıfır istiyorsak _istiyoruz dediğini duyar gibiyim sayın okur_ evet amacımız kesinlikle mutlu olmak değil, para. Bu insanlığın suçudur. El birliğiyle birbirimizi manyak ettik. Ediyoruz. Edeceğiz. Bankaya gitmeliyim...
Lilith
10 Ekim 2015 tarihinde yazdığım bu yazımla hepinize duyuruyorum arkadaşlar: Türkiye’nin yetiştirdiği en güçlü kadın seslerden biri olan, 2012 Nisanında kaybettiğimiz sanatçımız Ayten Alpman bugün tam 86 yaşında. 90 kuşağını sonundan yakalamış gruba ait olan bir genç olarak ben, bize Türk kültürünü öğretmek, Türkiye’nin sahip olduğu değerleri göstermekle yükümlü olan 60-70 kuşağının ( ki bunlar bugünün gençliği olan 90-2000 kuşağının anne-babaları oluyor) görevini çok da başarıyla yaptığını düşünmüyorum. Bugün karşımızda kültürünü yarım yamalak bir şekilde tanıyan, hatta ve hatta o şaşaalı batı kültürü (!) karşısında kendi kültürlerini “utanç verici” olarak tanımlayan, kendi geçmişlerini hiç yaşanmamış gibi sayan gençlerle dolu ise sokaklar, bunun sorumluluğu mecburen bu eski kuşaklara kalıyor. Bir metroda, bir otobüste ya da bir lise kapısında gördüğünüz 18 yaşının altında bir gence sorun “Ayten Alpman kim biliyor musun?” “Hiç Füsun Önal diye birini duydun mu” çok fazla pozitif cevap alamadığınızı göreceksiniz. Şimdi de soruyu değiştirelim, gençlerimize diyelim ki “Memleketim şarkısını biliyor musun?” “ Ah nerede Vah nerede sözü sana tanıdık geliyor mu?” birazda bu şarkıları mırıldandığımızda “Evet.” Cevaplarını duyabileceğiz. Peki bu anketimizden çıkaracağımız sonuç nedir hemen söyleyeyim: reklamlardan, Anaokulu yıl sonu gösterilerinden ve Türk dizilerinden duyduğu “Herkesin bildiği eski şarkıları”ı çok da bilmeyen yeni kuşaklarımız ”Bir toplum geçmişte sahip olduğu değerlere karşı nasıl sağır bırakılır?” sorusunu çok da güzel cevaplıyor. Sonrasında ise 60-70 kuşağı ve öncülleri ihtiyaç duyduğu zamanlarda utanmadan çocuklarında vatan sevgisi, milli kimlik bilinci ve ülkeye bağlılık görmeyi bekleyecek. Hangi ülke? Şu hiç tanıyamadığımız/tanıtamadığınız olan mı? Not: Yazımı yazdığım sıralarda Ankara’da büyük bir terör saldırısı oldu. Ölenlere Allahtan rahmet ve yakınlarına başsağlığı diliyorum.
Bir şarkıcının kariyerini siyasi olaylar ne kadar etkileyebilir? Bazen hayal edebileceğimizden bile fazla. Ayten Alpman’ın 1972 yılında yaptığı “Bir Başkadır Benim Memleketim” plağı pek ilgi görmedi. Sonrasında 1974 yılında Kıbrıs Barış Harekatı olduğunda TRT’de sıkça “Memleketim” şarkısı çalmaya başlayınca, şarkı tekrar 45’lik plak olarak piyasaya sürülmüş ve büyük satış rakamlarına ulaşmıştır. Bu durum Ayten Alpman’ın popüler olmasını sağlasa da sanırım ona yaptığımız en büyük kötülük oldu. Çünkü yurtdışında caz eğitimi almış sanatçımızı, Michael Jackson’ın yapımcısı olarak bilinen Quincy Jones tarafından beğenilen ve Amerika’da kendisine bir kariyer imkanı sunulan sanatçımızı “lay lay lay” şarkısını söyleyen kadın seviyesine indirdik. Daha söylediği birçok mükemmel şarkısı Memleketim’in gölgesinde kaldı. Dolayısıyla da verdiği röportajlarda Memleketim şarkısını sevmediğini açıkça belirtti bize Ayten Alpman. Tek Başına(Söyle Buldun mu?), Ben Böyleyim, Son Bir Defa, Ben Varım ve daha niceleri onun seslendirdiği şarkılar arasında. Bu şarkıların müzikal altyapısı bizlere ait olmasa da üzerine tekrar yazılan Türkçe sözler, yorumlanan ses ve plak çıkarmak için verilen onca emek bugün gördüğü saygıdan çok daha fazlasını hak ediyor. En azından tanınmayı ve sahiplenilmeyi çok ediyor. Şimdi son olarak bir değişiklik yapalım ve bu sefer eski kuşaklarımız bize öğüt vermesin de biz onlara şöyle diyelim: Cem Karaca’yı, Erkin Koray’ı, Barış Manço’yu biraz da rock müziğine kulaklarımız daha yatkın olduğu için unutmadık, fakat Beyaz Kelebekler, Ayten Alpman ve Hümeyra gibi birçok sanatçımız gelecekte çok dinlenemeyecek, hatırlanamayacak gibi. Bu gidişata karşı çıkıp kültürümüzü korumak sizlerin ellerinde. Telefonlarınıza eski şarkıları indirin, çocuklarınız ve torunlarınıza dinletin. Böylece kültürümüz de tıpkı Ayten Alpman gibi “Ben Varım” diye haykırabilir.
Alperen Yavaş / alperen-yavas@hotmail.com
Gölgesi kendinden büyük bir adam düşündü kadın. Telaşlı ayak seslerinin evin içinde dolaştığı, sigara dumanını üflerken gözleri uzaklara dalan bir adam. Ruhunun en karanlık köşelerinde ışığı olacak, kuytu sokakların köşe başında aniden belirip onu güven içinde evine ulaştıracak, anlatmasa da onu anlayacak bir adam. Bir sabah uyandığında bir gölge gördü kadın yanında. “beni biraz daha tanımla” dedi gölge ona. Kadın arkasına yaslanıp gözlerini kapadı. Yüzünü anlattı adamın. Saçlarının hafif kırlaştığını, kirli sakalını, yorgun gözlerini… Bütün gün yatakta kalıp gölgenin sorularını cevapladı kadın. Sorular tükendikçe gölge daha da belirginleşti. Akşam olup kadın yorgunluktan uyuyakaldığında ete kemiğe bürünmüş olan “gölge adam” usulca kalktı kadının yanından. Saçlarını geriye atıp alnına bir öpücük kondurdu uyuyan kadının. Bir sigara yaktı, dumanı üflerken gözleri uzaklara daldı. Kadın sevdi adamı. Nerden geldiğini, kim olduğunu sorgulamadan sevdi. Hayal ettiğim ne varsa sensin dediği her seferinde sadece tebessüm etti adam. Sanki adam en başından beri varmışçasına devam etti kadın hayatına. Yemek yaptı, temizlik yaptı, çalıştı, yedi, uyudu, sevişti ve hiç hatırlamadı yataktaki gölgeyi… Bir akşam gezmeye çıktılar adamla. Arnavut kaldırımı döşenmiş yollarda kadın ayağında topuklularla zar zor adama tutunarak yürüdü. Bir çeşmenin önüne geldiler karanlık sokakta ve kadın birden korkmaya başladı. Gözü adamın çeşmeye yansıyan gölgesine takılı kalmıştı. “Ya seni bir gün kaybedersem” dedi kadın korkuyla. Adam “yapma” diye fısıldadı kadına usulca. Kadın korkudan kaçamadı. Korku soğuk bir demir gibi kadının tenini yakmaya başladı. “Ya gidersen” dedi kadın. Adam kadından uzaklaştı. Korku kadının iliklerine işledikçe adam adımlarını sıklaştırdı. Kadın adamın yokluğuna dair senaryolar yazarken, adam gölgesini çeşmenin üzerine asılı bırakıp telaşlı adamlarla uzaklaştı. Kadın uzun bir süre gözlerini alamadı gölgeden… Bir adam düşündü kadın. Gölgesi kendinden büyük bir adam. Bir adam yarattı, kendisini seven. Sonra bir gölge gördü kadın karanlık bir sokakta. Korktu. Bir adam yarattı korku. Çekip giden ve gölgesi çeşmede asılı öylece bekleyen bir adam…
Mercan Alper
10 Ekim 2015, bir Cumartesi günü. Barış isteyen güzel insanlar tarafından düzenlenen Barış Mitingi’nin yapılacağı gün. Türkiye’nin dört bir yanından gelenlerin ‘’inadına barış’’ diye haykıracağı gün. On binlerce kişinin halaylarıyla, sloganlarıyla, pankartlarıyla Ankara Garı’ndan yürüyüşle başlayacak olan ve Sıhhiye Meydanında mitingin gerçekleşeceği gün. Barış istemeyenlerin, kandan beslenenlerin sindiremeyeceği ve oturdukları koltuklarına daha da gömülecekleri gün. İşte bu günde 100’ün üstünde kardeşimiz öldü, yüzlerce de yaralımız var. Mitingi düzenleyen topluluklardan biri olan Tabipler Birliği’nin genel sekreteri Özden Şener, miting öncesi yaptığı açıklamada ‘’Biz bir kavga veriyoruz. Savaş politikası yürütenlerle, barış, huzur, eşitlik isteyenlerin kavgası.’’ olarak tanımlamıştı bu mitingin amacını. Bu kavga daha bitmedi ama barış, huzur, eşitlik isteyenler olarak tam 102 kişi eksildik. Ülke tarihinin en kanlı saldırısıydı bu saldırı. Onlarca ilden onlarca farklı hayatı yaşayan birbirinden farklı insanlar, ‘’barış’’ ortak paydası altında bir araya geldiklerinde katledildiler. Suruç’ta yitirdiğimiz 34 kardeşimizin üstüne bir de bu olayı yaşadık. Dahası her gün devam eden şehit haberleri, sözde ateşkesler, mayınlı saldırılar, bombalar, tanklar, uçaklar… Savaş ortamı halka zarar verir. Biz halkız. Bizi birbirimize düşman eder ve gücümüzü gittikçe alır elimizden. Her gün ölüyoruz, gerek sağcısı, solcusu, askeri, polisi, protestocusu, dindarı, ateisti. Neden hep biz ölüyoruz ? Neden en tepedekiler zevk ü sefalarına devam edip keyiflerince yaşasınlar diye bu ülkenin fakir ve orta sınıf evlatları ölmek zorunda ? Vazgeçmemeliyiz, inadına barışı, silahsızlığı savunmalıyız. Ünlü bir sözde dendiği gibi ; ‘’Savaş, zenginler için fırsat, generaller için onur, masumlar için ölümdür.’’ Biz masumuz, ne olur daha fazla ölmeyelim.
Yalım Aydın
Evimin kuzeyinde bulunan ana caddenin yol çalışması bitmiş. Artık Aysellere gidebilirim. Sevinerek çıktım evden, üzerimde siyah kabanım var. Siyah çok adil bir renk, yoksulluğu da zenginliği de saklar. Yeni asfaltlanan yoldan karşıya geçmem gerekiyor önce çünkü Aysel‟in evi bu yolun 42 derece doğusunda bulunuyor. Koordinatlar oldukça önemli. Yeni asfaltlanan yolun kokusu burun deliklerimi yakıyor. Zift kokusu çocukluğumla ilgili, terliklerime yapışmasını marifet saymışımdır yıllarca fakat bu durum anneme göre pasaklılıktan başka bir şey değil onu da biliyorum. Yaya geçidinin boyası yeni sürülmüş bu yüzden tiner ve zift kokusu karıştı şimdi. Koku burnumu dayanılmaz şekilde yakmaya başladığına göre adımlarımı hızlandırmam lazım. Ayaklarımdan her biri 44 santimetre ve Aysel‟in evi benim evimden 1453 adım uzak. Her adımda kaç santimetre ilerliyorum acaba? Eli boş gitmek olmaz şimdi şuradaki sahaftan birkaç tane kitap alsam sevinir mutlaka. Sahafın kapısını örümcek ağı kaplamış. Sanki içeride birilerini saklamak istermiş gibi. İçeriden bir el bana Morgue Sokağı Cinayetleri‟nin çok eski bir baskısını veriyor. Kitabın kapağı, adını çıkaramadığım bir renkte. Edgar Allen Poe. Aysel sevinir buna. Hem para da vermedim. Hızlansam iyi olacak yağmur saçlarımı ıslatmaya başladı. Fakat yaya geçidindeki boyalar silinecek şimdi. Aysel‟in evinden önceki son yokuşu da tek nefeste çıkmalıyım. Evet, Aysel‟in evinin çatısı göründü. Evde mi acaba? Gelmeyeli perdeleri de değiştirmiş. Pencerenin önündeki fesleğeni de yok etmiş yine işgüzar karı. Bak yine günahını aldım, yağmur yağıyor ahmak herif, ondan korumak için içeri almıştır fesleğeni. Kapının önüne geldiğimde kapıyı kaç kere vurmam gerektiğini düşündüm. Üç, iki… Bunun ne önemi var. Evet, var o kapı vurmamdan anlar benim geldiğimi. Elimi kabanımdan çıkarıp hızla vurup tekrar cebime soktum. Üşümesini istemiyorum. Ses yok. Bir daha aynı hareketi yapmam lazım ancak bu kez daha atik olmalıyım. Güm, güm, güm… Üç kez vurdum. Bu sefer kesin açacak. Derken kapı hafiften aralandı. Daha önce görmediğim iki göz bana bakıyordu. -
“Sen kimsin?” dedim. “Tevfik gel bak şuna senin arkadaşın mı bu?” dedi tanımadığım göz.
Daha sonra tanımadığım bir çift göz daha geldi. Üstelik bıyıklı. İyi de Aysel nerede? 6 gündür görmüyordum galiba. Bir yere gitmiş olamazdı. Yirmi iki yıldır aynı evde oturur bu kadın. Adam: -
“Buyurun” dedi. “Aysel” dedim. “Ne Aysel‟i lan manyak” dedi. Kapadı suratıma abanoz kapıyı.
Acaba sokağı ya da evi mi karıştırdım? Ben her yeri koordinatlarına kadar ezberlerim hata yapmış olamam. Köşedeki bakkala gidip sorayım dedim. Aysel‟e her geldiğimde selamlaşırım ne de olsa. Tanır beni. Bakkalın adı değişmiş, „Freud Bakkaliyesi‟…
İçeride Rodrigo‟nun Gitar Konçertosu çalınıyor. Ne tuhaf. Aman Tanrım yoksa… Bir anda bakkalın önünden geçip yokuş aşağı koşmaya başladım. 44 numara ayakkabılarımı durduramıyordum. Ayaklarımdan birileri beni tutup aşağı çekiyordu sanki. Sokağın yanını kollayan binalar eciş bücüş olmaya başladı birdenbire. Arkama dönüp baktığımda Aysel‟in evinin yandığını gördüm fakat geri dönemedim. Yağmur hızlandı, umarım yangını söndürmeye yeter. Annemin akşam ezanıyla karışan bağırışını duydum: -
Çabuk eve gel baban çağırıyor.
Derken bir alarm çalmaya başladı. Biri kapatmalı şu lanet olası çığlığı. -
“Günaydın” dedi, Tevfik. Yine ne sayıklıyorsun kendi kendine kalk çay hazır.
Kalktım lavaboda yüzümü yıkadım. Yüzüme kaç defa su vurdum bilmiyorum ama suyun soğukluğu kan akışımı yavaşlatmıştı. Bilinçaltı kadınlarıma birini daha eklemiş olmanın verdiği gururla havluyu yüzüme götürüp sakallarımı kurutmaya çalıştım. Bir şeyi unutuyordum ama. Yine terk edilmiştim. Salondaki pencereyi açıp fesleğeni içeri aldım çünkü yağmur başlamıştı. Her şeyin rüya olması bazen iyidir, terk edilmek hariç.
Özden Çağrı Özçelik
"Erkek hayatının her anında erkek, kadınsa; kız, genç kız, kadın, dul, koca karı. Ne bu?"
Bu yazı hiçbir şekilde herkesi kapsayan bir yazı değildir. Sadece, şu anki sorunların sebebinin böyle yetiştirilmiş olan insanlar olduğu aşikar. Yazı boyunca bunu aklında tutarak okursan çok sevinirim. Bugün toplumda kadın-erkek eşitsizliğinin temel sebebi kız ve erkek çocuklarının yetiştiriliş farkından kaynaklanır. Bu farkı görmek için "köylü","varoş","ilkel" vs. diye tanımladığınız ailelere bakmanıza gerek yok zira o modern(!) ailelere bir göz atmanız yeterli. Daha okula bile başlamamış kız çocukları annelerinin elinden tutup altın gününe gittiğinde "Hanım hanım kız ol", "Ooo küçük hanım" gibi cümlelerle, erkek çocukları ise babasıyla dışarı çıktığı zaman gerek arkadaş, gerek akraba ortamında "Oğlum göster amcalara " diyen insanlar içinde büyür. İlkokula başladıkları zaman karşı cinsin erkek/kız olması ilgi çekici bir durum değildir. Okulda kızlar kızlarla ip atlar, erkekler erkeklerle futbol oynar. Bu süreçte en önemli unsur erkeklerin sünnet olması sanırsam. Kız çocuklarının regl olması saklanırken, erkek çocukları sünnet olduğu zaman düğün yapılır, eş dost çağrılır, herkesin bundan haberinin olması istenir. Erkek çocuğu bir sürü hediye alır ve "Artık erkek adam oldun" denir ona. "Artık erkek adam oldun." Bu cümle ve de bu cümleyi destekleyen hareketler erkek çocuğunda oluşmuş olan "Erkeğim lan ben" düşüncesiyle gereksiz bir özgüvene yol açar. Gereksiz özgüven mi olur demeyin. Zira, bu özgüven; insan ilişkileri, ders ya da yeteneklerinde göstereceği türden bir özgüven değil. Bu özgüven, eskiden onun için bir anlam ifade etmeyen karşı cinse şimdi lüzumsuz hareketler yapmasına yol açabilecek türden bir özgüven. Ortaokuldaki kız-erkek ilişkileri ilkokuldakinden haliyle farklı. Lakin burada değineceğim ve de en önemli olduğunu düşündüğüm şey, kızların regl olması. Bu dönem kızların özgüvenle atlatırlarsa hayatlarında da özgüvenli olacakları bir dönem. Lakin "regl" kelimesini duyunca bile arkadaşlarına bakıp kıkırdamaya başlayan, okulda sutyen askılarını çeken ve bunla da dalga geçen bir okul ortamı bunu oldukça engelliyor. Lise ve üniversitede çevreden görülen baskılar bir yana şunu fark eder genç kız, babası "Eve geç gelme.", abisi "Sevgilin mi var senin?", annesi "Bulaşıkları yıka." der. Abisi ise bir sorgulama geçirmez, babası abisinin eve kaçta geldiğiyle pek ilgilenmez, annesi oğlundan bir ev işine katkıda bulunmasını beklemez. Abisi gece sevgilisiyle buluşabilir. Ama kız kardeşinin sevgilisi olduğunu duyduğu zaman kızın hesap vermesi gerekir. Biz; erkek çocuklarını, ağlamamalarını, güçsüz görünmemeleri gerektiğini, "erkek" olduklarını söyleyerek büyütürüz. Biz, kız çocuklarına düzgün giyinmelerini, hadlerini bilmeleri gerektiğini söyleyip, "kız başına o işe kalkışma" diyerek büyütürüz. Değiştirilmesi gerekilen şeyleri değiştirebilecek olan tek güç toplumdadır. Toplum biziz.
Esther
"Bir kurşun sana, iki kurşun da sıkana..." Düşünüyorum da daha ölmemişken rahatlıkla kelime oyunu yapabilirim. Biraz da daha zamanım olduğunu düşünerek bayım; biliyorsunuz ölüler kelime oyunu yapamaz yüzyıllar süren yalnızlıklarında. Politik bir eylem sürecinde silah kullanımı konusunda elbet az çok hepimizin söyleyeceği şeyler vardır. Politik de olmayabilir, terör denen bir şey var. En nihayetinde terör, siyasi bir düzleme çekilmedikten sonra hep terör olarak kalacaktır. Tabii ki konumuz bu değil, buraya ders vermek için yazmıyorum. Tabii şimdilik. Benim burada silahtan ya da silahlanmadan kastım beynimizdekiler. Sımsıkı sarıldığımız fikirler ve zamanı geldiğinde karşımızdakine yönelttiğimiz kurşun niteliğinde düşünceler. Bazen öyle bir an gelir ki insan, karşısındaki insanın onu öldürecek kadar donanmış olmasını ister. Donanmaktan kastım fikri donanma. Tabii ki silahlanmaya ve savaşa karşıyım, ah bu konuda beni yormayın; hâlâ silahımda şiir gibi mermilerim var. Kafka'nın herkesçe (!) bilinen bir sözü var: "Beyinlerimiz savaşsın isterdim, ama görüyorum ki silahsızsınız bayım." Umarım bir gün savaşırız, hem de kaldığımız yerden. Baktık ölüyoruz hayattan; bir kurşun bana, iki kurşun bıkana...
Elif Ateş
ATLAR, IHLAMUR AĞAÇLARI VE BĠRAZ DUA konumuz bu değil sevgilim, biraz atlardan bahsedelim. bana yüreğindeki atları gönder. bizi ancak atlar kavuşturur birbirimize. atlar ki yeleleri rüzgar döver ve rüzgara saçlarını över. sahi saçlarında kaç ıhlamur kokusu öldürdün? bana yüreğindeki atları gönder. göğün sekizinci katından bozkırın boşluğuna düşercesine bir ıhlamur mucizesi yaşat. ben de diyeyim ki bu aşk değil de nedir? sonra, sen de gel sevgilim gel beraber at binelim.
Buğra KALAYCI
İçimden gelenleri, içimde oldukları gibi söyleyemiyorum. Olmuyor bazen ve yapamıyorum. Acizliğimi, sanki hayatta bir misyon edinmiş gibi üstün ve yüce kavramların içine saklayarak kabul görmeye çalışıyorum. İhtiyacım kadar sevecen, arkadaş canlısı ve ilgili davranıyorum. Dürüst değilim. Söylediğim şeylerin şimdilik ve sorgulanmayacağı güne kadar uzlaşmacı olduğunu biliyorum. Söylediğim kaliteli görünen söylemlerin tümünü çalıyorum benden daha güzel şeyleri hak eden insanlardan. Gerisini götümden uydurduğumu kimse bilmiyor. Kimse beni dinlemek istemediğinde duymak istedikleri gibi konuşarak evriliyor, çevriliyorum. Solucan gibiyim, sürüngenler gibi. Çok zinde ve huzurluymuş gibi görünerek ne kadar kararlı olduğumu sanmalarını istiyorum. Ama yalan! Değilim! Sevmediğim ve güvenmediğim insanların yüzüne gülüyor, nefret ettiklerimin düşüncelerine saygı gösterdiğimi söylüyorum. YALAN! Kurduğum cümleleri çekici tonlamalarla süsleyip önemliymiş gibi sunuyorum onlara. Bunun neresi güzel? Söylediğim gibi dürüst değilim. Yapamıyorum!
Uğur Küçükdağ
Fransız tostu kıvamında yaşamları gördükçe , diyorsun ki ben neden haşlanmış yumurta kıvamındayım. Hssktr çekip devam ettiğin o günler çok acı gelmeye başlayacak .Bunu sen de biliyorsun. Hayatın içinde var olmadığını , insanların farkında olmadığını , kalabalıklar içinde adeta bir görünmez olduğunu anlayacaksın. Sen artık bunun farkındasın , aslında bakarsan her şeyin farkındasın. Bir birey olmadığının sadece boşa oksijen yaktığının bilincindesin. Peki ne mi olacak ? Söyleyeyim , zaman ilerledikçe iyice tükeneceksin , kırklı yaşlara geldiğinde mesai arkadaşları tarafından tanınmayan , silik bir insan olacaksın . Evlenemeyecek , dost eksikliğinden muzdarip derbeder olacaksın. Şimdi kalkıp yüzünü yıkamalısın , aynaya baktığında yitik bir adam görmemelisin. Sen hayata dahil olmalısın. Sokağa çıktığında yerdeki asfalta , kaldırım taşlarına değil , etrafına bakarak yürümelisin . İnsanların gözlerinin içine bakarak konuşmalısın , diyaloğa girmekten korkmamalısın. Hoşlandığın kızla diyaloğa girmelisin , evet altı aydır konuşmak isteyip de konuşamadığın o kızla. İnsanlar birbirlerini yemiyorlar diye kendi kendine sayıklamana yol açacak belki de , kendi tabularını yıktıktan sonra fark edeceksin özgürlüğün tanımını. Kafeye gidip içtiğin o kahve daha lezzetli gelecek , yanında insanlar olduğunu farkettiğinde , Büyük İskender‟in "Perge" şehrine girdiği anki gururu taşırcasına yaşayacaksın hayatı. Biraz yorulacak , biraz hırpalanacaksın evet...
Emirhan Çakar
Herkes bir limandan birilerini uğurlamıştır , ülkemize benziyor yüreğimiz fazlamız var eksiğimiz yok, her yanı uzaklara açılan limanlara ve limanlarında hiç uğurlamadan yolladıklarımız var, en çok özleyeceklerimizi uğurlayamayız, bu yazı buraya hiç okunmasın hiç anlaşılmasın diye yollanmadı, ceplerini yoklayıp sigara parasının üstünü tamamlar gibi, yokladım da yüreğimi, şüphesiz hiç anlaşılmayan dönmeyişler var, neden anlaşılmadığına gelince bilerek anlamıyorum,
o kadar anlıyorsunuz ki bahsettiğim bu şeyi kimseye de anlatamazsınız. Okutur okur biraz tebessüm eder susarsınız. Yanınızda o limana gitmekten korktuğunuz birisi varsa çay bardaklarını tokuşturun. Birbirinizin sigarasını yakın , Mevzular derin konuşmanız lazım. Sonra sarılın ...
Ozan Korkmaz