Mevzular Derin Fanzin Sayı : 22

Page 1


yokluğunda eksik hissedilen parça, gücünü özgür iradeden alır. tedbir, önlenemeyecek olana karşı alınıyorsa ancak bir temsil olmakla yetinir. değişim inancına bel bağlamak, süreci ızdıraba boğar ve bünyeleri yorar. bir gün işe yaraması umularak saklanan, muhtevasına addedilen ulvi zapturapt altında ezilmeye başladığında: "uzaklaşıp gitmenin cezası başlıyor: şimdi tamamen dönüşmüş olarak geri geldin." - walter benjamin

Ön ve Arka Kapak: cice

mevzularderinfanzin@gmail.com facebook.com/mdfanzin twitter.com/mevzularderinf instagram.com/mevzularderinfanzin mevzularderin.com


Yalnız kaldığında koş avmlere İnsanların yüzüne bakarken unut kendininkini (Fen işleri müdürlüğü ve liberal ekonomi kolaylaştıracak her şeyi) Minarelerle yarışır gökdelenler Kimse umursamaz neyin çürüdüğünü avluda (Bu ezanlar ki öldürüyor her evde daha doğmamış bebekleri) Çökmüş duvarlarda yazanları gördün Reklam panolarında yazanları da (Şimdi caddelerinle arka sokaklarını kıyasla) Mezarlıklarındaki tiyatral acı Doldurmayacak bu kentin sokaklarını (O afilli kelleli tarihi mermerler de dahil) Kapını üç kere kilitledin Sırların ve götün emin ellerde (Kıytırık siten de tedbirine dahil) Otobüslerde taşınıyor suç Otobüsler ve polislerde (Gözlerini kapa gözlerini kapa kapa gözlerini) Bazı mahallelere giremezsin Tekin değildir bazı mahalleler (Gençliğindi o. Biliyorsun. Korktuğun. Gençliğindi.) Boğazda akıp duran garip hışırtı Tazeliyor gibi büyük makinenin yağını (Şimdi de biraz nefes alalım) Sokağa çıkınca herkes devlet adamı olur Bu yüzden iyi ütüle kıyafetlerini (Azami kaç günde iktidara varırım) Aslında ah şu insanlar olmasa Dövmesi semtlerin diğer semtleri ve bir de kayıp erotika (Bir şehrin kanseri nereden başlar bilmiyorum) Aferin iyi uyum sağladın İmkânı yok gidemezsin buradan seviyorsun burayı (Ben gidiyorum)


Hâlâ yeryüzüne gelemeyen, yalnız dünyasında hareket eden bir adamın hikâyesi bu hayat. Sıkıntılı bir yaz gecesinde şehrin gürültüsü arasında sıkışıp kalmış taş döşeli sokakların arasında, göklerden bir belirti bekler gibi yürüyordu. İnsanlar sokaklardan, kahvelerden, balkonlardan ölü ve durmadan yenilenen kaygılı bakışlarla izliyorlardı hayatı. Şimdi ne yapacağını ne Tanrı biliyor ne bir insan ne de yaşadığı günden bugüne kadarki ve sonsuzluk içindeki kendi kendinin tanığı olan bu kişi biliyordu. Böylelikle özgürlüğü daha pürüzsüz bir hâl almıştı. Tozdan ve dert rüzgârından acıyan ciğerlerinden aldığı nefesi sokağı ısıtmak için verirken soluk bir yüzü, hafifçe çökük yanakları olan neredeyse dayanılmaz bir güzellik gördü. Çürümüş yaprak kokularının sarmaladığı sokak lambalarından çıkan ışığı, kahvenin buğusunu, bebeklerinin durmadan yenilenen açlıklarını giderdikleri memelerini balkonlardan sarkıtan, tekcil davranışlarının sonuçlarına varma cesareti gösteremeyen kadınları, kendi istekleriyle olmasa bile bütünden ayrılmış olan, kökten bir bağlanma, bir bütüne sarılma dileyen çocukları, derin, gizemli gövdesinde toplayıp sokağın ortasında bir renk yuvarı gibi duran, bembeyaz tenli -ki bu onu çok daha güzel yapıyordu- tuhaf bir güzellik duruyordu. Cereyana uğramıştı, zihninden şangır şungur sesler dökülürken, gizemli güzelliği anlama çabasına girdi. O, bu uğraşı verirken ötelerden bir haykırış duydu. Kendini duyabilecek yegâne insanı arayan ama bulamayan umudunu yitirmiş bir haykırış. Onun bu sesi, hüzünden sevince geçen bu haykırışı duyması, şimdiye kadar kimsenin duymadığı bu haykırışın duyulmasına neden oldu. Aynı zamanda dünyanın durmasına, kahvenin buğulanan camlarının donmasına, Hera’nın göğsünden çıkan sütlerin gökyüzünde asılı kalmasına sebep oldu. Duyduğu bu haykırışı takip eden adam, haykırışın, ölüm suretinde gözüken uyku şeklinin hüküm sürdüğü, bir yüzü eriyip gitmiş eşyalardan, yarısı silinmiş hareketlerden, eksik cümlelerden, olmayan heveslerden, yaşanılan meraklardan oluşmuş otelden geldiğini fark etti. Ağır ağır kapıyı açtı. Perdeleri uzun süredir açılmayan otelde alacakaranlığın gölgesinde kalmış gibi duran eşyalar, içinden çıkılmaz bir kargaşanın özeti gibiydi. Hiçbir zaman görmediği renksizlik renginde eşyalardı bunlar. Kapkara birer yaprağa benzeyen toz zerreciklerinin uçuştuğu o iç karartıcı yere girdiği anda tüm benliğini şehrin taş döşeli sokaklarında bıraktı. Son iki aydır kapağı kaldırılmayan, otelde kalan müşterilerin bilgilerinin yer aldığı defterin, odaların anahtarlarının, tabanında üç tekerleğin yer aldığı kızılçam ağacından yapılmış, oteldeki tüm odaların boş olmasına rağmen otel kâtibinin uyuklamak için kullandığı sandalyenin, büzülmüş halde duran beyaz çiçek desenleriyle süslenmiş yastığın da bulunduğu bölmenin önüne geldi. Otel kâtibi otelde tüm odaların boş olmadığını göstermek adına yeşil ciltli defteri çıkardı. Otelde kimlerin kaldığını, hangi odanın boş olduğunu kontrol ettiği falsolu davra-


nışlar sergiledi. Kendisine verilen oda anahtarını alıp merdivenlerden yukarı çıktı. Tek bir anahtara bağlanan, tahtadan yapılmış anahtarlığın bir yüzünde beş, diğer bir yüzünde bulunduğu yerden çıkmaya can atan, otelin alacakaranlığında gözyaşlarını dökmek isteyen mavi bir kuş vardı. Beş numaralı odaya geldiğinde mavi kuşu anahtar deliğine soktu. Kapının gıcırtısıyla beraber kapıyı yavaşça açtı. Otelde kendini kendi yalnızlığıyla beleyen, çarpık çurpuk, berbat bir hayat yükseliyordu. Otel kâtibinin hayatı. Otel kâtibi dediğim adam, titrek bacaklı, ürkek, uyuz, paspal bir gölgeye benziyordu. Ama bir bakıma vefalıydı yirmi yıldır bu otelde kâtiplik yapıyordu. Otelden çıkan gıcırtılara, üzerinden rüzgâr geçse bir yel bırakmayacak eşyalara karşı vefalıydı. Hatta dünyayı sarıp sarmalayan, zamanları tıklım tıklım dolduran eşyalardı bunlar. O eşyalar varlığın derinliklerinde kalmış öfkeli haykırışlara benziyordu. Gözyaşları arasında zonklayan hıçkırıklara, rengini yitirmiş ihanet fısıltılarına ve kalın kalın perdelere uzun uzun zamandır işitilip de bir türlü anlaşılamayan, mızmız konuşmalara benziyordu. Otel kâtibi, odaya çıkardığı müşteriyi düşündü. İki aydır tek bir kimse bile gelmiyordu. O bunları düşünürken kapının bitişiğinde duran “Le Suicide” tablosu birdenbire yere düştü. Hemen ardından yukarıdan bir ses geldi. Sanki bir kuş pencerenin camını kırıp göğe karışmıştı. Kapının gıcırtısı onu hiç rahatsız etmedi, çünkü odaya girdiğinde gördüklerine inanamadı. Hemen oracıkta, duvarın köşesinde çatırdayıp duran dev bir böcek gördü. Gövdesi, neredeyse bir insan kadar vardı. Acınası bir durumda sırt üstü yatmış, bir kitap sayfası inceliğindeki bacaklarını oynatıp duruyordu. Ona yardım etmeyi ters çevirmeyi düşündü. Ama bunu yaparsa her şeyi değiştirecek hiçbir şey eskisi gibi olmayacak gibi hissetti. O da dev böceği saygıyla izledi. Bir anlık kafasını çevirdi. Aynayı gördü. Kendi fark etmese de soylu bir duruşu vardı. O kadar soyluydu ki, insanın gözüne kimi zaman gülünç, kimi zaman da acıklı geliyordu. Kafasının içinde belki yüzlerce kez dirseklerini alıp doğruluyor, hatta doğrulur doğrulmaz üstüne başına takılan yaprakları elinin tersiyle silkeliyordu. Ama bunları bir türlü gerçeğe dönüştüremiyordu. Bir yanıyla da odadaki yatağa öylece uzanıp yatmak istiyordu. Ama bu isteği kendi dışındaki gelişmelerden doğan bir zorunluluk olarak yerine getiriliyordu. Bir yandan da, hafifçe, dal dal eğilip kalkıyordu. Bir görülüp bir kaybolan ve ancak bir yürüme düşüncesi kadar yürümeye, bir savrulma isteği kadar savrulmaya, ya da bir uçma hevesi kadar uçmaya benzeyen, kırık dökük, birtakım kıpırtılardı bunlar. Masmavi bir sessizlik çöktü odaya. Artık üzerine kocaman bir ağırlığın çöktüğünü, istese bile kalkamayacağını düşündü. Göğsündeki dal uçlarından kırılıp ufalanan, yeşil bir sessizliğin içinde duran, çeşit çeşit renklere bürünmüş tüylerinin yanı sıra ötüşünde de sonsuzluğa savrulmuş uzak bir masalın heceleriyle bezenmiş bir kuş çıktı dışarıya. Odayı işitilemez bir gürültünün ağırlığı doldurdu. Dokunsan kaybolacak olan kuş, odadaki camı kırdı. Sınırları belirsiz evrenin içinde kayboldu.


dağın eteğinde arkalardan çaresiz emekliyorum kollarını arı kovanlarının başına dikilmiş korkuluk bir ilk çağ peygamberi tırmanma emri dikenli düzlükleri mataramdaki suya uzanıyorum geniş gölgeli bir ağaçla yakınlaşıyoruz çoksesli kaygan arılar ve yılanlar bulutsuz gökyüzüne yakıcı öğle güneşine tapıyor herkesin üstünde olduğumuz zirveler düşlüyoruz gergin ve gülünç aç susuz bir koşturmacanın mahkumluğu kavrayamadığımız vakit delilikler yakıştırıyoruz imgelemin olabildiğine geniş bir hacimle buluşmasıyken tek umut ertesi günler düşlerimize giriyor saatine uygun içilen kahveler maksimum verimli ve tasarruflu yerli yerinde makinalar makinalarla iç içe geçmiş polikarbon ruhlardan ve raflardan uzak

kalbime yakın bir koku seçiyorum yazgım ağaç kabuklarını acıtmadan soymak soğuktan bedenini eksiltmiş kadim bir bakteri plastik boyalı ve çelikle güçlendirilmiş ağır beton beton beton koridorlarımızda duyarsız kayıpken doğal yoldan elenebilmek için ihtimaller düşlüyoruz güç hırsımızı şiddet sevdamızı anlamaz toprak kuraklık zorladıkça gök kıskançlık rengi kızıl bulanıyor görüşümüz yıldızların gerçek uzaklığını hayal edemiyoruz kutsalın adı iki kıyıya birden dokunabilmek nehir susuyor ilk kazığı çakılıyor köprünün nehir köpürüyor kıyıları ruhumuzun kötücül bozuluyor köprü sadece nehrin suyuyla değil gözyaşıyla terle kanla ıslanıyor çabalamaktan nefretle emekliyorum kollarını sahtekar tanrımızın


İlk hakiki yalnızlık duygum aynı zamanda duyusal reformlarımın sesini duyduğum ilk andı. İlk hakiki anlaşılamama hissiyatı, acıların dönüşümsel başlangıcı... Fakat aynı zamanda umursama hissimdeki stabil durumun da birden sönümlenip, olur olmadık zamanda beni ilgilendiğim olaya, olguya körleştirmesi; normal şartlarda ilgimin yanından geçemeyecek durumlara odaklanmama sebep olması... Her şeye rağmen hayatta kalmak gibi, çabalamak gibi klişelerin, üzerinde durmadığım, "he evet çok doğru" diyip geçtiğim onlarca klişenin de anlamına doyasıya ulaşabildiğim zamanlar böyle başladı. Artık derdime dermanın yalnız kısa vadeler olması gerektiğini düşünüyor; adaletsizliği ve sorunları zamana havale ediyor ve dermanların esasında çoğu vakit ben onları hissettiğim sürece yanımda olduğuna inanıyordum. Derdime yeni ve ete kemiğe bürünmüş dermanlar bulmaktan çok uzak olduğumun bilincindeydim. Ayazdan da etkilenmiyordum, betondan da. Bazan yağmurlar üzüyordu beni. Eski insansı hislerimden elbet tamamen arınmış değildim. Eğer arınmış olsaydım halen yaşamsal faaliyetler için ve daha iyi bir yaşam amacıyla belirsiz formlarda emek vermiyor olurdum. Pislikten ötedeki bir yaşamın himayesinde olabilmemin aslında çok kolay olduğunu duyumsuyordum. Benim kişisel özelliklerim pisliği görüp susmaya ne kadar elverişli değilse de sağduyu ile görünen hakikati harmanlayabileceğimi, elimdeki imkânları kendimin ve çevremin yararına kullanabileceğimi, belli hususlarda kaotik manevralar yapsam da özümün ister istemez pislikten yana yansıyabileceğini, pisliği parlatıp kurutabileceğini biliyordum. En azından bana katlanılamaz gelen pisliği... Ne eylemler ne etkilere yol açıyormuş öyle. Bir de baktım ki ilk sonuç, ilk kez kendimden uzaklaştığım ya da kendime yol aldığım bu boş duvarda doğdu. Yoğun üzüm salkımları altında da rahatsız değilim. Bel ağrım ve fikirsel durgunluklarım sorun yaratabiliyor. Dediğim gibi, olduk olmadık zamanlarda öngöremeyeceğim hislerin tomurcuğunu görüyorum. Allahtan tomurcuğa don vuruveriyor da güneşin alnında tozsuz esintilerle karşılanıyorum birdenbire.

Akustik tonları, daha az sesten oluşan sade ezgileri sevmeye başladığımdan beri durgunlaşmamın form değişiklikleri çoğalmaya başlamıştı. Gevezelik etmekten de o vakit sıkılmıştım. Country müzik dinlesem de bir Kızılderili gibi artık insan olmadığımı bağırmak isterken nice yamyamlıklara karşı yine bir refleksle konuşmayı seçiyordum. Öbür dünyayı sorgulamadan kabile geleneklerimi sürdürüyordum ki yamyamların ağına düştüm ne idiği belirsiz bir çölün ortasında. Oysa yaşamaya değer ne de çok heves var değil mi? Değil. Ben yanımdaki absürt atmosferi kaçırdığım an yaşamın sancıları tepeme binecek, bilincindeyim distopik geleceğin. Potayı yalıyor basket topu, herkes odaklanmışken topa ve seyircilerin elleri beklerken şakşakları, ben diğer potanın yalın sessizliğine duyduğum hayranlığımı sürdürüyorum. Elbette hiçbir zaman uyum sağlayamayacağımı biliyorum. Neyse ki hevessizliği uyumsuzluğa tutturdum. Neyse ki Türkiye gibi bir ülkedeyim bugün. Bu toprakların epik öykülerinden daha kutsalı hayatın en hasını her yönüyle yüzünüze vurma çabasıdır. Bunu hepimiz biliyoruz. Her şeyin hiçbir zaman bitemediği topraklar... Lakin bunu sonsuzluğun yeryüzüne intikali gibi düşünmeyin. Yeryüzünde ebediyen varlığını sürdürebilmesi elbette mümkün değil. Sonsuzluk belli dinlerde zaten şah damardan yakın. Dinsizler de göğüs kafesindeki sonsuzluğu dik durup çevreye göz attıklarında yaşıyorlar esasında. Konu hemen dağılıyor fazlasına insanın. Ben azından yana olsam da hükmedebileceğim satırlar üzerinde gezinmiyorum şu vakit. Tehlikenin ortasında bir gedik arıyorum işte, özetledim yine bu gezegeni. Gerçek fikirlerini dışa vurmak için son çabaları bunlar doksan yaşındaki hâkimin. Yeri yine sağlam değil. Ne bedeller ödemek gerekiyor bir bilseler... Bir bilseler bu bedelin ufak hakikat payına oranla ne denli kocaman olduğunu... Ses çıkarmayın dostlar, o gediği kimse bulamayacak. Hele Sisifos, zaten geçti bu gedikten. Hele bir bitsin diye de düşünmüyor kendisini gözaltına alan yaşam hakkında. Öyle bir avare geziyor işte, öyle bir anlaşılmaz geziyor Sisifos kayayı itekleyerek. Bir türkü var dilinde. Hiçbir dilde değil bu türkü. Kendine has bir lisanı var. Kimse anlamıyor. İlk hakiki yalnızlık Sisifos’tan bir armağan bana. Bunu saklamak için çabalıyorum. Hakiki yalnızlığı... Ve kendi kayamı daima itekliyorum, senin gibi.


sabah düşündüm, öğlen yaptım, akşam yedim ve gece uyudum. sabah, hazıra konmuş biri olarak neden uyandım rüyalara kendimi neden tamamen açıyorum soyutluktan arınmak benim de hakkım değil mi? eskisi kadar karışık olmayan labirentimde duvarların özleri değişti, geriledi, devrildi ekmek arasında olmanın hissettirdiği huzuru düşünmekten yine yırtılıyorum ben gün geçtikçe geriliyorum tamamen doğal yollarla kendimi eğime dik çekilmiş mezar taşlarına asıyorum toprağımı verimli tutmak istiyorum İSTİYORUM. kök salmayı, insanlara değil kendimle alıp veremediğim tüm zihinlere ve bir duvar olmamayı istiyorum katletmekten bir zevk duymamayı düşünmeyi insanlara özgürlüklerini kendi topuklarından dağıtanlara tükürmek istiyorum ki ben yere tükürmeye karşıyımdır en işlevsiz tükürük çeşididir. durabilmeyi istiyorum zaman durmadan ve ben zamana dönüşmeden zamanı karşıma alıp ‘vakit varken benliğinden kurtul’ demeyi akrep ve yelkovan da kim? 313 ve 414’ü ne çabuk attınız kafanızdan demeyi istiyorum tedavi olmam gerektiğini söyleyen fırıncıdan bol susam ve tırnak kirli pide almak istiyorum. öğlen, yürüdüm önce sağ sonra sol bir öne bir arkaya sağıma çaktırmadan baktım, önüme döndüm sol gözüm odağını kaybetti hala sağ tarafta işte karşılık aldım! beni yok sayamazsınız ucube değilim ben beni ipte sarkıtamazsınız

karşıtım ben bir öne bir arkaya bir sol bir la vamde vamde vamde durdum ama bu ilerlememe engel değil aksine bir fa bir mi kat daha hızlı yol alıyorum bir kediyle alkol görünümlü çayımı paylaşmaktan asla çekinmedim beni de şöhret yapan buydu, yaptım. akşam, soyların devamlılık temsilcilerinden aldığım davet üzerine hormonal dengeyi bozmayacak bir kenara oturdum karşımda onaylamak için hiçbir mimiğe ihtiyaç duymayan şeyhim arkasında yemekleri sırayla ağzımıza kusan bülbül onun da arkasında ikisinin göremeyeceği bir şekilde dört yüzünden birini kullanarak yaşamını sürdüren balon balığı ben formsuz bir piç olarak karşılarında gümrah cüssemle tüketiyordum. bülbül kusmadan ben çiğ yiyordum. zararın tekiydim ama yakındı çiftlikte yerim. bir kuzukulağı, yalabuk, karpuz kabuğunun beyazı ve lahana turşusu. gece, bitiremeyeceğim işlere kalkışır, içimde dolaşır dururum girişi her daim kolay olmuştur ama çıkış için asla aynı yeri kullanmamaya ant içmiş, yutmuş ve yalamış birisi olarak kaçışım her zaman dolambaçlı yollardan olmuştur. sonsuz olasılıktan bir tanesini bile olsa çıkartmak için uğraşmak benim için ne kadar değerlidir farkında mısın üçgen veya her kilise soygununa çıktığımızda kendimi kollarına bıraktığım sevgili anneciğim. bir de tazımız limon. sıcaklığın doğusunu ve batısını kaplıyorsunuz. yıllardır gerçeklik beni donduruyor acımasızca sizde erimek benim için nasıl bir kayıp olabilir beni tamamen varsayın.


Her öğle arasında olduğu gibi, yaşadığım şehrin en ferah, en düzayak, en lezzetli yemeklerinin piştiği lokantasında karnımı doyurmuş, üzerine az şekerli kahvemi içiyordum. Kahveye eşlik eden bir arkadaşım olmadığı için yandaki büfeden emanet aldığım bulmaca ekinde kalem kıpırdatıyordum ki bu saatlerde pek müşterisi olmayan güzide lokantamızın kapısından bir çift içeri girdi. Adamın geriye taranmış koyu renkli saçları ve modası çoktan geçmiş kahverengi ceketi vardı. Bu görüntüyle 70’lerde meşhur olmuş bir şarkıcıyı andırıyordu otuzlu yaşlarının sonlarında olan bu adam. Aslında yaşına göre pek fena sayılmazdı. Fakat yüzündeki endişe, giyim tarzından daha çok dikkat çekiyordu, kendinden yaşça biraz daha büyük olduğunu düşündüğüm eşi ise adamın aksine oldukça sakin görünüyordu. Lokantada dolu olan diğer masadaki müşteriyi neredeyse her öğle arasında gördüğüm için buraya belli ki alışkın olmayan çift ilgimi çekti. Benimle aralarına bir masa boşluk bırakıp karşı karşıya oturdular. Kısa bir suskunluğun ardından adam eşine bakarak diyalog zannettiği bir monologa başladı, yer yer sesini yükseltiyor, kimi zaman cebinden mendilini çıkarıp terleyen avuçlarını siliyordu. Duyabildiklerim kadarıyla hararetli geçen bu konuşmanın temasını anlamaya çalışırken adamın eşi karşısında öylece duruyordu. Arada onları dinleyip dinlemediğimizi anlamak için diğer masadaki kadınla bana göz atıyordu. Kadın cep telefonuyla uğraşıyor, bense çengel bulmacada yüzünde kaşlarından ve kirpiklerinden başka tüy bulunmayan “ünlü bir Türk şairine” nasıl bir stil kazandırsam diye düşünüyor görünüyorum. Adam sürekli Tülay diye birinden bahsediyordu: -Hayatım, bak Tülay bu projeyi kabul etti. Eyvah, bir kadın ismiyle başladınız! Baştan kaybettiniz beyefendi.

-Bir aya kalmaz bu proje sıcak paraya dönecek gör bak! -Çocuğun okul taksidi için sıcak paraya bu ay ihtiyaç var ama! -Hem bu parayla bütün borçlarımız da kapanacak. -Nasıl? Kredi kartı borcunu ödemek için başka bir bankadan kredi çekin diye mi? -Canını sıkmana gerek yok. Sonunda rahat bir nefes alacağız. Hanımefendi içinden, bunu kaç kere duyduğunu saymakta. Bir senaryo yazmaya başladım, tabakla fincanın ağzını kapatırken. Parayı elinde tutamayan, giriştiği her işte elinde olanı sıvayan bir koca. Belli ki bu sefer de çapkınlığına denk gelmiş olmalı, projesini hayata geçirecek Tülay Hanım ile bir ya da birkaç güzel gece geçirmiş. Sevgili eşinin yüz ifadesine bakılırsa kocasının bu tür para kaybetme ve sıfırdan yeni bir işe başlama teşebbüslerine bağışıklık kazanmış. Muhtemelen Tülay Hanımla yaşanan kaçamaklardan da haberi var. Bu senaryo böyle uzayıp gidecekken masada bir hareketlenme oldu. Sakin sakin oturan hanımefendi aynı sakinliğini koruyarak eşine “Senin de Tülay’ının da Allah belasını versin!” dedi ve masadan kalktı. O sırada içimde film izlerken ne olacağını tahmin edebilen birinin haklı gururu yerleşti. Adam, rüzgârdan saçları uçuşarak giden eşinin ardından bön bön bakıyordu, gelecek planları da eşiyle birlikte kalkıp gitmişti sanki. Ben de bunu bahane bilerek kimsenin mesaiye beş dakika geç kalsam laf edeceği olmasa da kabanımı giyip hesabımı ödedim. Adam, bakışlarına hiçbir anlam yüklenemeyecek şekilde pencereden dışarı bakmaya devam ediyordu hala. Lokantadan ayrılmadan evvel cüzdanımdan bir kartvizit çıkarıp tabağının önüne bıraktım. Hızla lokantadan ayrılıp birkaç büyük adım atmıştım ki adam koşarak gelip kolumdan tuttu: -Bi’ dakika beyefendi, bi’ dakika! Ne demek bu şimdi? -Belli ki ihtiyacınız olacak efendim. İnsani bir yardım. Kim olsa aynısını yapardı değil mi? -Bu çok büyük bir terbiyesizlik!


Omuzlarımı silkip yoluma devam ettim. Biraz sonra arkamdan seslendiğini duydum: -Ilgaz sen misin? -Hayır, ben değilim. Yakın bir arkadaşım. Mesleğinde başarılı biridir. Yoluma koyuldum. Adam ise bir hışımla lokantanın kapısını çarpıp yerine döndü. Soğuk havada, aynı zamanda berrak bir maviliği olan bu havada anne ve babamın zar zor biten evliliklerini ve onların aksine bir çırpıda biten evliliğimi düşündüm. Bir evcilik oyunu belli bir süre sonra demir parmaklıklar ardındaki bir mahkûmun yaşamına dönüyordu. İki kişilik yatakta yan yana yatan kader ortakları, yatak odası ebeveyn banyosuna sahip bir hücre, gardiyanları da bir bebek. Birbirine çok benzeyen günlerin ardından evlilik suçunu biri üstlenir, diğeri tahliye olur. Gardiyan bundan böyle sadece bir mahkûmdan sorumludur. Diğeri bir hevesle atar kendini dış dünyaya ancak geçen yılların ardından ne dünya aynıdır ne de sicil temiz kalmıştır. Sorular karşına çıkan çoğu kişi tarafından ardı ardına sıralanıverir: “Neden ayrıldınız?” Yanıt ise: şiddetli geçimsizlik, anlaşmalı ayrıldık. Herkese bu yanıtı veriyorken benim bu hapishaneden tahliyemin sebebi kendimi bulmuş olmamdı. Ailemin ve ailesinin hevesiyle işlenen bu suç açık cezaevinde noktalandı. Aile tipi açık cezaevi. Neyse ki bizim bir gardiyanımız yoktu. Cezaevinden kaçmamız kolay oldu. O günün üzerinden tam yedi gün geçmişti. Ilgaz’dan beklenmedik bir telefon almamıştım. Haftanın son mesai gününde yine karnımı doyurmak üzere gittiğim lokantadan içeri girmeden bizim yetmişler popçusunu bir hafta önce oturduğum masada gördüm ve gerisin geri arkamı dönüp kaçar adımlarla yürüdüm. Hiç âdetim değildi fakat o gün ilk kez başkasının işine karışmıştım. Bu müdahaleye ben de anlam veremiyordum, nedensizlik denizi içinde -5 derecede yüzerken adamdan kaçtım. Ancak geç kalmıştım. Adam arkamdan seslenerek bana yetişti. Durup bekledim. Yanıma geldiğinde ağzını açmasına fırsat vermedim:

-Biliyorum gerçekten çok ayıp ettim. Tanımadığım birinin işine, özellikle aile işine karışmak kesinlikle haddime değildi. Sizden özür dilerim. İyi günler. Bu kez adam sakin bir şekilde beni dinliyordu. Kaşları çatık, sesi tok ve gözleri benimkilere dikiliydi. -Evet haddinize değildi ama haklıydınız. Bazen insani bir yardım bazı durumların farkına varılmasında yardımcı oluyor.” Gümüş yüzüğünün izinin kaldığı sağ elini kaldırdı. “Bugün boşanma talebini öğrendim. Oturup konuşmak için vaktiniz var mı? -Tabii ki. Bu “tabii ki” tanımadığım bir adamın ailesinden ötürü yakınacağı dertleri dinlemeye meraklı olduğum için değil, tamamıyla işgüzarlığımı cezalandırmak içindi. Bu adam da bir hafta sonra beni cezalandırmak için muhtemelen can sıkıntısından gelmişti. Geçen hafta benim oturduğum, şimdi adamın kahverengi paltosunu taşıyan sandalyenin karşısına oturdum. İçerisi sıcaktı ve tam olarak ne diyeceğimi bilemediğim konuşma bu lokantada geçeceği için az da olsa rahattım. Tanıdık biriyle karşılaşma hissi gibi, önceden bildiğim boş masa ve sandalyeler, kasanın üzerinde duran limon kolonyası ve karanfil tabağı kendimi güvende hissettiriyordu. Kısa bir an adam konuşmaya benim başlamamı bekledi. Yüzünde kendinden emin olmayan bir ifadeyle karşısında oturan bir yabancıya bitmek üzere olan evliliğine dair neler söyleyeceğini düşünüyordu belli ki. Ne yazık ki benden sohbeti başlatmak için bir girişim göremedi. -Sizi alıkoyduğum için özür dilerim fakat ne yapacağımı hiç bilmiyorum. Adam canı sıkıldığı için beni cezalandırmaya gelmişti: -İsmim Sami bu arada. Sami Altaş. -Sami Bey! Bakın her evlilikte sorunlar olur. Sizin durumunuzu tam bilmeden işgüzarlık ettim. Bunun sebebi de bu kavgaları çok etmem ve bunlara çok tanık olmam. -Yok zaten bizim kaçıncı kavgamız bu. Çevremizdeki herkes bu evlilik nasıl bu kadar sürdü diye şaşırıyordu.


Birinci çinko! Senaryo doğru gidiyordu: -Üstüne üstlük onu aldattığımı da düşünüyor! Ah! Ne acı. -Anlıyorum Sami Bey. Siz ne işle meşguldünüz? -Ben yazarım efendim. Bir film senaryosu üzerinde çalışıyorum. Zaten tartışmamız da bu yüzden başladı. -Evet zor bir durum sizin için. Eğer eşiniz kararından eminse Ilgaz’la görüşmelisiniz. Orta yolu bulup boşanmayı erteletmeye çalışacaktır. Size yardım edebileceğim başka bir konu var mı? -Hayır, hayır yok teşekkür ederim. Ben sadece biraz dertleşmek için birini aramıştım, siz denk geldiniz. -Yalan! Bu planlı bir cezalandırma. -Anlıyorum Sami Bey. Size yalnızca bir soru soracağım. Eşinizi aldattınız mı? -Hayır tabii ki… Bu tabii ki, yalan söylüyorum “tabii ki”siydi. -Yalnızca bir kerelik bir şeydi. Yoksa ben eşimi seviyorum ve onu asla aldatmam.

Nerelere uçmak ister bilmem ama o küçük kuş kafesimdedir ve benim ayaklarım bu yolun yokuşlarına alışıktır. Kaç yaşında olduğumu ve saçlarımı kimin kestiğini bilmiyorum. Yalnız, okunmaz bir yazı bırakıp da arkamda Nil’in durgun suyundan geçmiş ve Yusuf’u orada bulmuştum, bunu anımsıyorum. Gündüzü kör gözlerden saklar gibi sakladığımız ala boyanmış ellerimizi yine Nil’de yıkamıştık. Çünkü ellerimizi kanlı görürlerse bizi öldürürlerdi, suyu kimse suçlayamazdı. Nerelere uçmak ister bilmem ama o küçük kuş kafesimdedir ve o ne yana çevirirse başını, ben de o yana çeviririm. Bir bağbozumu vakti dünyayı tanımak arzusu düşmüşken içime evvel zamanlarda güzgörmüş ruhum yüzümdeki yarayı hatırlatır bana. Sonu gelmek bilmeyen ölü gecede; bu korkunç, bu karanlık, bu aysız gecede korkulu bir düş görürsem eğer Yusuf’u uyandırırım. Nerelere uçmak ister bilmem ama o küçük kuş kafesimdedir ve ben güneşi görmek uğruna bir pencerem olsun diye yıkmışken duvarımı, Leyla bir kat daha perde çekmektedir gökyüzüne. Tanrı bilir Leyla’nın öldüğünü, ben yaşıyorum. Yusuf bilir güneşin altında sudan çıkmış halimi ve göreceğimiz ilk baharda vuracaklarını beni. Bir guguk kuşu anlattı: Damı akan virane bir evin çatısı altında Yusuf kesmiş saçımı. Bir tapınak duvarına yüz sürüp savurmuş balkandan gelen rüzgâra. İşte böyle açılmış yüzünün yüzümde açtığı yara. Yusuf’un gözlerini bir daha güneşten yana açmayacağını biliyorum. Mavi yahut yeşil olmasının bir hikmeti yokken sonsuz kıymeti vardır bu gözlerin benim fezamda. Geceden geceye uzanan kanatlarımı ağır ağır kapatıyorum. Nerelere uçmak istediğini artık bildiğim küçük kuş, bugün kafesinden uçacaktır.


Dilimin bittiği yere kaldırım taşları yığılmış Hangi provokasyondan dökülenler olduğunu bilmiyorum kemiklerimi kırarak başlıyorum işe ceketimi asıyorum duvarda boş duran çiviye Fakat; beni bekliyor beklenmedik otopsi İçimde inşa ettiğim bu şehirde yemin ediyorum acısız olacak Henüz depremler bitmeden kasırgalar başlıyor meryem’e inanmadılar ama sen inan bana Rabbın gazabından öte hadi başlayalım ruhunun tadilatına Vatandaşlar yeni bir azap istiyor Ben ise dökülenlerden bir parça olarak bölüm iki - karındeşen jack’in askerleri Bir tuz-buz parçasıyım Vagon vagon bir şey değil ki bu otokontrolünü sağlayamayan otomobil sürücüsü Örümcek ağı! oto oto, pisi pisi, küt küt, dıt dıt Evet evet, örümcek ağlarının, ve zırrr Kaldırım taşlarının yığıldığı yerde, zili duydun başlat kaydı Dilim bittiğinde canlanıyorum. bu tarihi anı izlemek için yukarı kaydır Çatlaklardan sızan havayla çimlere basmayın, nefes alabiliyorum. şimdi kapımıza dayanır felsefi akımlar Ufak değil, sığabiliyorum. insan biçiyoruz burada, Katlandığım kadarı baktığım her yerde kan var evimin metrekaresine fayda. demiştim ya, idolümdür karındeşen jack ama allah ıslah etsin, kan döken ölecek Katlanıp sinsem de sırtım artık yokmuşçasına ağrılarla var olsa da bölüm üç - ocakta yemeğim var ve hatta gövdem incelip bir yaprakla yarışsa çığlığını hazırla, ateşe ihtiyacımız olacak sıkışmaktan da ötesini tanısam başı gövdeden ayırmak için fırlat üç bıçak küçüldükçe malzemeleri geniş bir kaba al, yaşadığımı sansam da oda sıcaklığında üç litre kan ekle evim büyük! mahkumlar sesini özlemiş, Adım adım ilerleyen frekansı ayarla ve çığlığı ateşle patikayı birileri açtı biliyorum birileri bütün insanlığı bir ocağa koy, ‘’her şeyden önce iki göz odan olsun’’ sesi mi? magmanın sıcağına böyle bir ziyafet yaraşır Provoke ürünü değilmiş taş-lar beynindeki kıvrımlar karamelize oluncaya kadar Evimin kapısı! karıştır Beni rotaya dahil eden tüm telkinlerin püf nokta: etkisiz hale geldiğinden emin ol Pençeleriyle sökülmüş de servisten önce serpiştir bombaları Pençelerinin gücü faiz oranlarının aksettiği güçle helvalarımız hazır, Hıncahınç yığmış bu taşları, misafirler acıkmıştır, kur düzeni hepimize yetecek kadar var, Dilimin sonuna, sil elindeki kan lekesini Düğüm, düğüm, düğüm… İç çekişlerim duvarlarımı titretiyor, bölüm dört - vasiyet Dişlerimi sıkarsam Depremden kaçabilirim, biliyorum şiddeti iliklerine kadar hisset Ya duvarları yıkacağım şirketi batır ve borsaları seyret Ya da nefes almayı bırakacağım ve son olarak söyle o sihirli cümleyi: Zira iyi bilirdik rahmetliyi Duvarın iki tarafında da yaşamak kınıyoruz bunu yapan canileri Mümkün mü? bölüm bir - kolları sıvama vakti


Bedelli Bedelli yaşamı yaşamı nefti nefti kâbuslara kâbuslara teslim teslim Paha biçilemez her bir Paha biçilemez her bir duyguya duyguya kudurur kudurur ağzı ağzı köpük köpük tutar tutar Bir Bir kentin kentin çürüklerinden çürüklerinden doğmuş doğmuş vasati vasati parça parça İş İş tutmaz tutmaz yordam yordam bilmez bilmez yeşil kapılarda yeşil kapılarda sürünenler sürünenler sürüsü sürüsü (Evi, (Evi, evi... evi... güzel güzel evi!) evi!) Bir sübyanının aşını yedi Bir keresinde keresinde tam tam 32 otuz iki sübyanının aşını yedi Hala piç gibi sırıtır, geğirir, karnını Hala piç gibi sırıtır, geğirir, karnını tutar tutar (gurul (gurul gurul) gurul) Sessizliğin sonu bomboktur, anlatabildim Sessizliğin sonu bomboktur, anlatabildim mi mi güzelim? güzelim? Kulaklarımdan buruk bela geçti ya ya Kulaklarımdan ciğerime ciğerime 32 otuz iki buruk bela geçti Hasebiyle asabiyim, yeminlerim adam asmacaya Hasebiyle asabiyim, yeminlerim adam asmacaya çıkıyor çıkıyor Harf Harf veriyorum: veriyorum: siyanür siyanür Aktarmasız Aktarmasız öbür öbür dünya dünya seferi seferi –first –first class– class– Ama anaları ağlatır bu, hıçkırıkla Ama anaları ağlatır bu, hıçkırıkla analar analar "Çektirdiğini "Çektirdiğini çeksin" çeksin" demez demez mi mi ölü ölü oğul oğul borsacılarına? borsacılarına? Cansız Cansız beden beden kurunun kurunun sürekli sürekli kazandırdığı kazandırdığı piyasalarda? piyasalarda? Tabi ya, şimdi yeni bir tane seçmeli Tabi ya, şimdi yeni bir tane seçmeli Harf Harf veriyorum: veriyorum: giyotin giyotin Liberte Liberte ve ve egalite egalite için için Yine Yine de de içimde içimde bir bir ceza ceza aksar aksar merhamet merhamet denilen denilen Çünkü bilirim kan göllerinde kurumadığını Çünkü bilirim kan göllerinde kurumadığını günahların günahların Ve Ve durulmadığını durulmadığını tarihin tarihin Bütün Bütün bıçaklar bıçaklar ve ve Zülfikar Zülfikar Kınlarını bulmadan Kınlarını bulmadan önce önce Geriye Geriye son son bir bir harf harf kalır kalır Adalet gibi ama Adalet gibi ama daha daha kesin kesin Varlığına Varlığına çok çok daha daha inanılır inanılır bir bir harf harf Duvarları Duvarları kazır kazır parkeleri parkeleri yırtar yırtar atarım atarım sırf sırf gösterebilmek gösterebilmek için için Ama doğru, tabi ki doğru Ama doğru, tabi ki doğru Ben Ben kitaplardan kitaplardan öğrenmiştim, öğrenmiştim, şüphesiz şüphesiz şöyleydi şöyleydi Havai fişekler takvimlere sadıktır Havai fişekler takvimlere sadıktır Kimseler Kimseler görmeden görmeden oo gün gün Kuşağımın Kuşağımın sancıları sancıları hastaneye hastaneye kaldırılır kaldırılır Ve Ve sonra sonra ansızın ansızın Bir gece yarısı Bir gece yarısı Kuvözde Kuvözde mucize mucize yaratısı yaratısı

Ses koptu yerinden Kuş uçuşunu astı dala Adı içine sinmeyen bir çiçek Yepyeni bir adla çağırdı kendini Arçatlatan Böyle bilinecek olmak bundan sonra Hoşuna gitti adı üstündenin Orman oldu çiçek tüm bunlarla Yeri bir sesin Kuşu bir uçuşun Ağacı bir dalın Ve çiçeği yepyeni bir adın Arçatlatan Her şeyin adı burada Yeniden kondu yerli yerine İlk ses, ilk uçuş, ilk ağaç Ve beğenilmek yeni adıyla bu ormana Büyük bir anlam verdi Büyük ve kara Sesledi onu kötülüğü sesleyenler Kötü olan ne varsa onun yerine Arçatlatan

Uçuş kötüye yoruldu Ses kötüye Ağaç direndi bir vakit Ama o bile dalıyla gövdesiyle Yoruldu kötüye İlk adları pak olanlar İkinci adlarıyla anılmaya başlar başlamaz Yoruldular, vuruldular, kuruldular kötüye Kaldı göbeklerinden birbirine bağlı İki kelime hepsinden geriye Ne varsa dokunan, kirlenen, temize çekilmesi gereken Ne varsa çıkaran yoldan, gelen üst üste, koparan Kaldı ad diye kötüye Arçatlatan.


"Vadiye yürüyerek inilmezmiş çünkü insanoğlunun diğer hayvanlara kıyasla iki ayağı üzerinde yürümesi vadiye inişi imkânsız kılarmış. Önceleri inenler olmuş ama vücutları öyle yaralar, öyle bereler almış ki iyileşmeleri çok uzun zaman alsa da vücutlarındaki yaraların kalplerine verdiği yara hiç iyileşmemiş. Vadi halkı o insanlardan fazla söz etmezlermiş çünkü vadinin oluşumundan daha öncesine dayanan kadim raconları varmış. Racona uymadıkları için, vadi halkı onlardan din üzerinden siyaset yapan orospu çocuğu politikacılara duydukları nefretin oluşturduğu denizin berraklığını bozan taşlardan daha çok nefret ederlermiş. Vadiye yüzerek gitmek yine insanoğlu için olanaksızmış çünkü iki ayaklıların yüzme becerisi denizin en sakin zamanlarında bile fazla güçsüzmüş. Yine bilinmeyen bir zamanda vadiye yüzerek gelmeye çalışanlar olmuş ama denizin en sakin zamanında bile oluşturduğu dev, köpüklü, acımasız ve bir o kadar da sevgiyle insanoğlunu kucaklayan dalgaları onları denizin kalbine çekmiş. Vadi halkı onlardan da söz etmezlermiş. Hiç tanımadıkları, sevişmek istemediği için insanoğlu tarafından öldürülen insanlara ve din üzerinden siyaset yapan orospu çocuğu politikacıların köpekliğini yapan insanoğlunun, haklarını savunmak için öldürdükleri insan ve insanoğullarına olan üzüntülerinin oluşturduğu bir dağın ikiye ayrılması kadar üzülürlermiş. Üzülürlermiş çünkü vadinin raconu bunu gerektirirmiş. Vadiye ayda bir kere yine eskiden vadide yaşayan, beyaz saçlı ve kızıl sakallı, vadinin ikinci doğanlarından, yıllardır üzerinden çıkarmadığı rengi solmuş sarı balıkçı yağmurluğu ile yine o yağmurluğu aldığı sene vadinin ölen ağaçlarından kendi evinin çivilerini sökerek yaptığı küçük ama çoğu devirden büyük, sol korkuluğu büyük bir balığı yakalamaya çalışırken kırılan teknesiyle, vadi dışındakilerin deyişiyle liman zabıtası, vadi halkının deyişiyle kasapların Erdoğan gelirmiş erzak ve vadiye gelmesinde sakınca görmediği insan ve insanoğullarını vadiye getirmek için. Vadiye götürmeye layık gördüklerine kendi yaptığı palamut çaparilerinden ve ne zaman aldığı belli olmayan hafif sirkemsi şarabından verirmiş, vadiye götürmeye layık görmediklerine ise attığı sözsüz bir bakış zaten anlatırmış anlatmak istediğini. Vadiye getirdiği insan ve insanoğulları vadide bir ay geçirmek zorundaymış çünkü kasapların

Erdoğan ne zamanından önce ne de zamanından çok sonra sürermiş motoru kendisinden büyük teknesini. Konuştuğu nadir zamanlardan birinde neden ayda bir geldiği sorulduğundan " Vadinin raconuna karşı gelmek, annemin yaptığı yemeği tabakta bırakmak kadar ayıp ve gereksiz." demiş. Kasapların Erdoğan aslında çok konuşkan bir adammış ama vadiden ayrıldığından beri konuşmaya tenezzül etmemiş ya da konuşması gereken şeyler fazla gereksizmiş. Orada bir ay yaşamaya mecbur insan ve insanoğullarının vadide yaşamaya layık görünenleri vadi halkı tarafından vadinin ölen ağaçlarından ve yine kendi kulübelerinden çıkardıkları birer çivi ile yaptıkları kulübeler ile ödüllendirirmişler ve kadim zamanlardan beri orda yaşıyormuşçasına onları kendilerinden biri gibi görmüşler. Yaşamaya layık görmediklerine ise sadece kaldıkları süre boyunca pek güzel ağırlarlar, gidecekleri gün kasapların Erdoğan, teknesini yanaştırıp tekneye adım attıklarında hep bir ağızdan vadinin en acıklı türkülerini söylerlermiş, vadide yaşayan tüm canlıları ve vadiyi ağlatırcasına. Türkü bittiğinde denizin köpüklü büyük dalgaları dümeni eğri tekneyi söyle bir sarsar ardından sert bir karayel esermiş. Vadiden dönenlerin bazıları bunu kasapların Erdoğan'ın verdiği sirkemsi şaraplarını yudumlarken sakin bir Eylül yağmuru gibi ağlayarak anlatırmış. Bazıları da sadece sigarasından büyük nefesler çekerek boşluğa bakarak anlatmazlarmış. Vadinin raconu bunu gerektirirmiş." Hikâyesini bitirdiğinde yaptığı peynirli omletin buharı yarı çıplak vücuduna vuruyordu. Omleti masaya koydu, sonra teybin düğmeleriyle rastgele oynayıp yedi-yirmi dört grunge çalan bir radyo kanalı bulup bir sigara yaktı. Çaydanlığın buharı tüm mutfağı kaplayıp çayın demlediğini tüm hıncıyla haykırırken sigarasını dudaklarının arasına alıp çayı üzerinde silinmiş anlamsız resimler bulunan eski kupalara doldurup masaya geldi. "Soğumadan yemeye başlasan da yavaş yavaş toparlansak artık!" dedi. "Sen omlet yapmayı bilmezdin.” dedim şaşırmış bir ses tonuyla. Sinirli bir şekilde yüzüme baktı: "Abim öğretti bir şeyler. En son kendi imkânlarımla bezelye pişirdiğimde tencereye bakıp ’’Aslında bezelye çorbası niyetine yenebilir.’’ dediğinde sinirlendiğimi görüp pratik tarifler verdi.


Ağır pratiklerin sonucunda olan bu." çayını yudumlayarak bitirdi sözünü. Hala gecenin huzursuzluğunda olan ben ne çaydan içebiliyor ne omleti tadabiliyor ne de sigara içmeye istek duyuyordum. Uzun zaman sonra tekrar karşılaştığın biriyle gayet hoş ve şehvet dolu bir gece geçirdiğinde nasıl hissediliyorsa öyle hissetmeye çalışıyordum ama pek de fayda etmiyordu. Yarı çıplak vücudu ile karşımda otururken bu tarz düşüncelere girmem hem abes hem de ona karşı büyük ayıp olacağından dalgın dalgın ona bakmayı sürdürdüm. Yaklaşık bir buçuk saat sonra toparlanıp evden çıktık ve sahil kenarında yürümeye başladık. Hava kapalıydı, rüzgâr dalgalı saçlarını savuştururken Akdeniz ikliminde büyüyen onun Marmara rüzgârına karşı mücadelesi destansıydı. Boş ve hafif ıslak banklardan birine oturduk. Uzun bir süre konuşmadık. O ara ara bana bakarken ben sadece Marmara’nın sinirini dışa vurmasını izledim. Konuşsak muhtemelen dün gece unutulacak, o üzgün ben ise hissiz bir biçimde yine Marmara’nın öfkesini izlemeye koyulacaktım. Bu böyledir çünkü her zaman ilk kurşunu sıkan kaybeder. "Hani çocukken annenin elinden tutmuş çarşı pazar gezerken vitrinde bir oyuncak görürsün. Israr edersin aldırmak için, ağlar, yerlere yatarsın, ortalığı birbirine katarsın ama aldıramazsın çünkü ailenin o oyuncağı alacak gücü yoktur. O oyuncağın hasreti ve güzelliği ile büyürsün. Kendi ayaklarının üstüne basan, hayatın tüm stresi ve boğuculuğunun uzun ve sert akıntısında sürünen biri olursun. Sonra bir gün aynı oyuncakçının tozlanmış rafında, aynı yerinde o oyuncağı tekrar görürsün. Tabi zaman senin büyümeni engelleyemediği gibi o oyuncağın da eskimesini engelleyemez. O an, o oyuncağı alacak gücün vardır ama inatla almazsın. Çünkü onun ulaşılmazlığının tatlı hazzı ile büyümüş, yetişmişsindir ve farkındasındır eğer o oyuncağı alırsan belki de hiçbir şey güzel gitmeyecek. Belki de pişman olacaksın eskidiği için. Farkındasındır çünkü onun çok önceden elde edilmesi zor, şimdi ise zamanı geçmiş tozlu raflarda hiçliğe gitmeyi beklemekte olduğunun. İşte benim sana olan aşkım da bu. Ben seni değil senin ulaşılmazlığını ve sensizliğin bana yaşattırdığı acıyı seviyorum!” Duygusuzluğu ile tanıdığım o kadının gözlerinin yaşardığını görmek kış ayazında evlerin damından akan su damlasının enseme değmesinin donuk acısını yaşatmış olsa da, kendimi, ruhumun tamamının zamanda kaybolan azı kadar ifade etmenin rahatlığı ile bir sigara yaktım. Bir nefes çektikten sonra hiçbir şey demeden sigarayı du-

daklarımdan alıp hızlıca içmeye başladı: "Benden bu kadar nefret ettiğini bilmiyordum." dedi sigara dumanı oturduğumuz bankın üstünde yoğun bir çatı oluştururken ve devam etti: "Neden sormadın hiç niye bu halde olduğumuzu bana? Neden bana bağırıp çağırmadın? Neden hiçbir şeyi sorgulamadan oluruna bırakıp çekip gidiyorsun? Belki anlatamadığım sebepler vardı? Belki baskı altındaydım? Belki etrafımda senin varlığından rahatsız insanlar vardı? Belki, bir gün seni kaybedecek olmanın korkusuyla bu kararı verdim? Sonuçta herkesten önce ölüp gideceksin. Belki de benden önce ölecek olmanı kaldıramadım? Neden sormadın bunları bana? Neden? Neden? NEEEDEEEENNNN?" Avazı çıktığı kadar bağırdı ve o zamana kadar ağlamadığı kadar şiddetli ağlamaya başladı. Sigarası sonuna kadar rüzgârın da teşviği ile yanarken bir sigara daha yaktım. Haklıydı, hiçbir şeyi sorgulamadan bitirmek istiyorum dediğinde gitmiştim. Belki sorsaydım nedenini, belki bağırıp çağırsaydım bu halde olmayacaktık. Bunları düşünürken sigaramı yarılamış Marmara’nın artık öfkeden yenik düşmüş amaçsız dalgalarını izlemeye devam ediyordum. Ummadığım bir yerde ve umduğum bir zamanda öyle vurdu ki haykırışından oluşturduğu yumruğunu sol gözümün altına, bin kere öpse de iyileşsin diye bin kat fazla kanardı o dakikalarda. Hiç görmediğim kadar ağlaması ve hiç görmediğim kadar bağırması bir ağır sıklet boksöründen tam göğsüme kroşe yemiş gibi acıtmıştı. Zaten o anda her an vurabilirdi yaşadığı hiddetin etkisiyle, arkadaşları öğretmişti bir iki hareket. Yaşlarını silip bir sigara daha yaktı. Benim Marmara’yı izlememi aldırmadan bana dönüp uzun uzun baktı. Benim Marmara' ya, onun bana uzun bakışlarından sonra tek bir cümle çıktı ağzından sadece: "Neden tekrardan biz diyemiyoruz birbirimize?" Elimi tutmak istedi, geri çektim, tüm üzüntüm ve ona duyduğum hayranlıkla. Zihnimde müzik yankılanmaya başladı o anda: “Overwhelmed, you chose to run

Apathetic to the stunned It's your decision”

"Biz iki temmuz gecesi öldük!" diyebildim sadece. Sert bir rüzgâr esti, rüzgârla bir kaç yaprak havalandı isimlerimizi kutsarcasına. Sadece siktir olup gittim.


dünya belki harbiden düzdür ben anlamam atlasım senin kasığından başlardı adriyatik dudağının kenarı bir damlasından sağ çıkamam anneme yalan söyledim ellerimi kediler çizmedi hafızadan kontak birinden ali ihsan denen bir herifi dinledim eve dönünce seni aramadım sesin cayır cayır paramparça buramburam sevdam çıkışmıyor deftere yaz kalanını sonra vereyim rengin değişmiş seni içime alamam attığın tokat yüzümde kırmızı şaraba dönüştü sanki şapır şapır iniyor kirpiklerimden, bütün bu tantanayı hak ettim

itfaiye meydanı’nda bir günde kaç sigara içilir orda bir tezgâhta iki büklüm bekleyen akrepsiz yelkovanlı bi cep saati gibiyim kırmızı fayanslı bar tuvaletinde tek başıma beklediğim kırmızı tek çizgi kırmızı siyahlı şalım hep sol omzumdan düştü omuzlarımı sen de sevmedin sonra gidip yıkadığım balkon hiçbir şey olmamış gibi, hiç tane şey oldu zaten acıdığın halimin tutacak yeri kalmadı aşktan da yolum zerre geçmedi bi tek içim bakire hem füruğ da oğlundan ayrı kaldı öldürdüğüm bebeğimle konuşuyorum bir gün ben de öldürdüğüm tüm o bebekler olucam seninle ilgili her şeyin başına gerçek kişi ve kurumlarla ilgisi yoktur yazıp sana maruz kalan her şeyi herkesi kıyametten kurtarıyorum sessiz ol sesini kaydediyorum



Yarı uykulu ve hareketsiz geçen günlerinin ardından, o gece uyumak istememişti. Zaten sabah erkenden hücresinden alınacak ve o meşum sehpaya götürülecekti. Geri dönüşün imkansız olduğu inanmak istememesine rağmen bütün kesinliğiyle karşısında apaçık belirirken, son saatlerini, bir parça maziyi yâd ederek, sevdiklerini ve ailesini düşünerek, küçük oğlunun sevimliliklerini hatırına getirerek geçirmek gibi, sıradan ve fâni insanların yine sıradan ve fâni istekleri onda da belirir gibi olmuştu. Heyhat, birden hayatı boyunca çok az neşelendiğini, kahkahalar attığını, espriler yaptığını hatırladı. Saatler sonra nihayete erecek yaşamını acı çekerek, kederlenerek somurtkan bir şekilde geçirmişti, yaşadığı coğrafyada neşenin haram kılındığı diğer insanlar gibi. Şu an, onu burada kılan, keşkelerine bir yenisi daha eklendi. Günlük hayatta teferruat olarak bile niteleyebilemeyeceğimiz ufak tefek hatalar ve kendi şartları içerisinde hata bile sayılamayacak eylemleri yüzünden demir parmaklıkların altında bu soğukluğuyla ilkokulda gördüğü derslerden hayal meyal hatırladığı soğukluğuyla meşhur ülkeleri anımsayan betonun üzerinde idi. Hâlbuki ona kötülüklerin sıcak ile cezalandırılacağı öğretilmesine rağmen, beton soğuktu, ince uzun şerit gibi boydan boya dizilen demir parmaklıklar daha soğuktu... Bu çelişkinin anlamı neydi? Pişmanlıklar, keşkeler gözlerinden hiç durmadan boşalan yaşlarda görülebilirken bir anlam arayışında olan herkes gibi o da haykırıyordu: “Niçin?” Karşısına onu parçalamak isteyen bir dev misali çıkan; kaderi niye fırtınaya dönmüş, her şey bambaşka olamaz mıydı, böyle mi olması gerekiyordu gibi sorularla boğuşurken bir taraftan da son saatlerini niye böyle geçirdiğini düşünüyordu. Neticede, her insan hatalarıyla vardır ve onun da hataları burada olmasına neden oldu ama bu hataları yapmasa daha farklı hatalar yapacaktı ve bambaşka bir soğuk cehennemin içerisinde bulunacaktı belki de… Ancak bu noktada bunları düşünmenin bir yararı var mıydı, bilmiyordu. Son saatlerini, ömrünün geri kalanından daha farklı bir biçimde yaşamak, bir idam mahkûmunun isteyebileceklerinin en masumu olsa gerek... Mutlu olmak, gülmek, hiç olmazsa tebessüm etmek gibi basit ama erişmesi zor şeyler istiyordu. Yıkımına ve sonuna yol açan hatalarını düşünmek onu takatsiz bırak

maktan başka ne işe yarıyordu ki? İnsanın, geçmişteki hatalarının muhasebesini yapmak, geleceğine yön vermesi konusunda inkâr edilemeyecek önemdedir, ancak devasa bir taşa toslamadan, içinden çıkılmaz bir çamura batmadan, geleceğine hâlâ yön verebilecek bir kudreti haizken bir anlamı vardır bunların. Geleceğin düşünülemediği, umut ilkesine rastlanamayan bir hayat, tam olarak onun sahip olduğu... Yıkımın, sonun kabullenilmesi ne acı... Son saatlerini böyle geçirmek, onun için işkenceden ne farkı vardı ki... Aklına geçmişteki güzel olayları, ailesini ve çocuklarını getirmek, yaşayacakmış gibi onlarla hayal kurmak... Oysa bu hayalleri yaşayamayacak olmak ızdırabının katsayılarını artırıyordu sadece. Büyük oğlunun okula başlayacağı, âşık olacağı, evleneceği, çocuk sahibi olacağı günleri göremeyecek, mutluluğuna ortak olamayacak... Son saatlerinde sevincini var etmek isterken kederini zirveye çıkardı bu... Ölümü beklerken yaşamıyordu, yaşayamıyordu... Geçen her bir dakika ona çok uzun gelmesinin yanı sıra, bu acıların nihayete ermesi için vaktin bir an önce dolmasını ve darağacına çıkarak boynunu urganın içine sokmayı beklemekten başka ne yapacak ne vardı ki bu son saatleri bir anlam taşısın! İş işten geçmişken, mana taşımayan bu fikirler ve duygular içerisinde boğulmamak için kendi kendinin celladı olmak istedi ve aniden harekete geçti. Çarşafını yatağından çıkarmasıyla bir ip gibi büzüştürüp, oturma kısmı tahta olan demir sandalyenin üzerine çıkması bir oldu. Urgan gibi büzüştürdüğü çarşafı, devletinin tavana adeta bazı suçluları yargılamadan infaz etmek için koyduğu çengele düğüm atarak asıp boynuna geçirdi. Mahpusa düştüğünden beri ilk defa şevkle bir iş yapıyordu. Ve o an karısını, çocuklarını, hatalarını ve pişmanlıklarını düşünmüyor, yapacağı işe odaklanmış haldeydi. Ve bunu yaparken kendisini hayatta hiç olmadığı kadar vakur görüyordu. Ölümünü başkalarının ellerine bırakmamak... Ah! ne güzel histi bu. Düğümü boynuna iyice sıktı, sandalyeyi yokladı ve bağırdı, "Artık yaşıyorum!". Gardiyanlar, hücresine yetişemeden zarif bir topuk darbesiyle sandalyeyi sırt kısmından devirmişti. Bu, muhtemelen hayatında gurur duyduğu tek davranışıydı...


ıslak. yollar çağrına bağlı içime açtığın boşluk: sinme hüzün! berduş kirpi! apartman boşluğunda paspas anahtarsız kaldım, caddede hortlak sürüleri bağrıma astığım sunak kan topladı yıldızlar yüzümü fayladı, ayaklarım sızladı düşlere çöktüm –esrik tahammül burçlara ataçlanan notlar, sükûta meyilli çakra etimdeki balçık gözyaşıyla sınandı zamanı değil, yalpalayan yerlerimden azarlanmak –klişe kontrbas. sesime yıkılan manolya! –mıh. büyücüm! –aşk kaşları çatık şaman –ahu! Budapeşte Radyosu’nda! Nazım Hikmet geçişleri içimdeki yılkı çılgın, udumu dürten mızrap kaynaşık çapraz kışlarda öldürdüler –çocukları haziran öz kardeş, elbisem yok düşürdüğün yerden al beni, topu topu üç karanfil

: eşitlik, özgürlük ve kardeşlik. yüzüme bakacak yüzün mü var? hanidir penceresi açıktır –ömrümün süsengilvari. o yüzden belki de çok çabuk üşütürüm komplekslerim ayyuka çıkar, liman liman eskittiğim cüzdan– ilaca yatar. şanımla aç gezerim bak! bu yamalı pelerin: im, kendi icadım uçtukça vurulan kızgın kuş. rüyasız! gece gerçekleri sarkastik sekans. kadim tahtlar aşağılık, üvey ağrım– sırnaşık kramplarımın endemik serkeşliği baş aşağı tolerans, uçurum öfkem ve türbülans

: dün, bugün ve yarın. aşına aşına geleceğim –yanına kuşkun olmasın

: kana kor, düşmana korkunç, sükûta paydos! -bir dost! olarak


torların da onun kistinden bahsederken bu kelimelerin benzerini kullandığı hatırlıyor.

Söyleyemediği ve ne anlama geldiğini bilmediğini kelimeler.

Dünyanın literatüründe bazı sebepler vardır. Bu sebepler ya var olduklarını belli etmek için ya da var olmanın var olmamakla olan edepsiz ve sebepsiz sürtünmesini duvarlara kazımak için bazı önlemler alırlar. Mesela sizin bazı kuralları yalamanızı isterler. Bir kedi misali kaplanlaşmanızı ya da bir zürafa misali fareye dönüşmenizi buyururlar. Her ne kadar niyetiniz padişah olmak olsa da ortada bir ferman olmadığı için yalamazsınız kuralları. Onun yerine pencereleri açarsınız. Lakin bilirsiniz medreselerde kulaklık satılmaz. Yine de bir umut açarsınız çarşafları. Bakarsınız etrafınıza. Gelene, gidip geçene, kalıp durana, uçup ağlayana ve tabii ki yırtıp kusana. Sonra birileri çıkar karşınıza. Olması gerektiği gibi. Olması zorunlu olduğundan değil. ***

Ona kistinin büyüyüp kanser olma olasılığını hatırlatıyor. Belki bu olasılık çok düşük ama içindeki ağaçların kesilmesine engel olamıyor. Ve istiyor çamaşır sepetlerini. Aynı zamanda isyan etmeyi ve kuru pastaları. Ama maalesef hamur yapmayı bilmiyor. Ki önünde bir şişe var. Sözde su şişesi. Fakat gerçekte fare zehri. Ve bu durum herhangi bir hamurun sertleşmesine olanak sağlayan anlaşmalardan farksız. Hazır hamurdan bahsetmişken çok fazla parasının olmadığını da söylemeliyiz. Kimler söylemeli? Ya da kaç tane el şu an bu satırlarda bilmiyorum. Ayrıca hamurun parayla bağlantısını da bilmiyorum. Neden bilmediğimi de bilmiyorum. Murat Boz hayranı olan insanların sayısını, bir lensin ortalama fiyatını ve belinize taktığınız kemerin -eğer taktıysanız- bedenini de bilmiyorum. Ama Nazlı’nın fazla parası yok ve o fakir. İşte bunu biliyorum. Bu yüzden görüp de alamadığı şeylerin sayısı görüp de aldığı şeylerin sayısından fazla. Canının istediği durağa hiç uğramıyor bile. Arkadaşları onun yerine uğruyor. Bir yerlere gittikleri zaman arkadaşları ödüyor yemek parasını ya da başka bir şeyi. Bu sebepten, dışarı az çıkıyor.

Çıkan kişilerin adı vardır. Ünü, lakabı, gırtlağı ve hatta zenci gırtlağı. Ama size sadece adlarını söylerler. Bu duraktakinin adı da Nazlı. Nazlı, dünyanın en halısal şairi. En bakışsal peteği ve en doğrusal x ekseni. Bir de insan ***

dediğimiz varlığın tür olarak noksan kaldığını Bir gün yine arkadaşları ikna ediyor. Gelsin biliyor. Evet, bu bir marifet. O da farkında. Ama azıcık gülüp eğlensin diye. O da geçiriyor farkında olmasına rağmen kendini herhangi bir oduncu gömleğini üstüne. Adımlarının ritmini türün içine sokuyor. Mesela genelde üzerine oduncu gömleği geçiriyor. Tabii ona göre bunun asıl sebebi Arabistan‘a olan sevgisi. Ki o ne derse desin dünyanın bütün ayrıştırıcıları, bunun kopyala yapıştır serüveninden kopan bir çamaşır sepeti olduğunu biliyor. O yüzden kendisine noksanlıktan haberi olan bir doksan diyebiliriz. Sonra “Dış görünüşüne fazla önem vermiyorum.” diyor. Ama vermek istiyor. Bu sebepten saçını açık bıraktığı halde kulakları delik. Ve uzun küpeler taktığı halde boynu kısa… Bir de kendisinin rahminde kist var ama çok küçük. Doktorlar bir gün yok olup gideceğini söylüyorlar. O da sırf bu doktorlar yüzünden Starbucks’a gidemiyor. Çünkü ne zaman gitse oradaki kahvelerin adlarını görüyor. Dok-

arkadaşlarının adımlarının ritmine tutturuyor. Aynı anda ve aynı sayıda. Yaşlı kadınların pepe şapkası taktığı bir mekân buluyorlar. Mekânın tam da ortasına koyulmuş yuvarlak bir masaya beş kişi tırnak gibi diziliyor. Sonra tabii başlıyor kahkahalar, çığlıklar, atılan bacaklarda sallanan çizmeler… Nazlı mı? İşte o da ara sıra uyuyor. İçiyor çayını. Bir bardak, iki bardak, üç bardak derken mesanesi Halil Sezaiyi’nin sesini duyuyor. Hem de sokaktakilerden. Ağlayan ya da vücutlarındaki tokaları koparan mendil satıcılarından. Hep beraber ona “ÇİŞİN GELİYOR” diye bağırıyorlar. Peki Nazlı onları duyuyor mu? E mecburen canım. Yoksa altına edecek. Peri kızı arkadaşlarına peri kızı gibi gülüp “Tuvalete gitmeliyim.” diyor. Kalkıyor yerinden ama kalkarken bacakları masaya çarpıyor. Ma-


sadaki bardaklar ve onların içindeki çaylar ufak bir kriz geçiriyor. Sonra da cansız varlıklar âleminde yaşadıklarını hatırlıyorlar ve kriz dediğimiz şeyin imkansız olduğunu fark ediyorlar. Ardından da hatırlamak eyleminin sadece insanlığa mahsus bir kitap kapağı olduğunu görüp, Peri kızlarının bakışlarıyla yumuşuyorlar. Ve tabii ki Peri kızları narin, ince, zarif… Ter kokusunu görmemiş, kusmuk poşetleri çöpe boşaltmamış insanlar… Mecburen gülümseyecekler bizim çaylara ve bardaklara. Nazlı da kalkıyor yerinden. Yürümeye başlıyor. Hela yolu hac yolu gibidir derler. Gerçekten de öyle kutsal ve rahatlatıcı ama Nazlınınki öyle olmuyor işte. Yolun sonunda tabii ki kapı var. Hayır, kapı kötü yollara açılmıyor. Kapı sadece kilitli. Açamayan Nazlı değil. O zaman kilitli olduğunu mu nerden biliyor? Çünkü… Çünkü önünde bir adam var. Ve ayağıyla kapıyı tekmeliyor. Yani kapı kilitli değilse adam neden tekmelesin ki? Nazlı bir süre bakıyor adama. Sonra dayanamayıp ona: Ne yapıyorsunuz? Kapı kilitli. Açmaya çalışıyorum. Çilingir çağırın o zaman. Ya da yedek anahtar falan yok mu? Ben çilingirim zaten. Nasıl yani? Çilingirsiniz ve kapıyı bu şekilde mi açıyorsunuz? Evet. Ama nasıl ya? Böyle tekmeliyorum işte. Peki kapı ne zamana açılır? Bilmiyorum. Ama bana yardımcı olursanız işim daha da kolaylaşabilir. Yardım mı? Evet, ne olur kapıya tekme atın. Ne olur mu? Yalvarıyormuşum gibi oldu değil mi? Evet, yalvarıyorum çünkü. Kapıya tekme atayım diye mi? Evet, ne olur? Bir şey olmaz. Sadece mantıksız geliyor. Ayrıca sanırım tuvalet ihtiyacınız var. Eğer böyle bir durum varsa bakın erkekler tuvaleti şurada. Tuvalet ihtiyacı mı? Size çilingirim dedim ya. Ayrıca yüz yıllık çişi bu kadar nazikleştirmeye gerek var mı? Çiş yüz yıllık bir kelime değil.

Yüz yıllık olan çiş kelimesi değil zaten. Çişin varoluşu. İlk insanların çiş yaptığını nereden biliyorsunuz ki? Waffle yemediklerini biliyorum ama. Waffle iğrenç bir şey zaten. De ne alaka? Waffle yiğidin ekmeğidir çünkü. Waffle ekmek değil. Ayrıca o sözün doğrusu: “Umut fakirin ekmeğidir”. İşte ilk insanlar da fakir. Yoksa niye hayvan avlayıp bitki toplasınlar? Neden paraları Leyla’ ya basmıyorlar? Ayrıca bütün hamur işiler ekmektir. Kim demiş? Cani Karatay. Çok fazla Zahide Yetiş izliyorsunuz anlaşılan.” O çocuk doğurmadı mı ya? Bakın, ne yapmaya çalıştığınızı anlamıyorum. Ama anlamaya da çalışmıyorsunuz. Söylediğim her lafa aynı derece de cevap veriyorsunuz. Şimdi de eleştiri zamanı mı? İlkokuldayken okuma zamanı diye bir ders vardı değil mi? Evet, ama benim okulum kalırdı o uygulamayı sonradan. Neden acaba ya? Hiç merak etmediniz mi? Aslında çok merak ettim. Gidip okulun müdürüyle boks yapmayı falan da düşündüm. Şiddete gerek yok ki. Gidip sorabilirdiniz. İnanmıyorum. Yoksa siz boks yapmayı biliyor musunuz? Neden bilemeyeyim? Oduncu gömleği yüzünden. Boks yaparken oduncu gömleği giymiyorum ki. Ondan demedim ya. Yani eğer oduncu gömleği giyiyorsanız oduna merakınız var demektir. Ama siz odunu değil kum torbasını yumrukluyorsunuz. Sevmediğiniz bir şeyle iş yapmak ne bileyim kötü değil mi ya? Yani bunu sizin söylemeniz biraz tuhaf. Çünkü işinizi sevseydiniz kapıya tekme atmazdınız. Tamam, neyse bakın bana yardım eder misiniz lütfen. Eğer ederseniz size para veririm. Yüz lira. Yüz lira? Evet. Nazlı bir süre düşünüyor ve kendi kendine artık arkadaşlarından borç almaması gerektiğini, bugünkü masrafı kendisi ödese vicdanının nasıl rahat edebileceğini hayal ediyor. Kabul ediyor teklifi. Adamla beraber tekmeliyorlar kapıyı. Çişinin geldiğini de unutuveriyor.


Bir yarım saat sonra falan kapı açılıyor. Kırılıyor daha doğrusu. Kızcağız ne olduğunu anlayamadan arkalarından stetoskoplu, beyaz önlüklü doktorlar koşarak onların yanına geliyorlar. Kız şaşırıyor adam ise gururlu. Karnı guruldayacak kadar değil sadece bere takacak kadar. Sonra kız elektriklerin gitmesini bekliyor. Ve tıp kitaplarına adı geçiyor. Her şeyin nedeni açıklanıyor. *** Bu tekmeledikleri kapıda bir hareket sensörü varmış. Yani hareketin şiddetinin değerini ölçen bir makine. Ve hesapladığı şey de bir bebeğin annesinin karnındayken vurabileceği en yüksek dereceymiş. Bu yüksek derece de tahmin edersiniz ki kapının kırılması. Kısacası vurulma derecesine göre ayağın hızına bakıp bebeğin hayati fonksiyonlarını değerlendireceklermiş. Ona göre de önlem alacaklarmış işte. Ve bir annenin rahminin kalınlığı bir kapının kalınlığıyla eşit seviyedeymiş. Kapının ardından birinin kapıyı tekmelemesi bir bebeğin annesinin karnını tekmelemesiyle aynı fonksiyonları gösteriyormuş. Doktorlar adam arıyor-

larmış zaten. E tabii ne olduğu belli olmayan bir deney olduğu için işin içine bayağı yüksek bir meblağ koymuşlar. Pepe şapkalı kadınların mekânını seçmelerinin nedeni de yaptıkları işten devletin haberi olmamasıymış. Bu yüzden çok da dikkat çekmeyen bir mekân bulmuşlar. Bizim adamın da tefeciye borcu varmış. Bu akşama kadar ödemesi gerekiyormuş. Bilirsiniz stres insana her şeyi yaptırır. Ki azıcık saçmalama bütün streslerin unutulmasını sağlar. Daha da fazlası aşırı dozda cips yeme etkisi ve duvarlara ütü basma seanslarının artmasına neden olur. İşte bizim adamında etkisinde kaldığı durum tam olarak böyle. Bu işten haberi olunca koşmuş. Yapması gerekenin sadece kapıyı kırana kadar tekme atmak olduğunu öğrenince sevinmiş ama denemiş, denemiş kapıyı kıramamış. Sonra işte bizim kızı görmüş, ondan yardım istemiş. Ama tabii parayı söyleyememiş. Çünkü söylerse kız da üzerine konabilir diye… Ama her şey ortaya çıkınca mecburen paranın bir kısmını alması gerektiğini söylemişler. Ama bizim kız… Yine fakir yine intihara düşkün ve yine ağlamaklı.


sen küçük bir dünya kurmuşsun kendine kim idi uğruna terk ettiğim bedavalardan bedava ve on iki eylüllerden on iki eylül her gece mi özeldir birbirinden yoksa sabahına hasta uyandığın sabahları nasıl geçiştirmeye çalışacağınla mı daha çok ben hangi anmalara katılmayı daha çok seviyorum bilmiyorum ama söyleyeyim flamalardan görülemesin etraf ve dedikodu da oluşturamaz saatlerdir etrafta bakanlar tarafından AMA NİYE TERK vücuduma hepsi darbe hepsi birer acı ve zevk damarların galeyana gelip daha da belirginleşir bitişlerinde kesişimlerinin en güzel kitap da bu zaman okunur ama partizan yaklaşımlara fazlasıyla gebe ve bir o kadar içliyim neden görünmez olduğumla alakalı BİRAZ FAZLA anımsayamıyorum olanları kafam planlı palanga sistemlerine amade ve bunlar bana ortaokuldan yadigar lakin sabah namazı saatlerini kaçırmamamla açıklanabilir folklorik esintiler aramamam gayet bizden şeylerde BİRAZ ÜZGÜN takılmam gerek çok da bu tür durumlarda ne yapılacağını bilmiyor değilim YENİ ŞEHİR söylenmesi bile vücutta köpek kokaini etkisi yaratıyor bunu o çok satılmayan kitapların arasına bulduğum notu eczacıya verdiğimde bukowski okuyor olduğunu anlayınca kavradım BİRAZ DARGIN rezidanslarda plaza hayalleri BİRAZ ÇAPSIZ ve olmak istediğimden de daha bir fevri davranıyorum kendime hakim olmaya çalışmayarak topluluklar önünde avam kaçıyorum aynı şeyleri giydiğimden BİRAZ ESKİ ama retro denince böyle semptomların belirmesi endişeye yok şey bunu daha önce denemiş ve başarısız olmuştum yollarda kaybolması BİRAZ ZOR olan yerlerde BİRAZ ÇOK vakit geçirdim ve BİRAZ KORKU deneyimleyip BİRAZ UMUT besledim lakin BİRAZ DAHA gecikseydi inanacaktım iyi şeylerin olacağına ben bu filmin sonunu başından biliyordum yoruldum.


Söyleyeceklerim var söylenmişler üzerine söylenecek. Konuşacaklarım var konuşulmuşlar üzerine. Dinleyeceklerim var dinlenmişlerin. Susacaklarım var. Çatısından damla damla damlayacağım dostlukların ve aşkların üzerine. Bir şıpırtı, dinse de yağmur. Bir artçı, sallantıdaki yeryüzünde. Bir tanım, insanlar tanındıkça tanınmaz hale geliyor. Tanımadıklarımızı tanıdıklarımızdan daha çok tanıdık şeklinde mezarlardan bir fısıltı. Bu sese nara olmalı. Ölüm gerçektir aksiyle ispat edilir. Çünkü ölümsüzleştiğimiz kareler köşesiz ve yalandan. Fotoğraf makinesine poz verdikten sonra düşen dudak kenarları. Kukla duygular. Çekiyorum: ipler gergin. Gülümseme. Bırak: yerçekimine mağlup dudak kenarları. Mutluluk bu kadar basit. Klavyede iki nokta, tire, kapa parantez. Burnu bile var. Tende parmaklar gezinsin ve ses eklemeli. İki ten arasındaki şehvetin sesi. Biraz kısalım. Evet şimdi yaklaşıyoruz beş duyuya. Altıncısı ters çevrilmiş kahve fincanlarının tortusunda. Mutluluk: dudak kenarları. Veya hüzün aç parantez. Ah yoğun ve karmaşık hisler. Tiyatro maskeleri peş peşe suratımızda. Tepki değil artık refleks. Atik kameraları sevmemiz bundan. Deklanşöre basınca hemen çekmeli. Çünkü uzun metrajlı rol kesemiyoruz ya da önemsemiyoruz bunları, büyük oynuyoruz insan ömrü kadar. Gecenin karanlığına beyaz çarşafımın altında sırtımı döneceğim. Aynaları seviyorum görüntüm gözlerime tekrar yansımıyorsa eğer. Gece- siyah- karanlık- koyu. Ayna- ışık- parlak- gün. Güneşte kırmızısından moruna kadar her renk bulunurken ben güneşin birer gölge olarak nesnelerin arkasına bıraktığını seviyorum. Doğuş- batış istikametinde uzayan, kısalan, uzayan. Sokak lambalarının çokça kullandığı o malzeme. Kalabalıklar arasında herkesin kendi koyuluğunu ayakaltında dolaştırması. Tanrının insanlar üzerinde gölgelendirme çalışması. Işıktan köşe bucak kaçan gölgeler. Bu meseleye ışık tutmak yersiz bir çaba. İşte biz çirkinler karanlıkta güzeliz. Bir kere göz ucuyla gördüğümüz sonra birden kaybolmuş o kadın kadar. Yaprakların arasında kamufle olmuş böcek kadar. Görülmedikçe güzel. Gündelikle kamufleyiz. Bütün gün sırt ağrımızdan konuşabiliriz. Sorunlarımızdan evde, işte, okuldaki. Sorunlardan yakınmak büyüktür sorunsuz hayat. İnsanlarla kamufleyiz. Başka insanları kendimize perdeleme yapıyoruz. Dilimizde hep bir arkadaş. Tek maçtan yatan kupon, o maçın hakemi ve muhterem annesi. Sarı ve kırmızı futbol maçlarında kart renkleridir ve mühimdirler. Yeşil ise trafikte önem… Dat! Korna. Kapalı bir yerden sokağa adımımı attığımda “Aa akşam olmuş!” demeyi seviyorum artık. Görmedikçe güzel. Olacağını bilsek de oluştan uzak durmalı. Bilsek de görmeden bilsek daha iyi. Yaraya yara bandından bakmak. Kana damardan. Ölüye topraktan. Yaşama sanattan. Biz ve diğer insanlar. Biz ile diğerleri. Ne kalabalığız. Ne çok insan var, ne çok in. Herkes kendi mağarasında taş duvara yansıyan gölgeleri izleyerek.


Hislerimiz, tepkilerimiz, duygularımız... Bireyi canlı tutan ana etkenlerden üç örnek. Yaşama ve varoluşa dair üç mühim delil... Yaşama dair delil, ve bireyi canlı tutan üç ana etken, yani ayakta kalmayı sağlayan üç büyük kolon dedik değil mi? O halde bu etkenler ve deliller olmaz ise veyahut hür bir sadâ, dik bir duruşa sahip olamamışsa, biz bu etkenleri yok ya da esir hükmünde ifade edebiliriz. Peki nedir bu etkenleri esirleştiren ve bu nedenle yozlaştıran? Kalbimizde barındırdığımız üzüntü; iktidar sahiplerinin kediye lazer tutup yönlendirdiği gibi lazerin işaret ettiği yere üzülüp lazeri o hedeften çektiğinde üzülmeyi bırakıyorsa evet, üzüntümüz zindanda esirdir! Yüreğimizde yanan ve kâinatı yakmaya yetecek güçte olan öfkemiz; elinde güç barındıranların, uzun menzilli tüfeklerinin, nişan aldığı noktalara yağdırmaya başlıyorsa lanet ve küfürlerini, hedef değişir değişmez ise, şalteri inen oda gibi tek bir saniye içerisinde karanlığa çekilip, reddediyorsa öfkesini, evet, kalmamıştır elimizde, öfkemize dair bir hürriyet! Yaşamı güzelleştiren mutluluk; eğer ki otoriter sınıfların koordinatlarında, mutlu olma "hakkını" kazanıp, koordinat dışına çıktığı takdirde bu "hak" çalınıyorsa elinden, evet, hiç şüphesiz ki mutluluklarımızın boyunlarına urgan, ayaklarına prangalar takılmıştır! Hür hissiyatın yolu; iktidar sahiplerinin lazer hedefine göre değil; bireyin kalbini sızlatıp onu öfkeye yüceltecek olan, özgür hissedilmiş hüznündedir... Hür tepkinin yolu; bitmez tükenmez ateş olan öfkemizin, güç sahiplerinin atış menzillerinde değil; zalimin çürümüş bedenleri ve yozlaşmış ruhlarında şaklayıp, bizi zafere taşıma görevini üstlenmiş, sınıfsızlığın olduğu yeryüzünde mutlu bir dünyaya götürecek olan, tasmasız, urgansız, "izinsiz" mutluluklarımızdadır! Yaşamak izin istemez, müsaade almaz. Hissettiklerimiz, tepkilerimiz boyunduruksuz mermilerdir…

hadım edilmiş düş! aşağı düş! korkuyorsan durma as kendini dudaklarına geceye bir iftira gibi doğan ayın. yoktur korkusu çünkü tek ayağı eksik olsa da avını kovalayan yaşlı çitanın. hayat gariptir… ve bunu anlamak zor değil... boktan hayatları vardır ihtişamlı bulutların ihtişamın ayak izidir sersem yağmurlar diz çök tanrının önünde ve eğil bu verilemeyen bir ölüm haberi değil! plastik bebekler, güzel bebekler, çirkin olmayan bebekler, güzel arabalara binerler, arabalar plastiktir, plastik bebekler büyük evlere girerler, evler plastik ve güzeldir, plastik bebekler güzeldir ve hep güzel olan plastik bebekleri öperler, öpüşler plastiktir, bir çakmak çaksan popüler zehir! her neyse. dudaklarına ruj sür. bak hazır kerata, güzel görün bana. nasılsa silahın hazır duruyor ensemde. öfkeden attığım son tokat, dudaklarındaki ıslak mühür, son şişe, son sigara, son küfür, son, son, son… ha patladı ha patlayacak göğsünde taşıdığın balon. her neyse, her neyse, her neyse… özet; korku, ecelin kesik kalbidir, tanrı, sevgisizliğin sahibidir.


ateş böceklerine hasret kalan kulağım ve yozlaşmış, sokaklaşmış bedbaht ruhum binalara çarpıp suratımı okşayan kirli deniz kokusu hep beraber mavilikler arıyoruz üzerimize kusan gri rengin içinde denizler, gökler ağlıyor kadim dostlar gökyüzünden göçecek yerler arıyorlar trenler, gemiler yine tüm ihtişamını kaybediyor ve güçlüce bastırılmış korkunç bir isyan, yerin altında yüzeye çıkmaya korkan, güçsüzleşen ve dostum, kumlarda dans etmemizi heybetli ve güçlü gören herkes bizi deli ilan etmeye mahkumdur gerçek delilerin hepsi, trenlerin, gemilerin, binaların içinde yaşar ormanların, ağaçların konuşmasından korkan tüm deliler gözlerindeki donmuş korkuyla, meşalelerle kapımıza dayanacaklar sıra bize de gelecek dostum, yozlaştırılmış ruhlarımızı budayacaklar

Ne söylenecek Yağmur yağarken kafeslenmiş ruhların cam önlerine rüzgâr bile uğramazken Anlamsız olduğu anayasada kabul edilmiş duyguların -mış gibi yaşandığı paralel evrenlerde Geçmiş yazların çokça dinlenen şarkıları -Varsa yoksa sen, Bir de hiç söyleyemediklerimYağmur baharın müjdecisi, Belki bir kadın saçı Ortaçgil dizeleri, Upuzun ucu görünmeyen yolculuğa Kum saatine, Geleceğe türkü Ne söylenecek İtiraz edilen itiraflara Kaleme döküp kaale alınmayacak kelimelere Yaşanmamış hayatların yorgun insancıklarına Geçip gidenlere, Geçmeye yüz tutup Yüz bulup dönenlere? Kaybetmek kazanmanın yarısı, Hiç yanmadan sönenlere Aynı yolda başkalaşmış

Bakışmış ve baş kaldırmış olanlara Ne söylenecek şimdi Nefes alıp veren dünyanın yozlaşmış toprağına, Kafasını kuma soktuğu halde Güneşe gözlüksüz bakmayana? Özünü kaybetmiş olana ağıt, Sözünü saklayana alkış tutmak Farz olan mutluluğu yanlış kafeste aramak. -Varsa yoksa hissizleşirken tekinsizleşmek, Çiftleşmek, Ve ardından tekilleşmekNe söylenecek Atmayan kalplerin ardından ilahi kitaplara sarılmış İntihar eden geçmiş zamanın Şimdisi kayıp giderken Ütopik bir gelecek hayaline? Bir akor kırılır içimde, -Dominant yediVe havada kalır. -Varsa yoksa yok olan hayaller, Kısalan cümleler, Ben, Bir de hiç söylemediklerim.-


Tütün kokan saçlarına burnumu dayadım. Pek vaktim de yoktu ama o yüksek bar taburesi üstünde oturmayı istiyordum hala. Bir daha aynı heyecanı yaşayamayacağımı bilerek aynanın karşısına geçip yüzüme tükürdüm, klozete yürümeye üşenip idrarımı musluğun altındaki mermere(heykele) boşalttım. Garip koktu, kokması gerektiği gibi yani, su tuttum, kapıyı kapattım. Yerde ucuz parkeler vardı, iki kez üst üste sola döndüm ama artık yüzündeki kusurları önemsediğim söylenemezdi. Karşı rafta duran kitapların isimlerini okuyabilmem için bir gözümü devre dışı bırakmam şarttı. Ben de öyle yaptım ve intihar kararımı erteledim 1 (bir) yıl kadar. Bunu duymamanız için kulaklarınıza şarap tıpası takacağım çünkü en büyük planımı da daha öncekiler gibi gerçekleştiremezsem yüzünüze bakamam. Ve yirmi birinci yüzyıldayken henüz, kitaplar kâğıtlara değil insan derilerine işlenmeliydi tıpkı Şeytan İncilindeki[ ] gibi. Tabi bunu duyunca kazan kaldırdı kâğıtlar, çünkü boşuna ormanlardan söküp almış olmamalıydım onları. Ben de aynı problemden muzdariptim aslında. İsyan edecek bir sorumlu olmadığını karşımızda hatırlatmak lazım ama sen körelmiş bir usturayla saldırmak istiyorsun şahdamarlarına berberlerin. Kasaturayla yastığını deşmek örneğin. Onlar sarı bir kumaşa oturur ve ölümü düşünürler en sonunda cesaret edemez ve ağustos böceklerini canından bezdirirler. Öğüt vermek haddime değildir ama daha uzun bir süre karalamazsam bir baltayla insan kafatası parçalamak gibi TCK’de karşılığı olan bir davranış sergileyeceğim ve seyircilerimden alkış toplayacağım. Trajik bir şeyler arıyorsa aklınız okuduklarınızda, işte tam da buradadır trajedi. Seyirci kalıyor olmaları. Peki ya, ne yapmalılar? Benim alnımda yazan bu boktan rolü üstlenmekti. Ardından hesabı ödedim, çatlak camlı kapıyı özenle kapadım ve merdivenlerden indim.

.

hüzünleri hüzünden çok kameraya bakmaktan kendini alıkoyamayan tedirgin bir figüran acemiliği.

kelimeleri kelimeden çok ilkbahar seli sonrası aşağılara bastırılamayan bayat fosseptik kusmuğu

gülüşleri gülüşten çok siyasete yeni atılmış ve ilk kez pudra kullanmış acemi bir halkçı palyaçoluğu.

ve çiftleşmeleri çiftleşmekten çok en ön sırada oturan öğretmen gözdelerinin parmak kaldırma rekabeti


O gece eve dönerken çok sarhoştum. Aslına bakarsanız o birkaç yıl boyunca hep çok sarhoştum. Yalnızca günü kurtaracak kadar para kazanıyordum, sürekli derine inen bir borç batağına saplanmıştım ve kendimi aşırı yalnız hissediyordum. Kapıcıyla karşılaştım apartmana girerken. “Abi!” dedi. “Güler Abla yine evi terk etmiş.” “Ne yapayım?” der gibi suratına baktım. “Adamcağızın yanına bir uğra istersen,” dedi. “Beni eve almadı. Belki seni alır.” “Bir sigara versene.” Verdi. Sigarayı ateşleyip merdivenlerden yukarı çıkmaya başladım. Üçüncü kata geldiğimde bir an düşündükten sonra İhtiyar’ın ziline bastım. Kapıyı açtı. Upuzun saçı ve sakalını gördüm önce. Sonra gözlerini. Yorgunluktan gözlerini açamıyordu, yine çok içmişti belli. “İçeri gel.” dedi. Davudi bir sesi vardı. İçeri geçtik. En son birkaç ay önce görmüştüm onu, sokakta karşılaşmıştık, Güler Abla’yla pazara gidiyorlardı. Görüşmeyeli epey yaşlanmıştı İhtiyar. Beti benzi atmıştı. “Hiç iyi görünmüyorsun hocam.” dedim. “Şu içkiyi bıraksan artık!” Küfreder gibi suratıma baktı. “Küfretse daha iyi.”dedim içimden. “Hayır senin için söylüyorum.” “Ahkâm kesmeye mi geldin buraya ibnenin evladı.” dedi bir hışımla. “Özür dilerim hocam.” dedim. “Ben de biraz alkollüyüm.” “Siktirtme hocanı şimdi, şarap var biraz, içer misin?” Başımla onay verdim. “Sobanın içine zulaladım, Güler Ablan görmesin diye. Git al oradan, bana da bir bardak koy.” Dediği gibi yaptım. Büyük bir yudum aldı şaraptan. Ben de bir yudum aldım, sigaradan son bir duman çekip camdan dışarı salladım. “Bir tane sigara versene,” dedi. “Ben de kapıcı ibnesinden aldım valla hocam.” dedim. “Ara o orospu evladını, hocam bir paket sigara istiyor de.” Hemen aradım orospu evladını. Gitti bir paket sigara aldı. Açtım kapıyı, aldım sigarayı. “Sonra veririm sana parasını.” dedim. Bir dal ihtiyara uzattım, bir tane de ben yaktım. “Dumanı dışarı doğru üfle de ev sigara kokmasın,” dedi İhtiyar. “Güler Ablan ikimizi de oyar yoksa.” “Tamam hocam,” dedim. İçtik sigaralarımızı. İçtik şaraplarımızı. Birer tane daha doldurduk, birer tane daha sigara. “İçimde çok büyük bir sıkıntı var.” dedi İhtiyar.


“Hayırdır hocam?” “Güler Ablan bana eskisi kadar âşık değil galiba.” “Bunu da nereden çıkardın hocam?” “Zırt pırt kavga ediyoruz, bağırış çağırış… Duymuyor musun, apartmanı birbirine katıyor. Eskiden birlikte şarap içerdik, şimdi şarap içiyorum diye demediğini bırakmıyor bana.” “İyi de Güler Abla seni düşünüyor hocam, hasta olduğun için…” “Siktirtme şimdi hastalığını.” “Tamam hocam.” “Eskisi kadar çok içmiyorum ayrıca.” “Evet hocam.” “Evi terk etti gene.” “Biliyorum hocam.” Başını önüne eğdi, birkaç dakika hiç kımıldamadı. “Seni de karın terk etti.” dedi. “Senin beni anlaman lazım.” “Benim karım öldü hocam.” Bir saniye duraksayıp düşündü. “Tamam işte, anlaman lazım.” “Güler Abla yarın dönecek hocam, hep böyle olmuyor mu? Kızıp parlıyor sana, ertesi gün geri dönüyor, hepimiz alıştık artık bu duruma. Haftada bir iki gün oluyor hep.” “İyi de.” dedi İhtiyar, elindeki bardakla oynuyor ve cümlenin devamını getirmekte zorlanıyordu. “Ya bu sefer geri dönmezse?” Gözümden bir yaş süzüldü. İhtiyar bana bakıp gülümsedi. Kendimi uzun zamandır tutuyordum. Çok uzun zamandan beri. Karımı kaybettiğimde dahi hiç ağlamamıştım. Tutamadım artık kendimi. İhtiyarın dizinin dibine çöktüm, ağlamaya başladım. İhtiyar tuttu beni kolumdan, masadaki bardağa şarabın dibini döktü, içirmeye çalıştı. “Ağlama karı gibi,” dedi. “Geç karşıma otur.” Gözlerimi ceketimin yakasına sildim ama ağlamaya devam ediyordum. İhtiyar zulasından bir şarap daha çıkarttı. Bardakları tazeledi. “Şunu hızlıca ziftlenelim de evi biraz havalandırayım, sabah Güler Ablan gelecek.” Hızlıca boşalttık şişeyi. Hiç konuşmadan. Sigara da bitti. “Para vereyim mi sana?” dedi. “Sigara falan alırsın kendine?” “Yok hocam.” dedim. “Bırakmayı düşünüyorum zaten.” “Bu yaşta bırakılır mı ulan sigara? Bak ben kaç yaşındayım, halen içiyorum!” Güldüm. İhtiyar da güldü. Gitti zulasına, bir paket puro çıkarttı ve masaya koydu. “Al bunu, sigara ihtiyacını karşılamaz belki ama hiç yoktan iyidir.” “Teşekkür ederim hocam.” “Siktirtme hocanı şimdi.” “Ben kaçayım artık, saat geç oldu. Sen de evi biraz havalandır.” Kapıya kadar eşlik etti. Gözleri dolmuştu İhtiyar’ın. Işığa çıkınca fark ettim. “Kafanı siktiysem özür dilerim.” dedi arkamdan. “Yarın sabah bize kahvaltıya gel.” “Bakarız hocam,” dedim gülümseyerek. “Siktirtme hocanı.” dedi, kapıyı çarpıp içeri girdi.


Rahil, mülteci olarak hayatına devam etse bile; Zain’ den daha çok Lübnan vatandaşı. Zain’in var olduğu belli bile değil. Ne zaman doğduğu, kaç yaşında olduğu… Sadece görünüşte var fakat her şeye rağmen hayatta kalması için ne yapması gerektiğinin bilincinde. Anne babasına “Beni neden dünyaya getirdiniz?” diye dava açabilecek bir çocuk, çünkü hiçbir zaman çocuk olamayacağının farkında. Bu onun en doğal hakkı. Bir çocuk, çocukluğunu yaşayamadıktan sonra çocuk olmasının ne anlamı kalır. Filmin başarılı şekilde yansıttığı yanlardan biri de bir çocuktan bu kadar dolu dolu bir karakter oluşturabilmesi.

(Yönetmen: Nadine Labaki, Senaryo: Nadine Labaki & Jihad Hojeily & Michelle Keserwany, Süre: 120 dakika) Toplum için sanat, sanat için sanattan her zaman daha kolay olagelmiştir. Bu tarzda bir hikâye kaleme almak için, içinde bulunulan politik şartları, gündemi, geçmişi olabildiğince detaylı analiz etmek gerekiyor. Sonrasında, hikâyenin geçtiği merkez noktanın panoramasını alarak iyi bir kurguyla hikâye bir kat daha çarpıcı bir hale geliyor. Olanı kullanmak bir nevi. Sıfırdan bir inşa söz konusu değil. Bu yüzden daha kolay. Nadine Labaki de bu kapsamda, elindeki verileri işlevsel kullanarak bol duygu yüklü ve provokatif bir film ortaya çıkarmış.

Film aslında göze parmak bir film. Ne anlattığı, neyi eleştirdiği çok açık. Yalnız bunu bir kusur olarak görmüyorum. Film, içinde geçtiği coğrafyaya ayna tutma görevi üstleniyorsa olabildiğince her şeyi açık ve üst perdeden anlatması, filmi hem daha dramatik bir hale getirecek, hem de daha yoğun bir film yapacaktır. Nadine Labaki de bunları göz önünde bulundurarak Lübnan üzerinden dinamik bir rejiyle gayet kaliteli bir iş ortaya çıkarmış. Filmin tek bir teması yok. Lübnan üzerinden mülteci problemleri, sırf sokakta çalışsın diye nüfusa alınmayan çocuklar, çocuk gelinler, çocuk ve insan tacirleri, cehalet, fakirlik, sefalet… Şöyle bir dönüp baktığımızda bize çok da yabancı olmayan bir film. Nadine Labaki oyunculuktan gelme bir yönetmen. Profesyonel oyuncular kullanmadan bu kadar başarılı bir oyuncu kadrosuna uzun süredir denk gelmiyorduk. Zain Al Rafeea bu seneki Oscar adaylarının çoğundan iyi oyunculuk çıkarmış. Diğer oyunculukların da altta kalır bir yanı yok. Kefernahum’ un, Roma ve Cold War varken Oscar’da işi çok zor lakin Kefernahum Oscar’ın sevdiği türden, vatanına oldukça gömçüren bir yapım. Son beşe kalması bir sürpriz değildi.

Dilimize pelesenk olmuş bir kalıp vardır: “Büyümüş de küçülmüş.” Bu filmde işler daha farklı. Zain, çocukluğunu yaşamadan büyümüş bir karakter. On iki - on üç yaşında olmasına rağmen belki de hepimizden daha büyük Zain. Bunu istediğinden değil öyle olması gerektiği için büyüyor Zain, çocukluğunu arkada bırakarak. Doğup büyüdüğü ülkede Zain’ in bir yeri yok tıpkı Etiyopya’dan kaçak yollarla gelen Naçizane Not: 7.5/10 ‘’Rahil’’ gibi.


Mamoru Oshii'nin yönettiği Kabuktaki Hayalet (Ghost in the Shell) 1995 yapımı modern bilim kurgu filmlerine ilham kaynağı olmuş Japon yapımı bir anime filmidir. Bu film, 2017 yılında Rupert Sanders yönetmenliğinde yeniden yapılmıştır. Farklı çağlar ve ülkelerde yapıldıkları için bu filmler birbirlerinden oldukça farklıdır. Ben size hikâye farklılıklarından çok tema olarak nasıl ayrıldıklarından bahsetmek istiyorum. İlk önce filmin ismi nereden geliyor onu konuşalım. Gelecekteki teknolojik gelişmeler sayesinde insanların teknoloji yoluyla geliştirilmesi mümkün kılınmıştır. Bu gelişmeler insanın vücuduna yapay bir karaciğer eklemekten beyni tamamen yeni bir mekanik bir bedene aktarmaya kadar değişebilir. Hayalet (Ghost) bu durumda insanın beynini temsil ederken, kabuk (shell) bu beynin konduğu mekanik bedeni temsil eder. Bu iki film arsındaki değinmek istediğim ilk fark ana karakterlerimiz. İki filmde de ana karakterimiz Kamu Güvenliği Bölümü 9 adına çalışan Major kod adına sahip bir ajan. Major, orijinal insan vücudu yerine mekanik bir kabuğa sahip ama bu kabuğun önemi iki filmde aynı değil. Bu noktadan sonra kolaylık sağlamak için orijinal filmin ana karakterini Major, yeni yapımın ana karakterini de Mira Killian olarak anacağım. Oshii'nin orijinal filminde tamamen mekanik bedene sahip insanlar normalleştirilmiş hatta ana karakterimizin kabuğu toplum tarafından kullanılan standart bir model. Sanders'ın filminde Major, dünyada tamamen mekanik bedene sahip ilk kişi. Bu, karakterin tarihi dışında filmlerin gidişatını etkileyen önemli bir unsur. Oshii'nin dünyasında tam beden cyborglar çok yaygın olmasa bile kabul edilmiş bir şey. O dünyada bir zihnin bedenden bağımsız olması normal karşılanıyor ve eğer zihin bedenden ayrı olabiliyor ise yapay zekâların da birey olup olamayacağını sorgulanıyor. Sanders'ın dünyasında ise insanlar teknoloji ile

vücutlarını geliştirse bile ‘’tam beden cyborglar’’ diye bir kavram hala ortada yok. Bu farklılık, karakterlerin düşünce tarzlarında önemli bir etkiye sahip. Major’ şehirde kendi ile aynı bedene sahip kişiler ve hatıraların yeniden yazılabileceğini gördüğü için kendisinin gerçek bir insan mı yoksa kendini insan sanan bir makine mi olduğuna emin olamıyor. Mira ise dünyadaki ilk tam beden cyborg ve bu yüzden özel biri ama aynı nedenden dolayı da kendini yalnız hissediyor. Mira da kendisinin insan olduğundan tamamen emin olamasa da bu şüphesi Major'unkinden daha farklı bir yerden geliyor. Bu unsurlar bence Mira'yı daha samimi (relatable) kılıyor ama günümüz filmleri özel ve yalnız ana karakterlerle dolu olduğundan Major’u daha ilginç bir karakter olarak görüyorum. Spoiler vermek istemediğim için çok fazla detaya girmeyeceğim ama değinmek istediğim son nokta ve bence bu iki filmin en büyük farklılığı filmlerin sonlarında. İki filmin de sonunda son savaştan sonra ana karakterimiz ve "kötü adamımız" zarar görmüş bir şekilde yan yana yatıyor ve iki filmde de "kötü adam" ana karakterimize bilincini onunkiyle birleştirmesini istediğini söylüyor. Major, hayatını kurtarmak için bu teklifi kabul ediyor ve iki kişi birlikte yeni bir varlığa dönüşüyorlar. Mira ise bu teklif reddediyor çünkü ona göre kişiliğini kaybetmek ölümden çok daha kötü bir şey. Bu farklılık filmlerin farkını göz önüne seriyor. Oshii'ye göre teknoloji ilerledikçe birey tanımımız değişecek ve belki kişiliğimizi yitireceğiz ama bu kötü bir şey olmayabilir. Oshii bize bir soru soruyor ve bu soruyu cevaplamıyor veya Major'un verdiği kararın doğru ya da yanlış olduğunu söylemiyor. Sanders ise kişiliğimizi kaybetmemizin kötü bir şey olduğunu savunuyor. Bu görüş farklılığı yönetmenlerin farklılığından çok, yaşadıkları toplumun farklılığından kaynaklı. Japon kültürü, bireyden çok aile ve topluma önem veriyor ama Amerikan kültürü bireyselliği neredeyse fetiş hailine getirmiş durumda. Bu söylediklerime rağmen Sanders'ın filmini kötü bulmadım. Görsel olarak ilgi çekici ve güzel aksiyon sahneleri vardı ama orijinal filmin karmaşıklığından yoksundu. Eğer standart bir blockbuster izlemek isterseniz 2017 yapımı filmi öneririm ama bir filmden görsellikten daha fazlasını bekliyorsanız 1995 yapımı olanı izlemelisiniz.



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.